İmdat Freni

admin

Rus Feministlerden Savaş Karşıtı Manifesto

Bu metin, Ukrayna’daki işgale ve savaşa karşı birleşen Rus feministlerin manifestosudur. Feminizm, Rusya’da Vladamir Putin tarafından başlatılan zulüm dalgasının altında yok edilemeyen az sayıdaki muhalif hareketten biri. Şu an Rusya’da en az 30 kentte bir kaç düzine feminist grup örgütlü bulunuyor. Bu metinde, Rusya çapındaki savaş karşıtı hareket içinde yer alan feministler, tüm dünyadaki feministlere Putin hükümeti tarafından başlatılan askeri saldırganlık karşısında birleşme çağrısı yapıyor.

Çeviri: Çatlak Zemin

Kaynak: Jacobin

Bu harekatın hazırlığı uzun bir süredir yapılmaktaydı. Rus birlikleri aylardır Ukrayna sınırına doğru hareket halindeydi. Ülkemiz hükümetiyse askeri bir saldırı olasılığını inkar ediyordu. Şimdi bunun bir yalan olduğunu görüyoruz.

Rusya komşusuna savaş ilan etti. Ukrayna’ya ne kendi kaderini tayin hakkını ne de barışçıl bir yaşam umudu tanıdı. Bizler—bir kez daha—son 8 yılda Rusya hükümetinin inisiyatifiyle bir savaşın yürütülegeldiğini ifşa ediyoruz. Donbas’taki savaş, Kırım’ın yasal olmayan ilhakının bir sonucu. Luhansk ve Donetesk halklarının hiçbir zaman Rusya ve liderinin umurunda olmadığına, 8 yıl sonra bu cumhuriyetlerin tanınmasının Ukrayna’yı özgürleştirme kisvesi altında işgal etmenin bahanesi olduğuna inanıyoruz.

Rusya vatandaşları ve feministler olarak bu savaşı kınıyoruz. Politik bir güç olarak feminizm, saldırgan bir savaşın ve askeri işgalin yanında olamaz. Rusya’daki feminist hareket; kırılgan gruplar için, içinde şiddete ve askeri çatışmalara yer olmayan, fırsat ve imkan eşitliğinin tesis edildiği, adil bir toplum kurma mücadelesi vermekte.

Savaş şiddet, yoksulluk, zorla yerinden etme, darmadağın olan hayatlar, güvensizlik ve geleceksizlik demek. Savaşın feminist hareketin temel değerleri ve hedefleri ile uzlaştırılması mümkün değil. Savaş toplumsal cinsiyet eşitsizliğini katlar ve yıllar içinde edinilmiş insan hakları alanındaki kazanımları geriletir. Savaş beraberinde sadece bombaların ve kurşunların şiddetini değil, cinsel şiddeti de getirir: Tarihin bize gösterdiği gibi, savaşlar sırasında tecavüze uğrama riski her kadın için katbekat artar. Bunlar ve daha birçok başka sebeple Rus feministleri ve feminist değerleri paylaşanlar, ülkemiz yönetimi tarafından başlatılan bu savaşa karşı güçlü bir karşı çıkış geliştirmelidir.

Bu savaş, Putin’in konuşmalarından anlaşıldığı üzre, hükümet ideologlarının öne sürdüğü “geleneksel değerler” uğruna başlatıldı—Rusya’nın sözümona tüm dünyada bu değerlere biat etmeyi reddedenlere ya da başka değerleri benimseyenlere karşı şiddet kullanımını da içerecek şekilde misyonerliğini yapmaya soyunduğu değerler uğruna. Bu “geleneksel değerler”in toplumsal cinsiyet eşitsizliğini, kadınların sömürülmesini ve patriyarkanın katı normlarına uymayan herhangi bir yaşam, kendini-tanımlama ve eyleme biçimine karşı devlet baskısını içerdiği, eleştirel düşünce kapasitesine sahip olan herkes için apaçık. Komşu bir ülkeyi işgalin meşrulaştırma aracının bu çarpık normları dayatma arzusu ve bir “özgürleştirme” demagojisi olması, Rusya çapında tüm feministlerin bütün enerjileriyle bu savaşa karşı durmaları için bir başka sebep.

Bugün feministler Rusya’da aktif kalabilen birkaç politik güçten biri. Uzun bir zamandır Rus yetkililer bizi tehlikeli bir politik hareket olarak görmedi, dolayısıyla diğer politik gruplara nazaran bir süreliğine devlet baskısından görece az etkilendik. Şu an Kaliningrad’dan Vladivostok’a, Rostov-on-Don’dan Ulan-Ude ve Murmansk’a kadar ülke çapında 45’den fazla farklı feminist grup örgütlü faaliyetini sürdürüyor. Rusya’daki tüm feminist grupları ve bağımsız feministleri Savaşa Karşı Feminist Direniş’e katılmaya ve aktif biçimde savaşa ve bu savaşı başlatan hükümete karşı durmaya, dünya çapında tüm feministleri de bu direnişimize katılmaya çağırıyoruz. Çoğuz; birlikte çok şey başarabiliriz. Feminist hareket son on yılda inanılmaz bir medya ve kültür gücüne ulaştı; şimdi bunu politik bir güce dönüştürmenin zamanı. Savaşa, otoriteryanizme ve militarizme karşı muhalefet biziz. Gelmekte olan gelecek, bizleriz.

Tüm dünya feministlerine çağrımızdır:

  • Ukrayna’daki savaşa ve Putin diktatörlüğüne karşı barışçıl gösterilere katılın, çevrim-içi veya çevrim-dışı kampanyalar başlatın ya da kendi eylemlerinizi gerçekleştirin. Savaşa Karşı Feminist Direniş sembolünü ve #FeministAntiWarResistance, #FeministsAgainstWar hashtag’lerini materyal ve yayınlarınızda kullanabilirsiniz.
  • Ukrayna’daki savaş ve Putin’in saldırganlığı hakkındaki bilgileri yayın. Şu anda tüm dünyanın Ukrayna’yı desteklemesine ve her koşulda Putin’in rejimini reddetmesine ihtiyacımız var.
  • Bu manifestoyu başkalarıyla paylaşın. Feministlerin bu savaşa ve herhangi bir savaşa karşı olduklarını göstermemiz gerek. Putin rejimine karşı birleşmeye hazır Rus aktivistlerinin olduğunu göstermemiz de elzem. Hepimiz şu anda devletin zulmüne karşı tehlike içindeyiz ve desteğinize ihtiyacımız var.

Savaş Karşıtı Feminist Direniş

Başlık İmdat Freni tarafından değiştirilmiştir.

Savaşa Karşı Feminist Direniş’in daha fazla bilgi paylaştığı (Rusça) bir telegram kanalı mevcut.

Görsel:   © Avtozaklive

Rusya Sol Güçleri: Rus İşgalini Kınıyoruz!

03/02/2022

Rusya Federasyonu Komünist Partisi, Devrimci Emekçi Partisi, Rus Sosyalist Hareketi, Sol Sosyalist Hareket, sol ve demokratik bakış açılarına bağlı Rusya vatandaşları olarak bizler, Ukrayna toprakları üzerinde patlak veren düşmanlıklarla ilgili olarak aşağıdakileri beyan ederiz:

• Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Ukrayna’yı işgal etme kararını her iki taraftan da binlerce kişinin ölümüne yol açacağı için kınıyoruz. Her iki ülkede de işçilerin ekonomik durumu kötüleşecek. Mevcut işgal, yalnızca dar bir Rus liderler çevresinin iğrenç dış politika hırslarını tatmin etmeyi amaçlıyor ve aynı zamanda dikkatleri Rus hükümetinin iç politikadaki başarısızlıklarından uzaklaştırmak için bir araç;

• Rus liderliğinin Ukrayna halkının erkek ve kadın kardeşlerimize yönelik saldırganlığını derhal durdurmasını talep ediyoruz;

• Sol ve demokratik bakış açısına sahip tüm Rus vatandaşlarını, kardeşlerimize yönelik silahlı saldırganlığı sona erdirmeyi amaçlayan, Rus liderliğine yönelik taleplerini sosyal medyada paylaşmaya çağırıyoruz. Komşularınız, akrabalarınız, meslektaşlarınız ve Rusya’nın diğer vatandaşlarıyla savaş karşıtı bir ajitasyona öncülük etmenizi istiyoruz! Mevcut hükümet halka barış getiremiyorsa, bunu sağlamanın yolu hükümetin ve tüm sosyo-politik sistemin kökten değiştirilmesi olacaktır.

Moskova, 24 Şubat 2022

Evgeny Stupin (Rusya Federasyonu Komünist Partisi)

Boris Kagarlitsky (Rabkor)

Grigory Yudin (sosyolog)

Mikhail Lobanov (“Akademik Dayanışma” Sendikası)

Kirill Medvedev (Rus Sosyalist Hareketi)

Alexey Sakhnin (gazeteci, Sol Cephenin eski üyesi)

Nikita Arkin (Sol Sosyalist Hareket)

V. Avramchuk (Devrimci Emekçi Partisi)

Sergey Tsukasov (Ostankinsky bölgesinin seçilmiş belediye görevlisi)

Elmar Rustamov (İşçi Rusyası)

Önümüzdeki Uzun Kış – Vicken Cheterian

Rusya Ukrayna’yı hangi siyasi amaçla işgal etti? Uzun askerî hazırlıklar ve operasyonların hacmi, Rusya’nın hedeflerinin, ayrılıkçı Donetsk ve Luhansk cumhuriyetleriyle sınırlı olmadığını açıkça ortaya koyuyor. Rusya’nın bu işgalle ne elde etmeyi planladığını anlayabilmek için, Putin’in 21 Şubat’ta yaptığı konuşmaya dönmek gerekiyor.  Putin o konuşmada Ukrayna devletinin egemenlik hakkını reddetti. Dolayısıyla işgalin amacı, bir rejim değişimini tetikleyip, Ukrayna’yı Rusya’nın hâkimiyeti altına almak.

Uluslararası ilişkiler bir daha hiç eskisi gibi olmayacak. Rusya’nın şu anda sürdürdüğü askerî operasyonlar, 2014’te Kırım’ı ilhak etmek ve Donbas’ta bir ‘sürekli savaş’ hâli yaratmak üzere yaptığı operasyonlarla kıyaslanamaz. Bugünkü işgali, 2008’deki Rusya-Gürcistan savaşıyla da kıyaslamak mümkün değil; Rusya Ordusu o savaşta Tiflis’e kadar ilerleyip Mihail Saakaşvili’yi devirebileceği hâlde bundan kaçınmıştı. Rusya’nın Ukrayna’da yaptığı, topyekûn hâkimiyet kurmayı amaçlayan bir işgal. Bu itibarla, ABD’nin 2003 yılında giriştiği, malum feci sonuçları doğuran Irak işgaline benziyor. 

İki ‘ilk günah’

Mevcut krizi analiz ederken iki farklı çatışma düzlemini birbirinden ayırmak gerekiyor; Rusya-Amerikan ilişkileri ve Rusya-Ukrayna ilişkileri. Ukrayna’da bugün yaşanan çatışma, iki ‘ilk günah’ın sonucudur. Bunların birincisi, Demokrat Bill Clinton’ın yönetimindeki ABD’nin 1993 yılında aldığı, –Sovyetler Birliği’ne karşı kurulmuş bir askerî ittifak olan– NATO’yu korumakla kalmayıp doğuya doğru genişletmeyi de öngören karardır. Bu kararla, NATO’nun dağıtılması ya da Avrupa’da, Rusya’yı da içine alan bir ortak güvenlik yapısının inşa edilmesi gibi farklı seçenekler göz ardı edilmiş oluyordu. Doğu yönündeki bu sonsuz askerî genişlemenin, bir noktada Rusların direnciyle karşılaşması kaçınılmazdı. Peki, neden şimdi? Çünkü Rusya 2008 yılından beri yürüttüğü çok kapsamlı askerî reformlar ve Çeçenistan, Gürcistan, Suriye, Libya ve başka yerlerde yaptığı ‘başarılı’ askerî harekâtlarla özgüven kazandı; ayrıca, en az 1 milyon kişiden oluşan ordusuyla, Avrupa sahnesindeki baskın askerî güç olmuş durumda. 

Bir açıdan, bu çatışmada söz konusu olan, bir büyük gücün bir başka büyük güçle konuşması. Putin’in 17 Aralık 2021’de dile getirdiği, NATO’nun 1997 yılındaki konumlarına dönmesi yönündeki talepleri Kiev’e ya da Brüksel’e değil, Vaşington’a yönelikti.  Putin, Biden’a seslenirken onunkiyle aynı hegemonik güç dilini kullanıyor, Amerika’nın 1990’lı yıllardaki tavrına çok benzer bir şekilde, sırf Rusya şu anda bunu yapabilecek güçte olduğu için, Doğu Avrupa’nın jeopolitik sınırlarını geri itmek istiyordu.

Ancak bir başka analiz düzlemi daha var, o da Rusya-Ukrayna ilişkileri. İkinci ‘ilk günah’ bu düzlemde, 2014 yılında yaşanan ‘Yevromaydan’ Devrimi sırasında, Rusya tarafından işlendi. Çok büyük ama kırılgan bir devlet olan Ukrayna, hem nüfus yapısı (doğu ve güney bölgelerinde Rusça konuşan geniş bir kesim, Galiçya bölgesinde Batı yanlısı bir kesim), hem de jeopolitik konumu (bir tarafında Rusya, diğer tarafında NATO ve Avrupa Birliği) nedeniyle bir denge oyunu oynamak zorunda kaldı. Bu değişken tutumu daha önce de, 2004 yılındaki ‘Turuncu Devrim’in ardından Rusya yanlısı aday Viktor Yanukoviç iktidara döndüğünde görmüştük. Yevromaydan sonrasında bile, Rusya ile Batı arasında yeniden bir denge kurma imkânı vardı. Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesi ve Donbas’ta savaşın patlak vermesiyle bu imkân ortadan kalktı. 2014’ten sonra Ukrayna’da hiçbir lider, ödün vererek Rusya’yla uzlaşmak bir yana, Rusya yanlısı bir görüş dahi ifade edemedi. Rusya’nın attığı adımlar Ukrayna’yı Batı’ya yaklaştırırken, ülkenin iç siyasetini de Rusya karşıtlığıyla tanımlanan milliyetçiliğe itti.

Muhtemel sonuçlar

Bugün tanık olduğumuz işgal, Ukrayna’nın ulusal kimliğini milliyetçi bir çerçevede pekiştirerek, Ukraynalı ve Rus kimliklerinin kesin ve nihai bir şekilde birbirinden kopması sonucunu getirecek. 2014 yılında başlayan bu sancılı süreç, yalnızca Ukrayna’nın değil Rusya’nın da toplumsal dokusunu parçalayacak.

Putin’in, bu askerî işgal sonucunda Ukrayna’dan istediklerini alıp alamayacağı henüz belirsiz fakat ABD, NATO ve Avrupa’yla ilişkilerinin berbat hâle geleceği açık. Birkaç aydır süren Ukrayna krizi ‘Batı’nın ne kadar bölünmüş olduğunu açığa çıkardı. Başka yerlerde (Pasifik bölgesinde) ve kendi iç siyasi meseleleriyle meşgul olan ABD, Ukrayna’da Rusya’yla karşı karşı gelmeye hazır değildi. ABD Başkanı Biden, Rusya’nın işgalinin yakın olduğuna dair öngörüsünü birden fazla kez ifade etmiş ama ABD’nin Ukrayna’yı savunmak için oraya asker göndermeyeceğini de açıkça söylemişti. Avrupa’da, Polonya ve Baltık devletleri (Estonya, Letonya, Litvanya) gibi, sınır komşusu olduğu Rusya’nın yeniden ortaya çıkmasından çekinerek, geleneksel olarak katı bir Moskova karşıtı tutum sergilemiş ülkeler var. Ama Almanya, Fransa, İtalya gibi belli başlı AB devletleri Rusya’yla ilişkilerinin normal olmasını tercih ediyor ve bu ülkenin güvenlik kaygılarını diplomasiyle gidermek istiyordu. Bu üçüncü yol şimdi bozguna uğramış durumda.

Rusya’nın 24 Şubat’ta başlattığı askerî işgal, Macron’un ve Scholz’un çabalarına nokta koydu. Rusya, Ukrayna milliyetçiliğini pekiştirdikten sonra, sınırlarındaki NATO varlığını da güçlendirecek. ABD şu anda 70 bin askerinin bulunduğu Avrupa’ya (ki bu sayı daha önce hiç bu kadar düşük olmamıştı) yeni askerî güçler konuşlandırabilir. Avrupa Birliği ülkeleri, Rusya korkusuyla askerî harcamalarını yükseltecek. Mevcut çatışma petrol ve gaz fiyatlarını yukarı itebilir; böyle bir durumda AB ülkeleri Rus enerjisine alternatifler arayacaktır. Batı ayrıca, Rusya’ya sert iktisadi ve mali yaptırımlar uygulayacak. Moskova 600 milyar dolarlık nakit rezerviyle mali baskıya direnebilecek güçteyken,  savaşın ve yaptırımların, iki yıldır süren pandemi nedeniyle zaten beli bükülmüş olan dünya ekonomisi üzerinde yıkıcı bir etkisi olmayacağını düşünmek hayalcilik olur.

En büyük sıkıntı

Ama en büyük sıkıntıları Ukrayna ve Ukraynalılar yaşayacak. Ukrayna Avrupa’nın, en büyük trajedilere sahne olmuş, tarihi boyunca en çok acı çekmiş ülkelerinden biri. Birinci Dünya Savaşı’nın sürdüğü dehşet dolu bir dönemde bağımsız bir devlet olarak ortaya çıkmasının hemen ardından, milyonlarca kişinin hayatına mal olan Rus İç Savaşı’nı yaşadı. Stalin’in toprakları zorla kolektifleştirme siyasetinin uygulamaya konmasıyla, 1932–1933 yıllarında ülkede yaşanan kitlesel kıtlık (‘Holodomor’) “7 ila 10 milyon” kişinin açlıktan ölmesine neden oldu.  İkinci Dünya Savaşı sırasında, işgalci Naziler milyonlarca Ukraynalıyı köle iş gücü olarak kullandı, Ukraynalı Yahudileri ve diğer azınlıkları yok etti; Alman işgal güçleri ile Sovyet birlikleri arasındaki en sert çarpışmalardan bazıları Ukrayna’da yaşandı. İkinci Dünya Savaşı’nda beş ila yedi milyon Ukraynalı hayatını kaybetti. Sovyetler Birliği’nin dağılması, Ukrayna için çok sancılı oldu. Tek bir sayısal veri, ülkenin bu dönemde yaşadığı büyük güçlükleri özetler nitelikte: Ukrayna’nın, 1991’de SSCB çöktüğünde 52 milyon olan nüfusu şu anda 43 milyon.

Bugün Ukrayna bir kez daha kurban durumunda.

Rusya’nın NATO’ya dair meşru güvenlik kaygıları olabilir. Peki, Ukrayna’nın ve Ukraynalıların güvenlik, onurlu bir yaşam ve bağımsızlık hakkının meşruiyetini inkâr eden herhangi bir kanun var mı?

İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz

Kaynak: http://www.agos.com.tr/tr/yazi/26801/onumuzdeki-uzun-kis

Sıradan Ruslar Bu Savaşı İstemiyor – Ilya Matveev & Ilya Budraitskis

Rusya 23 Şubat’ı 24 Şubat’a bağlayan gece Ukrayna’ya saldırdı. En büyük korkular gerçek oldu. İşgalin boyutu tam olarak anlaşılmamakla birlikte, Rus ordusunun sadece Güneydoğu’da değil (sözde “halk cumhuriyetlerinin” sınırı boyunca) ülkenin dört bir yanındaki hedeflere saldırdığı ilk andan biliniyordu. 24 Şubat sabahı ülkenin çeşitli şehirlerinde Ukrayna halkı patlamalarla uyandı.

Vladimir Putin, operasyonun askeri hedefini açıkça ortaya koydu: Ukrayna ordusunun tamamen teslim olması. Siyasi plan belirsizliğini koruyor; ancak belki de büyük olasılıkla Kiev’de Rus yanlısı bir hükümetin kurulması hedefleniyor. Rus hükümeti, direnişin hızla kırılacağını ve Ukraynalıların büyük çoğunluğunun yeni rejimi görev bilinciyle kabul edeceğini öngörüyor. Savaşın toplumsal sonuçları Rusya içinse açıkça ağır olacaktır; 24 Şubat sabaha karşı, Batı yaptırımları henüz açıklanmamışken, Rus borsaları çöktü ve ruble değer kaybında rekor kırdı.

Putin’in savaşın başladığını duyurduğu konuşması, emperyalizm ve sömürgeciliğin aleni dilini temsil ediyordu. Bu anlamda Putin iktidarı, yirminci yüzyılın başlarından bu yana açıkça emperyalist bir güç gibi konuşan tek hükümet oldu. Kremlin, Ukrayna’ya duyduğu nefreti ve ona ceza gibi bir “ders” verme arzusunu artık (NATO genişlemesi de dahil olmak üzere) diğer şikayetlerin arkasına gizleyemez durumda. Bu eylemler akla yatkın “çıkarların” ötesinde ve Putin’in anladığı şekliyle “tarihsel görev” alanında bir yerde durmaktadır.

Ocak 2021’de Alexei Navalny’nin tutuklanmasından bu yana, polis ve güvenlik güçleri özellikle Rusya’daki örgütlü muhalefeti baskı altına aldı. Navalny’nin örgütü “radikal” addedildi ve dağıtıldı, destek eylemleri yaklaşık on beş bin kişinin tutuklanmasıyla sonuçlandı ve bağımsız basının neredeyse tamamı ya kapatıldı ya da “yabancı ajanlar” damgasıyla faaliyetleri ciddi ölçüde sınırlandırıldı. Savaş karşıtı kitlesel eylemler yaygınlaşmadı; olası eylemleri koordine edebilecek hiçbir politik güç yok ve tek kişilik bir protesto dahi olsa, herhangi bir sokak eylemine katılım hızlı ve şiddetli bir şekilde cezalandırılıyor. Rusya’daki aktivist ve entelektüel çevreler, olaylar karşısında şokta ve moralleri bozuk.

Rusya’da halk arasında savaşa açık bir desteğin görülmemesi ise umut verici tek işaret. (Rus hükümetinin “yabancı ajan” diye hedef gösterdiği) son bağımsız seçim ajansı Levada Center’a göre, Rusların yüzde 45’i Donetsk ve Luhansk “halk cumhuriyetlerinin” resmi olarak tanınmasını desteklerken, yüzde 40’ı desteklemiyor. Her ne kadar “bayrak etrafında toplanma” belirtileri kaçınılmaz olsa da, büyük medya kaynakları üzerindeki tam denetime ve televizyonlardaki dramatik propaganda demagojisi yağmuruna rağmen, Kremlin’in savaş coşkusunu körükleyememesi dikkat çekicidir.

2014’te Kırım’ın ilhakını izleyen yurtsever seferberlik gibi bir hareket bugün gelişmiyor. Bu anlamda, Ukrayna’nın işgali, Kremlin’in dışa dönük saldırganlığının her zaman içerdeki meşruiyeti desteklemeyi amaçladığına dair yaygın teoriyi çürütüyor. Bilakis bu savaş rejimi istikrarsızlaştıracak ve hatta bekasını dahi bir ölçüde tehdit edecek, zira “2024 sorunu” (Ruslar bir sonraki seçimlerde sandığa giderken yeniden Putin’in seçilmesi için ikna edici bir neden ortaya koyma gereksinimi) hala gündemde.

Dünyanın her yerinde Sol, şu sade mesaj etrafında birleşmeli: Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline hayır. Rusya’nın eylemleri için hiçbir geçerli mazeret yok; sonuç yalnızca acı ve ölüm olacak. İçinden geçtiğimiz bu dram günlerinde, Ukrayna ile uluslararası dayanışmaya çağırıyoruz.

Çeviri: Sena Çenkoğlu

Kaynak: https://sendika.org/2022/02/siradan-ruslar-bu-savasi-istemiyor-ilya-matveev-ilya-budraitskis-648257/

Rus Sosyalist Hareketi Açıklaması: Rus emperyalizmine karşı, Ukrayna’dan elinizi çekin!


Putin, Ruslara yaptığı konuşmasını yeni bitirdi. Kendisine cumhurbaşkanı diyen adam, konuşmasına, Ukrayna’nın yaratıcısının Vladimir İlyiç Lenin olduğunu ve Ukrayna’nın bugünkü haliyle varlığının Bolşeviklerin milliyetler siyasetinin bir sonucu olduğunu söyleyerek anti-komünist bir övgüyle başladı. Putin, Bolşevikleri “milliyetçileri beslemekle” suçlayarak, milliyetçiliğin en kötü ve en iğrenç biçimini, Büyük Rus şovenizmini örtbas ediyor. Bu bağlamda Putin, Ukraynalıları onlara “komünizmden arındırmanın” ne demek olduğunu göstermekle tehdit etti. Konuşmasının bağlamı göz önüne alındığında, bu sözler Ukrayna’ya doğrudan müdahale tehdidinden başka bir şey olarak algılanamaz. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde Putin, Leninist milliyetler politikalarını eleştirirken planlı ekonomiye, kamulaştırmalara taş attı ve Stalinizmi övdü.
Muhalefete yapılan zulüm, yolsuzluk, artan mal ve hizmet fiyatları, bağımsız mahkemelerin yokluğu; Putin Ukrayna hakkında söylediği her şeyde sanki Rusya’dan bahsediyor gibiydi. Ukrayna’da devam eden reformların korkunç toplumsal eşitsizliklere, yoksullaşmaya, işsizlik ve diğer sorunlara yol açtığını inkâr etmiyoruz. Ancak Ukrayna’nın kaderine Rus askeri donanımı ve Rus yanlısı lobiciler tarafından değil, bu ülkedeki işçiler ve tüm ezilenler tarafından karar verilmesi gerektiğine inanıyoruz. Putin’in bize hatırlattığı Ukrayna’nın Rusya Federasyonu’na olan borçları askeri bir işgal sebebi değildir. Ukrayna halkı Rusya’dan borçlanmadı; Rus hükümetinin bu borçları, Rusya Federasyonu topraklarında güvenli bir şekilde ikamet eden Viktor Yanukoviç de dahil olmak üzere kendilerine verdiği kişilerden talep etmelidir.
Minsk anlaşmalarını sadece Kiev değil, aynı zamanda sözde “halk cumhuriyetleri”ndeki emperyalist adacıkları desteklemekten vaz geçmeye niyeti olmayan Moskova da ihlal etmektedir.
Rus birliklerinin derhal geri çekilmesinden, Luhansk ve Donetsk illerindeki silahlı oluşumlara yönelik tüm askeri desteğin sona ermesinden, ateşkesten ve Ukrayna yurttaşlarının Doğunun ve Batının emperyalistleri olmadan ülkelerinin kaderini belirleme hakkından yanayız!

Rus Sosyalist Hareketi

İmdat Freni’nde Covid-19 Yazıları: Kapitalizm, Feminizm ve Sınıf Mücadelesi

Covid-19 pandemisinin ortaya çıkışının ikinci yılı sona ererken İmdat Freni’nde bugüne dek bu çerçevede yapılmış yayınlara erişebilmeyi kolaylaştıracak bir döküm çıkarmayı gerekli gördük. İyi okumalar. 

Covid-19 ve Kapitalizm

COVID-19 Üzerine 8 Tez – Daniel Tanuro

Ekolojik Kriz ve Pandemi üzerine 15 Tez – Michael Löwy

Covid-19, Yabancılaşma ve Müşterek Siyaseti-Ali Yalçın Göymen ile Söyleşi

Sosyal bir hastalık: Çin’deki mikrobiyolojik sınıf savaşı – Chuang Dergisi

Virüsün Uyarısı- Kapitalizm, Sağlık Krizi, İklim Krizi – Daniel Tanuro 

Asri Zamanlar İçin Evde Akla Gelen Düşünceler – Enzo Traverso

COVID-19 ve Sermayenin Çevrimleri – Rob Wallace, Alex Liebman, Luis Fernando Chaves ve Rodrick Wallace

Hayır, Borsadaki Düşüşün Nedeni Koronavirüs Değil – Eric Toussaint

Covid-19 Salgını: Hayatlarımızı Koruyalım, Onların Kârını Değil! – IV. Enternasyonal 

Ustura Ağzında Kapitalizm (Birinci Bölüm) – Michel Husson

Ustura Ağzında Kapitalizm (İkinci Bölüm)-Michel Husson

Pandemiye Karşı: Ekososyalizm mi Sosyal Darwinizm mi? – Daniel Tanuro

 

Covid-19 ve Feminizm

Yaşam İçin Greve Çıkmak – Cinzia Arruzza & Felice Mometti

Toplumsal Yeniden Üretim ve Covid-19 Salgını Üzerine Tezler– Marksist Feminist Kolektif

Toplumsal Yeniden Üretim ve Salgın: Tithi Bhattacharya ile Söyleşi

1 Yeni Mesajınız Var: Pandemi Sürecinde Evden Çalışan Kadınların Deneyimleri – Yıldız Öztürk

Covid-19 ve Sınıf Mücadelesi

Covid-19’la Mücadele Kapitalizmle Mücadeledir: 10 Maddede Acil Eylem Programı

Covid-19 Mülteciler için de Tehdit! Acil Tedbir Alınmalı!

Sınıf Mücadelesi de Bulaşıcıdır – Emre Tansu Keten

Covid-19: Evet Savaştalar… Ama Bize Karşı! – Uluslararası Sendikal Dayanışma ve Mücadele Ağı

Tekalif-i Milliye Değil Servet Vergisi, Sadaka Değil Yaşam Ücreti – Eyüp Özer

CEO: Kahramanlarım! Fedakârlık yapmaya hazır mısınız? – Hikmet Görkem

Büyük Komployu Görenler ve Siyasette Teşhirin Ötesine Geçmek – Nurcan Turan

Set İşçileri Anlatıyor: “Pandemide Bir ‘Dizi’ Gariplikler” – Kubilay Aksun

COVID-19, İnkâr ve Olasılıklar – Taci Keser

Virüs Üretim ve Dağıtım Yeri Olarak Bankalar

“Ben İnsan Değilim, Ben Hayvan Değilim; Ben Bir Kargo Kuryesiyim”

COVID-19: Sağlık Krizinden Gıda Krizine – Eyüp Özer

Gazeteciliğin ve Küreselleşmenin Ölüm Raporunda Covid-19 Yazacak – Fatma Ateş

İtalya’da Corona Günlerinde Grev: “Sağlık Herkesin Hakkı”

“COVİD-1984”: Sermayenin Zihni Sinir Projelerinden Başka bir Yaşam Mümkün mü? – Eyüp Özer

Havacılık Sendikalarından Ortak Açıklama: Covid-19’un Ötesinde, Gerçek Virüs Kapitalizm!

1 Mayıs’a Giderken Sosyalist Örgütlerden Çağrı: Pandemi Krizine Karşı Bağımsız Emekçi Hattı

Sosyalistlerden Ortak Çağrı: Herkese İş ve Gelir Güvencesi için Birleşik Mücadeleye!

Altta Kalanın Canı Mı Çıksın? Covid-19 günlerinde Koç Üniversitesinde Taşeron Çalışma ve Örgütlülük – Sinan Aybars

İşçi Konfederasyonlarını Acil Eylem Planı Hazırlamaya Davet Ediyoruz!

Herkese İş ve Gelir Güvencesi için #KaynakVar Kampanyası Yola Koyuldu

COVID-19: Tüm Gereksiz Çağrı Merkezlerini Kapatın!

İşçi Sınıfının Öz-Örgütlenme Zeminlerinden Biri: Kafe-Bar Çalışanları Dayanışması – Göksu Uyar

İşten Çıkarma Yasağının İstisnası Kural Olurken: Kod 29 – Deniz Ateş

Koronavirüs ve Dayanışma: İtalya’dan Mektup Var!– Potere al Popolo/İktidar Halka

Fransa’da İşçiler Gıda Yardımı İçin McDonalds’ı Ele Geçirdi

 

Ukrayna: Joe Biden ve Vladimir Putin Ateşle Oynuyor – Gilbert Achcar

Şu anda Avrupa kıtasının kalbinde olup bitenlerin çağdaş tarihin en tehlikeli ve 1962’de Küba’daki Sovyet füze krizinden bu yana Üçüncü Dünya Savaşı’na en yakın anı olduğunu söylemek abartı olmaz. Şimdiye kadar, her iki ülkenin de nükleer cephaneliklerini mevcut koşullara karşı hazır bir duruma getirdiğine şüphe olmamasına rağmen, ne Moskova ne de Washington nükleer silahların kullanımına dair bir imada bulundu. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki askeri alarm seviyesinin henüz 1962’de ulaştığı seviyeye ulaşmadığı da doğru. Ancak Ukrayna sınırlarındaki Rus askeri konuşlandırması, “Soğuk Savaş”ın en sıcak anlarında bile Avrupa sınırında tanık olunmuş askeri kuvvet yığınağı seviyelerini aşıyorken, Batı’nın Rusya’ya yönelik sözlü gerilimi, gerçek bir yangın ihtimali yaratan askeri jestler ve hazırlıklar eşliğinde tehlikeli bir aşamaya geldi.

Büyük güçlerin liderleri ateşle oynuyor. Vladimir Putin, rakibini taşlarını çıkarmaya zorlamak için büyük satranç tahtasında veziri ve kaleyi hareket ettirdiğini düşünebilir. Joe Biden, bu durumun, Amerikan kuvvetlerinin Afganistan’dan çekilmesini organize etmedeki utanç verici başarısızlığından bu yana çok zedelenmiş olan ulusal ve uluslararası imajını geri kazanmak için iyi bir fırsat olduğuna inanabilir. Ve Boris Johnson, hükümetinin kendini beğenmiş bir şekilde atıp tutmasının, dikkatleri iç siyasi meselelerinden başka yöne çekmek için ucuz bir yol olduğuna inanabilir. Ancak gerçek şu ki, bu tür durumlardaki olaylar, savaş davullarının ritmine göre kendi dinamiklerini hızla kazanır: tüm bireysel aktörlerin kontrolünü aşan ve hiçbir oyuncunun başlangıçta amaçlamadığı bir patlamayı tetikleme riski taşıyan dinamikler.

Avrupa’da Rusya ile Batı ülkeleri arasındaki mevcut gerilim, muhtemelen II. Dünya Savaşı’nın sona ermesinden bu yana kıtada görülmeyen bir düzeye ulaştı. O zamandan beri tanık olunan ilk Avrupa savaş hadiseleri, 1990’lardaki Balkan savaşları, hiçbir zaman büyük güçler arasında bugün tanık olduğumuz uzun süreli gerilim ve tetikte olma düzeyine erişmedi. Mevcut gerilim nedeniyle bir savaş çıkarsa, başlangıçta yalnızca Ukrayna topraklarında şiddetlenmiş olsa bile, Ukrayna’nın merkezi konumu ve büyüklüğü, yangının Rusya’nın komşusu Avrupa ülkelerine ve de Kafkasya ve Orta Asya’ya sıçraması konusunda ciddi ve pek olası bir tehlike yaratmaya yeterlidir.

Bugün olanların ana nedeni, ilk ve en büyük sorumluluğun inisiyatif sahibi en güçlü devlete, yani ABD’ye düştüğü bir dizi gelişmeyle ilgilidir. Sovyetler Birliği, Mihail Gorbaçov yönetiminde ve hatta Rusya’nın ilk Sovyet sonrası cumhurbaşkanı Boris Yeltsin döneminde çöküşünün son aşamasına girdiğinden beri, Washington, Rusya’ya karşı, bir daha asla ayağa kalkmasını engellemeye çalıştığı mağlup edilmiş bir rakibe  karşısında acımasız bir galip gibi davrandı. Bu yaklaşım, Batı İttifakını doğudaki muadili ile birlikte dağıtmak yerine, ABD egemenliğindeki NATO’nun daha önce SSCB’nin hakim olduğu Varşova Paktı’na ait ülkeleri kendine dahil ederek genişlemesiyle sonuçlandı. Aynı zamanda, Rusya’nın bürokratik ekonomisine Batı, “şok terapisi”ne dayalı bir iktisadi politika dayatarak devasa sosyo-ekonomik krizlere ve çöküşe yol açtı.

Gorbaçov’un en önde gelen danışmanlarından biri olan -Yüksek Sovyet ve Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesinin eski bir üyesi- Georgi Arbatov’un otuz yıl önce Batı’nın Rusya’ya yönelik politikalarının “yeni bir soğuk savaşa” ve Moskova’da Rusya’nın eski emperyal geleneğiyle yeniden bağlantı kuran otoriter bir rejimin ortaya çıkmasına yol açacağını tahmin ettiğinde karşı çıktığı sonuca yukarıda saydığım öncüller doğal bir şekilde yol açtı. Bu öngörü aslında Putin’in Rus kapitalist ekonomisindeki (devlet kapitalizmi ile özel çıkarların birbirine karıştığı) en önemli iki bloğun (silahlı kuvvetler personeline ek olarak Rus endüstriyel işgücünün beşte birini kullanan askeri-sınai kompleks; ve petrol ve gaz sektörü) çıkarlarını temsil eden Putin’in iktidara yükselişiyle gerçekleşmiş oldu.

Sonuç olarak, Putin ilk kez başkan olduğundan beri, Rusya askeri genişleme politikası uyguluyor. Bu başlı başına tarihi bir değişime işaret ediyor: 1945’ten sonra Sovyetler Birliği, İkinci Dünya Savaşı sırasında kontrolü altına giren sahanın dışına muharip kuvvetleri konuşlandırmadı, ta ki 1979’un sonunda Afganistan’ı işgal ederek kendi can çekişmesini hızlandıran bir bataklık yaratana kadar. Putin’in Rusya’sına gelince, yüzyılın başından itibaren akaryakıt fiyatlarındaki artış sayesinde ekonomik canlılık kazandıktan sonra, Vietnam yenilgisinden önceki ve 1991’de Irak’a karşı ilk ABD savaşı ve yirmi yıl sonra ABD güçlerinin o ülkeden pek şanlı olmayan çıkışı arasındaki Amerikan askeri müdahaleleriyle karşılaştırılabilir bir sıklıkta sınırlarının dışına askeri müdahalede bulundu. Rus müdahaleleri ve istilaları artık “yakın yurt dışı” ile, yani Moskova’nın SSCB ve Varşova Paktı günlerinde hâkim olduğu Rusya’ya komşu ülkelerle sınırlı değil. Sovyet sonrası Rusya, Kafkasya’ya, özellikle Gürcistan, Ukrayna ve daha yakın zamanda Kazakistan’a askeri müdahalede bulundu. Ancak aynı zamanda 2015’ten beri Suriye’de de savaş yürütüyor ve Libya’ya ve daha yakın zamanda Sahra altı Afrika’ya kimseyi yanıltmayan bir kılık altında müdahale ediyor.

Böylece, yenilenen Rus saldırganlığı ile ABD’nin devam eden kibri arasında, dünya kendisini, çevresel tahribat yoluyla halihazırda yöneldiğimiz imhayı büyük ölçüde hızlandırabilecek bir felaketin eşiğinde buluyor. Sadece aklın galip geleceğini ve büyük güçlerin Rusya’nın güvenlik kaygılarını ele alan ve yeni Soğuk Savaş’ın hararetini azaltacak ve onun tüm insanlık için büyük bir felaket olacak bir sıcak savaşa dönüşmesini engelleyecek yeni bir “barış içinde bir arada yaşama” koşullarını yeniden yaratan bir anlaşmaya varmasını umabiliriz.

Çeviri: İmdat Freni Çeviri Kolektifi

30 Ocak 2022

(Al-Quds al-Arabi, 25 Ocak 2022’de yayınlanan Arapça orijinalinden İngilizce’ye çevrilen makale; İngilizce’den Fransızca’ya A l’Encontre editörleri tarafından çevrilmiştir)

“Seçenek kavramı, insan emeğini anlamak için temeldir”: György Lukács’la Söyleşi

New Left Review tarafından 1971’de yapılan uzun bir söyleşiden alınan bu kısımda Lukacs başta Roman Kuramı ve Tarih ve Sınıf Bilinci gibi “gençlik” dönemi çalışmalarına hayli eleştirel biçimde yaklaşırken, bir dönemki üstadı Max Weber’e, Macaristan Konseyler Cumhuriyetine ve Bolşevik liderlere dair izlenimlerini aktarıyor.

New Left Review: Yirmili yıllardaki yazılarınızı bugün nasıl değerlendiriyorsunuz? Şimdiki çalışmalarınızla ilişkisi nedir?

Georg Lukács: Yirmilerde Korsch, Gramsci ve ben farklı yollarla İkinci Enternasyonalin mirasının mekanik yorumu ve toplumsal zorunluluk problemleriyle uğraştık. Bu problemi miras edindik ancak hiçbirimiz -belki aramızdaki en iyisi, Gramsci bile- onu çözemedi. Hepimiz yanlış yaptık ancak bugün geçerlilermiş gibi o zamanların çalışmalarını hayata döndürmeyi denemek oldukça hatalı olacaktır. Batıda onları “aykırı düşüncenin klasiklerine” sokma eğilimi vardır ancak bizim bugün buna ihtiyacımız yok. Yirmiler, geçmiş bir tarih. Bizi ilgilendiren ise altmışların felsefi problemleridir. Şu an, erken dönem çalışmalarımda -özellikle Tarih ve Sınıf Bilinci’nde- oldukça yanlış bir biçimde konumlanmış problemleri çözeceğimi umduğum Toplumsal Varlığın Ontolojisi üzerine çalışıyorum. Yeni çalışmam, zorunluluk ve özgürlük ya da başka bir şekilde ifade ettiğim gibi teleoloji ve nedensellik arasındaki ilişki sorunu üzerine yoğunlaşıyor. 

Bilindiği üzere, filozoflar sistemlerini şu iki kutbun bir tarafına veya diğer tarafına inşa ederler; ya zorunluluğu reddederler ya da insan özgürlüğünü. Benim amacım ise, ikisinin ontolojik olarak karşılıklı ilişkisini göstermek ve felsefenin geleneksel olarak insana sunduğu “ya-ya da” bakış açısını reddetmek. Emek kavramı, analizimin menteşesidir. Emek biyolojik bir şekilde belirlenmez. Eğer aslan bir antilopa saldırırsa, bu davranış onun yalnız oluşu ve biyolojik gereklilikleri tarafından belirlenmiş demektir. Ancak eğer ilkel bir insan taş yığınıyla karşılaşırsa, araç olarak kullanımına en uygun olanın hangisi olduğuna karar vererek onların arasından birisini tercih etmelidir. İnsan, seçenekler arasında bir tercihte bulunur. Seçenek kavramı, insan emeğini anlamak için temeldir ve bu nedenle de her zaman teleolojiktir -bir seçimin sonucu olan amacı belirler. Böylece insan özgürlüğünü ifade eder. Ancak bu özgürlük sadece maddi evrenin nedensel hukukuna itaat eden nesnel fiziksel güçlerin hareket etmesiyle var olmaktadır.

Emeğin teleolojisi böylece her zaman fiziksel nedensellik ile eşgüdümlüdür ve gerçekten de her bireyin emeğinin sonucu herhangi bir bireyin teleolojik intibakı (Setzung) için fiziksel nedensellik anıdır. Doğa teleolojisinde inanç teolojiydi ve tarihin içkin teleolojisinde inanç kökensizdi. Ancak bütün insan emeğinde teleoloji vardır; fiziksel dünyanın nedenselliği içinden çıkılamayacak kadar derinde olsa bile. Bu durum, şu anda geliştirdiğim özgürlük ve zorunluluğun klasik çatışkısının üstesinden gelen çalışmamın özüdür. Ancak, altını çizmeliyim ki ben geniş kapsamlı bir sistem inşaya yeltenmiyorum. Çalışmamın başlığı -tamamlandı ancak şu anda ilk bölümü gözden geçiriyorum- Toplumsal Varlığın Ontolojisi Üzerine; Toplumsal Varlığın Ontolojisi değil. Aradaki farklı anlıyorsunuz. Meşgul olduğum vazifenin uygun gelişimi için pek çok düşünürün kolektif çalışmasına ihtiyaç duyulacak. Ancak bu eserin, dile getirdiğim gündelik hayatın sosyalizmi için ontolojik temelleri göstereceğini umuyorum.

NLR: Erken dönem edebiyat eleştirisi çalışmalarınızı, özellikle Roman Kuramı’nı şu an nasıl görüyorsunuz?

GLRoman Kuramı, Birinci Dünya Savaşı boyunca umutsuzluğumun ifadesiydi. Savaş başladığında, Almanya ve Avusturya-Macaristan’ın muhtemelen Rusya’yı mağlup edeceğini ve Çarlık’ı yok edeceğini söylemiştim ki bu hoştu. Fransa ve İngiltere de muhtemelen Almanya ve Avusturya-Macaristan’ı mağlup edecek Hohenzollernler ve  Habsburgları ise yok edecekti ki bu da hoştu. Ancak, İngiltere ve Fransa kültüründen bizi kim koruyacaktı? Bu soruya hiçbir cevap bulamayışımdaki umutsuzluk, Roman Kuramı’nın altyapısını oluşturdu. Elbette, Ekim Devrimi bana cevabı verdi. Rus Devrimi, benim çıkmazıma dünya-tarihsel bir çözümdü; korktuğum ve endişe duyduğum İngiliz ve Fransız burjuvalarının başarılarını engelledi. Ancak söylemeliyim ki Roman Kuramı bütün hatalarıyla, incelediği kültürü üreten dünyanın çöküşünü istiyordu. Eser, devrimci bir değişimin gerekliliğini anlamıştı.

NLR: Aynı zamanda, Max Weber’in arkadaşıydınız. Onu bugün nasıl değerlendiriyorsunuz? Meslektaşı Sombart tamı tamına bir Nazi idi. Sizce Weber yaşasaydı, Nasyonal Sosyalizm ile uzlaşabilir miydi? 

GL: Hayır, asla. Weber’i kesinlikle dürüst bir insan olduğunu anlamalısınız. Örneğin, İmparator’a karşı büyük bir horgörüsü vardı. Bize özel konuşmalarımızda, Büyük Alman talihsizliğinin Stuartların ya da Bourbonların aksine hiçbir Hohenzollern’in kafasının kesilmemiş olduğunu söylerdi. 1912’de böyle şeyler söyleyebilecek hiçbir sıradan Alman profesör hayal edemezsiniz. Weber, Sombart’dan oldukça farklıydı – örnek olarak, o anti-semitizme asla imtiyaz tanımadı. Onun özelliklerine ilişkin size bir hikâye anlatayım. Bir Alman üniversitesi tarafından, o üniversitedeki kürsü için tavsiyelerini iletmesini istendi -yeni bir atama yapılacaktı. Weber, onlara liyakat sırasıyla üç isim sundu ve bu üçünden herhangi birisinin mutlaka münasip bir seçim olacağını da ekledi. Şöyle dedi: Hepsi Mükemmel ancak onlardan hiçbirisi seçilmeyecek çünkü hepsi Yahudi. Bu yüzden, hiçbiri tavsiye ettiğim üç isim kadar değerli olmayan üç ismi daha listeye ekliyorum ve şüphesiz siz onlardan birisini seçeceksiniz çünkü onlar Yahudi değil. Yine de Weber’in yoğun bir şekilde ikna olmuş bir emperyalist olduğunu, liberalizminin yalnızca etkin bir emperyalizmin gerekli olduğuna dair inancından kaynaklandığını ve bu etkinliği de sadece liberalizmin garanti edebileceğini düşündüğünü unutmamalısınız. Ekim ve Kasım Devrimlerinin ezeli bir düşmanıydı. Hem olağanüstü bir hoca hem de içten içe bir gericiydi. Geç dönem Schelling ve Schopenhauer ile başlayan irrasyonalizm, en önemli ifadelerinden birini onda bulur.

NLR: Sizin Ekim Devrimi’ne dönüşünüze o nasıl bir tepki vermişti ?

GL: Lukács’taki değişimin kanaat ve fikirlerdeki derin bir dönüşümden kaynaklanmış olması gerektiğini; oysa Toller’debunun sadece bir duygu karmaşası olduğunu söylediği biliniyor. Ama o zamandan beri onunla hiçbir ilişkim olmadı. 

NLR: Savaştan sonra, Eğitim Komiseri olarak Macar Komünü’nde üyeydiniz. 50 yıl sonra, Komün deneyiminin değerlendirilmesi mümkün müdür? 

GL: Komünün ana nedeni Vyx Notu ve İtilaf’ın Macaristan’a yönelik politikasıydı. Bu açıdan Macar Komünü, savaşın sona ermesi sorununun Ekim Devrimi’ni hayata geçirmek için temel bir rol oynadığı Rus Devrimi ile karşılaştırılabilir. Vyx Notu gönderildiğinde sonucu Komün oldu. Sosyal demokratlar daha sonra Komün’ü yarattığımız için bizlere saldırdı ancak o dönemde savaş sonrası burjuva politik çerçevesinin sınırları içerisinde kalmanın imkanı yoktu; bu çerçeveyi dağıtmak gerekiyordu. 

NLR: Komün’ün mağlup edilişinden sonra, Moskova’da Komintern’in Üçüncü Kongresi’nde delegeydiniz. Orada, Bolşevik liderlerle karşılaştınız mı? Onların size etkisi nedir? 

GL: Bakın, benim küçük bir temsilciler kurulunun küçük bir üyesi olduğumu hatırlamalısınız – o dönemlerde herhangi bir şekilde önemli bir figür değildim ve elbette Rus Partisinin liderleriyle uzun  konuşmalarım olmadı. Gelin görün ki Lunaçarski aracılığıyla Lenin ile tanıştım. Beni tamamen hayran bıraktı. Elbette ilave olarak Kongre Komisyonu’ndaki çalışmada onu izleyebilmiştim. 

Diğer Bolşevik liderleri antipatik buldum. Troçki’yi dakikasında sevmedim: Onu poz kesen biri olarak düşündüm. Bildiğiniz üzere, Gorki’nin Lenin anılarında bir pasaj vardır; Lenin devrimden sonra İç Savaş boyunca Troçki’nin pek çok organizasyonel başarısını kabul ederken onda Lassalle’den bir şeyler olduğunu söyler. Komintern’deki rolünü sonraları iyice öğrendiğim Zinovyev, sadece bir siyasi manipülatördü. Benim Buharin değerlendirmem, 1925’te onun marksizmini eleştirdiğim makalemde bulunabilir- Bu, Stalin’den sonra teorik sorunlarda Rus otoritesi olduğu bir zamandı. Stalin’in kendisini Kongre’de hatırlayamıyorum- diğer pek çok Komünist gibi onun Rus Partisi’ndeki öneminin farkında değildim[1]. Uzun müddet Radek ile konuştum. Bana Almanya’daki Mart hareketi üzerine olan makalemin bu olay üzerine yazılmış en iyi şey olduğunu söyledi ve tamamıyla onayladı. Sonraları elbette Parti Mart meselesine karşı olumsuz bir tavır takınınca fikri değişti ve herkesin önünde saldırdı. Bütün bunlara karşın, Lenin benim üzerimde muazzam bir etki yarattı.

NLR: Parlamentarizm sorunu üzerine makalenize Lenin saldırdığında sizin tepkiniz ne oldu?

GL: Makalem tamamen yanlış bir yere sapmıştı ve tereddütsüz bir şekilde bu tezleri terkettim. Ancak, makaleme eleştirisinden önce Lenin’in Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı kitabını okumuş olduğumu eklemeliyim ve parlamenter katılım sorunu üzerine onun argümanlarına ben hemen hemen ikna olmuştum: makaleme eleştirileri bende çok fazla bir değişikliğe sebep olmadı.  Zaten yanlış olduklarını anlamıştım. Lenin’in Sol Komünizm’de dediği şeyi hatırlarsınız -burjuva meclisleri Sovyetlerin proleter gücünün devrimci organlarının doğuşuyla tamamen dünya-tarihsel anlamda aşıldılar ancak bu kesinlike onların dolaysız bir siyasi anlamda geçersiz kılındıkları, özellikle de batıdakikitlelerin onlara inanmadığı anlamına gelmiyordu. Böylece komünistler, bu meclislerin dışında olduğu kadar içinde de çalışmak zorundaydı.

Çeviren: Bartu Şanlı


[1] Tarih ve Sınıf Bilinci’nin 1967 basımına yazdığı önsözde, SSCB’nin Lenin’in ölümünün ardından yaşadığı bürokratik siyasal dönemece bağlı olarak kuramsal düzeyde kendi dönüşümünü şöyle anlatır Lukacs: “1924’ten sonra Üçüncü Enternasyonal, siyaset dünyasını doğru bir şekilde “göreceli istikrar” olarak tanımladı. Bu gerçekler, teorik konumumu yeniden düşünmem gerektiği anlamına geliyordu. Rus Partisi’nin tartışmalarında, tek ülkede sosyalizmin gerekliliği konusunda Stalin’le hemfikir oldum ve bu, düşüncemde yeni bir çağın başladığını çok açık bir şekilde gösteriyor.” Lukacs’ın stalinizmle ilişkisi ve Troçki’ye dair yaklaşımı konusunda bkz. Michael Löwy, “Hölderlin ve Stalinizm hakkında Lukács: Slavoj Žižek’e Bir Cevap”. [e.n.]

Ukrayna: Doğu Avrupa’da NATO ve Rusya’nın Askeri Gerilimi Tırmandırmasına Karşı – IV. Enternasyonal

Ufukta beliren askeri (ve nükleer) tehditlere karşı, siyasi istikrarsızlığın, ekonomik düzensizliğin ve emperyalistler arası çatışmanın hâkim olduğu bir bağlamda, Ukrayna halkının haklarını savunmak için harekete geçmeliyiz.

Küresel Jeopolitik Boyutu olan Ciddi ve Tehlikeli bir Durum

Yaklaşık bir aydır, Avrupa ve dünya için ciddi bir tehdit oluşturan ve bizi Kore savaşı (1950-53),  1962’deki Küba Füze Krizi veya Ronald Reagan’ın Avrupa sahnesinde taktik nükleer silah kullanma olasılığını düşündüğü 1980’lerin başında Avrupa füzelerinin (ve Sovyet SS20’lerinin) konuşlandırılması gibi Soğuk Savaş’ın zirvesindeki en ciddi krizlere geri götüren Ukrayna çevresinde askeri bir tırmanışa tanık oluyoruz.

Devam eden sözlü ve askeri sarmal tehlikesi ve düşük yoğunluklu veya geniş kapsamlı, yerel veya genelleştirilmiş, konvansiyonel veya bir tür nükleer tehdit içeren silahlı bir çatışmaya dönüşme riski, daha önce sözü edilen olaylardan daha fazladır. Ukrayna halkını birinci derecede ilgilendiriyor olsa da, tehditler mevcut krizin sözel ve savaşçı çarklarında yer alan tüm aktörleri, özellikle de tüm Avrupa halklarını ilgilendirmektedir.

Bu nedenle çifte bir zorlukla karşı karşıyayız:

1. Ukrayna’nın NATO’ya katılmasını engellemeyi amaçlayan Rus birliklerinin sınırlarına konuşlandırılmasıyla ilgili olarak Ukrayna’da dile getirilen korkulara yanıt vermek;

2. Ukrayna sorununu aşan savaşçı ifadelerin ve davranışların tırmanmasının yarattığı gerçek tehlikeleri değerlendirmek.

NATO ile ilgili bütünlüklü tavrımız iki yönlüdür: İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, Dördüncü Enternasyonal, kuruluşundan itibaren NATO’ya karşı çıkmıştır ve bu askeri ittifakın 1991’de Varşova Paktı ile aynı zamanda feshedilmesi gerekirdi; Rusya’nın emperyal hegemonik söylemlerini ve davranışlarını aynı şekilde kınıyoruz; son yıllarda Ukrayna nüfusunun artan bir bölümünü NATO’ya yönelmeye itenler onlar. Yabancı güçlerin (Atlantikçiler ve Ruslar) geri çekilmesi ve Ukrayna’nın askeri tarafsızlığı, bağımsızlığının tek güvencesidir. Ancak aidiyetlerine karar vermek –büyük güçler arasındaki müzakerelere ve şantajlara değil– Ukrayna halkına bağlıdır.

İstikrarsız bir jeopolitik durumun tehlikeliliğini artıran ana faktörler şunlardır:

1. Büyük ekonomik dalgalanmalar ve yeni bir finansal çöküş riski bağlamında AB ve ABD’nin farklı durumlarından (ve bağımlılıklarından) yararlanabilen bir Rus gücünün devrede bulunduğu (özellikle yenilenebilir enerjilere geçiş sorunlarıyla ilişkili) enerjiyle ilgili büyük çaplı meydan okumalar.

2. 2014’ten bu yana Ukrayna’dan başlayarak Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan’a ve Çeçenistan’a kadar eski Sovyetler Birliği bölgelerinde silahlı çatışmaların birikmesi ve soğuk savaşın bitiminden bu yana yaşanan yenilgileri ve aşağılanmaları telafi etme arzusuyla Rusya’nın askeri gücünün yeniden inşası için uzun bir süreç –ve Putin’in büyük güç duruşlarını teşvik eden Belarus ve Kazakistan üzerindeki Rus hakimiyetinin göreceli olarak sağlamlaşması.

3. Ve daha spesifik olarak, siyasal sistemin krizi ve Amerika Birleşik Devletleri’nin iç istikrarsızlığı (ceza almadan hızla Beyaz Saray’a döneceğini uman Trump’un kendisinin harekete geçirdiği Capitol Hill’e darbe tarzı saldırının üzerinden henüz bir yıl geçmişken); bunların yanı sıra Avrupa Birliği’nin ve bilhassa Rusya’nın iç istikrarsızlığı; iki yıllık pandemi ve otoritarizme, yolsuzluğa ve baskıya karşı genelleşmiş isyanlardan sonra.

4. 2014 yılında Rusya’nın Kırım’ı işgalinden bu yana Ukrayna’daki çatışmayı yönetmeye dönük “Normandiya Formatı”nın (Fransa, Almanya, Rusya, Ukrayna) tıkanması.

Hem Putin hem de Biden, hem ulusal düzeyde güvenilirliklerini ve meşruiyetlerini yeniden kazanmak hem de kendi etki alanları olarak gördüklerini disipline etmek için güçlü ve agresif bir imaj sunmak zorunda: Putin’in buna, Rusya’nın perestroykadan bu yana yaşadığı en büyük anti-otoriter protesto dalgasından ve etki alanı olduğuna inandığı yerlerde (Belarus, Kazakistan vb.) yolsuzluğa, eşitsizliğe ve post-Stalinist paternalizme karşı isyanlardan kurtulmak için ihtiyacı var; Biden ise Afganistan’dan aşağılayıcı bir geri çekilmenin ardından, başkanlığının son aylarında Trump’ın elde ettiği ile karşılaştırılabilir bir memnuniyetsizlik düzeyine mal olan hayal kırıklığı yaratan bir iç politika bakiyesi ile ara dönem kongre seçimlerinin eşiğindekiBiden.

Putin’in Rusya içindeki konumu da doğrudan dış politikadaki tavrına bağlıdır. Dördüncü cumhurbaşkanlığı dönemi 2024’te sona eriyor, ardından iktidarı elinde tutması (ki popülerliği azalıyor) veya “halefine” devretmesi gerekecek. Tüm siyasi kurumların tamamen tahrip olduğu bir durumda bu “iktidar aktarımı” süreci, yalnızca Putin’in kendi kararına ve iç ve dış tehditler karşısında bürokratik ve mali seçkinleri etrafında toplama yeteneğine bağlıdır.

60 Yıl Sonra İlk Nükleer Savaş Tehdidi

Açıklamalarının küstahlığı siyasi zayıflıklarıyla orantılı: “Umarım Putin nükleer bir savaştan uzak olmadığının farkındadır”. 20 Ocak’ta düzenlediği basın toplantısında Biden, “Putin Batı’yı test etmek istiyor ve bunun için yaptığına pişman olmasını sağlayacak bir bedel ödeyecek” dedi. Ancak bu türden savaşçı ifadeler, poz vermekten ve yalan bir poker oyunundan ibaret olsalar bile, asla zararsız ve kontrolsüz sarmallar değildir.

Birliklerini Ukrayna’nın kuzey ve doğu sınırlarında kitlesel bir şekilde yoğunlaştırmasının arkasındaki itici faktör, Rusya’nın Ukrayna’nın NATO’ya girme ihtimalinden duyduğu korkudur; çünkü bu şekilde düşman nükleer silahlar kendi yakınlarında konuşlanabilecektir.

SSCB’nin sona ermesinden ve Varşova Paktı’nın dağılmasından 30 yıl sonra: NATO’nun genişlemesi ile Rus emperyalizminin yeniden inşası arasında Mihail Gorbaçov 30 yıl önce Varşova Paktı’nı dağıtmaya karar verdiğinde, NATO liderleri Atlantik İttifakını feshedecekti ve gelecekte yeniden birleşen Almanya’nın II. Dünya Savaşından sonra tarafsız olan Avusturya gibi tarafsız bir ülke olacaktı. Ancak bildiğimiz gibi, yalnızca yeniden birleşmiş Almanya NATO’ya katılmakla kalmadı, aynı zamanda İttifak o zamandan beri doğuya doğru genişledi ve 45 yıl boyunca Sovyet bloğunun bir parçası olan ülkelerin çoğunu içine aldı: 1999’da Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Macaristan. 2004’te Bulgaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya, Slovakya ve Slovenya da aynısını yaptı. Bunu 2009’da Arnavutluk ve Hırvatistan izledi ve 2020’de sıra Kuzey Makedonya’ya geldi.

NATO’nun korunması ve genişlemesi, kıtadaki ilişkileri yatıştırmak şöyle dursun, AB ile Moskova’nın egemen olduğu Avrasya Birliği arasında yer alan ülkelerin zararına Büyük Rus yayılmacı mantığı teşvik ederek ilişkileri gerdi.

Rusya’nın Ukrayna sınırı boyunca başlattığı askeri seferberlik, Biden’ın Ukrayna’da stratejik silahların konuşlandırılmaması ve Ukrayna’nın NATO üyeliğinin gündeme gelmemesi konusunda anlaşmaya neden hazır olduğunu açıklıyor. Ancak, FBI’ın kendi raporlarına göre, Ukrayna’da Yanukoviç hükümetinin devrilmesinden, Kırım’ın Rusya tarafından ilhak edilmesinden ve Donbass’ta işgalin başlamasından bu yana Ukrayna’nın uluslararası faşist hareket için bir eğitim ülkesi haline geldiğini unutmamalıyız. Tıpkı İslami köktenciliğin önce Afganistan’daki savaşı (o dönemde El Kaide’nin CIA ve Pakistan askeri istihbaratı tarafından kurulmasıyla), ardından Bosna ve daha yakın zamanda, Irak ve Suriye’deki savaşı kullandığı gibi (DAEŞ terörünün kökeni) burada Rus karşıtı savaşçılar örgütlenerek Ukrayna milislerine dahil ediliyor. Öte yandan sözde “Donetz Halk Cumhuriyeti” de Slav aşırı milliyetçilerini ve faşist güçleri topluyor.

Mantıken, Rusya’nın tırmanışına ve Baltık cumhuriyetlerinde konuşlanmış NATO birliklerinin ve Amerikan silahlarının seferber edilmesine rağmen, neyse ki müzakere için bir pay var, ancak iki taraf durumu çok gerdiğinden ve kendi bünyelerindeki siyasi zayıflık ve iç kurumsal istikrarsızlıktan ötürü esnek bir çözüme ulaşmak zor olacak.

Askeri çılgınlıklardan ekonomik çılgınlıklara: Biden’ın ‘yaptırım’ tehditleri üzerine

Biden ve NATO’nun saldırganlığına rağmen, Avrupalı ​​güçler ne yapacakları konusunda bölünmüş durumda. Fransa ve Almanya gibi bazı ülkeler askeri caydırıcılığa girişme konusunda çok isteksiz olsalar da, “ilerici” İspanyol hükümetinin kölece tutumu özellikle acıklı. Mantıken Almanya, ekonomik kırılganlığı ve Rusya’ya olan enerji bağımlılığı çok büyük olduğu için bu senaryoda kilit bir ülkedir. Biden, Rusya’nın küresel ödeme sistemi SWIFT’den çıkarılması veya Nord Stream 2 boru hattının kapatılması gibi benzeri görülmemiş yaptırım tehdidini savuruyor; ki Putin, bu ikincisinin ABD ile “ilişkilerin tamamen kesilmesi” anlamına geleceğini söylüyor.

Aylardır jeopolitik baskının bir ölçüsü olarak Avrupa’ya yaptığı gaz ihracatının fiyatını kasten yükselten Rusya, fiyatı daha da artırmaya veya doğrudan arzı kesmeye karar verirse, endüstriyel aktivitede ciddi bir düşüş söz konusu olacak. Ayrıca Orta Avrupa’nın çoğuna elektrik ve ısıtma tedarikinin düşmesi ve bunun sosyo-ekonomik etkilerinin de şüphesiz dramatik sonuçları olacaktır. Öte yandan, Rusya SWIFT sisteminden çıkarılacak olsaydı, Batı finansal varlıklarındaki 56 milyar dolar ve Rus şirketlerine yerleştirilen 310 milyar Euro, büyük olasılıkla Rusya’nın acil bir tepkisiyle ciddi şekilde tehlikeye girecekti (aslında bazı Batılı yetkililer Rusya’nın bu sistemden çıkarılmasının gerçekçi olmadığını söylüyor.)

Bu çapta bir enerji, finans ve ticaret savaşının, iki yıllık pandemiyle birlikte kırk yıllık daralan uzun dalganın, finansallaşmanın ve neoliberal kuralsızlaştırmanın istikrarsızlaştırıcı etkilerinin biriktiği bir küresel ekonomi için ölümcül olacağından şüphe yok. Öte yandan bu durum Washington stratejistleri için hayal edilebilecek en büyük kâbus olan Rusya ile Çin arasında yeni bir jeo-ekonomik ve jeopolitik yakınlaşmayı teşvik edecektir.

Durumdaki Belirsizlikler

ABD ve İngiltere makamları, Rusya’nın ülkeyi işgal etme riskini öne sürerek vatandaşlarına Ukrayna’yı terk etmelerini emrediyor. Bu eylemler, bir savaş psikozu yaratmaya ve durumu daha da gerginleştirmeye katkıda bulunur. Öte yandan Almanya, bazı Baltık cumhuriyetlerinin talep ettiği eski Doğu Almanya’dan Ukrayna’ya silah teslimatını veto etti. Bugünlerde Ukrayna’ya silah taşıyan İngiliz askeri uçuşları, Alman toprakları üzerinde uçmaktan kaçınıyor. Paradoksal olarak, mevcut durumla ilgili nadir mantıklı yorumlar politikacılardan veya gazetecilerden değil, bazı askerlerden geliyor: “Medya bir çatışmanın ateşine benzin döküyor, kimsenin bir savaşın gerçekten ne anlama geldiğini anlamadığı kanısındayım” diyor Bundeswehr’in eski Genel Müfettişi General Harald Kujat. “Savaşı nasıl önleyeceğimizi bilmek yerine sadece savaş hakkında konuşmamız kabul edilebilir değil”.

Rusya’nın siyasi durumu ve Putin’in niyetleri

Rusya, küresel askeri harcamaların %3’üne denk bir askeri bütçeye sahip (unutmayalım ki dünyadaki ikinci konvansiyonel ordudan, Amerika Birleşik Devletleri’ninkine eşdeğer kara kuvvetleri ve neredeyse eşdeğer bir nükleer cephanelikten bahsediyoruz), NATO’daki stratejik bölünme ve iç kriz bağlamında çok tehlikeli bir istikrarsızlaştırma oyunu oynuyor ve bu askeri ittifaktan çok agresif bir tepki alabilir. Rusya’nın dış politikası açık bir şekilde gericidir; Putin’in Suriye, Beyaz Rusya ve Kazakistan’daki gerçek isyanları ve halk devrimlerini bastırmaya, Rusya Federasyonu’ndaki demokratik muhalefeti ve halk güçlerini susturmaya çalışan neo-Çarlıkçı, oligarşik ve milliyetçi politikalarını, Lenin’in devrimci, proleter ve enternasyonalist politikalarıyla birbirine karıştıran Soğuk Savaş dönemine nostalji duyan sol kampçılarının iddialarının aksine bugün, Rus toplumu büyük bir yoksulluk ve eşitsizlikten mustariptir (Amerika Birleşik Devletleri’ndekinden bile daha yüksek). Aslında, Rusya’nın savunduğu “dünyanın yeni mimarisi”, dünyanın büyük güçlerinin “çıkar alanlarına” bölündüğü ve küçük ülkelerin kendi kaderini kontrol etme hakkını kabul etmeyen 20. yüzyılın başlarındaki eski moda emperyalizmdir. Bu açıdan bakıldığında, Rusya’nın Amerika’ya karşı temel iddiası, (Putin’in ünlü tabiriyle) “tek ve egemen” bir dünya inşa ettiği ve diğer küresel oyuncularla paylaşmaya istekli olmadığıdır.

Ancak çoğu Batı medyasına göre, filmdeki tek kötüler Putin ve “korkunç” Lavrov. Ama gerçek şu ki, Bolşevik radikalizminden olabildiğince uzak olan Oskar Lafontaine gibi bir adamın sözleriyle, “dünyada birçok katil çetesi var, ama neden oldukları ölümleri sayarsanız, Washington’un suç çetesi en kötüsüdür.” Rus halkının ihtiyaç duyduğu şey yumuşamadır; Putin’de cisimleşen otoriter rejimin temelini oluşturan post-Stalinist bürokrasi ile mafya oligarşisi arasındaki kırılgan ittifakı kırabilecek demokratik ve popüler bir muhalefet geliştirme şansıdır; bu gerici bloğu birbirine bağlayan milliyetçi histeriye ket vurmak ve gençlerin, kadınların ve emekçilerin taleplerini enternasyonalist bir yönelişle yeniden öne çıkarmaktır.

Ne Bekleyebiliriz?

Rusya’nın “Ukrayna’yı istila etmesi” ve tüm ülkeyi işgal etmesi söz konusu bile olamaz. Budapeşte sokaklarında bugün hâlâ 1956 Sovyet işgalinin izlerini görebilirsiniz. O zaman Macaristan’da olanlar, bugün Ukrayna’da olabileceklere kıyasla çocuk oyuncağı kalacaktır.

Putin’in Belarus, Kaliningrad ve diğer komşu bölgelere “taktik” nükleer füzeler yerleştirmesi çok daha olası. Donbass’ın ilhak edilmesi olasılığı da göz ardı edilemez. Petrol ve gaz fiyatlarındaki mevcut artış ve bunların devam edeceğine dair beklenti, Kremlin’in bu operasyonların ekonomik maliyetlerini karşılamasını sağlayabilir. Ve, daha az olası ve çok daha riskli -ve kesinlikle çok daha kanlı- olmasına rağmen, güneye doğru bir güvenlik kemeri oluşturmak ve iki isyan bölgesini Kırım yarımadasına bağlamak için Donbass’ın (Mariupol) güneyindeki bölgeyi ele geçirmeye yönelik bir Rus askeri operasyonu ihtimal dışı değildir.

Mevcut gelişmeler ciddi ve Avrupa’da barış için son derece tehlikelidir. Bildiğimiz gibi, maksimum gerilim durumlarında hiçbir aktör olayların mutlak kontrolüne sahip değildir ve herhangi bir kaza kontrol edilemeyen durumları tetikleyebilir. Küresel bir anti-militarist ve nükleer-karşıtı atılımın zeminini hazırlamak için acilen uluslararası seferberliğe ihtiyaç var. Asya-Pasifik bölgesindeki gerilimler ayrıca Ukrayna’da devam eden tırmanışla da bağlantılı ve büyük güçlerin ekonomik, sosyal ve kurumsal kriz zamanlarında emperyalist eğilimlerinin güçlenmesi özellikle tehlikeli bir hal alır. Tüm bu nedenlerle, siyasi, sosyal, ulusal, bölgesel ve uluslararası örgütleri solun enternasyonalist ve dayanışmacı ivmesiyle yeniden bağ kurmak için büyük uluslararası seferberlik toplantılarında buluşmaya çağırıyoruz.

Gerginliği azaltma, barış, blokların çözülmesi ve halkların kendi kaderini tayin hakkı için seferberliği örgütleyelim!

Dördüncü Enternasyonal Yürütme Kurulu

30 Ocak 2022

Türkçe tercüme İmdat Freni Çeviri Kolektifi tarafından gerçekleştirildi. 

Rosa Luxemburg’un enternasyonalizmi – Michael Löwy

Sadece birkaç Marksist düşünür, sosyalizmin uluslararası programına Rosa Luxemburg’dan daha fazla taahhüt sahibiydiler. O Yahudi, Polonyalı ve Almandı, fakat onun tek “anavatanı” Sosyalist Enternasyonal’di. Ancak, onun bu radikal enternasyonalizminin ulusal sorunda sorgulanabilir pozisyonlar almasına neden olduğu da bir gerçektir.

Örneğin, kendi ülkesi Polonya’da, sadece Pilsudski’nin Polonya Sosyalist Partisi’ndeki (PPS) “sosyal yurtseverlerin” Polonya’nın ulusal bağımsızlığı çağrılarına muhalefet etmekle kalmadı, Bolşeviklerin Polonya’nın kendi kaderini tayin etme hakkını da (Rusya’dan ayrılma hakkını da içermek üzere) reddetti. 1914’e kadar görüşlerini “ekonomistçe” argümanlara dayandıracaktı: Polonya zaten Rus ekonomisine entegre olmuştu ve bu yüzden Polonya’nın bağımsızlığı yalnızca gerici aristokratik ve küçük burjuva katmanlar tarafından paylaşılan, sadece ütopik bir talepti.

Ulusları esas olarak “kültürel” birer olgu olarak kavradı, ulusal taleplere çözüm olarak da “kültürel otonomi”yi önerdi. Lenin’in bu konu üzerindeki yazılarında vurguladığı gibi, onun yaklaşımında eksik olan nokta ulusal sorunun politik boyutuydu: kendi kaderini tayin etme demokratik hakkı.

Ancak, en azından bir makalesinde, problemi çok daha açık ve diyalektik bir şekilde beyan etti: 1905’teki Polonya Sorunu ve Sosyalist Hareket başlıklı toplu yazılarına önsözde. Bu makalede, her ulusun meşru bağımsızlık hakkı (“doğrudan, sosyalizmin en temel ilkelerinden gelen…”) ile, reddetmiş olduğu bu bağımsızlığın Polonya için istenilebilirliği arasında çok dikkatli bir ayrım yapar.

Ulusal baskının “en tahammül edilemez barbarca bir baskı” olduğunda ve bunun ancak “gazapla dolu, fanatik bir isyan” kışkırtabileceğinde ısrar etti. Ama, yıllar sonra, 1918’deki Rus Devrimi broşüründe -ki Bolşeviklerin demokrasi ve özgürlüğü kısıtlaması hakkında çok değerli eleştirileri içerir- ulusun kaderini tayin hakkına herhangi bir referansı “içi boş bir küçük burjuva lafebeliği” olarak reddeder.

Rosa Luxemburg’un enternasyonalizmi hakkındaki çoğu tartışma asıl olarak -bazen tamamen- onun (gerçekten de sorgulanabilir olan) ulusal haklar tezi hakkındadır. Burada eksik olan onun görüşlerinin pozitif olan yanıdır: Marksist proletarya enternasyonalizmi kavramına olan olağanüstü katkısı ve milliyetçi ve şoven ideolojilere taviz vermeyi inatçı bir şekilde reddetmesidir.

Dünyanın işçileri birleşin!

George Lukács, 1923’te yazdığı Tarih ve Sınıf Bilinci adlı kitabın “Rosa Luxemburg’un Marksizm’i” üzerine olan bölümünde, diyalektiğin bir kategorisi olan bütünselliğin [totality] “devrimin bilimdeki ilkesinin taşıyıcısı” olduğunu ileri sürdü. Rosa Luxemburg’un yazılarını, özellikle Sermaye Birikimi’ni (1913) bu diyalektik yaklaşımın çarpıcı bir örneği olarak gördü.

Ama, aynı şey onun enternasyonalizmi için de söylenebilir: değerlendirir, analiz eder ve bütün sosyal ve siyasal sorunları bütünün bakış açısından tartışır, yani uluslararası işçi sınıfı hareketinin çıkarlarının perspektifinden.

Bu diyalektik bütünlük bir soyutlama, boş bir evrenselcilik veya farklılaştırılmamış varlıkların bir yığını değildi: uluslararası proletaryanın kendi kültürleri, dilleri ve tarihlerinden meydana gelmiş, yaşam ve çalışma koşullarının da çok farklı olduğu, bir insan çoğulluğu olduğunu iyi biliyordu.

Sermaye Birikimi’nde Güney Afrika’daki madenler ve plantasyonlarda zorla çalıştırılan işçilerin -Almanya’daki fabrikalarda benzerinin hiç olmadığı- uzun bir tanımlaması vardır. Ama bu çeşitlilik ortak eyleme bir engel olarak anlaşılmamalıydı: diğer bir deyişle, enternasyonalizm onun için Marks ve Engels’in anladığı gibiydi: “Proletarier aller Ländervereinigt euch!” [Bütün ilkelerin işçileri birleşiniz!] -ortak düşmana yani kapitalist sisteme, emperyalizme ve emperyalist savaşlara karşı bütün ülkelerin işçilerinin birliği.

Bunun içindir ki, Almanya’ya geldikten ve Alman Sosyal Demokrasisinin saflarına katıldıktan sonra, militarizme, askeri kredilere veya donanmanın seferlerine taviz vermeyi kesinlikle reddetti. Sosyal Demokratik sağ kanat (Wolfgang Heine ve Max Schippel gibileri) Kayzer hükümetiyle bu konularda görüşmeler yapmak isterken, o, güya “iş alanı yaratma ihtiyacı” ile meşrulaştırılan bu cinsten teslimiyetçilikleri açığa vurdu.

Sınırlar olmaksızın dayanışma

Yaşadığı zamanın pek çok diğer sosyalizmlerinden farklı olarak, Luxemburg’un enternasyonalizmi Avrupa ülkeleriyle sınırlı değildi. Avrupa sömürgeciliğine aktif bir şekilde baştan muhalefet etti ve sömürge halklarının mücadelesine olan sempatisini saklamadı. Doğal olarak, bu, Almanya’nın Alman Güney-Batı Afrika’sında 1904’teki Herero ayaklanmasının zalimce bastırılması gibi Afrika’daki sömürge savaşlarını da kapsıyordu.

1911’de kalabalığa yaptığı bir konuşmada, şöyle anlattı:

“Herero halkı yüzyıllardır kendi yurdunda yaşayan siyah bir halktır… Onların ‘suçu’                              köle tüccarlarına teslim olmamak ve yurtlarını yabancı istilacılara karşı savunmaktı… Bu savaşta da Alman silahları bolca şana sarmalandılar… Erkekler vuruldu, kadınlar ve çocuklar yangın yeri gibi olan çöle sürüldüler.”

Kuzey Afrika’daki (Fransa’ya karşı) yüksekten atan Alman emperyalist iddialarını (1911’deki, “Fas olayı” denilen, Almanya’nın Agadir’e gemilerini gönderdiği olay) suçlarken, Cezayir’deki Fransız sömürgeciliğini Arap aşiretlerinin kadim klan komünizmine karşı burjuva özel mülkiyetini şiddetle dayatmak teşebbüsü olarak tanımladı.

1907-1908’de Sosyal Demokrat Parti okulundaki ekonomi politik derslerinde, ileri kapitalist ülkelerdeki proleter kitlelerinin modern komünizmi ile emperyal egemenliğin, “sömürge ülkelerde kâr açlığıyla yürüyüşe geçişine karşı inatçı bir direniş gösteren kadim komünist var olmanın savunucuları” arasındaki bağlantıyı vurguladı.

En önemli makalesi Sermaye Birikimi’nde, şiddet kullanarak el koymanın küresel ölçekteki kapitalist birikimin yalnızca bir ilk aşaması değil, kesintisiz bir süreç olduğunu ileri sürdü:

“Tarihsel bir süreç olarak görülen sermaye birikimi zoru kesintisiz bir silah olarak                kullanır, sadece ilk ortaya çıktığında değil, devamında da, ta bugüne kadar. Bu süreçteki ilkel toplumlar açısından, bu bir ölüm kalım meselesidir; onlar için karşı çıkmaktan ve sonuna kadar savaşmaktan başka çare yoktur… Dolayısıyla, herhangi bir sömürgeci rejimin sürekli olarak ordularını sömürgeleri işgale göndermesi, yerli ayaklanmaları ve cezalandırıcı askeri seferler günün gereklerindendir.”

O zaman, çok az sayıda sosyalist sömürgeci seferleri açığa vurdu ve sömürgeleştirilen halkların direnişini ve mücadelesini haklı buldu. Her ne kadar dikkatinin merkezinde Avrupa varsa da Luxemburg’un tutumu enternasyonalizminin gerçek doğasını açıklar.

Tutarlı bir savaş karşıtı

Rosa Luxemburg, Avrupa’da yükselmekte olan savaş tehlikesini açıklıkla gördü ve Emperyal Alman hükümetinin savaş hazırlıklarını açığa vurmaktan hiç vazgeçmedi. 13 Eylül 1913’te Frankfurt am Main yakınındaki Bockenheim’da yaptığı bir konuşmayı çok önemli bir beyanla bitirdi: “Eğer Fransız ve diğer kardeşlerimize öldürücü silahları doğrultacağımızı düşünüyorlarsa şimdiden söyleyelim: asla öyle bir şey yapmayacağız!”

Savcı onu hemen “halkı yasaya karşı itaatsizliğe kışkırtmakla” itham etti. Mahkeme Şubat 1914’teydi; Rosa Luxemburg, Birinci Enternasyonal’in 1868 Brüksel konferansındaki bir kararı -eğer savaş olursa işçiler genel grev yapacak kararı- alıntılayarak, militarizme ve savaş politikalarına karşı çıkan korkusuz bir konuşma yaptı.

Konuşması sosyalist basında çıktı ve klasik savaş karşıtı literatürün bir parçası oldu. Bir yıl hapse mahkûm oldu, ama Emperyal otoriteler, ancak savaş başladıktan sonra, 1915’te, onu tutuklamaya cesaret edebildiler.

Birinci Dünya Savaşı’nın patlamasıyla, pek çok Avrupalı sosyalist ve Marksist “anavatan savunması” adı altında kendi hükümetlerini desteklerken, o hemen emperyalist savaşa karşı muhalefeti örgütlemeye girişti. Bu ilk çok önemli aylarda saldırgan resmi “yurtsever” ideolojiye hiç taviz vermez ve SPD liderliğinin proleter enternasyonalizminin ilkelerine  berbat ihanetine karşı eleştirel argümanlar geliştirir.

Onun SPD’nin politikalarına karşı “büyüyen nefreti” dediği şeyi açıklamak için, J.P.Nettle “kuvvetli bir kişisel öge”ye işaret eder: “Rosa Luxemburg gibi göçmenlerin ağır ve ‘resmi’ Almanlara karşı duydukları ebedi ve bastırmayı beceremedikleri, sabırsızlıkları ve hayal kırıklıkları.”

Ancak, Nettl’ın kabullenmek zorunda kaldığı gibi, savaşa karşı muhalefet sadece yabancı “göçmenler”le kısıtlı değildi, aralarında Karl Liebknecht, Franz Mehring ve Clara Zetkin gibi otantik Alman figürler de vardı. Dolayısıyla, Rosa Luxemburg’un Ağustos 1914’teki sosyal-yurtsever teslimiyetçiliğe karşı öfkesi “göçmen sabırsızlığından” değil enternasyonalizme hayat boyu taahhüdünden ileri geliyordu.

Militarizme ve milliyetçiliğe karşı yaptığı propoganda dolayısıyla birkaç defa hapsedildi, ilkeli duruşunu 1916’daki Ya/Ya da başlıklı makalesinde özetledi: “Savunulması başka her şeyin üstünde olan, proletaryanın ana vatanı Sosyalist Enternasyonal’dir.”

“Bütün ülkelerin işçileri birleşiniz!” çağrısının yerine “Bütün ülkelerin işçileri birbirinizin boğazını kesiniz!” çağrısını koyan, onun “sosyal şovenizm” dediği şeyin etkisiyle İkinci Enternasyonal çökmüştü. Buna cevap olarak, Luxemburg yeni bir Enternasyonal çağrısı yaptı. Bu gelecek Enternasyonal’in temel ilkeleri için kendi önerilerini yazarken, şunları vurguladı:

“Proletaryanın uluslararası dayanışmasının dışında sosyalizm olamaz ve sınıf mücadelesi olmadan sosyalizm olamaz. Sosyalist proletarya, intihar etmeden ne savaşta ne barışta, sınıf mücadelesinden ve uluslararası dayanışmadan vazgeçemez.”

Şüphesiz bu, Karl Kautsky’nin Enternasyonal’in barış zamanlarının bir aleti olduğu, ama ne yazık ki bir savaş durumunda uygun olmadığı, iki yüzlü argümanına karşı bir cevaptı. Bu yeni teori, 1914’te Alman “ulusal savunması”na verdiği desteğin meşrulaştırılmasına hizmet etti.

Ya/Ya da kişisel bir beyanı, onun en kıymetli olan etik ve ideolojik değerlerine dair duygulandıran bir itirafını da içerir: “İşçilerin uluslararası kardeşliği benim için yeryüzündeki en yüksek ve en kutsal şeydir, benim rehber yıldızım, idealim, anavatanımdır; bu ideale sadakatsizlik etmektense canımı vermeyi tercih ederim!”

Milliyetçiliğe karşı uyarı

Rosa Luxemburg’un emperyalizmin, milliyetçiliğin ve militarizmin kötülüklerine karşı yaptığı uyarılar kâhinceydi. Bir kâhin mucizevi bir şekilde geleceği tahmin eden birisi değildir, ama Amos ve İsaiah gibi, insanları, kötülükleri önlemek için kolektif tedbir almadıkları sürece, önlerine çıkacak felaketlere karşı uyarır.

Kapitalizm ve emperyalizm var olmaya devam ettiği sürece her zaman yeni savaşların olacağı uyarısını yaptı:

“Dünya barışı, kapitalist diplomatlardan oluşan uluslararası hakemlik mahkemeleri, ‘silahsızlanma’yla ilgili diplomatik anlaşmalar gibi ütopik ve gerici planlarla güvenceye alınamaz… ‘Avrupa federasyonu’, ‘orta-Avrupa gümrük birlikleri’, ‘ulusal tampon devletler’ ve benzerleri. Kapitalist sınıfların hakimiyeti karşı durulmadan devam ettiği sürece, emperyalizm, militarizm ve savaşlar ortadan kaldırılmayacak veya lanetlenmeyecek.”

Milliyetçiliğe karşı, işçilerin ve sosyalist hareketin öldürücü düşmanı, militarizm ve savaşın beslenme zemini olduğuna dair uyarıda bulundu. 1916’da “Sosyalizmin acil görevi, proletaryayı, milliyetçi ideolojinin etkisinin gösterdiği gibi, burjuvazinin entelektüel tahakkümünden kurtarmak olacak,” diye yazdı.

Savaşın Parçası, Ulusal Sorun ve Devrim’de (1918), savaşın son yılında aniden yükselen milliyetçi hareketlerden endişe duymaktadır. Bu hareketler çok farklı bir karaktere sahiptiler, bazıları (Balkanlar’da olduğu gibi) az gelişmiş burjuva sınıflarının ifadesiydiler, diğerleri ise, İtalyan milliyetçiliğinde olduğu gibi, saf emperyal-sömürgeciydiler.

Bu “şu andaki milliyetçilik dünya-patlaması” özel çıkarların renkli bir çeşitliliğini ihtiva ediyordu, ama Ekim 1917’yi yaratan istisnai tarihsel durumdan kaynaklanan bir ortak çıkar etrafında birleşmişti: proletaryanın dünya devrimi tehdidine karşı mücadele.

“Milliyetçilik”ten kastettiği, şüphesiz, ulusal kültür veya farklı halkların ulusal kimlikleri değildi, daha ziyade, “Ulus”u, her şeyin ona tabi olduğu (“Deutschland über alles”) yüce siyasal değere dönüştüren ideolojiydi.

Uyarıları kehanet doluydu, o kadar ki, yirminci yüzyılın en kötü suçları -Birinci’den İkinci Dünya Savaşı’na kadar ve öteye- milliyetçilik adına, “milli savunma adına”, “yaşamsal ulusal alan” ve benzerleri adına işlenmişti.

Ulusal taleplere ilişkin olarak aldığı tutumlardan bazıları eleştirilebilir, ama ulus-devlet politikalarının (bölgesel çekişmeler, “etnik temizlik”, azınlıklara baskı) tehlikelerini açık olarak idrak etmişti.

Küreselleşmiş bir Sol için Pusula

Rosa Luxemburg’un enternasyonalizminin bugünle alakası nedir? Şüphesiz, erken yirmibirinci yüzyılın tarihsel koşulları, onun yazılarının çoğunu yazdığı, erken yirminci yüzyıldakinden çok farklıdır. Ama, bazı kesin yönleriyle, onun enternasyonalist mesajı -veya belki daha fazlası- bugünle onun zamanınkinden daha alakalıdır.

Rosa Luxemburg’un mirası pek çok bakımdan bizim hareketimiz için önemli olabilir. Düşmanın “küreselleşme” veya sadece “neoliberalizm” değil, küresel kapitalist sistemin kendisi olduğunu açıklıyor. Küresel kapitalist hegemonyanın alternatifi “ulusal egemenlik”, küresele karşı ulusalın savunusu değil, daha ziyade direnişin küreselleşmesi, yani uluslararasılaşmasıdır.

İmparatorluğa alternatif olan şey kapitalizmin “düzenlenmiş”, “insanileştirilmiş” biçimi değil, yeni, sosyalist ve demokratik bir dünya medeniyetidir. Şüphesiz, bizim çağımızda Rosa Luxemburg’un bilmediği yeni meydan okumalarla baş etmeliyiz: ekolojik felaket ve küresel ısınma. Bunlar kapitalistlerin genişleme ve büyüme için sınırsız dürtülerinden kaynaklanmaktadır ve küresel bir düzeyde karşı konulmalıdır. Diğer bir deyişle, ekolojik kriz Luxemburg’un ekolojik değerler sisteminin/etosunun nasıl bugünle alakalı olduğuna dair yeni bir argümandır.

Rosa Luxemburg’un milliyetçilik zehrine karşı uyarısı hiç bu kadar ilgili olmamıştı. Bugün dünyada -özellikle Avrupa ve Amerika’da- milliyetçilik, yabancı düşmanlığı veya çeşitli “yurtseverlik”ler altında ırkçılık, gerici, faşist veya yarı-faşist yüzleriyle yükselişte ve demokrasi ve özgürlük için ölümcül bir tehlike oluşturuyorlar. İslamofobi, antisemitizm ve anti-Roman ırkçılık gemi azıya almış, açık veya gizli hükümet desteği alıyor.

Her şeyden önce, göçmenlere duyulan yabancı düşmanı nefret -baskı, savaş ve açlıktan kaçan çaresiz insanlara karşı- sinik bir şekilde neo-faşist partiler tarafından ve/veya otoriteryen hükümetler tarafından teşvik ediliyor. Orban, Salvini ve Trump göçmenleri günah keçisi yapan politikaların sadece en yaygaracı ve mide bulandırıcı temsilcileridir. Binlerce göçmen Avrupa’nın kapılarının sımsıkı kapatılmasıyla Akdeniz’in sularında ölüme mahkûm edildi. Bu, Rosa Luxemburg’un sert bir şekilde eleştirdiği acımasız sömürgeci tutumun yeni bir biçimi olarak görülebilir.

Onun sosyalist enternasyonalizmi yabancı düşmanı bir fırtınanın ortasında çok değerli bir ahlaki ve siyasi pusula olarak durmaktadır. Bereket versin ki, ırkçı ve milliyetçi dalgaya inatla karşı çıkanlar sadece Marksist enternasyonalistler değil: dünyadaki pek çok insan hümanist, dinsel veya ahlaki değerlerle harekete geçip baskı altındaki azınlıklar ve göçmenlerle dayanışma gösteriyorlar. Sendikacılar, feministler ve diğer sosyal hareketler bütün ırklardan ve milliyetlerden insanları sömürü ve baskıya karşı ortak mücadelede örgütlemekle meşguller.

Rosa Luxemburg’un enternasyonalist fikirleri gerçeği anlamak ve dönüştürmek için çok değerli araçlardır. Zamanımızın mücadeleleri için elzem ve kaçınılmaz silahlardır. Ama, Marksizm sürekli hareket halinde olan açık bir yöntemdir, her çağın yeni meydan okumaları için yeni fikirler ve kavramlar geliştirmelidir.

Çeviri: Sevil Kurdoğlu

Kaynak: https://sendika.org/2022/01/rosa-luxemburgun-enternasyonalizmi-michael-lowy-643749/