İmdat Freni

Feminizm

“Irksal, Cinsel, Sınıfsal Tahakkümler İç İçe Geçiyor”- Combahee Nehri Kolektifi Bildirisi

Siyah Feminizmin kurucu metinlerinden biri olan Combahee Nehri Kolektifinin 1977’de kaleme aldığı ve kesişimsellik tartışmalarının dayandığı bu mühim metni, Fehmiye Ceren Akçabay Karataş ile İlayda Tuana Öztunçel çevirisiyle yayınlanıyoruz.

İmdat Freni’nde daha önce yayımlanan bir metinde Combahee Nehri Kolektifi’nin bildirisinin önemi ve güncelliği şöyle ifade edilmişti:

“1977 yılında ABD’de Combahee River Collective adlı siyah feminist bir grup etkileyici bir bildiri yayınlar. Bütün kadınlar adına konuşan beyaz batılı kadın hareketinin ırkçılığını ve bu ırkçılığın aşılması için herhangi bir çaba gösterilmemesini eleştirirler. Siyah, Üçüncü Dünyalı ve işçi sınıfı kadınları başından itibaren feminist hareketin içindedirler ama büyük gerici güçlerin yanı sıra feminist hareket içindeki elitizm ve ırkçılık bu kadınları dilsiz ve görünmez kılmıştır. 

Collective, yalnız beyaz kadın hareketine değil siyah özgürleşme hareketinin cinsiyetçiliğine karşı da sert bir tutum alır. Ama cinsiyetçiliğe karşı tüm kadınlarla, ırkçılığa karşı siyah erkeklerle birlikte mücadele edeceğini beyan ederek özcü ve ayrılıkçı bir mücadeleyi reddeder.  Zira onlara göre, ırksal, cinsel, heteroseksüel ve sınıfsal tahakküm sistemleri birbirinden koparılamaz ve herhangi bir tahakküm sistemi diğer tahakküm sistemleri ortadan kalkmadan çözülemez. Hem beyaz kadınla hem de siyah erkekle çelişki ilişkileri olsa da esas karşıtlığı bunlarla değil beyaz heteroseksüel erkekle kurarlar. Bu çerçevede sosyalist olduklarını ve neden kapitalizme, emperyalizme ve patriyarkaya karşı eş zamanlı ve birlikte bir mücadele yürütülmesi gerektiğinin altını çizerler.

Bugün geldiğimiz noktada kaybedilen her şeyden önce Combahee River Collective’in koyduğu kapsayıcı, kendi kurtuluşunu insanlığın kurtuluşunda gören ve daralmayı değil çoğalmayı önüne koyan, ölümü değil dönüşümü hedefleyen bir siyasi perspektif”.

Siyah feminizmi, Combahee Nehri Kolektifi ve kesişimsellik hakkında ayrıca yayımladığımız şu yazıya da bakılabilir.

Çevirinin daha önce yer aldığı Okan Üniversitesi Hukuk Fakültesi bültenine buradan, metnin orijinaline ise şuradan ulaşılabilir. İyi okumalar.

İmdat Freni

Biz, 1974’ten beri biraraya gelen Siyah feminist bir kolektifiz. [1] Politikamızı belirleme ve netleştirmeye yönelik süreçte, hem kendi grubumuz bünyesinde hem de diğer progresif örgüt ve hareketlerle koalisyon halinde politik çalışmalar yaptık. Mevcut şekliyle politikamızın en geniş ifadesi ırka, cinsiyete, heteroseksüelliğe ve sınıfa dayalı tahakküme karşı aktif bir şekilde mücadele etmemiz ve asli tahakküm sistemlerinin iç iç içe geçmiş yapısına dayalı bütüncül tahlil ve uygulamaların geliştirilmesini başlıca görevimiz olarak görmemiz. Yaşam koşullarımızı bu tahakkümlerin birleşimi oluşturuyor. Siyah kadınlar olarak renkli kadınların tamamının karşı karşıya kaldığı çeşitli ve eşzamanlı tahakkümlerle mücadele etmeye uygun politik hareketin Siyah feminizm olduğunu düşünüyoruz.

Bu yazıda dört temel başlığı tartışıyor olacağız: (1) modern Siyah feminizmin doğuşu; (2) bizim neye inandığımız, başka bir deyişle politikamızın özgülendiği alan; (3) kolektifimizin [feminist bir bakış açısıyla aktarılan] kısa tarihi2 de dahil olmak üzere Siyah feministlerin örgütlenmesindeki sorunlar; ve (4) Siyah feminist meseleler ve uygulamalar.

1. Moden Siyah Feminizmin Doğuşu
Siyah feminizmde yaşanan yeni gelişmelere bakmadan önce, kökenimizi tarihsel bir gerçeklik olan Afro-Amerikalı kadınların hayatta kalma ve özgürlük için verdikleri daimi ölüm kalım mücadelesine dayandırdığımızı beyan etmek istiyoruz. Siyah kadınların Amerikan politik sistemiyle (beyaz erkek egemenliği sistemi) son derece olumsuz şekilde süregelen ilişkisi, tahakküm altındaki iki kasta, ırksal ve cinsel kastlara üyeliğimiz tarafından belirlendi. Angela Davis’in “Siyah Kadının Köle Topluluğundaki Rolü Üzerine Düşünceler”de işaret ettiği gibi, Siyah kadınlar her zaman, sadece fiziksel bir yolla olsa dahi, beyaz erkek egemenliğine karşı bir duruş gösterdi ve hem çarpıcı hem incelikli yollarla kendilerine ve topluluklarına yönelik saldırılara bilfiil direndi. Cinsel ve ırksal kimliklerinin birleşiminin yaşamlarının tamamını ve özgün politik mücadelelerinin odağını belirlediğine dair ortak bir bilince sahip olan Sojourner Truth, Harriet Tubman, Frances E. W. Harper, Ida B. Wells Barnett ve Mary Church Terrell gibi tanınan ve tanınmayan binlerce Siyah kadın aktivist her zaman varoldu. Modern Siyah feminizm annelerimiz ve kız kardeşlerimizin nesillerdir sürdürdüğü kişisel fedakarlıkların, kararlılık ve çalışmalarının bir sonucu.

En belirgin Siyah feminist tavır, 1960’ların sonlarında başlayan Amerikan kadın hareketinin ikinci dalgasıyla bağlantılı olarak gelişti. Feminist hareketin başlangıcından beri Siyah kadınlar, üçüncü dünya ülkesi kadınları ve işçi kadınlar harekete dahildi ancak hem dıştan gelen gerici baskılar hem de hareketin kendi içindeki ırkçılık ve elitizm, katılımımızın yok sayılmasına sebep olmuştu. 1973’te, New York’taki Siyah feministler, ayrı bir Siyah feminist topluluk oluşturma gerekliliği hissettiler. Bu topluluk sonrasında Ulusal Siyah Feminist Örgütü (NBFO) haline geldi. 

Diğer bir yandan Siyah feminist politika, özellikle 1960 ve 1970’li yıllardaki, Siyah özgürlük hareketleri ile açık bir ilişkiye sahip. Birçoğumuz bu hareketlerde (Sivil Haklar, Siyah ulusalcılık, Siyah Panterler) yer aldık ve hayatlarımız bu hareketlerin ideolojilerinden, amaçlarından ve amaçlara yönelik taktiklerden fazlasıyla etkilendi ve değişti. Bu özgürlük hareketleri içindeki deneyim ve hayal kırıklıklarımız, tıpkı Beyaz erkek sol çeperindeki deneyimlerimiz gibi beyaz kadınlarınkinden farklı bir ırkçılık karşıtı politika ve Siyah ve beyaz erkeklerinkinden farklı bir cinsiyetçilik karşıtı politika geliştirme ihtiyacını açığa çıkardı.

Siyah Feminizmin inkar edilemez bir kişisel kaynağı da var, bu kaynak Siyah kadınların bireysel hayatlarından, görünürde özel olan tecrübelerinden gelen politik farkındalık. Siyah feministler ve kendilerini feminist olarak tanımlamayan pek çok Siyah kadın, cinsiyete dayalı tahakkümü gündelik yaşamın değişmez bir unsuru olarak deneyimliyor. Oğlanlardan farklı olduğumuzu ve farklı muamele gördüğümüzü çocukluğumuzda fark ettik. Örneğin, bize hem “hanımefendi” olabilmek için hem de beyaz insanlar tarafından daha az uygunsuz görülmemiz için susmamız söylendi. Büyüdükçe erkekler tarafından fiziksel ve cinsel olarak istismar edilme tehdidinin farkına vardık. Ancak gerçekte bizim için çok belirgin olanı, yaşanmakta olduğunu bildiklerimizi kavramsallaştırmamızı sağlayacak hiçbir yönteme sahip değildik. 

Siyah feministler biz kadınların tahakkümle mücadele için politik çözümleme ve uygulamada kullandığı cinsel politika, patriarkal düzen, en önemlisi de feminizm gibi bazı kavramların bilincine varmadan önce duydukları delilik hissinden sıklıkla bahsederler. Gerçek şu ki ırk politikası ve elbette ırkçılık yaşamlarımıza nüfuz ederek kendi deneyimlerimize daha derinden bakmamızı, paylaşmamızı, bilinçlenmemizi ve bu sayede yaşamlarımızı değiştirecek ve üzerimizde kurulan tahakkümü tamamen ortadan kaldıracak bir politika inşa etmemizi engelleyen etmenler. Pek çok Siyah kadın bakımından bu durum hala geçerli. Gelişimimiz Siyahların mevcut ekonomik ve siyasi konumlarına da zorunlu olarak bağlı. Öncesinde Siyahlara tamamen kapalı olan belirli eğitim ve istihdam seçeneklerinden asgari düzeyde ilk pay alabilenler, İkinci Dünya Savaşı sonrası nesildeki Siyah gençlerdi. Ekonomik olarak Amerikan kapitalist ekonomisinin hala en altında yer alsak da aramızdan bir avuç insan, eğitim ve istihdamdaki sembolik uygulamaların neticesinde mevcut tahakküme karşı daha etkili bir mücadele potansiyeli içeren bazı araçlara sahip olmayı başardı.

Başlangıçta bizi yan yana getiren, ırkçılık ve cinsiyetçilik karşıtlığını birleştiren bir duruştu ve politik olarak geliştikçe heteroseksizme ve kapitalizmin neden olduğu ekonomik tahakküme de yöneldik.

2. Neye İnanıyoruz
Herşeyden önce, politikamız Siyah kadınların varoluşları gereği değerli olduğu ve özgürlüğümüzün başkalarının iznine tabi olmadığı, birer insan olarak özerkliğe duyduğumuz ihtiyacın bir gereği olduğuna dair ortak inancımızın ürünüdür. Bu kulağa saçma gelecek ölçüde açık bir gerçek olsa da, ilerici görünen başka hiçbir hareketin bize özgü tahakkümü bir öncelik olarak görmediği veya bu tahakkümün sona ermesi için ciddi bir şekilde çalışmadığı aşikar. Gördüğümüz zalim, çoğu zaman ölümcül muameleyi kayda geçmek bir yana sadece Siyah kadınlara atfedilen aşağılayıcı klişeleri sıralamak (siyah dadı, reis kadın, Safir, fahişe, kaslı lezbiyen) dahi Batı yarım kürede geçen dört yüzyıllık esaret içinde hayatlarımıza ne kadar az değer verildiğini gösteriyor. Özgürlüğümüz için istikrarlı şekilde çalışacak ölçüde bizi önemseyenin yalnızca kendimiz olduğunu fark ettik. Politikamız kendimize, kız kardeşlerimize ve mücadele ve çalışmalarımızı sürdürmemizi sağlayan topluluğumuza duyduğumuz kuvvetli sevgi ile gelişiyor.

Bize yönelik tahakküm bakımından odağımız, kimlik politikaları kavramıyla şekillendi. En derin ve potansiyel olarak en radikal politikanın, başkasının yaşadığı tahakküme son vermeye çalışmak yerine, doğrudan kendi kimliğimizden yola çıkmak olduğuna inanıyoruz. Siyah kadınlar söz konusu olduğunda bu özellikle aykırı, tehlikeli, tehdit edici ve dolayısıyla devrimci bir düşünce, çünkü bizden önce gelen bütün politik hareketler göz önünde bulundurulduğunda, herhangi birinin özgürleşmeye bizden daha layık kabul edildiğini açıkça görüyoruz. Altyapı oluşturmayı, kraliçeliği ve on adım geride yürümeyi reddediyoruz. İnsan olarak, eşit insanlar olarak kabul görülmek yeterli. 

Patriarkanın cinsel politikasının Siyah kadınların yaşamlarına sınıf ve ırk siyaseti kadar nüfuz ettiğine inanıyoruz. Yaşamlarımızda çoğunlukla eşzamanlı olarak deneyimlediğimiz için ırk, sınıf ve cinsiyet tahakkümünü birbirinden ayırmakta sıklıkla zorlanıyoruz. Salt ırksal ya da cinsel tahakküme karşılık gelmeyen ırksal-cinsel tahakküm diye bir şeyin var olduğunu biliyoruz, politik bir baskı aracı olarak beyaz erkeklerin Siyah kadınlara tecavüz tarihi bunun bir örneği.

Feminist ve Lezbiyen olmamıza rağmen, ilerici Siyah erkeklerle dayanışma içindeyiz ve ayrılıkçı beyaz kadınların talep ettiği türde bir bölünmeyi savunmuyoruz. Siyahlar olarak durumumuz, ırk gerçeği etrafında bir dayanışmayı zorunlu kılıyor. Şüphesiz ezen ırk olarak olumsuz bir dayanışma içinde yer almak istemiyorlarsa beyaz kadınların beyaz erkeklerle bu tür bir ırk dayanışması sürüdürmesine gerek yok. Bizler, siyah erkeklerle birlikte ırkçılığa karşı mücadele ederken, aynı zamanda cinsiyetçilik konusunda Siyah erkeklere karşı mücadele ediyoruz.

Tahakküm altındaki tüm insanların özgürleşmesi için patriarkayla birlikte, ekonomi-politik sistemler olan kapitalizm ve emperyalizmin de ortadan kaldırılması gerektiğinin farkındayız. Bizler sosyalistiz, çünkü çalışmanın patronların kârı değil, çalışanların ve üretenlerin ortak yararı doğrultusunda örgütlenmesi gerektiğine inanıyoruz. Maddi kaynaklar, bu kaynakları yaratanlar arasında eşit olarak dağıtılmalı. Bununla birlikte, aynı zamanda feminist ve ırkçılık karşıtı bir devrime karşılık gelmeyen sosyalist bir devrimin özgürlüğümüzü garanti edeceğine inanmıyoruz. İçinden geçtiğimiz kendine has süreçte her ne kadar bazılarımız beyaz yakalı ve profesyonel işler için birer sembol olarak görülerek çifte talep görsek de, Siyah kadınlar genelde iş gücü içinde marjinal bir pozisyonda. Bu durumdan kaynaklanan özgün sınıfsal konumu dikkate alan bir sınıfsal ilişki anlayışı geliştirmenin gerekli olduğu düşüncesindeyiz. Irksız ve cinsiyetsiz işçiler olarak görülmeyen aksine iş/ekonomik yaşamları ırksal ve cinsel tahakkümün belirleyiciliğinde şekillenen insanların gerçek sınıfsal konumlarını görünür kılmamız gerekiyor. Marx’ın teorisine, yine Marx tarafından analiz edilmiş oldukça özgün ekonomik ilişkiler çerçevesinde, temelde katılıyor olsak da Siyah kadınlar olarak kendi özgün ekonomik konumumuzu anlayabilmek için onun değerlendirmelerinin daha ileriye taşınması gerektiğini biliyoruz.

Halihazırda yaptığımızı düşündüğümüz politik katkı, kişisel olan politiktir şeklindeki feminist ilkesinin genişletilmesidir. Örneğin yaptığımız bilinç yükseltme toplantılarında, pek çok yönden beyaz kadınların yaptığı çıkarımların ötesine geçtik çünkü cinsiyetin yanı sıra ırk ve sınıfın etkileriyle de karşı karşıyayız. Deneyimlerimizi Siyah kadın tavrıyla Siyah dilinde aktarmamızın/beyan etmemizin bile kültürel ve politik yankıları var. İçinde bulunduğumuz tahakkümün kültürel ve deneyimsel doğasını araştırmak için çok fazla enerji harcamak zorunda kaldık çünkü bu konuların hiçbiri daha önce incelenmemişti. Siyah kadınların yaşamlarının çok katmanlı dokusunu daha önce kimse araştırmadı. Bu tür bir çıkarımın/kavramsallaştırmanın bir örneği bir toplantı esnasında erken dönem düşünsel meraklarımıza kendi grup üyelerimiz, özellikle Siyah erkekler tarafından hangi şekillerde saldırıldığını tartışırken ortaya çıktı. Hepimizin “zeki” olduğumuz için “çirkin”, yani “zeki-çirkin” olarak kabul edildiğini keşfettik. “Zeki-çirkin” adlandırması, çoğumuzun zihnimizi geliştirmek için “sosyal” yaşamlarımızda büyük bedeller ödemeye zorlandığımızı gösterdi. Siyah ve beyaz topluluklarda, Siyah kadın düşünürlere yönelik tepki, beyaz kadınlara, özellikle de eğitimli orta-üst sınıftan olanlara göre nispeten daha yüksek.

Daha önce de belirttiğimiz gibi, bizim için geçerli bir politik tahlil veya strateji olmadığı için Lezbiyen ayrılıkçı tutumu reddediyoruz. Bu tutum, başta Siyah erkekler olmak üzere kadınları, çocukları ve çok fazla sayıda insanı dışlıyor. Erkeklerin, destekledikleri şeyler, davranış ve tahakküm şekilleriyle yani bu toplumun bir parçası olmak için toplumsallaştırıldıkları şeylerle ilgili fazlasıyla olumsuz eleştirimiz var hatta bunlara karşı nefret duyuyoruz. Ancak onları oldukları hale getirenin erkeklikleri -başka bir deyişle biyolojik erkeklikleri- olduğu gibi yanlış bir düşünceye sahip değiliz. Siyah kadınlar olarak, herhangi bir biyolojik belirlenimcilik biçiminin, üzerine bir politika inşa edilemeyecek kadar tehlikeli ve gerici bir temel olduğunu düşünüyoruz. Sınıf ve ırk gerçeklerini inkar ederek kadınlara uygulanan tahakkümün cinsel kaynakları dışındaki kökenlerini tamamen reddeden Lezbiyen ayrılıkçılığının, onu uygulayanlar açısından dahi yeterli ve ilerici bir politik tahlil ve strateji olup olmadığını da sorgulamalıyız.

3. Siyah Feministlerin Örgütlenmesindeki Sorunlar
Siyah feminist bir kolektif olarak birlikte geçirdiğimiz yıllar boyunca başarıyı ve hayal kırıklığını, neşeyi ve acıyı, zaferi ve yenilgiyi tecrübe ettik. Siyah feminist meseleler etrafında örgütlenmenin çok zor olduğunu, hatta Siyah feministler olduğumuzu ilan etmenin bile bazı bağlamlarda zor olduğunu gördük. Bilhassa beyaz kadın hareketi gücünü ve birçok yönde gelişimini sürdürdüğü için, yaşadığımız zorlukların nedenlerini anlamaya çalıştık. Bu bölümde, karşılaştığımız örgütlenme sorunlarının bazı genel nedenlerini tartışacağız, ayrıca özelde kendi kolektifimizin örgütleme aşamalarından bahsedeceğiz.

Politik çalışmamızdaki zorluğun en büyük nedeni, tahakküme karşı sadece bir ya da iki cephede savaşmak yerine, farklı tahakküm biçimlerini bir arada ele almaya çalışmamız. Ne güvenebileceğimiz ırksal, cinsel, heteroseksüel ya da sınıfsal bir ayrıcalığa sahibiz, ne de bu gruplardan birine ait olan bir kişinin sahip olduğu ayrıcalıklara, kaynaklara ve güce en düşük ölçekte sahibiz.

Siyah bir kadın olmanın psikolojik ağırlığı ve bunun politik bilinç kazanırken ve politik çalışma yaparken yaratttığı zorluklar asla küçümsenemez. Hem ırkçı hem de cinsiyetçi olan bu toplumda Siyah kadınların varlıklarının bir kıymeti yoktur. Grubumuzun ilk üyelerinden birinin bir defasında dediği gibi, “Hepimiz yalnızca Siyah kadınlar olduğumuz için zarar görmüş insanlarız.” Psikolojik olarak ve diğer bütün yönlerden zapt edildik, buna rağmen tüm Siyah kadınların koşullarını değiştirmek için mücadele etme zorunluluğu hissediyoruz. “Bir Siyah Feministin Kız Kardeşlik Arayışı”nda Michele Wallace şu sonuca varıyor:

Biz Siyah kadınlar olarak, feminist kadınlar olarak var oluyoruz, şu an için sıkışmış halde birbirimizden bağımsız bir şekilde emek sarfediyoruz çünkü bu toplumda mücadelemiz bakımından asgari ölçüde uygun şartlar dahi yok–çünkü, en alttakiler olarak hiç kimsenin yapmadığını yapmak ve tüm dünyayla savaşmak zorundayız. [2]

Wallace, Siyah feministlerin konumuyla ilgili değerlendirmesinde, özellikle de çoğumuzun neredeyse tipik olarak karşı karşıya kaldığı yalnızlaştırmaya ilişkin vurguda, karamsar ama gerçekçidir. Bununla birlikte, devrimci eyleme doğru net bir sıçrama yapmak için en alttaki konumumuzu kullanabiliriz. Özgürlüğümüz tüm tahakküm sistemlerinin yok edilmesine bağlı olduğu için Siyah kadınlar özgür olsaydı, bu herkesin özgür olması gerektiği anlamına gelirdi.

Bununla birlikte feminizmde, varoluşumuza dair en temel varsayımlardan bazılarının, örneğin cinsiyetin güç ilişkilerinde bir etken olması gerekliliğinin sorgulanması Siyah insanların çoğunluğu açısından çok endişe vericidir. 1970’lerin başlarında yazılan Siyah ulusalcı bir broşürde erkek ve kadın rolleri şu şekilde tanımlanmıştı:

Evin reisinin şimdi de geleneksel olarak da erkek olduğunun bilincindeyiz. Erkek evin/ulusun lideridir çünkü erkeğin dünya bilgisi daha geniştir, farkındalığı daha fazladır, anlayışı daha derindir ve bu bilgileri uygulama biçimi daha akıllıcadır… Evini koruyup kollayarak devamlılığını sağlayabileceği için erkeğin evin reisi olması mantıklı tek seçenektir. Kadınlar erkeklerle aynı şeyleri yapamazlar–doğaları gereği farklı işlevleri vardır. Erkekler ve kadınların eşitliği soyut bir dünyada dahi gerçek olamayacak bir şeydir. Erkekler diğer erkeklerle yetenekleri, deneyimleri ve hatta anlayışları açısından eşit değildir . Erkeklerin ve kadınların değeri altın ve gümüşün değeri gibi düşünülebilir–eşit değildir ama ikisi de çok değerlidir. Kadın ve erkeğin birbirinin tamamlayıcısı olduğunu anlamalıyız çünkü erkek ve karısı olmadan ev/aile olmaz. Her ikisi de herhangi bir yaşam biçiminin gelişimi için gereklidir. [3]

Maddi koşulları, çok az Siyah kadını yaşamlarına az da olsa istikrar getirdiği varsayılan ekonomik ve cinsel düzenlemelere karşı çıkmaya yönlendirir. Çok sayıda Siyah kadın hem cinsiyetçilik hem de ırkçılık konusunda iyi bir kavrayışa sahiptir, ancak hayatlarının olağan kısıtları nedeniyle, her ikisiyle birden mücadele etme riskini alamazlar.

Bilindiği gibi, Siyah erkeklerin feminizme tepkisi oldukça olumsuz olmuştur. Siyah feministlerin kendi ihtiyaçları etrafında örgütlenme ihtimali elbette, Siyah erkeklerin Siyah kadınlardan daha fazla tehdit altında hissetmelerine yol açmıştır. Yalnızca kendi mücadelelerinde yer almış önemli ve çalışkan müttefiklerini kaybetmekle kalmayıp, aynı zamanda Siyah kadınlarla etkileşime girerken ve onları tahakküm altına alırken kullandıkları alışılmış cinsiyetçi yöntemleri değiştirmek zorunda kalabileceklerinin de farkındalar. Siyah feminizmin Siyah mücadelesini böldüğüne dair suçlamalar, özerk bir Siyah kadın hareketinin büyümesine karşı güçlü birer caydırıcı etmendir.

Yine de üç yıllık süreçte, yüzlerce kadın farklı zamanlarda topluluğumuzda faal olarak yer aldı. Ve aramıza katılan her Siyah kadın, hayatlarında daha önce mevcut olmayan bir olasılığa duydukları güçlü bir arzu ile gelişti.

NBFO3’nun ilk bölgesel doğu konferansının ardından 1974’ün başlarında bir araya gelmeye başladığımızda, bir örgütlenme stratejimiz, hatta bir odak noktamız bile yoktu. Sadece elimizdekileri görmek istedik. Aylarca görüşmediğimiz bir dönemin ardından, yılın sonlarında tekrar buluşmaya başladık ve yoğun bir şekilde bilinç-yükseltme yapmaya başladık. Sahip olduğumuz en baskın duygu, yıllar, yıllar sonra nihayet birbirimizi bulmuş olmaktı.Topluluk olarak politik çalışmalar yapmaya başlamasak da üyelerimiz Lezbiyen politikasına, kısırlaştırmanın kötüye kullanımı ve kürtaj hakkı çalışmalarına, Üçüncü Dünya Kadınlarının Uluslararası Kadınlar Günü faaliyetlerine ve Dr. Kenneth Edelin, Joan Little ve Inéz García hakkında açılan davalara yönelik destek eylemlerine katılmayı sürdürdü. Üye sayımızın önemli ölçüde düştüğü ilk yaz döneminde, geri kalanlarımız Siyah topluluk içinde şiddet görmüş kadınlar için bir sığınak açma olasılığına yönelik ciddi tartışmalara yoğunlaştı. (O zamanlar Boston’da sığınak bulunmuyordu.) NBFO’nun burjuva-feminist duruşuyla ve net bir politik odaktan yoksunluğuyla ciddi anlaşmazlıklarımız mevcut olduğu için bağımsız bir kolektif olmaya da o dönemde karar verdik.

O dönem aynı zamanda kürtaj hakkı faaliyetlerinde birlikte çalıştığımız ve bizi Yellow Springs’deki Ulusal Sosyalist Feminist Konferansı’na katılmaya teşvik eden sosyalist feministlerle iletişim halindeydik. Bir üyemiz Konferans’a katıldı ve bu konferans, öne çıkan ideolojinin darlığına rağmen, ekonomik koşullarımızı anlamamızı ve kendi ekonomik tahlillerimizi yapma ihtiyacını daha fazla hissetmemizi sağladı.

Sonbaharda bazı üyelerimiz geri döndüğünde, birkaç ay süren göreceli bir durgunluk dönemi yaşadık ve başlangıçta Lezbiyen-heteroseksüel ayrılığı olarak kavramsallaştırılan ama aynı zamanda sınıfsal ve politik farklılıkların sonucu olan bazı iç anlaşmazlıklarımız oldu. Yaz boyunca bir araya gelmeyi sürdürenler, bilinç-yükseltme ve salt duygusal destek topluluğu olarak faaliyet yürütmenin ötesine geçerek politik çalışma yapma konusunda kararlıydılar. 1976’nın başında, politik çalışma yapmak istemeyen ve görüş ayrılıklarını da dile getiren kadınların bir kısmı kendi istekleriyle aramızdan ayrılınca yeni bir odak arayışına girdik. Yeni üyelerin katılımıyla bir çalışma grubu haline gelme kararı aldık. Okumalarımızı birbirimizle her zaman paylaşıyorduk ve bu kararın alınmasından aylar önce bazılarımız topluluk tartışmaları için Siyah feminizm hakkında bazı yazılar kaleme almıştı. Bir çalışma grubu olarak çalışmaya ve yolumuza Siyah feminist bir yayınla devam etmenin imkanlarını tartışmaya başladık. İlkbaharın sonlarında hem politik tartışmaları hem de kişilerarası meselelerimizi çözmek için kendimize biraz zaman tanıdık. Şu anda Siyah feminist yazıları bir arada toplayacağımız bir derleme planlıyoruz. Politikamızın gerçekliğini diğer Siyah kadınlara göstermenin çok önemli olduğunu düşünüyoruz ve bunu çalışmalarımızı kaleme alıp yayararak yapabileceğimize inanıyoruz. Ülkenin her yerinde Siyah feministlerin birbirlerinden soyutlanmış halde yaşaması ve sayımızın azlığına rağmen yazma, basım ve yayıncılık konusunda bazı becerilerimizin olması, bu tür projeleri bir örgütlenme aracı olarak gerçekleştirme isteği duymamıza neden oldu. Siyah feministler olarak diğer gruplarla koalisyon halinde siyasi çalışmalar yapmaya da devam ediyoruz.

4. Siyah Feminist Meseleler ve Planlar
Birlikte geçirdiğimiz süre boyunca, Siyah kadınları özellikle ilgilendiren birçok meseleyi tespit ederek üzerinde çalıştık. Politikamızın kapsayıcılığı bizi kadınların, Üçüncü Dünya’nın ve emekçilerin yaşamlarını etkileyen tüm konularla ilgili hale getiriyor. Elbette bilhassa tahakkümde eşzamanlı unsurlar olan ırk, cinsiyet ve sınıf mücadeleleri üzerinde çalışmaya odaklamış durumdayız. Örneğin, Üçüncü Dünya kadınlarını istihdam eden bir fabrikada işyeri örgütlenmesine katılabilir ya da bir Üçüncü Dünya topluluğuna zaten yetersiz şekilde sağlanan sağlık hizmetini vermeyi kesen bir hastaneye karşı grev örgütleyebiliriz veya bir Siyah mahallesinde tecavüz kriz merkezi kurabiliriz. Sosyal yardım ve kreş için örgütlenmek de çalışmalarımızın odak noktası olabilir. Yapılması gereken çalışmaların çokluğu ve bunlara neden olan sayısız mesele, içinde bulunduğumuz tahakkümümün yaygınlığını bir nebze de olsa gösteriyor.

Kolektif üyelerinin hali hazırda üzerinde çalıştığı konular ve projeler; kısırlaştırmanın kötüye kullanılması, kürtaj hakları, şiddet gören kadınlar, tecavüz ve sağlık hizmetleridir. Bunların yanı sıra, üniversite kampüslerinde, kadın konferanslarında ve son süreçte liseli kadınlara yönelik olarak Siyah feminizm konusunda çok sayıda atölye ve eğitim gerçekleştirdik. 

Bizim için büyük bir endişe kaynağı olan ve kamuoyunda ele almaya başladığımız konulardan biri de, beyaz kadın hareketinin içindeki ırkçılık. Siyah feministler olarak, beyaz kadınların ırkçılıklarını anlamak ve bununla mücadele etmek için ne kadar az çaba harcadıklarını üzüntüyle görüyoruz; bu durum başka bir çok hususun yanı sıra ırk, renk ve Siyah tarihi ve kültürü hakkında yüzeysel bile denemeyecek bir kavrayışa sahip olmalarından kaynaklanıyor. Beyaz kadın hareketinde ırkçılığı ortadan kaldırmak, tanımı gereği beyaz kadınların yapması gereken bir iş, ancak bu konuda konuşmaya ve sorumluluk alınmasını talep etmeye devam edeceğiz.

Politikamızın uygulaması, amacın araçları her zaman haklı çıkardığına dair bir inanca dayanmıyor. “Doğru” politik amaçlara ulaşma gayesi adına çok sayıda yıkıcı ve gerici eylem gerçekleştirildi. Feministler olarak insanlara politika namına zarar vermek istemiyoruz. Kendi topluluğumuz içinde ve devrimci toplum vizyonumuzda, kolektif işleyişe ve gücün hiyerarşik olmayan bir şekilde bölüşümüne inanıyoruz. Uygulamamızın temel yönü olan eleştiri ve özeleştiri yoluyla gelişecek politikamızı sürekli olarak sorgulamaya kararlıyız. Kızkardeşlik Güçlüdür’ün girişinde Robin Morgan şöyle yazar:

Beyaz heteroseksüel erkeklerin devrimci rolü nasıl üstlenebilecekleri konusunda en ufak bir fikrim yok, çünkü onlar gerici-yerleşik-çıkar-gücünün tam olarak somutlaşmış hali.

Siyah feministler ve Lezbiyenler olarak oldukça belirgin bir devrimci görevimiz olduğunu biliyoruz ve bizi bekleyen yaşam boyu sürecek çalışma ve mücadeleye hazırız.

[1]Bu ifade Nisan 1977 tarihlidir.

[2] Wallace, Michele. “A Black Feminist’s Search for Sisterhood,” The Village Voice, 28 July 1975, s. 6-7.

[3] Mumininas of Committee for Unified Newark, Mwanamke Mwananchi (The Nationalist Woman), Newark, N.J., ©1971, s. 4-5.

Çevirenlerin Notları:

1 Kolektif ismini, ABD’de kölelik karşıtı mücadelenin önemli safhalarından biri olan Amerikan İç Savaşı sırasında eski bir kadın köle olan Harriet Tubman önderliğinde gerçekleştirilen ve Güney Carolina’da 750 kölenin özgürleştirilmesini sağlayan Combahee Nehri Baskınından almıştır. Bildiride siyah feminist hareketin öncüleri arasında sayılan Tubman aynı zamanda iç savaş öncesinde “Yeraltı Demiryolu” olarak adlandırılan, güneydeki köleleri kuzeye kaçırarak özgürleştiren hareketin önde gelen bir üyesidir. (Ç.N.)

2 Metnin aslında tarih kelimesi “history” yerine “herstory” olarak kullanılmıştır. Eril dilde değişim çabasının bir örneği olan bu anlatım farkı, cümleye parantez içindeki “feminist bir bakış açısıyla aktarılan” ifadesi eklenerek çeviriye aktarılmaya çalışılmıştır.( Ç.N.)

3 NBFO, National Black Feminist Organization (Ulusal Siyag Feminist Örgüt)’ün kısaltmasıdır. (Ç. N.)

Rus Feministlerden Savaş Karşıtı Manifesto

Bu metin, Ukrayna’daki işgale ve savaşa karşı birleşen Rus feministlerin manifestosudur. Feminizm, Rusya’da Vladamir Putin tarafından başlatılan zulüm dalgasının altında yok edilemeyen az sayıdaki muhalif hareketten biri. Şu an Rusya’da en az 30 kentte bir kaç düzine feminist grup örgütlü bulunuyor. Bu metinde, Rusya çapındaki savaş karşıtı hareket içinde yer alan feministler, tüm dünyadaki feministlere Putin hükümeti tarafından başlatılan askeri saldırganlık karşısında birleşme çağrısı yapıyor.

Çeviri: Çatlak Zemin

Kaynak: Jacobin

Bu harekatın hazırlığı uzun bir süredir yapılmaktaydı. Rus birlikleri aylardır Ukrayna sınırına doğru hareket halindeydi. Ülkemiz hükümetiyse askeri bir saldırı olasılığını inkar ediyordu. Şimdi bunun bir yalan olduğunu görüyoruz.

Rusya komşusuna savaş ilan etti. Ukrayna’ya ne kendi kaderini tayin hakkını ne de barışçıl bir yaşam umudu tanıdı. Bizler—bir kez daha—son 8 yılda Rusya hükümetinin inisiyatifiyle bir savaşın yürütülegeldiğini ifşa ediyoruz. Donbas’taki savaş, Kırım’ın yasal olmayan ilhakının bir sonucu. Luhansk ve Donetesk halklarının hiçbir zaman Rusya ve liderinin umurunda olmadığına, 8 yıl sonra bu cumhuriyetlerin tanınmasının Ukrayna’yı özgürleştirme kisvesi altında işgal etmenin bahanesi olduğuna inanıyoruz.

Rusya vatandaşları ve feministler olarak bu savaşı kınıyoruz. Politik bir güç olarak feminizm, saldırgan bir savaşın ve askeri işgalin yanında olamaz. Rusya’daki feminist hareket; kırılgan gruplar için, içinde şiddete ve askeri çatışmalara yer olmayan, fırsat ve imkan eşitliğinin tesis edildiği, adil bir toplum kurma mücadelesi vermekte.

Savaş şiddet, yoksulluk, zorla yerinden etme, darmadağın olan hayatlar, güvensizlik ve geleceksizlik demek. Savaşın feminist hareketin temel değerleri ve hedefleri ile uzlaştırılması mümkün değil. Savaş toplumsal cinsiyet eşitsizliğini katlar ve yıllar içinde edinilmiş insan hakları alanındaki kazanımları geriletir. Savaş beraberinde sadece bombaların ve kurşunların şiddetini değil, cinsel şiddeti de getirir: Tarihin bize gösterdiği gibi, savaşlar sırasında tecavüze uğrama riski her kadın için katbekat artar. Bunlar ve daha birçok başka sebeple Rus feministleri ve feminist değerleri paylaşanlar, ülkemiz yönetimi tarafından başlatılan bu savaşa karşı güçlü bir karşı çıkış geliştirmelidir.

Bu savaş, Putin’in konuşmalarından anlaşıldığı üzre, hükümet ideologlarının öne sürdüğü “geleneksel değerler” uğruna başlatıldı—Rusya’nın sözümona tüm dünyada bu değerlere biat etmeyi reddedenlere ya da başka değerleri benimseyenlere karşı şiddet kullanımını da içerecek şekilde misyonerliğini yapmaya soyunduğu değerler uğruna. Bu “geleneksel değerler”in toplumsal cinsiyet eşitsizliğini, kadınların sömürülmesini ve patriyarkanın katı normlarına uymayan herhangi bir yaşam, kendini-tanımlama ve eyleme biçimine karşı devlet baskısını içerdiği, eleştirel düşünce kapasitesine sahip olan herkes için apaçık. Komşu bir ülkeyi işgalin meşrulaştırma aracının bu çarpık normları dayatma arzusu ve bir “özgürleştirme” demagojisi olması, Rusya çapında tüm feministlerin bütün enerjileriyle bu savaşa karşı durmaları için bir başka sebep.

Bugün feministler Rusya’da aktif kalabilen birkaç politik güçten biri. Uzun bir zamandır Rus yetkililer bizi tehlikeli bir politik hareket olarak görmedi, dolayısıyla diğer politik gruplara nazaran bir süreliğine devlet baskısından görece az etkilendik. Şu an Kaliningrad’dan Vladivostok’a, Rostov-on-Don’dan Ulan-Ude ve Murmansk’a kadar ülke çapında 45’den fazla farklı feminist grup örgütlü faaliyetini sürdürüyor. Rusya’daki tüm feminist grupları ve bağımsız feministleri Savaşa Karşı Feminist Direniş’e katılmaya ve aktif biçimde savaşa ve bu savaşı başlatan hükümete karşı durmaya, dünya çapında tüm feministleri de bu direnişimize katılmaya çağırıyoruz. Çoğuz; birlikte çok şey başarabiliriz. Feminist hareket son on yılda inanılmaz bir medya ve kültür gücüne ulaştı; şimdi bunu politik bir güce dönüştürmenin zamanı. Savaşa, otoriteryanizme ve militarizme karşı muhalefet biziz. Gelmekte olan gelecek, bizleriz.

Tüm dünya feministlerine çağrımızdır:

  • Ukrayna’daki savaşa ve Putin diktatörlüğüne karşı barışçıl gösterilere katılın, çevrim-içi veya çevrim-dışı kampanyalar başlatın ya da kendi eylemlerinizi gerçekleştirin. Savaşa Karşı Feminist Direniş sembolünü ve #FeministAntiWarResistance, #FeministsAgainstWar hashtag’lerini materyal ve yayınlarınızda kullanabilirsiniz.
  • Ukrayna’daki savaş ve Putin’in saldırganlığı hakkındaki bilgileri yayın. Şu anda tüm dünyanın Ukrayna’yı desteklemesine ve her koşulda Putin’in rejimini reddetmesine ihtiyacımız var.
  • Bu manifestoyu başkalarıyla paylaşın. Feministlerin bu savaşa ve herhangi bir savaşa karşı olduklarını göstermemiz gerek. Putin rejimine karşı birleşmeye hazır Rus aktivistlerinin olduğunu göstermemiz de elzem. Hepimiz şu anda devletin zulmüne karşı tehlike içindeyiz ve desteğinize ihtiyacımız var.

Savaş Karşıtı Feminist Direniş

Başlık İmdat Freni tarafından değiştirilmiştir.

Savaşa Karşı Feminist Direniş’in daha fazla bilgi paylaştığı (Rusça) bir telegram kanalı mevcut.

Görsel:   © Avtozaklive

İstanbul Sözleşmesi’ne Yönelik Saldırılara Karşı UlusÖtesi Bir Yanıt – EAST

11 Nisan tarihinde Türkiye, Polonya, Yunanistan, İtalya, Bulgaristan ve Romanya’dan EAST (Essential Autonomous Struggles Transnational- UlusÖtesi Hayati Özerk Mücadeleler) üyeleri, kadınlar ve LGBTİ+ bireyler, Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı üzerine kamuya açık bir toplantıda bir araya geldiler. Bu toplantı kadınların ve LGBTİ+ bireylerin özgürlüğü mücadelemizi ulusötesi düzeyde örgütlemek için yapıldı.

Erdoğan’ın bir gece yarısı kararıyla İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesi tüm kadınlara gönderilmiş net bir mesajdır: “kadınlara karşı erkek şiddeti ailenin ve aile düzeninin ana ilkesi olarak kabul edilmelidir”. EAST, Türkiye’de mücadele eden kadınlarla birlikte, tüm kadınları,  temel işkollarındaki işçileri, göçmenleri ve LGBTİ+ bireyleri Avrupa’nın dört bir köşesinde ve daha da ötesinde yaşamakta olduğumuz patriyarkal saldırılara karşı hep birlikte ulusötesi bir tepkiyi örgütlemeye çağırmaktadır. İstanbul Sözleşmesi’nin onaylanması, ilkelerinin uygulandığı anlamına gelmediği gibi, anlaşmanın uygulanmaması karşısında herhangi bir yaptırım sunmayan böyle bir belge de patriyarkal şiddete karşı bir çözüm olmayacaktır. Ancak, söz konusu belgenin yıllardır süren ulusötesi feminist mücadelelerin sonucu olarak ortaya çıktığını ve sözleşmeden geri çekilmenin de hepimize karşı doğrudan bir saldırı olduğunu biliyoruz.

Erdoğan’ın kadınların özgürlüğüne yönelik saldırısı yalıtılmış bir olay değildir. Saldırılar İstanbul Sözleşmesi ile başlamadığı gibi, kadınların bin bir zorlukla kazanılmış hak ve özgürlüklerine yönelik diğer saldırıları devam ettirmektedir ve kadınların hayatları üzerindeki kritik etkileri de ortaya çıkmaya başlamıştır: tedbir kararlarının alınabilmesi zorlaşmış ve uzaklaştırma kararlarının süresi de kısalmıştır. Patriyarkal şiddet biz konuşurken bile yoğunlaşmaktadır. Bu saldırı Avrupa çapında ve ötesindeki muhafazakâr siyasal figürlerin ve hükümetlerin kadınlara ve LGBTİ+ bireylere yönelik olarak sürdürdükleri örgütlü bir politikalar ve eylemler setinin tam ortasına denk gelmiştir. Polonya’da, hükümet yakın zaman önce yasal kürtaj olma hakkını daha da kısıtlayan bir yasayı kabul ederken, kadınlar buna ulusötesi yankılar yaratan olağanüstü bir tepki ile yanıt verdiler. 30 Mart’ta, Polonya Parlamentosu, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmeye yol açacak alternatif bir sözleşmeyi tasarlamak üzere, “Aileye Evet, toplumsal cinsiyete hayır” adı verilen bir yasayı kabul etti. Tüm Doğu ve Orta Avrupa’da, Sözleşme 2017 sonundan bu yana saldırıya uğruyor ve Bulgaristan, Slovakya, Macaristan gibi ülkelerde, kadın örgütlerinin ev içi ve toplumsal cinsiyet temelli şiddete karşı yürüttükleri uzun vadeli mücadelelere rağmen, onaylanmamış durumda. Bütün bunlar Yunanistan, İtalya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti ve diğer bazı ülkelerde uygulanan ve geleneksel aileyi kadınların özgürlüğünün önüne koyma fikrini hakim kılmak için tasarlanan politikalarla ele ele gidiyor. Birçok yerde, şiddetten kaçan kadınlara yönelik kadın sığınaklarının finansmanı kesiliyor ve artık boşanmak veya kadınların tacize uğradıkları ilişkilerde velayet almak giderek zorlaşıyor. Birçok yerde, ücretsiz ve yasal kürtaj olmak neredeyse imkânsız.

Avrupa çapında ve ötesinde yaşanmakta olan bu koordine saldırı küresel bir pandeminin tam ortasında meydana gelmektedir. Birçokkadın açısından, kapatma ölümcül bir kafesin içinde yaşamak anlamına gelmiştir. Pandemi hükümetler tarafından kadınları “geleneksel” yerlerine: eve, ailenin bakımına geri döndürmek için bir fırsat olarak kullanılmıştır. Bizler, sağlık bakımında, temizlikte, ev içi işlerde, toplumu ayakta tutan en temel işleri yerine getirenler olduğumuzdan bu durum daha da katlanılamaz niteliktedir. Kapitalist toplumlar bizim bu sektörlerdeki düşük ücretli emeğimize olduğu kadar, evdeki karşılıksız emeğimize de ihtiyaç duyuyorlar. Bu saldırılar elbette açıkça bizim “doğal” yükümlülüklerimiz sayılan şeylerden kaçma girişimlerimize yönelik saldırılardır. Ayrıca, temel işlerde çalışmayanlarımız da kitlesel biçimde işten çıkartılmış, bu da partnerlerimize olan ekonomik bağımlılığımızı, güvencesizliğimizi ve yalıtılmışlığımızı pekiştirmiştir.

İlerici ve liberal Batı ve geri kalmış ve gayrı medeni Doğu arasındaki sömürgeci kültürel çatışma retoriğini reddediyoruz. Ortak ama farklı ezilmişlik deneyimlerimiz, sürekli olarak, dünyanın her yerinde kapitalist birikim süreçlerini korumak için uygulanan yapısal mekanizmaların saldırısı altında olduğumuzu göstermektedir. Bu bağlamda, Avrupa Birliği de, Erdoğan rejimi mültecileri AB sınırları dışında tuttuğu sürece, kadınlara yönelik bu saldırılara gözlerini kapatmaya hazırdır. İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı, erkek şiddetinden kaçan kadınların sığınma elde etme imkânını ortadan kaldıracaktır ve Avrupa sınırlarındaki, Libya’dan Fas’a, Türkiye’den Balkan Rotası’na uzanan bir alandaki gözetim kamplarında, gebe kadınlara yönelik erkek ve devlet şiddeti gün be gün artmaktadır. Avrupa sınırlarını geçtiklerinde ise, oturum izni ve ailevi durum veya çalışma sözleşmesi arasındaki bağlantılar, kadınları – şiddet uygulasalar bile- partnerlerine veya aile üyelerine bağlı tutmakta ve katlanılamaz çalışma ve ücret koşullarına mahkûm etmektedir.

Batı Avrupa’daki birçok ülkedeki refah sistemlerinin, özellikle Orta ve Doğu Avrupa’dan gelen, yüz binlerce göçmen kadının ucuz ev içi emeği olmadan çökeceğinin farkındayız. Bu kadınlar hükümetleri tarafından ailelerinin rahatını bozmakla suçlanmaktadır. Aynı zamanda, sömürüldükleri, taciz edildikleri ve kurumsal ırkçılığa maruz bırakıldıkları varış ülkelerinde de, daha iyi koşullarla karşılaşmıyorlar. AB’nin kadınların ve LGBTİ+ bireylerin haklarının savunucusu olarak hareket ettiği yalanını kabul etmiyoruz, çünkü AB hükümetleri her gün öldürülmemize ve tecavüze uğramamıza, sömürülmemize, aşırı çalıştırılmamıza ve ayrımcılığa uğramamıza imkân sunmaktadır.

LGBTİ+ bireylere ve “toplumsal cinsiyet ideolojisi” olarak adlandırdıkları kavrama yönelik tüm saldırıları kınıyoruz; LGBTİ+ bireylerin ve toplumsal cinsiyet ideolojisi denilen kavramın kriminalize edilmesi “geleneksel aileyi” herkesin kaçınılmaz kaderi olarak savunmak ve güçlendirmek anlamına gelmektedir; oysakadınlar, özellikle de göçmen kadınlar ve LGBTİ+ bireyler zaten pratikte buna isyan etmektedir. Neoliberal ve muhafazakarlar, ailenin, sadece sembolik bir kurum olarak değil, dağılmakta olan refah sistemleri karşısında yoksulluğa çözüm olarak şiddet yoluyla yeniden üretilmesini teşvik ediyorlar. Bu koşullar altında, toplumsal cinsiyet rollerinin pekiştirilmesi demek, erkeklerle kadınlar arasındaki hiyerarşinin korunması demektir: erkek şiddetinin İstanbul Sözleşmesi’nin iptali yoluyla meşrulaştırılması, erkeklere ve patriyarkal kurumlara anneler, eşler veya kız evlatlar olarak kendilerine biçilen “doğal” rollere uymadıklarında kadınları cezalandırma yetkisi verilmesi demektir.

Yüksek sesle ilan ediyoruz ki kadınların aile içindeki baskılara, LGBTİ+ bireylerin suçlu ilan edilmelerine karşı ve cinsel özgürlükler için verdiğimiz mücadele, ortak bir mücadeledir ve ortak bir hedefe sahiptir: patriyarkal toplumun neo-liberal yeniden üretimini yerle bir etmek!

Korkmuyoruz çünkü bizler her gün şiddete karşı mücadele ediyoruz. Bugün bu mücadelenin Doğu’dan Batı’ya, Kuzey’den Güney’e daha güçlü bir ulusötesi örgütlenmeyi gerekli kıldığı her zamankinden daha açıktır. Yeminli düşmanlarımıza diyoruz ki: Kaç, kaç, kaç, kadınlar geliyor!

Yazdan önce güçlerimizi birleştirmek ve ulusötesi bir seferberliği örgütlemek için, 23 Mayıs günü yeniden toplanacağız (daha fazla bilgi için bizleri facebook adresinden takip edebilirsiniz: https://www.facebook.com/EASTEssentialStruggles)

Bu açıklamayı imzalamak isteyen kolektifler ve örgütler şu adrese imzalarını gönderebilirler: essentialstruggles@gmail.com

Kaynak: https://www.transnational-strike.info/2021/04/28/istanbul-sozlesmesine-yonelik-saldirilara-karsi-ulusotesi-bir-yanit/?fbclid=IwAR0EscfXT9jOoQucr7uZNKqKRN_7cu4E0NMsmbEHSxUDfPQNWM1QBGKyvvA

Bir Adım Dahi Geri Atmayacağız! Dünyayı Kazanacağız! -Yeniyol’dan Kadınlar

Her günümüzün haklarımız, yaşamımız ve geleceğimiz için mücadele ederek geçtiği şu dönemde dayanışmamızı büyüterek meydanları doldurduğumuz 8 Mart’ta da taleplerimizi ve isyanımızı bir kez daha haykırıyoruz. Haykırmaktan, mücadele etmekten asla vazgeçmeyerek eşit ve özgür bir yaşamı kuracağımızı biliyoruz. 

Dünyayı saran kadın ve queer hareketinin kazanımlarıyla elde ettiğimiz hakları yok etmek isteyenlere karşı geri adım atmayacağımızı bildiriyoruz. Seçim malzeme yaptıkları İstanbul Sözleşmesi’nden de özgürce girdiğimiz üniversitelerden de vazgeçmeyeceğiz ve hayatımızı savunacağız, kadın üniversitesi gericiliğinin önünde dimdik duracağız! LGBTİ+ fobik siyasete ve söylemlere izin vermeyeceğiz. Bir kimsenin yaşamının bir diğerinden değerli atfedildiği ataerkil düzeni yıkıyoruz, tamamen yok olana kadar da savaşımızı sürdüreceğiz! Emeğimizi yok sayanlara, bizleri evlere hapsetmeye çalışanlara geçit vermeyeceğiz. Şiddetin her türlüsüyle olan mücadelemizi yükseltiyoruz, yükseltmeye de devam edeceğiz. İşyerlerinde cinsiyetimiz, yönelimimiz, yaşam biçimimiz nedeniyle uğradığımız tüm ayrımcılıkların misliyle hesabını soracağız! Pandemi sürecinde bile öncelikli olarak kadınların, LGBTİ+’ların yaşamlarını değersizleştirerek haklarını uygulamamak için elinden geleni yapan tüm devletlerle ve politik figürlerle olan mücadelemiz sürüyor ve sürecek! 6 Mart’ta gözaltına alınan translara yönelik uygulanan ayrımcı politikaları da tanıyor ve biliyoruz, bu ayrımcı politikaları tarihten sileceğiz! Alışın buradayız; yaşamımızı savunmaktan vazgeçmiyoruz!

İstanbul Sözleşmesini uygulatacağız!

Boğaziçi Üniversitesi’nde onurlu bir direniş yürüten tüm arkadaşlarımızı geri alacağız!

Kayyumlar gidecek biz kalacağız!

Mücadelemizden bir adım geri atmayacağız!

Yeniyol’dan Kadınlar 

“Kazanımla Sonuçlanması Çok Tehlikeliydi”: Kadıköy Grevini İşçi Kadınlar Anlatıyor

Kadıköy Belediyesine bağlı olarak çalışan DİSK’li kadın temsilciler geçtiğimiz hafta yaşanan grev sürecine dair ayrıntılı bir açıklama yayınladı.

Sendikanın bir siyasi partinin talimatı doğrultusunda temsil ettiği işçinin iradesini yok saydığının vurgulandığı açıklamada “koltuk kavgası yapanların, işçiye ihanet etmiş bir sendikanın yöneticilerini eleştirmeye cesaret edemeyip temsilcileri istifaya çağırmasına kulak asmayacağız; meydanı, işçi sınıfını arkadan vuranlara bırakmayacağız” denildi.

Açıklamanın tam metnini okurlarımızın ilgisine sunuyoruz.

Biz, DİSK’e bağlı Genel-İş Sendikası Anadolu Yakası 1 No’lu Şube üyesi kadınlarız. Aralık 2019’da yapılacak şube yönetimi seçimi için salt erkeklerden oluşan blok listeler hazırlanmasının cinsiyetçilik olduğunu dile getirdik ve sendikanın ataerkil yapısına dikkat çekmek amacıyla Mor Liste adında, salt kadınlardan oluşan bir blok listeyle seçime girdik. Seçimi kazanamadık ama birkaç ay sonra yapılan temsilci seçimlerinde daha çok kadının aday olup seçilmesini sağladık. Bu metni, o temsilciler olarak kaleme alıyoruz. 

Temmuz 2020’de, Kadıköy Belediyesi’nin, daha önce taşeron şirket çalışanı olup 2018’de KHK ile belediye şirketi KASDAŞ’a geçirilen işçiler ve KHK’dan sonra işe girenlerle birlikte toplam 2.300 işçisinin yeni toplu iş sözleşmesi (TİS) süreci başladı. Temsilciler olarak, TİS taslağı üzerinde çok çalıştık. Temsilci kadınlar olarak ise, taslağı toplumsal cinsiyet eşitliği bakımından ele aldık ve yoğun bir çalışma sonucunda bazı talepler belirledik. Eşit temsil talebimiz en başta elense de, 7 ay süren müzakerelerde, talep ettiğimiz hakların pek çoğunu elde ettik. Kadın erkek tüm personelin çocuklarına ücretsiz kreş hakkı, kadın istihdamı açısından elde ettiğimiz en önemli kazanım oldu. 

Gelgelelim bu ve benzeri idari maddeler uzun uzun tartışılırken, müzakere masasında Kadıköy Belediyesi’ni temsil eden Sosyal Demokrat Kamu İşverenleri Sendikası SODEMSEN ücret maddeleri ile ilgili ayrıca bir paket hazırladığını ve bize onu sunacağını söyleyerek bizi açıkça oyaladı. Dahası, her maddeyi elden geçirmiş olduğumuz, talep ettiğimiz ücretlerin çok yüksek olduğu ve müzakerelere temsilci katılımının fazla olduğu gerekçeleriyle masadan kalktı ve müzakereler bu yüzden 2 ay kesintiye uğradı. 

TİS’ten beklentimiz, haliyle, ücretlerin ve sosyal hakların iyileştirilmesiydi. Çalışanların maaşları arasındaki uçurumun kapanmasını, eşit işe eşit ücret politikasının hayata geçirilmesini istiyorduk. Ayrıca haftalık 40 saat çalışma süresinin tüm işçileri kapsamasını ve Cumartesi’nin de hafta tatili sayılmasını talep ettik. Ücretlerde uçurumun kapanması için bir taban ücret belirlendi. Şube yönetimi, 696 sayılı KHK ile taşerondan belediye şirketi KASDAŞ’a geçerken hak kaybına uğrayan işçilerin yaşadığı kaybı az da olsa telafi edecek bir taban ücret belirledi. Ayrıca birinci yıl %20, ikinci yıl %20 zam talep ettik. Türkiye’de resmî enflasyon oranı %15, gerçek enflasyon oranı ise %35 ila %50’dir. 

Tüm uzlaşma çabalarımıza karşın TİS süreci tıkandı ve 5 Şubat itibarıyla grev kararını astık. Greve çıkmak için yasal süre olan 15 Şubat gecesine dek işverenin masaya makul ücret maddeleriyle döneceğine dair umudumuzu yitirmedik. 15 Şubat günü kurulan müzakere masasında bize en düşük ücret olarak sunulan rakam, geçen TİS ile aldığımız net 275 TL’lik seyyanen zammın yedirilmiş olduğu 3.100 TL’ydi. Zam oranı olarak da %7 teklif edildi. İşçinin iradesi doğrultusunda bu rakamları kabul etmediğimiz için SODEMSEN masadan tamamen kalktı ve biz de 16 Şubat 00.01’de resmen greve çıktık. 

Bunun üzerine Kadıköy Belediye Başkanı sosyal medya üzerinden kamuoyuna duyuruda bulunarak, işçinin, teklif edilen 4.972 TL ücret ve %38 zammı kabul etmeyerek greve çıktığını duyurdu. Bu duyuru üzerine şube yönetimi ve onlarca temsilci bir araya gelerek hesap kitap yapmaya ve başkanın masada konuşulan rakamlardan bu rakama nasıl ulaştığını bulmaya çalıştık ama kendisinin yaptığı gibi her türlü ek ödemeyi içine katsak da işin içinden çıkamadık.

Bu süreçte başta İstanbul Büyükşehir Belediyesi olmak üzere CHP’li ilçe belediyelerin çöp toplama araçları grevi kırmak üzere Kadıköy’e yönlendirildi. Onlara bu grevin yalnızca bizim haklarımız için değil onların hakları için de yapıldığını anlattık. Nitekim, söz konusu belediye yönetimleri Kadıköy’de işçinin kazanımıyla sonuçlanacak bir hak mücadelesinin kendi belediyelerine de sirayet edeceğini gayet iyi biliyordu. Fakat biz, 29 Ocak 2021 tarihinde önce DİSK Genel Merkezi’nde, ardından 14 belediye başkanının da katılımıyla CHP İstanbul İl Başkanlığı’nda yapılan toplantılarda sendika şube yöneticilerimizle tam olarak ne konuşulduğunu elbette bilmiyoruz. Yine de, belediye işçilerini temsil eden bir işçi sendikasının, özellikle de süregelen gergin bir TİS sürecinde, işveren tarafını en üst düzeyde temsil eden aktörlerle bir araya gelmesinden büyük rahatsızlık duyduk. Partinin belirlediği asgari ücret 3.100 TL olduğu için sendikanın bu çizgiyi aşmaması yönünde uyarıldığını tahmin ediyoruz. İşçiyi her-şey-dahil bir asgari ücrete ikna etmek elbette sendikanın göreviydi. 

17 Şubat günü sabaha karşı Genel-İş Genel Merkezi’nden Engin Sezgin, Çetin Çalışkan ve Nevzat Karataş geldi. Şube yönetimi ve temsilciler olarak onlarla bir araya geldik. Müzakerenin artık doğrudan belediye başkanı ile kendileri arasında yürüyeceğini fakat işçinin ve temsilcilerin onaylamadığı hiçbir şeyin altına asla imza atmayacaklarını vurguladılar. Grev konusunda içimizin rahat olmasını söylemeleri üzerine sendikanın bize grev fonundan bir ödeme yapıp yapmayacağını sorduğumuzda ise öyle bir fon olmadığını, tüzükte böyle bir şey bulunmadığını (Genel-İş Tüzüğü, 57. Madde Grev Fonu), zaten buna elveren bir bütçeleri de olmadığını belirttiler.

17 Şubat günü, teklif edilen ücret ve zam teklifine ilişkin dezenformasyonu dağıtmak ve işçi tarafı olarak hakikatleri dile getirmek için büyük çaba sarf ettik. Sosyal medya sayesinde sesimizi duyurmayı başardık. İşçiye karşı kışkırtılan Kadıköy halkı başta olmak üzere, öğrenciler, sol partiler ve STK’lar bizimle dayanışma içinde olduklarını açıklamaya başladı. Kadıköy halkı belediye binasına gelerek bizimle dayanışmak için örgütlendi. Greve çıkan fabrika işçisi nasıl üretimi durdurarak üretimden gelen gücünü kullanıyorsa, belediye işçisi de hizmet üretmeyi durdurur ve bu, o belediyenin hizmet götürdüğü halkın yaşam kalitesini kısa sürede düşürür. Kadıköy halkının, üretimden gelen gücünü kullandığı ve yaşam kalitesini düşürdüğü için belediye işçisine tavır alacağı hesaplanmıştı fakat Kadıköy halkı, Kadıköy’ü emeğiyle yaşanır kılan işçiyi emekçiyi sahiplendi, onun yanında yer aldı. İlerleyen günlerde, kendileri de TİS sürecinde olan Ataşehir, Kartal ve Maltepe belediye işçileri ve başka belediyelerin işçilerinin Kadıköy Belediyesi binasının bahçesinde bir araya gelmesi kaçınılmaz görünüyordu. Fakat bu, Türkiye’nin hak mücadelesi tarihine geçecek büyüklükte bir direniş olurdu. 

18 Şubat günü sabaha karşı sendika şube yöneticileri biz temsilcileri yine toplantıya çağırdı. Şube yöneticileri, genel merkezin, biz istesek de istemesek de 3.200 TL ve %8 zammı içeren sözleşmenin altına imza atacağını bildirdiğini, belki de çoktan atmış olduğunu iletti. Hepimiz yıkılmıştık. Genel merkezin kendilerini ezip geçtiğini, kendilerinin de artık köprüleri yaktığını ve ertesi gün toplu istifa edeceklerini söylediler. Biz de temsilciler olarak toplu istifa edeceğimizi, temsil yetkimizin gasp edildiği bu durumda en doğrusunun bu olduğunu söyledik. Açıklama yapmak üzere işçi saat 10.00’da belediye binasının bahçesine çağrıldı.

Açıklama sırasında şube yönetimi tarafından işçiye, 5.570 TL ücret teklif edildiği aktarıldı ve bunun fena bir sözleşme olmadığı ama yine de şubenin bunu kabul etmeyeceği, müzakerenin sürdüğü söylendi. Biz temsilciler olarak, daha birkaç saat önce duyduklarımızla ilgisi olmayan bu sözler karşısında şaşkına döndük. Müzakere çoktan bittiği halde işçiye müzakerenin devam ettiği söylendi. Şube yönetimi bize gözyaşları içinde aktardığı yenilgiyi birkaç saat sonra işçiye kazanım olarak yansıttı. Genel merkezin dahlini kısmen açıklayarak kendisinin bu işte hiçbir payı olmadığını vurguladı. Hiçbir şube yöneticisi istifa etmedi.

İşçiye sözleşmenin imzalandığı beyan edildikten sonra tekrar toplandık. Yasal fakat meşruiyeti olmayan bu sürecin ifşa edilip edilmeyeceği kendilerine sorulduğunda, edilmesi gerektiğinde hemfikir olduklarını söylediler fakat gerek müzakere masasında gerekse grev boyunca temsilcilerle yapılan toplantılarda telaffuz edilen 3.200’ün işçiyi iyi bir sözleşme imzalandığına ikna etmek için 5.500’e nasıl çıkarıldığının açıklaması yapılamadı. Net ücret hesaplanırken yol ve yemeğin bu ücrete katılamayacağını net bir şekilde vurgulayan şube yönetimi, işçiyi muhtemelen çoktan imzalanmış olan sözleşmeye ikna etmek için telaffuz ettiği ücrete yol, yemek, ne varsa katmıştı. 

19 Şubat sabahı boyunca işçi, imzalanan sözleşme sonucunda ne kadar ücret alacağını hesaplamaya çalıştı fakat işçi de bu şaibeli hesabın içinden çıkamadı. Ancak öğlen saatlerinde elimize ulaşan tutanakta 30 günlük taban ücretin 3.455,70 TL, zam oranının ise %8 olduğunu gördük.

Bu süreç bize her şeyin sınıfsal olduğunu bir kere daha tüm çıplaklığıyla gösterdi. Kamuoyu desteğinin önüne geçmek için karalama kampanyasına maruz bırakıldık. Kadıköy Belediyesi işçisi her gün emek verdiği Kadıköy’ün halkıyla karşı karşıya getirildi. Sendikamız, bir siyasi partinin talimatı doğrultusunda temsil ettiği işçinin iradesini yok saydı. Kadıköy Belediyesi işçilerinin grevi, başta diğer CHP’li belediyelerin işçileri olmak üzere tüm işçiler için emsal teşkil etme potansiyeline sahipti, işçi lehine kazanımla sonuçlanması çok tehlikeliydi. Bu nedenle yukarıdan müdahaleyle önüne geçildi, bastırıldı. 

Genel-İş Genel Merkezi ve şube yöneticilerimizin gerek yukarıdan gelen baskı gerekse kendi çıkarları doğrultusunda sonlandırdıkları bu TİS sürecinin greve evrilmesi, işçinin inancını ve güvenini arkasında hisseden temsilcilerin çabasıyla oldu. Öte yandan temsilciler olarak deneyimsizlikten kaynaklandığını düşündüğümüz hatalar da yaptık. Bunları da burada dile getirmenin, ileride hem bizim hem de diğer belediyelerin aynı hataları tekrarlamasının önüne geçeceğini umuyoruz. Birincisi, greve çıktığımız anda daha örgütlü olmalıydık. Görev dağılımı iyi yapılmış bir grev komitesi hazır olmalıydı. Bu komitenin en az iki üyesi, şubenin katıldığı toplantılara katılmalı, bu şekilde şeffaflık sağlanmalıydı. İkincisi, sendika genel merkezinin sürece dahil olmasına en başta itiraz etmeliydik. Üçüncüsü, temsilciler olarak istifa etmeyi düşünmemiz yanlıştı. Deneyim kazanmış temsilciler olarak kalmalı ve bu durumun sorumlusu olan aktörlerden hesap sormalı, yapıyı dönüştürmek için mücadele etmeliyiz. Koltuk kavgası yapanların, işçiye ihanet etmiş bir sendikanın yöneticilerini eleştirmeye cesaret edemeyip temsilcileri istifaya çağırmasına kulak asmayacağız; meydanı, işçi sınıfını arkadan vuranlara bırakmayacağız. 

Gelinen nokta, biz işçileri ümitsizliğe, yılgınlığa sevk etmemeli. Sürecin kendisi bize umut verdi. 2.300 işçiden tek bir kişi bile grev kırıcı olmadı, dahası greve etkin bir şekilde katıldı. -3 derece soğukta, karda kışta yüzlerce işçi bir araya gelerek grevine, hak mücadelesine sahip çıktı. Biz, Türkiye tarihi boyunca şiddetle veya şiddetsiz bastırılan işçi direnişlerinin hangi korkuyla bastırıldığını ilk elden gördük. İşçinin karşısında, irili ufaklı çıkarları doğrultusunda saf tutanlar korkmakta haklı. Bilin ki örgütlü emek, karşısında duran hiçbir kişi, kurum ya da örgüte pabuç bırakmayacak. İşçi kadınlar olarak sözümüze güvenebilirsiniz. 

8 Mart için Hayati Grev Manifestosu – E.A.S.T.

Bizler tüm dünyayı pandemiden kurtarmak için hayati rol oynayan kadınlarız. Hayati işleri yapıyoruz, ancak kendimiz sefil koşullarda yaşıyoruz: Emeğimiz düşük ücretlendiriliyor, hak ettiği değeri görmüyor; haddinden fazla çalışıyoruz ya da işsiziz; fazlasıyla kalabalık yerleşimlerde yaşamaya, oturma izinlerimizi ve resmi belgelerimizi sürekli yenilemeye zorlanıyoruz. Evlerimizde ve işyerlerimizde eril şiddete karşı her gün mücadele veriyoruz. Bu şiddet ve sömürü koşullarından bıktık ve sessiz kalmayı reddediyoruz! Orta, Batı ve Doğu Avrupa’da mücadele eden kadınları, göçmenleri ve emekçileri bir araya getiren bir ağı hep birlikte örgütlemeye başladık: Ulusaşırı Hayati Otonom Mücadeleler (E.A.S.T.) ağı. 8 Mart’ta kapitalist, patriyarkal ve ırkçı şiddete karşı mücadele veren herkesi greve katılmaya çağırıyoruz!

8 Mart’ta üretimde ve yeniden üretimde emeğimizin sömürülmesine karşı grevdeyiz! Hemşireler, temizlik işçileri, öğretmenler, market işçileri, lojistik işçileri, mevsimlik işçiler, ücretli ve ücretsiz ev işi ve çocuk, hasta ve yaşlı bakımı emekçileri olarak bizler, hayati önem taşıyan emeğimizle toplumu ayakta tutuyoruz. Bilhassa okulların ve kreşlerin kapanmasıyla, ev işleri ve çocuk bakımı bizim omuzlarımızda. Pandemi sürecinde pek çoğumuz işimizi kaybettik, çünkü bakmaktan sorumlu olduğumuz çocuklarımız ve yapmamız gereken ev işleri vardı. Evlerde ve işyerlerinde yaptığımız iş hayati, ancak bu işlere düşük değer biçiliyor.

8 Mart’ta artan patriyarkal şiddete karşı grevdeyiz! Hükümetler pandemiyi patriyarkal şiddetin kıskaçlarını güçlendirmek için bir fırsat olarak kullanıyor: Polonya’da kürtaj hakkını daha da kısıtlama teşebbüsleriyle, Türkiye’de İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kalkışmasıyla; Macaristan’da trans haklarına yönelik kısıtlamalarla ve LGBTI+ karşıtı gündemlerle. “Evde kalıp güvende olmamız” söylenirken çoğumuzun bir evi bile yok. İstismarcı partnerlerle ve ailelerle yaşayan, izolasyonda iyice artan ev içi şiddetle mücadele eden pek çoğumuz için evler güvenli alan olmaktan uzak. Bizleri toplumun köleleri, evlerde ikincil, emek piyasasında sömürülen olma rolüne sıkıştırmaya yönelik açık bir saldırı var.

8 Mart’ta ırkçı ve sömürüye dayalı göç rejimlere karşı grevdeyiz! Pandemi süresince Doğu Avrupalı bakım işçileri ve mevsimlik işçilerin, hayati işleri yerine getirmek için Batı ülkelerine erişmesine “izin verildi”; ancak işçiler bunu koruma ya da sosyal güvence olmadan, kendilerini riske atarak yapmak zorunda kaldılar. Emeğimiz Batı’nın (sağlık) sistemini ayakta tutarken, Doğu’da aşırı çalıştırılan ve eksik donanımlı emekçilerin omuzlarında sağlık sistemleri çöküyor. Avrupa Birliği içinde ve dışında göçmen ve mülteciler, fazlasıyla kalabalık koğuşlarda, kamplarda, yaşamaya terk ediliyor ve yerel topluluklara verilen parasal yardım hakkına asla erişemeden, güvenli olmayan işlerde çalışıyor. Avrupa’nın eşitsiz bölünmüş haritasında göçmenler, sömürünün en ağır bedelini ödedikleri gibi, pandeminin de en ağır bedelini ödüyorlar.

Sömürülmeyi ve ezilmeyi reddediyoruz! Geçmişteki ve süregelen mücadelelerden ilham alarak, Uluslararası Kadın Grevi’nin, Polonyalı kadınların grevinin ve Arjantin’de kürtaj hakkı için verilen feminist mücadelenin izlerini takip ediyoruz. Bulgaristan’da, Gürcistan’da, Avusturya’da, Romanya’da, Birleşik Krallık’ta, İspanya’da, İtalya’da, Almanya’da ve Fransa’daki hemşirelerin, doktorların, çocuk bakım emekçilerinin, lojistik işçilerin, mevsimlik işçilerin, protestolarını ve grevlerini örnek alıyoruz. Romanya’da eğitimde ‘toplumsal cinsiyet’ tartışmalarını yasaklayan kanuna karşı verilen mücadeleden, göçmenlerin ulusaşırı hareketlerinden, Siyah yaşamlar için yapılan gösterilerden öğreniyoruz. Bu kolektif mücadele deneyimlerini ve statükoya meydan okumaları ileri taşıyarak, 8 Mart günü kadınları, emekçileri, göçmenleri, LGBTI+ları hayati grevimizde bize katılmaya çağırıyoruz. Grevimizle, mevcut tahakküm koşullarını parçalamaya ve yeniden inşa edeceğimiz hayatın öznesi olmaya kararlıyız! Grevimizle şu talepleri yükseltiyoruz:

Bütün biçimleriyle patriyarkal şiddetten kurtulmak! Kadına yönelik şiddeti münferit bir olay olarak değil, bizleri bakıcı rolüne sıkıştırmak isteyen bütün bir patriyarkal sistemin bir parçası olarak görüyoruz. Şiddet ve istismar yoluyla bize dayatılan hayati iş yükünü sırtlamayı reddediyoruz. Ultra-muhafazakâr hükümetlerin saldırılarına karşı çıkıyor, her ülkede güvenli, yasal ve ücretsiz kürtaj ve doğum kontrolü hakkı talep ediyoruz. LGBTI+ topluluklara yönelik siyasi ve hukuki saldırıların derhal son bulmasını talep ediyoruz.

Herkes için daha yüksek ücret! Ücretlere dair feminist mücadelemiz yalnızca cinsiyete dayalı ücret uçurumuna karşı mücadeleden ibaret değil; cinsiyetler ve etnisiteler, uluslar ve bölgeler arasında katman katman ücret hiyerarşileri yaratan ve bunları yeniden üreten kapitalist koşullara karşı. Zenginler pandemiyi daha fazla servet biriktirmek için bir fırsat olarak görürken, kemer sıkma yükünün altında bırakılan bizler olduk. Yeter! Yalnızca cinsiyetler arasında ücret eşitliği değil, bütün emekçiler için daha yüksek ücretler talep ediyoruz! Refahın hem ulusal hem ulusaşırı düzeyde yeniden dağıtılmasını talep ediyoruz! Gelin bizim olanı geri almaya başlayalım!

İyi finanse edilmiş ve kapsayıcı, ulusaşırı refah! Onyıllardır refah kesintilerinin mali yükünü kadınların ve göçmenlerin üzerine yüklemeye devam eden ekonomiyi yeniden yapılandırma planlarını reddediyoruz. Refah, yardımlar ve sosyal güvence için mücadeleler arasında ulusaşırı bağlantılar, ilişkiler kurmak istiyoruz. Refah koşulları ülkeden ülkeye farklılık gösterse de, her yerde cinsiyete ve ırka dayalı iş bölümüne ve farklı uluslardan kadınlar arasında hiyerarşiler yaratan ücret farklarına dayanıyor. Bu hiyerarşileri, global patriyarkal refah ekonomisine karşı ortak bir mücadeleye dönüştürmek istiyoruz!

Bütün göçmenlere, mültecilere ve sığınmacılara Avrupa’da koşulsuz oturma izni! Hükümetlerin ve patronların göçmenlere oturma izni alabilmek ya da yenileyebilmek için temin etmesi imkânsız olan ekonomik ve kurumsal şartlar dayatarak şantaj yapmasını reddediyoruz. Bu durum göçmenleri, özellikle de AB dışından gelenleri, kabul edilemez koşullarda çalışmaya zorluyor.

Herkes için daha iyi ve güvenli barınma! Pandemi 2020 Mart’ında başladığında hâlihazırda ciddi bir barınma krizinin içindeydik. Pandemi boyunca evlerimiz, irademizin ve rızamızın da ötesinde siyasallaştı! Herkes için yeterli, mali olarak erişilebilir, aşırı kalabalık ve güvencesiz koşullardan uzak barınma talep ediyoruz! Ev içi şiddete maruz kalanlara derhal yeni konut sağlanmasını talep ediyoruz!

Hayati grevimizle, hayatlarımızın ve mücadelelerimizin hayati olduğunu göstermek istiyoruz! Dolayısıyla güçlerimizi sınırların ötesinde birleştirmemiz gerekiyor. 8 Mart’ta herkesi hayati emeğin gücünü görünür kılmaya ve pandemi sonrası düzeni inşaya yönelik şartlarımızı öne sürmek için hayati emeği silah olarak kullanmaya çağırıyoruz!

Herkesi işyerlerinde veya işyeri dışında grevler, gösteriler, yürüyüşler, birliktelikler, sürpriz performanslar, sembolik eylemler örgütlemeye, renkli bandanalar takmaya, ses çıkarmaya çağırıyoruz. Kadın grevine destek vermeleri için sendikalar üzerinde baskı kuralım! Gelin, farklı mücadelelerimizi görünür kılma ve onları sınırlar ötesinde birleştirme yollarını hep birlikte hayal edelim!

Vizyonumuzu ve taleplerimizi paylaşan bütün kadınları, göçmenleri ve emekçileri, 21 Şubat 2021’de hayati grevimizin ufkunu derinleştireceğimiz halk meclisimize katılmaya çağırıyoruz!

Bu manifestoyla özdeşleşen herkesi imza vermeye ve daha fazla kadına, göçmene ve işçiye ulaşabilmesi için yaygınlaştırmaya ve kendi dillerine çevirmeye çağırıyoruz.

Emeğimiz hayati, yaşamlarımız hayati! Grevimiz hayati!

Manifestoyu imzalamak için: https://forms.gle/zpNnciKrGZikBHB79
Manifestoyu farklı dillerde görmek için: https://www.transnational-strike.info/2021/01/25/essential-strike-manifesto-for-the-8th-of-march/

Bizimle Facebook’ta veya email yoluyla bağlantıya geçmek için: EAST – Essential Autonomous Struggles Transnational ve essentialstruggles@gmail.com.

25 Kasım’a Giderken Mücadeleyi ve Dayanışmayı Büyütmeye Çağırıyoruz! – SDY’den Kadınlar

Sosyalist Demokrasi için Yeniyol (SDY)’dan Kadınlar tarafından bu sene 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü vesilesiyle yayımlanan bildiriyi okurlarımızın ilgisine sunuyoruz.

25 Kasım; 60 sene önce Dominik Cumhuriyeti’nde diktatörlüğe karşı mücadelenin sembolü olan Mirabel kardeşlerin işkence edilerek öldürüldüğünün ortaya çıktığı gün. “Kadına Yönelik Şiddetin Ortadan Kaldırılması İçin Uluslararası Mücadele Günü” olarak kabul edilen 25 Kasım’a giderken, her sene olduğu gibi bu sene de yine sokaklarda haklarımız için mücadele edeceğiz, dayanışmayı büyüteceğiz!

Salgın sürecinde evlerdeki şiddet artarken, seçimlerden önce kadınlara verilen hiçbir sözün tutulmadığı bu günlerde kadınlar yine şiddet failleriyle aynı evde yaşamaya mecbur bırakılıyor, yine öldürülüyor! Geçtiğimiz 10 ayda erkek şiddeti nedeniyle 246 kadının hayatı ellerinden çalınırken, 151 kadın ise henüz tespit edilemeyen nedenlerle hayatını kaybetti. Binlerce kadın pandemi süreci boyunca şiddet gördükleri evde öldürülme korkusuyla yaşamak zorunda bırakıldı. 

Şiddetin arttığı bu dönemde bir yandan da İstanbul Sözleşmesi’ne yönelik saldırılar başladı. Kadınlar kazanılmış hakları için mücadele etti ve saldırıları geçiştirmeyi şimdilik başardı. AKP hükümeti kadına karşı şiddeti ve kadın cinayetlerini önlemek, yasaları uygulamak, imzaladığı sözleşmelerin yükümlülüklerini yerine getirmek şöyle dursun kadınların haklarına saldırmayı birincil görevlerinden biri olarak benimsemiş durumda. Her zaman olduğu gibi yine teyakkuzda kalmak zorunda olduğumuzun bilinciyle, 25 Kasım’da isyanımızı mücadelemize katık ederek şiddeti, kazanılmış haklarımıza olan saldırıları protesto etmek için sokaklarda olacağız.

İstanbul Sözleşmesinden vazgeçmiyoruz!

Geceleri de, sokakları da, meydanları da terk etmiyoruz!

Sosyalist Demokrasi için Yeniyol’dan Kadınlar

Kesişimsellik ve Feminizm: Marksist Bir Bakış – Sharon Smith

Solda tartışılan “Kesişimsellik” kavramını duyan birçok aktivist, çok anlaşılır bir nedenden dolayı onu tanımlamakta güçlük çekmiştir: Değişik insanlar kavramı değişik şekillerde açıklarlar ve bu yüzden birbirlerini yanlış anlarlar.[1]

Bu nedenle –beş hecelik bir sözcük olmasının yanında- kesişimsellik maddi gerçeklikle belirsiz bir ilişkisi olan bir soyutlama olarak ortaya çıkabilir. Öte yandan, kavram üzerine düşünmeden onu reddetmek hata olur. 

Kesişimselliğin birincisi Siyah feministler, ikincisi ise postmodermizmin “postyapısalcı” kanadı tarafından geliştirilen iki ayrı yorumu vardır. Bu makalede bunların farklarını netleştirmeye ve neden Siyah feminist geleneğin bütün ezilme formlarına karşı mücadele etmek için birleşik bir hareket kurma projesinde –ki sosyalist projenin temellerinden biridir- daha ilerideyken post-yapısalcılığın öyle olmadığını anlatmaya çalışacağım.

Bir Teori Değil Kavram

Bazı şeyleri netleştirerek başlamak istiyorum. İlk olarak, kesişimsellik bir teori değil bir kavramdır. Irkçılık, cinsiyetçilik, LGBTQ’lara yönelik baskı ve bütün diğer formlar gibi değişik ezilme biçimlerinin nasıl birbirleriyle etkileşim içinde olduğunun ve tek bir deneyimde bir araya geldiğinin tanımlanmasıdır. Dolayısıyla Siyah kadınlar, örneğin, “çifte ezilmezler”. Yani beyaz kadınların yaşadığı gibi bir cinsiyetçiliğe ilaveten Siyah erkeklerin yaşadığı gibi ayrı bir ırkçılık deneyimi yaşamazlar. Irkçılık onların kadınlar ve Siyah insanlar olarak ezilme şekillerine etki eder. 

Kesişimsellik, “eşzamanlı ezilme”, “birbiri üzerine binen ezilmeler”, “iç içe geçen ezilmeler” veya bir dizi diğer deyim gibi Siyah feministlerin ırk, sınıf ve toplumsal cinsiyetin kesişimini tariflemesinin diğer bir yoludur.

Siyah bir feminist ve bilim insanı olan Barbara Smith’in 1983’te  Home Girls: A Black Feminist Anthology (Ev Kızları: Siyah Feminist Bir Antoloji) adlı çalışmasında tartıştığı gibi; “Ezilmenin eşzamanlılığı kavramı, politik gerçekliğe Siyah feminist bakışın temelini oluşturur. Ve inanıyorum ki bu, Siyah feminist düşüncenin en önemli ideolojik katkılarından birisidir.”  

Kesişimsellik (ezilmelerin köklü nedenlerini açıklamaya çalışan) teoriden ziyade bir kavram (çoklu ezilme deneyiminin nedenlerine değinmeden yapılan açıklama) olduğu için hem Marksizm veya postmodernizm, hem de ayrılıkçılık temelli değişik ezilme teorileriyle birlikte uygulanabilir.   Marksizm ve postmodernizm genellikle birbirine karşıt olduklarından kesişimsellik kavramının özel kullanımları birbirinden çok farklı olabilir ve çok farklı ve zıt şekillerde yapılabilir. 

Marksizm bütün ezilme formlarının sınıflı toplumdan kaynaklandığını açıklarken postmodernizm temelli teoriler bu düşünceyi “özcü” ve “indirgemeci” olduğu gerekçesiyle reddeder. Bazı Marksistlerin, çatışmalı teorik temellerine (Siyah feminizm veya postmodernizm/post-yapısalcılık) bakmadan “kesişimsellik” kavramına ilgisizliği veya düşmanlığı bu yüzdendir.

Siyah Feminist Gelenek

Kesişimsellik kavramının ilk önce postmodernler değil Siyah feministler tarafından geliştirildiğini anlamak önemlidir. Siyah feminizmin uzun ve karmaşık bir tarihi vardır ki bu beyaz kadınlar tarafından asla deneyimlenmeyen kölelik sisteminin ve ondan sonra da modern ırkçılığın ve ırksal ayrımın Siyah kadınların acı çekmesine neden olduğu bilgisine dayanır. 

1851’de Sojourner Truth, Akron-Ohio Kadın Konvansiyonu’nda  “Ben Kadın Değil Miyim” başlıklı ünlü konuşmasını yapmıştır. O konuşma, beyaz orta sınıf süfrajetleri hedef alarak eski bir Siyah köle olan Truth’un yaşadığı ezilmenin beyaz orta sınıf kadınlarla hiçbir ortak yönü olmadığını vurgular. Fiziksel zulme ve aşağılanmaya maruz bırakılmış, zorla ve ücretsiz çalıştırılmış, sadece köle olmasını izlemeye mahkûm edildiği çocuklar doğurmuş Siyah bir kadın olarak onun ezilmesini farklılaştırmıştır.

Siyah hukuk bilimcisi ve feminist Kimberlé Williams Crenshaw’un 1989’da kesişimsellik deyimini ortaya attığı tarihten bir asır öncesine kadar aynı kavram, “iç içe geçen ezilmeler”, “eş zamanlı ezilmeler” veya benzer deyimlerle ifade ediliyordu. Ayrıca, Siyah feminizm kadınlar arasındaki sınıf farkına da güçlü bir vurgu yapar, çünkü ABD’deki Siyah nüfusun büyük çoğunluğu, ırkçılığın ekonomik sonuçları nedeniyle her zaman işçi sınıfının bir parçası olmuşlardır ve orantısız biçimde yoksulluk içinde yaşarlar.

Crenshaw’un kesişimsellik kavramını ortaya attığı 1989 tarihli “”Demarginalizing the Intersection of Race and Sex: A Black Feminist Critique of Antidiscrimination Doctrine, Feminist Theory and Antiracist Politics, (Irk ve Sınıf Kesişimini Sınırlandırmak: Ayrımcılık Karşıtı Doktrinin, Feminist Teorinin ve Irkçılık Karşıtı Siyasetin Siyah Feminist Eleştirisi)” adlı makalesi, Sojourner Truth’a hürmetlerini sunar. 

“Sojourner Truth konuşmak için ayağa kalktığında” diye yazar Crenshaw, “birçok beyaz kadın, dikkati kadınların oy hakkından köleliğin kaldırılmasına kaydıracağından endişelenerek onun susturulmasını istedi.”. Crenshaw modern bağlam içinde sormaya devam eder: “Kadınların deneyimlerini ve arzularını yansıtma iddiasındaki feminist teori ve politika Siyah kadınları içermediğinde veya kadınların arzuları Siyah kadınlara değinmediğinde, Siyah kadınlar sormak zorundadır: ‘Biz kadın değil miyiz?’”

Siyah Sol Feminizm

Siyah feminizmin, 20. yüzyılın ortalarından sonuna kadar bazı Siyah feministlerle Komünist Parti’nin özdeşleşmesi de dâhil, her zaman sol bir analiz içerdiğini akılda tutmak gerekir. Örneğin Komünist Parti liderleri Claudia Jones’un ve Angela Davis’in her ikisi de Siyah kadınların ezilmesini ırkın, toplumsal cinsiyetin ve sınıfın iç içe geçmesi şeklinde ele almışlardır. 

Claudia Jones 1949 tarihli, çığır açan “An End to the Neglect of the Problems of the Negro Woman! (Zenci Kadınların Sorunlarının İhmal Edilmesine Son!)” adlı makalesinde “-İşçiler, Zenciler ve kadınlar olarak- Zenci kadınlar toplumun en çok ezilen tabakasını oluşturur” der. Söz konusu makalede, Jones cinsel saldırının siyah kadınlar için ırksal bir sorun olduğunu vurgular:

“Zenci kadınların ezilen statüsünü hiçbir şey Rosa Lee Ingram vakası kadar ortaya koyamaz. Kendisi ikisi ölü 14 çocuk annesi bir duldur ve bir beyaz üstünlükçünün uygunsuz cinsel saldırısına karşı savunma “suçunu” işlediği için Georgia’da müebbete mahkûm edilmiştir. Bu, “Beyaz kadınları koruma şövalyeliği” göstererek iğrenç suçlarını kapatmaya çalışırken tarihsel olarak beyaz kadının etekleri arkasına saklanmış Zenci erkeklik linççilerinin ikiyüzlü mazeretlerini açığa çıkarmaktadır.”

Cinsel saldırının ABD toplumunda yalnızca bir kadın sorunu değil, aynı zamanda ırkla ilgili bir sorun olduğu düşüncesini, daha sonra ırksal adaletsizlik sistemi de dâhil her çeşit baskı ve sömürüye karşı mücadeleye uzun süreli bir bağlılığı olan Angela Davis genişletmiştir.  Davis, 1981’de yazdığı Women, Race and Class (Kadınlar, Irk ve Sınıf)’ta “kölelik zamanlarından bu yana Birleşik Devletler’de beyaz üstünlüğünü korumak için başvurulan önemli silahlardan biri olarak kullanılan tecavüzün toksik bir ırksal bileşeni” olduğunu yazar. Tecavüzü “örtük amacı Siyah kadınların direnme iradesini kırmak ve erkeklerini demoralize etmek olan bir tahakküm silahı, bir baskı silahı” olarak tanımlar. 

Davis’e göre, Siyah kadınların kurumsallaşmış tecavüzü köleliğin kaldırılmasıyla son bulmamış ve modern formunu almıştır: “Ku Klux Klan ve İç Savaş sonrasının diğer terörist örgütleri tarafından gerçekleştirilen toplu tecavüzler, Siyah eşitlik mücadelesini engellemek amacıyla kullanılan açık siyasi silahtır.” Güneyli erdemli güzellere bitimsiz tecavüz etme arzusu olan sapık Siyah erkek karikatürü de, “ayrılmaz bir eşlikçi”dir. Davis, “sürekli herkesle yatan Siyah kadın imajı… ‘Hafif kadın’ ve ‘fahişe’ olarak görülen Siyah kadının tecavüze karşı çığlığının kesinlikle meşruiyeti yoktur.” 

1970’lerde Susan Brownmiller’in, Against Our Will: Men, Women and Rape (İrademize Karşı: Erkekler, Kadınlar ve Tecavüz) adlı kitabında olduğu gibi birçok beyaz feminist tecavüzü yalnızca kadınlar ve erkekler arasındaki bir mücadele olarak tanımladılar. Bu politik çerçeve, Brownmiller’in Emmet Tilll’in 1955’te linç edilmesiyle ilgili değerlendirmesinde açık ırkçı sonuçlara ulaşmasına neden olmuştur. [Irkçı] Jim Crow yasalarıyla yönetilen Missisipi’de yaşayan ailesini ziyareti sırasında evli beyaz bir kadına ıslık çalma “suçunu” işlediği iddia edilen 14 yaşındaki Till kaçırılmış, işkenceye uğramış ve silahla öldürülmüştür. Till’in linç edilmesine rağmen Brownmiller, Davis’in “Eski Siyah tecavüzcü mitinin canlandırılması” olarak tanımladığı stereotipleri kullanarak Till ve katilinin “beyaz kadın” üzerinde bir gücü paylaştığını söyler. 

Kadınların ezilme deneyimlerinin değişik ırktan ve sınıftan kadınlar arasında farklılaştığı birçok başka biçim vardır. 1960’ların ve 1970’lerin ana akım feminist hareketi, kadınların istenmeyen gebeliklere son verme hakkı için kürtaj talep etti. Bu, elbette, bütün kadınlar için hayati bir haktır -ki bunsuz erkeklerle eşit olmayı umut edemezler. Aynı zamanda, ne yazık ki, üreme hakları tarihinin Siyah kadınların ve beyaz olmayan diğer kadınların ırkçı kısırlaştırma istismarının hedefi olduğunu ortaya çıkararak konuyu Siyah kadınlar için daha karmaşık hale getirdiği bir zamanda, ana akım hareket yalnızca kürtaj üzerine odaklanmıştı.

Combahee River Kolektifi

Bu örneklerdeki can alıcı ders, Afrikalıların köleleştirilmesi üzerine kurulan ve temellerine ve bütün kurumlarına ırkçılığın içkin olduğu kapitalist sistemde, tek başına “kadın sorunu” diye bir şeyin olmadığıdır. “Kadın” sorunu denilen hemen her şeyin bir ırksal bileşeni vardır.   

1960’lar ve 1970’ler boyunca, solcu Siyah Feministler arasında güçlü bir hareket vardı –ki bunun en iyi örneği Bostonlu bir grup Siyah lezbiyen feministin oluşturduğu Combahee River Kolektif’ti. 1977 tarihli bildirilerinde kendilerini “Marksist” olarak tanımlıyorlardı: Bizler sosyalistiz; çünkü işin patronların karları için değil çalışanlar ve ürünleri yaratanların kolektif yararı için örgütlenmesi gerektiğini düşünüyoruz. Maddi kaynaklar onları yaratanlar arasında eşit biçimde paylaşılmalıdır. Diğer yandan, feminist ve ırkçılık karşıtı olmayan bir sosyalizmin özgürleşmemizi garanti edeceğine inanmıyoruz. Analiz ettiği belirli ekonomik ilişkilere uygulanan Marks’ın teorisine esastan katılsak da, Siyah kadınlar olarak özel ekonomik koşullarımızı anlamak için Marks’ın analizinin genişletilmesi gerektiğini biliyoruz.”

Bugün soldaki insanların çoğu için sağduyu haline gelmiş olan bu nokta, oldukça mantıklı bir bakış açısıdır. Bazı Marksistlerin hatalı biçimde düşündüğü gibi Combahee River Kolektifi ayrılıkçı değildir.

Combahee River Kolektifi’nin kurucu üyelerinden birisi olan Barbara Smith, 1984 yılında This Bridge Called My Back adlı kitapta bulunan mülakatında, “ırksal ayrılıkçılıktan” ziyade “koalisyon kurma” stratejisi üzerinde durur. “Her türlü ayrılıkçılık çıkmaz sokaktır… Ezilen bir grubun bir sistemi tek başına yıkma yolu yoktur. Belirli konular etrafında ilkeli koalisyonlar kurmak çok önemlidir” der. 

Siyah feminist kesişimsellik kavramının yalnızca bireysel düzeydeki ırkçılık, cinsiyetçilik ve diğer ezilme deneyimleriyle ilgili olduğunu iddia edenlere –ki aralarında bazı Marksistler de vardır, karşı çıkmak gerekir. Siyah feminist gelenek, her zaman tahakküme, köleliğe, ayrımcılığa, ırkçılığa, polis şiddetine, yoksulluğa, zorla kısırlaştırmaya, Siyah kadınların sistematik tecavüzüne ve Siyah erkeklerin sistematik olarak linç edilmesine karşı kolektif mücadeleyle bağlantılı olmuştur.

Combahee River Kolektifi’nden çıkarabileceğimiz belki de en önemli ders, kadınların kurtuluşu için kuracağımız bir sonraki kitlesel hareketin –umarız yakın bir zamanda olur- en az ezilenlerin değil en fazla ezilenlerin ihtiyaçları üzerine kurulması gerektiğidir. Dayanışmanın kalbi de burasıdır. Fakat kesişimsellik sömürüyü değil baskıyı anlamaya yönelik bir kavramdır. Birçok Siyah feminist, ırkçılığın ve cinsiyetçiliğin sistemik köklerini kabul ederler; fakat sömürü ve baskı sistemleri arasındaki bağlantıyı Marksistlerden daha az vurgularlar.

Marksizm gereklidir; çünkü baskı ve sömürü arasındaki ilişkiyi anlamaya yönelik bir çerçeve sunar ve hem baskıya, hem de sömürüye son vermeyi olanaklı kılan maddi ve toplumsal koşulları yaratacak özneyi tanımlar: İşçi sınıfı. İşçiler yalnızca sistemi durdurma gücüne değil, aynı zamanda onu üretim araçlarının kolektif mülkiyetine dayalı sosyalist sistemle değiştirme gücüne de sahiptir. Toplumda baskı altında olan başka gruplar olsa da, yalnızca işçi sınıfının böylesi bir kolektif gücü vardır.

Dolayısıyla, kesişimsellik kavramı için Marksist teorinin her türden tahakkümü sonlandırma kapasitesine sahip birleşik bir hareket yaratmayı hedeflemesi gerekir. Aynı zamanda Marksizm, sol Siyah feminizmi politikalara ve pratiğe entegre ederek geliştirilebilir.

“Totalite”nin Postmodern Reddi 

Buraya kadar, kesişimsellik kavramının veya iç içe geçen ezilme anlayışının nasıl uzun zamandır Siyah feminist gelenekten köklendiğini ve bu kavramın Marksizmle uyumlu olduğunu anlatmaya çalıştım.  

Şimdi, postmodernizme dönmek ve kesişimselliğin postmodern yorumuyla köklü bir geçmişi olan Siyah feminist yaklaşımı karşılaştırmak istiyorum. Açık olmak gerekirse, postmodernizmin şimdiye dek herhangi bir tahakküm biçimine karşı mücadelede geliştirdiği herhangi bir alan yoktur. Buna, transların yaşadığı baskı, engellilerin ve yaşlıların yaşadığı ayrımcılık ve 1980’lerde ve 1990’larda postmodernist teoriler ortaya çıkmadan önce ihmal edilen diğer birçok tahakküm formu da dâhil.

İngiliz edebiyat kuramcısı Terry Eagleton, postmodernizmin kalıcı tek başarısının cinsellik, toplumsal cinsiyet ve etnisite konularını siyasi gündeme sıkıca yerleştirmesi olduğunu, öyle ki, bunları çok büyük bir mücadele olmadan silmenin mümkün olmadığını söyler. 

Aynı zamanda, ne var ki, postmodernizm, “özcülük karşıtı” olma adına “hakikat”, “totalite” ve “evrensellik” olarak anılan politik genellemelerin, toplumsal yapı ve maddi gerçeklik kategorilerinin tümden bir reddi olarak ortaya çıkmıştır. (Şüphesiz, politik genellemeleri böylesine tümden reddetmenin kendisi bir politik genellemedir – ki bu da postmodernist düşüncenin içsel bir çelişkisidir!) 

Postmodernistler, ağırlıklı olarak insanların bireysel deneyimlerinin sınırlı, kısmi, öznel karakterine vurgu yaparlar ve baskı ve sömürü kurumlarına karşı kolektif mücadele stratejisini reddederek, mücadelenin merkezi olarak bireysel ve kültürel ilişkileri işaret ederler. Postmodernizmin, 1960’ların ve 70’lerin sınıf ve toplumsal hareketlerinin düşüşünden ve egemen sınıfın neoliberal saldırısının artmasından sonra akademi dünyasında yükselmesi tesadüf değildir. 

Postmodernizm yükselişine dâhil olan bazı akademisyenler, devrime olan inancını kaybetmiş, 1960’ların eski radikalleriydi. Onlara, 1960’ların isyanını deneyimlemek için çok genç olan yeni nesil radikaller katıldı, ama dönemin karamsarlığının etkisi altına girmişlerdi. Bu bağlamda, Marksizm kendine postmodernist, post-yapısalcı ve post-Marksist diyen akademisyenler tarafından yaygın olarak “indirgemeci” ve “özcü” olmakla suçlandı. 

Geniş postmodernizm kategorisi içerisinde post-Marksizm, 1980’lerden başlayarak yeni bir teorik çerçeve sundu. İki post-Marksist kuramcı olan Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe, Hegemonya ve Sosyalist Strateji: Radikal Demokratik Bir Politikaya Doğru adlı kitaplarını 1985 yılında yayınladılar.  Laclau ve Mouffe, kuramlarını sosyalist “totalite”nin olumsuzlanması olarak tanımlar: “Örneğin, cinsiyetçilik karşıtlığı ile kapitalizm karşıtlığı arasında zorunlu bir bağ yoktur. Bunlar arasındaki birlik ancak hegemonik eklemlemenin bir sonucu olabilir. Bu eklemlemenin inşası, ancak ayrı mücadeleler temelinde olabilir… Bu da mücadele alanlarının özerkleştirilmesini gerektirir.” Mücadelelerin ayrılmasını savunan bir argümandır bu. Bu boşta salınan mücadeleler, tamamen Marksistlerin toplumsal üstyapı olarak tanımladıkları ve ekonomik altyapıyla hiçbir ilişkisi olmayan alanda yürütülmek durumundadır.

Dahası, Laclau ve Mouffe’un “mücadele alanlarının özerkleştirilmesi” kavramı, mücadelenin belirli bir toplumsal alan içindeki belirli bir tabiiyet formu ile sınırlamasının yanında, sizin dışınızda ikinci bir kişiyi bile içermek zorunluluğunu ortadan kaldırır. Bunu açıkça ifade ederler: Bu direnişlerin çoğu kolektif mücadeleler formunda değil, giderek daha fazla bireycilik şeklinde ortaya çıkarlar. Bu pasajlar, açıkça, vurgunun nasıl hareketler arası dayanışmadan ve kolektif mücadeleden bireysel ve kişilerarası mücadeleye kaydığını gösteriyor. Böylelikle, kişiler arası ilişkiler mücadelenin temel alanı haline gelir.  Belirli bir durumda hangi bireyin “egemen” konumda, hangi bireyin “tabi” konumunda olduğu da öznel algılara bağlıdır. 

1985 yılında kuir kuramcı Jeffrey Escoffier bunu şöyle özetlemişti: “Kimlik politikası, aynı zamanda fark politikasıdır… Fark politikası sınırlı, kısmi varoluşu teyit eder.” Post-yapısalcılar, 1970 döneminin Siyah feminizmine dayanan “kimlik politikası” ve “fark” gibi terimleri kendilerine mal etmişlerdir. Combahee River Kolektifi, kimlik politikasının gerekliliğinden bahsettiğinde bir grup olarak Siyah kadınların kimliğine gönderme yapıyordu. Kadınlar arası “farkların” tanınmasının önemini vurguladığında, zamanın beyaz, orta-sınıf feminizmi içinde Siyah kadınların kolektif görünmezliğine işaret ediyordu.

Fakat toplumsal bir grubun parçasını tanımlayan toplumsal kimlik ile bireysel kimlik arasında dünyalar kadar fark vardır. Post-yapısalcı “kimlik” kavramsallaştırması bireylerin kimliğine dayanırken, “fark” da, ezilmeyle ilgili olsun veya basitçe normatif olmayan olsun, bir bireyi diğerlerinden farklı kılan herhangi bir özelliğe işaret edebilir.  

1990’larda yazan Siyah feminist Kimberlé Williams Crenshaw, konuyu vulgar bir toplumsal inşa tezi denilebilecek özcülük karşıtı versiyonuyla ele alır. “Eğer bütün kategoriler toplumsal inşalarsa, ‘Siyahlar’ ve ‘kadınlar’ diye şeyler yoktur ve haliyle bu kategoriler etrafında örgütlenerek onları yeniden üretmenin anlamı yoktur.” Tersine Crenshaw, “bu sorulara verilecek ilk cevap, kendimizi içinde bulduğumuz örgütlü grup kimliklerinin aslında koalisyonlar veya en azından kurulmayı bekleyen potansiyel koalisyonlar olduğunu akılda tutmayı gerektirir” der. Şöyle bitirir: “Tarihin şu noktasında, ezilen gruplar için en kritik direniş stratejisi, toplumsal konum siyasetini boşaltmak ve parçalamak değil, onu ele geçirmek ve savunmaktır.”

“Bireysel”e Karşı “Toplumsal” Kimlik

İlk önce, Siyah feminist gelenek tarafından geliştirilen kesişimsellik kavramının nasıl yakın zaman önce postmodernizm bağlamında ortaya çıktığını anlatmaya çalıştım. Siyah feminizm ve postmodernist teorinin bazı akımları, bazı ortak varsayımları ve ortak dili paylaşsalar da, bu ortaklıklar çok temel farklılıklar karşısında gölgede kalır ve tahakküme karşı mücadelede iki farklı yaklaşım sunarlar. Dolayısıyla, kesişimsellik kavramının iki farklı politik temeli vardır: Biri esas olarak Siyah feminizm, ötekisi ise postmodernizm.

Post-yapısalcı yaklaşımın günümüz aktivistleri üzerinde güçlü bir etkisi bulunan kimlik politikasına ve kesişimselliğe yakın zaman önce gerçekleşen evriminde, bireysel davranışı değiştirmenin baskıyla mücadelede en etkili yol olduğu vurgulanmaktadır. Bu, temel bir siyasi eylem olarak bireylerin algılanan baskıya karşı kişiler arası eylemleri 

Bu, bireylerin kişiler arası cereyan eden ve baskı olarak algılanan eylemlerle “hesaplaşmasının” kritik bir politik eylem olduğu fikrinin, daha genel olarak da, postmodernizm konusunda herhangi bir fikri olmayanlar arasında bile postmodern anlamda kesişimselliğin ortaya çıkmasına yol açtı.

Marksist düşünür Kevin Anderson’ın yakınlarda tartıştığı gibi:

“Geç yirminci yüzyılda, radikal entelektüel hayatın birçok alanında kesişimsellik diskuru hegemonik hale geldi. Irk, toplumsal cinsiyet, sınıf, cinsellik ve diğer tahakküm formları etrafında kurulan hareketlerle ve toplumsal konularla ilgilenen bu diskur, sıklıkla, toplumsal cinsiyetin ve ırkın sınıf kategorisi altında toplandığı her türden sınıf indirgemeciliğinden ve özcülüğünden kaçınmamız gerektiğini söyledi. En fazla söylediği, ırk, toplumsal cinsiyet, cinsellik veya sınıfın birbiriyle kesişebileceği, fakat iktidar yapısına ve – Marksistlere göre – onun arkasında yatan kapitalist sisteme karşı kolayca tek bir hareket içinde bir araya yekvücut olamayacakları idi. Bu bakımdan, bu toplumsal hareketlerin gerçekte kesişimselliği – ayrıklığına karşı olarak- hem gerçeklik, hem de olasılık olarak genellikle oldukça sınırlı görülmüştür. Aksini söylemek, indirgemecilik veya özcülük uçurumuna düşme tehlikesi taşır.”

Anderson’un görüşüne katılmakla birlikte, kendisinin Siyah feminizmi değil postmodern kesişimselliği eleştirdiğini düşünüyorum. Marksistler için, hem beyaz olmayan kadınların – işçi sınıfı kadınlarının ezilmelerine karşı mücadeleye, hem de Marksist teori ve pratiğin geliştirilmesine katkıları açısından kesişimsellik kavramı da dâhil Siyah feminist geleneğin değerini gözden kaçırmanın bir hata olduğu kanısındayım.

Marksistler, Kara Panter Partisi’nin sosyalizminin yanı sıra, Malcolm X ve Frantz Fanon da dâhil solcu Siyah ulusalcıların katkılarını takdir etmişler ve bunları kendi siyasi geleneklerine katmışlardır. Bu örnekler, neden Siyah feministlerin sunacağı derslerin de Marksizme dâhil edilmesi gerektiğine ilişkin oldukça önemli kanıtlar sağlıyor. 

Birleşik Devletler’deki ırk ayrımcılığı, birleşik bir kadın hareketinin gelişmesini ve tarihsel ırk ayrımının sonuçlarını görülmesini engellemiştir. Beyaz olmayan kadınları büyük oranda işçi sınıfı saflarına ve yoksulluğa mahkûm eden ırkçılığın sonuçlarını yaşayan kadınlar adına da konuşmayan hiçbir hareket, bütün kadınlar adına konuştuğunu iddia edemez. 

Bu sistemde en fazla ezilen kadınlar açısından anlamlı olabilmesi için, sadece teoride değil pratikte de ırk ve sınıf kadınların kurtuluşu projesinin merkezinde olmak zorundadır.

Çeviri: Nurcan Turan


[1] Sharon Smith Kadınlar ve Sosyalizm: Sınıf, Irk ve Sermaye’nin yazarı. Bu makale, 1 Ağustos 2017 tarihinde www.socialistworker.orgsitesinde yayınlanmıştır.

Aktivistin Tatili, Levis’in Lütfu ve Antikapitalist Olmayan Bir Maddeci Feminizm – Nurcan Turan

Son yıllarda kadın ve çocuk hakları, iklim krizi ve çevre konularında yazdığı yazılarla gündeme gelen ve sosyal medyada oldukça yüksek bir takipçi sayısına sahip gazeteci Melis Alphan’la ilgili sosyal medyada nedense çok hararetli bir biçimde dönen tartışmayı anlamak için twitter sayfasına girdiğimde Alphan’ın 8 Mart 2020’den bu yana sabitlenmiş tweeti dikkatimi çekti. Tweet, Amerikalı moda devlerinden Levis’ın Alphan’ı 8 Mart Dünya Kadınlar Gününde dünya çapında “görünür kılmaya çalıştığı” dört kadından biri olduğunu anlatıyor. Elbette Alphan için büyük bir gurur vesilesi. Levis’ın yüzü olmasını pek eleştiren de çıkmamış, genellikle övgüler almış Alphan.

Marksist, sosyalist, radikal vs. her kesimden feminist de dahil binlerce insan Alphan’ın lüks bir tatile yapmasıyla (bazıları tarafından Nisan ayında tatile gitmeyi düşünenleri kınarken Temmuz ayında kendisinin tatile gitmesi büyük bir tutarsızlık olarak görülüyor) ilgili canhıraş bir tartışma içine girmiş ama kadın ve çevre hakları savunucusu olarak Levis’ın proje yüzü olması ile ilgili kimse herhangi bir sorun görmemiş gibi. Levis’ın bu “duyarlılığı” aklıma 1134 civarında kadın işçinin öldüğü 2013 Rana Plaza patlamasında suçunu kabul etmek zorunda kalan H&M’e kadınların güçlenmesine ve toplumsal cinsiyet eşitliğine yaptığı katkılardan dolayı BM New York tarafından 2014’te ödül verilmesini getirdi. Levis’ın da geçmiş yıllardaki kötü sicilini düzeltecek bir ödülü hak etmeye çalıştığını düşündüm ilk olarak.

Daha geçen yıl Levis için üretim yapan Lesotho’daki on binden fazla işçinin çalıştığı bir fabrikada kadınların kendilerini işten atmak için tehdit eden müdürler ve denetmenler tarafından sistematik ve yaygın olarak tecavüz ve taciz edildiğine, işçilerin herhangi biçimde örgütlenmelerine izin verilmediğine ilişkin bir “skandal” ortaya çıkmıştı. Ne tesadüf ki bütün ulusaşırı ve çok uluslu şirketler gibi Levis de tedarikçisindeki işçilere yönelik bu kötü muamelelerden hiç haberinin olmadığını, denetimlerde hiç fark edemediklerini, kendilerine öncesinde herhangi bir şikayetin gelmediğini söyleyip işin içinden çıkıverdi.[1]

İnternette yapılacak ufak bir araştırmada daha önceki yıllarda da Levis ile ilgili olarak bol miktarda sömürü, şiddet, çocuk işçiliği haberleri bulmak mümkün. Moda sektörünün devlerinden biri olarak da hava kirliliğine ve iklim değişikliğine katkılarından dolayı protestoların hedefi olduğu da görülebilir.[2]

Şirketlerin geniş kesimleri ve dünyayı sınırsızca sömürürken kadın ve LGBT hakları taraftarlığını nasıl incir yaprağı olarak kullandıkları pek yeni ve şaşırtıcı bir şey değil. Kadınları bireysel olarak sözümona “güçlendiren” ama kimi nasıl “güçlendirdiği” hiç belli olmayan sosyal sorumluluk projeleri yaptıkları da. Şaşırtıcı olan bunca deneyime rağmen kadınları ve LGBT’leri destekleyen söylemlerinin ve işlerinin cinsiyet eşitliğine gerçekten katkı sağlıyormuş gibi sorgusuz sualsiz desteklenmesi. Dünyanın en büyük katillerinden Shell’in  (Nijer Deltasında yaptıklarına ve direnişçileri nasıl katlettirdiğine bakmak bile yeter) geçen sene sadece “farkındalık çalışmalarıyla” LGBT çalışanlarına destek vereceğini açıklamasıyla Türkiye muhaliflerince alkış yağmuruna tutulabilmesi.  Şaşırtıcı olan feminist ve ekolojist aktivistlerin Levis gibi bir şirketlerin karşısında değil yanında “mücadele” vermeleri ve bunların feministlerce çok az problematize edilmesi. Belli ki büyük şirketlerin bazı “güçlü” kadınlar aracılığıyla kadınları “güçlendirmeye” çalışması hala Türkiye kadın ve feminist hareketine bir katkı olarak düşünülüyor. 

Feminizmde sınıf farkını öne çıkaran ve maalesef Türkiye’de çok da etkili olmayan yaklaşımlar fazlaca eleştirilirken ve liberal feminizme yönelik eleştirilere – batı merkezci olmaları da vurgulanarak, sert karşılıklar verilirken sermaye destekli feminizm üzerine konuşulmaması gerçekten düşündürücü. Ne yazık ki, bu durum Türkiye’de feminist hareketin liberal bir çerçeveye (ne kadar hiyerarşik ve baskıcı olursa olsun mevcut kurumlar içinde erkeklerle eşitliğin mümkün ve bunun kadınlar için yeterli olduğunu savunan bir feminizme) sıkışıp kaldığının da bir göstergesi. 

Kapitalizmle Patriyarkanın Ne Alakası Var!

Kapitalizm ve patriyarkanın birbirinden ayrı, ayrıştırılabilir ve zaman zaman çatışmalı zaman zaman uyum içinde olabilen sistemler olduğunu iddia eden bazı sosyalist feminist versiyonlar  kapitalizmin cinsiyet eşitliği açısından ilerici olduğu zehabına kapı aralayabiliyor.  Zira kapitalizmden ayrıştırılabilir bir patriyarka varsa sınıf siyasetinin anlamsız olduğu bir feminizm ve bilumum eşitsizlikler arasında kadın erkek eşitliği mümkün oluyor. Kapitalizmin yıkılması kadınların özgürleşmesinin koşullarından biri olarak ortadan kalkınca liberal feminizmin piyasa merkezli kurtuluş önerisi de sorgulanamaz oluyor.  Bu tarz bir sosyalist feminist bakışın ve feminizmde kapitalizm ve sınıf kavramlarına alerjinin son dönemdeki en açık örneğini kendini  “maddeci” feminist olarak tanımlayan Ayşe Düzkan’ın  “%99 İçin Feminizm: Bir Manifesto’yu eleştirdiği yazısında görüyoruz[3][4].  

Yazı, Manifesto özelinde yazılmış olsa da aslında tipik bir ikili sistemler savunusu. Kapitalist üretim tarzından ayrı bir patriyarkanın olduğu varsayımıyla, metni patriyarkayı hiç sorunsallaştırmamakla ve feminizmi kapitalizmin bir eleştirisi olarak sunmakla suçluyor. Feminist siyasette antikapitalist bir kopuş öneren Manifesto yazarlarının asla feminizm içinde konuştuğunu kabul etmiyor ve etmek istemiyor (feminizm Düzkan’ın nasıl tanımladığını tahmin ettiğimiz ama tam olarak bilmediğimiz bir patriyarkayla ilgili çünkü!).  Bunu kanıtlamak için de metni çarpıtmaktan, yazarlara söylemediği şeyleri izafe etmekten geri durmuyor. Yazarları ilerlemeci olmakla (İngilizce progressive sözcüğü Türkçeye genellikle “ilerici” olarak çevrildiği için), erkek sömürüsünü dert etmeyip sadece kadınlar arası eşitsizliği kafaya takmakla ve erkek şiddetinin cezasız kalmasını istemekle (erkek şiddetine karşı mücadelenin salt hukukla sınırlandırılmasına karşı olmasınlar sakın) itham ediyor.

Metinde feminist, çevreci, ırkçılık karşıtı, anti-emperyalist, LGBTQ+, sendikal bütün hareketlerin -aralarında herhangi bir hiyerarşi kurulmadan- anti-kapitalist bir çerçevede birleşmesi gerektiği birçok kez vurgulansa da yazarların kimlik siyasetiyle sınıf siyaseti arasında mutlak bir zıtlık kurduğunu iddia ediyor. Eleştiriyi okurken çoğu zaman “acaba aynı metni mi okuduk” hissine kapılmamak elde değil.

 “ama tek tek kadınlar, özgürleşme pratikleri içinde kapitalizmin araçlarından yararlanmak zorunda değil mi? ya patriyarkal ilişkiler içinde ücretsiz çalışacaksınız ya kapitalist ilişkiler içinde ücretli. (nitekim yazarlar da akademide çalışıp hayatlarını kazanıyor.)”

Düzkan’ın bu cümlelerinden tahmin ettiğimiz kadarıyla patriyarka yalnızca kadınların ücretsiz emeğine dayanan geleneksel aile ile ilgili.  Kapitalizmle, piyasayla ve modern devlet kurumlarıyla bir ilgisi yok! Buralardaki patriyarka da ancak aile içindeki patriyarkanın bir uzantısı olabilir. Manifesto yazarlarının ücretli işlerde çalışıp kapitalizmi eleştirmesi ise büyük çelişki Düzkan’a göre.  Oysa yazarların kapitalizm eleştirisi yapabilmek için ondan tamamen kopmuş olmak gerektiğini falan imlediği yok.

Patriyarkal ilişkiler ücretsiz, kapitalist ilişkiler ise sadece ücretli çalışmayla ilgili olunca (Manifesto yazarlarına göre ise bunlar birbirinden ayrıştırılamaz) emek mücadelesi olan komünizmle kadınların eşitlik mücadelesi olan feminizm de ayrı kanallardan akması gereken şeyler olarak görülüyor. Sosyalist mücadelenin ve emek hareketinin aynı zamanda feminist olmasına gerek görmüyor Düzkan. İkili sistem eleştirilerinde birçok sosyalist feministin vurguladığı gibi bu yaklaşım kadınların yerinin ev olduğunu söyleyen ayrı alanlar ideolojisinin feminist hali. Ne evin içini kapitalist ilişkilerden ne de evin dışındaki ekonomi/emek alanını patriyarkadan bağımsız düşünmenin imkânı vardır oysa. 

“kendi adıma, erkek şiddetinin, erkek sömürüsünün failleri de dahil olmak üzere tüm emekçilerin emeğini ve kendilerini özgürleştirecek komünist mücadeleyi çok gerekli görüyorum. ama bunun için feminizme gerek yok, feminizmi buna hapsetmeye de gerek yok.”

Düzkan ve benzer düşünürlere basit bir gerçeği hatırlatmakta fayda var ki tarihin hiçbir döneminde ne tek bir feminizm ne de çatışmasız, tutarlı feminist özneler olmuştur. Sosyalist ve feminist mücadelelerin bir ve aynı şey olduğunu düşünen Marksist ve sosyalist kadınlar da her zaman feminist hareketin parçası olmuşlardır. Farklı feminist özneler farklı sorunları ön plana çıkarmış,  bazı kadın sorunlarını ise feminist sorun olarak görmemişlerdir.  Kadınlar da tıpkı erkekler gibi her daim sınıf, ırk, etnisite, ulus vb. somutluklar içinde var olurlar ve bu somutluklar birbiriyle çatışır (Sojourner Truth, 1851’de Ohio Kadınlar Konvansiyonu’nda beyaz, orta sınıf kadınlara “ben kadın değil miyim” diye boşuna haykırmamıştı mesela. Bugünlerde “trans kadınlar da kadındır” diye boşuna bağrılmıyor mesela). Bazı kadınlar için şirketlerde üst düzey yönetici olamamak bir sorunken bazıları için yaşamını temel düzeyde sürdürmek esas sorundur. Üst sınıftan kadınlarla alt sınıflar arasında kurulacak söylemsel birliğin kadınların büyük çoğunluğunun yaşadığı yoksulluğu, şiddeti ve ayrımcılığı –ve bunların nedenlerini, görünmez kılarken az sayıdaki güçlü kadının yaşadığı sorunları kadınların esas sorunları olarak öne çıkarma ihtimali oldukça yüksektir. Güler Sabancı’yla onun şirketlerinde çalışan kadın işçiler bir sınıf olduğunda Sabancı’nın bütün sınıf çıkarlarıyla birlikte sınıf başkanı olacağı, en fazla cam tavan olayının konuşulacağı muhakkak.        

Kapitalizm altında kadınların erkeklerle eşit olabileceğini, kapitalizmden bağımsız bir feminist hareketin, sınıflarüstü bir kızkardeşliğin inşa edilebileceğini iddia etmek feminizmi liberalizmin sınırlarına hapsetmektir. Böyle olunca da tıpkı Düzkan’ın yaptığı gibi “kadınların iyiliği için” 40 yıllık tahribat görmezden gelinip neoliberalizme hayırhah bakılabilir, Levis’ın farkındalık projelerinde gönül rahatlığıyla yer alınabilir. Büyük bir mülksüzleştirme ve yoksullaştırma dalgasının bir parçası ve yoksulları borçlandırarak küresel kapitalizme dahil etme projesi olan mikrokrediler, kadınları patriyarka karşısında bireysel olarak güçlendirdiği için (aksini gösteren devasa bir feminist külliyata rağmen) güzellenebilir. Verili koşullar altında yalnız kadınlar değil erkekler de kapitalizmin güncel araçlarından faydalanıp daha müreffeh bir yaşam için uğraşıyor. Birçok insan kredi çekip ev alıyor mecburen. Ancak yaşayacak bir eve sahip olmak için kredi yönteminin yoksullar için gerçekten iyi bir yöntem olup olmadığı tartışılır. 

Düzkan, Manifestonun neoliberal kapitalizmin kendisini feminist bir ütopya olarak sunduğu iddiasını bütün dünya için böyle olmadığını söyleyerek eleştiriyor ve Türkiye’de lean-infeminizmin (kadınları şirketlerde erkek iktidarını yıkmaya ve üst düzey görevler almaya çağıran) söz konusu olmadığını söylüyor: 

abd’de belki ama bütün dünyada böyle mi? neoliberal dönüşümün akp eliyle gerçekleştirildiği türkiye’de, türkçe yazdığım için daha fazla bir şey söyleme gereğini duymuyorum”. 

Neoliberal dönüşümün, şu an AKP eliyle gerçekleştiriliyor olsa bile, AKP ile başlamadığını, dünyanın çok büyük bir kısmında olduğu gibi Türkiye’de de 90’larda ve 2000’lerde daha çok piyasa ile işbirliğini öne çıkaran, sınıf siyaseti yerine yoksullara yardım siyasetini koymuş, projeci, stk’cı neoliberal siyasetin feminist siyaseti de epeyce etkisi altına aldığını bir ben mi düşünüyorum acaba. Biraz daha dikkatli bakılırsa, mevcut siyasi ve ekonomik hiyerarşileri sorgulamayıp yalnızca onlar içinde kadınlara yer kapmaya çalışan feminizme karşı hiyerarşilerin kendisini feminist bir sorun olarak gören bir feminizmin Türkiye’de de çatışma içinde olduğu görülebilir.   


[1]Bkz.https://www.cbsnews.com/news/levis-wrangler-jeans-factories-lesotho-south-africa-sexual-harassment-abuse-violence-report/

[2]Bir tanesi burada:https://www.stand.earth/latest/markets-vs-climate/fashions-coal-pollution/levi%E2%80%99s-deadly-climate-impact-detailed-new-report?fbclid=IwAR1pdkEOdMce7fn40BIs7_Wy97hbbzZv2e-CnunqLDfws3N4sOgFYw4sxIQ

[3]%99 için Bir Feminizm: Bir Manifesto, C.Arruzza, T.Bhattacharya, N. Fraser, Sel Yayıncılık 

[4]http://www.5harfliler.com/tag/99-icin-feminizm-bir-manifesto/

1 Yeni Mesajınız Var: Pandemi Sürecinde Evden Çalışan Kadınların Deneyimleri – Yıldız Öztürk

Covid-19 pandemisiyle ilgili olarak yaklaşık 4,5 aydır sıkça duyduğumuz ve üzerinde uzlaşılan en yaygın kanı, virüsün hayatımızı değiştirdiği ve yeniden şekillendirdiği. Sürecin açık bir şekilde gösterdiği gibi, var olan toplumsal eşitsizlikler derinleşip kuvvetlenirken, hâlihazırda kırılgan olan gruplar, pandemiye özgü yeni eşitsizlik türlerini de ilk deneyimleyenler oldu. Mülteciler, siyahlar, etnik olarak dışlananlar, kadınlar, lgbti+’lar, çocuklar, işsizler ve işçiler yekpare kategoriler olmamakla birlikte içinde yaşadığımız sistemin en güvencesizleri. Pandemi sürecinde sağlık sisteminin küresel çapta iflasının etkileriyle birleşen ırkçı, cinsiyetçi söylemler ve uygulamalar merkez-dışında konumlandırılan gruplar için, önceki dönemlerden daha fazla ölümle burun buruna kalınan bir ortam yarattı. Sağlık hizmetlerine, temiz suya ve gıdaya erişimi sınırlı olan dolayısıyla bağışıklık sistemi güçlü olmayanlar, mülteci kamplarında insanlık dışı koşullarda kalmak zorunda olanlar, işsizler ve sokakta yaşayanlar kapitalizmin ilk elde gözden çıkardığı toplumsal kesimler oldu. Kadınlara ve lgbti+’lara yönelik (ev içi) şiddet vakalarının artması, kazanılmış hukuksal hakların aşındırılması ve iptali gibi uygulamalar da kapitalist yapılanmanın pandemiyle birlikte iyice açığa çıkan sınıfsal, ırkçı ve cinsiyetçi boyutlarını gözler önüne serdi. Bununla birlikte, çalışanlar ya işten çıkarıldı ya da zorla çalıştırıldı. Evden çalışma sistemi ise pek çok hak ihlaline neden oldu. Kısacası pandemi süreci, “aşağıdakiler”in sosyo-ekonomik, fiziksel ve duygusal açılardan ağır bedeller ödediği bir hayatta kalma mücadelesine dönüştü.

Pandeminin hayatlarımıza çok boyutlu etkileri, doğal olarak, “pandemi ve …” başlığında birbiriyle ilişkili sayısız tartışmaya yol açtı. Bu yazıda, ayrımcılık pratiklerini en ağır şekilde yaşayanlar arasında yer alan ve Covid-19 pandemisiyle birlikte daha fazla güvencesizliğe mecbur bırakılan ev dışında çalışan kadınların, evden çalışma sistemine geçişle beraber ev içinde ve iş süreçlerinde gerçekleşen sosyo-ekonomik ve duygusal dönüşümleri paylaşılacaktır. Evden çalışanların, sokağa çıkmak ve ev dışında çalışmak zorunda olanlarla karşılaştırıldığında, özellikle virüsün bulaşma tehlikesine karşı, ayrıcalıklı bir konumda olduğu varsayılabilir. Bu durum sınıfsal hiyerarşiler açısından kısmen doğru olsa da kadınlar açısından ev içi yükün arttığı, mücadele edilerek, pazarlıklar sonucunda elde edilen kazanımların zarar gördüğü, toplumsal cinsiyete dayalı iş bölümünün nerdeyse geleneksel formlara döndüğü bir sürece de işaret ediyor. Kandiyoti’nin ifade ettiği gibi (2020), ev içinde erkeklerin hissetmesine gerek kalmadan yapılan “ufak-tefek işleri” kotaran görünmez elin kadınlar olduğu pandemi sürecinde bir kez daha açık bir şekilde görüldü. Sosyal devlet ve piyasa tarafından karşılanamayan hizmetlerin neredeyse tamamı kadınlara devredildiğinden, ev içi ilişkilerde kazanılmış mevzileri koruma çabası ve yeniden üretim süreçlerinin doğal addedilen yapısıyla tekrar tekrar mücadele edilmesi söz konusu oldu. Buna ek olarak, çalışma hayatını evden sürdüren piyasanın taleplerini ev ortamında karşılamaya çalışan kadınlar, uyumadıkları her an (belki o zaman bile) kesişen zaman dilimlerinde ev ile iş alanlarının yönetilmesi, organize edilmesi ve yürütülmesini düşünmek zorunda kaldılar, bunlardan sorumlu tutuldular. Yazı vesilesiyle deneyimlerini paylaşan kadınlar, pandemi öncesinde de sıklıkla eve iş getiren veya zihinlerinin bir köşesinde işle alakalı açık dosyaların olduğu emekçiler. Ancak mekânsal sınırların kaybolduğu bu çalışma sürecinde, ev ve işin getirdiği maddi manevi yükler zaman mefhumunun nerdeyse tamamen yok edildiği özgül sömürü biçimlerini doğurdu. Patriarkal kapitalizm, artık her an hem işte hem de evde olan kadınlardan zamanla yarışmasını, herhangi bir aksaklığa mahal vermeyecek biçimde işlerin yürütülmesini talep ederken, kadınların duygusal ve bedensel yüklerini artıran “kusursuz kadın” modelini yeniden işlevsel hale getirdi.

Görüşme yapılan kadınların[1]aktarımlarına bakıldığında, iş süreçlerinde nispeten benzer denetim ve kontrol mekanizmalarının uygulandığı görülmekte. İş yerinin denetleme pratiklerine karşı geliştirilen başa çıkma yöntemleri veya sürece uyumlanmaları ise, kadınların içinde bulundukları duygu durumları, toplumsal konumlanışları, toplumsal ve ekonomik kayıpları, istihdam alanları ile pandemi öncesindeki çalışma koşullarına göre değişkenlik göstermekte. Evden çalışma sistemine geçişle birlikte kadınların evle ve yalnız yaşamayanların ev içindeki diğer bireylerle kurdukları ilişkiler de dönüşüme uğramış. Dönüşüme neden olan etmenler arasında evin fiziki yapısı, evli olma veya çocuk sahipliği, ev işlerinin bölüşümü öne çıkmakta. 

Güvencesizlik, felaket kapitalizmi ve piyasa fırsatçılığı

1970’lerden itibaren üretim ilişkilerindeki dönüşümler var olan güvencesizlik türlerine yenilerinin eklenmesini de beraberinde getirdi. Kısa sürede aileden bireye, sınırlı emek / zaman kullanımından esnek emek / zaman kullanımına, sanayiden bilişim sektörüne, istihdam biçiminden hayatın tüm alanlarına yayılan güvencesizlik tanımları ve türleri genişleyen literatürde yer aldı. En genel ifadeyle güvencesizlik, sürekli istihdamdan yoksun, belirsiz koşulların egemen olduğu, esnek ve örgütsüz çalışma pratiklerinin gündelik yaşamın kırılgan ilişkileri üzerine inşa edildiği bir süreç olarak tarif edilebilir.

Barbier’in (2002: 6) belirttiği üzere, güvencesizliğin toplumsal sorunların tanımlanmasında spesifik bir kavram olarak kullanımı ilk kez Fransa’da 1970’lerin sonunda gerçekleşti. Bu dönemdeki güvencesizlik tartışmalarında temel olarak aile ve yoksulluk üzerine odaklanılması söz konusudur. Örneğin Pitrou’nun (Pitrou, 1978’den aktaran Barbier, 2002: 10-1) 1978’de yaptığı çalışmada précarité, devletten sosyal yardım alamayan ailelerin yaşam koşulları ile çocukların geleceğinden duyulan kaygıları anlatmak için kullanılmıştır. 1980’lerden itibaren güvencesizlik literatüründe, istihdam koşulları, istihdamın heterojen yapısı ve toplu pazarlık meseleleri de daha açık bir şekilde tartışmaya açılmıştır. Bu sürecin temel nedeni, Hewison’ın (2016: 430) da değindiği gibi, Amerika Birleşik Devletleri’nde Ronald Reagan (1981-89), Britanya’da Margaret Thatcher (1979-90) yönetimleri tarafından desteklenen neoliberal ekonomi politikaları ve bu uygulamaların güvencesiz çalışma rejiminin kalıcılaşmasına yol açan yasal düzenlemelerle hayata geçirilmesidir. 1990’lı yıllardan itibaren ise güvencesizlik tartışmalarına çalışma yaşamındaki standart dışı uygulamalar ve sosyal güvenceden yoksunluk meseleleri de dâhil edilmiş ayrıca sosyal dışlanma pratikleriyle güvencesizliğin yakın ilişkisine vurgu yapılmıştır. Kalleberg (2009), güvencesiz çalışma biçimlerinin 1970’lerden günümüze doğru geldikçe her sektörde artma eğilimi gösterdiğini belirtir. Lorey (2012: 165), neoliberal güvencesizliğin normalleştirilmesinin sanayi kapitalizminde uzun bir geçmişi olduğuna dikkat çeker; esnek ve kısmi zamanlı çalışma rejimi kadınlar, göçmenler, etnik olarak dışlanan gruplar tarafından zaten yüzyıllardır deneyimlenmekte olduğunu ifade eder. Günümüzdeki güvencesizlik pratiklerine değinen Gielen (2016) ise, Hardt ve Negri’ye referansla maddi iş gücünün tamamen yok olmadığını vurgular; bununla birlikte “fordist üretim biçiminden post-fordist üretim biçimine geçiş[in], maddi işgücünden zihinsel işgücüne geçiş[e]” de işaret ettiğini belirtir. Bu çerçevedeki emek piyasasını deneyimleyenler Virno’ya göre (Lavaert, Gielen, 2014: 188), “post-fordizmin tipik emekçileri[dir].” Sennett (2017: 63), esnek zamanlı çalışmayı “(…) rutine boyun eğen işçinin sahip olduğundan daha fazla özgürlük vaat etse de, aslında (…) sadece yeni bir kontrol ağı ördüğünü” ifade eder. 

Hâlihazırda tüm iş kollarına açık ya da örtük formlarda sızmış, işin niteliğine göre farklılık gösteren güvencesiz çalışma pratikleri, pandemiyle birlikte norm haline gelerek pervasız sömürünün önünü sınırsızca açtı. Bunların başında doğrudan işten çıkarma, güvenlik önlemi alınmayan ortamlarda zorla çalıştırma, zorunlu ücretsiz izin kullandırma, kısa çalışma ödeneği, ücrette düşüş, mobbing gibi uygulamalar yer aldı. 

Esnek çalışma, hak kayıpları, mobbing ile evde olmanın “rahatlığı” arasında sıkışan kadınlar

Pandeminin emek süreçlerinde yarattığı dönüşümler arasında en dikkat çeken uygulamalardan biri de esnek çalışma. Esnek çalışma modellerinin “mesai saati” anlayışını ortadan kaldırması sonucunda, evden çalışan kadınlardan adeta 7 / 24 hizmet beklentisi doğmuş durumda. Kadınların, hastalanma korkusuyla birleşen belirsizlik ve çaresizlik haline eşlik eden piyasanın beklentileri ile yeniden üretim pratiklerinin sürdürülmesi arasında kaldığı söylenebilir. Örneğin, özel bir lisede çalışan 1. görüşmeci, ders verdiği saatler dışında, hatta iş saatleri dışında gelen Whatsapp yazışmalarına, telefonlara ve e-maillere cevap vermek zorunda kaldığını, yemeğini bölüp masadan kalktığını, yöneticilerin gece 12’de dahi işle ilgili Whatsapp grubuna yazdığını belirtti. Eşi bir süre evden çalışsa da zaman zaman iş yerine gitmiş. Bu süreçte 5 yaşında olan çocuğuyla istediği gibi ilgilenemediğini belirtti, iki ders arasında önceden tasarladığı öğün planına uygun yemek yapmaya çalıştığını anlattı. Ekonomik kayıplarından da bahseden görüşmeci, Mart ayındaki maaşının tam yattığını sonrasındaki ayda ise maaşının 1/4’nin yattığını belirtti. Tüm bunlara rağmen evde kendisine vakit ayırabildiğini, çocuğuna karşı daha tahammüllü olduğunu, vakit buldukça arkadaşlarıyla görüntülü görüşmeler yaptığını, film izlediğini, kitap okuduğunu, meditasyon yaptığını ve bunların kendisine iyi geldiğini söylüyor: “Evde herkese daha fazla alan ayırıyoruz, birbirimizi tolere edebiliyoruz. Normalde çocuğuma bu kadar tahammüllü davranabilir miydim emin değilim. Çünkü okulda öğrencilerle ilgilenmekten evde halim kalmıyordu (…) bize iyi geldi.”

Vakıf üniversitesi çalışanı 2. görüşmeci çalışma günü ve saatinin oldukça esnekleştiğini, her an iş yerinde gibi yaşadığını, ders vermediği zamanlarda fakülte ya da bölüm toplantılarına katılmak zorunda olduğunu, üniversite yönetiminin talimatıyla çevrim içi etkinlikler organize ettiğini ve günün her saati Whatsapp gruplarındaki yazışmaları takip etmekle yükümlü olduğunu ifade etti: “Akşam saat 11. Sabaha karşı saat 3. Sabah saat 7. Hafta içi, hafta sonu. Önemli değil. Önemli olan her an ulaşılabilir olmak ve sizden istenen işleri ivedilikle yapıp e-mail veya Whatsapp aracılığıyla iletmek. Çekilir dert değil, çok yorgun ve sinirliyim. İstifa etmeyi düşündüm ama iş bulamamaktan korkuyorum.” Ayrıca ders anlatırken sistemde bir kopukluk yaşanırsa, aynı dersi bir daha anlatıp, sorunsuz bir şekilde kayıt etmesi gerektiğini söyleyen görüşmeci, bunun için herhangi bir ek ücret de almadığını ifade etti. Oysa derse girmediği zaman iş yeri ücretinde kesinti yapıyormuş. Görüldüğü üzere, çalışandan kaynaklanmayan olumsuz durumlarda (ki böyle süreçler de yaşanabilir) bile işin telafisi yine çalışanın omuzunda bir yük olarak kalıyor.

Bekâr bir anne olan 3. görüşmeci, bir devlet üniversitesinde araştırma görevlisi olarak çalışıyor. Doktora tezinin yazım aşamasında olan görüşmeci, tezini bu dönem yazamazsa işten atılacağını ve bu nedenle büyük bir stres yaşadığını söyledi.[2]Pandemi sürecinde ev temizliği için destek alamadığını, 4 yaşındaki çocuğuyla tek başına ilgilenmek zorunda olduğundan tezine odaklanamadığını, ağırlıkla çocuğuna bakmak ve onu eğlendirmek durumunda kaldığını anlattı. İşini kaybetme korkusuna eklenen pandemi stresi görüşmecinin kaygı düzeyini artırmış. Fakat pandemi ilan edildikten bir ay sonra virüs hakkında bilgi edindikçe endişesinin azaldığını, pandemi öncesinde iş yoğunluğu sebebiyle ilgilenemediği eviyle şu anda daha fazla ilgilendiğini söyledi. Çalışma hayatının yorgunluğu, evle kurulan ilişkileri de belirliyor. Neredeyse “otel” gibi kullanılan, bu yüzden belki de pek benimsenmeyen ya da üzerine düşünülmeyen ev, pandemi sürecinde farklı anlamlara bürünmüş görünüyor: “Önceden evi güzelleştirmeye fırsat olmuyordu. Üç yıldır bu evdeyim ilk defa biraz biraz bahçeye bakıyorum. Emek vermeye başladım. Şu an bahçeyle, evi güzelleştirmekle uğraşmak bana keyif veriyor.”

Turizm ve medya alanında faaliyet yürüten bir işletmenin Ar-Ge biriminde çalışan 4. görüşmecinin 3,5 yaşında bir çocuğu var. Evden çalıştığı süre zarfındaki ilk 3 hafta gün içinde çok yoğun çalıştığını, sonra işlerin rutine girdiğini dile getirdi. Eşi sağlık çalışanı ve halen iş yerine gidiyor bu nedenle evde bir yandan çocuğuna bakmak diğer yandan iş yerinden istenenleri yapmakla yükümlü. Zaman zaman çocuğuyla yeteri kadar ilgilenemediğini düşünüyor ve bunun vicdani yükünü de taşıyor. Fakat anlattığı günlük işlere bakıldığında her anının dolu olduğu görülüyor. Kendi ifadesiyle, “gece yatana kadar ev ve iş yerine ait işleri yetiştiriyor.” Ertesi günün yemek planlamasını yapıyor. Yine de anne olan kadınların evden çalışmasına sempati ile yaklaşıyor: “Çocuk evde olmasa, evde çalışmak bir anne için aslında iyi. Hem çocuğa hem kendine vakit kalır.” Fakat uzun vadede evden çalışmanın güvencesizliği de beraberinde getireceğinden endişe duyuyor: “Evden çalışmak çocuk olduğu için çok zor oluyor. Çocuk oyun oynamak istiyor. Bir süre sonra umudu kesip kendi kendine oynuyor ama vicdanım rahat etmiyor. Turizm durduğu için işimiz azaldı. Evden çalışmaya tümden geçilmesiyle birlikte, ücretlerin düşmesi ve esnek çalışmaya geçilmesi gibi riskler de var. Bu durum uzun sürerse sıkıntılar olacak.” 

Bir medya kuruluşunda çalışan 5. görüşmeci ise, zaten oldukça güvencesiz koşullarda çalıştığını belirtiyor. Asgari ücretle çalışan görüşmeci, bu süreçte ekonomik kaybının olmadığını buna rağmen, evden çalışmanın mesai saati mefhumunu ortadan kaldırdığını söyledi. Ailesiyle birlikte yaşayan görüşmeci, evdeki diğer bireylerin alanını işgal etmemeye gayret ettiğini, bu nedenle odasına kapanıp işlerini o mekândan yürüttüğünü anlattı. Bunun da pandeminin getirdiği mekânsal sıkışmışlık hissini katlayan bir durum olduğunu belirtti. Nerdeyse tüm sektörlere özgü olan, pandemiyle birlikte de iyice esnekleşen çalışma saatleri basın-yayın sektöründe çalışanları çok daha etkin ve yakıcı bir biçimde etkiliyor.

Malumun ilamı

Uzun zamandır ayrıcalık olarak sunulan esnek çalışma sisteminin özgürlük ve yaratıcılıkla ilişkilendirilmesi gerçekte emek gücü üzerinde kurulmaya çalışılan baskının güncel sömürü ve kontrol biçimleri arayışıyla ilişkili olduğu aşikâr. Bu bağlamda vizyoner düşünce, oyun oynar gibi çalışma, becerilerin sürekli ve hızlıca yenilenmesi mecburiyeti “(…) çok sayıda eğitimli insanı başarısızlığa mahkûm eden rekabetçi” bir piyasanın göstergesi olarak yorumlanabilir (Sennett, 2017: 136). Sennett’in değindiği gibi (2017: 135-6), başarısızlık hissi ile “yeterince iyi değilim” kaygısı günümüzde sadece yoksul ve daha az eğitimli kesimlerin değil, orta sınıfların da güvencesiz çalışma prensiplerine tabi olduğunun göstergesidir.

Kapitalist üretim ilişkilerinin mevcut kesitinde açık bir şekilde görünüyor ki, sınıfın tüm bileşenleri ekonomik, toplumsal ve kültürel konumlanmalarına göre, bir tür güvencesiz yaşama mahkûm edilmiş durumda. Somut güvencesizlik uygulamaları, çalışanların zihninde sistematik bir işini kaybetme korkusunun yer etmesine de yol açmakta. Pandemi süreciyle birlikte ise kurumların baskı, denetim ve kontrol mekanizmalarını genişlettiği, bu durumun çalışanlara ziyadesiyle hissettirildiği bir ortam oluştu. Böylesi bir ortamda evden çalışan kadınlar, ev içi yaşam pratiklerinde ve iş süreçlerinde yeni sömürü ve tahakküm biçimleriyle karşılaştılar. 

İmkânsız bir ihtimal olarak çalışanların her anını denetleme isteği, teknoloji sayesinde her saniye ulaşılabilir olan emekçi fantezisi, mesai saati uygulamasının ortadan kalktığı bu süreçte doğrudan ev içine ve çalışanların tüm hayatına nüfuz etmeye yönelik çeşitli hamleleri beraberinde getirdi. Görüşmelerde anlatıldığı üzere, 10 dakika geç cevap verilen e-mail, ilk aramada açılmayan telefon, kısa süre içinde görülmemiş Whatsapp mesajı çalışanların performansını sorgulatmaya yeterli veriler oldu. Mesai saati ve mesai günü mefhumunun ortadan kalktığı, pandemi öncesinde zihinsel olarak olmasa da fiziksel olarak uzaklaşılabilen çalışma mekânının pandemi sürecinde tam kapasite özel alana taşınması kadınlar ile erkekler arasındaki asitmetrik yeniden üretim pratiklerini derinleştirdi.

Patriarkal kapitalizm örneğinde olduğu gibi iktidar yapıları zaman zaman birbiriyle uyumlu zaman zaman da çelişkili pozisyonlar alabilir; ücretli emek ile ücretsiz emek arasında kadınlara biçilen roller değişebilir, bu rollerin kabulü veya reddi, alternatif üretme çabaları, büyük ölçüde kadın-erkek-piyasa üçgenindeki pazarlıklara, mücadelelere bağlıdır. Bu bağlamda görünen ve görünmeyen pazarlıklar kadınlar açısından olumlu ya da olumsuz dönüşüm potansiyellerine açıktır. Yukarıda vurgulandığı üzere, yeniden üretim faaliyetleri kadınların hayatlarını erkeklerle eşit bir şekilde sürdürememesinin en önemli nedenleri arasında yer almakta. Feminist politikanın, doğallaştırılmış cinsiyet ve cinsel yönelim pratiklerini tarihselleştirmesi ve toplumsal iktidar ilişkilerini sorunsallaştırması pek çok kazanımın elde edilmesini sağladı. Bununla birlikte deneyimler gösteriyor ki, elde edilen kazanımlar sonsuza dek sabit kalmıyor; hatta kazanımların yok edilmesi, geriye çekilmesi söz konusu oluyor ya da yeni eşitsizliklere karşı mücadele edilmesi gerekiyor. Örneğin, on yıllar önce tartışılan, ekonomik ve kültürel sermayesi nispeten yüksek kadınlaraçısından kısmen sönümlendiği varsayılan cinsiyetçi iş bölümü pandemi sürecinde yaşandığı gibi, “aniden” geleneksel formlara dönüşebiliyor. Görüşmelere katılan kadınların tümü, pandemi öncesinde ev işlerinin büyük bir bölümünü piyasadan satın alırken[3], şu anda bir yandan ücretli emek süreçlerine dahil olup diğer yandan datanımı, sınırı, zamanı olmayan ev işleri gibi muğlak bir alanı yönetmeye çalışıyorlar. Bunu yaparken çeşitli stratejiler geliştirdiklerini söyleyen kadınlar, ev içindeki erkeklerle eşit bir ilişki kurmayı talep ediyorlar. İş dağılımına bakıldığında ayrıntı, özen ve dikkat gerektiren işlerin (market alışverişinden sonra ürünlerin yıkanması ve havalandırılması, özellikle çocuklu evlerde öğünlerin sağlıklı bir şekilde planlanması gibi) daha çok kadınlar tarafından yapıldığı görünüyor. Erkeklerin mutfak performansı genellikle sevdikleri yiyecekleri (pizza, ekmek gibi) yapmakla sınırlı. Bununla birlikte erkekler genel ev temizliği yapsalar da kadınların erkekleri “yönlendirmesi” gerekiyor. Aktarılanlara göre, eline süpürge alıp evi temizleme düşüncesiyle hareket eden bir erkek mevcut değil. Fakat kadınların bu konudaki talepleri karşılık buluyor. Sınıfsal ayrıcalıklara sahip oldukları düşünülen kadınlar, ki bu kısmen doğru olsa da,bütün bu “hengâme” içinde güvencesiz çalışma süreçlerini deneyimliyorlar.

Ücretli çalışma ile yeniden üretim faaliyetlerinin iç içe geçmesi kadınlar açısından oldukça zorlayıcı olsa da, görüşmecilerin yoğun iş tempolarına dair üst üste binmiş bıkkınlık ve yorgunlukları mevcut. Örneğin evden iş yerine gitmek için toplu taşımayla 30 dakika ile 1,5 saat süren yol katediyorlar. Ayrıca iş yerindeki mobbing, denetim ve kontrol mekanizmaları da kadınları her açıdan zorluyor. “Ayrıcalıklı” konum, yoğun iş temposuyla beraber uzun çalışma saatlerinin olduğu (hatta mesai kavramının yok olması), iş tanımındaki esneklik ve belirsizlikler ile düşük ücretle istihdam ve benzeri koşullarda çalışmayı gerektiriyor. İş süreçleri o kadar yıpratıcı ki görüşmeye katılan kadınlar ehvenişere razı oluyorlar. Örneğin, pandemi sürecinde evden çalışmanın dezavantajları olsa da evde olmak rahat kıyafetlerle (mesai saatinde görüntülü çalışma sistemi içinde olanlar dahi evde bir süre pijama altıyla vakit geçirmiş) oturabilmek, toplu taşımayla uzun süre yolculuk yapmamak demek. Yani, insani yaşama koşulları içinde oldukça temel taleplerden bahsediliyor. Belli ki orta sınıf rüyası gün geçtikçe kâbusa dönüşüyor. Piyasa ve patriarka kıskacında kadınların ve bu iktidar yapıları tarafından sömürülen tüm kesimlerin küresel çaptaki feminist mücadeleleri bu kâbustan kurtuluşun pratik ve politik zeminine işaret ediyor.

Kaynakça

Barbier, J. C. 2002. A Survey of the Use of the Term Précarité in French Economics and Sociology. Working Document No. 19, November.

Gielen, P. 2016. Sanatsal Çokluğun Mırıltısı: Küresel Sanat, Siyaset ve Post-Fordizm. çev. Albina Ulutaşlı. İstanbul: Norgunk Yayıncılık.

Hewison, K. 2016. “Precarious Work”. The SAGE Handbook of the Sociology of Work and Employment. Editors: Edgell, S., Gottfried, H., Granter, E. London: SAGE.

Kalleberg,  A. L. 2009. “Precarious Work, Insecure Workers: Employment Relations in Transition”, American Sociological Review,  74 (1),  1–22. 

Kandiyoti, D. 2020. Salgın, Modern Kadının Yaşadığı İllüzyonu Yıktı Geçti. https://www.gazeteduvar.com.tr/gundem/2020/04/30/deniz-kandiyoti-salgin-modern-kadinin-yasadigi-illuzyonu-yikti-gecti/ (Son erişim tarihi: 27 Temmuz 2020).

Lavaert, S., Gielen, P. 2014. “Sanatın Ölçüsüzlüğü: Paolo Virno ile Söyleşi”. çev. Özge Çelik. Sanat Emeği: Kültür İşçileri ve Prekarite. Ed. Artun, A. İstanbul: İletişim Yayınları.

Lorey, I. 2012. “Precarity Talk: A Virtual Roundtable with Lauren Berlant, Judith Butler, Bojana Cvejic, Isabell Lorey, Jasbir Puar, and Ana Vujanovic”, TDR: The Drama Review, 56 (4), 163-77.

Sennett, R. 2017. Karakter Aşınması (11. Basım). çev. Barış Yıldırım. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.


[1]Bu görüşmelerin bir bölümü, daha geniş kapsamlı bir çalışma vesileyle Dilek Üstünalan ve Belce Metin ile birlikte 25 Nisan 2020-18 Mayıs 2020 tarihleri arasında video-konferans sistemiyle gerçekleştirdiğimiz araştırma sürecine aittir. Bunun dışındaki görüşmeleri ise aynı yöntemle 19-20 Temmuz 2020 tarihleri arasında gerçekleştirdim. Görüşmeye katılan kadınlardan 2’si İzmir’de 4’ü İstanbul’da yaşıyor. Yaşları 30-43 arasında olan kadınların 3 tanesinin birer çocuğu var. Eğitimleri yüksek lisans ya da doktora düzeyinde. Kişisel gelirleri ise, 4000-10000 TL arasında değişiklik göstermekte. Çalışma saatleri pandemi öncesinde resmi olarak 8-10 saat arasında değişmekte. Fakat eve iş getirme oldukça yaygın bir durum. Pandemi sonrasında çalışma saatini kestirmek çok güç. Çünkü ev işleri ile iç içe geçen bir süreç yaşanıyor. 10 dakika çamaşır asıp, 15 dakika dilekçe değerlendirmesi yapıp, 2 saat ders anlatıp, 1 saat yemek yapılan bir ortam söz konusu. İşler parçalı ve bu parçalı zamanlara planlı ya da plansız her an her iş dahil olabiliyor. 

[2]Biz bu görüşmeyi yaptığımızda halen işi olan görüşmeci, Haziran ayındaki tez izleme toplantısında jüri tarafından yeterli görülmediği için işini kaybetti.

[3]Bu işler kadınların organizasyonu ile yine çoğu kadın ve göçmen işçilere devrediliyor.