İmdat Freni

feminizm

“Irksal, Cinsel, Sınıfsal Tahakkümler İç İçe Geçiyor”- Combahee Nehri Kolektifi Bildirisi

Siyah Feminizmin kurucu metinlerinden biri olan Combahee Nehri Kolektifinin 1977’de kaleme aldığı ve kesişimsellik tartışmalarının dayandığı bu mühim metni, Fehmiye Ceren Akçabay Karataş ile İlayda Tuana Öztunçel çevirisiyle yayınlanıyoruz.

İmdat Freni’nde daha önce yayımlanan bir metinde Combahee Nehri Kolektifi’nin bildirisinin önemi ve güncelliği şöyle ifade edilmişti:

“1977 yılında ABD’de Combahee River Collective adlı siyah feminist bir grup etkileyici bir bildiri yayınlar. Bütün kadınlar adına konuşan beyaz batılı kadın hareketinin ırkçılığını ve bu ırkçılığın aşılması için herhangi bir çaba gösterilmemesini eleştirirler. Siyah, Üçüncü Dünyalı ve işçi sınıfı kadınları başından itibaren feminist hareketin içindedirler ama büyük gerici güçlerin yanı sıra feminist hareket içindeki elitizm ve ırkçılık bu kadınları dilsiz ve görünmez kılmıştır. 

Collective, yalnız beyaz kadın hareketine değil siyah özgürleşme hareketinin cinsiyetçiliğine karşı da sert bir tutum alır. Ama cinsiyetçiliğe karşı tüm kadınlarla, ırkçılığa karşı siyah erkeklerle birlikte mücadele edeceğini beyan ederek özcü ve ayrılıkçı bir mücadeleyi reddeder.  Zira onlara göre, ırksal, cinsel, heteroseksüel ve sınıfsal tahakküm sistemleri birbirinden koparılamaz ve herhangi bir tahakküm sistemi diğer tahakküm sistemleri ortadan kalkmadan çözülemez. Hem beyaz kadınla hem de siyah erkekle çelişki ilişkileri olsa da esas karşıtlığı bunlarla değil beyaz heteroseksüel erkekle kurarlar. Bu çerçevede sosyalist olduklarını ve neden kapitalizme, emperyalizme ve patriyarkaya karşı eş zamanlı ve birlikte bir mücadele yürütülmesi gerektiğinin altını çizerler.

Bugün geldiğimiz noktada kaybedilen her şeyden önce Combahee River Collective’in koyduğu kapsayıcı, kendi kurtuluşunu insanlığın kurtuluşunda gören ve daralmayı değil çoğalmayı önüne koyan, ölümü değil dönüşümü hedefleyen bir siyasi perspektif”.

Siyah feminizmi, Combahee Nehri Kolektifi ve kesişimsellik hakkında ayrıca yayımladığımız şu yazıya da bakılabilir.

Çevirinin daha önce yer aldığı Okan Üniversitesi Hukuk Fakültesi bültenine buradan, metnin orijinaline ise şuradan ulaşılabilir. İyi okumalar.

İmdat Freni

Biz, 1974’ten beri biraraya gelen Siyah feminist bir kolektifiz. [1] Politikamızı belirleme ve netleştirmeye yönelik süreçte, hem kendi grubumuz bünyesinde hem de diğer progresif örgüt ve hareketlerle koalisyon halinde politik çalışmalar yaptık. Mevcut şekliyle politikamızın en geniş ifadesi ırka, cinsiyete, heteroseksüelliğe ve sınıfa dayalı tahakküme karşı aktif bir şekilde mücadele etmemiz ve asli tahakküm sistemlerinin iç iç içe geçmiş yapısına dayalı bütüncül tahlil ve uygulamaların geliştirilmesini başlıca görevimiz olarak görmemiz. Yaşam koşullarımızı bu tahakkümlerin birleşimi oluşturuyor. Siyah kadınlar olarak renkli kadınların tamamının karşı karşıya kaldığı çeşitli ve eşzamanlı tahakkümlerle mücadele etmeye uygun politik hareketin Siyah feminizm olduğunu düşünüyoruz.

Bu yazıda dört temel başlığı tartışıyor olacağız: (1) modern Siyah feminizmin doğuşu; (2) bizim neye inandığımız, başka bir deyişle politikamızın özgülendiği alan; (3) kolektifimizin [feminist bir bakış açısıyla aktarılan] kısa tarihi2 de dahil olmak üzere Siyah feministlerin örgütlenmesindeki sorunlar; ve (4) Siyah feminist meseleler ve uygulamalar.

1. Moden Siyah Feminizmin Doğuşu
Siyah feminizmde yaşanan yeni gelişmelere bakmadan önce, kökenimizi tarihsel bir gerçeklik olan Afro-Amerikalı kadınların hayatta kalma ve özgürlük için verdikleri daimi ölüm kalım mücadelesine dayandırdığımızı beyan etmek istiyoruz. Siyah kadınların Amerikan politik sistemiyle (beyaz erkek egemenliği sistemi) son derece olumsuz şekilde süregelen ilişkisi, tahakküm altındaki iki kasta, ırksal ve cinsel kastlara üyeliğimiz tarafından belirlendi. Angela Davis’in “Siyah Kadının Köle Topluluğundaki Rolü Üzerine Düşünceler”de işaret ettiği gibi, Siyah kadınlar her zaman, sadece fiziksel bir yolla olsa dahi, beyaz erkek egemenliğine karşı bir duruş gösterdi ve hem çarpıcı hem incelikli yollarla kendilerine ve topluluklarına yönelik saldırılara bilfiil direndi. Cinsel ve ırksal kimliklerinin birleşiminin yaşamlarının tamamını ve özgün politik mücadelelerinin odağını belirlediğine dair ortak bir bilince sahip olan Sojourner Truth, Harriet Tubman, Frances E. W. Harper, Ida B. Wells Barnett ve Mary Church Terrell gibi tanınan ve tanınmayan binlerce Siyah kadın aktivist her zaman varoldu. Modern Siyah feminizm annelerimiz ve kız kardeşlerimizin nesillerdir sürdürdüğü kişisel fedakarlıkların, kararlılık ve çalışmalarının bir sonucu.

En belirgin Siyah feminist tavır, 1960’ların sonlarında başlayan Amerikan kadın hareketinin ikinci dalgasıyla bağlantılı olarak gelişti. Feminist hareketin başlangıcından beri Siyah kadınlar, üçüncü dünya ülkesi kadınları ve işçi kadınlar harekete dahildi ancak hem dıştan gelen gerici baskılar hem de hareketin kendi içindeki ırkçılık ve elitizm, katılımımızın yok sayılmasına sebep olmuştu. 1973’te, New York’taki Siyah feministler, ayrı bir Siyah feminist topluluk oluşturma gerekliliği hissettiler. Bu topluluk sonrasında Ulusal Siyah Feminist Örgütü (NBFO) haline geldi. 

Diğer bir yandan Siyah feminist politika, özellikle 1960 ve 1970’li yıllardaki, Siyah özgürlük hareketleri ile açık bir ilişkiye sahip. Birçoğumuz bu hareketlerde (Sivil Haklar, Siyah ulusalcılık, Siyah Panterler) yer aldık ve hayatlarımız bu hareketlerin ideolojilerinden, amaçlarından ve amaçlara yönelik taktiklerden fazlasıyla etkilendi ve değişti. Bu özgürlük hareketleri içindeki deneyim ve hayal kırıklıklarımız, tıpkı Beyaz erkek sol çeperindeki deneyimlerimiz gibi beyaz kadınlarınkinden farklı bir ırkçılık karşıtı politika ve Siyah ve beyaz erkeklerinkinden farklı bir cinsiyetçilik karşıtı politika geliştirme ihtiyacını açığa çıkardı.

Siyah Feminizmin inkar edilemez bir kişisel kaynağı da var, bu kaynak Siyah kadınların bireysel hayatlarından, görünürde özel olan tecrübelerinden gelen politik farkındalık. Siyah feministler ve kendilerini feminist olarak tanımlamayan pek çok Siyah kadın, cinsiyete dayalı tahakkümü gündelik yaşamın değişmez bir unsuru olarak deneyimliyor. Oğlanlardan farklı olduğumuzu ve farklı muamele gördüğümüzü çocukluğumuzda fark ettik. Örneğin, bize hem “hanımefendi” olabilmek için hem de beyaz insanlar tarafından daha az uygunsuz görülmemiz için susmamız söylendi. Büyüdükçe erkekler tarafından fiziksel ve cinsel olarak istismar edilme tehdidinin farkına vardık. Ancak gerçekte bizim için çok belirgin olanı, yaşanmakta olduğunu bildiklerimizi kavramsallaştırmamızı sağlayacak hiçbir yönteme sahip değildik. 

Siyah feministler biz kadınların tahakkümle mücadele için politik çözümleme ve uygulamada kullandığı cinsel politika, patriarkal düzen, en önemlisi de feminizm gibi bazı kavramların bilincine varmadan önce duydukları delilik hissinden sıklıkla bahsederler. Gerçek şu ki ırk politikası ve elbette ırkçılık yaşamlarımıza nüfuz ederek kendi deneyimlerimize daha derinden bakmamızı, paylaşmamızı, bilinçlenmemizi ve bu sayede yaşamlarımızı değiştirecek ve üzerimizde kurulan tahakkümü tamamen ortadan kaldıracak bir politika inşa etmemizi engelleyen etmenler. Pek çok Siyah kadın bakımından bu durum hala geçerli. Gelişimimiz Siyahların mevcut ekonomik ve siyasi konumlarına da zorunlu olarak bağlı. Öncesinde Siyahlara tamamen kapalı olan belirli eğitim ve istihdam seçeneklerinden asgari düzeyde ilk pay alabilenler, İkinci Dünya Savaşı sonrası nesildeki Siyah gençlerdi. Ekonomik olarak Amerikan kapitalist ekonomisinin hala en altında yer alsak da aramızdan bir avuç insan, eğitim ve istihdamdaki sembolik uygulamaların neticesinde mevcut tahakküme karşı daha etkili bir mücadele potansiyeli içeren bazı araçlara sahip olmayı başardı.

Başlangıçta bizi yan yana getiren, ırkçılık ve cinsiyetçilik karşıtlığını birleştiren bir duruştu ve politik olarak geliştikçe heteroseksizme ve kapitalizmin neden olduğu ekonomik tahakküme de yöneldik.

2. Neye İnanıyoruz
Herşeyden önce, politikamız Siyah kadınların varoluşları gereği değerli olduğu ve özgürlüğümüzün başkalarının iznine tabi olmadığı, birer insan olarak özerkliğe duyduğumuz ihtiyacın bir gereği olduğuna dair ortak inancımızın ürünüdür. Bu kulağa saçma gelecek ölçüde açık bir gerçek olsa da, ilerici görünen başka hiçbir hareketin bize özgü tahakkümü bir öncelik olarak görmediği veya bu tahakkümün sona ermesi için ciddi bir şekilde çalışmadığı aşikar. Gördüğümüz zalim, çoğu zaman ölümcül muameleyi kayda geçmek bir yana sadece Siyah kadınlara atfedilen aşağılayıcı klişeleri sıralamak (siyah dadı, reis kadın, Safir, fahişe, kaslı lezbiyen) dahi Batı yarım kürede geçen dört yüzyıllık esaret içinde hayatlarımıza ne kadar az değer verildiğini gösteriyor. Özgürlüğümüz için istikrarlı şekilde çalışacak ölçüde bizi önemseyenin yalnızca kendimiz olduğunu fark ettik. Politikamız kendimize, kız kardeşlerimize ve mücadele ve çalışmalarımızı sürdürmemizi sağlayan topluluğumuza duyduğumuz kuvvetli sevgi ile gelişiyor.

Bize yönelik tahakküm bakımından odağımız, kimlik politikaları kavramıyla şekillendi. En derin ve potansiyel olarak en radikal politikanın, başkasının yaşadığı tahakküme son vermeye çalışmak yerine, doğrudan kendi kimliğimizden yola çıkmak olduğuna inanıyoruz. Siyah kadınlar söz konusu olduğunda bu özellikle aykırı, tehlikeli, tehdit edici ve dolayısıyla devrimci bir düşünce, çünkü bizden önce gelen bütün politik hareketler göz önünde bulundurulduğunda, herhangi birinin özgürleşmeye bizden daha layık kabul edildiğini açıkça görüyoruz. Altyapı oluşturmayı, kraliçeliği ve on adım geride yürümeyi reddediyoruz. İnsan olarak, eşit insanlar olarak kabul görülmek yeterli. 

Patriarkanın cinsel politikasının Siyah kadınların yaşamlarına sınıf ve ırk siyaseti kadar nüfuz ettiğine inanıyoruz. Yaşamlarımızda çoğunlukla eşzamanlı olarak deneyimlediğimiz için ırk, sınıf ve cinsiyet tahakkümünü birbirinden ayırmakta sıklıkla zorlanıyoruz. Salt ırksal ya da cinsel tahakküme karşılık gelmeyen ırksal-cinsel tahakküm diye bir şeyin var olduğunu biliyoruz, politik bir baskı aracı olarak beyaz erkeklerin Siyah kadınlara tecavüz tarihi bunun bir örneği.

Feminist ve Lezbiyen olmamıza rağmen, ilerici Siyah erkeklerle dayanışma içindeyiz ve ayrılıkçı beyaz kadınların talep ettiği türde bir bölünmeyi savunmuyoruz. Siyahlar olarak durumumuz, ırk gerçeği etrafında bir dayanışmayı zorunlu kılıyor. Şüphesiz ezen ırk olarak olumsuz bir dayanışma içinde yer almak istemiyorlarsa beyaz kadınların beyaz erkeklerle bu tür bir ırk dayanışması sürüdürmesine gerek yok. Bizler, siyah erkeklerle birlikte ırkçılığa karşı mücadele ederken, aynı zamanda cinsiyetçilik konusunda Siyah erkeklere karşı mücadele ediyoruz.

Tahakküm altındaki tüm insanların özgürleşmesi için patriarkayla birlikte, ekonomi-politik sistemler olan kapitalizm ve emperyalizmin de ortadan kaldırılması gerektiğinin farkındayız. Bizler sosyalistiz, çünkü çalışmanın patronların kârı değil, çalışanların ve üretenlerin ortak yararı doğrultusunda örgütlenmesi gerektiğine inanıyoruz. Maddi kaynaklar, bu kaynakları yaratanlar arasında eşit olarak dağıtılmalı. Bununla birlikte, aynı zamanda feminist ve ırkçılık karşıtı bir devrime karşılık gelmeyen sosyalist bir devrimin özgürlüğümüzü garanti edeceğine inanmıyoruz. İçinden geçtiğimiz kendine has süreçte her ne kadar bazılarımız beyaz yakalı ve profesyonel işler için birer sembol olarak görülerek çifte talep görsek de, Siyah kadınlar genelde iş gücü içinde marjinal bir pozisyonda. Bu durumdan kaynaklanan özgün sınıfsal konumu dikkate alan bir sınıfsal ilişki anlayışı geliştirmenin gerekli olduğu düşüncesindeyiz. Irksız ve cinsiyetsiz işçiler olarak görülmeyen aksine iş/ekonomik yaşamları ırksal ve cinsel tahakkümün belirleyiciliğinde şekillenen insanların gerçek sınıfsal konumlarını görünür kılmamız gerekiyor. Marx’ın teorisine, yine Marx tarafından analiz edilmiş oldukça özgün ekonomik ilişkiler çerçevesinde, temelde katılıyor olsak da Siyah kadınlar olarak kendi özgün ekonomik konumumuzu anlayabilmek için onun değerlendirmelerinin daha ileriye taşınması gerektiğini biliyoruz.

Halihazırda yaptığımızı düşündüğümüz politik katkı, kişisel olan politiktir şeklindeki feminist ilkesinin genişletilmesidir. Örneğin yaptığımız bilinç yükseltme toplantılarında, pek çok yönden beyaz kadınların yaptığı çıkarımların ötesine geçtik çünkü cinsiyetin yanı sıra ırk ve sınıfın etkileriyle de karşı karşıyayız. Deneyimlerimizi Siyah kadın tavrıyla Siyah dilinde aktarmamızın/beyan etmemizin bile kültürel ve politik yankıları var. İçinde bulunduğumuz tahakkümün kültürel ve deneyimsel doğasını araştırmak için çok fazla enerji harcamak zorunda kaldık çünkü bu konuların hiçbiri daha önce incelenmemişti. Siyah kadınların yaşamlarının çok katmanlı dokusunu daha önce kimse araştırmadı. Bu tür bir çıkarımın/kavramsallaştırmanın bir örneği bir toplantı esnasında erken dönem düşünsel meraklarımıza kendi grup üyelerimiz, özellikle Siyah erkekler tarafından hangi şekillerde saldırıldığını tartışırken ortaya çıktı. Hepimizin “zeki” olduğumuz için “çirkin”, yani “zeki-çirkin” olarak kabul edildiğini keşfettik. “Zeki-çirkin” adlandırması, çoğumuzun zihnimizi geliştirmek için “sosyal” yaşamlarımızda büyük bedeller ödemeye zorlandığımızı gösterdi. Siyah ve beyaz topluluklarda, Siyah kadın düşünürlere yönelik tepki, beyaz kadınlara, özellikle de eğitimli orta-üst sınıftan olanlara göre nispeten daha yüksek.

Daha önce de belirttiğimiz gibi, bizim için geçerli bir politik tahlil veya strateji olmadığı için Lezbiyen ayrılıkçı tutumu reddediyoruz. Bu tutum, başta Siyah erkekler olmak üzere kadınları, çocukları ve çok fazla sayıda insanı dışlıyor. Erkeklerin, destekledikleri şeyler, davranış ve tahakküm şekilleriyle yani bu toplumun bir parçası olmak için toplumsallaştırıldıkları şeylerle ilgili fazlasıyla olumsuz eleştirimiz var hatta bunlara karşı nefret duyuyoruz. Ancak onları oldukları hale getirenin erkeklikleri -başka bir deyişle biyolojik erkeklikleri- olduğu gibi yanlış bir düşünceye sahip değiliz. Siyah kadınlar olarak, herhangi bir biyolojik belirlenimcilik biçiminin, üzerine bir politika inşa edilemeyecek kadar tehlikeli ve gerici bir temel olduğunu düşünüyoruz. Sınıf ve ırk gerçeklerini inkar ederek kadınlara uygulanan tahakkümün cinsel kaynakları dışındaki kökenlerini tamamen reddeden Lezbiyen ayrılıkçılığının, onu uygulayanlar açısından dahi yeterli ve ilerici bir politik tahlil ve strateji olup olmadığını da sorgulamalıyız.

3. Siyah Feministlerin Örgütlenmesindeki Sorunlar
Siyah feminist bir kolektif olarak birlikte geçirdiğimiz yıllar boyunca başarıyı ve hayal kırıklığını, neşeyi ve acıyı, zaferi ve yenilgiyi tecrübe ettik. Siyah feminist meseleler etrafında örgütlenmenin çok zor olduğunu, hatta Siyah feministler olduğumuzu ilan etmenin bile bazı bağlamlarda zor olduğunu gördük. Bilhassa beyaz kadın hareketi gücünü ve birçok yönde gelişimini sürdürdüğü için, yaşadığımız zorlukların nedenlerini anlamaya çalıştık. Bu bölümde, karşılaştığımız örgütlenme sorunlarının bazı genel nedenlerini tartışacağız, ayrıca özelde kendi kolektifimizin örgütleme aşamalarından bahsedeceğiz.

Politik çalışmamızdaki zorluğun en büyük nedeni, tahakküme karşı sadece bir ya da iki cephede savaşmak yerine, farklı tahakküm biçimlerini bir arada ele almaya çalışmamız. Ne güvenebileceğimiz ırksal, cinsel, heteroseksüel ya da sınıfsal bir ayrıcalığa sahibiz, ne de bu gruplardan birine ait olan bir kişinin sahip olduğu ayrıcalıklara, kaynaklara ve güce en düşük ölçekte sahibiz.

Siyah bir kadın olmanın psikolojik ağırlığı ve bunun politik bilinç kazanırken ve politik çalışma yaparken yaratttığı zorluklar asla küçümsenemez. Hem ırkçı hem de cinsiyetçi olan bu toplumda Siyah kadınların varlıklarının bir kıymeti yoktur. Grubumuzun ilk üyelerinden birinin bir defasında dediği gibi, “Hepimiz yalnızca Siyah kadınlar olduğumuz için zarar görmüş insanlarız.” Psikolojik olarak ve diğer bütün yönlerden zapt edildik, buna rağmen tüm Siyah kadınların koşullarını değiştirmek için mücadele etme zorunluluğu hissediyoruz. “Bir Siyah Feministin Kız Kardeşlik Arayışı”nda Michele Wallace şu sonuca varıyor:

Biz Siyah kadınlar olarak, feminist kadınlar olarak var oluyoruz, şu an için sıkışmış halde birbirimizden bağımsız bir şekilde emek sarfediyoruz çünkü bu toplumda mücadelemiz bakımından asgari ölçüde uygun şartlar dahi yok–çünkü, en alttakiler olarak hiç kimsenin yapmadığını yapmak ve tüm dünyayla savaşmak zorundayız. [2]

Wallace, Siyah feministlerin konumuyla ilgili değerlendirmesinde, özellikle de çoğumuzun neredeyse tipik olarak karşı karşıya kaldığı yalnızlaştırmaya ilişkin vurguda, karamsar ama gerçekçidir. Bununla birlikte, devrimci eyleme doğru net bir sıçrama yapmak için en alttaki konumumuzu kullanabiliriz. Özgürlüğümüz tüm tahakküm sistemlerinin yok edilmesine bağlı olduğu için Siyah kadınlar özgür olsaydı, bu herkesin özgür olması gerektiği anlamına gelirdi.

Bununla birlikte feminizmde, varoluşumuza dair en temel varsayımlardan bazılarının, örneğin cinsiyetin güç ilişkilerinde bir etken olması gerekliliğinin sorgulanması Siyah insanların çoğunluğu açısından çok endişe vericidir. 1970’lerin başlarında yazılan Siyah ulusalcı bir broşürde erkek ve kadın rolleri şu şekilde tanımlanmıştı:

Evin reisinin şimdi de geleneksel olarak da erkek olduğunun bilincindeyiz. Erkek evin/ulusun lideridir çünkü erkeğin dünya bilgisi daha geniştir, farkındalığı daha fazladır, anlayışı daha derindir ve bu bilgileri uygulama biçimi daha akıllıcadır… Evini koruyup kollayarak devamlılığını sağlayabileceği için erkeğin evin reisi olması mantıklı tek seçenektir. Kadınlar erkeklerle aynı şeyleri yapamazlar–doğaları gereği farklı işlevleri vardır. Erkekler ve kadınların eşitliği soyut bir dünyada dahi gerçek olamayacak bir şeydir. Erkekler diğer erkeklerle yetenekleri, deneyimleri ve hatta anlayışları açısından eşit değildir . Erkeklerin ve kadınların değeri altın ve gümüşün değeri gibi düşünülebilir–eşit değildir ama ikisi de çok değerlidir. Kadın ve erkeğin birbirinin tamamlayıcısı olduğunu anlamalıyız çünkü erkek ve karısı olmadan ev/aile olmaz. Her ikisi de herhangi bir yaşam biçiminin gelişimi için gereklidir. [3]

Maddi koşulları, çok az Siyah kadını yaşamlarına az da olsa istikrar getirdiği varsayılan ekonomik ve cinsel düzenlemelere karşı çıkmaya yönlendirir. Çok sayıda Siyah kadın hem cinsiyetçilik hem de ırkçılık konusunda iyi bir kavrayışa sahiptir, ancak hayatlarının olağan kısıtları nedeniyle, her ikisiyle birden mücadele etme riskini alamazlar.

Bilindiği gibi, Siyah erkeklerin feminizme tepkisi oldukça olumsuz olmuştur. Siyah feministlerin kendi ihtiyaçları etrafında örgütlenme ihtimali elbette, Siyah erkeklerin Siyah kadınlardan daha fazla tehdit altında hissetmelerine yol açmıştır. Yalnızca kendi mücadelelerinde yer almış önemli ve çalışkan müttefiklerini kaybetmekle kalmayıp, aynı zamanda Siyah kadınlarla etkileşime girerken ve onları tahakküm altına alırken kullandıkları alışılmış cinsiyetçi yöntemleri değiştirmek zorunda kalabileceklerinin de farkındalar. Siyah feminizmin Siyah mücadelesini böldüğüne dair suçlamalar, özerk bir Siyah kadın hareketinin büyümesine karşı güçlü birer caydırıcı etmendir.

Yine de üç yıllık süreçte, yüzlerce kadın farklı zamanlarda topluluğumuzda faal olarak yer aldı. Ve aramıza katılan her Siyah kadın, hayatlarında daha önce mevcut olmayan bir olasılığa duydukları güçlü bir arzu ile gelişti.

NBFO3’nun ilk bölgesel doğu konferansının ardından 1974’ün başlarında bir araya gelmeye başladığımızda, bir örgütlenme stratejimiz, hatta bir odak noktamız bile yoktu. Sadece elimizdekileri görmek istedik. Aylarca görüşmediğimiz bir dönemin ardından, yılın sonlarında tekrar buluşmaya başladık ve yoğun bir şekilde bilinç-yükseltme yapmaya başladık. Sahip olduğumuz en baskın duygu, yıllar, yıllar sonra nihayet birbirimizi bulmuş olmaktı.Topluluk olarak politik çalışmalar yapmaya başlamasak da üyelerimiz Lezbiyen politikasına, kısırlaştırmanın kötüye kullanımı ve kürtaj hakkı çalışmalarına, Üçüncü Dünya Kadınlarının Uluslararası Kadınlar Günü faaliyetlerine ve Dr. Kenneth Edelin, Joan Little ve Inéz García hakkında açılan davalara yönelik destek eylemlerine katılmayı sürdürdü. Üye sayımızın önemli ölçüde düştüğü ilk yaz döneminde, geri kalanlarımız Siyah topluluk içinde şiddet görmüş kadınlar için bir sığınak açma olasılığına yönelik ciddi tartışmalara yoğunlaştı. (O zamanlar Boston’da sığınak bulunmuyordu.) NBFO’nun burjuva-feminist duruşuyla ve net bir politik odaktan yoksunluğuyla ciddi anlaşmazlıklarımız mevcut olduğu için bağımsız bir kolektif olmaya da o dönemde karar verdik.

O dönem aynı zamanda kürtaj hakkı faaliyetlerinde birlikte çalıştığımız ve bizi Yellow Springs’deki Ulusal Sosyalist Feminist Konferansı’na katılmaya teşvik eden sosyalist feministlerle iletişim halindeydik. Bir üyemiz Konferans’a katıldı ve bu konferans, öne çıkan ideolojinin darlığına rağmen, ekonomik koşullarımızı anlamamızı ve kendi ekonomik tahlillerimizi yapma ihtiyacını daha fazla hissetmemizi sağladı.

Sonbaharda bazı üyelerimiz geri döndüğünde, birkaç ay süren göreceli bir durgunluk dönemi yaşadık ve başlangıçta Lezbiyen-heteroseksüel ayrılığı olarak kavramsallaştırılan ama aynı zamanda sınıfsal ve politik farklılıkların sonucu olan bazı iç anlaşmazlıklarımız oldu. Yaz boyunca bir araya gelmeyi sürdürenler, bilinç-yükseltme ve salt duygusal destek topluluğu olarak faaliyet yürütmenin ötesine geçerek politik çalışma yapma konusunda kararlıydılar. 1976’nın başında, politik çalışma yapmak istemeyen ve görüş ayrılıklarını da dile getiren kadınların bir kısmı kendi istekleriyle aramızdan ayrılınca yeni bir odak arayışına girdik. Yeni üyelerin katılımıyla bir çalışma grubu haline gelme kararı aldık. Okumalarımızı birbirimizle her zaman paylaşıyorduk ve bu kararın alınmasından aylar önce bazılarımız topluluk tartışmaları için Siyah feminizm hakkında bazı yazılar kaleme almıştı. Bir çalışma grubu olarak çalışmaya ve yolumuza Siyah feminist bir yayınla devam etmenin imkanlarını tartışmaya başladık. İlkbaharın sonlarında hem politik tartışmaları hem de kişilerarası meselelerimizi çözmek için kendimize biraz zaman tanıdık. Şu anda Siyah feminist yazıları bir arada toplayacağımız bir derleme planlıyoruz. Politikamızın gerçekliğini diğer Siyah kadınlara göstermenin çok önemli olduğunu düşünüyoruz ve bunu çalışmalarımızı kaleme alıp yayararak yapabileceğimize inanıyoruz. Ülkenin her yerinde Siyah feministlerin birbirlerinden soyutlanmış halde yaşaması ve sayımızın azlığına rağmen yazma, basım ve yayıncılık konusunda bazı becerilerimizin olması, bu tür projeleri bir örgütlenme aracı olarak gerçekleştirme isteği duymamıza neden oldu. Siyah feministler olarak diğer gruplarla koalisyon halinde siyasi çalışmalar yapmaya da devam ediyoruz.

4. Siyah Feminist Meseleler ve Planlar
Birlikte geçirdiğimiz süre boyunca, Siyah kadınları özellikle ilgilendiren birçok meseleyi tespit ederek üzerinde çalıştık. Politikamızın kapsayıcılığı bizi kadınların, Üçüncü Dünya’nın ve emekçilerin yaşamlarını etkileyen tüm konularla ilgili hale getiriyor. Elbette bilhassa tahakkümde eşzamanlı unsurlar olan ırk, cinsiyet ve sınıf mücadeleleri üzerinde çalışmaya odaklamış durumdayız. Örneğin, Üçüncü Dünya kadınlarını istihdam eden bir fabrikada işyeri örgütlenmesine katılabilir ya da bir Üçüncü Dünya topluluğuna zaten yetersiz şekilde sağlanan sağlık hizmetini vermeyi kesen bir hastaneye karşı grev örgütleyebiliriz veya bir Siyah mahallesinde tecavüz kriz merkezi kurabiliriz. Sosyal yardım ve kreş için örgütlenmek de çalışmalarımızın odak noktası olabilir. Yapılması gereken çalışmaların çokluğu ve bunlara neden olan sayısız mesele, içinde bulunduğumuz tahakkümümün yaygınlığını bir nebze de olsa gösteriyor.

Kolektif üyelerinin hali hazırda üzerinde çalıştığı konular ve projeler; kısırlaştırmanın kötüye kullanılması, kürtaj hakları, şiddet gören kadınlar, tecavüz ve sağlık hizmetleridir. Bunların yanı sıra, üniversite kampüslerinde, kadın konferanslarında ve son süreçte liseli kadınlara yönelik olarak Siyah feminizm konusunda çok sayıda atölye ve eğitim gerçekleştirdik. 

Bizim için büyük bir endişe kaynağı olan ve kamuoyunda ele almaya başladığımız konulardan biri de, beyaz kadın hareketinin içindeki ırkçılık. Siyah feministler olarak, beyaz kadınların ırkçılıklarını anlamak ve bununla mücadele etmek için ne kadar az çaba harcadıklarını üzüntüyle görüyoruz; bu durum başka bir çok hususun yanı sıra ırk, renk ve Siyah tarihi ve kültürü hakkında yüzeysel bile denemeyecek bir kavrayışa sahip olmalarından kaynaklanıyor. Beyaz kadın hareketinde ırkçılığı ortadan kaldırmak, tanımı gereği beyaz kadınların yapması gereken bir iş, ancak bu konuda konuşmaya ve sorumluluk alınmasını talep etmeye devam edeceğiz.

Politikamızın uygulaması, amacın araçları her zaman haklı çıkardığına dair bir inanca dayanmıyor. “Doğru” politik amaçlara ulaşma gayesi adına çok sayıda yıkıcı ve gerici eylem gerçekleştirildi. Feministler olarak insanlara politika namına zarar vermek istemiyoruz. Kendi topluluğumuz içinde ve devrimci toplum vizyonumuzda, kolektif işleyişe ve gücün hiyerarşik olmayan bir şekilde bölüşümüne inanıyoruz. Uygulamamızın temel yönü olan eleştiri ve özeleştiri yoluyla gelişecek politikamızı sürekli olarak sorgulamaya kararlıyız. Kızkardeşlik Güçlüdür’ün girişinde Robin Morgan şöyle yazar:

Beyaz heteroseksüel erkeklerin devrimci rolü nasıl üstlenebilecekleri konusunda en ufak bir fikrim yok, çünkü onlar gerici-yerleşik-çıkar-gücünün tam olarak somutlaşmış hali.

Siyah feministler ve Lezbiyenler olarak oldukça belirgin bir devrimci görevimiz olduğunu biliyoruz ve bizi bekleyen yaşam boyu sürecek çalışma ve mücadeleye hazırız.

[1]Bu ifade Nisan 1977 tarihlidir.

[2] Wallace, Michele. “A Black Feminist’s Search for Sisterhood,” The Village Voice, 28 July 1975, s. 6-7.

[3] Mumininas of Committee for Unified Newark, Mwanamke Mwananchi (The Nationalist Woman), Newark, N.J., ©1971, s. 4-5.

Çevirenlerin Notları:

1 Kolektif ismini, ABD’de kölelik karşıtı mücadelenin önemli safhalarından biri olan Amerikan İç Savaşı sırasında eski bir kadın köle olan Harriet Tubman önderliğinde gerçekleştirilen ve Güney Carolina’da 750 kölenin özgürleştirilmesini sağlayan Combahee Nehri Baskınından almıştır. Bildiride siyah feminist hareketin öncüleri arasında sayılan Tubman aynı zamanda iç savaş öncesinde “Yeraltı Demiryolu” olarak adlandırılan, güneydeki köleleri kuzeye kaçırarak özgürleştiren hareketin önde gelen bir üyesidir. (Ç.N.)

2 Metnin aslında tarih kelimesi “history” yerine “herstory” olarak kullanılmıştır. Eril dilde değişim çabasının bir örneği olan bu anlatım farkı, cümleye parantez içindeki “feminist bir bakış açısıyla aktarılan” ifadesi eklenerek çeviriye aktarılmaya çalışılmıştır.( Ç.N.)

3 NBFO, National Black Feminist Organization (Ulusal Siyag Feminist Örgüt)’ün kısaltmasıdır. (Ç. N.)

İmdat Freni’nde Covid-19 Yazıları: Kapitalizm, Feminizm ve Sınıf Mücadelesi

Covid-19 pandemisinin ortaya çıkışının ikinci yılı sona ererken İmdat Freni’nde bugüne dek bu çerçevede yapılmış yayınlara erişebilmeyi kolaylaştıracak bir döküm çıkarmayı gerekli gördük. İyi okumalar. 

Covid-19 ve Kapitalizm

COVID-19 Üzerine 8 Tez – Daniel Tanuro

Ekolojik Kriz ve Pandemi üzerine 15 Tez – Michael Löwy

Covid-19, Yabancılaşma ve Müşterek Siyaseti-Ali Yalçın Göymen ile Söyleşi

Sosyal bir hastalık: Çin’deki mikrobiyolojik sınıf savaşı – Chuang Dergisi

Virüsün Uyarısı- Kapitalizm, Sağlık Krizi, İklim Krizi – Daniel Tanuro 

Asri Zamanlar İçin Evde Akla Gelen Düşünceler – Enzo Traverso

COVID-19 ve Sermayenin Çevrimleri – Rob Wallace, Alex Liebman, Luis Fernando Chaves ve Rodrick Wallace

Hayır, Borsadaki Düşüşün Nedeni Koronavirüs Değil – Eric Toussaint

Covid-19 Salgını: Hayatlarımızı Koruyalım, Onların Kârını Değil! – IV. Enternasyonal 

Ustura Ağzında Kapitalizm (Birinci Bölüm) – Michel Husson

Ustura Ağzında Kapitalizm (İkinci Bölüm)-Michel Husson

Pandemiye Karşı: Ekososyalizm mi Sosyal Darwinizm mi? – Daniel Tanuro

 

Covid-19 ve Feminizm

Yaşam İçin Greve Çıkmak – Cinzia Arruzza & Felice Mometti

Toplumsal Yeniden Üretim ve Covid-19 Salgını Üzerine Tezler– Marksist Feminist Kolektif

Toplumsal Yeniden Üretim ve Salgın: Tithi Bhattacharya ile Söyleşi

1 Yeni Mesajınız Var: Pandemi Sürecinde Evden Çalışan Kadınların Deneyimleri – Yıldız Öztürk

Covid-19 ve Sınıf Mücadelesi

Covid-19’la Mücadele Kapitalizmle Mücadeledir: 10 Maddede Acil Eylem Programı

Covid-19 Mülteciler için de Tehdit! Acil Tedbir Alınmalı!

Sınıf Mücadelesi de Bulaşıcıdır – Emre Tansu Keten

Covid-19: Evet Savaştalar… Ama Bize Karşı! – Uluslararası Sendikal Dayanışma ve Mücadele Ağı

Tekalif-i Milliye Değil Servet Vergisi, Sadaka Değil Yaşam Ücreti – Eyüp Özer

CEO: Kahramanlarım! Fedakârlık yapmaya hazır mısınız? – Hikmet Görkem

Büyük Komployu Görenler ve Siyasette Teşhirin Ötesine Geçmek – Nurcan Turan

Set İşçileri Anlatıyor: “Pandemide Bir ‘Dizi’ Gariplikler” – Kubilay Aksun

COVID-19, İnkâr ve Olasılıklar – Taci Keser

Virüs Üretim ve Dağıtım Yeri Olarak Bankalar

“Ben İnsan Değilim, Ben Hayvan Değilim; Ben Bir Kargo Kuryesiyim”

COVID-19: Sağlık Krizinden Gıda Krizine – Eyüp Özer

Gazeteciliğin ve Küreselleşmenin Ölüm Raporunda Covid-19 Yazacak – Fatma Ateş

İtalya’da Corona Günlerinde Grev: “Sağlık Herkesin Hakkı”

“COVİD-1984”: Sermayenin Zihni Sinir Projelerinden Başka bir Yaşam Mümkün mü? – Eyüp Özer

Havacılık Sendikalarından Ortak Açıklama: Covid-19’un Ötesinde, Gerçek Virüs Kapitalizm!

1 Mayıs’a Giderken Sosyalist Örgütlerden Çağrı: Pandemi Krizine Karşı Bağımsız Emekçi Hattı

Sosyalistlerden Ortak Çağrı: Herkese İş ve Gelir Güvencesi için Birleşik Mücadeleye!

Altta Kalanın Canı Mı Çıksın? Covid-19 günlerinde Koç Üniversitesinde Taşeron Çalışma ve Örgütlülük – Sinan Aybars

İşçi Konfederasyonlarını Acil Eylem Planı Hazırlamaya Davet Ediyoruz!

Herkese İş ve Gelir Güvencesi için #KaynakVar Kampanyası Yola Koyuldu

COVID-19: Tüm Gereksiz Çağrı Merkezlerini Kapatın!

İşçi Sınıfının Öz-Örgütlenme Zeminlerinden Biri: Kafe-Bar Çalışanları Dayanışması – Göksu Uyar

İşten Çıkarma Yasağının İstisnası Kural Olurken: Kod 29 – Deniz Ateş

Koronavirüs ve Dayanışma: İtalya’dan Mektup Var!– Potere al Popolo/İktidar Halka

Fransa’da İşçiler Gıda Yardımı İçin McDonalds’ı Ele Geçirdi

 

Toplumsal Yeniden Üretim ve Covid-19 Salgını Üzerine Tezler- Marksist Feminist Kolektif

“Bu salgın, bizleri kapitalizmin ötesine taşıyacak bir şekilde kâra karşı nasıl yaşamı destekleyeceğimize dair solun önüne somut bir ajanda koyacağı bir moment olabilir ve olmalıdır.” 

Tez 1: Kapitalizm yaşama değil, kârlılığa öncelik vermektedir: Bunu tersine çevirmek istiyoruz.

Bu salgın ve buna egemen sınıfın cevabı, toplumsal yeniden üretim teorisinin bağrındaki fikrin açık ve trajik bir resmini sunmaktadır: Yaşamımız, kâr etme önceliklerine kurban edilmektedir.

Kapitalizmin kendi yaşamını devam ettireceği kan olan kâr üretme becerisi, işçilerin günlük “üretimine” bağlıdır. Bu, tam olarak ve anında kontrol edemediği veya baskın olmadığı yaşamı devam ettirme süreçlerine bağlı olduğu anlamına gelir. Aynı zamanda birikimin temel mantığı, üretimin devam etmesini destekleyecek mümkün olan en düşük ücret ve vergilerle hayatın düzenlemesi üzerinedir. Bu kapitalizmin kalbindeki en büyük çelişkidir. Tam da toplumsal refahı sağlayanları; hemşireleri ve sağlık hizmetlerindeki diğer çalışanları, tarım işçilerini, gıda fabrikalarındaki işçileri, süpermarket çalışanlarını, kuryeleri, atık toplayıcıları, öğretmenleri, çocuk bakıcılarını, yaşlı bakım hizmetlerini sağlayanları aşağılamakta ve değersizleştirmektedir. Bunlar, kapitalizmin düşük ücretle ve çoğu zaman tehlikeli çalışma koşulları ile aşağılayıp damgaladığı ırksallaştırılmış, kadınlaştırılmış işçilerdir. Ancak şu anki salgın, toplumumuzun onlarsız yaşayamayacağını açıkça ortaya koymaktadır. Toplum, kârlılık için rekabet eden ve hayatta kalabilme hakkımızı sömüren ilaç şirketleri ile de ayakta kalamaz. Ve ‘piyasanın görünmez elinin’, mevcut pandeminin de gösterdiği gibi, insanlığın ihtiyaç duyduğu, küresel çapta bir sağlık altyapısı oluşturmayacağı ve işletemeyeceği açıktır.

Bu nedenle sağlık krizi sermayeyi, sağlık, sosyal bakım, gıda üretimi ve dağıtımı gibi yaşam ve yaşamı sürdürme çalışmalarına odaklanmaya zorluyor. Sağlık, eğitim ve diğer yaşamsal faaliyetlerin ticarileştirilmekten çıkarılmasını ve herkes tarafından erişilebilir hale getirilmesini, pandemi geçtikten sonra da bunun devam etmesini talep ediyoruz.

Tez 2: Toplumsal yeniden üretim işçileri yaşamın temelindeki işçilerdir: Kalıcı olarak böyle kabul edilmelerini talep ediyoruz.

Eksik istihdamla emtia üreten şirketlerin çoğu, kârlarının ve stok değerlerinin hızla düştüğünü görürken, kendilerinin insani kuruluşlara, topluluklara, hane halklarına ve bireylere bağlı olduklarını fark ettiler. Ancak, kapitalizmin hayatı öncelemeye nazaran kârlılığa öncelik verme ihtiyacı göz önüne alındığında, bu tür örgütler, topluluklar, hane halkı ve bireyler bu meydan okumayı karşılayacak kadar donanımlı değiller. Covid-19 yalnızca sağlık, toplu taşıma ve market işçileri, çeşitli toplum gönüllüleri ve diğerleri üzerindeki durumu kötüleştirmekle kalmadı; yıllar yılı kemer sıkma adına tüm temel sosyal hizmetlerin parçalanması da toplumsal yeniden üretimi sağlayan iş gücünün eskisinden çok daha küçülmesine ve toplumsal örgütlülüklerinin de gittikçe daha az kaynak bulabilmesine sebep oldu.

Onlarca yıl ihmal edilmiş bir krizi telafi etmek için birçok kapitalist devlet ve şirket önceliklerini ancak kısmi ve geçici olarak değiştiriyor. Hane halklarına çekler gönderiyorlar, güvencesiz işçilere işsizlik sigortası sunuyorlar, otomobil üreticilerinin otomobil üretmekten maske ve vantilatör üretmeye geçmelerini istiyorlar. İspanya’da devlet geçici olarak kâr odaklı özel hastaneleri devraldı; ABD’de sigorta şirketleri Covid-19 testi için ödemeleri yapmak durumunda kalıyor. Her şeyi bir kenara bırakırsak, bu durum bize siyasi bir irade olduğunda insanların ihtiyaçlarını gerçekten karşılayacak kaynakların ne kadar hazır ve bol olduğunu göstermektedir.

Toplumsal yeniden üretim sektörlerindeki hemşirelerin, hastane temizliği işçilerinin, öğretmenlerin, atık toplama işçilerinin, gıda üretenlerin ve süpermarket çalışanlarının yaptıkları işlerin temel hizmet olarak kalıcı bir biçimde tanımlanmasını ve ücretlerinin, sosyal yardımlarının ve sosyal konumlarının sürdürülebilirlikteki önemini yansıtacak şekilde iyileştirilmesini talep ediyoruz. 

Tez 3: Bankaları değil insanları kurtarın. 

Egemenler, kapitalist değerin tamamen çöküşünü ortadan kaldırma çabasıyla şirketleri kurtarmak için çok daha fazla kaynak ayırıyorlar. Ürettiğiniz kârların, toplumsal yeniden üretim emeğinin sağladığı emek gücü tarafından yapıldığını size hatırlatıyoruz. Otel ve restoran zincirlerinin, teknoloji ve havayolu şirketlerinin ve daha fazlasının CEO’ları milyonlarca işçiyi işten çıkarırken, büyük ölçüde kendi aşırı şişirilmiş maaşlarını ve haklarını koruyorlar. Çünkü kapitalist sistem, yaşam ve ücretli emek arasındaki çelişkinin, insanların yaşamlarından ziyade daima sermayenin yararına çözülmesini öncelemektedir.

Tüm finansal kaynakların ve teşvik paketlerinin kapitalist şirketleri çalışır durumda tutmak yerine yaşamı devam ettiren işlere aktarılmasını talep ediyoruz.

Tez 4: Sınırları açın, hapishaneleri kapatın.

Bu salgın, göçmenleri ve tutukluları çok sert vuruyor: Bunlar; uygun hijyenik şartlara ve sağlık hizmetlerine sahip olmayan hapishanelerde veya gözaltı merkezlerinde kapalı kalanlardır; belgesiz ve aynı zamanda sınır dışı edilme korkusuyla yardım talebinde sessiz kalanlardır; yaşamı var eden alanlarda (sağlık ve sosyal bakım hizmetleri, tarım, vb. ) çalışıp enfekte olma riski daha fazla olan, çünkü (yeterli veya herhangi bir koruyucu ekipmanı olmadan) işe gitmekten başka seçenekleri olmayanlardır; ailelerine ulaşmaya çalışan ve ülkeler arasında transit geçiş yapmakta olanlar ve seyahat yasakları ve yaptırımlar nedeniyle ülkelerinden ayrılamayanlardır.

Pandemi olsa da olmasa da Trump, enfeksiyon oranlarının ve ölümlerin hızla arttığı İran’a karşı yaptırımları korumaktadır. Ne Trump ne de Avrupa Birliği, İsrail’e Gazze’de abluka altındaki 2 milyon insanı en çok ihtiyaç duyulan tıbbi malzemelerden yoksun bıraktığı yaptırımları kaldırması için baskı yapacaktır. Pandemiye karşı bu ötekileştirilmiş eşitsiz tepki, kapitalizmin bel altı olan ırkçı ve sömürgeci zulme dayanmakta ve onu güçlendirmektedir.

Göçmenlik yasalarına göre sağlık hizmetlerinin öncelikli olmasını, pek çok suç için hapsedilenlerin derhal serbest bırakılmasını ve hasta tutsaklar için alternatif insani kısıtlı yerlerin bulunmasını, yaşamsal ihtiyaçları beslemek yerine disiplini hedefleyen gözaltı ve tutukevlerinin kapatılmasını istiyoruz.

Tez 5: Silahımız dayanışma: Sermayeye karşı kullanalım

Salgın, bütün dünyaya kriz durumunda çalışan insanların çeşitli ve yaratıcı hayatta kalma stratejileriyle her daim nasıl geçinebildiğini göstermiştir. Pek çoğu için bu en yakın aile ve arkadaşlara yaslanmak anlamına gelmiştir. Fakat bazıları karşılıklı yardım inisiyatifleriyle sorunun üstesinden gelmektedir. Evsizler ve kapitalist toplumun bir yük olarak görüp reddettiği insanlar için destek, başkalarına yaşama hakkından daha azını sunmayan toplumsal yeniden üretim gönüllülerinin muazzam inisiyatiflerinden gelmiştir. Birleşik Krallık’ın dört bir yanında mahalleler, en korunmasız kesimlerle irtibatta olabilmek ve gıda ve ilaç alabilmelerini sağlamak için Whatsapp grupları oluşturmaktadır. Okullar ücretsiz yemek hakkına sahip çocukları olan yoksul ailelere yiyecek kuponları göndermektedir. Gıda bankaları ve hayır kurumları gönüllü sayısının arttığına tanık olmaktadır. Acil bir ihtiyaç olarak toplumsal yeniden üretim müşterekleri ortaya çıkmaktadır. Fakat aynı zamanda geçmişten dersler de aldık: Kapitalist hükümetlerin toplumsal yeniden üretim müştereklerini devletin sorumluluklarından kaçmasının aracı olarak kullanmalarına izin vermeyeceğiz.

Sosyalist feministler olarak daha fazlasını zorlamaya, insan yaşamının iyileştirilmesi için gerekli olan her şey üzerinde kamu hükmü talebi için birlikte çaba göstermeye ihtiyacımız vardır. Bu, eşitsiz biçimde etkilenmiş ve eşitsiz kaynaklara sahip farklı topluluklar arasında dayanışma inşa etmek anlamına gelmektedir. Bu, en çok marjinalleştirilmişlere destek vermek, toplumsal kaynağı olanların – sendikalar, sivil toplum örgütleri, halk örgütlenmeleri – olmayanlarla paylaşmalarını ve onları desteklemelerini savunmaktır. Bu, devletin toplumsal yeniden üretim işini toplumsal varlığın temel taşı olarak tanımasını talep etmektir.

Hükümetlerin halktan ders almalarını ve sıradan insanların birbirine destek ve dayanışma göstermek için yaptıkları şeyleri politika düzeyinde tekrarlamalarını talep ediyoruz.

Tez 6: Ev içi şiddete karşı feminist dayanışma

Covid-19’un yayılmasını önlemek için pek çok ülke tarafından alınan eve kapanma önlemleri, bir yandan bütünüyle gerekliyken, diğer yandan istismara dayalı bir ilişki içinde yaşayan milyonlarca insan için ciddi sonuçlar doğurmuştur. Salgın süresince mağdurlar şiddet uygulayan partnerler veya aile bireyleriyle ev içinde kalmaya zorlandığından, kadınlara ve LGBTQ’lara yönelik ev içi şiddet vakaları katlanmıştır. Ev içi istismarın özgün durumunu dikkate almayan “evde kal” kampanyaları, şiddete karşı sığınak ve hizmetlerden bütçelerin çekilmesi anlamına gelen ve yıllardır süregiden azgın neoliberalizm bağlamında bilhassa endişe vericidir.

Hükümetlerden şiddetle mücadele hizmetlerde yıllardır uyguladıkları bütçe kesintilerini derhal geri çekmelerini ve destek hatlarını sürdürmek ve geniş ölçüde görünür kılmak zorunda olan aktörlere kaynaklar sağlamalarını talep ediyoruz.

Tez 7: Toplumsal yeniden üretim işçilerinin toplumsal gücü vardır: Bu gücü toplumu yeniden örgütlemek için kullanabiliriz.

Bu salgın, bizleri kapitalizmin ötesine taşıyacak bir şekilde kâra karşı nasıl yaşamı destekleyeceğimize dair solun önüne somut bir ajanda koyacağı bir moment olabilir ve olmalıdır. Bu salgın, kapitalizmin ücretli ya da ücretsiz, hastanelerde ve altyapı işlerinde, hane içinde ve topluluklarda toplumsal yeniden üretim işçilerine ne kadar ihtiyaç duyduğunu hâlihazırda bizlere göstermiştir. Bunu ve bu işçilerin ellerinde tuttukları toplumsal gücü kendimize sürekli hatırlatalım. Bu, toplumsal yeniden üretim işçileri olarak bizlerin, ulusal bağlamda, bizi ayıran sınırlarda ve yerkürenin her yanında elimizdeki toplumsal güce dair bilinci geliştirmemiz gereken andır.

Eğer biz durursak dünya durur. Bu anlayış yaptığımız işe saygı duyan politikaların temeli olabilir; aynı zamanda kâr elde etmenin değil hayatı var etmenin toplumlarımıza yön verdiği, yenilenmiş bir antikapitalist gündemin altyapısını inşa edecek politik eylemin de temeli olabilir.

3 Nisan 2020

Çeviri: Meriç Dıraz, Sanem Öztürk

Marksist Feminist Kolektif, Tarihsel Materyalizm Konferansı’nda Marksist Feminist Akım’ın örgütleyicileri olan Tithi Bhattacharya, Svenja Bromberg, Angela Dimitrakaki, Sara Farris ve Susan Ferguson’dan oluşmaktadır.

Kurtuluşumuzun Şafağı: Uluslararası Komünist Kadın Hareketi ve Komintern’in Toplumsal Cinsiyet Politikaları – Daria Dyakonova

‘Eğer komünizm olmadan kadınların kurtuluşu düşünülemez ise, o halde kadınların kurtuluşu olmadan komünizm de düşünülemez.’ — Inessa Armand [1]

30 Haziran akşamı, ellerinde pankartlarıyla kırmızı başörtüsü giymiş kadın işçiler uzun kortejler halinde Moskova’nın uzak mahallerinden ve varoşlarından Bolşoy Tiyatrosu’na doğru yol alıyor. Pankartlarda şu tür sloganlar yazıyor: “Proletarya diktatörlüğü boyunca bütün ülkelerde kadınların topyekûn kurtuluşu”

 “Enternasyonal söyleyen kadın korosunun sesi Moskova sokaklarında yankılanıyor. Moskova’nın proleter kadınları neşe içinde Bolşoy Tiyatrosu’nda düzenlenen Birinci Uluslararası Komünist Kadınlar Konferansı’nın açılışına doğru yürüyorlar. Yabancı ziyaretçiler de katılıyorlar.

“Akşam sekiz itibariyle tiyatro tıka basa doldu. Parter ve oturma sıraları işçi kadınlar tarafından dolduruldu.  Sahne Almanya, Fransa, İngiltere, Amerika, Meksika, Avusturya, Danimarka, İsveç, Macaristan, Finlandiya, Norveç, Letonya, Bulgaristan, Hindistan, Gürcistan, Kafkasya ve Türkistan delegeleriyle doluydu.” [2]

Devrimci kadınlar Haziran 1920’de Moskova’da düzenledikleri birinci konferanslarını böyle anlatıyorlardı. 19 ülkeyi temsilen 21 kadın, Komünist Enternasyonal’in (veya Komintern’in) İkinci Kongresi çerçevesinde kadın sorunlarını/konularını tartışmak üzere o ay toplanmışlardı. Komintern, Lenin’in inisiyatifiyle Birinci Dünya Savaşı sırasında izlediği militarist ve ulusalcı politikalarla itibarsızlaşmış (İkinci) Sosyalist Enternasyonal’in yerine kurulmak üzere bir yıl öncesinden toplanmıştı.  

Kadınların kurtuluşu uzun süredir sosyalist gündemin önemli konularından biriydi. Komintern’in programı yasalarda ve pratikte kadınların ve erkeklerin haklarında topyekûn bir eşitliği, kadınların siyasi yaşama entegrasyonunu, kadınlar için ücretsiz eğitim ve sağlık hakkını, ev işleri ve çocuk bakım yükünü hafifletecek önlemleri, kadınlar ve erkekler için çifte standartlı bir cinselliğin kaldırılmasını içeriyordu.

Komünizm ve Feminizm: Ortak mı, rakip mi veya birlik mi?

Komintern’in toplumsal cinsiyet politikaları üzerine çalışmalar hala oldukça sınırlı olsa da Batı akademilerindeki birçok yetkin ses, kadınlara yönelik komünist ve özellikle de Sovyet politikalarının büyük oranda göstermelik olduğunu kanıtlama eğiliminde olmuştur. Uluslararası Komünist Kadın Hareketi’ne karşı aynı önemsemez tutum sosyalist/komünist kadın hareketi üzerine yapılan akademik çalışmalara da hâkim durumdadır. [3] Tıpkı bazı yakın dönemdeki yorumcular gibi Soğuk Savaş döneminin liberal feministleri İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sosyalist ülkelerdeki kadın hareketlerinin ve uluslararası müttefik kadın örgütlerinin (Uluslararası Demokratik Kadın Federasyonu ve onun Amerika şubesi olan Amerika Kadınları Kongresi gibi) partiyi kadınların yararına mobilize etmek yerine öncelikli olarak üyelerini parti için mobilize ettiklerini vurguladılar. Diğer taraftan aynı düşünürler, Batılı sosyalist olmayan örgütlerin sözüm ona özerk faaliyetlerinin ve politik tarafsızlıklarının altını çizdiler. [4]

Sosyalist feministler ise klasik Marksist teorinin toplumsal cinsiyet ile ilgili kısıtlılıkları üzerinde durdular: Temel olarak her alanda cinsiyete dayalı iş bölümünün merkezi rolünü görmeyişi ve cinsellik ve yeniden üretim konularına yönelik ilgisizlik. Ayrıca, klasik Marksist teorinin sosyalist feminist eleştirisi ile hareketlerin tarihini kaynaştırmaya yönelik girişimlerin ve bunu hayata geçirmeye çalışan politik yapıların yetersiz kaldığı tartışıldı. [5]

Son dönemde yeni ve giderek artan sayıda çalışma (1989’dan sonra) soğuk savaş paradigmasını pekiştiren bu yorumları daha incelikli hale getirdi ve değiştirdi. Bu yeni katkılar, liberal feministlerin kadınların kurtuluşu programının komünist/sosyalist kadınların, kadınların özerkliğini sağlayacak en iyi yol olarak gördükleri hızlı modernleşme için komünist programın temel bir bileşeni olduğunu görmezden geldiğini vurguladılar.[6] Devletin kadın örgütlerinde ve enternasyonal sosyalist örgütlerde çalışan komünist kadınların stratejik olarak programlarını burjuva feminist denilen yöntemlerden daha etkili olduğunu düşündükleri daha geniş Komünist Parti hedefleriyle  uyumlu hale getirdikleri iddia edildi.  Bu uyumlulaştırma, özellikle benzer ekonomik gelişmişlik aşamasında olan benzer sosyalist ve sosyalist olmayan ülkelerle kıyaslandığında kadınlar için yasal eşitlik ve aile hukuku, eğitim, işgücüne katılım açısından önemli kazanımlarla sonuçlanmıştır. Son olarak, bu çalışmalar “İkinci Dalga Feminizmin” kökenlerinin hâkim anlatının aksine daha çeşitli ve karmaşık olduğunu göstererek, yeniden düşünmeye teşvik etti. [7]

Bu makale, erken Komünist Kadın Hareketi (KKH) konusunda bu son perspektifi benimsiyor. Burada özellikle üç konuya değinilecek: KKH’nin kadınların kurtuluşu konusundaki (ev işleri ve cinsiyete dayalı iş bölümü, yeniden üretim ve çocuk bakımı konularını da içeren) düşünceleri, komünist olmayan kadın hareketiyle ilişkiler ve erkek yoldaşlarla problematik ilişkiler.

Komünist Kadınların İlk Konferansı: Kadınların Kurtuluşu için Bir Program

Kadınlar! Okumayı öğrenin! / “Ah Anne! Keşke okuyabilseydin, bana yardım edebilirdin” Yelizaveta Kruglikova tarafından hazırlanan afiş, 1923.

Örgütsel olarak Komintern’den bağımsız Komünist Gençlik Enternasyonal’in aksine komünist kadınlar için var olan yapılar komünist partilere entegreydi. Bununla birlikte, Birinci Komünist Kadın Konferansı’nda partiler dâhilinde kadınlar için (erkeklerin de üye olabileceği) şube düzeyinde yerel kadın komitelerinin çalışmasını koordine edecek özel ajitasyon birimleri oluşturulmasına karar verildi. 1922’ye kadar neredeyse her Avrupa ülkesi gerçekten de kadınlar arasında çalışmak için parti yapıları kurdu.

Komintern içinde, ilk merkez teşkilatı Berlin’de ve daha sonra Moskova’da olan, Yürütme Komitesi’ne bağlı Enternasyonal Kadın Sekreteryası (IWS) kuruldu. IWS’in bir üyesi aynı zamanda Komintern’in Yürütme üyesiydi. Kadın Sekretaryası baştan ulus ötesi karakterini vurguladı ve farklı ülkeler arasındaki bilgi ve deneyim paylaşımını teşvik etti. Bu, komünist kadınların yıllık toplantıları ve 1926’ya kadar yayımlanan enternasyonal aylık dergi Kommunistische Fraueninternationale (Komünist Kadın Enternasyonal) yoluyla sağlanacaktı.

Ancak uygulamada, enternasyonal bağlar, bilgi ve deneyim paylaşımı yavaş gelişti. Komünist Kadınların 1921’deki ikinci konferansında, Alman komünist kadınların göze çarpan lideri Clara Zetkin, Avrupa’daki demiryollarının düzensizliği, kişisel ilişkileri ve muhalif politik iklimi sürdürmenin zorluğu nedeniyle sekretaryanın enternasyonal bağlarının zayıflamasına işaret etti.

Birinci Komünist Kadın Konferansı, taslağını Clara Zetkin’in hazırladığı “Komünist Kadın Hareketi İçin Tezler”in yazılması için bir komisyon kurdu. “Tezler”, “erkeklerle gerçekte ve gerçekten ve yalnızca hukuk kitaplarının âtıl sayfalarında kalmayan tam bir toplumsal eşitliğe, özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ve kadınların faaliyetinin “sömürü ve esaretten arınmış yeni bir toplumsal üretim düzenine” entegre edilmesiyle ulaşılabileceğinin altını çizdi.

“Tezler” ayrıca çalışmanın nerede yapılacağına -sosyalist, kapitalist, ya da kapitalizm öncesi ülkeler- bağlı olarak Komünist Kadın Hareketi’nin daha spesifik görevlerini tanımlar. Önemli noktalardan biri, ev idaresinin –eski lonca el sanatlarının en geri kalmış, bozulmuş ve boğucusunun- toplumsal bir endüstriye dönüşmesidir. Alexandra Kollontai -önde gelen Rus kadın hakları savaşçısı- 1920’de bu bağlamda şunu yazar: “Bireysel hane ölmekte. Toplumumuzda yerini kolektif ev idaresine bırakıyor.” Komünist toplum, çalışan kadının kendi dairesini temizlemesi yerine işi sabahları dolaşıp evleri temizlemek olan erkekler ve kadınlar için düzenleme yapabilir. Bu fikir tümüyle yeni değildi. Ancak, ev idaresi sorunu ve iş bölümünün kadınların özgürleşmesine dair sosyalist bir programda önemli bir nokta olarak yer alması bir ilkti. Yeni oluşmaya başlayan Sovyet devletinde ev işi kadının boyunduruk altına alınmasının başlıca aracı olarak kabul ediliyordu ve farklı hizmetler sunan (çocukların günlük bakımı, halka açık mutfaklar, kantinler, ortak çamaşırhane ve temizlik imkanları, elbise tamiri merkezleri vs.) halka açık tesisler yaratma fikri ciddiye alınmış görünüyordu. “Tezler” kapitalist ve kapitalizm öncesi ülkelerdeki kadınlar için bu tür kurumların kurulması için mücadele edilmesini öneriyordu. Böylece komünist program kadın sorununu sosyalist projenin tam merkezine yerleştirdi; kadınların kurtuluşu yalnızca sonuç değil sosyalist dönüşümün asli hedefiydi.

Komünist Kadınlar ve Burjuva Feministler

Komünist kadınlar oldukça net terimlerle sınıf kimliklerinin altını çizdiler: 1920’lerdeki konferans “Tezler”inin belirttiği gibi, “kapitalist düzeni yalnızca varlıklı sınıfların eşlerine ve kız çocuklarına fayda sağlayacak şekilde yeniden düzenlemeyi uman burjuva kadın hareketi taleplerinin kadınların tümü için hakları ve insanlığı tam anlamıyla sağlamakta yetersiz olduğu kanıtlandı.” Yine de bu, komünist kadınların proleter olmayan kadın hareketleriyle işbirliğine tamamen karşı olduğu anlamına gelmiyordu.

Genel oy hakkı, burjuva feministlerin taleplerinden biriydi ve komünistlerce, en azından belli bir zaman aralığında tartışmalı görülmüştü. Başlangıçta bazıları burjuva feministlerin genel oy hakkı taleplerine şüpheyle yaklaştı. İkinci Enternasyonal’deki devrimci Marksistler, 1889’dan beri genel oy hakkını savunmalarına rağmen, oy hakkının mülkiyet gerekliliğiyle ilişkilendirilmesiyle alt toplumsal sınıftan hem kadın hem de erkeklerin bu haktan mahrum bırakılacaklarını göz önünde bulundurarak oy verme hakkını ayrıcalıklı kadınlara mahsus olmak üzere genişleten reformlara karşı çıktılar. Ayrıca, oy hakkını kadınların kurtuluşunu tamamlayacak bir iyileşme olarak görmediler. Bu nedenle Alexandra Kollontai 1908’de şunu belirtir: “Feministler için çağdaş kapitalist dünya yapısında erkeklerle eşit haklara ulaşmak somut bir ‘kendi içinde son’dur; proleter kadınlar için eşit haklar yalnızca işçi sınıfın ekonomik köleliğine karşı süren mücadelede kullanılacak bir araçtır”. 1917’ye kadar oy hakkına destek önünde sonunda birleştiriciliğini kanıtladı, özellikle de Rusya bağlamında. Sonrasında Kollontai daha dolambaçsız terimlerle kadınlara eşit oy hakkı sağlamayı bu durumun devrimi tamamlayabileceği vurgusuyla savundu.

Komünist kadınlar burjuva feministlerle başka alanlarda da işbirliği yapmaya hazırdı. Birçok feministin taleplerinin ve başarılarının önemini açıkça fark ettiler. “Tezler” “bu [burjuva] talepleri yerine getirmenin elbette kökten –ve azımsanamayacak- bir değişim gerektirmekte” olduğunu kabul eder; “yani burjuva toplumu ve devleti kadın cinsiyetinin ikincilliğine dair eski önyargıları terk edecek ve kadınların toplumsal eşitliğini eşit hak olarak tanıyacaktı.” 1920’lerin başında komünist olmayan feministler bizatihi “kadın sorunu” üzerine komünist fikirlere ilgi gösterir ve onları desteklemeye hazırdır. Bu durum Hollanda Devrimci Kadın Birliği’nde ve Fransa’daki birkaç feminist gazetede de söz konusuydu. Bu fikir Kanada’da 1924’te kurulan, komünist kadınların komünist olmayan aktivistlerle aktif biçimde işbirliği yaptığı Kanada Kadın Emek Birlikleri Federasyonu’nda cisimleşti. Kanada’da Komünist Kadınlar ayrıca Ukrayna İşçi-Çiftçi Tapınak Birliği gibi etnik ve dilsel topluluklara dayanan birçok örgütün kadın seksiyonunda aktifti. Bu tür örgütlerin üyelikleri çeşitli sol görüşlere sahipti ve Komünist Parti liderliğince her zaman önemli nitelendirilmeyen kadın gündemlerini artırdı. Dahası, 1920’ler boyunca “reformist” tabiatlı bazı emek, kadın ve çiftçi örgütleriyle işbirliği içinde birleşik cephe politikasını izlediler. Almanya’da 1925 sonlarında kadın işçi sınıfı seçmenlerini genişletmek için Kızıl Kadınlar ve Genç Kızlar Birliği kuruldu. Birlik, Almanya Komünist Partisi’ne katılma konusunda çekimser olan kadınları işçi sınıfı kadınların gündelik yaşamda karşılaştıkları günlük ücret, refah ve yeniden üretim hakları gibi sorunları politikleştirerek üye yapmakta başarılı oldu. Yeniden üretim meselesi Komünist Kadın Hareketi gündeminin önemli bir noktasıydı.

Paylaşılan Bir Sorumluluk Olarak Annelik

Birinci Konferans’ın “Tezleri”, doğum yapmayı ve çocuklara bakmayı kadınların “gerçek doğal vazifesi” olarak görenin ve dolayısıyla onlara daha ikincil bir rol atfedenin sadece “eski küçük burjuva gerici ideolojisi” olduğunun altını çizdi. [20] Komünist kadınlar kadınların üreme ve çocukların yetiştirilmesindeki rolüne dair bu geleneksel vizyondan kendilerini açıkça ayrı tutsalar da söz konusu “Tezler” üreme hakları sorunu ve kürtaj meselesinin üzerinde durmuyordu. Fakat bu durum komünist kadınların bu meselelere önem vermemiş olduğu anlamına gelmiyor. 1920 yılında Sovyet hükümeti kürtajı yasallaştırdı. Ardından Enternasyonal Kadın Sekreteryası, Rusya dışında komünist kadın seksiyonları içinde kürtaj ile ilgili literatürü dolaşıma soktu. [21]

Komünistlerin üreme ve annelik ile ilgili fikirlerinin kuramsal çerçevesi ilk olarak August Bebel tarafından tanımlandı. Daha sonra 1916 yılında 600 sayfalık Toplum ve Annelik çalışmasını yayınlayan Alexandra Kollontai tarafından geliştirildi. Kollontai çocukların yetiştirilmesini aile ve toplum arasında paylaşılan toplumsal bir sorumluluk olarak görüyordu. [22] Yalnızca annenin (ya da ailenin) değil, aynı zamanda toplumsallaşmış kurumların, bebeklikten itibaren çocukların fiziksel ve psikolojik sağlığı ile meşgul olması gerektiği fikrindeydi. 1918 hükümleriyle anneliğin yasal olarak korunduğu ve toplumsallaşmış çocuk bakımının tesis edildiği Sovyet örneğinin ardından [23] komünist kadınlar, bu fikri Birinci Konferans’ın “Tezleri” ile bütünleştirdiler: Devlet, anneliği, çocukları ve gençleri koruyacak refah kurumlarını inşa ederek annelik ve istihdamın uyumlu bir biçimde birleşmesini sağlayacaktı. [24]

Birinci Dünya Savaşı sonrası dönemin demografik bağlamı ve o dönemde nüfusun denetlenmesi ve soy ıslahının aracı olarak doğum kontrolünün pek çok kişi tarafından savunulduğu gerçeği göz önüne alındığında, komünist kadınlar, kadınların çok fazla ya da çok az çocuk yapmakla etiketlenmesi teşebbüslerine direndiler. Toplum herkesin refah içinde ve mutlu bir çocukluk geçirmesi için gereken maddi araçları garanti altına alamadığı takdirde kürtajı gerekli gördüler. [25] Bu onları kürtaj karşıtı yasaları protesto etmekten alıkoymadı; Fransa’da ve (hatta) 1920’lerin başında İtalya’da yaptıkları gibi. Almanya’da komünist kadınlar, zamanın ilerisinde bir sloganla kürtaj karşıtı kanunlara karşı bir kampanya başlattılar: “Senin bedenin sana ait.” Danimarka’da kadınların doğum kontrolü ile ilgili bilgiye erişebileceği Çalışan Kadınlar Bilgi Bürosu’nu kurdular. O dönem kürtajın yasadışı olduğu Kanada’da Komünist olmayan kadınlarla bir araya geldiler; üreme kontrolünün suç olmaktan çıkarılmasını ve gebelik kontrolü ile ilgili bilgi ve ücretsiz gebelik kontrol araçları sağlanacak olan “Anne Kliniklerinin” kurulmasını talep ettiler. Bu girişimler çoğunlukla tabandan örgütleniyordu ve Enternasyonal Kadın Sekreteryası’ndan bağımsız olarak ortaya çıktı. [26]

Komintern ve Komünist Partilerde Kadınlar ve Erkekler

Komintern’deki kadınlar üzerine araştırmalar – her ne kadar az sayıda olsa da – 1920’lerin ortalarından sonlarına kadar Komünist Kadın Hareketi’nin radikallikten uzaklaştığını ortaya koymaktaydı. 20’lerin sonlarında hareketin amacının artık kadınların ilerlemesi olmadığı, Komintern’in ilerlemesi için kadınların harekete geçmesi olduğu iddia edildi. [27] Gerçekten de Enternasyonal Kadın Sekreteryası otonom bir yapıdan Komintern’in Yürütme Komitesi’ne bağlı bir kısım haline getirilirken hareket de zayıfladı. Zayıflama ve gittikçe radikallikten uzaklaşma, SSCB’de Stalinist sistemin yükselişine, Sovyet Komünist Partisi’nin uluslararası komünist hareket içindeki hakimiyetine ve ayrıca Komintern aygıtının gittikçe merkezileşmesine bağlandı. [28]

Bu yorumlar, şüphesiz, Komünist Kadın Hareketi’nin tarihi ile ilgili önemli gerçekleri ortaya koyuyor. 1930’ların ortaları itibariyle gerçekten de Sovyetler Birliği Komünist Partisi, Komintern içinde (kadir-i mutlak olmasa da) başlıca karar sahibi haline gelecekti. Sovyetler Birliği içinde de eş zamanlı olarak, eski muhafazakârlık dirilecek ve kadınların hakları ile ilgili çok ciddi geri adımlar atılacaktı; bunlardan en önemlisi – geri döndürülemez olmasa da – kürtajın yeniden suç kapsamına alınması kararıydı. (1936) Sovyetlerdeki geriye gidiş her yerde eş zamanlı olmasa da ve şüphesiz “1930’lardaki alışılmamış ve geleneksel olmayan cinsiyet şekillenmelerinin ortaya çıkışını” [29] engellemediyse de dünya çapında komünist hareketi etkiledi – farklı ülkelerde farklı seviyelerde etkilemiş olsa da. Ne var ki bu yorumlar, Komünist Kadın Hareketi’nin inişe geçmesinde rol oynayan bir başka önemli faktörü göz ardı etmiş görünüyor; Erkek şovenizmi ve komünist erkeklerin – hem liderlerin hem de üyelerin – Komünist Parti içindeki kadın aktivizmine direnişi.

Erkek yoldaşlar tarafındaki bu tutum, komünist kadınların Moskova’daki ilk konferanslarında tartıştıkları sorunlardan biriydi. Fransız delegasyonuna göre, savaş öncesi sosyalist hareket içinde erkek işçilerin “kadın işçilerin örgütlerine yönelik sadece kayıtsızlık değil düşmanlık da ortaya koydukları” görülmüştü. Danimarka delegasyonu o dönemde “erkek işçilerin kadın yoldaşlarını toplumsal ve politik hayata dâhil etmeye hevesli olmadıklarını, eşlerini kalplerinin ve evlerinin bekçisi olarak görmeyi tercih ettiklerini” öne sürmüştü. [30] Benzer tutumlar – özel hayatta şovenizm – komünist hareket içinde ender rastlanır cinsten değildi.

O dönemde Clara Zetkin bu tür eğilimlerin son derece farkındaydı. 1921 yılında “liderlerin Komünist Kadın Hareketi’nin önemini gerektiğinden fazla hafife aldığının, çünkü bunu sadece ‘kadınların meselesi’ olarak gördüklerinin” altını çizdi.” [31] Zetkin, “çoğu ülkede hareketin kazanımlarının Komünist Parti’nin desteği olmadan, aslında kimi zaman partinin açık ya da gizli muhalefetine karşın gerçekleştirildiğini” vurguladı. Bununla birlikte Zetkin, tam tersine “komünist kadınları partide bir araya getirme çabalarının her ülkede sürdürülebilmesi için manevi, siyasi ve mali kaynakları sağlayan” Komintern Yürütmesi’nden ziyade şovenist tutumların çoğunlukla ulusal partilerin erkek üyelerinin karakteristiği olduğu sonucuna vardı. [32]

Elbette durum her yerde aynı değildi. Komünist kadınların farklı ülkelerdeki kazanımları değişkendi. 1920’lerde Kuzey ve Doğu Avrupa’daki komünist partiler kadın üyelerinin sayısını önemli ölçüde artırmış görünürken, Fransa, İspanya ve İtalya’da kadınlar üyelerin yüzde 10’undan azını temsil etmeye devam ediyordu. [33] Fakat o dönemde kadınların burjuva siyasetine nüfuz etme oranıyla ya da bazılarında hiç kadın bulunmayan 1919 öncesi Komintern partilerindeki kadın varlığıyla kıyaslandığında bu rakamlar bile yüksekti.

Sonuç

Komintern’in eşitlik söylemine karşın, proje Sovyetler Birliği’nde kadınların kurtuluşu açısından gerilemenin sonuçlarından kaçamadı ve kadınları devrimci hareketten dışlamaya çalışan şovenist baskıların üstesinden gelemedi.

Özetle, KKH bazı eksikliklere rağmen özellikle kadınların özgürleşmesi ve devrim etkileşimi açısından tarihi bir ilerleme kaydetti.

Kadınların özgürleşmesini kati biçimde işçi sınıfının kurtuluşuna bağlasa da KKH, her toplumsal katmandan kadınların radikalleştiğinin farkındaydı. O nedenle devrimci kadınlar, evrensel oy hakkı ve üreme hakları gibi konularda komünist olmayan akımlarla da işbirliğini desteklediler.

Komünist kadın liderler önemli siyasi aktörler haline geldiler ve bu sıfatla erkeklerle birlikte devrimci mücadeleye önemli katkılar sağladılar. Ayrıca, Komünist kadınların uluslararası ağı sadece kadınları ilgilendiren bir dizi özel konuda da mücadele etmiştir. Bu tür kazanımlar sadece toplumun sosyalist dönüşümün bir sonucu olmaktan ziyade, ona yönelik adımlar olarak görüldü.

Çeviri: Nurcan Turan, Ceren Ataer, Sanem Öztürk

Notlar

[1] Barbara Evans Clements, Bolshevik Feminist: The Life of Aleksandra Kollontai içinde Inessa Armand alıntısı (Bloomington: University of Indiana Press, 1979).

[2] Alexandra Kollontai ve Polina Vinogradskaia (eds), “Komünist Kadınların Birinci Uluslararası Konferansı Raporu.”

[3] Anna Krylova, “Bolshevik Feminism and Gender Agendas of Communism”, Silvio Pons, Stephen A. Smith (eds.), The Cambridge History of Communism, Vol. 1: World Revolution and Socialism in One Country içinde.

[4] Örneğin bkz. Barbara Wolfe Jancar, Women under Communism, Baltimore: John Hopkins University Press, 1978; Funk, Nanette and Magda Mueller (1993), Gender Politics and Post-Communism: Reflections from Eastern Europe and the Former Soviet Union, New York: Routledge; Brunnbauer, Ulf (2009); “‘The Most Natural Function of Women.’ Ambiguous Party Policies and Female Experiences in Socialist Bulgaria,” in Gender Politics and Everyday Life in State Socialist Eastern and Central Europe, New York: Palgrave Macmillan; Einhorn, Barbara (2010), “Mass Dictatorship and Gender Politics: Is the Outcome Predictable?” in J. Lim et al. (eds.) Gender Politics and Mass Dictatorship, Palgrave MacMillan, pp. 34-62; Partridge, Damani (2012), Hypersexuality and Headscarves: Race, Sex and Citizenship in the New Germany, Bloomington: Indiana University Press.

[5] Sonia Kruks, Rayna Rapp, and Marilyn Young (eds). Promissory Notes: Women in the Transition to Socialism. New York: Monthly Review Press, 1989, Introduction, 8. Feminist Marksist eleştiriler için bkz. Lise Vogel, Marxism and the Oppression of Women: toward a Unitary Theory, Leiden: Brill, 2013; Sharon Smith, Women and Socialism: Essays on Women’s Liberation, Chicago: Haymarket, 2012.

[6] Kristen Ghodsee, “State-Socialist Women’s Organization in Cold War Perspective. Revisiting the work of Maxine Molyneux.” Aspasia, (10, 2016): 111-121, 115.

[7] Haan Francisca de (2010), “Continuing Cold War Paradigms in the Western Historiography of Transnational Women’s Organisations: The Case of the Women’s International Democratic Federation (WIDF),” Women’s History Review, Vol. 19, No. 4, 547-573, 564-565.

[8] Komünist Kadın Hareketi resmi bir terim değildir ve nadiren Komüntern’in belgelerinde geçer. Fakat kadın yoldaşların kullandığı ortak bir deyimdir bu. Ayrıca bkz. John Riddell. ed. Toward the United Front: Proceedings of the Fourth Congress of the Communist International, 1922, Leiden: Brill, 2012, 838.

[9] “Komünist Kadınların İkinci Uluslararası Konferansı” 9 Haziran Oturumu, Moskova, 1921.

[10] John Riddell. ed. Workers of the World and Oppressed Peoples, Unite!: Proceedings and Documents of the Second Congress, 1920, New York: Pathfinder, 1991, vol 2, 977-978.

[11] Kollontai, Alexandra. “Communism and the Family” (1920) in Selected Writings of Alexandra Kollontai, edited by Alix Holt. London: Allison & Busy, 1977.

[12] Elizabeth Waters, “In the Shadow of the Comintern: the Communist Women’s Movement, 1920-1943” in Sonia Kruks; Rayna R Reiter; Marilyn Blatt Young, eds. Promissory Notes : Women in the Transition to Socialism, New York, Monthly Review Press: 1989, 32-33.

[13] Riddell, Workers of the World, p. 978.

[14] Bkz. Kollontai, Introduction to The Social Basis of the Women’s Question. https://www.marxists.org/archive/kollonta/1908/social-basis.htm

[15] Goldberg Ruthchild, Rochelle. “Misbehaving women and the Russian Revolutions of 1917”, ASEEES blog: International Women’s day, March 17, 2017.

[16] Riddell, Workers of the World, s. 978.

[17] “Komünist Kadınların İkinci Uluslararası Konferansı” 9 Haziran Oturumu, Moskova, 1921.

[18] Bkz. Margarett Hobbs and Joanne Sangster (eds.), The Woman Worker, 1926-1929, St. John’s, Nfld.: Canadian Committee on Labour History, 1999.

[19] Bkz. “Komünist Kadınların İkinci Uluslararası Konferansı” 12 Haziran Oturumu, Moskova, 1921.

[20] Riddell, Workers of the World, 983.

[21] “Komünist Kadınların İkinci Uluslararası Konferansı” 9 Haziran Oturumu, Moskova, 1921.

[22] A. Kollontai, Anna Krylova, “Bolshevik Feminism and Gender Agendas of Communism,” in The Cambridge History of Communism, vol. 1: World Revolution and Socialism in One Country, 1917-1941, içinde. edt. Silvio Pons, Stephen A. Smith, 424-448, Cambridge University Press, 2017, 431.

[23] 1918 İş Kanunu bebek emzirmek için üç saatte bir en az 30 dakikalık ücretli izin öngörüyordu. Analık Sigortası Programı, çalışan anneler için 8 haftalık doğum izni, emzirme araları ve fabrikada dinlenme olanaklar, doğum öncesi ve sonrası ücretsiz bakım ve ödenek sağlıyordu. Aynı zamanda 1918 tarihli Aile Yasası, devletin tek bir aileden daha iyi bir bakım sağlayacağı gerekçesiyle evlatlık edinmeyi yasaklamıştı.

[24] Riddell, Workers of the World, p. 989.

[25] Waters, 41; John Riddell. “The Communist Women’s Movement (1921-1926),” June 12, 2011.

[26] Margarett Hobbs and Joanne Sangster, eds. The Woman Worker, 217-222; Waters, 41-42.

[27] Waters, 51.

[28] Örneğin bkz. Waters, Studer and Bernhard H. Bayerlein.

[29] Krylova, Soviet women in Combat: A History of Violence on the Eastern Front. Cambridge: Cambridge University Press, 2010, 23

[30] Kollontai ve Vinogradskaia (eds.). Otchet, 61.

[31] Kommunistische Fraueninternationale, vol. 1, no. 2–3 (1921), p. 55 quoted in Riddell, John. “The Communist Women’s Movement (1921-1926).”

[32] Bkz. Sewell, Sara Ann. “Bolshevizing Communist Women: the Red Women and Girls’ League in Weimar Germany,” Central European History, 45:2 (2012).

[33] 1921 ve 29 döneminde SSCB’de Komünist Parti’nin sadece yüzde 14’ü kadındı. Bu oran Almanya’da yüzde 16,5, Çekoslovakya’da yüzde 24, Fransa’da yüzde 3-4, İtalya’da yüzde 1-2 idi.

8 ve 9 Mart 2020 Uluslararası Feminist Grev Çağrısı

   Yıllardır yapılan feminist grevler için bu sene de çağrı tekrarlandı. Birçok ülkeden bir araya gelen ve aşağıda imzası bulunan feminist kurumlar bir grev çağrısı metni yayımladı. Dünyanın dört bir yanındaki kız kardeşlerine seslendikleri bu çağrıda yoldaşlarını tüm dünyaya yayılan tahakküm, işgal ve sömürüye karşı feminist isyanı büyütmek için ortak stratejiler geliştirmeye çağırdılar.

   Metinde, küresel olarak kendimizi tarihi bir kavşakta bulduğumuzun altı çiziliyor. Neo-faşist grupların, sömürgecilik ve ataerkillikle ekilen ırkçılığı ve kadınlara, lezbiyenlere, trans topluluklarına karşı duyulan nefreti güçlendirdiği krizin bu kavşakta karşı karşıya olduğumuz bir yol olduğu vurgusu yapılarak başka bir yolu seçebileceğimiz işaret ediliyor; feminist, çok uluslu, enternasyonal ve ırkçılık karşıtı gücümüzle inşa edeceğimiz bir yol. 

   Çağrı, bu kavşakta hayatı tüm yönleriyle sarsacak bir seferberlik inşa etmeye yönelik. Topraklarımıza ve bedenlerimize yönelik uygulanan şiddete, arkasında politik şiddetin var olduğu cinsel şiddete, insan hakları ve kadınların özgürlüğüne karşı uygulanan sistematik şiddete karşı isyan çağrısı, bedenlerimizin ve hayatlarımızın söz sahibinin biz olduğunun çığlığını yükseltmemiz ve kürtaj hakkımıza yönelik saldırılara karşı direnişi büyütmemiz vurgusuyla devam ediyor. Irkçılığın ve ataerkil darbenin kurbanlarıyla dayanışmaya çağırıyorlar; ortaklaşan yara izlerimizin gerçek sebebi olan sefalet yönetiminden sorumlu olanlara karşı ise mücadeleye.

    Metin, ataerkil şiddetin farklı biçimler ve boyutlarda olduğunu ortaya koyarak; küresel bir ayaklanmanın bizi ezen yapıların zeminini sarsacağının ve bu sayede karşı koyma  kapasitemizin artacağının altını çiziyor. Bu, her alanı, özellikle de bize yasaklanan alanları işgal etme çağrısıdır. Enternasyonal karaktere sahip bir özgürleşme sürecinin kilometre taşı 8 ve 9 Mart olacak vurgusunu yaparken bizi ele geçirmeye çalışan kapitalist ve ataerkil yıkımın üstesinden gelen bir yaşamın  inşasına davet ediyorlar. Feminist ve transfeminist mücadelemizi yükselterek isyanda durmaya çağırıyorlar. 

8 ve 9 Mart’ta Feminist Greve!

İmzacılar:

Asociación Latinoamericana de Medicina Social – Ecuador 

Coordinadora Feminista 8M – Chile 

Coordinadora Feminista 8M, Maldonado – Uruguay 

Disidentes Violeta – Ecuador 

Encuentro de Organizaciones, Córdoba – Argentina 

International Women’s Strike – United States

Movimiento de Mujeres de Kurdistán 

Minervas Colectivo Feminista – Montevideo, Uruguay 

Mujeres por el cambio – Ecuador 

LevFem – Bulgaria 

Negrocentricxs – Chile 

Ni una menos Soriano – Uruguay

NiUnaMenos – Argentina

Non Una Di Meno – Italy

Nómadas Comunicación Feminista, Puel Mapu – Argentina

Portal Catarinas

Red Feminista Maldonado – Uruguay

Red Lesbofeminista RM – Chile

Resonancia Feminista – Paysandú, Uruguay

Ruda Colectiva Feminista – Ecuador

Secretaría de Mujeres Migrantes – Chile

Serendipia Sobre Ruedas

Territorios de Libertad – Ecuador

Toutes en Grève 31 – Toulouse, France

Juntas y revueltas – Las Cabras, Chile

Feministas con Voz de Maiz – México

Derleyen: Gizem Karaköçek

Kaynak: https://www.viewpointmag.com/2020/03/04/transborder-call-for-a-feminist-strike-on-march-8th-and-9th-2020/

Pornografi, Kameraya Çekilmiş Fuhuştur – Michele Kelly/Scarlett X

Fuhuş ve pornografi feminizmin belki de en tartışmalı konularından ikisi. Aşağıdaki yazının yazarı Michele Kelly gibi düşünen porno karşıtı feministler için fuhuş ve pornografi bir ve aynı şey ve ikisi de erkek sömürüsünün ve şiddetinin en açık sahası ve aracıdır. Sadece erkekler tarafından kontrol edilen bu sektör(ler)e –diğer deyişle tecavüz piyasasına- kadınlar şiddetle sokulurlar ve şiddet altında çalıştırılırlar. Fuhşa ve pornografiye karşı çıkmamak, erkek egemenliğini ve şiddetini daha da pekiştiren kurumsal-endüstriyel tecavüzü desteklemek anlamına gelmektedir. Dolayısıyla, fuhuş ve pornografi karşıtı feministler için seks işçiliği diye bir iş, bu işin de özgür iradeyle tercih edilmesi gibi bir şey yoktur. Carol Pateman’ın dediği gibi fuhuş, kapitalizmin herhangi bir dalı olmaktan ziyade erkeklerin cinsel haklarını, kadın bedenine ulaşma ve onu kontrol etme özgürlüklerini garanti altına alan patriyarkal sözleşmenin kurumlarından önemli bir tanesidir. Özgür seçim iddiası güç ilişkilerini, bazı kadınların mecburiyetini görmeyen liberal bir safsatadır. Fuhuş ve pornografi amasız fakatsız yasaklanmalı, Kate Millett’in deyimiyle “siyasi tutsaklar” kurtarılmalıdır.

Cinselliği kadınların ezilmesinin merkezi bir alanı olarak tanımlayan bu pozisyona karşı, kendilerini “pro-sex” olarak tanımlayan feministler, kadınların fuhuş ve pornografi alanlarında failliği olmayan kurbanlar olarak görülmesini ve pornografiye ve fuhuşa karşı yasakçı bir tutum benimsenmesini eleştirirler. Bazı kadınların bu sektörlerde zorla ve kötü koşullar altında çalıştırıldıkları doğrudur ama bu alanlarda çalışmayı özgürce seçen kadınlar da vardır. Ki seks işçisi de herhangi bir işçi gibi emeğini belirli bir ücret karşılığında satar. Bu emeği diğer emek biçimlerinden daha değersiz görmek erkek egemenliğinin bir ikiyüzlülüğüdür. Seks işçileri verdikleri cinsel hizmetin karşılığını alabildikleri için ev kadınlarından daha şanslı bir konumda bile sayılabilirler. Diğer işçiler gibi sendikal haklara ve güvenli çalışma koşullarına ihtiyaçları vardır. Pornografi ise illa erkeklerin heteroseksüel erkek cinselliğinin hizmetinde, şiddet yüklü ve şiddeti teşvik eden, kadınları pasif ve değersiz kılan bir iş olmak zorunda değildir. Cinsellik ve cinsiyet klişelerine karşı, kadın cinselliğini merkeze alan, kadınların güçlenmesine hizmet eden, ırksal çeşitliliği yansıtan, işçilerin güvenli bir biçimde ve emeğinin karşılığını alarak çalıştığı feminist bir pornografi üretimi mümkündür.

Feminizm için son derece çelişkili ve çatışmalı konular olan fuhuş ve pornografi ile ilgili kabaca özetlenen bu iki yaklaşımı çeşitli açılardan eleştiren veya destekleyen çok sayıda melez politik konum da söz konusudur. Pornografi ve fuhuş karşıtı pozisyonun dile getirdiği şiddet, sömürü, şiddetin teşviki ve normalleştirilmesi ile ilgili konular gözardı edilemeyeceği gibi seks işçilerinin faillikleri, şiddete-hastalıklara-istimara- karşı hakları, fuhşa karşı olma gerekçesiyle kriminalize edilmeleri gibi sorunlar da görmezden gelinemez. Kelly’nin aşağıdaki yazısını, bu tartışmalar içinde önemli noktalara dikkat çektiği için yayınlıyoruz.

İmdat Freni

Ticarileşmiş cinsel sömürüden yani hem fuhuştan hem de pornografi sektöründen sağ çıkmış biri olarak, “tüm kadınların güvenliğini sağlamak” adına üçüncü tarafları, örneğin pezevenkleri cezai yaptırımdan azade kılma iddiasını tamamen gülünç buluyorum.

Şu nedenle:

Birleşik Krallıkta pornografi endüstrisi neredeyse tümüyle yasallaştırılmış durumda. Yalnızca çocukların cinsel istismarını, ölülerle ve hayvanlarla cinsel ilişkiyi ve ölüm tehlikesini içeren eylemleri sahneye koyan pornografi ürünlerini bulundurmak ve dağıtmak cezai müeyyide kapsamında.

Ticari bir endüstri ve meşru bir iş sahası olarak değerlendirildiğinden -porno yanlısı lobinin iddiaları doğru olsaydı- pornografinin içinde bulunan kadınlar açısından en güvenli seks endüstrisi alanı olmasını bekleyebilirdik.

Fakat bu yanlış.

Kendi deneyimim bakımından porno endüstrisi uzak arayla yaşadığım en şiddetli ve zehirli fuhuş biçimi olmuştur. Yasal olması bana “oyuncu” olarak “çalışan haklarına” erişim sağlamıyor, daha çok pezevenkler ve porno yapımcıları tarafından istenildiği gibi şiddet uygulamak ve sömürmek için yasal düzenlemeye tabi olmayan bir ortam yaratıyordu.

Bu herkesin bildiği bir sır. Bir zamanlar bu endüstrinin en tutulan aktrislerinden ikisi 14 ve 15 yaşlarında sektöre sokulmuştu. Porno yapımcılarının reşit olmayan kadınları sektöre almak için sahte kimlik kartlarının alımından söz ettiğini duydum ve “sosyal yardım sisteminden yeni çıkmış” genç kadınların bu endüstride çalışmaya en yatkın olanlar olduğunun iddia edildiği bir sohbete tanık oldum. Savunmasız kızların ve genç kadınların bu açık istismarının bir kez olsun pornografik filmleri düzenleyen, üreten ve dağıtanlar -çoğunlukla erkekti bunlar- tarafından mahkûm edildiğini duymadım.

Porno dünyası fuhşunkinden farklı değil. Başka insanlar da sürece dahil oluyor ve onlardan biri elinde kamerayla uygulanan şiddetin her bir dakikasını kayda alıyor. Sonuçta kamera önünde bir fuhuş. Bu sektörde yer alan insanların çoğu farklı roller de üstleniyor: Porno aktrislerinin çoğu aynı zamanda “eskortluk” yapıyor ve tam tersi de gerçekleşiyor. Tanıdığım porno yapımcılarının birçoğu aynı zamanda eskort ajansı, genelev veya duyuru siteleri işletiyordu. Genelevler tabii ki Birleşik Krallık’ta yasadışı olduğundan en riskli işletmeler olarak görülüyor. Onları cezai çerçeveden çıkarmak orada sömürülen kadınları şiddet karşısında daha az savunmasız yapmayacak, hali hazırda kadınlara ve çoğu kez kızlara cinsel şiddet uygulayan ve onları sömürenlerin kârlarını daha meşru kılacaktır.

Pornografinin giderek daha da şiddetli hale geldiği artık bir sır teşkil etmiyor, ne var ki sıklıkla bunun “yalnızca bir sahne oyunu” olduğunun iddia edildiğini duyuyorum.

Bu bir oyun değil. Gırtlağı sıkılan kızın gırtlağı gerçekten sıkılıyor. “Acı verici ters ilişki” sahnesindeki kadın kendisine anal tecavüzde bulunan adamın gerçekten durması için yalvarıyor çünkü canı acıyor. İpucu sahneye verilen isimde saklı. Kadının yüzüne uygulanan şiddet, kolektif tecavüzler ve işkence “oynanmıyor” fakat ekran, izleyicinin bu şiddet biçimlerinin uygulandığı kadını insan olarak görmemesine yardımcı olan bir tampon görevi görüyor. Kadın, platoda hiçbir etkinlik göstermeyen bir “performansçı”, sahneye konulmak ve her zaman daha fazlasını talep eden bir erkek bakışı tarafından tüketilmek dışında. Daha fazla acı. Daha fazla ıstırap. Daha fazla aşağılama. Bu sektörü erkek talebinin besliyor olması özellikle pornografide şiddetin sürekli olarak artıyor olmasından gözlemlenebilir.

Bir keresinde kamera önünde resmen bir toplu tecavüze uğradım. Muhtemelen o görüntüler bazı adamlar onları izleyip mastürbasyon yapsın diye dijital ortamlarda dolaşıyordur hala. Daha yukarıda sözünü ettiğim en popüler “aktrisler”den biri, kendisine hakaretler yağdırılırken dışkı içinde sürünmek zorunda bırakıldığı bir sahneni ardından omzuma yaslanıp hüngür hüngür ağladı. Ve bu anaakım porno endüstrisindeydi, hani şu “gonzo” tipi amatör pornoya göre daha güvenli hatta daha “alımlı” sayılan.

Seks ticareti meşrulaştırılınca olanlar bunlar işte. Kâr insan haklarına baskın geliyor. Ve üçüncü taraflarda herhangi bir çekincenin olmayışı uygulanan şiddetin görünmez ve duyulmaz olduğu ve listelenmediği anlamına geliyor.

Bu kendilerini fuhşun başka sektörlerinde bulan ve muhtemelen hiçbir zaman bir porno çekiminde bulunmayacak kadınları da etkiliyor. Para karşılığı seks yapmak isteyen erkekler çoğunlukla filmlerde gördükleri ve ancak bakarak mastürbasyon yaptıkları şiddetli sahneleri yeniden üretmenin arayışındalar.

Tıpkı fuhuş alanında çalışan kadın gibi porno oyuncusu kadın da kameralar bir kez çalışmaya başladı mı, kendi “hayır”ının bir önemi olmadığını fark eder. Esasen onun “hayır”ı giderek şiddet seviyesi artan senaryo talebini yanıtlamanın bir unsuru bile olabilir. Daha öncesinde belirlenen sınırlar her ne olursa olsun kamera bir kez çekmeye başladıktan sonra tüm vaatlerin uçup gittiğini acı biçimde deneyimledim. Burada erkek “düzücü”nün de bir “aktör” olarak ücret alıyor oluşu onu uyguladığı şiddetteki sorumluluğundan azade kılmıyor. 

Zaten bazı durumlarda erkek “aktörler” esasında fuhuş yapmaya gelmiş sıradan insanlar oluyor. Sıradan erkeklerin gelip bir “porno starının gangbang”ine katılmak için para verdiği ve kameraya alınan “seks partileri” ülkenin seks kulüplerinde hayli popüler hale geldi. Bu işletmeleri açan porno yapımcıları ve pezevenkler sömürü ve şiddet için yeni yollar bularak her daim daha “yaratıcı” bir şekilde zenginleşiyorlar. Fuhuş yapmaya gelenler ve izleyiciler de, elbette ki, hep daha sert ve aşırı görüntü ve deneyim talebini yükseltiyorlar.

Bir çekim sırasında bardağıma uyuşturucu konduktan sonra porno endüstrisinden ayrıldım. Bugün hala bilinçsiz haldeyken başıma ne geldiğine dair hiçbir fikrim yok ama o sahnelerin internette bir yerlerde dolandığından da hiç şüphem yok.

Bu arada “tecavüz pornosu”, gösterilen fiziksel şiddet kişinin hayatına kastedecek aşırılıkta olmadığı takdirde yasa dışı değil.

Pornografi ve fuhuş cinsel rıza hakkındaki yasalarımızla alay ediyor.

Şimdi bana lütfen tüm bunların kadınların güvenliğini nasıl sağlayacağını açıklar mısınız?

Çeviri: Uraz Aydın

Kaynak: https://tradfem.wordpress.com/2019/10/01/la-pornographie-cest-de-la-prostitution-filmee-et-totalement-depenalisee-cela-ne-la-rend-pas-sure/

Sosyalist Feminizm: Günümüz için Rosa Luxemburg – Nancy Holmstrom

Rosa Luxemburg feministlere teorik ve politik bir miras bıraktı mı? Yani, kadınların ezilmesini nasıl anlayacağımız konusunda bize kuramsal bir rehberlik sunuyor mu? Eğer sunuyorsa, bu nedir?

Rosa Luxemburg’un kadınların ne olması ve ne olmaması gerektiğiyle ilgilenmeden hem baskıcı düzenimizin doğasını anlamak –daha da önemlisi değiştirmek– hem de kendi politik ve kişisel hayatını sürdürmek konusundaki tutkulu adanmışlığıyla yıllardan beri feministler için bir model olduğu tartışma götürmez.

Fakat bugün, sosyalist feministler arasındaki teorik tartışmalar hakkında bir şey söylemesi gerekse ne söylerdi? Hatta bu anlamda bir feminist olur muydu? Kadınların ezilmesi konusundaki görüşüyle ezilen uluslar hakkındaki pozisyonu aynı olur muydu? [Lenin’in benimsediği ulusların kaderini tayin hakkını sınıf mücadelesinden bir sapma olarak görür ve karşı çıkar (ed.)]

Feministlerin bugün karşı karşıya kaldığı pratik siyasi sorunlar üzerine Luxemburg’un çalışması bize herhangi bir rehberlik sunuyor mu? Panelimizde bu tür soruları ele alacağız.

Luxemburg ve Zetkin

Luxemburg özel olarak kadınlara ilişkin yazılmış hemen hemen hiç metin bırakmamıştır geriye, kadın hareketinde de aktif değildir. Bazıları bunlardan yola çıkarak onun feminist olmadığı ya da zaten kadın sorunlarıyla ilgilenmediği sonucuna varır.

Açık ki bu konular onun ana ilgi alanı değildir, ama neden olmak zorunda ki? İşbölümü yapılamaz mı?

Clara Zetkin, Luxemburg’un yakın arkadaşı ve yoldaşı, tıpkı 70’lerdeki bilinç yükseltme grupları gibi gruplar oluşturmak da dahil –ki bunlar Lenin’i açıkça huzursuz etmiştir-, işçi sınıfından kadınlarla çalışmasıyla tanınır. Luxemburg’un onun fikirleriyle ters düştüğüne dair bir kanıtım yok.

Tam aksine, Kasım 1918’de yazdığı son mektupların bazılarında Rosa, Zetkin’den kadınlar üzerine bir makale talep eder: “şu an çok önemli, ve burada hiçbirimiz bu konuda herhangi bir şey anlamıyoruz”. Sonrasında Spartaküs gazetesinde bir kadın bölümü açar: “… bu çok acil bir mesele! Kaybedilen her gün kabahat” der.

Bu yazışmaya ve kadınların meseleleri üzerine kısa yazılarına dayanarak -kavramların bugün kullandığımız anlamlarıyla- Luxemburg’un bir Marksist ya da sosyalist feminist olduğu fazlasıyla açıktır.

Öncelikle, bazısı Marksist olan, bazısı olmayan bir sosyalist feministi nasıl karakterize ettiğimden kısaca bahsedeceğim, sonra da Luxemburg’un bize göre bu tartışmanın neresinde durduğunu açıklayacağım.

Çalışan kadınların özel ihtiyaçları Luxemburg için bir öncelik teşkil etmesine rağmen, bazılarının yalnızca “burjuva talepleri” olarak görebileceği tutumları da desteklemiştir. Kadınlara ve kadınların oy hakkına karşı ayrımcılık içeren tüm yasaların kaldırılmasını hem bir prensip meselesi olarak hem de pratik siyasi sebeplerle savunur.

Sosyalist Feministler Arasında

Bütün sosyalist feministler için sınıf kadınların hayatında merkezdedir, ama aynı zamanda hiçbiri cinsiyet ya da ırk ile ilgili ezilmeyi ekonomik sömürüye indirgemez. Hepimiz hayatımızın bu yönlerini birbirinden ayrılmaz ve sistematik olarak bağlı görürüz; yani sınıf her zaman cinsiyetli ve ırksaldır.

Kesişimsellik terimi bunun için kullanılır. Bazı baskı biçimlerinin tüm kadınlar için geçerliyken, bazılarının sınıfa ve milliyete göre değiştiğini düşündüğünden Luxemburg kesinlikle böyle bir perspektife sahipti.

Çalışan kadınların özel ihtiyaçları Luxemburg için bir öncelik teşkil etmesine rağmen, bazılarının yalnızca “burjuva talepleri” olarak görebileceği tutumları da desteklemiştir. Kadınlara ve kadınların oy hakkına karşı ayrımcılık içeren tüm yasaların kaldırılmasını hem bir prensip meselesi olarak hem de pratik siyasi sebeplerle savunur.

Kadınların siyasete dahil edilmesi, sosyalist erkekleri bile etkileyen “cahil ailenin boğucu havası” olarak adlandırdığı durumla mücadeleye yardımcı olacak ve aynı zamanda sosyal demokrat güçlerin saflarını inşa edecekti. Bu görüşler aslında zamanın gelişmiş burjuva kadın örgütlerinde savunuldu.

Bir vesileyle, sosyal demokratları Liberallerle seçim ittifakı yapmak için kadınların oy hakkı meselesinde taviz vermelerini eleştiriyor. En radikal sosyalistler çoğunlukla en iyi feministlerdir de.

Ne var ki, kesişimselliğin geniş tanımı içinde bu tür baskı biçimlerinin nasıl anlaşıldığı ve nasıl bağıntılı oldukları hususunda farklılıklar bulunmaktadır.

Bazı sosyalist feministler kapitalizm ve cinsiyetçiliği (genellikle “patriyarka” denen) birbirinden ayrı olsa da kesişen, eşit açıklayıcı öneme sahip sistemler olarak görür. (Irksal/etnik tahakkümden sorumlu olan diğer sistemler de genellikle tablonun bir parçasıdır.)

Tıpkı kapitalizmin, kapitalistler ve işçiler arasındaki baskı ve sömürü ilişkilerine dayanması gibi patriyarka da erkeklerin kadınları tahakküm altına aldığı bir sistemdir. Bazıları başka biçimlerde açıklayarak erkeklerin kadınları sömürdüğünü söyler. Bu da “ikili sistem” görüşü olarak bilinir.

Marksist Feminizm

Diğer yandan, diğer Marksist/sosyalist feministler, günümüzde her şeyi açıklayan bir kudrete sahip olan sadece tek bir ezme-ezilme ve sömürü sisteminin bulunduğunu, bunun da kapitalizm olduğunu düşünür. Ne var ki, değişik zaman ve mekanlarda cinsiyetçilik gibi farklı ezme-ezilme biçimleri bu sistem çerçevesinde az veya çok rol oynar.

Bir veya iki –veya daha çok- sistem konusu, oldukça soyut bir teorik sorundur, fakat genellikle pratik siyasi bir sorunla bağlantılıdır. Mesela, ne tür bir siyasi örgütlenme önceliklidir? Sınıfsal konular, emek mücadelesi ve diğer ekonomik konular toplumsal cinsiyet açısından hiçbir zaman ayrıştırılmamalı mıdır? Veya sosyalist bir bakış açısından kadınların sorunlarına ayrıksı bir biçimde eşit önem vermek meşru mudur?

İkili sistem kuramcıları, sınıf ve cinsiyet (veya ırk) meseleleri etrafında örgütlenmeye aynı derecede siyasi önem atfedecektir. Neden atfetmesinler ki? Peki, benim de benimsediğim tek sisteme dayalı teorik pozisyondan hangi politik sonuçlar çıkarılabilir?

Benim görüşüme göre –bunu özellikle vurgulamak isterim- cinsiyet (veya ırk) etrafındaki mücadeleler daha az siyasi önceliğe sahip değildir. Sosyalist feministler, bir veya iki sistem ile ilgili soyut sorular hakkındaki görüşleri ne olursa olsun, her ikisini entegre etmeye çalışırlar.

Örneğin, çağdaş sosyalist feministler tıpkı liberal feministler gibi yasal kürtaj hakkını savunurlar fakat bunu doğum kontrol, tıbbi tedavi, çocuk bakımı, daha iyi ve eşit ücret hakları gibi işçi kadınlara üreme konusunda bağımsızlık kazandıracak tüm gerekli şeylerle birleştirirler.

Oldukça eminim ki Luxemburg diğer tahakküm biçimlerinin içinde iş gördüğü bir çerçeve olarak kapitalizme kuramsal olarak öncelik veren tek sistem pozisyonunu benimserdi. Pratik siyasi sorunlarla ilgili olarak, kesin emin olmamakla birlikte, siyasi öncelikler açısından esnek bir pozisyona sahip olacağını düşünüyorum (belki de bu benim görüşüm olduğu için).

Luxemburg’un yukarıdaki sözlerinin açıkça ortaya koyduğu gibi, ev işlerini üretken olmayan emek olarak tanımlamak ne hakarettir ne cinsiyetçidir. Devlet için çalışan bir marangoz veya benzer şekilde devlet okulunda çalışan öğretmen kapitalist anlamda “üretken” değildir –genel anlamda kesinlikle ve çok önemli düzeyde üretken oldukları halde.

Tahakküm ve Sömürü

1912 yılında yayınlanan “Kadınların Oy Hakkı ve Sınıf Mücadelesi”nde Luxemburg, günümüz tartışmalarıyla da ilgisi olan önemli bir tartışma yürütür. Şöyle yazar:

“Sermayenin ve ücret sisteminin egemenliği sürdükçe sadece artı değer üreten ve kapitalist kar sağlayan emek üretkendir. Bu bakış açısına göre, bacaklarıyla işverenine kar sağlayan bir kafedeki dansçı ‘üretken’ bir emekçi kadınken evin dört duvarı arasında çalışan kadınların ve proletaryanın annelerinin emeği üretken olmayan emek olarak kabul edilir. Bu, kaba ve aptalca geliyor kulağa fakat bugünün kapitalist ekonomik düzeninin kabalığının ve aptallığının kesin ifadesidir…”

Kapitalizmde üretken (olmayan) emeği anlatmak ve tahakkümü kapitalist sömürüden ayırmak için birden çok kez kullandım bu alıntıyı.

Bazı feministler, ev işinin üretken olmayan emek olduğunu söyleyen Marksist pozisyona çok güceniyorlar ve bazıları “ev işinin ücretlendirilmesini” savunuyor.

Luxemburg’un yukarıdaki sözlerinin açıkça ortaya koyduğu gibi, ev işlerini üretken olmayan emek olarak tanımlamak ne hakarettir ne cinsiyetçidir. Devlet için çalışan bir marangoz veya benzer şekilde devlet okulunda çalışan öğretmen kapitalist anlamda “üretken” değildir –genel anlamda kesinlikle ve çok önemli düzeyde üretken oldukları halde.

Kapitalist anlamda “üretken” olmanın ne anlama geldiğini anlamak elzemdir, çünkü kapitalist sistemi işler kılan şey budur.

Ev içi emek tartışmasında söylenecek daha çok şey var ama daha önemli olan nokta daha 1912 yılında Luxemburg’un yazdığı gibi, “milyonlarca işçi kadın … kapitalistler için -tıpkı erkekler gibi- fabrikalarda, atölyelerde, tarımda, ev işi endüstrisinde, bürolarda ve mağazalarda kar üretirler. Onlar da bugünün toplumundaki en katı ekonomik anlamıyla bile üretkendirler.”

Luxemburg bu gerçeği, kadınların oy hakkı için bir argüman olarak kullandı; “kadınlara uygun rollere” ilişkin patriyarkal anlayışın ne kadar gülünç hale geldiğini gösteriyordu.

Bu teorik nokta ve onun önemi konusunda Luxemburg’a katılıyorum. Diğer yandan, bunun siyasi önemini aşırı vurgulamak konusunda dikkatli olmamız gerektiğini düşünüyorum.

Ev işi, artı değer açısından üretken olsaydı bile, ev kadınlarını örgütlemek sosyalistler için öncelikli bir görev haline gelmezdi. Artı değer üreten özel hapishanelerdeki gardiyanlarla kıyaslayın. Sermaye tarafından sömürülseler bile, sosyalist örgütlenme için ümit vadeden adaylar olmayacaklardır. 

Diğer yandan, kamu sektörü çalışanları da bu anlamda üretken değildir fakat kamu sektörüne yapılan saldırı göz önüne alındığında örgütlenme için kritik bir sektördür ve olmalıdır. Sosyalistlerin enerjilerini en çok nereye kanalize etmeleri gerektiği birçok faktöre bağlıdır ve bu anlamda, değişen koşullar konusunda uyanık olmalıyız.

Luxemburg’un bu çılgın kapitalist sistem içindeki “üretken” emeğin anlamı konusundaki vurgusu ayrıca kapitalizmin gezegenimizi neden faciaya sürüklediğini ve neden kar değil insan ihtiyaçları için üretime dayanan bir toplum kurmamız gerektiğini açıklamaya yardımcı olur. Bu konu etrafında örgütlenmek bugün herkes için temel bir mesele olmalıdır.

Luxemburg, hem kendi spesifik ihtiyaçları için daha iyi savaşabilmeleri hem de evrensel kadın çıkarlarını desteklemeleri için burjuva kadın hareketinden bağımsız bir işçi kadın örgütü kurmayı savundu.

Daha da çelişkili olarak, Luxemburg işçi sınıfı içinde ve sosyalistler arasında bağımsız özörgütlenmeyi savundu, ve Zetkin’i Spartakist Birlik içinde bir kadın seksiyonu kurması konusunda cesaretlendi. Bu pozisyon bugün birçok Marksistin pozisyonundan daha ileridedir.

Sonuç olarak, Luxemburg’un hayatı ve çalışmaları bugünün sosyalist feministlerine çok şey sunabilir. Bütün cevaplar için kendisine bakmamız gerekmez ve katılmayacağımız bazı alanlar olabilir, ama buradaki anlaşmazlıklarımızdan daha çok olmayacaktır.

Mart- Nisan 2016

Çeviri: Ceren Ataer

The Socialist Feminist Project A Contemporary Reader in Theory and Politics (Monthly Review Press, 2003)’in editörlüğünü yapmış ve Capitalism For and Against: A Feminist Debate (Cambridge University Press)’in ortak yazarlarından olan Nancy Holmstrom, sosyalist feminist bir aktivist ve felsefe profesörüdür.

Kaynak: http://www.europe-solidaire.org/spip.php?article37354

Feminizm, Dışlama ve Siyaset – Nurcan Turan

Son günlerde Türkiye’de feminist harekete yönelik çeşitli kanallardan sert eleştiriler yükselmekte. Belki daha doğru deyişle, Türkiye feminizmi kendi içinde sert bir tartışmaya başlamış durumda. Bu eleştirilerin ilki ve de en güçlüsü, transaktivistler tarafından cis yani doğuştaki cinsiyetiyle toplumsal cinsiyeti aynı olan feministlerin transfobisi ve dışlayıcılığı konusunda oldu. Bu tartışmayla birlikte ise queer ve postmodern feminizm ile kimlikçi ve liberal feminizm eleştirileri farklı kanallardan yürümeye başladı. Tartışmalar zaman zaman yaftalamalar üzerinden o kadar öfkeli ve yaralayıcı hale geldi ki birçok feminist fikir beyan etmemeyi, tartışmalara dahil olmamayı tercih etti, haklı olarak.

Batı feminizmi içinde ayrı bir çizgi ve örgütlü bir güç haline gelen transdışlayıcı feminizmin (TERF) temel argümanları olan trans kadınların hayatlarının bir dönemindeki erkek sosyalleşmesine bağlı olarak şiddet eğilimli olduğu ve cinsiyet karmaşası yaşayan ergenlere hormon verilmemesi gerektiği bir kısım akademisyen tarafından bilimsellik adı altında savunulunca öncelikle bu kişiler TERF ilan edilerek protesto edildi, sonrasında ise transdışlayıcılık ve transfobi eleştirisi feminizmin merkezi olarak görülen akademik feminizme genellendi, en sonunda ise bütün cis feministlere yöneltildi. Kendisini LGBTİ hareketinin en büyük ve doğal destekçisi konumunda gören feministler bir anda tarihsel olarak ne kadar transfobik, ırkçı, Kemalist, faşist, solcu erkeklerin iktidarından pay alma derdinde oldukları suçlamasıyla karşı karşıya kaldılar.

Feminist hareket, birinci dalgasının başlangıcından bu yana beyaz, batılı, orta-sınıf, heteroseksüel vb. deneyimler üzerinden hareket etmekle eleştirilip farklı kesimlerin deneyimleri ve bakış açılarıyla genişletilmeye çalışılmıştı ama bu kapsayıcılığın bir fiyasko olduğunu, kendi tarihsel-yapısal ırkçılığını, transfobi ve homofobisini aşmaya hiç niyetli olmadığını göstermek 2019’da Türkiye’de mümkün oldu!

Sanki homofobik ve transfobik bütün kurumlar ve yapılar iktidarlarını cis feministlere -en azından bir kısmına- delege etmiş gibi transların yaşadığı ayrımcılığın ve şiddetin neredeyse en büyük kaynağının cis feministler olarak lanse edilmesi, “katil dilli TERF” listelerinin sosyal medyada dolaşıma sokulması yalnız hedef alınan kişilerde değil birçok feministte haksızlığa uğramışlık duygusu yaşatmış olmalı. Devlet, erkekler, kurumlar yerli yerinde dururken sanki iktidarın merkeziymişçesine cis feministlerin baş düşman olarak seçilmesi, söyledikleri her sözün en hassas terazilerde tartılıp etiketlenmesi ister istemez bir öfke yarattı. Diğer yandan, en yakınındakilere yönelen bu şiddetli eleştiri, feminizmin merkezi, özneleri, dışlayıcılığı ve siyaset yapma tarzı üzerine düşünmek için de bir fırsat sunmuş oldu. Trans kadınlar üzerine fazla düşünme gereği duymamış (Türkiye’deki diğer özgürlükçü hareketler gibi) ve hatta zaman zaman onları eylem alanlarından atabilmiş, onlar hakkında bilirkişi konumundan yaralayıcı sözler üretebilen bir feminizmin belki de böyle bir sarsılmaya ihtiyacı vardı. 

Herkesin az veya çok parçası olduğu hegemonik bir feminist siyaset yapma biçimi olsa da bazı transaktivistlerin düşündüğü ve bazı feministlerin de kendilerini yerleştirdiği gibi bir feminist merkez var mı gerçekten? Son tartışmalarda görüldüğü üzere kendini feminist olarak tanımlayan kadınların içeriden eleştirileri feminizme saldırı olarak görülebiliyorsa ortada otantik feminizmi temsil ettiğini düşünen bir kesim var demektir. Peki neresidir bu merkez, sınırları nasıl belirlenir? Müslüman feministler, laikçi feministler, Kürt feministler, çeşitli versiyonlarıyla sosyalist feministler, projeci feministler, liberal feministler, akademik feministler, ayrılıkçı-farkçı feministler, queer feministler, trans feministler… Kimler dahildir bu merkeze? Türkiye’de bundan 20 yıl önce bir feminist merkez tarif etmek mümkündü belki ama artık hareketin dallanıp budaklandığı, çoğullaştığı, birçok alana ve harekete sirayet ettiği günümüzde bir merkez iddiasında bulunmak– eleştirmek veya sahip çıkmak adına- Joan Scott’ın dediği gibi kayıp nesneyle (örn. kadın kategorisi, kadın homososyalliği) melankolik bir özdeşleşmeden başka bir şey değildir. 

Feminizm kendi demokratik iddiaları gereği kendi kurduğu feminist merkezleri kendi elleriyle dağıtmak ve parçalamak durumundadır.  “Hangi kadınların sorunları öncelikli ve asıl sorunlar olarak ele alınıyor ve hangi kadınlar bütün kadınlar hakkında konuşma hakkını ve fırsatını yakalıyor” soruları feminizmin her daim sorduğu ve her daim de sorması gereken sorulardır. Bu sorular unutulduğunda, transların deneyimleri erkek egemenliğinin öne sürdüğü ahlakçılığa benzer bir tutumla (“belirli yaşın altındaki insanlara hormon vermek ahlaki değildir çünkü cinsiyet kimliği sonradan değişebilir”) yok sayılabilir veya içeriden herhangi bir eleştiri feminizme bir saldırı olarak yorumlanabilir.  

Bu sorular yalnızca feminizm ve feministler için değil bütün toplumsal hareketler ve özneleri için sorulabilir, sorulmakta.  Zira feminist hareket dahil hiçbir özgürlükçü hareket sınıfsal, cinsel, ırksal, coğrafi, kültürel vs. iktidar ilişkilerinden bağımsız değil. Kimin kimler adına, nasıl konuşabildiği son derece siyasi bir konudur ve eşitlikçi bir siyaset yaptığını düşünen herkes de kendi içindeki iktidar ilişkilerinin sorgulanmasına açık olmak, eleştirildiği alanları ilk elden neoliberal kimlikçilerin birer düşmanlığı olarak değil bir genişleme, çoğalma ve dönüşme vesilesi olarak görmek durumundadır.  Sosyalist ve feminist hareketin tarihi biraz da bu tür eleştirilerle dönüşmenin tarihidir. Çok yakın zamana kadar “yeni toplumsal hareketleri” küçük burjuva sapma veya liberal bir kimlik hareketi olarak gören Türkiye sosyalist hareketinin büyük çoğunluğunun bugün nasıl, eklektik bir biçimde de olsa, feminist, ekolojist, anti-homofobik olabildiğine bakıldığında tanınma mücadelelerinin toptan çöpe atılamayacağı görülür.

Fobiler Cehenneminde Siyasetin Kaybı

Her hareket içindeki dışlamalar, ayrıcalıklar, fobiler neredeyse sonsuz biçimde sorunsallaştırılabilir. Sosyalist hareketin kadın farkını dışlaması, LGBTİ+ hareket içerisindeki L, G, B, T, İ arasındaki hiyerarşiler, trans hareket içerisindeki sınıfsal farklar, transfobi, homofobi, solfobi… Sorun, hareketler içindeki ayrıcalıkların, dışlamaların, fobilerin vs. sorunsallaştırılması değil elbette.  Sorun, özgürlük ve eşitlik mücadelesini “içerideki kadın-eşcinsel-trans düşmanlarını, ayrıcalıklıları ve işbirlikçileri” teşhis etmekle başlatıp deşifre etmekle sınırlandıran, sürekli olarak kendi ezilmişliğini kanıtlamaya odaklanmış, ezilmişlikler arasındaki bağları ve ilişkiselliği görmeyen bir kimlik siyasetinin egemen olmasında. Ki böyle bir siyaset transfobi ve mizojini arasında bağ değil hiyerarşi kurar, ücretsiz kürtaj hakkı talep eden yoksul cis kadınla cinsiyet uyum ameliyatları için seks işçiliğine mecbur olan yoksul trans kadın arasında dayanışma değil karşıtlık kurar. Kaçınılmaz olarak bir cadı avına dönüşmeye ve sonunda da kendini parçalamaya mahkumdur.  

Belirli siyasetlerle veya bakış açılarıyla değil de öznelerle mücadele edilmesi kısa vadede dar çevrelerde bazı kazanımlar sağlasa da uzun vadede getireceği şey izolasyon ve daralmadır. Öyle veya böyle iktidara bulaşmayan özne olamayacağı için her hareket ve grup namütenahi bir biçimde hiyerarşik parçalara bölünebilir. Birlikte siyaset yapmak için bütün fobilerinden, dışlamalarından arınmış tertemiz özneler talep etmek esasında imkânsız bir tanrı-özne talep etmektir. 

1977 yılında ABD’de Combahee River Collective adlı siyah feminist bir grup etkileyici bir bildiri yayınlar. Bütün kadınlar adına konuşan beyaz batılı kadın hareketinin ırkçılığını ve bu ırkçılığın aşılması için herhangi bir çaba gösterilmemesini eleştirirler. Siyah, Üçüncü Dünyalı ve işçi sınıfı kadınları başından itibaren feminist hareketin içindedirler ama büyük gerici güçlerin yanı sıra feminist hareket içindeki elitizm ve ırkçılık bu kadınları dilsiz ve görünmez kılmıştır. 

Collective, yalnız beyaz kadın hareketine değil siyah özgürleşme hareketinin cinsiyetçiliğine karşı da sert bir tutum alır. Ama cinsiyetçiliğe karşı tüm kadınlarla, ırkçılığa karşı siyah erkeklerle birlikte mücadele edeceğini beyan ederek özcü ve ayrılıkçı bir mücadeleyi reddeder.  Zira onlara göre, ırksal, cinsel, heteroseksüel ve sınıfsal tahakküm sistemleri birbirinden koparılamaz ve herhangi bir tahakküm sistemi diğer tahakküm sistemleri ortadan kalkmadan çözülemez. Hem beyaz kadınla hem de siyah erkekle çelişki ilişkileri olsa da esas karşıtlığı bunlarla değil beyaz heteroseksüel erkekle kurarlar. Bu çerçevede sosyalist olduklarını ve neden kapitalizme, emperyalizme ve patriyarkaya karşı eş zamanlı ve birlikte bir mücadele yürütülmesi gerektiğinin altını çizerler.

Bugün geldiğimiz noktada kaybedilen her şeyden önce Combahee River Collective’in koyduğu kapsayıcı, kendi kurtuluşunu insanlığın kurtuluşunda gören ve daralmayı değil çoğalmayı önüne koyan, ölümü değil dönüşümü hedefleyen bir siyasi perspektif. Özneleri kendi yaralarına ve mağduriyetine melankolik bir tutkuyla bağlayan neoliberal kimlik cehenneminden çıkma görevi eşitlik ve özgürlük talep eden herkesin önünde duruyor.