İmdat Freni

Gündem

Demokratik ve İlerici Suriye’nin Önündeki Tehditler – Joseph Daher

Çeviri: Çiğdem Çidarlı

Beşar Esad rejiminin devrilmesi, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da 2011 yılında başlayan devrimci süreçler devamlılığının bir parçasıdır. 1970’ten bu yana iktidarda olan Esad ailesi rejiminin devrilmesi, 2011 Mart ayında yaşanan halk ayaklanmasından bu yana verilen mücadelelerin birikimidir. Kasım 2024’te başlayan, silahlı muhalif grupların öncülüğündeki askeri saldırı ise, birkaç hafta sonra aralık ayında son darbeyi indirmiştir.Suriye’nin geleceği ve özellikle de demokratik bir toplumun kurulmasına yönelik temel tehditlerin neler olduğu konusunda birçok soru gündeme gelmektedir. Bazı liberal ve demokrat yorumcular, entelektüeller ve aktivistler, bugün ülkeye yönelik başlıca tehdit olarak, başta güvenlik sektörü ve ordu olmak üzere eski rejimin “feloul” veya kalıntılarına odaklanmış durumdalar. Sosyal ağlarda, Sisi’nin Temmuz 2013’te Müslüman Kardeşler üyesi Cumhurbaşkanı Mursi’ye karşı gerçekleştirdiği darbeyle ilgili bir Mısır senaryosundan sık sık söz ediliyor. Öte yandan, HTŞ liderliğindeki mevcut yönetime karşı görece eleştirel olmayan veya ciddi anlamda eleştiriler yöneltmeyen bazı yorumcular ve demokratlar da mevcut. Genel anlamda bu Selefi gruba geçiş aşamasını yönetme konusunda güven sergiliyorlar. Bu makale, Suriye’nin, ülkede yaşayan herkes açısından sosyal adalet ve eşitlik anlamına gelen demokratik geleceğine yönelik ana tehditlerin neler olduğunu incelemeyi amaçlıyor. İlkin eski rejimin kalıntılarının temsil ettiği tehdidi analiz edip, ardından HTŞ’nin yeni Suriye üzerinden iktidarını pekiştirme politikasını inceleyeceğiz. 

 Esad Rejiminin Doğası Neydi?

Öncelikle, eski rejimin doğasının ne olduğunu analiz etmek önemli. Esad ailesi Suriye’de despotik ve patrimonyal bir rejim kurdu. Bu despotik ve patrimonyal rejim, birbirlerine aile, aşiret, mezhep ve Beşar Esad ile ailesinin liderliğindeki Cumhurbaşkanlığı Sarayı tarafından sembolize edilen kayırmacılık bağlarıyla bağlı olan küçük bir bireyler grubunun devlet üzerindeki mülkiyeti yoluyla işleyen mutlak anlamda otokratik ve kalıtsal bir iktidardı. Silahlı kuvvetler, ekonomik araçlar ve yönetim araçlarında olduğu gibi, Mahir Esad liderliğindeki Dördüncü Tugay tarafından temsil edilen praetorian muhafızların (yani bağlılıkları devlete değil yöneticilere olan bir gücün) hakimiyeti altındaydı. Suriye rejimi, tamamen Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na (Beşar Esad, Esma Esad ve Mahir Esad) bağımlı olan, kayda değer servetler biriktirmek için Saray güçleri tarafından güvence altına alınan hâkim pozisyonlarını sömüren küçük bir grup iş insanının egemen olduğu bir tür ahbap kapitalizmi geliştirdi. Ekonominin rantçı yapısı da devletin patrimonyal yapısını güçlendirdi. Başka bir deyişle, Suriye rejimi içindeki (siyasal, askeri ve ekonomik) iktidar merkezleri, Muammer Kaddafi yönetimindeki Libya, Irak’taki Saddam Hüseyin veya Körfez Monarşilerine benzer şekilde tek bir aile, Esad ailesi ve onun kliğinde yoğunlaşmıştı. Bu durum rejimi egemenliğini korumak için elindeki tüm şiddet imkanlarını kullanmaya itiyordu.Modern patrimonyal devletin kuruluşu, Hafız Esad’ın 1970 yılında iktidara gelmesiyle başladı. Esad, gayri resmi iktidar ve himaye ağları üzerinden yönetilen mezhepçilik, bölgecilik, aşiretçilik ve kayırmacılık gibi çeşitli yollarla iktidarı güvence altına alabileceği bir devleti sabırla inşa etti. Bunu da her türlü muhalefete karşı sert bir baskı uygulayarak gerçekleştirdi. Bu araçlar, rejimin farklı etnik kökenlere ve dini mezheplere mensup grupları entegre etmesine, güçlendirmesine veya zayıflatmasına imkân sağladı. Bu durum, devlet veya Baas yetkilileri, istihbarat görevlileri ve yerel toplumun belirli yerel bölgeleri idare eden (din adamları, aşiret üyeleri, iş insanları gibi) önde gelen üyeleri dahil, rejime itaat eden çeşitli aktörlerin iş birliği ile yerel düzeye tercüme edildi. Hafız Esad, 1960’lardaki radikal politikaların aksine, ekonomik liberalleşmenin ilk adımlarının da önünü açtı. Beşar Esad’ın 2000 yılında iktidara gelmesi, ahbap-çavuş kapitalistlerinin ağırlığının özel bir biçimde artmasıyla birlikte devletin patrimonyal doğasını da önemli ölçüde güçlendirdi. Rejimin yükselişe geçen neoliberal politikaları, rejimin köylülerden, hükümet çalışanlarından ve burjuvazinin bazı kesimlerinden oluşan toplumsal tabanının giderek, merkezinde yandaş kapitalistlerin- (Esad’ın annesinin ailesi olan Makhlouf ailesi liderliğindeki) rant peşinde koşan bir politika simsarları, rejim yandaşı burjuvazi ve üst orta sınıflardan oluşan bir ittifakın- bulunduğu bir rejim koalisyonuna doğru evrildi. Bu kaymaya, işçilerin ve köylülerin geleneksel korporatist örgütlerinin ve bunların himaye ağlarının güçsüzleştirilmesi ve yerlerine sermaye gruplarının ve üst orta sınıfların geçirilmesi eşlik etti. Ancak bu durum, rejimin önceki destek tabanını dengeleyip telafi etmedi. Daha genel anlamda, devletin güçlenen patrimonyal yapısı ve Baas partisi aygıtının ve korporatist örgütlerin zayıflaması, klientelist, aşirete ve mezhebe dayalı bağlantıları daha da önemli ve topluma yansır hale getirdi. 2011’deki ayaklanmanın ardından, rejimin baskıları ve politikaları büyük ölçüde eski ve yeni ana destek tabanına dayanıyordu: ahbap kapitalistler, güvenlik güçleri ve devlete bağlı yüksek dini kurumlar. Aynı zamanda, popüler düzeyinde harekete geçebilmek için de mezhepçi, kayırmacı ve kabileci bağlantıları aracılığıyla patronaj ağlarından yararlandı. Rejimin derinleşen Alevi mezhepçi ve kayırmacı yönü savaş sayesinde büyük kopmalara yol açmazken, patronaj bağlantıları farklı toplumsal grupların çıkarlarını rejime bağlamaya devam etti.Rejimin popüler tabanı, devletin doğasını ve iktidar elitinin toplumun geri kalanıyla, daha doğrusu bu örnekte kendi popüler tabanıyla inşa edilmiş ve geniş bir sivil toplum aracılığıyla değil de modern ve arkaik toplumsal ilişki biçimlerinin bir karışımı yoluyla nasıl ilişki kurduğunu gösteriyor. Rejim esasen baskıcı eylemleri ve korku salmayı içeren zorbaca güçlere dayanmak zorundaydı ama dayanakları yalnızca bunlardan ibaret değildi. Rejim, gerçekte varoşları sık sık isyanların yuvası haline gelse de Şam ve Halep gibi iki ana şehirdeki kentli hükümet çalışanlarının geniş kesimlerinin ve daha genel anlamda da orta sınıf tabakaların pasifliğine veya en azından aktif olmayan muhalefetine yaslanabiliyordu. Bunlar rejim tarafından dayatılan pasif hegemonyanın bir parçasıydı. Dahası bu durum, rejimin popüler kitlesinin, bunlar baskın durumda olsa da Alevi ve/veya dini azınlık nüfuslardan gelen kesim ve gruplarla sınırlı olmadığını, rejime destek beyan eden çeşitli mezhep ve etnik kökenlerden gelen kişiler ve grupları da kapsadığını gösteriyordu. Daha genel olarak, rejimin mezhepsel, aşiretsel ve kayırmacı bağlantılar aracılığıyla harekete geçirilen popüler tabanının önemli bir kesimi, giderek rejimsel baskıların aracıları olarak da hareket ediyorlardı.Bu dayanıklılığın, rejimin yabancı devletlere ve aktörlere olan bağımlılığını önemli ölçüde artırmanın yanı sıra bir bedeli de vardı. Rejimin var olan özellikleri ve eğilimleri güçlendi. Suriye burjuvazisinin geniş kesimleri, rejime verdikleri siyasal ve mali desteği kitlesel anlamda geri çekerek ülkeyi terk ederken, küçük bir ahbap kapitalistler grubu güçlerini önemli ölçüde artırdı. Bu durum, rejimi, ülkede kalmaya devam eden iş sahipleri sınıfından giderek artan şekilde ihtiyaç duyulan gelirleri elde ederken daha da yağmacı tavırlar benimsemeye zorladı. Ayrıca, rejimin kayırmacı, mezhepçi ve aşiretçi özellikleri de pekiştirildi. Rejimin mezhepçi Alevi kimliği, özellikle ordu gibi kilit kurumlarda ve daha sınırlı ölçüde devlet idarelerinde güçlendirildi. Ancak aynı zamanda Alevi nüfusu arasında son birkaç yıldır toplumun sürekli yoksullaşması ve rejim milislerinin kendilerine karşı uyguladığı baskılar nedeniyle hayal kırıklıkları da artıyordu. Daha genel anlamda, bazı kurumların, özellikle de silahlı baskı aygıtının Alevileştirilmesine rağmen, rejimi sadece Alevilikten ibaret görmek, iktidar dinamiklerini ve yönetme sistemini kavramaktan uzaktır. Üstelik rejim bir bütün olarak Alevi nüfusunun siyasal ve sosyo-ekonomik çıkarlarına da hizmet etmiyordu, bunun tam tersi geçerliydi. Orduda ve diğer milislerde artan sayıdaki ölümler ciddi ölçüde Alevilerden oluşuyordu; güvensizlik ve artan ekonomik zorluklar aslında Alevi nüfusu arasında da gerilimler yarattı ve rejimin memurlarına karşı düşmanlığı körükledi. Rejimin çöküşü askeri, ekonomik ve politik anlamda yapısal zayıflığını kanıtladı. Kâğıttan bir kale gibi çöktü. Bu pek de şaşırtıcı değil çünkü askerlerin düşük maaşları ve çalışma koşulları göz önüne alındığında Esad rejimi için savaşmayacakları açıkça görülüyordu. Pek az sempati duydukları bir rejimi savunmak yerine kaçmayı ya da savaşmamayı tercih ettiler, özellikle de çoğu zaten zorla askere alınmıştı.Rejimin yabancı müttefiklerine olan bağımlılığı da hayatta kalması açısından yaşamsal bir önem taşıyor ve zayıflığını gösteriyordu. Esad’ın başlıca uluslararası destekçisi olan Rusya, güçlerini ve kaynaklarını Ukrayna’ya karşı yürüttüğü emperyalist savaşa yönlendirdi. Sonuç olarak, Suriye’deki müdahalesi önceki yıllardaki benzer askeri operasyonlara göre çok daha sınırlı kaldı. Diğer iki önemli müttefiki olan Lübnan’daki Hizbullah ve İran ise 7 Ekim 2023’ten bu yana İsrail tarafından önemli ölçüde zayıflatılmıştı. Tel Aviv, aralarında Hasan Nasrallah’ın da bulunduğu Hizbullah liderlerine suikastlar düzenledi, çağrı cihazı saldırılarıyla kadrosunu yok etti ve Lübnan’daki güçlerini bombaladı. Hizbullah kesinlikle kuruluşundan bu yana yaşadığı en büyük zorlukla karşı karşıya. İsrail ayrıca İran’a yönelik saldırı dalgaları başlatarak İran’ın zayıf noktalarını ortaya çıkardı. Ayrıca son aylarda Suriye’deki İran ve Hizbullah mevzilerine yönelik bombalamaları da artırdı. Başlıca destekçilerinin meşgul ve zayıflamış olması nedeniyle Esad diktatörlüğü de savunmasız bir durumdaydı. Tüm yapısal zayıflıkları, yönettiği halkın desteğinin olmaması, birliklerinin güvenilmezliği ve uluslararası ve bölgesel destekten yoksun olması nedeniyle, isyancı güçlerin şehir şehir ilerlemesine karşı koyamadığı ortaya çıktı ve bunlar üzerindeki hakimiyeti kâğıttan bir kale gibi çöktü.Bu bağlamda, Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın siyasal anlamda ölmüş olduğunu söyleyebiliriz. Esad ailesi ülkeyi terk etti, Mahir Esad liderliğindeki dördüncü tugay artık organize bir askeri birlik olarak mevcut değil ve başlıca iktidar ağlarından geriye kalanlar da bunlar ister yandaş kapitalistler, dinsel, aşiretsel dayanaklar olsun, önemsiz hale gelerek hiçbir güce sahip olmayan az sayıdaki bireye indirgendi. Bu arada, bazı aşiret reisleri, dini liderler ve ekonomik çevreler de yeni Suriye bayrağını benimsemeleriyle sembolize olan biçimde, yeni iktidar makamlarına olan bağlılıklarını sergilemeye başladılar. 

Eski Rejimin Geri Dönüşü mü?

Bu perspektiften bakıldığında, Mısır darbe modelinin Suriye’de bir potansiyeli bulunmakta mıdır? Eski rejim ve onun kalıntıları Suriye’ye yönelik asıl tehdidi mi oluşturuyor? Bunun sorunlu bir analiz olduğuna inanıyorum. Birbiriyle bağlantılı iki ana neden var: Rejimin doğasının farklılığı ve tehdidin bireylere indirgenemez iktidar yapılarıyla ilişkili olması.Suriye’nin aksine, diktatör Hüsnü Mübarek’in devrilmesi Mısır rejiminin sonu anlamına gelmedi. Mısır örneğinde, siyasal sistem bir neo-patrimonyalizm formuna daha yakındı. Nepotizm ve kayırmacılık, Mısır rejiminde Mübarek ailesi aracılığıyla var olmuştu ve bugün de Sisi’nin başında olduğu mevcut rejimde devam ediyor. Başka bir deyişle, yöneticilerin değiştirilebilir olmasına rağmen devletin yöneticilerden az çok özerk olduğu, kurumsallaşmış otoriter bir cumhuriyetçi sistem. Aslında, Mısır devletinde, silahlı kuvvetler siyasal yönetimin ve iktidarın merkezi kurumunu oluşturur. Hiçbir aile, Esad ailesi yönetimindeki Suriye rejiminde olduğu gibi, üyelerinin her istediğini yapacak derecede devletin sahibi değildir. Mısır devleti, bunun yerine, askeri yüksek komuta tarafından kolektif anlamda yönetilir. Bu durum, ordunun 2011’de rejimi korumak için neden Mübarek ve çevresinden kurtulduğunu da açıklamaktadır. Cemal Mübarek ve yandaşları iktidar koalisyonundan ve eski iktidar partisi Ulusal Demokrat Parti’nin ağlarından kovuldular ve İçişleri Bakanlığı’nın Silahlı Kuvvetler karşısındaki gücü zayıfladı. Benzer şekilde, Mursi’nin 2012’de cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte Müslüman Kardeşler’in iktidara gelmesi bile, askeri yüksek komuta tarafından yönetilen Mısır rejiminin sonu anlamına gelmedi. Üstelik, Mursi ve Müslüman Kardeşler, 2011’deki ayaklanmanın ilk günlerinden itibaren, ordunun siyasi ağırlığını ve onlarca yıldır süren baskıcı rolünü çok iyi bildiklerinden, başlangıçta orduyla doğrudan ittifak kurmaya çalıştılar. Müslüman Kardeşler, devrimin ilk günlerinden itibaren, Mursi’nin Temmuz 2013’te devrilmesi sonrasına kadar orduya yönelik eleştiri ve protestolara siper oldu. Ondan önce de orduyu protesto edenleri karşıdevrimci ve isyancı olmakla suçladı. Müslüman Kardeşler tarafından desteklenen Aralık 2012 anayasası, ordu bütçesini parlamenter denetimden korumaya ve silahlı kuvvetlerin gücünü garanti altına almaya devam etti. Mursi ve Müslüman Kardeşler, Mısır’daki halk ve işçi sınıfı hareketlerine karşı durup hatta bu hareketleri bastırıp orduyu savundular. Gerçekten de Mursi, protestocuları hapse attığını ve işkence ettiğini gayet iyi bildiği Sisi’yi ordunun başına getirdi.Müslüman Kardeşler’in orduyla iş birliği yapma çabalarına rağmen, ordu Mursi’yi devirdi ve Müslüman Kardeşler hareketini ve solcular ve demokratlar da dahil her türlü muhalefeti kitlesel şekilde bastırdı. Sonuçta, ordu ve Müslüman Kardeşler, kapitalist sınıfın farklı bölgesel destekçileri olan farklı kanatlarını temsil ediyorlardı ve uzlaşma sağlayamadılar. Çok daha güçlü olan ordu, sonunda tüm Mısır’ın zararına olacak şekilde kendi doğrudan diktatörlük yönetimini ortaya koymaya karar verdi. Sisi, Mısır’ın onlarca yıldır gördüğü en baskıcı rejimi yarattı; IMF’nin kemer sıkma önerilerinin tamamını en acımasızca uygulayan, kitlesel yoksullaşmaya ve devasa enflasyona yol açan diktatöryel bir neoliberal rejim.Bu bağlamda, Mısır’daki iktidar merkezi hiçbir anda ve şimdi de devrilmiş değildir, bunun tam tersi geçerlidir. Yukarıda açıklandığı gibi Suriye örneğinde ise, Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na bağlı iktidar yapıları artık mevcut değildir ve bu nedenle de Mısır senaryosu ile yapılan karşılaştırmalar faydalı değildir.   Bununla birlikte, eski rejimin mensupları, özellikle de milisler, güvenlik servisleri ve Dördüncü Tugay’a bağlı askerler, Suriye’de istikrara yönelik bir tehdit oluşturabilir. Özellikle Esad rejiminin devrilmesinden bu yana büyük ölçüde yerleştikleri kıyı bölgelerinde ve daha az oranda da Humus’ta mezhepçi gelişmeleri beslemek çıkarlarına hizmet etmektedir. Bu durum, 25 Aralık’ta sahil kasabası Tartus yakınlarında HTŞ güçlerine yönelik düzenlenen ve 14 kişinin öldüğü, 10 kişinin yaralandığı saldırılara da yansıdı. HTŞ güçleri buna yanıt olarak “Esad milislerinin kalıntılarını takip etmek için” baskınlar başlattılar. Benzer şekilde İran’ın da ülkede bulunan ağlarına bağlı bireyleri kullanarak mezhepsel gerginlikler yoluyla istikrarsızlık yaratmakta çıkarı bulunuyor. Eski rejimin bazı kalıntıları, Halep’teki bir Alevi türbesinin tahrip edildiğini gösteren ve yayınlanmasından birkaç hafta önce gerçekleşen bir videonun sosyal ağlarda dolaşmasının ardından Humus ve kıyı bölgelerinde yaşanan son olaylarda gerçekten de harekete geçtiler. Ancak, bu gösteriler sadece dışarıdan İran veya eski rejim kalıntıları tarafından gerçekleştirilen olaylar olarak görülmemeli, Alevi nüfus kesimleri arasında yeni yönetici aktör HTŞ’ye dair korkular mevcut ve Esad rejiminin devrilmesinin ardından intikam çağrıları yapılıyor.Bu nedenle rejimin yıkılmasından bu yana münferit veya en azından sistemik olmayan mezhepsel olayların artması, özellikle de intikam dinamiklerine sahip infaz ve suikastlara dikkat etmek gerekiyor. Bu durum, özellikle Alevilere yönelik siyasal ve mezhepsel intikam gerekçelerinin de sıklıkla birbirine karıştığı eski rejimin işlediği suçlara karışmış kişilere açısından geçerli. Esad rejiminin işlediği suçlar Suriye toplumunu param parça etti ve arkasında bir vahşet ve büyük bir acı mirası bıraktı. Bu bağlamda mağdurların acil ihtiyaçlarına yanıt verecek koordineli bir eylemin hayata geçirilmesi, kapsamlı ve uzun vadeli bir geçiş dönemi adaleti çerçevesi için mekanizmaların kurulması gerekiyor. Sürdürülebilir ve barışçıl bir yolun açılması için Esad rejiminin sistemik zulüm mirasının hedef alınması şart. Geçiş dönemi adaleti, intikam eylemlerine ve mezhepsel gerginliklerin artmasına karşı yaşamsal bir rol oynayabilir. Geçiş dönemi adaletini teşvik eden ve ister eski rejimin ister diğer muhalif silahlı grupların, savaş suçlarına karışan tüm mensuplarını cezalandıran bir sürece ek olarak, uzun vadede istikrarı yalnızca halk sınıflarının çeşitli demokratik ve toplumsal konularda karar alacağı ve bunlarla mücadele edeceği aşağıdan geniş katılımına imkân veren yeni bir siyasi döngü sağlayabilir.

Sonuç

Başta güvenlik birimleri ve ordu olmak üzere eski rejimin kalıntıları, yukarıda da belirtildiği gibi kısa vadede kesinlikle Suriye’nin istikrarına yönelik bir tehdit oluşturuyor. Durdurulmaları ve işledikleri suçlardan dolayı yargılanmaları gerekli.  Ancak ve bu birey grupları tarafından temsil edilen tehditleri hafife almayarak, bunların iktidara geri dönmek ve bir diktatörlüğü yeniden dayatmak şeklinde bir tehdit teşkil etmedikleri de belirtilmeli. Böyle bir hedefe ulaşacak siyasal, askeri ve ekonomik araçlara sahip değiller. Esad rejiminin doğasını ve Mısır senaryosuyla olan farkı anlamak önemli. Suriye’deki eski rejim, Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın ve bu saraya bağlı ağların ortadan kalkmasının da yansıttığı gibi, yapısal anlamda ölüyken, Mısır’da, Mübarek’in 2011’de devrilmesi ve Mursi’nin Temmuz 2012 ile Temmuz 2013 arasındaki yönetimine rağmen, askeri yüksek komuta içindeki güç merkezleri iktidarda kalmaya devam etti. Bu dinamikleri anlamak, yeni iktidar aktörü HTŞ’ye yakın bazı yorumcuların ve medyanın, HTŞ’yi eleştiren veya ona karşı gösteri yapan herkese karşı yönelttiği “feloul” suçlamalarına karşı uyarıda bulunmak açısından da önemli. Bu, bireyleri, grupları ve siyasi taleplerini itibarsızlaştırmanın bir yolu. Benzer şekilde, birkaç hafta önce Şam’da demokratik ve laik bir devlet için yapılan gösteriye karşı da feloul suçlamaları gündeme getirildi; çünkü birçok kişi, bazen hatalı bir şekilde, eski rejimin destekçisi olmakla suçlandı. Binlerce protestocu arasında potansiyel olarak eski rejimi destekleyen birkaç kişinin varlığı bir yana, asıl amaç gösteriyi ve gösteriyle bağlantılı talepleri itibarsızlaştırmaktı. Üstelik, laiklik ve sosyalizm gibi bazı konuları eski rejimle bağlantılı ve/veya Batı’dan ithal ilan ederek itibarsızlaştırma isteği de mevcut. Aslında bu da bizi, makalenin ikinci bölümüne götürüyor. Yine, eğer eski rejimden geriye kalan birey grupları ülkenin istikrarı için bir tehdit oluşturuyorsa, demokratik ve ilerici bir Suriye için esas büyük tehdit, Türkiye ve Katar tarafından desteklenen HTŞ ve onun Suriye Milli Ordusu içindeki yandaşlarının iktidarlarını pekiştirmesinde yatıyor. 

HTŞ’nin İktidarını Pekiştirmesi mi, Gelecekteki Demokratik ve İlerici Suriye’ye Yönelik Bir Tehdit mi?

HTŞ’nin Aralık 2024’te Esad rejiminin devrilmesiyle sonuçlanan askeri saldırıdaki öncü rolü, örgüte ve lideri Ahmed El Şara’ya (El Colani) büyük bir popülerlik kazandırdı. O zamandan bu yana, HTŞ hakimiyetindeki bölgelerde siyasal ve askeri egemenliğini pekiştirmek için bir tür “devrimci” meşruiyetten yararlanıyorlar.  Grup, Suriye ulusal çerçevesinde faaliyet göstermeyi amaçlayan bir aktör haline gelmek için ulusötesi cihatçı hedeflerini terk ederek siyasal ve ideolojik anlamda evrim geçirmiş olsa da bu durum, HTŞ’nin demokratik bir toplumu destekleyen, eşitliği ve sosyal adaleti teşvik eden bir aktör haline geldiği anlamına gelmiyor, bunun tam tersi geçerli.Bu perspektiften bakıldığında, toplum üzerindeki iktidarlarını nasıl pekiştirmeye ve yeni bir otoriter düzen kurmaya çalıştıklarını analiz etmek önem taşıyor. 

HTŞ İktidarını Pekiştiriyor

Rejimin çöküşünden sonra Ahmed El Şara, Muhammed el-Beşir’i güncel işlerden sorumlu geçiş hükümetinin başına atamadan önce, iktidar geçişini koordine etmek üzere ilk olarak eski Başbakan Muhammed el-Celali ile görüştü. El Beşir öncesinde Kurtuluş Hükümetine (KH) başkanlık etmişti. Her halükârda 1 Mart 2025’e kadar görevde kalacak. Yeni hükümet ise yalnızca HTŞ saflarından gelen veya ona yakın kişilerden oluşuyor.Ahmed El-Şara ayrıca HTŞ’ye veya SMO’suna yakın silahlı gruplara bağlı kişileri yeni bakanlar, güvenlik görevlileri ve çeşitli bölgelerin valileri olarak atadı. Örneğin Enes Hattab (aynı zamanda Ebu Ahmad Hudud olarak da bilinir) istihbarat servislerinin başına getirildi. Kendisi Nusra Cephesi’nin kurucu üyelerinden biri ve cihatçı grubun bir numaralı güvenlik referansıydı. 2017 yılından itibaren, HTŞ’nin içişleri ve güvenlik politikasını yönetti. Göreve getirilmesinin ardından güvenlik hizmetlerinin kendi otoritesi altında yeniden yapılandırılacağını duyurdu.Benzer şekilde yeni Suriye ordusunun kuruluşu da Ahmed el-Şara ve iktidardaki yandaşları tarafından gerçekleştiriliyor. Yeni Savunma Bakanı ve HTŞ’nin uzun süredir üst düzey komutanlarından olan, General unvanı verilen Murhaf Ebu Kasra gibi HTŞ komutanlarını en yüksek rütbeli subaylar olarak atadılar.Suriye ordusunun yeniden yapılandırılmasında, HTŞ hükümeti, bu süreci ve aldığı önlemleri gerekçelendirerek, devlet kontrolü dışında herhangi bir aktörün silah taşımasını yasaklamak suretiyle ülkenin parçalanmış silahlı grupları üzerindeki kontrolünü ve hâkimiyetini pekiştirmeyi hedefliyor ve yalnızca Suriye Savunma ve İçişleri Bakanlıklarının silah bulundurma yetkisine sahip taraflar olduğunu belirtiyor. Tüm silahlı grupların yeni bir Suriye ordusunda birleştirilmesine doğrudan karşı çıkılmasa da Suveyda’daki Dürzi toplumu ve Kuzey Doğu’daki Kürtlerin, merkezî olmayan bir yönetim ve gerçek bir demokratik geçiş süreci gibi bazı garantiler olmaksızın bu sürece karşı çıktıkları görülüyor.Ahmed el Şara da son röportajlarından birinde, gelecek seçimlerin organizasyonunun dört yıl kadar sürebileceğini, yeni anayasa taslağının hazırlanmasının ise üç yıla kadar sürebileceğini açıkladı. Aynı zamanda, başta 4 ve 5 Ocak 2025 için planlanan ve 1,200 kişiyi bir araya getirmesi beklenen “Suriye Ulusal Diyalog Konferansı” da gelecekteki bilinmeyen bir tarihe ertelendi. Bu isimlerin nasıl seçildiğine dairse her valiliğin, farklı sosyal ve bilimsel sınıflardan tüm kesimlerin, gençlerin ve kadınların temsilcileri de dikkate alınarak 70 ila 100 kişi arasında temsil edileceği hariç, herhangi bir bilgi verilmedi.Suriyeli avukatlar yakın zaman önce yeni yetkililerin seçilmemiş bir sendika konseyini atamasının ardından özgür sendika seçimleri yapılması çağrısında bulunan bir imza kampanyası başlattılar. HTŞ, dış güçlerin korkularını yatıştırmaya, bölgesel ve uluslararası güçlerle temas kurmaya ve müzakere yapmanın mümkün olduğu meşru bir güç olarak tanınmaya çalışarak kontrollü bir geçiş süreci gerçekleştirirken kendi iktidarını da pekiştirmeyi hedefliyor. Bu tür bir normalleşmenin önündeki engellerden biri, Suriye hala yaptırımlar altındayken HTŞ’nin ABD, Türkiye ve Birleşmiş Milletler tarafından hâlâ terör örgütü olarak görülüyor olması. Ayrıca ABD Başkanı Joe Biden 23 Aralık’ta, Beşar Esad rejiminin düşmesine rağmen, 2025 Mali Yılı Ulusal Savunma Yetki Yasası kapsamında, Sezar Yasası’nın uygulamasının 31 Aralık 2029’a kadar uzatılmasını imzaladı. Beş yıl önce önceki Başkan Donald Trump tarafından imzalanıp yasalaştırılan bu metin, Suriye rejiminin askeri faaliyetlerini güçlendirecek veya Suriye’nin yeniden inşasına katkıda bulunan kaynak veya teknoloji elde etmesine yardımcı olan -yabancılar dahil- tüm aktörlere yönelik yaptırımlar öngörüyor.Ancak bölgesel ve uluslararası sermayelerin HTŞ’ye dönük tutumlarında değişim yönünde unsurlar olduğu şimdiden görülüyor. Açıkçası, Ankara yeni Suriye’nin başlıca siyasal ve askeri destekçisiyken, Katar ekonomik bir destek olarak önemli bir rol oynayacak. El-Şara diğer Arap devletleriyle, bölgesel ve uluslararası aktörlerle de ilişkiler kurmaya çalışıyor. Örneğin, HTŞ lideri Şam’da bir Suudi heyetiyle görüştü ve Vizyon 2030 projesine atıfta bulunarak Suudi krallığının iddialı kalkınma planlarını överek Şam ile Riyad arasında gelecekteki iş birliğine ilişkin iyimserliğini dile getirdi. Suudi Arabistan ve diğer Körfez monarşileri için yeni Suriyeli liderlerle ilişkilerin evrimi, ülkenin siyasal yapısına ilişkin endişelerini giderme ve Suriye’nin bölgesel istikrarsızlığın bir başka kaynağı haline gelmesini engelleme becerilerine bağlı olacak. Başta Dışişleri Bakanı, Savunma Bakanı ve istihbarat servisleri başkanından oluşan bir Suriye heyeti de Suudi Krallığını ziyaret etti.Batılı güçler düzeyinde bile, ABD de dahil bir yön değişikliği göze çarpıyor. Amerikan diplomasisinin Orta Doğu sorumlusu Barbara Leaf, Aralık 2024’ün sonlarında Şam’da Ahmed el-Şara ile görüştükten sonra, bu ülkedeki siyasal geçişin geleceği konusunda “iyi, çok verimli ve ayrıntılı bir toplantı” yaptıklarını söyledi. Ayrıca Ahmed el-Şara’yı “pragmatik bir adam” olarak nitelendirdi ve Washington’un, Nusra Cephesi’nde oynadığı rol nedeniyle 2013’ten bu yana başına koyduğu 10 milyon dolarlık ödülü geri çektiğini duyurdu.El Şara’nın HTŞ’nin dağılacağı yönündeki son açıklamaları da bu sorunlardan bazılarını çözebilir. Ancak İsrail hâlâ Suriye’nin istikrarına yönelik bir tehdit oluşturuyor ve özellikle bir demokratikleşme süreci görmeye de pek meraklı değil. İsrail’e sınırlarında istikrar güvencesi veren Esad rejiminin devrilmesinin ardından İsrail işgal ordusu, Golan Tepeleri’ndeki Hermon Dağı’nın Suriye bölümünü işgal ederek Suriye topraklarındaki işgalini genişletti ve uçak bataryaları, askeri havaalanları, silah üretim tesisleri, savaş uçakları ve füzelere yönelik 480’den fazla saldırı gerçekleştirdi. Füze gemileri, 15 Suriye donanma gemisinin yanaştığı El-Bayda limanı ve Lazkiye limanındaki Suriye donanma tesislerini vurdu. Bu baskınlar, Suriye’nin askeri yeteneklerini yok ederek bunların İsrail’e karşı kullanılmasını engellemeyi amaçlıyor. Aynı zamanda, gelecekteki hükümetin İsrail’in çıkarlarına hizmet etmeyen düşmanca bir tutum benimsemesi durumunda İsrail işgal ordusunun her an siyasi istikrarsızlığa neden olabileceği mesajını da veriyor.

İslami Neoliberalizm

Esad rejiminin devrilmesinin ardından, Suriye’nin geleceği, özellikle ekonomik toparlanma ve yeniden kalkınma açısından birçok zorlukla dolu. Şimdiden yeniden inşanın maliyetinin 250 milyar ila 400 milyar dolar arasında olduğu tahmin ediliyor ve yaptırımlar işlerin yakın zamanda düzelmesinin önünde hâlâ engel teşkil ediyor.Suriye’de güvenli ve istikrarlı bir ekonomik durumun bulunmaması, yerli ve yabancı yatırımların artmasının önünde ciddi bir engel oluşturuyor. Doğrudan yabancı yatırım (DYY) aslında 2011’den bu yana düşük düzeyde kaldı ve çoğunlukla İran ve Rusya ile sınırlandı. Körfez, nüfuzunu artırmak için ülkede bazı yatırımlar yapmakla ilgilenebilecekse de HTŞ’nin şu anda oynadığı rol, birçok bölge devleti tarafından olumsuz algılandığı için buna engel olabilir.Örneğin BAE cumhurbaşkanı Şeyh Muhammed’in diplomatik danışmanı Enver Gargash, “iktidardaki yeni güçlerin doğası ve bunların Müslüman Kardeşler ve El Kaide ile bağlantıları oldukça endişe verici göstergeler” dedi.Ayrıca Suriye lirasının istikrarsızlığı da önemli bir sorun. Rejimin çöküşünün ardından karaborsadaki değeri büyük ölçüde artmış olsa da bir ABD doları için 15.000 SYP’de sabitlenmeden önce, daha gidilecek uzun bir yol var. SYP’nin istikrarsızlığı, ülkedeki yatırımlardan elde edilecek hızlı ve orta vadeli getiri ve kâr potansiyelinin çekiciliğini zayıflatıyor.Ayrıca, SYP’deki ciddi değer kaybından zarar gören piyasaları istikrara kavuşturmak için son birkaç yıldır Türk lirasını kullanan kuzeybatıdaki bölgelere ilişkin sorular da var. İstikrar sağlanamadığı takdirde Suriye lirasının bu bölgelerde ana para birimi olarak yeniden kullanılması sorunlu olabilir.Aynı zamanda altyapılar ve ulaşım ağları da ciddi şekilde zarar görmüş durumda. Yüksek üretim maliyeti, temel malların ve enerji kaynaklarının (özellikle akaryakıt ve elektrik) kıtlığı da ek sorunlar. Suriye’de ayrıca nitelikli insan gücü sıkıntısı yaşanıyor ve vasıflara sahip olanların geri dönüp dönmeyeceği de henüz belli değil.Çoğunluğu sınırlı kapasiteye sahip küçük ve orta ölçekli işletmelerden oluşan özel sektörde dahi, 13 yıldan fazla süren savaşın ardından hâlâ çok fazla modernizasyon ve yeniden inşaya ihtiyacı var. Devlet kaynakları da ciddi ölçüde kısıtlı ve bu da ekonomiye, özellikle de üretken sektörlere yapılan yatırımları sınırlandırıyor.Ayrıca, nüfusun yüzde 90’ı yoksulluk sınırının altında yaşıyor ve bu da satın alma güçlerini oldukça zayıflatıyor ve dolayısıyla iç tüketimi olumsuz etkiliyor. Çünkü Suriye’de iş bulma sıkıntısı yaşanmazken, insanlara günlük ihtiyaçlarını karşılamaya yetecek kadar ücret ödenmiyor. Bu bağlamda, Suriyeliler hayatta kalabilmek için giderek daha fazla dövize bağımlı hale geliyor.Yeni hükümetin Ahmed el-Şara’nın kendisi gibi bazı yetkilileri, asgari ücreti 1,123560 SYP (yaklaşık 75 dolar) yaparak, önümüzdeki günlerde işçilerin ücretlerini yüzde 400 oranında artırmak için çalışacaklarını duyurdu. Bu doğru yönde atılmış bir adım olsa da devam eden yaşam maliyeti krizi sırasında insanların ihtiyaçlarını karşılamaları için yeterli olmayacak. Gerçekten de medya kuruluşu Kassioun Ekim 2024’te Şam’da yaşayan beş kişilik Suriyeli bir ailenin ortalama yaşam maliyetinin 13,6 milyon SYP’ye (yaklaşık 1.077 dolar) ulaştığını açıkladı. Asgari miktar ise 8,5 milyon SYP’ye (yaklaşık 673 dolar) ulaştı.Tüm bunların üstüne, İsrail’in son işgali ve askeri altyapıların sürekli tahrip edilmesinin de gösterdiği gibi, Suriye’deki dış güçlerin nüfuzu hâlâ bir tehdit ve istikrarsızlık kaynağı olmaya devam ediyor. Türkiye’nin Suriye’nin kuzeydoğusundaki, özellikle de Kürt çoğunluğun yaşadığı bölgelere yönelik sürekli saldırılarını ve tehditlerini de unutmamak gerekiyor.Ülkedeki belirsizlik denizinin ortasındaki en büyük sorunlardan biri, HTŞ de dahil, önde gelen siyasal aktörlerin çoğunluğunun alternatif bir politik ekonomik programa sahip olmaması.HTŞ’nin neoliberal ekonomik sisteme bir alternatifi yok ve önceki rejimde var olan ahbap kapitalizminin dinamikleri ve biçimlerine benzer şekilde, grup bu uygulamaları (eski ve yeni kişilerden oluşan) sermaye ağları arasında geliştirmek için can atıyor. Önceki yıllarda Kurtuluş Hükümeti, özel sektörün gelişmesini ve HTŞ ile El Colani’ye yakın iş ortaklıklarının kurulmasını desteklemişti.Bu arada, başta sağlık ve eğitim olmak üzere sosyal hizmetlerin çoğu STK’lar ve uluslararası STK’lar tarafından sağlanıyor.Şam Ticaret Odası Başkanı Bassel Hamwi, rejimin devrilmesinin ardından HTŞ tarafından atanan yeni Suriye hükümetinin iş dünyası liderlerine serbest piyasa modelini benimseyeceklerini ve ülkeyi küresel ekonomiye entegre edeceklerini söylediğini ifade etti. Hamwi, Esad’ın devrilmesinden birkaç hafta önce, Kasım 2024’te şu anki görevine “seçildi”. Kendisi aynı zamanda Suriye Ticaret Odaları Federasyonu’nun da başkanı.Lider El Şara ve Ekonomi Bakanı da bu ekonomi odalarının temsilcileri ve farklı bölgelerden gelen iş insanlarıyla çok sayıda toplantılar yaparak ekonomik vizyonlarını açıkladılar ve çıkarlarını tatmin etmek amacıyla yaşadıkları sorunları dinlediler. Eski rejimin çeşitli ekonomi odalarının temsilcilerinin büyük çoğunluğu hâlâ görevlerinde bulunuyor. Sonuçta, HTŞ’nin otoriterizmiyle birleşen bu neoliberal ekonomik sistemin sosyo-ekonomik eşitsizliklere ve Suriye nüfusunun sürekli yoksullaşmasına yol açması muhtemel ki bunlar 2011 ayaklanmasının ana nedenleri arasındaydı.HTŞ’ye bağlı yeni Ekonomi Bakanı, “sosyalist bir ekonomiden… İslami yasalara saygılı bir serbest piyasa ekonomisine geçeceğiz” dedikten birkaç gün sonra bu neoliberal yönelimi yineledi. Önceki rejimi sosyalist olarak tanımlamanın kesinlikle büyük bir yanılgı olmasına rağmen, bakanın sınıfsal yönelimi, “özel sektörün… Suriye ekonomisinin inşasında etkili bir ortak ve katkı sağlayıcı” olacağı vurgusunda açıkça yansımasını buldu. Ülkenin gelecekteki ekonomisinde işçilerden, köylülerden, kamu sektörü çalışanlarından veya herhangi bir sendika ve meslek birliğinden hiç söz edilmedi.Sonuçta, yeniden yapılanma süreci ülkenin geleceğine katılacak toplumsal ve siyasal güçlere ve bunlar arasındaki güç dengesine bağlı. Bu bağlamda, nüfusun yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve daha genel olarak demokratik haklar ve sosyal adalet ve eşitliğe dayalı bir ekonomik sistem için mücadele edilmesi açısından özerk ve kitlesel sendikal örgütlerin inşası hayati önem taşıyacak.

Gerici İdeoloji

Benzer şekilde HTŞ gerici ideolojisini doğrulayan birçok açıklama ve karara imza attı.Örneğin HTŞ yetkilileri, kadınların toplumdaki rolüne ve bazı sektörlerde çalışabilme yeteneklerine ilişkin açıklamalarda bulundular. Örneğin, HTŞ üyesi ve Askeri Operasyonlar Komutanlığı (CMO) Siyasi İşler sözcüsü Obeida Arnaout, 16 Aralık’taki bir röportajda, kadınların “rollerinin kadınların yapabilecekleriyle uyumlu olması gerektiğini” belirtti. “Mesela bir kadının Savunma Bakanı olması gerektiğini söylersek bu onun doğasına ve biyolojik yapısına uygun olur mu? Kuşkusuz uygun olmaz”.Birkaç gün sonra, Suriye’nin yeni atanan Kadın İşleri başkanı ve şu ana kadar Suriye’nin geçiş hükümetindeki tek kadın olan Ayşe el-Dibs, ülkedeki feminist örgütlenmelere tanınacak “alan” hakkındaki soruya şöyle yanıt verdi: “Bu tür örgütlenmelerin eylemleri kuracağımız modeli destekliyorsa memnuniyetle karşılanacaklardır” ve şöyle devam etti: “Benim düşüncelerime katılmayanların önünü açmayacağım.” Kadınları “Allah vergisi doğalarının verdiği önceliklerin dışına çıkmamaya” ve “aile içindeki eğitici rollerini” bilmeye çağırarak kadının toplumdaki rolüne ilişkin gerici bir vizyon geliştirerek röportajı sürdürdü. Buna ek olarak, Suriye Eğitim Bakanlığı okul müfredatında, evrim teorisinin bilim müfredatından çıkarılması da dahil daha İslami muhafazakâr bir vizyona yönelik değişiklikler yaptı. Yahudiler ve Hıristiyanlar artık doğru yoldan “sapmış” kişiler olarak anılmaya başlandı veya “ulusun savunulması” ifadesinin yerine “Allah’ı savunmak” ifadesi konuldu. Bu değişikliklere yoğun eleştirilerin gelmesinin ardından Milli Eğitim Bakanı ertesi gün “Tüm Suriye okullarındaki müfredat, müfredatı inceleyip denetleyecek uzman komiteler oluşturulana kadar aynı kalacak. Biz sadece fesih Esad rejimini yücelten ifadelerin silinmesi yönünde talimat verdik ve bütün okul kitaplarına fesih rejimin bayrağı yerine Suriye devrim bayrağı görsellerini yerleştirdik…” dedi. Böylece yapılan bazı değişiklikler iptal edildi. O halde dini veya etnik azınlıklara hoşgörü veya kadın haklarına saygı konusunda net olmayan açıklamalar yapmak yeterli değil. Esas mesele, ülkenin geleceğinin kararlaştırılmasına katılan eşit vatandaşlar olarak haklarının tanınması. Daha genel anlamda ise HTŞ yetkilileri, İslami yönetim ve Şeriat Hukuku’nun uygulanmasına ilişkin tercihlerini ifade ettiler.

Kürt Sorununa Çözüm Yok

Aynı zamanda HTŞ’nin SDG ve Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi’nin, özellikle Kürt ulusal haklarına ilişkin taleplerini desteklemeye istekli olması da pek olası değil. Sonuçta, kuzeydoğu bölgeleri başta petrol ve tarım olmak üzere doğal kaynaklar açısından zengin ve dolayısıyla stratejik ve sembolik açıdan önemli. Sonuç olarak, HTŞ, Kürt ulusal haklarına düşman olan, sürgündeki muhalif aktörler olan Suriye Ulusal Konseyi ve Ulusal Muhalefet ve Devrimci Güçler Koalisyonu’ndan farklı değil.Türkiye, Esad rejiminin devrilmesinin ardından ülkedeki en önemli bölgesel aktör haline geldi. Ankara, Heyet Tahrir El Şam’a (HTŞ) destek sunarak Suriye üzerindeki gücünü pekiştiriyor. Türkiye’nin Suriyeli mültecileri zorla geri göndermeyi gerçekleştirmek ve gelecekte yeniden inşa aşamasındaki ekonomik fırsatlardan yararlanmak dışındaki temel hedefi, Kürtlerin özerklik isteklerini reddetmek ve daha özgün olarak da Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi’ni baltalamak. Bu durum, Türkiye’deki Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkı konusunda bir emsal oluşturacak.Türkiye Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, HTŞ lideri Ahmed el Şara ile düzenlediği ortak basın toplantısında, Suriye’nin toprak bütünlüğünün “müzakere edilemez” olduğunu ve PKK’nın ülkede “yerinin olmadığını” açıkladı. Birkaç gün sonra ise Cumhurbaşkanı Erdoğan, SDG’nin “ya silahlarına veda edeceğini ya da Suriye topraklarına gömüleceğini” açıkladı. Türk ordusu ayrıca 2023 yılı sonundan bu yana Suriye’nin kuzeydoğusundaki sivilleri ve kritik altyapıları sürekli bombalıyor.HTŞ, son haftalarda SDG’ye karşı herhangi bir askeri çatışmaya katılmasa da örgüt Türkiye öncülüğündeki saldırılara karşı herhangi bir itiraz dile getirmedi, tam tersi geçerli.  HTŞ’nin üst düzey komutanlarından ve geçici hükümetin yeni atanan Savunma Bakanı Murhaf Ebu Kasra, “İnşallah Suriye bölünmez ve federalizm olmaz. Allah’ın izniyle bu bölgelerin tamamı Suriye’nin yetkisine girecek” dedi. Benzer şekilde El Şara da federalizme karşı çıkıyor.Ayrıca bir Türk gazetesine konuşan El Şara, Suriye’nin bundan sonra Türkiye ile stratejik ilişkiler geliştireceğini belirterek, “Suriye topraklarının Türkiye’yi ve diğer yerleri tehdit etmesini ve istikrarsızlaştırmasını kabul etmiyoruz” dedi. Ayrıca SDG’nin elindeki bölgelerdekiler de dahil tüm silahların devlet kontrolüne girmesi gerektiğini belirtti.Tüm bunlar, SDG yetkililerinin HTŞ ile müzakere yapılmasını isteyen açıklamalar yapmasına rağmen gerçekleşiyor. SDG Komutanı Mazlum Abdi gelecekteki Suriye ulusal ordusunun (garantilerle birlikte) bir parçası olmaya açık olmakla birlikte, federalizmden değil, devletin ademi merkeziyetçiliğinden ve özyönetimden yana olduklarını açıkladı. SDG’nin PKK’nın uzantısı olmadığını ve ateşkes sağlandıktan hemen sonra Suriyeli olmayan savaşçıları sınır dışı etmeye hazır olduklarını ifade etti.El Şara, geçtiğimiz günlerde Suriye’nin kuzeydoğusundaki krizin çözümü için SDG ile görüşmelerde bulunduklarını ve Suriye Savunma Bakanlığı’nın Kürt güçlerini kendi saflarına entegre edeceğini belirtmişti. Ancak bunun nasıl ve hangi koşullarda olacağı henüz bilinmiyor.

Demokratik Alanı Savunmak İçin Zamana Karşı Yarış

Mart 2011’deki Suriye halk ayaklanmasının köklerini oluşturan demokratik toplumsal örgütlenmeler ve güçlerin büyük çoğunluğu kanlı bir şekilde bastırıldı. Başta Suriye rejimi, ama aynı zamanda çeşitli silahlı İslamcı köktendinci örgütler tarafından da. Aynı durum, yerel halka hizmet sağlayan koordinasyon komiteleri ve yerel konseyler gibi, göstericiler tarafından kurulan yerel alternatif siyasal kurum veya kuruluşlar için de geçerli oldu. Bununla birlikte, Suriye topraklarında, özellikle de Suriye’nin kuzeybatısında, çoğunlukla STK türü örgütlerle bağlantılı olmasına rağmen, ayaklanmanın başlangıcındakilerden farklı dinamiklere sahip bazı sivil gruplar ve ağlar mevcut.Aynı zamanda, daha az yoğunluklu olsa da başka mücadele deneyimleri de gelişti. Örneğin, ağırlıklı olarak Dürzi azınlığın yaşadığı Süveyde vilayetinde Ağustos 2023’ün ortalarından bu yana halk protestoları ve grevler sürüyor. Daha genel anlamda, protesto hareketi sürekli olarak Suriye’nin birliğinin, siyasal mahkumların serbest bırakılmasının ve sosyal adaletin önemini vurgularken bir yandan da BM’nin siyasal geçiş çağrısı yapan 2254 sayılı kararının uygulanmasını talep etti. Aslında yakın zaman önce uzun süredir aktivist olarak hareket eden Muhsina el-Mahitavi’yi Süveyde vilayetinin valisi olarak seçen de yerel ağlar ve gruplar oldu.Başta Dera valilikleri ve daha az ölçüde Şam’ın banliyöleri olmak üzere Suriye rejiminin kontrolü altındaki diğer şehirler ve bölgeler de çok daha küçük ölçekte de olsa zaman zaman protestolara sahne oldu. Bu muhalefet biçimleri kısmen Esad hanedanlığının çöküşünden önceki günlerdeki ayaklanmaların temelini attı.Daha genel olarak, popüler sivil direniş açısından en önemli dinamik olan halk ayaklanmasının ilk yıllarında biriken deneyim, bu deneyimleri yaşayan aktivistlerin aktarımları ve ayaklanmanın yazılar, video kayıtları, tanıklıklar ve diğer delillerle daha önce görülmemiş bir şekilde belgelenmesiyle korunmuş durumda. Sivil direniş hareketini konu alan bu geniş belgesel arşivi halkın hafızasına aktarılabilir ve gelecekteki direnişçiler için önemli bir kaynak oluşturabilir. Esad rejiminin sona ermesinin ardından, öz-örgütlemeyi ve aşağıdan katılımı teşvik etmek ve sivil barışı garanti altına almak için farklı bölgelerde yerel komiteler veya aktivist ağları oluşturmaya yönelik yerel girişimler çoğalıyor. Özellikle kadınlara karşı yapılan gerici açıklamaları kınamak için gösteriler zaten gerçekleştiriliyorBununla birlikte, örgütlenebilme ve yeni iktidar aktörüne açıkça karşı çıkabilme yeteneğine sahip bağımsız, demokratik ve ilerici bir bloğun bariz biçimde mevcut olmadığı gerçeğiyle de yüzleşmemiz gerekiyor. Bu bloğu inşa etmek zaman alacak. Bu bloğun otokrasiye, sömürüye ve her türlü baskıya karşı mücadeleleri birleştirmesi gerekecek. Bu bloğun ülkenin sömürülenleri ve ezilenleri arasında dayanışma inşa etmek için demokrasi, eşitlik, Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkı ve kadınların özgürlüğü taleplerini yükseltmesi gerekecek.Bu ilerici blok, söz konusu talepleri ilerletmek için sendikalardan feminist örgütlere, topluluk örgütlerinden ulusal yapılara kadar uzanan tüm halk örgütlerini bir araya getirecek şekilde inşa edilmek ve yeniden inşa edilmek zorunda olacak. Bu da toplum çapındaki demokratik ve ilerici aktörler arasında el birliğini gerekli kılacak.Buna ek olarak, kilit görevlerden biri de ülkenin merkezi etnik bölünmesi olan Arap ve Kürtler arasındaki bölünmenin üstesinden gelmek olacak. İlerici güçler, bu bölünmeyi aşmak ve bu halklar arasındaki dayanışmayı güçlendirmek için Arap şovenizmine karşı açık bir mücadele vermeli. Bu, 2011’deki Suriye devriminin başlangıcından beri karşılaştığı bir zorluktu ve ülke halkının gerçekten özgürleşmesi için ilerici bir şekilde yüzleşilmesi ve çözülmesi gerekecek.

Sonuç

HTŞ’nin esasen, halk ayaklanmasını ve ayaklanmanın demokratik örgütlenmelerini kanlı bir şekilde bastıran ve kendisini giderek daha da militarize eden Suriye rejiminin önderlik ettiği karşı devrimin bir sonucu olduğu hatırlanmalı. Bu tür İslami köktendinci hareketlerin yükselişi çeşitli nedenlerin sonucu gerçekleşir; ilk başta rejimin yayılmalarını kolaylaştırılması, protesto hareketinin bazı unsurların radikalleşmesine yol açacak şekilde bastırılması, bu hareketlere mensup grupların daha iyi örgütlenmesi ve disipline edilmesi ve nihayet yabancı ülkelerin desteği.HTŞ de sonrasında, diğer silahlı İslami köktendinci örgütler gibi birçok açıdan karşı-devrimin Esad rejiminden sonraki ikinci kanadını oluşturdu. Topluma ve Suriye’nin geleceğine dair vizyonları, ayaklanmanın ilk hedeflerinin ve onun demokrasi, sosyal adalet ve eşitlik yönündeki kapsayıcı mesajlarının tam tersi. İdeolojileri, siyasal programları ve pratiklerinin yalnızca rejim güçlerine karşı değil, aynı zamanda sivil ve silahlı demokratik ve ilerici gruplara, etnik ve dini azınlıklara ve kadınlara karşı şiddet uygulamaya dayalı olduğu kanıtlandı.Sonuç olarak, demokratik ve ilerici bir toplumu korumak ve bunun için mücadele etmek, mevcut HTŞ yetkililerine güvenerek veya onlara idare ve geçiş aşamasının yönetimi konusunda geçer notlar vererek veya onları aklayarak değil, demokratik ve ilerici ağları ve birlikleri bir araya getiren bağımsız bir karşı-iktidar inşa etmekle olur. Seçimlerin örgütlenmesi ve yeni bir anayasanın yazılması için zaman dilimlerinin belirlenmesi veya “ulusal diyalog konferansına” katılacak isimlerin seçilmesi tartışmaların ve eleştirilerin konusu olabilir, ancak asıl mesele bu tür karar alma süreçlerine aşağıdan katılımın mevcut olmaması ve HTŞ’yi taviz vermeye zorlayacak biçimde baskı yapma yeteneğinin bulunmaması. Karar verme yetkisi yalnızca HTŞ’nin elinde. Bu süreç aynı zamanda ana destekçileri olan Türkiye ve Katar; ancak daha genel olarak bölgesel ve uluslararası güçlerin büyük çoğunluğu tarafından da destekleniyor. Daha genel olarak, Suriye ve bölgede otoriter bir istikrar formunu (yeniden) empoze etmek gibi ortak bir hedefleri var. Bu elbette bölgesel ve emperyal güçler arasında birlik anlamına gelmiyor. Her birinin kendine ait ve çoğu zaman da birbirleriyle uzlaşmaz çıkarları var ama Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın istikrarsızlaşmasını istemiyorlar.Esad’ın devrilmesinin ardından daha iyi bir gelecek umudu havada uçuşuyor. Bütün bunlar Suriyelilerin mücadeleyi aşağıdan yeniden inşa etme becerisiyle bağlantılı. Şu anda HTŞ’nin toplum üzerindeki iktidarı ve kontrolü hala tamamlanmış değil, çünkü tüm Suriye’yi yönetebilecek insani ve askeri kapasiteleri sınırlı ve bu nedenle de örgütlenmek için bir miktar alan mevcut. Bu alanın kullanılması gerekiyor.Sonuçta, yalnızca demokratik ve ilerici talepler uğruna mücadele eden halk sınıflarının öz-örgütlenmesi gerçek kurtuluşa ve özgürleşmeye giden yolu açacak. En azından şu anda bunun için bir fırsat mevcut ama bir yarışın içindeyiz ve Suriye halk sınıflarının demokrasi, sosyal adalet ve eşitlik için Devrim’e yönelik ilk özlemlerini gerçekleştirmek için yaptığı bütün fedakarlıkları savunmak için örgütlenmesi zorunlu.  

Kaynak: https://syriauntold.com/2025/01/04/understanding-the-threats-ahead-of-a-democratic-and-progressive-syria/

Suriye’deki İsyanı Anlamak – Joseph Daher ile Röportaj

Suriye’deki isyan, dünyayı şaşırtarak 54 yıl önce Hafız Esad’ın bir darbeyle iktidarı ele geçirmesinden bu yana Suriye’yi yöneten Esad ailesi diktatörlüğünün düşmesine yol açtı. Rejimin askeri güçleri, emperyal destekçisi Rusya ve bölgesel destekçisi İran, bu düşüşü engelleyemedi. Rejim kontrolündeki şehirler kurtarıldı, binlerce siyasi mahkûm korkunç zindanlarından çıkarıldı ve on yıllar sonra ilk kez özgür, kapsayıcı ve demokratik bir Suriye için yeni bir mücadele alanı açıldı. Aynı zamanda, çoğu Suriyeli, böyle bir mücadelenin devasa zorluklarla karşı karşıya olduğunu biliyor. Bu zorlukların başında, Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) ve Türkiye destekli Suriye Milli Ordusu (SMO) geliyor. Her ne kadar bu güçler askeri zaferin öncüsü olmuş olsa da, otoriter yapıları ve dini-etik ayrımcılık geçmişleri nedeniyle endişe yaratıyorlar. Sol kesimden bazıları, bu isyanın ABD ve İsrail tarafından yönlendirildiğini temelsiz bir şekilde iddia etti. Diğerleri ise bu isyancı güçleri, 2011’de Esad rejimini neredeyse devirmek üzere olan ilk halk devrimini yeniden canlandırıyormuş gibi romantize etti. Ancak bu iki görüş de Suriye’de şu an yaşanan karmaşık dinamikleri tam olarak yansıtmıyor.Bu röportajda, hızla değişen Suriye durumunun ortasında, Tempest, İsviçreli Suriyeli sosyalist Joseph Daher ile Esad rejiminin düşüşüne yol açan süreci, ilerici güçler için umutları ve gerçekten özgürleşmiş, halkın ve toplumun çıkarlarına hizmet eden bir ülke için verilen mücadelede karşılaşılan zorlukları konuştu. 

Tempest: Rejimin düşmesinden sonra Suriyeliler neler hissediyor?

Joseph Daher: İnanılmaz bir mutluluk. Bu tarihi bir gün. Esad ailesinin 54 yıllık zulmü sona erdi. Ülke genelinde, Şam’dan Tartus’a, Humus’tan Hama’ya, Halep’ten Kamışlı ve Süveyda’ya kadar her dinden ve etnik gruptan insanların Esad ailesinin heykellerini ve sembollerini yıktığı halk gösterilerinin videolarını gördük.Tabii ki rejimin cezaevlerinden, özellikle “insan mezbahası” olarak bilinen ve 10.000-20.000 mahkûmu barındırabilen Sednaya hapishanesinden siyasi mahkûmların kurtuluşu büyük bir mutluluk yarattı. Bunların bazıları 1980’lerden beri tutukluydu. Benzer şekilde, 2016 veya öncesinde Halep ve diğer şehirlerden yerlerinden edilmiş insanlar evlerine ve mahallelerine dönerek yıllar sonra ailelerini gördüler.Ancak askeri saldırıların ilk günlerinde, halkın tepkileri başlangıçta karışıktı ve Suriye toplumunun hem içinde hem de dışında farklı siyasi görüşleri yansıtıyordu. Bazı kesimler bu toprakların fethedilmesinden ve rejimin zayıflamasından büyük bir memnuniyet duymuştu, şimdi ise potansiyel düşüşünden mutlular.Bununla birlikte, bazı kesimler HTŞ ve SMO’dan korkuyor. Bu güçlerin otoriter ve gerici doğası ile siyasi projeleri hakkında kaygılılar. Ve bazıları, yeni durumda neler olacağından endişe ediyor. Özellikle Kürtlerin geniş kesimleri ve diğerleri, Esad diktatörlüğünün düşmesinden memnun olmakla birlikte, SMO’nun zorunlu göç ve suikast eylemlerini kınadılar. 

Tempest: Rejimin askeri güçlerini yenen ve çöküşüne yol açan isyancı ilerlemeleri ve olayların sırasını anlatabilir misiniz? Ne oldu?

JD: Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) ve Türkiye destekli Suriye Milli Ordusu (SMO), 27 Kasım 2024’te Suriye rejim güçlerine karşı bir askeri kampanya başlattı ve çarpıcı zaferler kazandı. Bir haftadan kısa bir sürede HTŞ ve SMO, Halep ve İdlib vilayetlerinin çoğunu kontrol altına aldı. Ardından, Şam’ın 210 kilometre kuzeyindeki Hama şehri, Rus hava kuvvetlerinin desteklediği rejim güçleriyle yaşanan yoğun askeri çatışmaların ardından HTŞ ve SMO’nun eline geçti. Hama’dan sonra HTŞ, Humus’un kontrolünü ele geçirdi.Başlangıçta Suriye rejimi, Hama ve Humus’a takviye güçler gönderdi ve ardından Rus hava kuvvetlerinin desteğiyle İdlib ve Halep şehirlerini ve çevresini bombaladı. 1 ve 2 Aralık’ta İdlib’e 50’den fazla hava saldırısı düzenlendi; en az dört sağlık tesisi, dört okul tesisi, iki yerinden edilmişler kampı ve bir su istasyonu etkilendi. Hava saldırıları 48.000’den fazla insanın yerinden edilmesine ve hizmetlerin ve yardımların ciddi şekilde aksamasına yol açtı. Diktatör Beşar Esad, düşmanlarına yenilgiyi vaat etti ve “terörizmin yalnızca güç dilinden anladığını” söyledi. Ancak rejimi her yerden çökmekteydi.Rejim şehirden şehre toprak kaybederken, güneydeki Süveyda ve Dera vilayetleri kendilerini özgürleştirdi; HTŞ ve SMO’dan farklı ve bağımsız olan yerel halk içinden çıkmış silahlı muhalefet güçleri kontrolü ele geçirdi. Rejim güçleri, Şam’ın yaklaşık on kilometre yakınındaki yerleşim yerlerinden çekildi ve İsrail’in işgali altındaki Golan Tepeleri’ne komşu Kuneytra vilayetindeki mevzilerini terk etti.Ne HTŞ ne de SMO’ya bağlı çeşitli silahlı muhalif güçler başkente yaklaşırken Şam’ın banliyölerinde gösteriler çoğaldı, Beşar Esad’ın tüm sembollerinin yakıldı ve rejim güçleri çöktü ve çekildi. 7-8 Aralık gecesi Şam’ın kurtarıldığı duyuruldu. Beşar Esad’ın tam olarak nerede olduğu ve kaderi başlangıçta bilinmiyordu, ancak bazı bilgiler Moskova’nın koruması altında Rusya’da olduğunu gösteriyordu.Rejimin düşüşü, askeri, ekonomik ve siyasi açıdan yapısal zayıflığını kanıtladı. Adeta bir kartondan ev gibi çöktü. Bu şaşırtıcı değildi çünkü askerlerin büyük çoğunluğu Esad rejimi için savaşmaya gönüllü değildi; düşük maaşlar ve kötü koşullar nedeniyle kaçmayı veya savaşmamayı tercih ettiler, özellikle de birçoğu zorla askere alınmış olduğu için.Güneydeki bu dinamiklerin yanı sıra, isyancıların saldırısının başlangıcından bu yana ülkenin farklı bölgelerinde başka olaylar da yaşandı. Öncelikle, SMO, Halep’in kuzeyindeki Kürtlerin liderliğindeki Suriye Demokratik Güçleri (SDG) kontrolündeki topraklara saldırılar düzenledi ve ardından SDG’nin hakimiyetindeki kuzeydeki Menbiç şehrine karşı yeni bir saldırı başlattığını duyurdu. 8 Aralık Pazar günü, Türk ordusu, hava kuvvetleri ve topçularının desteğiyle SMO şehre girdi.İkinci olarak, SDG, rejim güçlerinin ve İran yanlısı milislerin diğer bölgelere yeniden konuşlanmak üzere geri çekilmesinin ardından, rejim güçlerinin kontrolündeki Deyrizor vilayetinin çoğunu ele geçirdi. SDG, ardından rejimin hâkimiyeti altındaki kuzeydoğudaki geniş bölgeler üzerinde kontrolünü genişletti.

Tempest: İsyancı güçler kimlerdir ve özellikle ana isyancı oluşumlar olan HTŞ ve SMO kimlerdir? Politikaları, programları ve projeleri nelerdir? Halk sınıfları onlar hakkında ne düşünüyor?

Joseph Daher: HTŞ’nin liderlik ettiği askeri kampanya ile Halep, Hama, Humus ve diğer bölgelerin başarılı bir şekilde ele geçirilmesi, bu hareketin birkaç yıl içinde hem siyasi hem de askeri olarak daha disiplinli ve daha yapılandırılmış bir organizasyona dönüşümünü birçok yönden yansıtmaktadır. HTŞ artık insansız hava araçları üretebilmekte ve bir askeri akademi işletmektedir. Son birkaç yılda hem baskı hem de dahil etme yöntemleriyle belirli bir sayıda askeri grup üzerinde hegemonyasını dayatmayı başarmıştır. Bu gelişmelere dayanarak, bu saldırıyı başlatacak konuma gelmiştir.HTŞ, kontrol ettiği bölgelerde yarı-devlet aktörü haline gelmiştir. Suriye Kurtuluş Hükümeti (SKH) adını verdiği bir hükümet kurmuş, bu hükümet HTŞ’nin sivil yönetimi olarak hareket etmekte ve hizmet sunmaktadır. Son birkaç yılda, HTŞ ve SKH, kendi yönetimlerini normalleştirmek amacıyla bölgesel ve uluslararası güçlere rasyonel bir güç olarak kendilerini sunma isteği göstermiştir. Bu çaba, özellikle eğitim ve sağlık gibi temel sektörlerde, finansal kaynaklar ve uzmanlıktan yoksun olan SKH’nin bazı sivil toplum kuruluşlarına daha fazla alan tanımasına yol açmıştır.Bu durum, HTŞ’nin kontrol ettiği bölgelerde yolsuzluk olmadığı anlamına gelmez. HTŞ, otoriter önlemler ve polis gücü aracılığıyla yönetimini sağlamlaştırmıştır. HTŞ, ideolojisine aykırı gördüğü faaliyetleri özellikle bastırmış veya sınırlamıştır. Örneğin, HTŞ, kadınlara, özellikle kamplarda yaşayanlara destek veren birkaç projeyi, bu projelerin cinsiyet eşitliği gibi kendi yönetimine düşman fikirleri teşvik ettiği gerekçesiyle durdurmuştur. HTŞ ayrıca siyasi muhalifleri, gazetecileri, aktivistleri ve eleştirmen veya muhalif olarak gördüğü kişileri hedef almış ve gözaltına almıştır.Hâlâ birçok güç, özellikle ABD tarafından terör örgütü olarak tanımlanan HTŞ, kendini daha ılımlı bir aktör olarak göstermeye çalışmakta ve artık rasyonel ve sorumlu bir aktör olarak tanınmayı hedeflemektedir. Bu dönüşüm, 2016 yılında El Kaide ile bağlarını koparması ve siyasi hedeflerini Suriye ulusal çerçevesinde yeniden yapılandırmasıyla başlamıştır. HTŞ ayrıca El Kaide ve IŞİD ile bağlantılı kişi ve grupları baskı altına almıştır.Şubat 2021’de, bir ABD’li gazeteciye verdiği ilk röportajında lideri Ebu Muhammed el-Colani (gerçek adı Ahmed el-Şaraa), kontrol ettiği bölgenin “Avrupa ve Amerika’nın güvenliğine bir tehdit oluşturmadığını” ifade etmiş ve yönetimi altındaki bölgelerin yurtdışına yönelik operasyonlar için bir üs haline gelmeyeceğini belirtmiştir.Kendisini uluslararası arenada meşru bir muhatap olarak tanımlama çabasında, grubun terörizmle mücadeledeki rolünü vurgulamıştır. Bu değişim kapsamında, bazı bölgelerde Hristiyanların ve Dürzilerin dönüşüne izin verilmiş ve bu toplulukların bazı liderleriyle temaslar kurulmuştur.Halep’in ele geçirilmesinden sonra, HTŞ kendini sorumlu bir aktör olarak sunmaya devam etmiştir. Örneğin, HTŞ savaşçıları, bankaların önünde video çekimleri yaparak özel mülk ve varlıkları korumak istediklerini ifade etmişlerdir. Ayrıca, sivilleri ve azınlık dini topluluklarını, özellikle Hristiyanları koruyacaklarına dair söz vermişlerdir; çünkü bu toplulukların kaderinin yurtdışında yakından izlendiğini bilmektedirler.Benzer şekilde, HTŞ, Kürtler ve İsmaililer ile Dürziler gibi İslami azınlıkların korunacağına dair birçok açıklama yapmıştır. Ayrıca Alevilere yönelik bir açıklama yayınlayarak, onları rejimle bağlarını koparmaya çağırmış; ancak onları koruyacaklarını ya da gelecekteki durumları hakkında net bir şey söylememiştir. Bu açıklamada, HTŞ, Alevi topluluğunu rejimin Suriyelilere karşı bir aracı olarak tanımlamaktadır.Son olarak, HTŞ lideri Ebu Muhammed el-Colani, Halep şehrinin yerel bir otorite tarafından yönetileceğini ve HTŞ dahil tüm askeri güçlerin önümüzdeki haftalarda şehirden tamamen çekileceğini belirtmiştir. El-Colani’nin yerel, bölgesel ve uluslararası güçlerle aktif olarak etkileşim kurmak istediği açıktır.Ancak, HTŞ’nin bu açıklamalarını ne kadar uygulayacağı hala belirsizdir. Örgüt, İslami köktendinci bir ideolojiye sahip otoriter ve gerici bir organizasyon olarak kalmaya devam etmektedir ve saflarında hâlâ yabancı savaşçılar bulunmaktadır. Geçtiğimiz birkaç yıl içinde, İdlib’de HTŞ’nin yönetimi, siyasi özgürlükler ve insan hakları ihlalleri, suikastlar ve muhaliflere yönelik işkenceler nedeniyle birçok halk gösterisi düzenlenmiştir.Dini veya etnik azınlıkların sadece ibadet etmelerine izin vermek ya da onları tolere etmek yeterli değildir. Esas mesele, onların ülkenin geleceğini belirlemede eşit vatandaşlar olarak haklarını tanımaktır. Daha genel olarak, HTŞ lideri el-Colani’nin “İslami yönetimden korkan insanlar ya bunun yanlış uygulamalarını görmüş ya da onu doğru anlamamışlardır” gibi açıklamaları kesinlikle güven verici değil, tam tersine endişe vericidir.Türkiye destekli Suriye Milli Ordusu’na (SMO) gelince, bu, çoğunlukla İslamcı muhafazakâr politikaları benimseyen silahlı grupların bir koalisyonudur. SMO’nun oldukça kötü bir itibarı vardır ve kontrol ettikleri bölgelerde özellikle Kürt nüfusa karşı çok sayıda insan hakları ihlali yapmıştır. SMO, 2018 yılında Türkiye liderliğindeki Afrin’i işgal kampanyasına katılmış ve çoğu Kürt olan yaklaşık 150.000 sivilin zorla yerinden edilmesine yol açmıştır.Mevcut askeri kampanyada da SMO, Kürtlerin önderlik ettiği Suriye Demokratik Güçleri (SDG) kontrolündeki bölgeleri ve büyük Kürt nüfus barındıran yerleri hedef alarak esasen Türkiye’nin çıkarlarına hizmet etmektedir. Örneğin, SMO, daha önce SDG yönetiminde olan Halep’in kuzeyindeki Tel Rıfat ve Şahba bölgelerini ele geçirmiş ve 150.000’den fazla sivilin zorla yerinden edilmesine ve Kürt bireylere yönelik suikastlar ve kaçırmalar dahil olmak üzere birçok insan hakkı ihlaline neden olmuştur. SMO daha sonra Türk ordusunun desteğiyle, 100.000 sivilin yaşadığı ve SDG kontrolündeki Menbiç şehrine yönelik bir askeri saldırı başlatacağını duyurmuştur.Bu nedenle HTŞ ve SMO arasında farklılıklar vardır. HTŞ, Türkiye’den nispeten bağımsız bir yapıya sahipken, SMO tamamen Türkiye tarafından kontrol edilmekte ve onun çıkarlarına hizmet etmektedir. İki güç farklıdır, ayrı hedefler peşinde koşarlar ve aralarında çatışmalar yaşansa da şimdilik bu çatışmalar gizli tutulmuştur. Örneğin, HTŞ şu anda SDG ile bir çatışma arayışında değildir. Buna ek olarak, SMO, HTŞ’nin SMO üyelerine yönelik “agresif davranışlarını” eleştiren bir bildiri yayınlamış, HTŞ ise SMO savaşçılarını yağmacılık yapmakla suçlamıştır.

Tempest: Suriye’yi yakından takip etmeyenler için bu durum bir anda ortaya çıkmış gibi görünüyor. Bu durumun kökleri Suriye’nin devrimine, karşı devrimine ve iç savaşına nasıl dayanıyor? Ülkede son dönemde yaşanan ve askeri saldırıyı tetikleyen gelişmeler nelerdir? İsyancıların ilerlemesine alan açan bölgesel ve uluslararası dinamikler nelerdir?

Joseph Daher: Başlangıçta HTŞ, askeri kampanyayı Esad rejimi ve Rusya’nın kuzeybatıdaki bölgelerine yönelik artan saldırı ve bombardımanlarına bir tepki olarak başlattı. Ayrıca, Moskova ve Tahran’ın müzakereleriyle Mart 2020’de kabul edilen çatışmasızlık bölgelerini ihlal ederek rejimin ele geçirdiği bölgeleri geri almayı amaçladı. Ancak elde ettikleri şaşırtıcı başarılarla birlikte, hedeflerini genişlettiler ve açıkça rejimi devirmeyi amaçladıklarını ilan ettiler. Bu hedefi, kendileri ve diğer güçlerle birlikte şimdi gerçekleştirmiş durumdalar.HTŞ ve SMO’nun bu kadar başarılı olmasının sebebi, rejimin ana müttefiklerinin zayıflamış olmasıdır. Esad’ın uluslararası alandaki en büyük destekçisi olan Rusya, güçlerini ve kaynaklarını Ukrayna’daki emperyalist savaşına yönlendirmiştir. Bu durum, Rusya’nın Suriye’deki katılımını önceki yıllardaki benzer askeri operasyonlara kıyasla önemli ölçüde sınırlamıştır.Suriye rejiminin diğer iki önemli müttefiki olan Lübnan’daki Hizbullah ve İran, 7 Ekim 2023’ten bu yana İsrail tarafından ciddi şekilde zayıflatıldı. Tel Aviv, Hizbullah lideri Hasan Nasrallah dahil olmak üzere örgütün lider kadrosuna yönelik suikastlar düzenledi, saldırılarla kadrolarını yok etti ve Lübnan’daki güçlerini bombaladı. Hizbullah, kuruluşundan bu yana en büyük zorlukla karşı karşıya. İsrail ayrıca İran’a yönelik dalgalar halinde saldırılar düzenleyerek zayıflıklarını ortaya çıkardı ve son birkaç ayda İran ve Hizbullah’ın Suriye’deki pozisyonlarını bombalamayı artırdı.Ana destekçileri zayıf ve meşgul durumda olan Esad diktatörlüğü, savunmasız bir pozisyona düştü. Yapısal zayıflıkları, yönettiği halktan destek görmemesi, kendi askerlerinin güvenilmezliği ve uluslararası ve bölgesel destekten yoksunluğu nedeniyle isyancı güçlerin ilerlemelerine direnemedi ve şehir şehir yönetimi bir karton ev gibi çöktü.

Tempest: Rejim müttefikleri başlangıçta nasıl tepki verdi? Suriye’deki çıkarları nelerdir?

Joseph Daher: Hem Rusya hem de İran başlangıçta rejimi destekleme sözü verdi ve HTŞ ile SMO’ya karşı savaşması için rejime baskı yaptı. Saldırının ilk günlerinde Rusya, Suriye rejiminden toparlanmasını ve “Halep’te düzeni sağlamasını” istedi; bu, muhtemelen Şam’ın bir karşı saldırı yapmasını umduklarını gösteriyor.İran ise bu saldırıya karşı Moskova ile “koordinasyon” çağrısında bulundu. ABD ve İsrail’in isyancı saldırılarının arkasında olduğunu ve bunun Suriye rejimini istikrarsızlaştırma ve İsrail’in Filistin ve Lübnan’daki savaşından dikkatleri başka yöne çekme girişimi olduğunu iddia etti. İranlı yetkililer, Suriye rejimine tam destek verdiklerini açıkladılar ve “askeri danışmanlarının” Suriye ordusunu desteklemek için ülkedeki varlığını sürdürme ve artırma niyetlerini teyit ettiler. Tahran ayrıca rejime füze ve insansız hava araçları sağlamayı ve hatta kendi birliklerini konuşlandırmayı vaat etti.Ancak bu çabalar açıkça işe yaramadı. Rejim kontrolü dışındaki bölgelere Rusya’nın hava saldırıları düzenlemesine rağmen, isyancıların ilerleyişi durdurulamadı.Her iki gücün de Suriye’de kaybedecek çok şeyi var. İran için Suriye, Hizbullah’a silah transferi ve lojistik koordinasyon için hayati öneme sahip. Rejim düşmeden önce, Lübnanlı örgütün, rejim güçlerine destek sağlamak için Humus’a küçük bir “denetim gücü” gönderdiği ve Lübnan sınırına yakın Suriye’deki kalelerinden biri olan Kusayr’da 2.000 asker konuşlandırdığı söylentileri vardı. Ancak rejim düşerken bu güçlerini geri çekti.Rusya açısından, Suriye’nin Lazkiye eyaletindeki Hmeymim hava üssü ve Tartus’taki deniz tesisi, Rusya’nın Orta Doğu, Akdeniz ve Afrika’daki jeopolitik etkisini göstermek için önemli yerler olmuştur. Bu üslerin kaybedilmesi, Rusya’nın uluslararası statüsünü baltalayabilir; çünkü Suriye’deki müdahalesi, sınırları dışındaki olayları askeri güçle şekillendirme yeteneğini ve Batılı devletlerle rekabet etme kapasitesini göstermek için bir örnek olarak kullanılmıştır. 

Tempest: Bu senaryoda diğer bölgesel ve emperyal güçler, özellikle Türkiye, İsrail ve ABD, ne tür bir rol oynadı? Bu durumdaki hedefleri nelerdir?

JD: Türkiye’nin Suriye ile ilişkilerini normalleştirme iradesine rağmen, Ankara, Şam’dan giderek hayal kırıklığına uğradı. Bu nedenle, askeri saldırıyı teşvik etti ya da en azından yeşil ışık yaktı ve bir şekilde destek sağladı. Ankara’nın başlangıçtaki amacı, Suriye rejimiyle, ayrıca İran ve Rusya ile gelecekteki müzakerelerde pozisyonunu güçlendirmekti.Şimdi rejimin düşmesiyle birlikte Türkiye’nin Suriye’deki etkisi daha da arttı ve muhtemelen ülkenin en önemli bölgesel aktörü haline geldi. Ankara ayrıca SMO’yu, Türkiye’nin terör örgütü olarak tanımladığı PYD’nin silahlı kanadının hâkim olduğu SDG’yi zayıflatmak için kullanmayı hedefliyor. PYD, Türkiye’nin terör örgütü olarak kabul ettiği PKK’nın kardeş örgütü olarak görülüyor ve bu tanım ABD ve AB tarafından da paylaşılıyor.Türkiye’nin iki başka ana hedefi var. Birincisi, Türkiye’deki Suriyeli mültecilerin zorla Suriye’ye geri gönderilmesini gerçekleştirmek. İkincisi ise Kürtlerin özerklik arayışlarını engellemek ve özellikle Kuzeydoğu Suriye’de Kürt liderliğindeki yönetimi (Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi veya Rojava) zayıflatmak. Bu yönetim, Türkiye’de Kürtlerin kendi kaderlerini tayin etmesi için bir emsal teşkil edebileceği için mevcut rejim açısından tehdit oluşturuyor.Ne ABD ne de İsrail bu olaylarda bir rol oynadı. Hatta tam tersine, ABD rejimin devrilmesinin bölgeyi daha da istikrarsızlaştırabileceğinden endişeliydi. ABD yetkilileri başlangıçta, “Esad rejiminin BM Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı kararında belirtilen siyasi sürece katılmayı reddetmesi ve Rusya ile İran’a bağımlılığı, kuzeybatı Suriye’deki Esad rejimi hattının çökmesi dahil, şu an yaşanan koşulları yarattı” açıklamasını yaptı.Ayrıca, “Bu saldırının, terör örgütü olarak tanımlanan Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) tarafından yönetildiği ve kendilerinin bu saldırıyla hiçbir ilgisinin olmadığı” belirtildi. Türkiye’ye bir ziyaretin ardından Dışişleri Bakanı Antony Blinken, Suriye’de gerilimin düşürülmesi çağrısında bulundu. Rejimin düşmesinin ardından ABD yetkilileri, doğu Suriye’de yaklaşık 900 askerle varlıklarını sürdüreceklerini ve IŞİD’in yeniden ortaya çıkmasını önlemek için gerekli önlemleri alacaklarını açıkladılar.İsrail tarafında ise yetkililer, “Esad rejiminin çöküşünün muhtemelen İsrail’e karşı askeri tehditlerin gelişebileceği bir kaos yaratacağını” ifade ettiler. İsrail, 2011’deki devrim girişiminden bu yana Suriye rejiminin devrilmesini hiçbir zaman tam anlamıyla desteklemedi. Temmuz 2018’de Netanyahu, Esad’ın ülkeyi yeniden kontrol altına almasına ve gücünü istikrara kavuşturmasına itiraz etmedi.Netanyahu, İsrail’in yalnızca İran ve Hizbullah gibi algılanan tehditlere karşı harekete geçeceğini belirterek, “Esad rejimiyle bir sorunumuz olmadı, 40 yıldır Golan Tepeleri’nde tek bir kurşun bile sıkılmadı” dedi. Rejimin düşüşünün duyurulmasından birkaç saat sonra, İsrail işgal ordusu, isyancıların bu bölgeyi ele geçirmesini önlemek amacıyla Golan Tepeleri’ndeki Hermon Dağı’nın Suriye tarafını kontrol altına aldı. Daha önce, İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, İsrail işgal ordusuna Golan tampon bölgesini ve “bitişik stratejik pozisyonları” kontrol altına almaları talimatını vermişti.

Tempest: Pek çok kampçı, bu kez Esad’ın yenilgisinin Filistin kurtuluş mücadelesi için bir gerileme olacağını iddia ederek Esad’ı savunmaya geçti. Bu argüman hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu durum Filistin için ne anlama gelir?

Joseph Daher: Evet, kampçılar, bu askeri saldırının “El Kaide ve diğer teröristler” tarafından yönetildiğini ve bunun Suriye rejimine karşı Batı emperyalistlerinin bir komplosu olduğunu, İran ve Hizbullah’ın liderliğindeki sözde “Direniş Ekseni”ni zayıflatmayı amaçladığını iddia ediyorlar. Bu eksenin Filistinlileri desteklediğini iddia ettikleri için, kampçılar Esad’ın düşüşünün bu ekseni zayıflattığını ve dolayısıyla Filistin’in kurtuluş mücadelesini baltaladığını öne sürüyorlar.Bu argüman, yerel Suriyeli aktörlerin herhangi eyleme kapasitesine sahip olabileceğinitamamen görmezden gelmenin yanı sıra, sözde “Direniş Ekseni”ni destekleyenlerin temel problemi, Filistin’in kurtuluşunun, bu devletlerin veya diğer güçlerin gerici ve otoriter yapıları ile neoliberal ekonomik politikalarına bakılmaksızın, yukarıdan geleceğini varsaymalarıdır. Bu strateji geçmişte başarısız oldu ve bugün de başarısız olacaktır. Aslında, Orta Doğu’daki otoriter ve despotik devletler, ister Batı ile müttefik olsun ister ona karşı olsun, Filistinlileri sürekli olarak hayal kırıklığına uğratmış ve hatta baskı altına almıştır.Ayrıca kampçılar, İran ve Suriye’nin ana hedeflerinin Filistin’in kurtuluşu değil, kendi devletlerinin korunması ile ekonomik ve jeopolitik çıkarlarının devam ettirilmesi olduğunu görmezden geliyorlar. Bu çıkarlar her zaman Filistin’in önüne geçer. Özellikle Suriye, Netanyahu’nun az önce alıntıladığım sözlerinde açıkça belirttiği gibi, onlarca yıldır İsrail’e karşı hiçbir şey yapmamıştır.İran, retorik olarak Filistin davasını desteklemiş ve Hamas’a fon sağlamıştır. Ancak 7 Ekim 2023’ten bu yana temel hedefi, gelecekte ABD ile yapılacak siyasi ve ekonomik müzakerelerde en iyi pozisyona gelebilmek için bölgedeki konumunu güçlendirmek olmuştur. İran, siyasi ve güvenlik çıkarlarını garanti altına almak istemekte ve bu nedenle İsrail ile doğrudan bir savaştan kaçınmaya özen göstermektedir.Filistinlilere ilişkin temel jeopolitik hedefi, onları özgürleştirmek değil, özellikle ABD ile ilişkilerinde bir pazarlık unsuru olarak kullanmaktır. Benzer şekilde, İran’ın Nasrallah’ın öldürülmesine, Hizbullah’ın kadrolarının yok edilmesine ve İsrail’in Lübnan’a karşı yürüttüğü acımasız savaşa karşı pasif tepkisi, birinci önceliğinin kendisini ve çıkarlarını korumak olduğunu göstermektedir. İran, bu çıkarları feda etmeye ve kilit devlet dışı müttefikinin savunmasına gelmeye istekli değildi.İran’ın Hamas’a karşı en iyi ihtimalle güvenilmez bir müttefik olduğu da kanıtlanmıştır. Çıkarları örtüşmediğinde Hamas’a sağladığı fonu azaltmıştır. Örneğin, 2011’deki Suriye Devrimi sırasında, Filistin hareketi Suriye rejiminin Suriyeli protestoculara karşı uyguladığı katliamcı baskıyı desteklemeyi reddettiğinde İran, Hamas’a yaptığı mali yardımı kesmiştir.Suriye rejimi söz konusu olduğunda, Filistin’e olan sözde desteği konusunda karşıt argümanlar tartışılmazdır. İsrail’in soykırımcı savaşının geçtiğimiz yıl boyunca Filistin’i savunmak için hiçbir adım atmamıştır. 7 Ekim öncesi ve sonrası İsrail’in Suriye’yi bombalamasına rağmen rejim buna karşılık vermemiştir. Bu, rejimin 1974’ten bu yana önemli ve doğrudan bir İsrail ile çatışmadan kaçınma politikasına uygundur.Buna ek olarak, rejim Suriye’deki Filistinlilere defalarca baskı uygulamıştır. 2011’den bu yana birkaç bin Filistinliyi öldürmüş, Şam’daki Yermuk mülteci kampını harap etmiştir. Ayrıca Filistin ulusal hareketine doğrudan saldırılarda bulunmuştur. Örneğin, 1976’da Hafez Esad, yeni devrilen diktatör Beşar Esad’ın babası, Lübnan’a müdahale ederek solcu Filistin ve Lübnan örgütlerine karşı aşırı sağcı Lübnan partilerini desteklemiştir.1985 ve 1986’da Beyrut’taki Filistin kamplarına askeri operasyonlar düzenlemiş, 1990’da ise yaklaşık 2.500 Filistinli siyasi mahkûm Suriye hapishanelerinde alıkonulmuştur.Bu tarih göz önüne alındığında, Filistin ile dayanışma hareketinin, çıkarlarını Filistin ile dayanışmanın önüne koyan, jeopolitik kazanç için rekabet eden ve ülkelerinin işçilerini ve kaynaklarını sömüren emperyalist ya da yarı-emperyalist devletleri savunması ve onlarla hizalanması bir hatadır. Elbette ABD emperyalizmi, savaş, yağma ve siyasi tahakküm geçmişiyle bölgenin başlıca düşmanı olmaya devam etmektedir.Ancak, gerici bölgesel güçleri ya da Rusya ve Çin gibi diğer emperyalist devletleri Filistin’in veya onunla dayanışma hareketinin müttefiki olarak görmek mantıklı değildir. Bu durumu destekleyecek herhangi bir kanıt bulunmamaktadır. Bir emperyalizmi diğerine tercih etmek, kapitalist sistemin ve halk sınıflarının sömürüsünün istikrarını garanti etmek anlamına gelir. Benzer şekilde, Filistin’i özgürleştirme amacı doğrultusunda otoriter ve despotik rejimleri desteklemek, yalnızca ahlaki açıdan yanlış olmakla kalmaz, aynı zamanda başarısız bir strateji olduğu defalarca kanıtlanmıştır.Bunun yerine, Filistin dayanışma hareketi, Filistin’in kurtuluşunu bölgedeki devletlere değil, halk sınıflarının özgürleşmesine bağlı olarak görmelidir. Bu sınıflar, Filistin ile özdeşleşir ve kendi demokrasi ve eşitlik mücadelelerini, Filistin’in kurtuluş mücadelesiyle sıkı bir şekilde bağlantılı olarak görür. Filistinliler mücadele ettiklerinde, bu genellikle bölgesel özgürleşme hareketini tetikler ve bölgesel hareket, işgal altındaki Filistin’deki harekete geri yansır.Bu mücadeleler diyalektik olarak bağlantılıdır; bunlar, toplu özgürleşme için karşılıklı mücadelelerdir. Aşırı sağcı İsrailli bakan Avigdor Lieberman, 2011’de bölgesel halk ayaklanmalarının İsrail’e oluşturduğu tehlikeyi fark etmişti. Lieberman, Hüsnü Mübarek’i deviren ve ülkede demokratik bir açılım dönemine kapı aralayan Mısır devriminin, İran’dan daha büyük bir tehdit olduğunu söylemişti.Bu, Filistinlilerin ve Lübnanlıların İsrail’in acımasız savaşlarına karşı direnme hakkını reddetmek anlamına gelmez. Ancak Filistinli ve bölgedeki halk sınıflarının birleşik isyanının, yalnızca Orta Doğu ve Kuzey Afrika’nın tamamını dönüştürme, otoriter rejimleri devirme, ABD ve diğer emperyalist güçleri bölgeden çıkarma gücüne sahip olduğunu anlamaktır. Filistin’e ve bölgedeki halk sınıflarına yönelik uluslararası anti-emperyalist dayanışma esastır; çünkü bu kesimler yalnızca İsrail’e ve MENA’nın gerici rejimlerine değil, aynı zamanda onların emperyalist destekçilerine karşı da mücadele etmektedir.Filistin dayanışma hareketinin, özellikle Batı’daki ana görevi, yöneticilerimizin yalnızca İsrail’in ırkçı yerleşimci-sömürgeci apartheid devleti ve Filistinlilere karşı soykırımcı savaşını değil, aynı zamanda İsrail’in Lübnan gibi bölgedeki diğer ülkelere yönelik saldırılarını da desteklemedeki suç ortaklığını kınamaktır. Hareket, bu yöneticilere Tel Aviv ile olan tüm siyasi, ekonomik ve askeri ilişkileri kesmeleri midelerinde baskı yapmalıdır.Bu şekilde dayanışma hareketi, İsrail’e yönelik uluslararası ve bölgesel desteği zayıflatarak Filistinlilerin ve bölgedeki halk sınıflarının özgürleşmesi için alan açabilir. 

Tempest: Suriye’deki isyancıların ilerleyişi, ilerici güçlerin devrimci mücadeleyi yeniden canlandırması ve hem rejime hem de İslami köktendinciliğe alternatif sağlaması için bir alan açabilir mi?

Joseph Daher: Bu soruya kesin cevaplar yok, bundan ziyade sorular var. Rejimin kovulduğu bölgelerde aşağıdan bir mücadele ve öz örgütlenme mümkün olacak mı? Sivil toplum örgütleri (NGO’lar olarak dar anlamda değil, Gramsci’nin anlamında devlet dışında popüler kitle oluşumları) ve demokratik ve ilerici politikalarla alternatif siyasi yapılar kendilerini kurup örgütlenebilecek mi? HTŞ ve SMO’nun güçlerinin genişlemesi, yerel düzeyde örgütlenme için bir alan açacak mı?Bunlar, bana göre açık yanıtları olmayan temel sorular. HTŞ ve SMO’nun geçmişteki politikalarına bakıldığında, demokratik bir alanın gelişmesine cesaret vermedikleri, tam tersine otoriter davrandıkları görülüyor. Bu tür güçlere güvenilmemelidir. Sadece demokratik ve ilerici talepler için mücadele eden halk sınıflarının öz örgütlenmesi, bu alanı yaratacak ve gerçek bir özgürleşme yolunu açacaktır. Bu, savaş yorgunluğundan baskıya, yoksulluktan toplumsal yer değiştirmelere kadar birçok engelin üstesinden gelinmesine bağlı olacaktır.Ana engel geçmişte, şimdi ve gelecekte otoriter aktörler olmuştur ve olacaktır: daha önce rejim, şimdi ise muhalefet güçlerinin büyük bir kısmı, özellikle HTŞ ve SMO. Onların yönetimi ve aralarındaki askeri çatışmalar, demokratik ve ilerici güçlerin geleceğini demokratik bir şekilde belirlemesi için alanı boğmuştur. Rejim kontrolünden kurtarılan alanlarda bile aşağıdan gelen demokratik ve ilerici direniş seferberliği henüz görmüş değiliz. Ve SMO’nun Kürt bölgelerini ele geçirdiği yerlerde, Kürtlerin haklarını ihlal etmiş, onları şiddetle bastırmış ve çok sayıda insanı zorla yerinden etmiştir.Gerçek şu ki, Suriye rejimine ve İslami köktendinci güçlere açıkça karşı çıkabilen bağımsız bir demokratik ve ilerici bloğun ciddi şekilde eksikliği var. Bu bloğun inşası zaman alacaktır. Otokrasiye, sömürüye ve her türlü baskıya karşı mücadeleleri birleştirmesi gerekecek. Demokrasi, eşitlik, Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkı ve kadınların özgürleşmesi taleplerini yükselterek ülkenin sömürülen ve ezilenleri arasında dayanışmayı inşa etmelidir.Bu tür talepleri ilerletmek için, ilerici blok, sendikalardan feminist örgütlere, (etnik-dini) topluluk örgütlerinden ulusal yapılara kadar halkçı örgütler inşa etmeli ve yeniden inşa etmelidir. Bu, toplumun bütünündeki demokratik ve ilerici aktörler arasında işbirliği gerektirecektir.Bununla birlikte, bir umut var. Başlangıçta temel dinamik askeri olup HTŞ ve SMO tarafından yönlendirilmiş olsa da, son birkaç gün içinde ülke genelinde büyüyen popüler gösteriler ve sokaklara çıkan insanlar gördük. Bu insanlar HTŞ, SMO veya diğer silahlı muhalefet gruplarının emirlerini takip etmiyor. Yukarıda belirtilen çelişkiler ve zorluklarla birlikte, Suriyelilerin aşağıdan sivil halk direnişini yeniden inşa etmeye ve alternatif iktidar yapıları oluşturmaya çalışmaları için bir alan var.Buna ek olarak, en önemli görevlerden biri, ülkenin merkezi etnik bölünmesi, yani Araplar ve Kürtler arasındaki bölünme ile başa çıkmaktır. İlerici güçler, bu bölünmeyi aşmak ve bu nüfuslar arasında dayanışmayı oluşturmak için Arap şovenizmine karşı net bir mücadele yürütmelidir. Bu sorun, 2011’deki Suriye devriminin başlangıcından beri bir meydan okumadır ve halkın gerçekten özgürleşmesi için ilerici bir şekilde ele alınması ve çözülmesi gerekmektedir.Suriye Devrimi’nin demokrasi, sosyal adalet ve eşitlik için olan orijinal hedeflerine dönmeye ve bunu Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkını savunan bir şekilde yapmaya yönelik çaresiz bir ihtiyaç vardır. Kürt PYD’si, yaptığı hatalar ve yönetim biçimi nedeniyle eleştirilebilir, ancak Kürtler ve Araplar arasında bu tür bir dayanışmanın önündeki ana engel değildir. Bu engel, başlangıçta Batı ve bölgesel ülkeler tarafından desteklenen ve Suriye Devrimi’ni ilk yıllarında yönlendirmeye çalışan, Arap ağırlıklı Suriye Ulusal Koalisyonu’ndan başlayarak, bugünkü HTŞ ve SMO gibi iki kilit askeri gücün şovenist politikaları olmuştur.Bu bağlamda, ilerici güçler, Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi dahil olmak üzere Suriyeli Araplar ve Kürtler arasında işbirliği peşinde koşmalıdır. Bu özerk yönetim projesi ve siyasi kurumları, Kürt nüfusunun büyük kesimlerini temsil etmektedir ve çeşitli yerel ve dış tehditlere karşı onları korumuştur.Bununla birlikte, bu yapının da hataları vardır ve eleştirilmeden desteklenmemelidir. PYD veKuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi, iktidarına meydan okuyan siyasi aktivistlere ve gruplara karşı güç ve baskı kullanmıştır. Ayrıca sivillerin insan haklarını ihlal ettiği durumlar da olmuştur. Yine de, özellikle kadınların toplumsal hayatta her seviyede daha fazla yer alması, laik yasaların kodifikasyonu ve dini ve etnik azınlıkların daha fazla dahil edilmesi konularında bazı önemli başarılar elde etmiştir. Ancak, sosyo-ekonomik meselelerde kapitalizmle bağlarını koparamamış ve halk sınıflarının şikayetlerini yeterince ele alamamıştır.PYD ve Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi’ne yönelik eleştiriler ne olursa olsun, ilerici güçler, onları “şeytan” ya da “ayrılıkçı” bir etno-milliyetçi proje olarak tanımlayan Arap şovenizmini reddetmeli ve karşı çıkmalıdır. Ancak bu tür bağnazlığı reddederken, bazı Batılı anarşistler ve solcuların yaptığı gibi, özerk yönetimi eleştirisiz bir şekilde romantikleştirip, onu aşağıdan yeni bir demokratik güç biçimi olarak yanlış tanıtmaktan da kaçınılmalıdır.Suriyeli Arap demokratlar ve ilericiler ile Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi ve ona bağlı kurumlar arasında halihazırda bir miktar işbirliği yapılmış ve bu işbirliği genişletilmelidir. Ancak her türlü işbirliğinde olduğu gibi, bu da eleştirisiz bir şekilde yapılmamalıdır.Herkese, Esad rejimi ve müttefiklerinin yüz binlerce sivilin kitlesel öldürülmesinden, büyük yıkımlardan, derinleşen yoksullaşmadan ve Suriye’deki mevcut durumdan birinci derecede sorumlu olduğunu hatırlatmak önemlidir. Ancak Suriye devriminin hedefi, HTŞ lideri el-Culani’nin CNN röportajında söylediğinin ötesine geçer. Amaç yalnızca bu rejimi devirmek değil, demokrasi, eşitlik ve ezilen gruplar için tam haklarla karakterize edilen bir toplum inşa etmektir. Aksi takdirde, bir kötülüğü bir başka kötülükle değiştiririz.

Tempest: Rejimin düşmesi bölge ve emperyal güçler üzerinde ne gibi etkiler yaratacak? Uluslararası sol bu durumda nasıl bir tutum almalı?

Joseph Daher: Rejimin düşmesinin ardından HTŞ lideri el-Culani, seçimlerin ardından tam yürütme yetkilerine sahip bir hükümete devredilene kadar Suriye devlet kurumlarının eski rejimin Başbakanı Muhammed Celali tarafından denetleneceğini belirtti ve düzenli bir geçiş sürecini güvence altına alma çabalarını sinyalini verdi. Suriye telekomünikasyon bakanı Eyad el-Hatib, telekomünikasyon ve internetin çalışmaya devam etmesini sağlamak için HTŞ’nin temsilcileriyle işbirliği yapmayı kabul etti.Bu, HTŞ’nin kontrollü bir güç geçişi gerçekleştirmek, yabancı korkuları yatıştırmak, bölgesel ve uluslararası güçlerle temas kurmak ve müzakere edilebilecek meşru bir güç olarak tanınmak istediğini açıkça gösteriyor. Bu tür bir normalleşmenin önündeki bir engel, HTŞ’nin hâlâ terör örgütü olarak tanımlanması ve Suriye’nin yaptırımlara tabi olmasıdır.Ülkede bir istikrarsızlık dönemi beklenmelidir. Örneğin, rejimin düşmesinin ertesi günü Şam’da sokaklarda bir miktar kaos görüldü; merkez bankası yağmalandı.Rejimin düşüşünün bölgesel ve emperyal güçler üzerinde ne gibi etkileri olacağını söylemek hâlâ zor. ABD ve Batı devletleri için ana hedef, kaosun bölgeye yayılmasını önlemek için zararı kontrol altına almaktır. Bölgesel devletler ise mevcut durumdan memnun değiller, çünkü son birkaç yılda rejimle bir normalleşme sürecine girmişlerdi. Türkiye’ye gelince, temel amacı, Suriye’deki gücünü ve etkisini pekiştirmek ve kuzeydoğudaki Kürt liderliğindeki özerk bölgeden kurtulmak olacaktır. Türk dışişleri bakanı, Pazar günü yaptığı açıklamada, Türk devletinin, IŞİD’in ve özellikle “PKK’nin” Şam rejiminin düşüşünden faydalanarak etkisini genişletmemesini sağlamak için Suriye’deki isyancılarla temas halinde olduğunu söyledi. Dikkate alınması gereken bir diğer etki ise İran’ın bölgesel etkisinin ve dolayısıyla Hizbullah’ın Lübnan’daki etkisinin zayıflamasıdır.Ancak farklı güçlerin ortak bir hedefi vardır: Suriye ve bölgede bir tür otoriter istikrar dayatmak. Bu elbette bölgesel ve emperyal güçler arasında bir birlik olduğu anlamına gelmez. Her birinin kendi, çoğu zaman birbirine zıt çıkarları vardır, ancak Orta Doğu ve Kuzey Afrika’nın istikrarsızlaşmasını, özellikle küresel kapitalizmin petrol akışını bozabilecek herhangi bir tür istikrarsızlığı istemezler.Uluslararası sol, rejimin kalıntılarıyla veya yerel, bölgesel ve uluslararası karşı-devrim güçlerine taraf olmamalıdır. Aksine, devrimcilerin siyasi pusulası, aşağıdan gelen halkçı ve ilerici mücadelelerle dayanışma ilkesi olmalıdır. Bu, ilerici ve kapsayıcı bir Suriye için örgütlenen ve mücadele eden grupları ve bireyleri desteklemek ve onları bölgedeki halk sınıflarıyla dayanışma içinde birleştirmek anlamına gelir.Suriye, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da böylesine değişken bir dönemde, romantizmin ve yenilginin ikiz tuzaklarından kaçınmalıyız. Bunun yerine, bölgedeki ve dünyadaki halk güçleri arasında eleştirel, ilerici ve uluslararası dayanışma stratejisi izlemeliyiz. Bu, özellikle bu karmaşık zamanlarda, solun kritik bir görevi ve sorumluluğudur.

 Kaynak: https://tempestmag.org/2024/12/understanding-the-rebellion-in-syria/Çeviri: İmdat Freni     

Tarihsel ve siyasal bir perspektiften 7 Ekim – Gilbert Achcar

Elimizdeki rakamlara göre 7 Ekim’de 36’sı çocuk, 71’i yabancı olan 767 sivil ile 376 asker ve güvenlik görevlisi olmak üzere çoğunluğu İsrailli 1.143 kişi öldürüldü, 250’ye yakın kişi de esir alındı. Aynı gün, İsrail kaynaklarına göre, saldırganlar arasındaki 1.600’den fazla savaşçı olay yerinde öldürüldü ve 200’e yakın kişi tutuklandı. Gazzeli kaynaklara göre 7 Ekim’den bu yana, tahminen %40’ı çocuk olmak üzere 35.000’e yakın Filistinli öldürüldü. Enkaz altında kaldığına inanılan 20.000 kadar kişinin de bunlara eklenmesi gerekiyor. Çoğu ağır, 78.000’e yakın yaralı var. Gazze’de yaşayan 2,4 milyon insanın büyük çoğunluğu yerlerinden edilmiş durumda ve tüm nüfusu, İsrail’in bölgeye giren yardım miktarını ciddi şekilde kısıtlaması nedeniyle giderek artan bir açlık çekiyor. Gazze’deki konutların çoğu, bu yüzyılın kesinlikle en yıkıcı ve muhtemelen nükleer silahlar haricinde yoğunluk (kapsam ve hızın birleşimi) açısından gelmiş geçmiş en yıkıcı bombardıman harekâtında yok edildi. Aslında Hiroşima’ya atılan atom bombası 15 kiloton TNT’lik bir patlamaya sahipken, İsrail silahlı kuvvetleri Gazze’nin 365 km karelik alanına bu tonajın yaklaşık beş katını atmış durumda. Tüm bu rakamların geçici olduğunu ve bu yazının kaleme alındığı sırada her geçen gün arttığını söylemeye gerek yok.

7 EKİM NEYİN DEVAMIYDI?

İsrail’in 7 Ekim saldırısına verdiği ilk tepki, bu saldırıyı sadece bir günde öldürülen en büyük İsrailli katliamı olarak nitelendirmekle kalmayıp, aynı zamanda “Holokost’tan bu yana Yahudilere yönelik en büyük katliam” olarak da tanımlamak oldu. Bunlar tartışmalı ve siyaseten manidar tanımlamalardır. Yine de ikinci tanımlama Batı ülkelerinde bir slogan haline geldi; örneğin Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron 7 Şubat 2024’te, o gün Gazze sınırı yakınlarında öldürülen 42 Fransız vatandaşı için düzenlenen törende 7 Ekim’i “yüzyılımızın en büyük antisemit katliamı” olarak nitelendirdi.

Yukarıda tasvir edilen korkunç bilançoyu göz önünde bulunduran herkes için, 7 Ekim saldırısı ile Nazilerin Yahudilere yönelik katliamı arasındaki örtülü analoji oldukça uygunsuz görünmelidir, çünkü her iki durumda da gerçek güç dengesini ve ezen ve ezilenlerin kimliğini tamamen göz ardı etmektedir. Antisemitizm ve Holokost üzerine çalışan birçok uzmanın ortaklaşa kaleme aldıkları “Holokost Hafızasının Kötüye Kullanımı Üzerine Açık Mektup”ta çok haklı olarak ifade ettikleri gibi:“Yahudi cemaatinde pek çok kişinin 7 Ekim’de yaşananları anlamaya çalışırken Holokost’u ve daha önceki pogromları hatırlaması anlaşılabilir bir durumdur; katliamlar ve sonrasında ortaya çıkan görüntüler, Yahudi tarihinin çok yakın geçmişinden kaynaklanan soykırımcı antisemitizme dair kökleşmiş kolektif hafızayı harekete geçirmiştir. Ancak Holokost’un hatırasına başvurmak, Yahudilerin bugün karşı karşıya kaldığı antisemitizmi anlamamızı engellemekte ve İsrail-Filistin’deki şiddetin nedenlerini tehlikeli bir şekilde yanlış yansıtmaktadır. Nazi soykırımı, küçük bir azınlığa saldıran bir devlet ve onun gönüllü sivil toplumunu içeriyordu ve daha sonra kıta çapında bir soykırıma dönüştü. Gerçekten de, İsrail-Filistin’de yaşanan krizin Nazizm ve Holokost ile karşılaştırılması, hele ki bu karşılaştırmalar siyasi liderler ve kamuoyunu yönlendirebilecek diğer kişilerden geliyorsa, entelektüel ve ahlaki bir hatadır.”

Hamas ile Naziler arasında ne tür benzerlikler tespit edilebilirse edilsin, Hamas ile İsrail’in aşırı sağcı Siyonist hükümeti arasında kesinlikle daha fazla benzerlik var. Likud, faşist bir soyağacına sahip bir parti. Kudüs’teki İbrani Üniversitesi Çağdaş Yahudilik Enstitüsü’nde profesör olan İsrailli Holokost tarihçisi Daniel Blatman’ın İsrail gazetesi Haaretz’de “neo-Nazi” olarak tanımlamaktan çekinmediği bakanları da kapsamaktadır.

7 EKİM’İN BAĞLAMI

BM Genel Sekreteri Antonio Guterres, 24 Ekim’de yaptığı açıklamada 7 Ekim’in “durduk yere ortaya çıkmadığı” gibi oldukça açık ve sabit bir gerçeği dile getirdiği için İsrail tarafından “terörizmi meşrulaştırmakla” suçlanırken, İsrail’in BM Büyükelçisi Guterres’in istifasını talep etti. 1967 sonrası işgale işaret eden Guterres, “Filistin halkı 56 yıldır boğucu bir işgale maruz tutuluyor. Topraklarının adım adım yerleşim yerleri tarafından ele geçirilmesine ve şiddete şahit oluyor. Ekonomileri yıkılmış, insanlar yerlerinden edilmiş ve evleri yerle bir edilmiş durumda. Siyasi çözüme olan inançları yok olmaya başladı.” Ayrıca şu yorumu yapmıştır: “Filistin halkının sıkıntıları Hamas’ın korkunç saldırılarını haklı gösteremez ve bu korkunç saldırılar Filistin halkının toplu olarak cezalandırılmasını haklı gösteremez.” Buna rağmen, Benjamin Netanyahu’nun siyasi rakibi ve İsrail’in 7 Ekim savaşı sonrası kabinesinin sözde “ılımlı” üyesi Benny Gantz bile, BM Genel Sekreteri’nin “teröre göz yumduğunu” belirterek, “terör savunucularının dünya adına konuşamayacağını” ekledi ve böylece İsrail’in elçisi tarafından ortaya konan talebi zımnen onayladı.

İsrailli yetkililerin bu tepkileri, modern zamanların yaygın ahlakı ve uluslararası hukuku başka bir halkın topraklarının işgalini kınadığından beri, modern zamanlardaki tüm işgalci güçlerin ortak gerçekliği inkâr etmelerinin bir başka örneğiydi. Aslında 7 Ekim sadece “durduk yere ortaya çıkmadı” aynı zamanda özellikle Gazze Şeridi’nde bir noktada şiddetin alevleneceği tamamen öngörülebilirdi. Aralık 2009’da, İsrail’in 2005’te askerlerini geri çekmesinin ve 2007’de Hamas’ın bölgeyi ele geçirmesinin ardından Gazze’ye uyguladığı ablukanın üzerinden iki yıl geçtikten ve İsrail’in bölgeye yönelik ilk büyük bombardımanından (2008-9) birkaç ay sonra Larry Derfner, The Jerusalem Post’ta İsrailli vatandaşlarına haklı sorular yöneltti: “Kendimize sormamız gereken soru şudur: Eğer birisi bize, bizim Gazze’deki insanlara davrandığımız gibi davransaydı, ne yapardık? Sorun, Gazze’deki yaşamı hayal edemiyor olmamız değil. Sorun, bu durumu hayal etmeye çalışmaktan kaçınmamız kararında olmamız. Eğer yaparsak, belki de orada durmayız. Belki de ülkemizin Gazze’yi terk ettiği durumda bizim durumumuzun nasıl olacağını hayal etmeye çalışırız. Ve er ya da geç, orada oldukları gibi bizim burada nasıl yaşadığımızı hayal etmeye çalışabiliriz. Ya da ne yapacağımızı değil, sadece düşüneceğimiz şeyi hayal etmek – insanlar hakkında, savaş bittikten sonra bile iyileşmeye başlamamıza izin vermeyen ve sınırlarımızı kuşatan, yalnızca hayatta kalmamızı sağlayacak kadar malzemeyi içeriye almasına izin veren ve kitlesel salgınları önlemek için yeterli miktarda malzeme sağlar.”

İşin aslı, Hamas’ı temel olarak antisemitizmden ve Nazilerle benzerlik göstermekten ibaret olarak sunmak, 1948’de Siyonistlerin Filistin topraklarını ele geçirmesini İkinci Dünya Savaşı’nın son savaşı olarak sunma stratejisinin, şu anda Arap-İsrail anlatı savaşının yoğun yeni bir bölümünün devamıdır. Bu strateji, Kudüs müftüsü Emin el-Hüseynî figürünün 1945 sonrası suistimal edilmesi ile başladı. Böylece, modern zamanların son kolonyal fethi, Nazizm’e karşı savaşın son cephesi olarak sunulabilir. Bu stratejik söylem, ataları doğrudan suçlu, suç ortağı veya seyirci olan ülkelerin vatandaşları ve Yahudi mültecilere ülkelerinin kapılarını kapatarak Avrupa Yahudilerinin Nazi soykırımına uğramasının suçunu taşıyan ülkelerde çok iyi işliyor. Ancak bu strateji, dünyanın çoğunluğunu oluşturan Küresel Güney’de aynı etkiyi göstermiyor. Onlar Filistinlileri Nazi emperyalizminin devamı olarak değil, uzun ve kanlı bir kolonyal tarihin kurbanlarından biri olarak algılıyorlar.

TARİHTEN KISSALAR

7 Ekim’in ardından, Afrika tarihi uzmanı Fransız dostum Michel Cahen, 1961 yılında Angola’da yaşanan olaylar ile Orta Doğu’da devam eden olaylar arasında çarpıcı bir benzerliğe dikkatimi çekti. 1961 yılında, Afrika kıtasında sömürgecilikten kurtulma yolunda büyük bir ilerleme kaydediliyordu. Angola’da ise komşu Kongo Cumhuriyeti’nin bir önceki yıl Belçika sömürge yönetiminden bağımsızlığını kazanmasının ardından durum farklıydı. Portekiz sömürge yetkilileri, Angolalı bağımsızlık yanlılarına yönelik baskılarını arttırmıştı. Bu durum, katı Portekiz sömürgeciliğine karşı duyulan öfkenin muazzam bir şekilde artmasına neden oldu. Afrika’nın geri kalan sömürge bölgelerinde, sömürgecilik karşıtı silahlı mücadeleler gelişiyordu. Angola da istisna değildi. Sömürgecilik karşıtı hareketlerden biri, lideri Holden Roberto olan Angola Halkları Birliği (UPA) idi. Bu birlik, daha sonra Angola Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLNA) adını alacaktı. 15 Mart 1961’de UPA militanları çok sayıda köylünün de katılımıyla Kongo sınırından kuzey Angola’ya geçti. Birkaçı tüfekli, çoğu palalı dört ila beş bin kişilik ayak takımı kitlesi saldırıya geçti ve yüzlerce beyaz sömürgeciyi erkek, kadın, bebek ve çocuk demeden ve diğer etnik kökenlerden ya da melezlerden oluşan çok daha fazla Angolalıyı tarif edilemez derecede korkunç şekillerde öldürdüler.

Portekiz’in aşırı sağcı diktatörü António de Oliveira Salazar hava kuvvetlerinin yoğun bir şekilde kullanıldığı büyük bir misilleme harekâtı başlattı. Birkaç ay içinde on binlerce siyah öldürüldü, çok sayıda köy yakıldı ve geniş bir coğrafya yerle bir edildi. Burada tarihsel bilginin iki öğesi daha devreye girmektedir. Birincisi, UPA/FLNA, Sovyet destekli Angola’nın Kurtuluşu için Halk Hareketi’nin (MPLA) CIA tarafından desteklenen rakibiydi. Aşırı sağcı Portekiz NATO’nun kurucu üyelerinden biriydi. Bu nedenle, Roberto’nun daha sonra İsveçli bir araştırmacıya açıkladığı gibi: “NATO ve Portekiz ile ilişkiler nedeniyle Batılı ülkelerden yardım alamıyorduk. Hiçbir desteğimiz yoktu. Güvenebileceğimiz küçük destek ise Tunus gibi Afrika ve Arap ülkelerinden geliyordu. Ve bizim için çok önemli olan İsrail’den. İsrail hükümeti o dönemde bize yardım etti.” İkinci olarak, Roberto’yu silahlı mücadeleye teşvik eden Frantz Fanon 1961 tarihli ünlü kitabı Yeryüzünün Lanetlileri’nde “Kendiliğindenliğin Büyüklüğü ve Zayıflığı” başlıklı bölümünde Angola olaylarını şu ifadelerle yorumlamıştır: “Hatırlıyoruz; 15 Mart 1961’de Angola köylüleri iki üç binerlik gruplar halinde Portekiz mevzilerine saldırdı. Köyler ve havalimanları kuşatıldı ve sayısız saldırı yaşandı, ama binlerce Angolalı sömürgecinin makineli tüfekleriyle tarandı. Angola ayaklanmasının liderleri, ülkelerini gerçekten kurtarmak istiyorlarsa farklı taktikler benimsemeleri gerektiğini çok geçmeden kavradılar. Bu yüzden Angola lideri Roberto Holden, öteki kur­tuluş savaşları modelini ve gerilla savaşı tekniklerini kullanarak Angola Ulusal Ordusu’nu yakım zamanlarda yeniden organize etti.”

SONUÇ OLARAK

Bu iki tarihsel kesitten hangisi Hamas önderliğindeki 7 Ekim ve ardından İsrail hükümeti tarafından gerçekleştirilen saldırıya daha çok benzemektedir. Nazi önderliğindeki Yahudi karşıtı saldırı ve ardından aynı Naziler tarafından gerçekleştirilen Avrupalı Yahudilerin yok edilmesi mi? Yoksa UPA önderliğindeki Portekiz karşıtı saldırı ve ardından ABD’nin suç ortaklığıyla Portekiz aşırı sağ hükümeti tarafından gerçekleştirilen saldırı mı? UPA önderliğindeki 15 Mart Angolalıları öncelikle beyaz karşıtı ırkçılıkla mı yoksa Portekiz’in sömürgeci baskısına duydukları nefretle mi motive olmuşlardı? Aynı şekilde, 7 Ekim’de Hamas liderliğindeki Filistinliler öncelikle antisemitizmden mi yoksa İsrail’in sömürgeci baskısına duydukları nefretten mi kaynaklanıyordu? Bu soruların cevapları, Filistin, Arap ya da Müslüman karşıtı ırkçılık ve beyazlaştırılmış İsraillilere duyulan “narsist şefkat” ile körleşmemiş herkes için apaçık olmalıdır.

çeviren: Kıvanç Eliaçık

kaynak: https://www.birgun.net/makale/tarihsel-ve-siyasal-bir-perspektiften-7-ekim-548382

1970’li yıllarda karanfiller ülkesinde yaşayan genç bir enternasyonalist: Christian Tresso

 Kişisel ve politik nedenlerle 1974-75 yıllarını devrimci Portekiz’de geçiren bir militanın anılarını yayınlıyoruz.  

***

Devrimci bir militan olmak 68 Mayıs-Haziran barikatlarına katılacak yaşta olmayan gençlerin henüz ergenlik çağındayken devrimci mücadeleye katılmaya karar vermesi alışılmadık bir durum değildi. Bu nedenle benim durumum istisnai bir durum değildi. Bir anarşist sempatizanı olarak CRS’den (çevik kuvvet ç.) “FNL kazanacak! » (Vietnam Ulusal Kurtuluş Cephesi) ve “Vietnam’da Barış!” değil » Kasım 1969’da Vietnam halkının mücadelesiyle dayanışma amacıyla yasaklanan bir gösteri sırasında ilk cop darbelerimi almıştım. 1970 yılında Ligue Communiste’e katılmaya karar verdiğimde 15 yaşındaydım. Aktivizmim, B52’lerin attığı bombaların altında ezilen Çinhindi halklarının kahramanca direnişiyle, Latin Amerika’daki cesur mücadelelerle, dayanılmaz Pompidou düzenine karşı mücadeleyle beslendi. 1973 yılı, orduya katılmanın ertelenmesini ortadan kaldıran Debré Yasasına karşı muazzam lise seferberliklerinin yılıydı (22 Mart 1973’te Paris’te 200.000 gösterici ve 2 Nisan’da 200.000’i Paris’te olmak üzere 236 şehirde 500.000’den fazla genç yürüdü).  İşte o yıl lisans eğitimimin ardından sosyoloji ve siyaset bilimi eğitimime yaşadığım taşra kasabasında devam etmeye karar verdim.

Ancak 1973 yılı aynı zamanda Şili’de yaşanan korkunç trajedinin ve Halkın Birliği umutlarının kanlı bir şekilde yıkıldığı yıldı. Hayatın tesadüfleri  beni, partnerim olan Portekizli genç bir kadın da dahil olmak üzere diğer öğrencilerle birlikte bir evde  yaşamaya zorladı. Anti-faşist muhalefette yer alan bir avukatın kızıydı. 1964’teki Brezilya askeri darbesinin sonuçlarından kaçmak için ailesiyle birlikte 1959’dan beri Brezilya’da, 1965’ten beri de Cezayir’de yaşıyordu. Çoğu zaman hayal bile edemediğimiz bir şekilde Portekiz’e bir geziden konuşuyorduk.. Diktatörlük 48 yıldır yürürlükteydi. Ancak 16 Mart 1974’te ordu birlikleri Lizbon’a doğru ilerledi. Başarısız olurlar ve 200 asker tutuklanır. Bu, rejimin zayıflığının çok açık bir göstergesiydi… Bir buçuk ay sonra, 25 Nisan’da Silahlı Kuvvetler Hareketi askerleri, Avrupa topraklarındaki en eski diktatörlüğe son verdi. Birkaç gün sonra Lizbon’daydık ve partnerimin babası Manuel Sertório ile tanıştık; bu anti-faşist savaşçı, büyük bir dürüstlüğe ve örnek teşkil edecek bir inanç gücüne sahipti ve beni dostluğuyla onurlandırmıştı.  

Bedeli ağır bir şekilde kazanılmış özgürlüğün esintisi

2024’te, Lizbon’un 50 yıl önceki atmosferini anlatmak oldukça zor! Karanfillerle süslenmiş tüfeklerini sallayan askerlerin görüntüleri, yüzbinlerce insanın gösterilerde sevinç duyması. Şili trajedisinden yedi ay sonra büyük bir kalabalığın sosyalizm ve özgürlük çağrısıyla büyük bir sevinçle yürüdüğünü unutmamalıyız. Baskı güçlerinin ortadan kalkması karşısında duyulan inanılmaz özgürlük hissi. Artık polis yok, ceza da yok. Devrim dönemlerinde zihniyetlerin değişme hızı etkileyicidir. Bu heyecan verici ortamda, 1974 yılının Temmuz ayının başında gerzçekleştirdiğimiz, bu devrimci sürece katılmak için Lizbon’a gelip yerleşmeye karar verdik. Bu güzel şehir bayramdaydı. Baskı, korku, keyfilik ve neredeyse yarım asırlık dayanılmaz diktatörlük artık geride kalmıştı. Her yerde siyasi tartışmalar, meydanlarda konuşmalar, her şeyin çok hızlı gerçekleştiği izlenimi veriyordu. 1961’den bu yana süren sömürge savaşlarına bir son verilmesini hayal etmek nihayet mümkün oldu. Sansürün olmadığı, sendikaların, partilerin, gazetelerin inşasını öngören uğursuz siyasi polis PIDE’nin işkencecilerinin olmadığı bir gelecek hayal ediliyordu. Mantık bana IV. Enternasyonal’in Portekiz bölümü olan LCI’ya (Liga Comunista Internacionalista) katılmamı emretti.

Aralık 1973’te kurulmuş küçük bir organizasyondu. En tanınmış kişisi doktor João Cabral Fernandes’ti (1946 -). Tanınmış bir entelektüel olacak genç Francisco Louça’nın (1956-) canlı zekasından ve karizmasından çok etkilendim. “Tarih boynumuzu ısırıyordu” ve hiçbir şey iyimserliğimizi azaltacak gibi görünmüyordu. Polis ve jandarma görünmezdi ve silahlı askerlerin halkla dostluk kurması heyecan vericiydi. Sokaktaki sürekli tartışmaların görüntüsü rahatlatıcı olsa da, MRPP’nin (Proletarya Partisinin Yeniden Örgütlenmesi Hareketi) Maoistlerinin inanılmaz propaganda kapasitesinin hemen ilgimi çektiğini itiraf etmeliyim. PCP’yi (sosyal faşizm) ve Sovyetler Birliği’ni (sosyal emperyalizm) ana düşmanlar olarak suçlayan çok renkli posterlerin ve şehrin her yerindeki büyük boy afişlerin (sadece Lizbon’u tanıyordum) sefahati, bu örgütün önemli mali kaynaklara sahip olduğu anlamına geliyordu. Küçük LCI büyük bir tesis edinmeyi başarmıştı! Aşırı sol örgütler, sürgüne gitmekte acele eden diktatörlük sempatizanlarının terk ettiği evleri ve binaları “kamulaştırdı”. Şehir merkezinde, Rua de Palma 268 numarada bulunan, iki palmiye ağacıyla çevrili, dört katlı güzel bir evdi. Sahibinin, 1936’da kurulan faşist bir örgüt olan Portekiz Lejyonunun bir üyesi olduğu ve kaçtığı yönünde söylentiler vardı. Portekiz Lejyonu, Estado Novo‘nun ideolojisine göre amacı “manevi mirası savunmak” ve “komünist ve anarşist tehdide karşı savaşmak” olan, İçişleri ve Savaş Bakanlıklarının yetkisi altındaki bir milis gücüydü. İkinci Dünya Savaşı sırasında Portekiz Lejyonu, Hitler’in Avrupa hakkındaki fikirlerini açıkça savunan tek Portekiz örgütüydü. Aktivistlerin yardımıyla örgütün yeni genel merkezi, broşür basımına ayrılmış bir odayla yeniden düzenlendi.  

Dünyanın merkezi Lizbon

1974-75 yılında üniversiteye kayıt yaptıramayacağımızı çok çabuk anladık. Devrimin hızla zafere ulaşacağına ve zaferden önce ve sonra çok meşgul olacağımıza inandığımız için çok fazla hayal kırıklığına uğramadık! Sorun açıkça militan faaliyete ek olarak bir miktar kazanç getiren faaliyete sahip olma konusunda ortaya çıktı. Bu yüzden Agence France Presse’e iş için başvurdum (hiçbir vasfım olmadığı göz önüne alındığında, bu çok mütevazı olabilirdi). Yine de şehri iyi bildiğim ve Portekizce’yi akıcı konuştuğum için çok iyi karşılandım. Lizbon, her milletten çok sayıda gazetecinin varış noktası haline gelmişti ve AFP, gelen Fransızca konuşan gazetecilere yardım etmek zorundaydı. İşte bu şekilde o zamanlar var olmayan bir terim olan “mihmandar” oldum. Prosedür çok basitti. AFP gerektiğinde beni aradı ve ben de yeni gelen bir gazeteciye eşlik etmek zorunda kaldım. Bana, günü birlikte geçirdiğim ve yemek yediğim gazeteciden para ödeniyordu. O dönemde tanıştığım tüm gazeteciler ideal bir konuma sahip kaliteli bir otel olan Hotel Mundial’de kalıyordu. Gazeteci, diplomat ya da siyasi lider iseniz olmanız gereken yer burasıydı. Büyük saflığımla Mundial Oteli ile Saygon’daki Continental Oteli’ni karşılaştırmadan edemedim! (Vietnamlı devrimciler, benim 30 Nisan 1975’te sevinçle kutlayacağım zaferlerini henüz elde etmemişlerdi…). Açıkçası “mihmandar” olacağım karakterleri seçecek halim yoktu. Yarım asır sonra anılarım elbette silikleşti… Yine de Le Monde’un özel muhabiri ve Ligue communiste liderlerinden Gérard Filoche’nin arkadaşı Dominique Pouchin ve ayrıca özgeçmişinde 1951’de faşist süreli yayın Rivarol ile işbirliğini içeren yazar Gérard de Villiers gibi birbirine çok zıt isimleri hatırlıyorum. Cezayir Savaşı sırasında subay ve ardından kıdemli muhabir olarak görev yaptıktan sonra, ırkçı, kadın düşmanı ve faşist düzyazısını damıtmayı başardığı SAS romanlarının başarılı yazarı oldu. Hotel Mundial, İtalyan Komünist Partisi muhalifi Rossana Rossanda, Corriere della Sera’dan gazeteci Bernardo Valli ve aynı zamanda arkadaş olduğum Jean-Marie Simonet gibi fotoğrafçılarla da tanışma fırsatı bulduğum yerdi. Her halükarda, Portekiz’deki küçük bir Troçkist örgütte tabandan aktivist olan, üniversite eğitimi almamış 19 yaşındaki genç bir adamın kendisini bu yerde ve bu insanlara bulması çok ironikti. Portekiz devriminin etkisi dünya çapındaydı. Bu sürecin sempatizanları, ordunun bir kısmının işçi hareketinin yanında yer alması nedeniyle olağan kuralların dışında kalan bu seferberliği ve bu radikalleşmeyi gözlemlemek için Lizbon’da bir araya geldi. Açıkçası tüm uluslararası siyasi örgütler bu olguyu anlamak istiyordu. Heyetler gelmeye devam ediyordu. Dolayısıyla ben aynı zamanda bu geziye katılan Dördüncü Enternasyonal’in liderlerinin “mihmandarı” olacaktım.

25 Mayıs 1974’te, Ernest Mandel’in konuştuğu aşırı solun birleşik mitingine 2.500 coşkulu katılımcı katıldı. Konuşmasının tamamı Lizbon’un demokratik basında yayınlandı. Bu vesileyle Pierre Franck, Alain Krivine, Ernest Mandel, Daniel Bensaïd gibi liderlerle vakit geçirip konuşma fırsatı buldum. Pierre Franck’ın bana Fransa’daki faşistlerin zayıflığını Kurtuluş’un gücüyle açıkladığını veya Bensaïd’in bana devrimci bir örgütün gazetecilere ve avukatlara karşı dikkatli olması ve yönetim pozisyonlarına erişimlerini engellemesi gerektiğini söylediği çok dostane, gayri resmi sohbetleri hatırlıyorum. Bu görüşmeler sırasında beni etkileyen şey, bu liderlerin sempatisi, kibirden yoksun olmaları, yardımseverlikleri, muhataplarına bu kadar rahat hitap etmeleriydi. Bu ilişkilerin o zamanın en sol kanadında ne kadar istisnai olduğunu bugün daha iyi anlıyorum; O zamandan beri bana Nahuel Moreno ya da Pierre Lambert gibi karakterlerin kırılgan ve otoriter karakterini anlatan yoldaşlarla sohbet etme fırsatım oldu. Dördüncü Enternasyonal, Charles Michaloux’yu kalıcı olarak Lizbon’a göndermeye karar verdi. Onun kaldığı süre boyunca gazetecilerle olan faaliyetlerim dışında zamanımın çoğunu onunla toplantılarda, seferberliklerde, çevirilerde vb. çalışarak geçirdim.  

Devrim büyüyor ve kutuplaşıyor

11 Mart 1975’te örgüt binasına doğru gidiyordum ki, gökyüzünde savaş uçakları gördüm ve çok hızlı bir şekilde herkes darbeden bahsediyordu. Bir darbenin güpegündüz başlamasına duyduğum şaşkınlığı hatırlıyorum(!) ama hemen Paris’teki “Rouge” gazetesine telefon ettim. Radikalleşmenin arttığı, işçi denetiminin arttığı bir dönemde bu girişime tepki gösterilmesini de tuhaf buldum. 12 Mart itibarıyla Ulusal Kurtuluş Cuntası ve Danıştay’ın yerine Devrim Konseyi kuruldu. Hükümet, geniş bir kamulaştırma programı da dahil olmak üzere açık bir şekilde sola yöneldi. Yüzde 91,7 gibi rekor bir katılım oranıyla 25 Nisan’da yapılan Kurucu Meclis seçimlerinde oyların yüzde 37,9’u PS’ye, yüzde 26,4’ü PPD’ye (sağ parti, mevcut PSD), yüzde 12,5’i PCP’ye verildi. . República gazetesi olayı işte bu bağlamda patlak verdi. 19 Mayıs 1975’te, gazetenin işçileri ve matbaacıları genel merkezi işgal ettiler ve gazetenin PS’den farklı görüşleri sansürlediğini öne sürerek, gazetenin müdürü Raul Rego’nun yanı sıra çoğu sosyalist olan gazetecilerin büyükkısmını görevden aldılar. Portekiz PS’sinin lideri Mário Soares bu olayı kınadı ve PCP’yi Basın Özgürlüğü Yasasına veya siyasi çoğulculuğa saygı göstermemekle suçladı. Aynı akşam sosyalistler tarafından gazete binası önünde büyük bir gösteri düzenlendi. Askeri güçler binayı boşaltıp mühürledi. Mário Soares, işi François Mitterrand’ın desteğini aldığı Fransa’ya ihraç etti. Göstericilerle çevrili República genel merkezi önünde yaptığım gezilerden birinde, tarif edilemez Gérard de Villiers’e eşlik ederken, fotoğrafçı Jean-Marie Simonet’yi buldum. Diyalogumuz bir göstericiyle bir yanlış anlaşılmaya yol açtı ve bu durum, orada bulunan üç Fransız’ı sevinçle linç etmeye hazırlanan kalabalığın içinde bir hareketlenmeyle sonuçlandı. Gérard de Villiers’in kiraladığı Austin Cooper’da düzeni sağlayan askerlerin (coşkusuz) koruması altında kaçırıldık. Arabanın tavanına yağan yumruk yağmuru altında, korkudan çürümüş, korkusuz ve vicdansız kahramanının şerefine casus romanları yazan ürkek yazara baktım. Bunun coşkulu bir vizyon olduğunu kabul ediyorum. 19 yaşındayken insan ciddi olamıyor! República olayının ve siyasi olayların değişmesinin ardından, Portekiz Sosyalist Partisi ülkedeki büyük gösterilerin kökenindeydi. 1975 yazına, özellikle Portekiz’in kuzeyinde güçlü gerilimler damgasını vurdu. Bu dönem “Verão Quente” (“sıcak yaz”) olarak tanımlanacak.

Daha sonra ülkede bir anti-komünist şiddet dalgası patlak verdi. Portekiz Komünist Partisi’nin Rio Maior kasabasındaki genel merkezi 13 Temmuz’da arandı ve yakıldı. Takip eden haftalarda birçok Parti merkezi yıkıldı. 1975 yazı, Portekiz devrim sürecinin en çalkantılı ve şiddetli dönemlerinden birine işaret ediyordu. Öte yandan fabrika, ev ve büyük tarımsal mülklerdeki işgaller yoğunlaştı. Ülke, köylülerin toprak sahiplerine karşı mücadele ettiği Güney, Alentejo ile geleneksel elitlerin ve Katolik Kilisesi’nin derinden etkilediği, devrime karşı duran küçük çiftçilerin yaşadığı Kuzey arasında açıkça ikiye bölünmüştü. Dominique Pouchin’e Portekiz’in kuzeyine kadar eşlik ettim ve gericiliğin gücünden, kararlılığından, Kilise’nin yoksul ama şiddetle anti-komünist olan köylüler üzerindeki nüfuzundan etkilendim. Sosyalist Parti, Komünist Parti ile karşı karşıya geldiğinde, piskoposluk ve diğer gerici güçlerle ittifak kurmaktan çekinmiyordu. Lizbon’a geldiğimden beri Manuel Sertório ile siyasi sohbetlerim günlüktü. Tüm siyasi veya diplomatik görev tekliflerini reddetmişti. Bordigist tezlerden güçlü bir şekilde etkilenmişti ancak Troçkistlerle tartışmayı kabul etti. Ayrıca, özellikle proleter devrimin zafer olasılığı konusunda pek iyimser olmadığı için, bizim “notumuzun düşmesinden” ve üniversite eğitimimizin olmamasından da çok endişeliydi. İşte bu bağlamda Ağustos 1975’te Fransa’ya dönmeye karar verdik. Üç ay sonra, 25 Kasım’da bir darbe, 25 Nisan’da açılan umutların ölüm çanını çaldı.  

Çeviri: İmdat Freni

Kaynak: https://www.contretemps.eu/temoignage-jeune-internationaliste-portugal-revolution/

Şili’den Nikaragua’ya, 21. yüzyılın devriminin yollarını keşfetmek – Daniel Bensaïd ve Stathis Kouvélakis

Okurlarımıza Daniel Bensaid ile 2007-2008 yıllarında yapılan bir söyleşinin transkriptini ve ardından aynı yazarın Şili’deki Halk Birliği deneyimine (1970-1973) ve sosyalizme kurumsal ve aşamalı bir yoldan ulaşma girişimini sona erdiren darbeye odaklanan bir metnini sunuyoruz. Yazı boyunca Daniel Bensaid, 21. yüzyılda herhangi bir sosyalist devrimin karşı karşıya olduğu bazı önemli stratejik soruları ele alıyor. Bu iki metinden önce Stathis Kouvélakis’in bir giriş yazısı yer alıyor. 

Daniel Bensaïd 2007 ve 2008 yılları arasında Fréquence Paris Plurielle radyosunda bir düzine röportaj verdi. Bu söyleşiler, işçi hareketinden simalarla ya da “kısa yirminci yüzyıl”daki kilit olaylarla ilişkilendirilen 12 tarih etrafında düzenlenmiştir: Ekim Devrimi, İspanya İç Savaşı, İkinci Dünya Savaşı, sömürgecilik karşıtı mücadeleler, Küba 1959, Lumumba suikastı, Mayıs 1968, Şili 1973, Mayıs 1981, Berlin Duvarı’nın yıkılışı, vb. çevrimiçi mevcut ses formatında. Deşifre edilmiş bir versiyonu 2020 yılında Editions du Croquant tarafından Fragments radiophoniques başlığı altında yayımlanmıştır. 20. yüzyılı sorgulamak için 12 röportaj .

Bu, 20. yüzyılın ikinci yarısında Latin Amerika’daki devrimci döngünün sonunu belirleyen Şili ve Nikaragua devrim deneyimlerine ayrılmış röportajın transkriptidir. Bunu, Daniel Bensaïd’in Şili’nin yenilgisini “gerçekçi” bir şekilde yorumlayan ve uzlaşma yolunda daha da ileri gidilmesinin daha iyi olacağını savunan solcularla polemiğe girdiği, 11 Eylül 1973 darbesinin otuzuncu yıldönümü vesilesiyle yazılmış daha önceki bir makale takip ediyor. Dahası aynı kişiler, trajik sonuçtan kısmen de olsa Şili solunun en radikal kesimlerini, özellikle de MIR’i sorumlu tutmaktan çekinmiyorlar. Basit bir tarihsel tartışma olmaktan uzak olan bu değerlendirmeler, Bensaïd’in de işaret ettiği gibi, nihayetinde yazarlarının 2000’li yıllarda Latin Amerika ve Avrupa’daki merkez sol (veya ılımlı sol) hükümetler tarafından izlenen sosyal-liberal politikalara verdikleri desteği haklı çıkarmayı amaçlamaktadır.

Daniel Bensaïd’in bu iki metninin karşılaştırmalı bir okuması, kendi ilgi alanlarının yanı sıra, yazarın kaygılarının merkezinde yer alan devrimci strateji sorunlarına ilişkin düşüncelerinde bir evrim olduğunu göstermesi bakımından daha da ufuk açıcıdır. Bu evrim, Latin Amerika ve Avrupa’daki konjonktürle ve radikal sol örgütlerde ve kendi siyasi akımında meydana gelen yeniden yapılanmalarla yakından bağlantılıdır. Dağılma sürecindeki bir devlet otoritesinin yerini sovyetlerin aldığı Rus Devrimi’nin klasik şemasından esinlenen “ikili iktidar” ve silahlı kuvvetlerden gelen karşı-devrimci girişimlere verilen yanıt türüyle başlayalım. İlk metinde Bensaïd, düşmana taviz verme mantığının acı verici başarısızlığının altını çizdikten sonra, geriye dönüp baktığında “stratejik hatanın tankazoya (Haziran 1973’teki başarısız darbe) ayaklanmacı, toplumsal ve silahlı bir karşı saldırıyla yanıt vermeye çalışmamak olduğunu” düşünen MIR lideri Andrès Pascal’ın tutumunu onaylayarak aktarıyor. 

Bu pozisyon, Kerenski’nin geçici hükümetini devirmeye çalışan Çarlık generali Kornilov’a yapılan atfın da gösterdiği gibi (ayrıca alıntı yapılmıştır), Ekim 1917 tipi bir durumu da yansıtmaktadır. Aslında devrimci süreci yeniden başlatan ve Ekim taarruzunun yolunu açan, bu darbe girişimine karşı halkın verdiği muzaffer tepkiydi. Bu açıdan bakıldığında Daniel Bensaïd, Halk Birliği Şili’sinde “sanayi kordonlarının ve komandoların merkezileştirilmesi ile Conception Halk Meclisi gibi geniş demokratik deneyimlerden” doğabilecek ve doğru strateji uygulandığında daha önce bahsedilen “ayaklanmacı ve silahlı karşı saldırıyı” başlatmaya hizmet edebilecek bir “ikili iktidar” sorununu da açık bırakmaktadır. 2007 yılındaki mülakatta soru kısmen yeni terimlerle sunulmuştur. “İster Haziran’da ister Eylül’de olsun, darbeye genel grevle, ordunun silahsızlandırılmasıyla, fiilen ayaklanmayla yanıt vermek için başka bir senaryodan” söz etti. Ancak bu kez Allende esas olarak darbe başlar başlamaz genel grev gibi daha aktif direniş biçimleri için çağrıda bulunmadığı için eleştiriliyordu. Bensaïd ayrıca böyle bir sivil direniş biçiminin bile “belki de mümkün olmadığını” ve “askeri olarak hazırlıklı olması gereken MIR gibi bir örgütün bile darbe tarafından gafil avlandığını” kabul etmektedir. 

Gerçekte bu değişim, sandıkla seçilen ancak Halk Birliği gibi toplumsal dönüşümün yolunu açan bir değişim programını uygulamayı öneren sol hükümetlerin kurulması sorunuyla ilgili olan bir başka değişimle bağlantılıdır. 2007 tarihli metinde, Daniel Bensaïd’in, Allende’nin görev süresine damgasını vuran egemen sınıflara verdiği tavizlere rağmen onu “reformist” olarak nitelendirmekteki isteksizliğine dikkat çekiyoruz. Ayrıca, 1973 Haziran’ındaki başarısız darbe (tankazo) ile devrimci süreci savunmak ve yeniden başlatmak için son şans olan 11 Eylül’deki başarılı darbe arasındaki belirleyici dönemde MIR’in Halk Birliği hükümetine katılımının hangi koşullar altında öngörülebileceğini de tartışıyoruz. Bu mülakatla aynı zamandaki bir metinde “birleşik cephe” ve “işçi hükümeti” tartışmalarından yola çıkan Bensaïd, iktidara erişim stratejileri ve bunlara karşılık gelen demokrasi biçimleri sorununa daha sistematik bir şekilde geri döndü.[1]. “Yüz yılı aşkın bir parlamenter geleneğe sahip olan ve genel oy ilkesinin sağlam bir şekilde yerleştiği ülkelerde, devrimci bir sürecin “aşağıdan sosyalizme” üstünlük sağlayan, ancak temsili biçimlere müdahale eden bir meşruiyet transferinden başka bir şey olarak düşünülemeyeceği oldukça açıktır” diye yazmaktadır. Ayrıca “pratikte, örneğin Nikaragua devriminde bu noktada evrim geçirdiğimizi” de kabul etmektedir.

Devrimci örgütlerin “geçiş dönemi perspektifinde bir hükümet koalisyonuna” katılımı sorununu, son deneyimler (Fransa, Latin Amerika) ve özellikle Brezilya örneği ışığında yeniden okuyarak bu konumdan inceliyor. Brezilya’da Lula’nın 2002’deki zaferinin ardından, IV. Enternasyonal’e bağlı olan ve İşçi Partisi içinde önemli mevkilerde bulunan Demokrasi ve Sosyalizm akımı (DS) hükümette yer almaya karar verdi ve özellikle Tarım Bakanlığı görevini elde etti. Bu karar, Lula’nın neo-liberal çerçeveye duyduğu saygıyla birleşince DS’de bir bölünmeye ve bazı lider ve aktivistlerinin PSOL’e (2004 yılında Brezilya radikal solunun diğer akımlarıyla birlikte kuruldu) geçmesine yol açtı. 

Gramsci’nin kategorisini kullanırsak, “Batı’da” iktidara giden yolu belirleyen tartışmaları, yani 1917 Rusya’sından niteliksel olarak farklı bir bağlamı ele alan Daniel Bensaïd, “sol güçlerin koalisyon hükümetine” katılım için “farklı şekillerde bir araya getirilmiş üç kriter” ortaya koydu: “a) bu tür bir katılım sorununun, durumun soğuk olduğu zamanlarda değil kriz durumlarında ya da en azından toplumsal seferberlikte önemli bir artış olduğunda ortaya çıkması; b) söz konusu hükümetin kurulu düzenden kopma sürecini başlatmaya kararlı olması (örneğin – Zinovyev’in [Komünist Enternasyonal’in 1923-1924 “birleşik cephe” tartışmaları sırasında] talep ettiği silahlanmadan daha mütevazı bir şekilde – radikal tarım reformu, özel mülkiyet alanına “despotik saldırılar”, vergi ayrıcalıklarının kaldırılması, Fransa’daki Ve Cumhuriyeti’nin kurumlarından, Avrupa anlaşmalarından, askeri paktlardan vb. kopma);  c) son olarak, güç dengesinin devrimcilere, taahhütlerin yerine getirileceğini garanti edemeseler bile, en azından bu taahhütleri yerine getirmeyenlere tüm bedeli ödetme imkanı vermesi gerekir.” Bu kriterlere dayanarak “[DS’nin çoğunluğunun] Lula hükümetine katılımının hatalı göründüğü” sonucuna vardı. Bununla birlikte, “ülkenin tarihini, sosyal yapısını ve PT’nin oluşumunu dikkate alarak, bu katılımla ilgili çekincelerimizi sözlü olarak ifade ederken ve yoldaşları tehlikelerine karşı uyarırken, bunu bir ilke sorunu haline getirmedik, ‘uzaktan’ ders vermek yerine yoldaşlarla birlikte sonuçlar çıkarmak için deneyime eşlik etmeyi tercih ettik” diye ekledi. Daniel Bensaïd’in bu önemli stratejik sorular üzerine düşünecek zamanı olmadı. Yine de bu geç dönem metinleri, onun düşüncesinin açıklığına ve çağımıza damgasını vuran devrimci hareketlerin deneyimlerini yeni yollarla sorgulama yeteneğine değerli bir tanıklıktır.  

Stathis Kouvélakis

 
11 Eylül 1973’te Şili ordusu, Salvador Allende hükümetinin üç yıllık kısa reformist deneyimine kanlı bir son verdi. Augusto Pinochet, Bolivya’da başlatılan yeni bir kanlı baskı ve acımasız ekonomik liberalizm döngüsünü sürdürdü.[2]. Onu kısa süre sonra Güney Amerika’daki diğer diktatörlükler takip etti. 1979 yılında, farklı bir bağlamda, Sandinistalar küçük Nikaragua’da iktidarı ele geçirerek küçük bir umut getirdiler. On yıl sonra, 1990’da, Amerikan ablukası altında bunalmış bir halde, seçimlerde iktidara geri verdiler. Güney Amerika’nın her yerinde etkin olan ABD’nin arka bahçesindeki halkların başlarını kaldırmalarına izin vermeye niyeti yoktur. Bir yanda Salvador Allende’nin Kongre tarafından seçilmesi, diğer yanda Sandinistaların silah zoruyla iktidarı ele geçirmesi gibi çok farklı bağlamlarda yaşanan Şili ve Nikaragua deneyimleri, iktidar ve her şeyden önce iktidarın nasıl, kiminle ve neden elde tutulacağı sorusunu gündeme getirmektedir.  İkincil bir soru olarak, bu süreçlerde yerli halklara ya da asimile edilmiş halklara verilen yer, daha doğrusu verilmeyen yer hakkında da bir soru eklemek istiyorum.

Belki de 11 Eylül’ün, 2001’dekinin değil 1973’tekinin, her şeyden önce duygusal bir şok olduğunu hatırlayarak başlamalıyız. Başkanlık sarayı La Moneda’nın merkezinden radyoya gelen haberlere ve ardından yavaş yavaş gelen darbenin başarılı olduğuna dair açıklamalara kulak kesilmiştik. İlk başta başarılı olamayacağını umduk, çünkü [Tankazo’dan] üç ay önce Haziran ayında başka bir darbe başarısız olmuştu, ardından Allende’nin ölümü geldi ve bu böyle devam etti.  

1965’te Endonezya Komünist Partisi’nin ya da daha sonra Sudan Komünist Partisi’nin ezildiği katliamın farklı ölçekte bir benzeri yokken böylesi bir duygusal şoku nasıl açıklıyorsunuz?

Sanırım öyle, çünkü Avrupa ve Latin Amerika’da Şili’de olanlarla çok güçlü bir özdeşleşme vardı. Bunun gerçekten de yeni bir senaryo ve olasılık, pratikte bir laboratuar deneyi olduğu ve farklı şekillerde de olsa Latin Amerika için olduğu kadar Avrupa için de geçerli olduğu hissi vardı.  

Peki neden Avrupa?   

Çünkü bugün kısmen yanlış olduğunu söyleyebileceğim bir izlenimimiz vardı, sonuçta kendi yansımamız olan bir ülkeye sahiptik. Diğer Latin Amerika ülkelerinden farklı olarak güçlü bir komünist parti vardı, Salvador Allende tarafından temsil edilen ya da yönetilen bir sosyalist parti vardı, bizimle aynı kuşaktan bir aşırı sol vardı, MAPU[3]  ve 1964-65 yıllarında Küba Devrimi’nin itici gücü ya da şok dalgası altında doğan Devrimci Sol Hareket, MIR[4] gibi küçük gruplar vardı. Bu örgütle, militanlarıyla, neredeyse bizim kuşağımızdan olan ve oldukça benzer bir geçmişe sahip olan liderleriyle bir özdeşleşme etkisi vardır. MIR iki kaynaktan beslendi: bir yandan Guevarist bir ilham, Küba Devrimi’ne bir referans; diğer yandan Troçkist bir etki, Latin Amerika’nın büyük tarihçisi Luis Vitale aracılığıyla. Her ne kadar daha sonra kenara itilmiş ya da hızla kenara çekilmiş olsa da MIR’in kurucularından biriydi. Tüm bunlar, Stalinizmin sol da dahil olmak üzere hiçbir zaman baskın olmadığı ve örneğin Arjantin’de Komünist Parti’nin oynadığı rolü oynamadığı bir ülkede gerçekleşti. Şili’ye özgü bir şey var ve durumu anlamadaki zorluklardan biri de bu. Şili Sosyalist Partisi, kendisini sosyalist olarak adlandırsa da, Avrupa sosyal demokrasisiyle çok az ilgisi vardı. Komünist Enternasyonal’in Stalinleşmesine karşı bir tepki olarak 1930’larda kurulmuş bir partiydi. Yani KP’nin sağından çok solunda yer alan bir partiydi. Dolayısıyla Şili’nin, solun seçimler yoluyla iktidara geldiği ve seçimlerin radikal bir toplumsal devrime yol açan ya da diyelim ki radikal bir toplumsal devrime geçiş yapan bir toplumsal radikalleşme sürecinin başlangıcı olabileceği bir senaryonun örneği olduğuna dair güçlü bir özdeşleşme ve fikir vardı; bu arada Küba Devrimi’nin Latin Amerika’daki prestijinin bozulmamış olmasa bile en azından hâlâ çok önemli olduğu da hatırlanmalıdır. Şili’de yaşananların hâlâ bir ders olduğunu düşünüyorum. Bugün olsa bu yansıtma mekanizması konusunda daha temkinli olurdum. Uzaktan baktığımızda Şili toplumunda var olan sosyal ilişkileri, tepki ve muhafazakarlık rezervlerini hafife alma eğiliminde olduğumuzu düşünüyorum. Bunların çoğunu orduda gördük çünkü o dönemde defalarca söylendiği gibi, ordu Alman eğitmenler tarafından Prusya ordusu çizgisinde eğitilmişti ve bu da zaten pek iç açıcı değildi. Ama dahası, o zamandan beri gördüğüm gibi, Katolik geleneğin, muhafazakar Katolik tarafın önemli olduğu bir ülke. Aslında, Allende Eylül-Ekim 1970’te yapılan bir başkanlık seçiminde %37 civarında bir nispi çoğunlukla seçildiği için bu en başından beri belliydi. Görevlendirilmesinin Meclis tarafından onaylanması için aşağıdaki koşulların yerine getirilmesi gerekiyordu[5]. Doğrudan meselenin özüne indiler: orduya dokunmamak ve mülkiyete saygı göstermek. Bunlar, Allende’nin göreve gelmesini kabul etmek için egemen sınıflar tarafından, yürürlükteki kurumlar tarafından en başından beri belirlenen iki sınırdı. Bununla birlikte, seçim zaferinin umutların artmasına ve toplumsal hareketin yükselmesine yol açtığı ve bu yükselişin Ocak 1971’de belediye seçimlerinde kazanılan büyük zaferle doruğa ulaştığı doğrudur. Allende’nin o dönemde dayandığı sol koalisyon olan Halk Birliği’nin ilk kez bir seçimde mutlak çoğunluğu kazandığına inanıyorum. Bu durum açık bir şekilde sürece daha fazla meşruiyet kazandırdı. Seçim zaferi, radikalleşme ve aynı zamanda kutuplaşma, başlangıçta Şili içinde, giderek aktif sokak yöntemleri de dahil olmak üzere sağın harekete geçmesine yol açtı. Kilit tarih Ekim 1972’deki kamyoncu greviydi. Ancak bunların maaşlı işçiler olduğunu düşünmemeliyiz: bu bir şirketti ve Şili’nin uzun ve dar coğrafyası göz önüne alındığında, karayolu taşımacılığı stratejiktir. Dolayısıyla, 1972 sonbaharında istikrarı bozmaya yönelik ilk girişim, cacerolazos ya da protesto hareketleri olarak bilinen, özellikle Santiago’daki orta sınıf tüketiciler tarafından desteklenen bir kamyoncu greviydi – Santiago nüfus bakımından ülkenin yarısından fazladır -. Bizim için sonbahar, orada ise ilkbahar. Mevsimleri tersine çevirmeliyiz. Bu durum nihayetinde Şili’deki sürecin bundan sonraki adımlarına ilişkin bir tartışmaya yol açmış ve ABD tarafından da güçlü bir şekilde desteklenen sağ kanadın istikrarsızlaştırılmasına yanıt vermek için iki olasılık ortaya çıkmıştır. Condor planından artık biliyoruz ki ABD, hem çok uluslu şirketler hem de Amerikalı askeri danışmanlar aracılığıyla darbenin hazırlanmasında uzun süredir yer alıyordu. Dolayısıyla 1973’ün başındaki kamyon şoförlerinin grevi uyarısından sonra, birkaç seçenek vardı: ya tartışılmakta olan özel mülkiyet sektörüne daha fazla müdahale, radikal yeniden dağıtım önlemleri, ücret önlemleri vs. ile süreci radikalleştirmek; ya da tartışılmakta olan özel mülkiyet sektörüne daha fazla müdahale, daha radikal yeniden dağıtım önlemleri, ücret önlemleri vs. ile süreci radikalleştirmek, Ya da tam tersine -ki Komünist Parti üyesi Ekonomi ve Maliye Bakanı [Pedro] Vuskovik tarafından öne sürülen hakim tez buydu- kamu mülkiyeti ya da sosyal mülkiyet alanını kesin olarak sınırlandırarak ve orduya ek güvenceler vererek burjuvaziye ve hakim sınıflara güven vermek.  

Tüm hikayeyi tekrar gözden geçirmeyeceğiz, ancak öne çıkan noktalar nelerdir?  

İstikrarsızlaştırmanın ikinci bölümü çok daha dramatikti; artık kamyon şoförlerininki gibi kurumsal bir grev değil, Haziran 1973’te Tankazo olarak bilinen ve bir ordunun, daha doğrusu bir tank alayının gösteriye çıktığı ve etkisiz hale getirildiği darbenin tekrarı olan bir ilk girişimdi. Ve bence bu, tartışmanın gerçekleştiği en önemli andı. Örneğin, birkaç bin çok dinamik militandan oluşan küçük bir örgüt olan MIR’in – orantıları aklınızda tutmanız gerekir, ancak Şili için bu önemliydi – bir hükümete katılma sorununu ortaya attığı andı, ancak hangi koşullar altında. Darbenin ilk başarısızlığından sonra, ağırlık merkezi sola kayacak, askeri komplocuları cezalandırmak ya da silahsızlandırmak için önlemler alacak bir hükümet kurma sorunu ortaya çıktı. Ancak tam tersi oldu. Başka bir deyişle, Haziran 1973 ile 11 Eylül 1973’teki fiili darbe arasında, kışlalarda var olan asker hareketine karşı baskı, darbeye direnme beklentisiyle silah biriktiren militanları silahsızlandırmaya yönelik aramalar ve hepsinden önemlisi, geleceğin diktatörü Augusto Pinochet de dahil olmak üzere bakanlık görevlerine yapılan atamalarla orduya verilen ek güvenceler vardı. Dolayısıyla bir değişim yaşandı ve bir yıl sonra Ekim 1974’te suikasta kurban giden MIR Genel Sekreteri Miguel Enriquez, darbe girişimi ile darbe arasındaki bu ara dönemde “Ne zaman en güçlüydük?” başlıklı bir metin yazdı. Bence son derece netti: Ağustos 1973’e kadar Santiago’da Allende’yi destekleyen ve [Tankazo’daki] darbeye yanıt veren 700.000 gösterici vardı. Aslında bu, halk hareketinin karşı saldırısının mümkün olduğu ve tam tersine, hükümetin ittifaklarını sağa doğru genişletmek ve gerçekte darbeyi teşvik etmek anlamına gelen ek vaatlerde bulunmak olduğu andı. Biz de bu şekilde şaşırdık. Salvador Allende’nin reformizminden bahsettiniz ama bizim reformistlerimizle kıyaslandığında o hâlâ sınıf mücadelesinin bir deviydi. Bugün arşiv belgelerine bakarsanız, hâlâ saygıdeğer bir adam olduğunu görürsünüz. Takip eden yıllarda, 1973, 1974 ve 1975’te çok önemli olan Şili ile dayanışma hareketinde, kahramanca ölmesine rağmen sorumlulardan biri haline getirilen Allende’ye karşı biraz sekter davrandığımızı söyleyebilirim. Bu siyasi sorunu değiştirmez. Kişiye saygı anlamına geliyor ama ortada hâlâ bir muamma var: darbenin ilk saatlerinde ulusal radyo hâlâ ondaydı, genel grev çağrısı yapmak hâlâ mümkündü, oysa biz işyerlerinde statik direniş çağrısı yaptık vs. Belki de bu mümkün değildi. MIR gibi askeri olarak hazırlıklı olması gereken bir örgüt bile darbe karşısında gafil avlandı. Bunu bugün Carmen Castillo’nun Un jour d’octobre à Santiago adlı kitabında ve filminde [Santa Fe Sokağı, 2007] görüyoruz. Hazırlıksız yakalandılar, belki de bana göre bu kadar acımasız ve büyük bir darbeyi hayal etmedikleri için. Bir darbe olasılığını hayal etmişlerdi ama bu darbe bir bakıma yarı başarılı olacak ve kırsal kesimde silahlı direnişin olduğu yeni bir iç savaş dönemini başlatacaktı. Bu nedenle, özellikle ülkenin güneyinde Mapuche azınlığı içinde yer alan köylüler arasında çalışmaya önem verdiler – ve bu da sorunun diğer yönüne geri dönüyor.  Ancak darbe gerçek bir darbe oldu. “Endüstriyel kordonlar” olarak adlandırılan ve az çok gelişmiş öz-örgütlenme biçimlerini koordine eden, özellikle Santiago’nun banliyölerinde, kırsal kesimde “komünal komandolar”, ordudaki çalışmalar ve hatta Valparaiso’da bir tür yerel sovyet olan bir halk meclisinin embriyonu ile var olan halk iktidarı organlarını merkezileştirme senaryosunu gerçekten hazırlamamışlardı, hatta muhtemelen öngörmemişlerdi. Yine de tüm bunlar mevcuttu ve ister Haziran’da ister Eylül’de olsun, darbeye genel grevle, ordunun silahsızlandırılmasıyla, fiilen ayaklanmacı bir şeyle karşılık vermek için başka bir senaryo öngörmenin mümkün olabileceğini – ancak bunu yapmak için iradeye ve stratejiye sahip olmanız gerektiğini – düşündürüyordu. Bu her zaman risklidir, ancak darbenin insan hayatları, kayıplar ve işkence görenler açısından bedelini gördüğünüzde. Ve hepsinden önemlisi, toplumsal bedeli, Pinochet’nin otuz yılı aşkın diktatörlüğünden sonra Şili’nin bugün geldiği noktayı ve dolayısıyla liberal politikalar için bir laboratuvar olduğunu gördüğümüzde, tarihi bir yenilgiden söz edebiliriz. İki komşu ülkeye, Şili ve Arjantin’e bakacak olursak, Arjantin’deki toplumsal hareket, kaybolan 30.000 kişiye rağmen, diktatörlük yıllarının [1976-1983] mücadele ruhunu oldukça hızlı bir şekilde toparladı. Şili’de ise yenilgi açıkça farklı bir ölçekte ve farklı bir süre zarfında gerçekleşmiştir.  

Nikaragua farklı bir hikaye.   

Şili’deki darbenin, Latin Amerika’da on-on beş yıl boyunca Küba Devrimi’ni takip eden devrimci mayalanmanın sonsözü olduğuna inanıyorum. Girişte de belirttiğiniz gibi, tarihlerin eşzamanlılığı etkileyici: Şili’deki darbeden üç ay önce, sanırım Haziran 1973’tü, Uruguay’da darbe oldu. 1971 yılında Bolivya’da bir darbe oldu. Tüm bunlar tamamen uyumsuz değil, çünkü aynı zamanda Arjantin’de diktatörlük düştü ve 1976’da geri dönecekti. Ancak sembolik olarak, siyasi şahsiyetler açısından, Allende’nin ortadan kaybolması, Enriquez’in ortadan kaybolması ve MIR’in neredeyse tüm liderliği açısından döngüyü kapattığını söyleyelim. Küba Devrimi tarafından başlatılan döngüyü, OLAS konferanslarını kapatır.[6]konferansları ve Che’nin 1966’da Bolivya’ya yaptığı sefer. Nikaragua belki de başka bir dönemin açılışı ya da biraz sürpriz bir başlangıç noktası. Daha önce Luis Vitale’den bahsediyordum.

Latin Amerika’daki bu gerilemeyi değerlendirdiğimiz 1976 yılındaki bir toplantıda bizi şaşırtarak şöyle demişti: “Evet, ama merkez üssü – kullanılan ifade buydu – merkez üssü yer değiştirdi, bir sonraki hamle Nikaragua”. Açıkçası çoğumuz 1976’da Nikaragua’nın nerede olduğunu bilmiyorduk. Vitale’nin bir kâhin ya da sihirbaz olduğunu söylemek istemiyorum ama Orta Amerika’da, “zayıf halka” diktatörlükleriyle, kötü örgütlenmiş toplumlarla çok özel koşullarda tarihin geldiğini gördü. Şili diktatörlüğünün toplumsal bir tabanı vardı. Bu diktatörlükler, Somoza ve benzerleri, oldukça kukla gibiydiler, çok az şeye dayanıyorlardı. Bu da 1967’de neredeyse hiçbir şey olmayan bir örgütün, Pancasàn gerilla grubu olarak adlandırılan bir gerilla grubunun baskısı ve başarısızlığından sonra Sandinista Cephesi’nin neden yüzden az militana düştüğünü açıklıyor. O dönemde onlarla birlikte çalıştık ve onlar da Filistinlilerden eğitim konusunda yardım istediler.

Burada ise tam tersi bir süreç yaşıyoruz, öncelikle sosyal ya da ayaklanmacı ya da askeri bir hareketin zaferi söz konusu, Sandinista Cephesi’nde bir arada var olan üç stratejik çizgiye girmeyeceğim. Sonunda birleşmeyi başardılar ki bu kaçınılmaz bir sonuç değildi: Tomàs Borge tarafından temsil edilen kırsal kesime yayılmış bir halk savaşı çizgisi, Jaime Wheelock tarafından savunulan daha ayaklanmacı bir çizgi ve ardından üçüncü bir varyantı temsil eden Ortega kardeşler. Ama sonunda hepsi bu özel bağlamda bir araya geldi. Ve seçim sürecini başlatan 1979’daki siyasi ve askeri zafer oldu. Nikaragua olayında eşi benzeri görülmemiş olan şey, bir devrimin ya da devrimin muzaffer bir ilk aşamasının seçimle meşrulaştırma testine tabi tutulmayı kabul etmiş olmasıdır. Üç milyondan az nüfusa sahip küçük bir ülkede bunun imkansız bir kumar olduğu söylenebilir. Örneğin Nikaragua’daki işçi sınıfından bahsederken rakamları aklımızda tutmamız gerekiyor: 100’den fazla çalışanı olan şirketlerde, çoğunlukla kereste ve maden suyu şişeleme sektörlerinde 27.000 çalışan. Ne hakkında konuştuğunuzu bilmek zorundasınız. Tarım sorunu temel bir sorundu ve belki de yerli sorunu da – buna daha sonra döneceğim. 

Meselenin özüne inecek olursak, Nikaragua’nın seçimlerde yenilmeden önce tükenerek yenilmiş olmasıdır. Başka bir deyişle, “düşük yoğunluklu savaş” – bu ifade neredeyse ironiktir – ABD tarafından çok açık bir şekilde finanse edilmiş, zaten yoksul olan bir ülkeyi bütçesinin %50’sini savunmaya ayırmaya ve bunun gelenek olmadığı bir ülkede zorunlu askerliği dayatmaya zorlamıştır. İnsanlar oğullarının askere gitmesine alışık olmadıkları için bu uygulama kırsal kesimde pek rağbet görmedi. Savaş çabaları ülkeyi sosyal ve ahlaki açıdan tüketmişti. Nikaragua devriminin Orta Amerika’ya yayılma ihtimali olduğu sürece – ki bu gerçekti – dayanabilirdik. Ve bu olasılık vardı, özellikle de El Salvador’da, sınırda olan ve kazanabilecek birkaç ayaklanma girişimi vardı. Ama bence belirleyici nokta Guatemala’ydı. Guatemala ile ilgili olarak, bugün ölen Mario Payeras adında, Yoksulların Gerilla Ordusu’nun kurucularından birinin ifadesini okuyabilirsiniz. Bize Nikaragua devriminin nasıl paradoksal bir şekilde Guatemala devriminin aleyhine işlediğini sözlü olarak da açıkladı. Ne şekilde? Basitçe, çünkü Somoza tarzı diktatörlerle uğraştıklarını sanıyorlardı ama karşılarında askeri danışmanlar vardı. 1984 yılında Guatemala City’de bir yürüyüş vardı: karşılarındaki insanlar Tayvanlı ve İsrailli askeri danışmanlardı, karşı ayaklanma uzmanlarıydı. Artık bir tonton macoute ordusu ya da benzeri bir şey değillerdi, uluslararası iç savaşta gerçekten profesyonellerdi diyebiliriz. Sonuç olarak, Guatemala ve El Salvador kaybetti ve o andan itibaren Sandinistaların seçim yenilgisi 1989-90’da kaçınılmazdı diyemem ama sonunda yıpranma yoluyla büyük olasılık haline gelmişti. Benim bakış açıma göre, Sandinistaların politikasında tartışmaya açık olan şey seçimleri yapmış olmaları değil, çünkü her şeye rağmen devam etmek daha kötü olabilirdi, ama ikili bir meşruiyet kaynağı sağlamamış olmalarıdır. Bir süre Danıştay olarak bilinen bir kurum vardı.

Bunun Fransa’daki Conseil d’Etat gibi olduğunu düşünmemelisiniz. Violetta Chamorro [Sandinistas’a karşı muhalefetin lideri ve 1990’dan 1997’ye kadar Nikaragua Devlet Başkanı] gibi işveren örgütlerinden ve hemen hemen tüm sosyal hareketlerden oluşan bir meclisti. Tarım reformunun kazanımlarını ve bir dizi başka şeyi savunmak için meşruiyeti seçilmiş parlamenter meclise karşı olan bir tür sosyal oda. Dolayısıyla bir süre için ikili bir meşruiyetin sürdürülmesi düşünülebilirdi. Dahası, daha sonra keşfedilen ve Sandinistaların safları da dahil olmak üzere yolsuzluk patlamasının aşırı hızını -ki bu gibi fakir ya da çok fakir ülkeler için bir ders olmalıdır- göz ardı etmemeliyiz. Sandinista liderliğinin en üst düzeyinde Piñata olarak adlandırılan bu durum, en güçlü ideolojik inançların bile dünyanın maddi mantığına karşı duyarsız olmadığını göstermiştir. Bu aynı zamanda Sandinista hükümetinin ahlaki itibarını kaybetmesinde de bir etken olmuştur. Burada tarihler açısından bir simetri var: 1989, geriye dönüp baktığımızda fark ettiğimiz gibi, aynı zamanda bir başka on yıllık döngünün de sonunu işaret ediyor.

1989’da Küba’da Ochoa davası, 1994’te Brezilya’da Lula’nın ikinci adaylığının başarısızlığı, Lula’nın henüz yeniden markalaştırılmadığı, “vücut giydirilmediği”, sunulabilir ve seçilebilir bir aday olması için “kırpılmadığı” bir dönem. Tamamen farklı bir bağlam sağlayacak bir seçim zaferine çok ama çok yaklaşmıştı. Aynı zamanda Berlin Duvarı’nın yıkıldığı dönemdi, vesaire vesaire. Yani 1989-90’da bir şeyler değişti ve Nikaragua da bunun bir parçasıydı. Yerli politikaları söz konusu olduğunda… Şili’de aşırı sol örgütlerin gerçek bir çaba ve açık bir irade gösterdiğini düşünüyorum. Nikaragua’da ise Miskitolar [ülkenin Atlantik kıyısında yaşayan ve kaynaklara göre sayıları 90.000 ila 150.000 arasında değişen yerli bir halk] ve Bluefields [Atlantik kıyısında bir kasaba] sorunu daha karmaşıktı. Sandinistalar, Bluefields sahilindeki yerli halkla özel olarak ilgilenmeyerek ve spesifik cevaplar vermeyerek onların sömürülmesine kapı açmış olabilirler çünkü paranoyakça olmamakla birlikte, CIA servislerinde etnik meseleleri istismar etmek için bir etnologlar aygıtı vardı ve bu onların işine yaradı. 

Şili, Bir Amnezi Hastasının Anıları (2003) Şili solunun 11 Eylül 1973’teki askeri darbesi bir “ileri kaçış” değil, önleyici, hazırlıklı bir karşı-devrimin sonucuydu.

Le Monde’da (12 Eylül 2003) yayınlanan kısa bir röportajda, eski bir Şili MIR militanı ve şimdi Başkan Lula’nın kişisel diplomatik danışmanı olan Marco Aurelio Garcia, Şili darbesinin derslerine bakıyor. 1. “Çıkarılması gereken temel ders”, “siyasi dönüşüm projesinin güçlü bir ittifak sistemine ihtiyaç duymasıdır”. Öyle olsun. Bu nedenle Marco Aurelio, 1970 yılında ordu komutanı General Schneider’in öldürülmesi vesilesiyle taslağı çizilen Halk Birliği ve Hıristiyan Demokrasisi arasındaki geniş ittifakın neden daha sonra teyit edilmediğini ve pekiştirilmediğini merak etmektedir. Sanki ittifaklar meselesi izlenen politikalardan ayrı tutulabilirmiş ve sanki sınıf mücadelesinin çatışmacı mantığı askıya alınabilirmiş gibi. Hareketin radikalleşmesi, 1972’de toplumsal mülkiyet döneminin genişlemesi, kitlesel öz savunma girişimleri (özellikle de 11 Eylül’deki başarılı darbenin habercisi olan Haziran 1973’teki başarısız darbe girişiminin ardından) karşısında burjuva partileri, toplumsal fetihlerin genişlemesine, orduda askerlerin örgütlenmesine, sanayi kordonlarının ve komandoların merkezileştirilmesine karşı mantıksal olarak burjuva düzenini savundular.

Marco Aurelio, Ekim 1972 krizinden sonra verilen yanıtın, generalleri hükümete entegre ederek tam da “ittifakı genişletmek” olduğunu unuttu mu? Komünist Parti Genel Sekreteri Luis Corvalan o dönemde şöyle demişti: “Silahlı kuvvetlerin üç kolunun temsil edildiği kabinenin fitneye karşı bir baraj oluşturduğuna şüphe yok”! Bu senaryo, Pinochet’nin uğursuz planını hazırlamak üzere hükümete katıldığı Haziran 1973 krizi sırasında da tekrarlandı. 2. O zaman soru, Allende hükümetine yönelik halk desteğini pekiştirmeyi amaçlayan bir reform politikasının, ittifakların bu beklenmedik genişlemesine feda edilip edilmeyeceği oldu. Marco Aurelio Garcia, Allende seçimleri kazanır kazanmaz, uğursuz Condor planının bir parçası olarak gericilik ve CIA tarafından kışkırtılan (bu artık geniş çapta belgelenmiş ve kanıtlanmıştır) bir darbede bu radikal solun en ufak bir sorumluluğu varmış gibi, Şili solunun büyük bir bölümünü “ileri kaçmakla” suçladığında öne sürdüğü şey budur. İşverenlerin 1972 sonbaharındaki grevinin gösterdiği sabotaj, emperyalizmin artan baskısını ve 1971’de %14 olan büyüme oranı 1972’de %2.4’e düşen bir ekonomi üzerindeki boğucu baskıyı göstermektedir. 3. Başarısızlık için radikal solun bu şekilde suçlanması doğal olarak sol içindeki mevcut polemikleri yansıtmaktadır. Marco Aurelio Garcia’ya göre MIR’in (Devrimci Sol Hareketi, aşırı solun ana örgütü) hatası “Halk Birliğinin eleştirel tarafı olmak yerine mutlak bir alternatif oluşturmak isteyerek kendisini hatalı bir pozisyona hapsetmesi” olacaktır.

Marco Aurelio, MIR’in UP zaferini ve buna katılmaksızın Allende hükümetini desteklediğini (Başkan’ın kişisel koruması olarak hareket edecek kadar ileri giderek) çok iyi biliyor. MIR 1973’te hükümete katılmayı bile düşünmüş, ancak Komünist Parti’nin ekonomi politikası ve ittifaklar konusundaki sağcı yaklaşımı karşısında bundan vazgeçmiştir. Sorun başka bir yerde, o dönemde MIR’in eylemlerine rehberlik eden uzun süreli bir halk savaşı stratejik hipotezinde yatıyordu. MIR, hükümetin devrilmesini, ancak bu uzun süreli savaşı başlatacak sınırlı bir yenilgi şeklinde olmasını bekliyordu. O andan itibaren, kendisini günün görevinden çok ertesi günün hayali görevlerine hazırladı: 1973 boyunca tehdidi daha da netleşen çatışma. İşte bu noktada, MIR liderliğinin hayatta kalan birkaç üyesinden biri olan Andrès Pascal, bugün stratejik hatanın Tankazo’ya (Haziran 1973’teki başarısız darbe) ayaklanmacı, toplumsal ve silahlı bir karşı saldırıyla yanıt vermeye çalışmamak olduğunu savunmaktadır. 4. Marco Aurelio Garcia, endüstriyel kordonların sovyetlerin embriyolarını oluşturabileceği şeklindeki bu “ikili iktidar sorunu”nun hayali olduğunu düşünmektedir. Bütün mesele de bu. Kordonların ve komünal komandoların merkezileşmesi, Halk Meclisi gibi geniş demokratik deneylerle birleşerek kurucu bir halk iktidarının oluşmasına yol açabilir mi? Zayıf ya da güçlü yönleri not etmek yeterli değildir. Bunlar kısmen ilgili stratejilere ve iradelere bağlıdır. Garcia’nın iddia ettiği gibi “darbeye karşı neredeyse hiç direniş olmadıysa” (ki bu en hafif tabirle aceleci ve tek taraflı bir yargıdır), kendimize bu direnişin nasıl hazırlandığını ve Pinochet’nin Moneda’yı bombalattığı gün başlatılmayan parolaların neler olduğunu sormamız gerekir. Elbette, sorunu bu terimlerle ifade etmek için, devrimci bir sürecin radikalleşmesinin, devam eden bir karşı devrime, aşırı uçlara tırmanan bir yanıt olduğunu kabul etmek zorundasınız. Burjuvazi ile toplumsal uzlaşı ve emperyalizmin kutsaması gibi sessiz hipotezler, Kerenski hükümetinin Şubat ve Ekim ayları arasındaki demokratik istikrarı kadar gerçek dışıdır. Kornilovlar ve Pinochetler böyle bir şeyi asla duymadılar. 5. Le Monde 12 Eylül tarihli sayısında, Jorge Castaneda’nın (Vicente Fox hükümetinin eski Meksika Dışişleri Bakanı) “devrimler döneminin sona erdiğini” (ve karşı devrimler döneminin mi?) ve Paulo Antonio Paranagua’nın stratejik açıdan farklı deneyimleri (Küba’dan Nikaragua ve El Salvador’a, Bolivya, Peru ve Arjantin üzerinden) militanların “ölüm dürtüsüne” (sic!) indirgeme eğiliminde olan bir makalesi.

Bireysel motivasyonun karanlık bir tarafı olduğu evrensel bir gerçektir. Bu hiçbir şekilde bize, özellikle Bolivya’da Che’nin ölümüyle ilgili olarak moda haline geldiği üzere, gazetecilik klişesi olan intihara teşebbüs klişesi içinde taahhütleri ve bunların siyasi anlamını psikolojize etme ve depolitize etme hakkını vermez. 6. Şili’nin aldığı derslerin kapsamını genişleten Marco Aurelio Garcia, “küçük bir çoğunlukla hükümet edilemeyeceğini en başından fark eden” “İtalyan komünist lider Enrico Berlinguer’in” açık görüşlülüğünü takdir ediyor. Şili deneyimi, saygılı Avrupa solunun “tarihi uzlaşma” veya “Moncloa Paktı” vaazları için hemen bir argüman (mazeret) işlevi gördü. Çeyrek yüzyıl sonra ne elde ettiler? Tarihi uzlaşma İtalyan işçi hareketinin silahsızlandırılmasına yardımcı oldu ve Zeytin Ağacı’nın [1996-2001 yılları arasında iktidarda olan Romano Prodi liderliğindeki merkez sol koalisyon] çöküşüne ve Berlusconi’nin yükselişine yol açtı. Berlinguer ve varisleri (Robert Hue gibi) ittifak alternatifini feda ettiler.

Bu şekilde darbelerden kaçındılar ama bunun bedeli ciddi bir toplumsal değişimden vazgeçmek, krizin derinliklerine gömülmek ve liberal karşı-reformlara açıktan teslim olmak oldu. 7. Şili deneyimine bir cenaze konuşması şeklinde yapılan bu garip dönüş, Marco Aurelio Garcia’nın “Şili modeli” ile “Brezilya modeli” arasında, Allende hükümeti ile Lula hükümeti arasında, elbette ikincisinin ezici avantajına olacak şekilde, bir paralellik kurmasına olanak tanıyor. “Zaman tanımak” daha iyi olacaktır. O dönemde Salvador Allende’yi (bazen belki de aşırı sert bir şekilde) eleştirmiştik. Yine de saygıyı hak ediyor ve tarihe onurlu bir şekilde geçecek. Lula hükümetinin yılın başından bu yana (mümkün olan en geniş ittifaklar adına) izlediği liberal politika devam ederse, ne yazık ki birkaç yıl içinde “Brezilya modelinin” egemen düzene önemsiz bir teslimiyetin bir başka örneği olarak ortaya çıkmayacağı kesin değil. Öyle görünüyor ki Lula, sonunun Walesa gibi olmaması fikrine kafayı takmış durumda. Ancak bundan kaçınmayı başaracağının garantisi yok. (Eylül 2003)

Dipnotlar Contretemps tarafından hazırlanmıştır. Patrick Le Moal’a yardımları için teşekkür ederiz.

Notlar

[1] Bu metin Penser Agir (Paris: Lignes, 2008), s. 165-198 kitabında biraz gözden geçirilmiş haliyle yeniden basılmıştır. Daha fazla okuma için, Antoine Artous’un ölümünden sonra yayınlanan La politique comme art stratégique, Paris, Syllepse, 2011, s. 53-91 ve s.93-106’da yeniden basılan “Stratégie et politique : de Marx à la 3e Internationale” ve “Front unique et hégémonie” metinlerine bakınız. 

[2] Bolivya Devlet Başkanı José Torres 1970 yılında öğrencilerin, işçilerin ve sendikaların desteğiyle iktidara geldi. Radikal sol liderlerin de yer aldığı bir danışma organı olan Halk Meclisi’ni kurdu ve yabancı tekelleri kamulaştırdı (Bolivya Körfezi, şeker endüstrisinin kamulaştırılması). Torres 1971 yazında eski askeri akademi başkanı Hugo Banzer liderliğindeki bir askeri isyanla iktidardan uzaklaştırıldı.

[3] Mouvement d’Action Populaire Unitaire, Hıristiyan Demokrasisinden kopan ve Halk Birliği’nin bir parçası haline gelen radikal solcu bir Hıristiyan hareketi. Allende hükümetlerinde Tarım Bakanı olan Jacques Chonchol bu hareketten geliyordu.

[4] 1965’te kurulan Devrimci Sol Hareketi, silahlı eylemi de içeren devrimci bir yolu savunurken, Allende hükümetine kritik destek verdi.

[5] Bu, Halk Birliği’nin açıkça azınlıkta olduğu Kongre’de (Temsilciler Meclisi ve Senato) Allende’nin seçilmesini onaylamak için Hıristiyan Demokrasisi tarafından talep edilen bir metin olan Anayasal Güvenceler Statüsüne bir atıftır. Bu tüzük, demokratik rejimin kalıcılığını garanti altına alması beklenen 9 anayasal değişikliği içeriyordu. Bunlar kısaca siyasi partilerin varlığının garanti altına alınması, basın özgürlüğünün ve toplanma hakkının tanınması, toplanma ve eğitim özgürlüğü, yazışmaların dokunulmazlığı, “çalışma özgürlüğü” ve hareket özgürlüğü, topluluk gruplarının katılımının sağlanması ve Silahlı Kuvvetler ile Carabineros’un profesyonel yapısına saygı gösterilmesini içeriyordu.

[6] Latin Amerika Dayanışma Örgütü, 1967 yılında Havana’da bir araya gelen Latin Amerika devrimci parti ve hareketlerinin konferansı.

Türkiye’de Seçimler ve Sol – Masis Kürkçügil ile Söyleşi

Yunus Öztürk

(Bu Mülakat Mesele dergisinin Şubat 2014 sayısında yayımlanmıştır) 

Masis Kürkçügil ile seçimler ve seçimlerde sosyalistlerin izlediği taktik tutumlar üzerine konuştuk. Sosyalist hareketin tarihi deneyimlerinin penceresinden bakarak, 1946 seçimlerinden 2011 seçimlerine kadar bir dizi önemli seçim tarihine kuşbakışı göz attık. Neredeyse 70 yıllık tarihi kesit içinde sosyalist hareketin ana eğilimleri üzerinde durduk. Alınan tavırların, izlenen siyasetlerin değerlendirmesini yapmaya çalıştık. Lenin’in “Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı” başlıklı çalışmasını referans alarak meseleye yaklaşan Kürkçügil, Türkiye sosyalist hareketinin bağımsız bir siyasal güç, sosyalist bir seçenek inşa etme stratejisi içinde seçimlerde aldığı taktik tutumların çelişkili olduğunu vurguluyor. Sosyalist seçeneğin inşası perspektifinin çoğu zaman ikinci planda kaldığına işaret ediyor. Öz gücüne dayanmayan “siyaset yapma” tarzının, uluslararası sosyalist hareketin tarihindeki izdüşümlerine işaret ediyor. Neredeyse 50 yıldır bağımsız bir sosyalist seçeneğin inşa edilememiş olmasında, seçim taktiklerinde ifadesini bulan politik perspektifin engelleyici etkisine dikkat çekiyor. Boykot taktiği, CHP’ye veya bağımsız adaylara oy verme seçeneğinin tarihselliği içinde bağımsız bir sosyalist seçeneğin inşası için taktik bir değeri oldu mu, bunu sorguluyor.

Yunus Öztürk (YÖ):Yerel Seçimleri konuşacağız. Ama önce devrimciler, sosyalistler için genel olarak seçimler ne anlam ifade ediyor? Seçimlere niçin katılırlar? Niçin katılmazlar? “Seçimler ve sosyalistler” deyince neleri anlamamız gerekiyor?

Masis Kürkçügil (MK):  Seçimler ve sosyalistler deyince, kitabi olarak bu işin hülasası Lenin’in Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı adlı çalışmasında verilmiştir. Kitlelerle açık bir ilişkiye geçmek, ajitasyon için, propaganda için, örgütlenme için, bir imkan olarak seçimler en güç koşullar altında bile Çarlık Rejiminde Duma seçimlerinde bile önemli olmuştur. Ancak dikkat edilmesi gereken başka hususlar var. Seçimler genel olarak bir şey ifade etmez. Burada söz konusu olan bir sosyalist seçeneğin dile getirilmesidir. Eğer bir sosyalist seçenek yoksa –tırnak içinde farklı renklerde diyelim kızıl-pembe, devrimci-reformist– mevcut  alternatiflerin kitlesel bir mahiyet kazanabilme kapasitesine sahip olabilmesine bakılmalıdır. Burada yine Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı’nda çok açık ifade edildiği gibi, bir takım propaganda grupları için bu ilkelerin vaaz edilmediğini unutmamak gerekir. İşçi sınıfı şu veya bu nedenle, diyelim ki, bir reformist partiye oy veriyordur; bu deneyimi yaşaması gerekir ve reformist parti de burjuva sistemi içinde emekçilerin kazanımlarını temsil ettiği için, onu sola doğru zorlamak, onun mücadelesini daha yaygınlaştırmak, onun içinde bir devrimci kanat oluşturmak tasavvur edilebilir. Dolayısıyla prensip bazında ele alınırsa mesele, bize pek uymaz. Bizde zaten işçi partisi yok. Çeşitli propaganda grupları var. Kitlesel karşılığı olan sosyalist örgütler uzun zamandan beri yok. Var oldukları dönemlerde bile tabir caizse bunlar sınıf partisi konumunda değildi. Yönelişleri öyledir diye iddia edilebilir. Ancak sonuç olarak henüz o kapasiteye ulaşmış durumda değillerdi. Bu bakımdan ilkesel olarak seçimleri tartışmak için biraz dolaylı yoldan muhakemeyi sürdürmek gerekiyor. “En soldaki partiyi destekleyeceksin”, en soldaki parti yok. O zaman en soldaki parti olarak bir şeyleri ikame ediyorsun. Bunu böyle söylemeyeyim ama 80’li yıllardan sonra kimisi Anavatan Partisini en soldaki parti olarak vaaz etmeye kalktı, kimisi Adalet ve Kalkınma Partisini en soldaki parti diye değerlendirmeye kalktı.  Veya CHP’yi en soldaki parti olarak gösterdiler. Çünkü bunların kitlesel güçleri var ve eğer elde siyaset yapmak için yeterli güç yoksa ve de kısa vadeli beklentiler peşindeysen, birilerinin sırtından siyaset yapmayı uygun görüyorsan, o takdirde bir şeyler oluşturabilmek için bu tür “taktikler” uydurulabilir.  Dolayısıyla bu adına layık dört dörtlük bir tartışma olmaz. Bizim tarihimizde de zaten bu seçimler konusunda ele avuca gelebilecek, ciddiye alınabilecek bir tartışma yoktur. Türkiye İşçi Partisi’nden (TİP) başlayarak özellikle –1965 demesek bile– 1969 seçimleriyle ortaya çıkan hemen hemen 50 yıllık bir deney söz konusu; ama ondan öncesine de gidersek bir tarihi deneyim olarak 1946 ve 1950 seçimleri var. Bütün bunlarda da sosyalistler bir takım tavırlar takınmışlardır. Bu can sıkıcı bir tartışma olabilir ama hatırlamakta yarar var, 1946 seçimlerinde ve yahut da o seçimlere giderken Cumhuriyet Halk Partisi’ne karşı Demokrat Parti ile Türkiye Komünist Partisi’nin belli kesimleri, Şefik Hüsnü başta olmak üzere ortak dergi çıkartmak, ortak bir muhalefet cephesi kurmak konusunda çalışmalar yapmışlardır. Hatta Fevzi Çakmak’ı bu işin içine dâhil etmenin yollarını aramışlardır. Böylece bir tür “Halk Cephesi” politikası izlenmiştir. 1934 yılından itibaren Komünist Enternasyonal’in içinde tartışılmaya başlanmış olan, 1935’ten, 7. Kongreden sonra resmileşen siyasal çizgi, sadece sosyal demokratlar ile sosyalistler arasında değil, aynı zamanda liberal burjuvaziyi de kapsayacak şekilde bir cepheyi, Halk Cephesi olarak adlandırıyordu. Halk Cephesi esas olarak “halk” kavramını da genişleten bir tabirdir ve halk kavramı da zaten esnek bir ifadedir. Burjuvazinin bir kesimini de cepheye katma çabasıdır. Fransa’da nasıl Radikal Parti, burjuva partisiydi, onu Halk Cephesine dahil ettilerse, yahut İkinci Dünya Savaşının bitiminde Orta Avrupa’da bir takım garabet rejimler ortaya çıkmasına yol açan garip ittifaklar ortaya çıktıysa; veyahut İspanya İç Savaşında sosyalistlerle, komünistlerle sınırlı olmayan, hadi diyelim Stalinistler ve sosyal demokratlarla sınırlı olmayan, burjuvaziyi de dahil eden ittifaklar olduysa, 1946 seçimlerindeki tutum da bu zihniyetle yapılmıştır. Demokrat Parti ile görüşme gayet makul gözüküyordu. Ama hepimiz biliyoruz ki, 1946 yılında iki sosyalist parti kuruldu kısa bir süre sonra kapatıldılar. Çapları oldukça sınırlıydı. Bazı sosyalist tarihçilerimiz eksik olmasın bu partilere işçi sınıfının gürül gürül aktığını söyler. Sayılar bellidir, ziyaretçi militan değildir, gözlemci de seçmen değildir. 1951-52 tevkifatında 167 kişi tutuklanmıştır, 18 de terziler tevkifatı vardır, etti mi185 kişi! 1946 seçimlerinde de Mehmet Ali Aybar Demokrat Parti listesinden bağımsız milletvekili adayıdır. Bu da bizim anladığımız anlamda kendi gücünle siyaset yapmakla ilgili olmayan, kendi dışında büyüklerin savaşında, tabiri caizse bir şekilde bir rol kapmak, kendi özgücün müsait olmadığı halde, böyle bir seçim oyununa dahil olmayı gerektirmiştir.

YÖ:O zaman şunu kesinleştirelim: Sosyalistlerin reformist işçi partilerine oy verilmesi çağrısıyla, 1946’dan sonra Türkiye sosyalist hareketinin uyguladığı seçim taktikleri arasında yöntem farkı var. Sosyalist örgütler, propaganda grubu seviyesindeyken siyaset yapmaya kalktıklarında, burjuva partilerini reformist işçi partileri rolü yükleyebiliyorlar ve kendilerine, işçi sınıfına ait olmayan kitle gücüne dayalı seçim taktikleriyle, oy verme çağrısıyla, “yüksek siyaset” yapmış oluyorlar… böylece Lenin ve Rus Devriminde sosyalistlerin izlediği seçim taktikleriyle alakasız bir seçim siyaseti çizgisiyle karşı karşıyayız… Bağımsız bir sosyalist seçeneğin inşası bakımından 1960’lı yıllar yeni bir fırsat oldu mu? Türkiye sosyalist hareketinin 1960’lı yıllardaki taktik tutumları nasıl bir stratejik ve programatik perspektifin ürünü sayılabilir?

MK: Lenin’in Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı eserine dönecek olursak, burada hem Rus Devriminin bilançosunu buluruz hem de mütevazı bir şekilde İtalya, Fransa, Almanya’daki sosyalist hareketin sorunları ele alınır. Mesela, İngiltere, Marksizm bakımından, işçi hareketinin radikalizmi bakımından en fakir ülkelerden biridir. Orada açık kapı bırakarak İngiliz İşçi Partisi’nin içinde çalışmayı bile öngörmüştür. Şu andaki İngiliz İşçi Partisinden bahsetmiyoruz. Sınıftan kopmamak adına, sınıfın içinde sol kanat oluşturmak için bir taktik düşünülebilir denmiştir. Türkiye’de ise, 1960 askeri darbesinden sonra ortaya çıkan çeşitli sosyalistler, Milli Birlik Komitesi’ne mektup yazmıştır. Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın “İkinci Kuvayı Milliyeciliğimiz” daha ünlüdür ama M.Ali Aybar da bir basın toplantısıyla Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’e gönderdiği mektubu açıklamıştır. Her ikisi de toplumun yönetici kesimlerine yukarıdan seslenmişlerdir. Tabiri caizse, akıllı olursanız, şöyle bir yol izlerseniz hayırlı olur vs. gibisinden hocalık yapmaya niyetlenmişlerdir. İlle de bir şeye benzeteceksek, yapılan biraz Lasallcılıktır; Bismarck’la görüşerek bazı kazanımları elde etmek gibi bir şeye tevessül edilmiştir. Ama bunun bizde toplumsal karşılığı yoktur. Lasallcılık Alman işçi sınıfı içinde kökleri olan kitlesel bir hareketi temsil etmekteydi. Dolayısıyla bu kısa evrede sosyalistlerin seçimler vesilesiyle bağımsız bir işçi hareketini ya da sosyalist hareketi inşa etme konusunda bir deneyimleri yok. Böyle bir niyet olabilir, ama bir adım yok. Aksine bir pozisyon almak, sahnede bir rol kapmak gibisinden tutumlar söz konusu. Tabii bu da biraz çürük bir geleneğin olduğunu gösteriyor. 1960’lı yıllar sosyalist hareketi biraz farklılaştırdı. Seçimleri konuşuyorsak, 1960’lı yıllar derken 27 Mayıs’a büyük bir anlam atfedilir. 1961 Anayasasının büyük bir ürünü olarak da sosyalist hareketin büyüdüğü ileri sürülür. Oysa TİP’i doğuran sendikacılardır. 1961 yılı sonunda düzenlenen oldukça kitlesel Saraçhane Mitingini oluşturan deneyim, ondan önceki yıllarda biriktirilmiştir. 1950’lilerin sonlarında şu veya bu şekilde basit diyeceğimiz, şu anda küçümseyeceğimiz kör-kötürüm sendikal mücadeleler öyle bir birikim oluşturmuştur ki, biz bir sınıfız, onlar ayrı biz ayrıyız deme ihtiyacı duyulmuştur. Saraçhane Mitinginin fotoğraflarına bakıldığında bile bunu görmek mümkündür. Bu dinamizm 1960’lı yıllarda gerçekten kendiliğinden TİP’in genişlemesine ve oy patlamasına yol açtı. Garip bir özgüven getirdi. Sosyalistler 1965 yılında ilk kez, bir işçi partisine oy verdiler. TİP, sosyalist olduğunu söylüyor muydu, devrimci miydi, Leninist miydi ayrı bir tartışma. TİP, sosyal adaletçi (aynı zamanda gazetelerinin adıydı) bir emekçi partisiydi. Geniş tabirle bir sosyalist partiydi. İlk kez Türkiye’de insanlar, sosyalizm için bir sosyalist partiye oy verdiler. Ona buna değil, doğrudan sosyalist partiye oy verdiler. Bir takım Ali Cengiz oyunlarıyla, birtakım taktiklerle ve anlaşılmaz kimyevi formüllerle, seçim oyunları yapmak yerine açıkça kendi partilerine oy verdiler. Bu önemli bir gelişmeydi. 1965’ten sonra da Türkiye sosyalist hareketinin gelişmesi büyük miktarda 1965 özgüven patlamasının ürünüdür. Daha radikal ve kitlesel şeyler olabilir umudu beslenebildi. 1969 seçimlerine geldiğimiz zaman, seçimler konusunda ilginç bir durumla karşı karşıya kalındı. Aybar 1969’da başa güreşeceğiz diyerek tam anlamıyla seçimlere güdümlenmişken parti içinde büyük bir kriz patlak vermişti. Öte yandan bir grup sosyalist “Parlamento Dışı Muhalefet” diyerek, seçimleri reddetti ve kendi adaylarını çıkartmak yerine seçimlerin dışında durdular. Parlamento Dışı Muhalefet (PDM), hepimizin bildiği gibi bir tür “boykot” taktiği. Kitleler mevcut müesses nizam içindeki kurumlar aracılığıyla kendilerini siyaseten ifade etmek yerine kendi örgütlülüklerini, Sovyetlerini, konseylerini, birliklerini kurmak durumundaysa, tabii ki köhnemiş bir dünyanın kurumlarına dönüp bakmazlar. Böyle bir şeyin dışında PDM veya Boykotçuluk demek bir anlamda onların iddiasına göre rejimin itibarını sarsmak için yapılmıştır, ama genel olarak insanları biraz politika dışına sürükleyen bir hikâyedir. Bu kampanyayı yürüten insanlar için bu böyle olmayabilir. Ama bu kampanyaya muhatap olanlar insanlar için bu böyle olmuştur. PDM siyasetini savunanlar, Milli Demokratik Devrim siyaseti çevresindeki belirli kesimler oldu. Vatandaş için, işçi ve köylü için oy vermek, önemli bir kazanım olmuştur. 1946’dan beri oy veriyor ve bir çift lastik ayakkabı verilse de verilmese de oy vermenin tadına varmış, siyaset yapma imkânı bulmuş. Dolayısıyla 1969 seçimlerinde solun aldığı taktik tutumlar solda yeni bir anlayışı ortaya çıkardı. Bu kurumlar çok önemli değil, biz işimize bakalım, dendi. Biz işimize bakalım ifadesi esasen biraz “cunta” eğilimlidir. Çünkü mevcut siyasi rejimi itibarsızlaştırmak, onun yerine sosyalist bir rejim kurma şansı yoksa bu taktik kime hizmet eder? Yani 1917 Rus Devriminden örnekle söyleyecek olursak, söz konusu olan Şubat ile Ekim arasındaki bağlantı değilse, bu taktik yanlış politik sonuçlar doğurabilir. Çünkü ortada bir proleter hareket ve devrimci parti yoktu. Bu koşullarda, mevcut siyasi rejimin itibarını düşürmek demek, aslında bir anlamda devletin kurumlarının içinde yuvalanmış olan bir takım kesimlerin itibar kazanması demektir. Boykot taktiği, TİP’in oylarında çok az bir azalmaya yol açsa da, sosyalist hareket içinde bir kesintiye, kırılmaya yol açtı. 1969 seçimlerinin sosyolojik analizi şudur: İlginç bir şekilde TİP’in aldığı oylarda, 1965 seçimlerine göre emekçi bileşimi daha yoğundur. Ama boykot taktiğinden ötürü değil yeni dönemin sorunlarını anlamak ve kendini ona göre yeniden yapılandırma konusundaki beceriksizliğiyle TİP hızla güç kaybetti.

YÖ: Sosyalist hareketin içindeki “boykot” siyasetinin yarattığı kırılma, nasıl radikalizmi temsil ediyordu? 1971 12 Mart muhtırası öncesinde ortaya çıkan silahlı mücadele eğiliminin bu taktikten siyasal olarak beslendiğini de kabul edecek olursak, 12 Mart sonrasında fiili siyaset içinde radikal hareketlerin seçim siyaseti ne oldu?

MK: 1973 seçimleri 12 Mart şartlarında yapıldı. Askeri müdahale ertesinde sosyalist bir seçenek söz konusu değildi. Ama radikalleşen bir CHP söz konusuydu. Beğenelim ya da beğenmeyelim, belki de 1969 yılında PDM’yi savunan, onun propagandasını yapan insanlar başta olmak üzere, genel olarak CHP’ye olmayan değerler atfedilerek desteklenmesi istendi. CHP’nin  olmayan sosyalist harekete ikame edilmesine yol açıldı. Burada şunu söyleyeceğim: Bu her zamanki ciddi problemlerden biri. İki insan aynı oyu verebilir, ama oyuna kattığı değer, muhteva farklıdır. Onun propagandasını yaparken, sonrası için her hangi yanılsamasa yaratmazsanız, kerhen, defi bela kabilinden oy verebilirsiniz. Ehveni şer ise, bizim şiarımız değildir. Bazen çok zor durumda kalırsınız. Ölüme karşı başka bir şeyi tercih etmek durumunda kalabilirsiniz. Ekim 1973 seçimlerinde dağa taşa “Karaoğlan” yazan büyük bir sol kesim oldu. 1973 Ekim seçimlerinden sonra diyelim ki, 1974’le birlikte sol ufak ufak oluşmaya başladı. Ama –eğer seçime katılan partileri bir kenara koyarsak– radikal sol seçimle açıkça ilgilenmedi. Açıkça ilgilenmemekle birlikte, fiili durumun ötesinde CHP’ye desteği söz konusuydu.

YÖ:Bunun nedeni sizce nedir? Sosyalist bir partiye oy veren bir sosyalist hareketten CHP’ye oy veren, oyun dışında destek veren bir sosyalist hareket nasıl oluştu? 

MK: Sol kadroların önemli bir kısmı zaten CHP içindeydi. Kendisi aslen bir sosyalist siyasettendi, ama aynı zamanda CHP ile ilişkisi vardı. Bunun yanı sıra, bir anlamda CHP’nin içinde propaganda yapmak, ona oy kazandırmak, örneğin küçük bir sosyalist partiye oy kazandırmaktan daha önemli görünüyordu.

: Seçimlerde CHP’li… Aynı zamanda parlamentoyu reddedecek kadar radikal; hatta silahlı mücadele taraftarı bir sosyalist… Çok karışık değil mi? Öyleyse, bazı sosyalistler, 12 Mart darbesi sonrasında CHP’ye “en solda” kitle partisi unvanı mı vermişti?

MK: Evet. Bir de şöyle bir durum da var fiilen. İnsanlar hayatlarını da verebilirler bazen, ancak siyasi iradelerini siyasi bir harekete vermezler. Bu bizim sol tarihimizde çok yaygın olan bir şeydir. Ben iddia ediyorum ki, 1980 öncesindeki pek çok radikal grup ya seçimlere katılmadı ya da katılanlar da kendi adaylarına değil, CHP’ye oy verdiler. Bu söylediklerimi bir gözlem olarak değerlendirin; çeşitli sosyalist siyasetlerden edindiğim izlenim, bilgi olarak da zikretmiş olayım.

: Sosyalist hareket üzerinde hâkim olan Kemalizm ile uluslararası planda 3. Enternasyonal’in Halk Cephesi politikaları devam etti o zaman…

MK: Şöyle bir şey var. Seçimler tek başına ele alınacak şeyler değildir. Gelir geçer. Ancak bağımsız bir sınıf hareketinin, sosyalist hareketin oluşturulması uzun erimli bir şeydir. Onu gözden ırak tutmamak lazım. Birkaç günde olacak şeyler değildir. Kendine has bir mecrası olması gerekir. İki alanda birden oynamak zordur. Yani bunun gereklerini yerine getirmek, bağımsız bir sosyalist hareketin inşasının gereklerini yerine getirmek de bu türden siyaset yapmak (“büyük siyaset”) arasında uçurum kadar fark vardır. Kitlelerin içinde çalışmak onların haleti ruhiyesi ile iç içe olmak,  onların sevaplarına değil günahlarına da ortak olmaktır. Günahına ortak olmazsanız, inandırıcı olmazsınız. O, bir hata işlediği zaman “hata yapıyorsun” diyeceksiniz, ama o hatayı siz de yapmak zorunda kalabilirsiniz.

: Bize bu siyaset yapmak olarak sunuluyor. Diğeri bağımsız bir çizgi izlemek, siyaset yapmamak olarak algılanıyor.

MK: Bu doğrudur, çünkü bağımsız bir sınıf veya sosyalist hareketi inşa edene kadar kıyıda kenarda kalmak olarak addedilir. Dünyadaki çeşitli örneklerden hareketle de bu anlatılabilir. Güçlü iki parti (DP-CHP, AP-CHP, Halkçı Parti-ANAP, AKP-CHP) durumu sadece Türkiye’de yok. Bütün dünyada var. Eğer bu sıkışıklıktan kurtulmak adına bir çözüm aranacaksa, ikisi arasından birine dolanmak zorunda kalırsınız, sonra ayaklarınız birbirine dolanır. Ama bağımsız bir siyasetin inşası için dünyada çok fazla elimizde örnek yok. Yani sebatkâr bir mücadele sonucu ayakta kalmış olanlar arasından, 3-5 örnek sayabilmek mümkündür. Birkaç ay önceki Arjantin seçimlerinde bunu gördük. Belirli bir gelenekleri olmakla birlikte Arjantin’de ittifak yapmış olan üç Troçkist örgütün ulusal ölçekte ciddiye alınabilir fazla bir şeyi yoktu. Bu durumda iki cenah arasında –Peronizm parçalandı ama iki aday da Cristina Fernandez de Kirchner de onun rakibi de Peronisttir aslında– sıkışıp kalınabilirdi. Kirchner bir tür Chavez kanadının içinde gibi görülmekte bazıları tarafından. Hatta Bolivya, Venezuela gibi halkçı, ilerici vs. gösterenler var. Bazı sosyalistler de aslında Troçkistlerin kurduğu FİT’i (Emekçilerin ve Solun Cephesini) “Kirschner aslında ilerici bir insan, siz madrabazlık yapıyorsunuz buna karşı çıkarak” diye eleştirdiler. Eğer FIT olmasaydı Arjantin’de Peronizm –üç çeyrek asır olacak– hükmünü sürdürecekti. Tıpkı bizdeki gibi. Ama ne oldu? Uzun vadeli bir mücadele içinde yer alan örgütler geçtiğimiz dönemde işçi sınıfındaki mücadelelerin de tahrik ve teşvikiyle yan yana gelerek işçi sınıfına da kendi taleplerinin bütünleştirme zeminin sundular ve sonuçta yüzde beşi geçtiler. Bir umut ışığı verdiler. Sonu ne olur ne olmaz, orası tartışılır bir konudur. Benzer bazı örnekleri Fransa’da yaşadık. Şimdi tek tek hepsini saymayalım.

: SYRIZA’yı nasıl değerlendiriyorsun?

MK: Onu da bu çerçevede ele alabiliriz. Unutmayalım ki orada da iki parti –Yeni Demokrasi Partisi ve PASOK– var, merkez sağ ve merkez sol var. Öbür yandan parçalanmış bir Komünist Parti var. YKP ile onun 40 yıllık düşman kardeşi Synaspismos var. Synaspismos daha fazla toplumsal hareketlerle yakın ilişkisi olan bir yapı idi. YKP sınıf içinde etkindi. Ancak, kısaca, Synaspismos kendi solundaki bazı örgütlerle işbirliğine girerek, kendi sağını ekarte etmiş oldu. Daha sol-sosyal demokrat diyebileceğimiz bir yere yerleşti. Radikal, sosyalist, devrimci anlamında değil. İçinde devrimci yapılardan insanlar da vardı. Örneğin iki Troçkist milletvekilleri de var. Syriza’yı uçuran kriz karşısında direnen emekçilerin bir radikal çözüm arayışı oldu. Bunlar SYRIZA’yı başka bir yere sürükledi. SYRIZA sola açılımı baştan yapmamış olsaydı ve kendi bağımsızlığını ilan etmemiş olsaydı, Synaspismos olarak kalsaydı, böyle bir siyasi seçenek oluşmayacaktı ve kitleler de belki de daha fazla Altın Şafak gibi sağ hareketlerde radikal çözümler arayacaklardı. Bu da hayırlı olmayacaktı. Krizi çözmek için SYRIZA’nın durumu yeterli mi? Değil. Ama hiç değilse bir takoz olması açısından, kötüleşmeyi engellemesi açısından, kayıpları bir miktar da olsa engelleme açısından SYRIZA’nın olması hayırlıdır. Ancak kayıpların telafisi ve yeni kazanımlar için çok büyük mücadelelere ihtiyacımız var.

: Tekrar Türkiye’ye dönersek, 1977-1979 seçimlerine gelelim. Sosyalist hareketin bağımsız bir siyasal seçenek oluşturması perspektifinde bir adım atılabildi mi?

MK: Sosyalist hareket 1977-1979 seçimlerinin bir dökümünü tekrardan çıkarmalı. Benzer tutumların tekrarlandığını görüyoruz. Sosyalistlerin önemli bir kesimi tekrardan 1969 seçimlerinde alınan tutuma benzer bir durumu 1979 Ekim ara seçimlerinde yaşadılar. AP’nin kazandığı ve Ecevit’in bunun üzerine çekildiği bir durum vardı. Hepimiz bu tür hatalar yapmış olabiliriz. Birçok insan dedi ki, “Seçimleri boykot ediyoruz”. Bir yandan da “Devrime gidiyoruz” deniyordu. Baktık ki, millet, kitleler sağa gidiyor, sola gitmiyor. Bu boykot tavrı, tam da Lenin’in “sol komünist” diye tarif ettiği çocukluk hastalığına dalalet ediyordu. Herhangi bir bağımsız bir sol seçenek yaratmak yerine, hepsinden imtina edip, başka bir şey yapacağız deyip onu da yapmamak; belki de ikisini birden yapmak gerekirken hiçbir şey yapmamak 12 Eylül arifesinde belki de bizi (genel olarak sosyalist hareketi) siyaseten silahsızlandırmış oldu. Siyaseten silahsız olmak en tehlikelisidir. TİP, TSİP, SDP gibi seçime girmeye alışık partiler 70’li yıllarda çok düşük oylar aldı. Solun çok büyük bir kesimi bu işle ilgilenmediğini söyledi ama de facto oylarCHP’ye gitti. Ve sonuçta bir anlamda mücadelemiz devrimci, iyi, güzel, ama oy vermeye gelince “oyları CHP’ye bıraktık”. Burada herhalde müthiş bir paradoks var.

: 1979 ile 1996 arasında sosyalist hareket açısından kara yıllar oldu. 12 Eylül askeri rejiminin öncesi ve sonrasında büyük bir devlet terörü yaşandı ve legal siyasetin olanakları neredeyse sıfıra yakındı. 1987-1989 yerel ve genel seçimlerinde bağımsız sosyalist adayların çıktığını biliyoruz. 141-142 ve 163’ün kaldırılması için yapılan referandumda da kimi sosyalist çıkışlar yaşandı. Ancak bunlar ülke siyasetinde sınırlı etkisi olan, sosyalist harekete moral veren önemli adımlar olmakla birlikte, dergi çevreleriyle sınırlı kaldı. Türkiye sathında sosyalistlerin adlarını duyurdukları mecra öncesiyle birlikte ÖDP deneyimiyle oldu. 91’den sonraki sürece baktığımızda ÖDP deneyiminin yanı sıra bir de gelişen bir Kürt ulusal hareketi var. Seçimler ve sosyalistler açısından ÖDP deneyimini nasıl değerlendirebiliriz? Bağımsız bir seçeneğin inşasında Kürt hareketiyle sosyalistlerin kurduğu ilişkileri nasıl değerlendiriyorsun?

MK: Sorunun ikinci kısmından başlayayım. Kürt hareketiyle sosyalist hareket arasında ilişkiler, 1991’de başladı. O zamanki Sosyalist Parti lideri Doğu Perinçek’le Kürt hareketi doğrudan ilişkiye geçti. Halkın Emek Partisi adayları SHP listesinden milletvekili seçilecekken, Abdullah Öcalan Doğu Perinçek’e de milletvekilliği teklif etti. Anlaşıyorlar, anlaşmıyorlar. Bildiğimiz hikâye. Bir anlamda ilk buluşma. İkincisi aslında 1994 Mart yerel seçimlerinde biz Birleşik Sosyalist Alternatif olarak seçimlere girdiğimizde, o zamanki Kürt ulusal hareketi seçimlere katılmadı. Seçimlere katılmayı Genelkurmay’ın yanında yer almak vs. olarak yorumladılar. Bir sene sonra biz Birleşik Sosyalist Parti olarak iki beldenin ilçe olmasından ötürü, bürokratik sebeplerden seçime girme hakkımızı kaybettik. Sonra HADEP’le birlikte, biz, SİP ve birçok sosyalist grupla beraber seçim kampanyası yürüttük. Bu ilişki birkaç kategoride ele alınabilir. Biri, Kürt ulusal hareketi ile işbirliği yapmalı mı? Diğeri, onlar olmadan olmaz meselesi. Ama burada genellikle kaybedilen hikâye Kürt meselesinin demokratik siyasal çözümünden yana olmak ile bağımsız bir sosyalist hareketin inşası arasında ille de organik bir bağlantıyı zorlamaktır. Böyle bir organik bağ yoktur. 1994 seçimlerinde biz girdik, onlar girmedi. Biz kendi yolumuza devam ettik ve parti olarak  o gün itibariyle aldığımız oy yüzde 0,3’tü. Şu andaki partileri de düşünecek olursak Birleşik Sosyalist Parti’nin belli başlı sosyalist partiler kadar üye sayısı vardı. Dolayısıyla bizim kendi inşamızı onların seçime girmemesi engellemedi. 1995 Aralık seçiminde de HADEP’ten sonra en yaygın parti olarak birlikte çalışmamız da mümkün oldu. Buradan çıkartılacak bir ders olmalı. Diyeceğim  bu birlikte olmayı ilkesel hale getirmek iki farklı yörüngedeki hareketi bir kazığa bağlamak ciddi sorunlara yol açabilir. Ciddi sorunlardan biri Kürt hareketi ile sosyalist hareketin orantısız güçlere sahip olmasıdır. Bir diğer nokta “ortak bir çerçeve” dendiği zaman, bütün bu ortak girilen seçimlerdeki ittifaklara bakıldığında, başta herkes ilkelerden söz eder ama çok da fazla ilkeye de ihtiyaç yoktur. Yani mesela diyelim ki bir sosyalist parti ile seçim yapmak konusunda çok zorlanan Kürt hareketi, SHP ile ittifak yapmakta hiç zorluk çekmedi. Diyeceksin “tersi de doğrudur”. Bu da olabilir ayrıca. ÖDP tabii ki şu ana kadar gördüğümüz en gelişkin örnek. 1999 seçimlerinde ÖDP ayrı girdi, Kürt ulusal hareketi ayrı girdi. Kürt ulusal hareketi bazı desteklerle girdi. ÖDP içinde de bazı arkadaşlar ısrar etti Kürtlerle işbirliği yapalım diye. Bunun iki taraf için de zararlı olduğu kanısında değilim. Sonuçta kimse kimseye çelme takmamıştır. Ciddi yörünge farklılıkları vardı. 99 yılında seçimler olduğu zaman Abdullah Öcalan yakalanmıştı. Onların gündeminde farklı şeyler vardı. Bizim gündemimizde tabii ki Kürt meselesi olmakla birlikte başka şeyler de vardı.

: Güç ve gündemi farklıydı her iki hareketin de.

MK: Öncelikler arasında, program bir yana eylem programında farklılıklar var. Bunu çakıştıramazsın. Ama ÖDP’nin de seçim tarihine baktığımız vakit, çok büyük yalpalanmalar yaşandı. Örneğin 2002 yılında genel seçimler yapılırken, son güne kadar aslında DEHAP’la görüşmeler yürütüldü. Ama sabah kahvaltıda Sema Pişkinsüt’ün partisiyle ittifak yapıldığı söylendi.

: Hangi partiydi bu?

MK: Siyasi tarihteki değeri DSP’den kopup ÖDP’ye katılmasıyla sınırlı olan bir parti. Çoğu kimse adını bile hatırlamaz. Sema Pişkinsüt, Ecevit’in Demokratik Sol Partisi’ne genel başkan adayı olup kavgalı geçen bir seçim sonucunda kongrede kaybedince, DSP’den 3 milletvekiliyle birlikte partiden ayrılmış, Toplumcu Demokratik Parti’yi kurmuştu. Önemli olan bu kısmı değil. Bu birleşme kararı ve DEHAP ile seçimlere girmeme kararının parti organlarından geçerek alınmış bir karar olmaması önemli. Başkanlar düzeyinde imzalanmış ve parti organlarının haberdar olmadığı bir karardı. Bu da bir garabet olarak tarihe geçmiştir. 2004 yılında mesela, yerel seçimler sırasında garip bir şey oldu. Murat Karayalçın liderliğinde SHP -son seçimleriydi herhalde-, ÖDP, Kürtler, çeşitli gruplar birlikte katıldı. Buradan da “kimin için ne kadar sağlıklı sonuç çıktı?” diye sorulursa, seçim bir belediye meclis üyeliği fazla almak değil de bir takım ilişkileri ileri doğru taşımak, yeni kesimlere ulaşmak, onların iradelerini açığa çıkarmaktır diye düşünürsek böyle bir şey olmadı.

YÖ: ÖDP tarihi açısından 2007 seçimleri önemli sanırım. Bugünden baktığımızda 2007 seçimlerinde alınan tutumlar, sonraki seçimlere de örnek teşkil etti. Ünlü bağımsız adaylıklar dönemi… Hem ÖDP açısından hem de sosyalist hareketinin kimi simalarını “parlamentoya taşıyan” bağımsız adaylar mevzusuna gelsek…

MK: 2007 seçimleri, ÖDP için önemli bir dönemeçti. Çeşitli açılardan önemli bir dönemeçti. Bunlardan birincisi tabii, ÖDP’nin kırılması açısındandı. Parti genel başkanına dışarıdan milletvekilliği öneriliyor. Bu parti organlarından geçmiyor. Parti garip bir şekilde seçime gidiyor ama tarumar olmuş bir vaziyette. Bu seçimler bizde başka bir siyaset yapma anlayışını öne çıkardı. Sadece bizde yok dünyanın başka yerlerinde de bu hikâye var. Bu anlayış, örgütün siyasal gücünü ya da aşağıdan gelenlerin iradesini öne çıkarmak yerine, bir tür paraşütle adaylığı bir siyasi fenomen haline getirdi. Bu çok tehlikeli bir şeydir. Son iki seçimdir tekrar ediyor ve üçüncü seçimde de “aday” ne kendi siyasi partisinin ne de daha geniş kesimlerin onayı ile aday olmadığı için yeniden bir karar merciine bakacaktır. Oradan bir ışık, hatta açık açık isim beklenecektir. Bu takdirde bir siyasi parti faaliyeti yürütmenin anlamsızlaştığı bir noktaya geliyoruz. Bir başka husus da aslında şudur tabii ki, Kürt hareketi bunu yaparak Türk sosyalist hareketinin içine sürekli oynadı; müdahale etti. Mevcut güç ilişkileri içinde bu işler böyle olacaksa, tabiri caizse Kürt hareketiyle sosyalist hareketin rabıtalı bir ilişkili kurması mümkün değildir. Çünkü şu Gezi ve AKP/Cemaat diye ifade edilen çatışmada gördüğümüz gibi gayet pragmatik bir hareketle karşı karşıyayız. Kendi hakkıdır; demokratik özerklik mi olur, konfedere mi olur bu onların karar vereceği bir şey. Ama onun yörüngesine sosyalist hareketin kapılıp oradan bir şey inşa etmeye yönelmesi imkânsız bir şeydir. Ve bu yörüngeyi çizen herkes de tökezlemiştir. Elbette burada örneğin Gültan Kışanak’ın bağımsız adaylığından bahsetmiyoruz, onlar yüzde 10 seçim barajından ötürü olan şeyler. Onların örgütleri var. Burada bağımsız adaylıktan kastım, açık söyleyeyim, kendi temsil ettiği gücün dışında adaylıklardan söz ediyorum. Baskın Oran’dan bahsediyoruz. Son seçilen arkadaşlardan da bahsediyorum tabii ki. Bunlar hangi mekanizmaların, hangi siyasi süreçlerin ürünü olarak aday oluyorlar? Bunun sosyalist siyaset açısından sakıncalı olduğu kanısındayım. Temsil kabiliyeti yok çünkü. Sizin delege edilmeniz lazım; burada ise atama söz konusu. Bir de paraşütle atlama hali var. Tanınmış, aydın birini buluyorsunuz ve halka diyorsunuz ki “Buna oy verin.” Niye? “Çünkü iyidir hoştur”. Bu herhalde temsili demokrasinin en gudubet hallerinden biri oluyor. Taban demokrasisi diyoruz, sosyalist demokrasi diyoruz, temsili demokrasiyi o kadar eleştirdikten sonra, yukarıdan paraşütle atlıyoruz. Altı kaval üstü şeşhane bir hikâye. Arjantin örneğine geri dönecek olursak, üç milletvekili seçildi. Üçünün de şeceresine bakın. En büyük örgütün (PO) en büyük şefi, Altamira seçilemedi. Bizde olsa, “adam hak ediyor” dersin. O seçilemedi mesela. Bu da başka bir terbiye.

: 2007’deki kırılmanın sonuçları sadece ÖDP içinde örgütsel bir ayrılığa yol açmadı, genel olarak sosyalist hareketi etkileyen siyasi bir kırılma oldu, diyebilir miyiz?

MK: Bu kırılma bize zihniyet olarak parlak bir proje olarak geldi. Bu oldukça yaygın ve önemsenen bir hikâye. Örneğin mevsimi geldiği zaman etrafta çok rahatlıkla, müstakbel ve muhtemel sosyalist milletvekili adaylarına rastlamak mümkündür. Bu hazin bir şey. Tabii insanları da bu durumda oy vermeye çağırmak da kolay ve ikna edici bir şey değil. Birisine “Şuna oy verin” diye propaganda yaptığınızda “Niye ona oy vereyim?” dediğinde ona cevap vermede zorlanırsınız. Çünkü yarının ne olacağı belli değil, bunun denetimi yok. Neyi temsil ettiği tam olarak belli değil. Sonra “Kusura bakmayın” oluyor. Baskın Oran örneğinde olduğu gibi, sanki insanlar Baskın Hocayı daha önce tanımıyorlarmış gibi “Bu iş pek olmadı sanki” dediler. Şimdi adamın yaşı belli. Kabahat onu oraya aday gösterenlerde.

: O dönemde 2. Bölgeden kaç  aday çıktı?

MK: Doğan Erbaş çıktı. Ben ona oy verdim. Bir oyum var onu vermesem olmaz. “Niye oy verdin?” dersen onu açıklamaya çalışırım, ama ilkesel olarak bir şeyi savunmak ayrı bir şey. Ufuk Uras’ın da bu şekilde adaylığına karşıydım zamanında. Aday olunca “oy vermiyorum” diyemezsin. Sonrasında bu bir karakter haline geldi. Bugünden baktığımızda belki oy vermemeyi düşünmek de gerekir. Çünkü oy verdikçe alışıyorlar, arkası geliyor.

: Bu bir alışkanlık ve gelenek halini aldıysa eğer, seçimlerin taktik olmaktan çıkıp bir siyasete dönüştüğünü söyleyebilir miyiz?Kürt hareketi de sosyalist hareketinin zaafını keşfetti. Sosyalist hareket içinde de itiraz edecek siyasal gelenek yeterince oluşmadı. 1946’dan bugüne çeşitli aşamalardan geçerek gelen sosyalist hareketin temel zihniyeti, halk cephesi politikası bugün farlı bir düzeyde sürekliliğini koruyor diyebilir miyiz?

MK: Doğan çocuk kakasından mı belli olur, genetiğinden mi belli olur, oraya girmeyelim. Ama şöyle bir şey var: Bağımsız sosyalist seçeneğin yaratılması için gereken sebatkâr yolu izlemediğimiz zaman birileri bize kısa yollu birtakım çözümler göstereceklerdir. “Bu kısa yollu çözümlerden ne üretilir?” dediğiniz zaman, bununla ilgili bazı deneyimler yaşandı. Bunlardan ders çıkarmak gerekirdi. Ama sonuçta tabii bizim sosyalist hareketimizde bireyler, kişiler, tutumlar, pozisyonlar, bakışlar, duruşlar vs. aşırı derecede önemlidir. Eyleminin muhtevasından önce, bir anlamda bakış, duruş, kelam daha önemli. O yüzden biz biraz “kitaba” gelecek durumda pek değiliz. Deveye sormuşlar nerem doğru demiş…

: Bir sonraki seçimlere geçelim. Onlar hakkında ne düşünüyorsunuz?

MK: 2007’den sonraki seçimlerde 2009 yerel seçimlerinin bir özelliği yok bizim açımızdan. 2011’de de aslında bir anlamda bağımsız adaylık meselesi daha kallavi bir şekilde yapıldı. BDP için bu anlamlı bir şeydi. Bunu 95 Aralık seçimlerinde dile getirdim, o zaman Murat Bozlak HADEP genel başkanıydı. “Siz milletvekili çıkarmak istiyorsanız, niye bağımsız aday çıkarmıyorsunuz?”. “Biz yüzde 15 oy alacağız” deyince ben de sustum tabi. Onlar da biliyorlardı, yüzde 4, 5, 6’ya dayanacaklarını. Umarım daha fazlasına dayanırlar orası ayrı. Sonunda kurumsal bir çerçevede, mecliste de kendilerini temsil etmenin faydasının farkına vardılar ve bu aracı da kullandılar. Bu aracı kullanırken, adaylarını seçerken yine atamayla, şuraya şunu, buraya bunu koymaları kendi cenahları açısından anlamlı olabilir belki, ama sosyalistlerin de atama sırasına girmesi devrimci gelenekle açıklanamaz. Çünkü bu sosyalist harekette de başka türlü bir saflaşma, yarılma demeyelim ama bir ikileme yol açacaktır. Muhakkak ki sürekli oradan bir milletvekilliği ihtimali için çalışan, çabalayan insanlar olacaktır. Bir de herhangi bir milletvekilliği ihtimali olmadan kör kütük veya zor bela işlerle uğraşmak, didinmek durumunda kalacak olanlar olacaktır. Bağımsız adaylığı başka türlü inşa etmek mümkün olabilir. Birkaç meclis kurarak o mecliste tabiri caizse “temsil kabiliyeti olan”, mümkün mertebede aşağıdan insanların yer alabileceği, adaylar çıkartılabilir. Bakın biz yüzde 5 oy alıyorduk Fransa Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde. Olivier Besancenot  “Ben artist miyim, ömür boyu aday mı olacağım?” dedi, adaylıktan çekildi. Gerçi biz de bölünmüştük ama oyumuz biraz da Olivier çekildiği için düştü. Üstelik o bir bakıma aydındı, ama posta çalışanıydı. Onun dediği sözü önemsiyorum: “Bana değil, siyasetime oy versinler”. Öyle adaylar bulmak lazım ki, bir fikri, siyaseti temsil edebilsin. Ama hiç değilse bu temsil kabiliyetini bir meclisten alsın. Solda farklı renklerdeki sosyalistler de yan yana gelmeliler. Onlar da seçimle sınırlı olmayan, ama bazen seçimle de sınırlı olabilecek birtakım birliktelikler, cepheler kurmalılar ve kurmak da zorundadırlar. Hiç değilse sosyalizmin bayrağının adını yükseltmek, bu umudu yeşertmek zorundalar.

: O zaman son iki soru. Bir, bu çerçevede CHP-AKP’nin dışında HDP’nin ortaya çıkması üçüncü bir seçenek midir? Bir de Ankara’da oluşan sol platform var. Nasıl değerlendiriyorsun.

MK: Şimdi kolayını cevaplandıralım. Ankara’daki mesele aslında Mansur Yavaş’ın CHP’den aday olmasıyla ortaya çıkan bir husustu. Burada ciddi bir inandırıcılık sorunu var. Onun yerine başka birisi aday olsaydı, bu parti neo-liberal bir parti olmaktan çıkacak mıydı? Elbette çıkmayacaktı. Kendi kafalarına yatkın bir merkez sol aday olmadığı için aday çıkarmak tercih edilebilir. “Bu kadarı yeter artık” denebilir. Bu da ciddi bir inandırıcılık sorunu yaratır. Bu aynı zamanda HDP’li arkadaşlar için de geçerlidir. “Nezaketen görüştük” dediler ama sonrasında “İlkeli ittifak olursa varız” da dediler. İlkeli ittifakta anlamadığım bir şey var, bunlar sanki antikapitalist, kızıl komünist mi olacaklar? CHP, CHP’dir. CHP de gidip HDP’lilere böyle bir şart koşmayacaktır. Bu da herhalde eğlenceli bir şey olsa gerek. Üçüncü seçenek meselesini yıllardır dile getiriyoruz. Türkiye’de İslamcılar, Cumhuriyetçiler var. Böyle bir ikilinin karşısında sen de Üçüncü Cephe olursun. Bu cepheleşmeyi yarmak için çabalarsın. Bu ifadeyi biz de kullandık, herkes de kullanabilir. Ama gerçekten böyle bir şey olması için, sahici bir tabana ihtiyaç var. Bazı araştırmalar CHP’yi yüzde 30 gösteriyor, AKP’yi yüzde 40-45. “Biz yüzde 7’lik bir cephe oluşturuyoruz” dediğinizde, bu cephe bir taraftan da birinci cepheyle hükümette kalması için, hükümetten düşmemesi için özel bir çaba sarf edecek. Üçüncü cephe olduğunu iddia edenler için kolay bir ikilem değil. Üstelik, Abdullah Öcalan’ın İmralı’dan gönderdiği Erdoğan’a dönük hayırhah tutumunu ortaya koyan bir mektup da var. “Biz CHP’ye karşı mücadele edeceğiz, CHP’yi çökertmek için mücadele edeceğiz” diyorlar. Ama iktidarda ve hükümette olan AKP. Bu da garip bir üçüncü cephe anlayışı haline geliyor. Sanırım bu iş giderek HDP’nin inandırıcılığını zorlayacaktır.

: HDP’yi nasıl bir parti olarak değerlendiriyorsun? HDP devrimci, sosyalist bir parti mi? Reformist bir parti mi? Sosyal demokrat mı? Hangi kulvarda yer alıyor, sence?

MK: HDP içinde sosyalistlerin de bulunduğu sol bir oluşum. Bu benim kişisel yorumum değil, Aydın Çubukçu’nun Taraf’taki mülakatında söylediği bir şey. BDP de zaten statü olarak Sosyalist Enternasyonal’de gözlemcidir. Sol bir partidir, ama sosyalist değildir. Bir problem şurada çıkıyor. Bir iktidar oyunu oynanıyor, iktidar mücadelesi var, bu siyaset savaşında bir gedik arıyorsunuz. Bu gediği hükümeti zaafa uğratmadan nasıl yapabilirsiniz? Paradoks buradan kaynaklanıyor. Hükümeti yanınıza alarak veya daha iyi bir tabirle hükümeti karşınıza almayarak mı yapacaksınız? Bu dünya literatürüne geçecek bir tartışma olur. Bu tartışma önümüzdeki günlerde daha net bir biçimde ortaya çıkabilir. Bunun uluslararası ilişkiler boyutu olabilir, başka boyutu olabilir, lobilerle, Ermeni meselesiyle, Abdullah Öcalan’ın dedikleriyle ilgili olabilir. Burada bir parantez açmama izin verin: KCK yöneticisi Bese Hozat’ın söylediği sözlerin benzerlerini Öcalan’ın literatüründen çıkarmak mümkündür. Öcalan’ın savunmasının beşinci cildine göre, 1919-22 arasında Türkiye adeta cennettir. Demokratiktir, her şey iyidir, Kürt meselesi iyidir. Ondan sonra bozulma oluyor. O zamana kadar bu demokratik, ilerici bir rejim olarak vaftiz ediliyor. Ancak tarih bunu böyle söylemez. Başka şeyler de söyler. Bugünkü rejimin inşası sırasında üzerine oturduğu zemin Birinci Dünya Savaşı zeminidir. Burada Ermeni katliamı da vardır. Bunu bu şekilde İsmail Beşikçi anlatır, Öcalan anlatamaz. Bu tarih anlatımı 1919-22 arası koalisyonu açıklamakta güçlük çeker. Bir de tabii ki, Kürtlerin de Ermeni katliamındaki rolünü es geçmek durumundasınızdır. Bunlar karışık işler. Muhakkak ki bunlar başka bir mevzu. Tekrar konuya dönersem, sanıyorum HDP adayları önceki seçimdekinden farklı bir konumdalar. Genel seçimlerde bağımsız adaylara oy veren sosyalistler bu kez daha farklı düşünebilirler. İstanbul’daki Kürt seçmenler ise bu sefer biraz daha özgüven kazanmış olarak HDP’ye oy verebilirler. Yine de bundan çok emin olamıyoruz. BDP’li seçmenlerin sosyolojik analizine baktığımızda, Kürt seçmenler muhafazakârdır, dindardır; HDP’nin sol söylemini nasıl kaldırır, tahmin etmesi güç. Öte yandan biraz araştırmalara baktığımız takdirde sonunda artık garip yerlere sürüklenmeye gerek yok. “Batı’dakilerin hepsi faşist, Doğu’daki Kürtlerin hepsi kızıl komünist” diye görmek yanlış olur. Diğer yandan çok havada kalan bir enternasyonalizm kullanılıyor. Bir sosyalist enternasyonalizmi vardır bir de burjuva enternasyonalizmi vardır. Küçük burjuva enternasyonalizm de olabilir de… Adı konmaksızın safiyane bir saflaşmanın peşinde koşmanın bir yararı yoktur herhalde.

: Üçüncü seçenekle ilgili ekleyeceğiniz başka bir şey var mı?

MK: Üçüncü seçenek meselesinin bir de politik yanı var. Türkiye’de esas ayrımı biz nerede göreceğiz? Onu bilemiyoruz. Kürt ve Türk diye görmeyeceğimize göre… Bu toplumdaki ideolojik oluşumların –İslamcılık, Cumhuriyetçilik– ötesinde, dünya görüşü açısından da değerlendirirken şöyle bir problem ortaya çıkıyor: Hangi toplumsal dinamiklere dayanarak ya da onları inşa ederek geleceğimiz kurtarabiliriz? Şimdi çözüm süreci BDP’nin ve HDP’nin olmazsa olmazı. Bunun için AKP ile ilişkilerin kopmaması gerekiyor. Bunu kendileri söylüyorlar. Diyelim ki bir CHP-MHP koalisyonu oldu, bu takdirde müzakere süreci yürümez. Genel kanı bu. Bir tek aralarında “Bolşevik” olan Altan Tan var, “Devlet Bahçeli gelse de fark etmez. Toplum tarafından çözüm süreci çok benimsenmiştir. Türkiye’nin bundan geri dönme şansı yoktur. Dönerse Türkiye kendini nerede bulur belli olmaz” diyor. Üçüncü cephe meselesini irdelerken, biraz önce sözünü ettiğim toplumsal dinamikler meselesi bizde çok az irdeleniyor. Mandela’nın vefatından sonra Güney Afrika deneyimine dönüp bakmaya başlanıldı. Hiçbir şeyin garantisi yoktur. Ancak geri dönüp bir bakmak lazım. Birçok ulusal kurtuluş hareketi kendi içinde yeni bir oligarşi yaratarak eski oligarşiye eklemlenmiştir. Kürt hareketinin perspektifinde “eski oligarşiyi yok etme” diye bir bakış açısı yok. AKP ile uzlaşarak böyle bir şey mümkün de değildir. Anadilde eğitim, eski yerlerin isimleri, kültürel faaliyetler, yerel emniyet teşkilatının kurulması da dâhil olmak üzere kabul edilmemiş talepler bizi neo-liberal siyasetten kurtarmaz. Neo-liberalizm çok daha kapsamlı sosyal veya siyasal bir sistemdir. Dolayısıyla ortada bir üçüncü cephe yok. Kâğıt üzerinde basit gibi gelecek değişikliklerle, yerel yönetim şartnamesinin kabul edilmesiyle taleplerin önemli bir kısmı ortadan kalkar. Bunun dışında kalan örneğin demokratik konfederalizm, dünya siyasetinde olmayan bir kavram, siz bunu kullanırsınız. Bu neye karşılık düşer? Ona bakmak lazım. Dolayısıyla bu üçüncü bir cephe açmak için bizim daha çok büyük mücadelelere ihtiyacımız var. Çok daha büyük güçlerin inşasına ihtiyacımız var. Bunlar tabiri caizse kurumsal çerçeve içindeki müzakerelerle veya seçimlerle oluşacak bir şey değil. Seçimleri günü geldiğinde ıskalamayacak olan, ama esas olarak işçilerin ve ezilenlerin içinden çıkacak bir inşaya ihtiyaç var. Bırakalım 12 Eylül’den sonraki 30 yıllık tarihimizi, ilk sosyalist örgütler 1880’lerin sonunda yerel olarak var olduğunu kabul edersek, neredeyse 150 yıllık tarihimiz içinde bunu yapamadık, yine yapamazsak, başka yapacak bir şey de olmayacaktır.

Hamas’ın karşı-saldırısı üzerine ilk yorumlar – Gilbert Achcar

Hamas’ın 7 Ekim 2023’te İsrail’e yönelik başlattığı karşı-saldırı, bir başka Arap sürpriz saldırısı olan ve Ekim 1973 Savaşı’nın 50. yıldönümünden bir gün sonra İsrail’e karşı başlattığı karşı-saldırıdan çok daha görkemli bir başarı oldu. Elli yıl önce iki Arap devleti, Mısır ve Suriye, İsrail’in altı yıl önce Haziran 1967 Savaşı’nda ele geçirdiği toprakları geri almak için konvansiyonel bir savaş başlatmışken, Hamas’ın başlattığı yeni karşı-saldırı İncil’deki Davut’un dev Golyat’a karşı verdiği mücadeledeki cesaretini çağrıştırıyor. Davut’un sapanına eşdeğer ilkel hava, deniz ve kara araçlarını bir araya getiren Hamas savaşçıları, Gazze şeridi ile İsrail devleti arasındaki sınır bölgesi boyunca şaşırtıcı ve son derece cüretkâr bir saldırı gerçekleştirdi.

İsrail’in Arap komşuları karşısındaki kibirli özgüveni 1973’te nasıl paramparça olduysa, Filistin halkıyla ilişkilerinde ve Filistinli gerillalarla mücadelesinde sahip olduğu güvenlik ve dokunulmazlık da ciddi ve geri dönülmez bir şekilde zedelendi. Bu açıdan bakıldığında, Hamas’ın Ekim ayındaki karşı saldırısı İsrail halkına ve devletine, kırılganlıklarını ve barış olmadan güvenliğin, adalet olmadan da barışın olamayacağını güçlü bir şekilde hatırlatmaktadır.

Hamas’ın İsrail devletine karşı böylesine büyük bir operasyon başlatma kararı hakkında ne düşünülürse düşünülsün, bu karar kaçınılmaz olarak İsrail hükümetinin ölümcül misillemesine yol açacak ve Hamas ile müttefiklerini siviller için büyük bir maliyetle Gazze Şeridi’nden silme girişimine teşvik edecektir, Gerçek şu ki, bu karşı saldırı, İsrail’in ırkçı aşırı sağcı hükümetinin dayanılmaz kibrine ağır bir darbe indirmiş ve İsrail’in, Filistin halkına zulmederek ve onlara uzun süreli bir topraksızlaştırma, etnik temizlik ve apartheid Nakba’sı yaşatarak, bölgesel çevresiyle “normal” bir birlikte yaşama durumuna ulaşabileceğine olan inancını sarsmıştır.

İsrail’in Filistin halkına yönelik acımasız saldırılarına gösterdikleri sessiz tepkilerin aksine, Batılı hükümetlerin (ve yabancı işgale karşı meşru mücadele konusunda daha bilgili olması gereken Ukrayna hükümetinin) İsrail’le dayanışma içinde olduklarını ifade etmeleri ise hiç de azımsanacak gibi değil. Nazilerin Avrupalı Yahudilere karşı işlediği suçları İsrail’in Filistinlilere karşı işlediği suçları onaylayarak telafi etmeye çalışan Almanların her zamanki yanlış yöneliminin bir göstergesi olarak, 7 Ekim akşamı Berlin’in Brandenburg Kapısı’na İsrail bayrağı yansıtılarak İsrail devletine karşı rezil bir yaltaklanma sergilendi. İsrail hükümetinin, önde gelen bir İsrailli Holokost tarihçisinin Haaretz’de neo-Naziler olarak tanımlamaktan çekinmediği kişiler de dahil olmak üzere, Yahudi aşırı sağcı güçlerin tamamından oluştuğu bir dönemde bu daha da vahim bir hâl almıştır!

Hamas saldırısını, Suudi Krallığı ile İsrail devleti arasında ABD tarafından teşvik edilen yakınlaşmayı raydan çıkarmaya yönelik bir İran komplosu olarak “analiz etme” girişimleri de aynı derecede rezilce. Tahran’ın bu yakınlaşmayı Siyonizm karşıtlığı üzerindeki kendi tekel iddiasını güçlendirmek için kullanmak yerine raydan çıkarmak istediği doğru olsa bile -ki bu oldukça tartışmalı bir hipotezdir- Filistin’in eylemliliğinin komplo teorileri yoluyla inkârı, baskıcı her hükümetin halk isyanlarına verdiği tepkiyle birebir örtüşmektedir. Ezilen insanların zulme karşı ayaklanmaları için yeterli gerekçenin bulunmadığını ve böyle bir hareketin mutlaka yabancı bir hükümetin görünmez eli tarafından yönlendirildiğini varsayar.

Filistin halkının onyıllardır neler çektiğini bilen ve Gazze Şeridi’nin 1967’de işgal edilip 2005’te İsrail askerleri tarafından boşaltılmasından bu yana nasıl bir açıkhava hapishanesine dönüştüğünün farkında olan herkes -ki bu açıkhava hapishanesi periyodik olarak İsrail’in ölümcül “hindi avı”nın hedefi oluyor- Hamas’ın son operasyonu gibi yarı-çaresiz bir cesaret eyleminin aslında daha sık yaşanmamasının tek nedeninin Filistinli Davut ile İsrailli Golyat arasındaki büyük askerî orantısızlık olduğunu kolayca anlayabilir. Gazze’nin son karşı-saldırısı insanın aklına 1943 Varşova Gettosu Ayaklanmasını getiriyor.

Hiç şüphe yok ki bu yeni sayfa genel olarak Filistinliler, özel olarak Gazzeliler ve Hamas için korkunç bir maliyetle sona erecek -İsrail ile Filistinliler arasındaki her savaşta olduğu gibi, İsraillilerin katlandığı maliyetten çok daha yüksek. Hamas’ın karşı-saldırısının ardındaki “yetti artık” mantığını anlamak zor olmasa da, bunun Filistin davasını İsrail’in yukarıda bahsedilen özgüvenine indirilen darbenin ötesine taşıyacağı çok daha şüphelidir. Bunu başarmak Filistinliler için son derece orantısız bir maliyete mal olurdu.

Ne kadar görkemli olursa olsun böyle bir operasyonun “zafere” ulaşabileceği fikri ancak Hamas gibi köktendinci bir hareketin karakteristiği olan dinsel nitelikli bir hayal gücünün ürünü olabilir. Örgütün enformasyon servisinin 7 Ekim sabahı hareketin lider kadrosunu Allah’a dua ederken gösteren bir video paylaşması bu düşünce tarzının açık bir göstergesi. Ne yazık ki hiçbir mucize İsrail’in muazzam askeri üstünlüğü gerçeğini değiştiremez: İsrail’in Gazze’ye karşı sürdürdüğü yeni savaşın sonucu kesinlikle çok yıkıcı olacak.

New York ve Washington’a düzenlenen 11 Eylül saldırıları ABD’nin kibrine büyük bir darbe indirmişti. Bu eylemler neticede George W. Bush’un popülaritesini muazzam bir şekilde arttırdı ve hedeflediği Irak işgalini 18 ay sonra başlatmasını sağladı. Benzer şekilde, Hamas’ın Ekim ayındaki bu karşı saldırısı, öncesinde derin bir şekilde bölünmüş olan İsrail toplumunu ve siyasetini yeniden birleştirmeyi başardı ve böylece Binyamin Netanyahu’nun, Filistinlilerin zorla yerlerinden edilmelerini hızlandırmak için onlara kitlesel terör uygulama yönündeki en vahşi planlarını hayata geçirmesine imkân verecek.

Öte yandan, eğer Hamas liderliği Lübnan’daki Hizbullah’ın -ve arkasındaki İran’ın- İsrail’i gerçekten tehlikeye atacak düzeyde savaşa katılacağına dair bahse girmiş olsaydı, bu bahis gerçekten de çok riskli olurdu. Zira Hizbullah’ın İsrail ile kitlesel olarak yeni bir savaşa girme riskini alacağı kesin olmadığı gibi, böyle bir durumun gerçekleşmesi hâlinde İsrail’in (nükleer silahları da içeren) muazzam yıkıcı gücüne sınırsızca başvurması kaçınılmaz olur ve bu da tarihî büyüklükte bir felakete yol açardı.

Askeri imkânları çok daha üstün olan bir zalime karşı, Filistin halkı için gerçekten etkili tek mücadele yolu, bu üstünlüğü aşabilecekleri zemini seçmektir. Filistin mücadelesi en yüksek etki düzeyine 1988 yılında, Filistinlilerin şiddet araçlarını kullanmaktan bilinçli olarak kaçındıkları Birinci İntifada sırasında ulaşmıştı. Bu durum, silahlı kuvvetleri de dahil olmak üzere İsrail toplumu ve siyasetinde derin bir ahlaki krize yol açmış ve İsrailli Rabin-Peres liderliğini Yasir Arafat ile 1993 Oslo Anlaşmalarını müzakere etmeye yönlendiren kilit bir faktör olmuştu -her ne kadar bu anlaşmalar Filistin liderinin ham hayallere kapılması nedeniyle kusurlu olsa da.

Filistin mücadelesi öncelikle İsrail’in baskı, işgal ve yerleşimci-sömürgeci yayılmasına karşı kitlesel siyasi eyleme dayanmalıdır. Cenin veya Nablus’ta genç Filistinliler tarafından örgütlenen yeni yeraltı silahlı direnişi, halk kitle hareketine etkili bir yardımcı olabilir. Yeter ki bu direniş, kitlesel halk hareketinin önceliğini temel alsın ve onu teşvik edecek şekilde düşünülsün. Filistin halkının güvenmesi gereken bölgesel destek, İran gibi zalim hükümetlerden değil, bu baskıcı rejimlere karşı mücadele eden halklardan gelmelidir. Filistinlilerin kurtuluşu için gerçek potansiyel ihtimal burada yatmaktadır ve bu potansiyel, İsrail toplumunun kendisinin, siyasette sürekli olarak aşırı sağa kaymasına neden olan Siyonizm mantığından kurtuluşuyla birleştirilmelidir.

Çeviri: Cahit Akın

Kaynak: https://marksizmdefteri.substack.com/p/hamasn-kars-saldrs-uzerine-ilk-yorumlar?r=17p6c4&utm_campaign=post&utm_medium=web&s=08

Filistin Ayaklanması – Tarık Ali

Aralık 1987’de Filistin’de patlak veren yeni İntifada, İsrail’in yanı sıra Arap dünyasının seçkinlerinin de düzenlerini sarsmıştı.  Birkaç hafta sonra, yaşlı Suriyeli Şair Nizar Kabbani yazdığı Taşların Çocukları adlı şiir üçlemesinde, bugün artık yozlaşmış, işbirlikçi yetkililer tarafından temsil edilen Filistin’in eski önderlerinden bahseder.  Bu şiir Filistin kahvelerinde hep okundu ve söylenegeldi:

Taşların çocukları

Kâğıtları savurdular

Ve mürekkepleri üstümüze döktüler

Eski metinlerin kifayetsizliği ile dalga geçerek

Gazze’nin çocukları

Bizim televizyon konuşmalarımıza bakmayın

Bizi dinlemeyin

Biz soğuk hesapların insanlarıyız

Toplamanın ve çıkarmanın

Savaşınızı başlatın ve bizi bir başımıza bırakın

Biz mezarsız ölüleriz

Gözleri olmayan yetimleriz

Gazze’nin çocukları

Bizim yazdıklarımıza bakmayın

Bizim gibi olmayın

Sizlerin putlarıyız

Ama bize tapmayın

Gazze’nin çılgın insanları

Çılgınlığa binlerce alkış

Siyasi aklıselimin günleri çoktan geride kaldı

O yüzden şimdi bize çılgınlığı öğretin…

O günden bugüne Filistin halkı ciddiye alınır bir kendi kaderini tayin hakkını elde etmek için, her yöntemi denedi. Onlara söylenen ise hep “şiddetten vazgeçin” oldu. Bir İsrail vahşeti sonrasında yaşanan tek tük misillemeler dışında, bu isteğe uydular. Yurtiçindeki ve diasporadaki Filistinliler arasında “Boykot, yatırımların geri çekilmesi ve yaptırımlara” büyük destek vardı; dünya genelinde sanatçılar, akademisyenler, sendikalar ve kimi zaman hükümetler tarafından ilgi görmeye başlayan, mükemmel bir barışçıl hareket söz konusuydu. ABD ve arka bahçesi NATO bu kampanyaya, Siyonist lobici grupların da yardımıyla, özellikle Avrupa ve Kuzey Amerika’da, BDS’yi kriminalize etmeye çalışarak,  İsrail’i boykot etmenin “antisemitizm” olduğunu iddia ederek karşılık verdi. BDS karşıtı bu kampanyanın büyük ölçüde etkili olduğu görüldü. İngiltere’de Keir Starmer’in İşçi Partisi, yaklaşan ulusal konferansında “İsrail apartheid”ından bahsedilmesini yasakladı. İşçi Partisi’nin sol kanadı da ihraç edilmekten korkarak bu konuda karşı ses çıkarmadı. Üzücü bir durum… Bu arada Arap ülkelerinin çoğu, Washington’a teslim olma konusunda, Türkiye ve Mısır’a katıldı. Suudi Arabistan şu anda İsrail’i resmen tanımak için Beyaz Saray’ın arabuluculuğunda müzakere yürütüyor. Filistin halkının uluslararası tecridi daha da artacak gibi görünüyor. Sonuçta barışçıl direnişin hiçbir yere varmadığı da görüldü.

Bu zaman zarfında İsrail ordusu zevk için Filistinlilere saldırıp öldürürken, birbirini izleyen İsrail hükümetleri de Filistin halkının devlet kurma umutlarını tümüyle berhava etti. Son dönemde birkaç eski İsrailli general ve Mossad ajanı, Filistin’de yapılanların “savaş suçu” kapsamına girdiğini itiraf ettiler. Tabii bunu itiraf edecek cesareti ancak emekli olduktan sonra bulabilmişler. Görevde oldukları dönemde, işgal altındaki topraklarda faşist yerleşimcilere tam destek veriyor; evleri yakmalarına, zeytin tarlalarını yok etmelerine, kuyulara beton dökmelerine, Filistinlilere saldırmalarına ve “Araplara ölüm” sloganları atarak evlerini gasp etmelerine, seyirci kalıyorlardı. Aynı Batılı liderler gibi… Kabbani’nin de dediği üzere, siyasi aklıselim çağı çoktan geride kaldı.

Ve bir gün, Gazze’nin seçilmiş liderleri savaşa savaşla karşılık vermeye başladılar. Mahkûm edildikleri açık hava hapishanesinden çıkıp, İsrail’in güney sınırını geçerek askeri hedeflere ve yerleşimci nüfusuna saldırdılar. Filistinliler bir anda uluslararası manşetlere çıktı. Batılı gazeteciler Filistinlilerin gerçek anlamıyla direniyor olmasından dolayı şok oldular ve hatta dehşete düştüler. Peki, neden direnmesinler? İsrail’deki aşırı sağcı hükümetin, ABD’nin ve ikiyüzlü AB’nin desteğini de alarak, acımasızca misilleme yapacağını herkesten daha iyi biliyorlar. Ancak yine de Netanyahu’nun ve kabinesindeki katillerin, halkın büyük bölümünü günbegün sınır dışı etmesine ya da öldürmesine sessizce seyirci kalmayı kabul etmiyorlar. İsrail devletinin faşist kesimlerinin, Arapların toplu katliamını onaylamakta tereddüt göstermeyeceğini de biliyorlar. Ve tüm bunlara rağmen, her ne pahasına olursa olsun direnmeleri gerektiğini de biliyorlar. Filistinliler bu yılın başlarında Tel Aviv’deki eylemlerde “yurttaşlık haklarını savunmak” için yürüyenlerin işgal altındaki komşularının haklarını umursamadıklarını yeniden gördüler. Artık meseleyi kendi başlarına çözmeye karar verdiler.

Filistinlilerin maruz kaldıkları kesintisiz saldırıya direnme hakları var mı? Kesinlikle var. İki taraf arasında ahlaki, siyasi ya da askeri denklikten söz etmek mümkün değil. İsrail, ABD tarafından tepeden tırnağa silahlandırılmış -nükleer silah dâhil- bir devlet. Varlığı tehdit altında olan İsrail değil. Gerçekte tehdit altında olan, Filistinliler, sahip oldukları topraklar ve yaşamları. Batı medeniyeti Filistin halkı tümüyle kırıma uğratılırken seyirci kalmakta kararlı görünüyor. Şimdi diğer tarafta Filistinliler sömürgecilere karşı ayaklanıyorlar.

(Okuma önerisi: Perry Anderson, ‘The House of Zion’, NLR 96.)

Bu yazı 7 Ekim 2023’de NLR’de yayımlanmış  (https://newleftreview.org/sidecar/posts/uprising-in-palestine) ve Hülya Osmanağaoğlu tarafından Umut Gazetesi için çevrilmiştir.

Karabağ: Asi bir cumhuriyetin ölümü

VİCKEN CHETERİAN

19 Eylül günü öğle saatlerinde Azerbaycan Ordusu, resmî düzeyde tanınmayan, asi cumhuriyet Karabağ’a, ortada hiçbir tahrik yokken, Ermeni askerlerin bulunduğu cephe hattının her noktasından çok büyük bir saldırı başlattı. Türkiye ve İsrail yapımı insansız hava araçları Karabağ hava savunmasına saldırdı, topçu mevzilerine İsrail yapımı LORA balistik füzeleri fırlatıldı, sonra da Azeri güçleri ilerleyip Karabağ’ın iç kısımlarındaki yolları keserek şehirleri ve köyleri tecrit etti. Bir gün süren yoğun çarpışmaların ardından, bölgeye yerleştirilmiş Rus ‘barış gücü’nün arabuluculuğunda yapılan anlaşmayla, Karabağ yönetimi koşulsuz olarak teslim olmayı kabul etti. 

Azerbaycan bu saldırıya uzun süredir hazırlanıyordu. 12 Eylül 2022’de, Karabağ’ı Ermenistan’a, dolayısıyla dış dünyaya bağlayan tek yolu keserek bölgeyi kuşatma altına almıştı. Hâlen devam eden bu ablukayı başlangıçta, aslında İlham Aliyev hükümetinin görevlendirdiği kişiler olan ‘çevre aktivistleri’ yürütüyordu. Rus ‘barış gücü’, en önemli görevlerinden biri Laçin Koridoru’ndan geçişlerin güvenliğini sağlamak olduğu hâlde müdahale etmeyince, Azerbaycan kuşatmayı sıkılaştırdı ve nihayet bölgeyi dış dünyadan tamamen kopardı. Bunun sonucunda bölge, 120 bin kişilik nüfusuyla açlık sınırına geldi; hastalar ve yaralılar için gereken ilaçlardan, ısıtma, ambulanslar ve askerî araçlar için ihtiyaç duyulan yakıttan mahrum kaldı. 

Ardından Azerbaycan bir kez daha İsrail’den silah ithal etmeye başladı, ki bu genellikle büyük bir askerî tırmanışın habercisidir. Bir habere göre (Haaretz, 13 Eylül) İsrail Azerbaycan’a Mart ayından bu yana, beşi Eylül ayının ilk yarısında olmak üzere 11 İlyuşin IL-16 dolusu silah gönderdi. Bu nakliye uçaklarının kapasitesi 40 ton. Azerbaycan Eylül başında Karabağ’ın etrafına ve Ermenistan sınırına asker yığmaya da başlamıştı. 

Savaş önce ilan edildi, sonra da senaryoya göre uygulamaya kondu. İlham Aliyev hiçbir zaman müzakere yoluyla barış istemedi; hep savaş istedi.

Soğuk ve uzun kış yaklaşırken
Karabağ’ın, Ermenicesiyle ‘Artsakh’ın dağlarında geceler soğuk olur. Kalabalık düşmanlarımız kapımıza dayandığında dostlarımız kayıplara karıştı.

Türkiye ve sunduğu muazzam askerî destek hesaba katılmadan, Azerbaycan’ın saldırganlığının anlaşılması güç olur. 2020’deki savaşta Türk askerleri doğrudan yer almıştı; Türkiye’nin cumhurbaşkanı Erdoğan bu kez de Azerbaycan’ın saldırılarını desteklediğini gizlemedi. Türkiye’nin, Ermenistan’a otuz yıldır ambargo uyguluyor olması, soykırımdan kurtuldukları için Ermenileri affetmediğini düşündürüyor insana.

Azerbaycan askerleri saldırırken Rus ‘barış gücü’ görmezden geldi. Rusya’nın liderleri, propagandacılarına, son savaşı başlatan Azerbaycan’ın yerine Ermenistan’ı suçlamalarını emredecek kadar ileri gitti. Böyle dostları olanın düşmana ihtiyacı yoktur.

Avrupa Birliği (AB), bu kafası son derece karışık yapı, geçen yıl Azerbaycan’dan petrol ve gaz ithalatını artırarak bu ülkenin elini güçlendirdi. AB’nin Rus gazına alternatif arayışına girmesiyle, 2022 yılının Temmuz ayında, Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen gaz ithalatını artırmak üzere Bakü’ye gitti. AB Azerbaycan’a daha da fazla petrodolar pompalamaya başladı; von der Leyen, AB ile Azerbaycan arasındaki “tüm ilişkileri ve iş birliklerini ele alırken”, Karabağ Ermenilerine yönelik olası etnik temizliği engellemeye dönük bir tane bile önkoşul ileri sürmedi. AB Putin’i, Ukrayna’yı işgal ettiği için cezalandırmak amacıyla Azerbaycan’a mali destek verdi. Karabağ’ın yok olması, reelpolitik çerçevesinde bir tali hasardan ibaretti.

ABD Başkanı Joe Biden, Osmanlı’nın 1915’te Ermenilere uyguladığı vahşeti, uzun süre tereddüt ettikten sonra, ‘soykırım’ olarak nitelendirdi. Bu olay 2021’de oldu, dolayısıyla herkesin hafızasında hâlâ canlı. Biden’ın İlham Aliyev’i karşılaşacağı yaptırımlar konusunda uyararak Karabağ’daki etnik temizliği önlemek için bol bol vakti ve fırsatı vardı. Yapmadı.
Soykırım mı? Evet. Ama görünen o ki “bir daha asla” sözü Ermenileri kapsamıyor. 

Uluslararası siyaset: Bugün ve her daim 
Ermenilerin birçok meziyeti var ama bunlar arasında siyaset becerisi bulunmuyor. Vatanseverlik sloganlarıyla dolu konuşmalar yapmayı siyaset sandılar. Ermeni aktivistler onlarca yıl ‘adalet’ aradı, soykırımdan sonra adalet mümkünmüş gibi… Ermeniler, siyaset oyununu kuralına göre, gerçek bir etki yaratacak, somut sonuç verecek şekilde oynamak yerine gerçeğin kabul edilmesi için, ‘tanıma’ için uğraştılar ve bunun sonucunda ‘sözler’ elde ettiler.

Ölümcül hata, Ermeni yetkililerin uluslararası siyasetteki değişimleri takip etmemeleriydi. Rusya’nın arabuluculuk edip uyuşmazlığı yatıştıracağına ve gerginliğin tırmanışını engelleyeceğine inandılar. Oysa Putin Rusyası, Yeltsin’in Rusya’sından farklıydı. Ermeniler, özellikle de Türkiye’nin Güney Kafkasya’ya doğrudan müdahalesinin engellenmesi konusunda Rusya’ya bel bağladılar ve bunun, Ermenistan ile Azerbaycan arasındaki güç dengesi açısından bir güvence oluşturduğunu düşündüler. Yanıldılar. Azerbaycan 2020’de saldırıya geçtiğinde Türkiye Ordusu da işin içine girdi, Rusya ise 44 gün boyunca hiçbir şey yapmadı; bu, Karabağ güçlerinin ve Ermenistan Ordusu’nun büyük ölçüde yok edilmesi için yeterli bir süreydi. 

Ama insana en çok acı veren şey, Ermenistan’ın siyasi seçkinlerinin süregiden aczini görmek. Ermenistan siyaseti 2018’deki ‘Kadife Devrim’den bu yana, ‘devrimci’ yeni liderleri destekleyenler ile eski düzenin taraftarları arasında kutuplaşmış durumda. Ülke içindeki bu kavga, 2020 yılında siyasetçiler sınıfının yaklaşmakta olan fırtınayı görmesini engellemişti. Savaşın ve yenilginin ardından, ulusal birlik çağrısında bulunup, Karabağ’ı –ya da ondan geri kalanları– kurtarmak amacıyla asgari müşterekler çerçevesinde birlikte çalışmak için yeni bir fırsat doğdu. 

Her siyasetçi devlet adamı değildir. Yerevan’daki siyasetçi sınıfı, iktidarıyla, muhalefetiyle, kişisel bir hâl almış iç kavgalarına o kadar gömülmüşlerdi ki, bir vatanı kaybetmekte olduklarını fark etmediler.  

Küçük devletler, küçük uluslar yalnızca bir kez hata yaparlar. Ermenilerin tarihine bakıldığında tek bir hataya bile yer olmadığı, tek bir yenilginin bile ölümcül olabildiği görülüyor.
Azerbaycan 19 Eylül’de yaralı kartal Artsakh’a saldırdığında, Ermenistan bile yardıma gelmedi.

Ve şimdi, Karabağ nüfusunun tamamı Azerbaycan Ordusu’nun elinde rehine durumunda; Azerbaycan’ın hükümdarı İlham Aliyev, bu insanların zorla ‘entegre edileceklerini’ ilan ediyor. Bunu düşündüğümde zihnime toplama kampı görüntüleri üşüşüyor. Huzur içinde uyu, dağların savaşçısı. Cesaretin ve direngen vatanseverliğin, varlığını korumana yetmedi.

(İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz)

Düşünce ve eylemde enternasyonalist ve devrimci bir militan olan Ernest Mandel’le (1923-1995)  ilgili tanıklık

20 Temmuz 2023 Perşembe, Éric TOUSSAINT  

Ernest Mandel hayatı boyunca düşünce ve eylemi birleştirmiş enternasyonalist ve devrimci bir militandı. Entelektüel anlamda, kapsamlı teorik üretimi, ekonomik ve siyasi duruma ilişkin çok sayıda analizi ve çok sayıda makalesi, Mandel’in liderliğini yaptığı Dördüncü Enternasyonal’in çok ötesinde, geniş bir militan, öğrenci, araştırmacı ve sendika, sosyal ve siyasi örgüt liderleri kuşağını etkiledi. Mandel bir örgüt inşacısıydı. Enerjisini Dördüncü Enternasyonal’i ve onun ulusal seksiyonlarını inşa etmeye adadığı kadar teorik ve siyasi eserler üretmeye de adadı. eMandel, 20. yüzyılın ikinci yarısı söz konusu olduğunda, uluslararası saygınlığa sahip birkaç Marksist entelektüelden biridir ve eylemi yaratıcı ve yenilikçi entelektüel detaylandırma ile birleştirebilen ve alışılmışın dışında yürüyebilen nadir kişilerden biridir. Aşağıda yazılanlar bir tanıklık tarzında kaleme alınmıştır.

Dördüncü Enternasyonal’in Belçika seksiyonunun liderliğine seçildiğim 1971 yılından 1995’teki ölümüne kadar Ernest Mandel ile temas halindeydim. Dördüncü Enternasyonal’in Birleşik Sekretarya (BS) olarak bilinen ve yılda birkaç kez 3-4 gün süreyle toplanan liderliğine ve yılda 5-6 gün süreyle toplanan Uluslararası Yürütme Komitesi’ne (UYK) katılmaya davet edildiğim 1980 yılından itibaren temaslar yoğunlaştı. İşbirliği 1988’den itibaren, Birleşik Sekretarya’nın toplantılarını hazırlayan ve ayda en az iki kez Paris’te toplanan daha küçük ve daimi bir organ olan Büro’nun [1] bir üyesi olduğumda yoğunlaştı. Orta Amerika’daki, özellikle Nikaragua ve El Salvador’daki ve daha geniş anlamda Meksika’dan Kolombiya’ya uzanan bölgedeki toplumsal hareketler ve devrimcilerle temasları yakından izledim. Ernest Mandel’in yaşamının son yıllarında, özellikle 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması, 1991’de Sovyetler Birliği’nin sona ermesi, 1991 başında Dördüncü Enternasyonal’in 13e Dünya Kongresi’nin düzenlenmesi ve 1995’te Ernest Mandel’in ölümünden bir ay önce toplanan 14e Dünya Kongresi’nin hazırlanması ve düzenlenmesi döneminde ilişkilerimiz giderek daha düzenli ve yakın hale geldi. Bu arada, 1992 yılında Nikaragua’da birlikte bir misyonu tamamlamıştık.

Ernest Mandel (1923-1995) ile 1970 yılında 16 yaşındayken tanıştım. Belçikalı Troçkistlerin (Jeune Garde socialiste-Genç Sosyalist Muhafızlar ve Parti Wallon des Travailleurs -Valon İşçi Partisi) Belçika’da, önce ülkenin Flaman kesiminde yer alan Limburg’da, sonra da Fransızca konuşulan kesiminde yer alan Liège bölgesindeki bir kömür madencileri grevine müdahalesinin ardından, 16 yaşımdan kısa bir süre önce Dördüncü Enternasyonal’e (DE) katılmaya karar verdim. DE’ye üye olmadan önce lise mücadelelerinde, işçi grevleriyle dayanışmada, Vietnam’daki savaşa karşı harekette, Afrikalıların ABD’deki sivil haklar mücadelesiyle dayanışmada, Küba’daki devrime destekte vs. aktiftim. Ernest Mandel DE’nin Belçika seksiyonunun liderlerinden biriydi, aynı zamanda DE’nin de liderlerinden biriydi. DE’ye katılmaya karar verdiğimde bunu bilmiyordum. Bana göre, FI militanlarının 1968’de yaptıkları göz önüne alındığında, liderliğinin Paris’te olması gerekiyordu. Bu tamamen sezgiseldi. Benimle aynı yaşta olan bir arkadaşımla birlikte Haziran 1970’te DE ile tanışmak için otostopla Paris’e gitmeye karar verdim. İlk gece Seine Nehri kıyısındaki Pont Neuf’un altında yıldızların altında uyuduk. Sonra Ligue Communiste ile buluşmaya gittik. Aynı gün Paris’e giderek DE’nin adresi olan 95 rue Faubourg Saint Martin’in kapısını çaldık. Bize kapıyı açan kişi, özellikle 1929’da Türkiye’deki Prinkipo adasında sürgündeyken Lev Troçki’nin sekreterliğini yapmış olan ve bizi büyük bir coşkuyla karşılayan Pierre Frank‘tı. Kendisiyle kurduğumuz diyalog büyüleyiciydi. İki gencin DE’ye katılmak için öne çıkmasından şüphesiz çok memnun olmuştu. Ernest Mandel’in kilit liderlerden biri olduğunu ve Brüksel’de bulunduğunu bilmiyorduk, dolayısıyla DE ile tanışmak istersek gidip kapısını çalabilirdik.

Ernest Mandel’in DE’nin ‘lideri’ olarak sunulmamasına rağmen -ki bu çok olumlu bir şey- önemli bir rol oynadığını çok çabuk fark ettik. Daha sonra, DE liderliğinin kolektif bir şekilde işlediğini kendi gözlerimle görebildim. Ernest Mandel, diğer kuruluşların aksine, hiçbir zaman lider olduğunu iddia etmedi. Onun bir tür kişisel liderlik iddiasında bulunduğunu hiç görmedim. Konuşurken hiçbir zaman bir ayrıcalık ya da öncelikten faydalanmaya çalışmadı. Onun etkisi, eylemlerinin ve analize yaptığı katkının bir sonucuydu. Elbette 1970 ile 1995 yılları arasında yüzden fazla toplantıda onunla birlikte bulunmuş biri olarak bunu tereddüt etmeden söyleyebilirim.

Ernest Mandel’i ilk kez 1970 yılının Kasım ayında gördüm. Kızıl Avrupa için düzenlenen büyük bir konferansta konuşmacılardan biriydi. Bu DE örgütleri tarafından düzenlenen bir konferanstı ve o zamanlar “DE ‘nin Birleşik Sekreterliği ile bağlantılı” olarak adlandırılıyordu çünkü DE ‘nin çeşitli seksiyonları ya da Lev Troçki’nin katılımıyla 1938’de kurulan IV Enternasyonal ile devamlılık iddiasında bulunan çeşitli uluslararası örgütler vardı (bkz. Daniel Bensaid, Les Trotskysmes, PUF, Paris, 2002, 128 sayfa). Benim katıldığım ve Ernest Mandel’in lideri olduğu DE, ‘Dördüncü Enternasyonal Birleşik  Sekreterliği’ olarak görülüyordu, yani DE ‘nin iki ana bileşeni arasındaki yeniden birleşmenin sonucuydu: Avrupa’daki DE militanlarının çoğunluğu (Ernest Mandel – Pierre Frank – Livio Maitan üçlüsünün liderliğinde) ve ABD’deki Sosyalist İşçi Partisi (SWP), 1963’te gerçekleşen bir yeniden birleşme [2]. Yıl 1970’ti ve Birleşik Sekreterlik Brüksel’de Kızıl Avrupa için iki günlük büyük bir konferans düzenlemişti. Fransa da dahil olmak üzere tüm Avrupa’dan 3.000’den fazla genç katıldı [3]. Ernest Mandel, Alain Krivine [4], İngiltere’de yaşayan Pakistanlı bir militan olan Tarık Ali ve İtalya’dan Livio Maitan gibi diğer konuşmacılarla birlikte çok mücadeleci konuşmalar yaptı ve benim gibi 16 yaşında biri için bu bana çok fazla inanç ve coşku verdi.

Ernest Mandel’i de onu okuyarak tanıdım. Dediğim gibi, 1970 yazında DE ‘ye katıldım ve Mandel’in çalışmalarını okumaya başladım. Ondan önce, 1956’da kurulmasına yardım ettiği haftalık La Gauche dergisindebirkaç makalesini okumuştum. Hem analiz hem de pratik açısından beni DE ‘ye katılmaya ikna eden şey, özellikle de Belçikalı Troçkistlerin madencilerin grevine ve ABD’nin Vietnam’a müdahalesine karşı mücadeleye müdahalesi, Ernest Mandel’in “Dünya Devriminin Yeni Yükselişi” başlıklı bir metniydi. Bu metin, Nisan 1969’da İtalya’da düzenlenen Dördüncü Enternasyonal’in 9e Dünya Kongresi tarafından kabul edildi. Ernest Mandel’in giriş raporuna buradan ulaşabilirsiniz. Bu metin dünya devriminin üç sektörünün diyalektiğini vurguluyordu. Bu metin 1968’de olanları, yani Avrupa’nın geri kalanında yankıları olan Fransa’da olanları, aynı zamanda 1968 Prag Baharı ile Çekoslovakya’da olanları ve 30-31 Ocak 1968 gecesi Vietnamlı devrimcilerin Güney’in başkenti Saygon’u geçici olarak ele geçirmeyi başardıkları Tet Taarruzu’nu (1975’te ABD’nin tam yenilgisini öngörerek) dikkate alıyordu. Bu metin, dünya devriminin üç sektöründeki (en sanayileşmiş kapitalist ülkeler, Doğu bloğu ülkeleri ve Üçüncü Dünya ülkeleri) mücadelelerin ve güç ilişkilerinin durumunu analiz etmiş ve bu üç sektörün birbiriyle bağlantılı olduğunu göstermiştir. Mayıs ’68, 1968 yılı ve 1969-1970 yıllarında yaşananlar, DE ‘nin temel metninde ne olduğunun ve bu enternasyonalin nasıl bir müdahalede bulunmak istediğinin açık bir göstergesiydi.

Ve 1970 yılında beni asıl etkileyen Traité d’économie marxiste’i [5-türkçede Marksit Ekonomi El Kitabı] okumak oldu. Dört ciltlik ciltsiz baskıyı 1970’in sonunda, okulun Noel tatili sırasında yuttum. Kısa bir süre sonra Ernest Mandel’in bir başka kitabını hevesle okudum: 1967 yılında Maspero tarafından yayınlanan La formation de la pensée économique de Karl Marx [MarxIn İktisadi Düşüncesinin Oluşumu, Yazın yay.]. Bu çok erken görünebilir ama Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’sunu13 yaşındayken, 1967’de okudum ve o yıldan itibaren devrimler ve özellikle Çin devrimi üzerine çeşitli kitaplar okumaya başladım, özellikle 1967’de Etoile rouge sur la Chine (Stock tarafından 1964’te yayınlandı ve köy kütüphanemden ödünç alındı) ve 1968’de Edgar Snow‘un La Chine en marche kitabını. Aynı zamanda Mao’nun Çin‘ini de okudum. K.S. Karol tarafından 1966‘da yazılan L’autre communism. Dördüncü Enternasyonal’e katıldıktan sonra, Haziran-Temmuz 1971’de Leon Troçki’nin Rus Devrimi Tarihi‘ni okudum. Bu kitap üzerimde derin bir etki bıraktı ve yazarının devrimci süreçleri analiz etme konusundaki muazzam kapasitesine beni ikna etti.

1971 yılında DE ‘nin yeni Belçika seksiyonuna derinlemesine dahil oldum. Aslında Haziran 1970’te, DE üyeleri tarafından yönetilen ve 1964 sonu/ 1965 başında Belçika devletinin baskıcı bir şekilde güçlenmesini destekleyen Belçika Sosyalist Partisi’nden kopan Genç Sosyalist Muhafızlar (JGS) adlı bir gençlik örgütüne katılmıştım. JGS 1968-1969 yılları arasında kendisini devrimci bir gençlik örgütü olarak gördü. Dördüncü Enternasyonal’e sempati duyan bir örgüt statüsüne sahipti. Örgüt 1968’de başlayan gençlik isyanları sırasında önemli ölçüde büyüdü ve çeşitli Belçika kentlerinde 150 ya da 200 genci bünyesine kattı. Bunlar kendi topluluklarında, genellikle üniversitelerde ya da benim gibi okul çocukları arasında, ama aynı zamanda işçi sınıfı topluluklarında önemli bir rol oynayan militanlardı. 1970 yılında bu örgüt, Sosyalist İşçi Konfederasyonu’nda örgütlü olan eski kuşakla birleşme sürecindeydi. Ernest Mandel elbette eski kuşağa mensuptu. Kendisi 1923 doğumluydu, yani 47 yaşındaydı, yaşlı değildi ama benim gibi 16-17 yaşlarındaki gençler için Mandel bir yaşlı ve eski kuşağın bir temsilcisiydi. Bu kuşak 1940-1945 yılları arasında Nazi işgali sırasında büyük mücadele vermiş ve Belçika Sosyalist Partisi ve gençlik örgütü içinde sol kanat hareketinde aktif olmuş bir kuşaktı. Bu nedenle JGS, fabrikalarda, özellikle de benim memleketim Liège’de çelik endüstrisinde geniş bir işçi sınıfı varlığına sahip olan eski üyelerin örgütüyle birleşme sürecine girmişti. 1970 sonunda Gent’te yapılan ve birleşmeyi onaylayan son JGS kongresine katıldım [6]. Mayıs 1971’de birleşme kongresi, FI’nin yeni Belçika seksiyonu için çok önemli bir üs olan Liège’de gerçekleşti. Dolayısıyla Ligue révolutionnaire des travailleurs (LRT), JGS’nin Confédération socialiste des travailleurs ile birleşmesinden doğdu ve üç örgütü bir araya getirdi: Valonya’da Parti Wallon des Travailleurs; Brüksel’de Union de la Gauche Socialiste ve Flanders’de Revolutionaire Socialisten, gazeteleri De Socialistische Stem (daha sonra Rood oldu). Mayıs 1971’de birleşme kongresi gerçekleşti. Ernest Mandel bu birleşme kongresinde aktif olarak yer aldı. Dördüncü Enternasyonal’in Fransız seksiyonu Ligue Communiste’den Alain Krivine ve Dördüncü Enternasyonal’in İtalyan seksiyonu Groupes Communistes Révolutionnaires’in ve Dördüncü Enternasyonal’in birleşik sekretaryasının üyesi Livio Maitan gibi uluslararası delegeler de vardı. Geniş bir sanayi işçisi tabanına ve Flamanca, Brüksel ve Fransızca konuşulan üniversitelerin yanı sıra ortaokullarda da iyi bir varlığa sahip yaklaşık 350 kişilik (hatta yaklaşık 500 kişi olduğumuzu söyleyebiliriz) bir örgüttük. En genç üye olarak Merkez Komite’ye seçildim. Henüz 17 yaşında bile değildim. Sanırım 30’dan biraz fazla üye vardı. Aralarında 1960-1961 kışındaki büyük grevden sonra katılan sanayi işçileri de vardı. Ernest Mandel gibi İkinci Dünya Savaşı’ndan önce IV’e katılmış ve Direniş’te yer almış yoldaşlar da vardı: Emile Van Ceulen (1916-1987), 1933’te Troçkist örgüte katılmış eski bir deri işçisi, René Groslambert, eski bir matbaacı, Pierre Legrève (1916-2004), 1933’ten beri Troçkist örgütün üyesi, 1965’ten 1968’e kadar Sosyalist Sol Birliği’nden milletvekili seçilmiş bir öğretmen, Cezayir devrimini desteklemek [7] ve Fas’taki siyasi tutuklularla dayanışma konusunda çok aktif. Liège’deki çelik endüstrisinde ve Charleroi ve Mons’daki cam endüstrisinde kilit rol oynayan sanayi işçileri vardı. Ayrıca tanınmış entelektüeller de vardı. Ernest Mandel’in yanı sıra, örneğin 1969 yılında Parisli yayıncı Maspero ile Le sionisme contre Israël (İsrail’e karşı Siyonizm) başlıklı dikkate değer ve cesur bir kitap yayınlayan avukat Nathan Weinstock da vardı. Ve o kongreden 15 gün ya da üç hafta sonra toplanan MK beni Siyasi Büro’ya seçti. Bundan bahsediyorum çünkü Ernest Mandel ve eşi, DE’da önemli bir rol oynayan Alman Gisela Scholz (1935-1982) ile ilk kez Siyasi Büro’da doğrudan temas kurdum. 1971’de Mandel 48 yaşındaydı, kız arkadaşı ise on iki yaş daha gençti ve Kızıl Rudi olarak bilinen Rudi Dutschke’nin (1940-1979) [8] arkadaşı olan Alman devrimci solu kuşağına mensuptu.

Bu siyasi büro, EM nesline kıyasla çok sayıda genç aktivist içeriyordu. Bu genç kuşağın kilit isimleri arasında François Vercammen, Eric Corijn, Denis Horman ve Jan Vankerkhoven vardı. Kırklı yaşlarında kadınlar da vardı: Liège’li avukat Mathé Lambert, Brüksel’li gazeteci Doudou Neyens, vs. Ayrıca ürolog Jacques Leemans da vardı. François Vercammen (1944-2015) ve Eric Corijn (1947- ) benden yaklaşık on yaş büyüktü ve 17 yaşındayken 27 yaşındaki biriyle karşı karşıya geldiğinizde, onlar ‘yaşlı’ oluyordu. Tıpkı 36 yaşındaki Gisela’nın benim için ‘yaşlı’ olduğu gibi. Dolayısıyla 3-4 farklı siyasi neslin bulunduğu bir bir Siyasi Büromuz ve MK’mız vardı ve Ernest Mandel’i orada daha iyi tanıdım. Siyasi Büro her Cumartesi Brüksel’de toplanırdı. Sadece tarihsel ve politik bilgisini, Traité d’économie marxiste (Marksist Ekonomi Üzerine Bir İnceleme-marksit ekonomi el kitabı) gibi bir kitapla yaptığı teorik katkıyı değil, aynı zamanda tam bir gelişim içinde olan, nüfusun tüm kesimlerinin, sanayi işçi sınıfının, kamu hizmetlerinin ve gençlerin radikalleştiği koşullarla ve radikal eylem yöntemleriyle karşı karşıya olan bir örgütün yönetim organındaki davranışlarını da takdir ettim.

Mayıs 68’in ardından DE örgütleri polis baskısına karşı kendilerini savunabildiler, dolayısıyla buna hazırlıklıydılar. Öz savunma için bir kapasite geliştirmiştik. Ayrıca belirli zamanlarda emperyalizmin çok açık sembollerine, örneğin ABD’ye ve onun Vietnam’daki iğrenç rolüne karşı eylemlere katılmaya da hazırdık. 1970’te Vietnam Amerikan bombaları altındaydı, napalm yaygın olarak kullanılıyordu, ama aynı zamanda Franco diktatörlüğünün sembollerine, Yunan albaylar cuntasının sembollerine karşı da harekete geçtik. 1970, 1971’den bahsediyorum, yani Franco’nun İspanya’sı hala mevcuttu ve bir İspanyol topluluğu vardı, Birçoğu cumhuriyetçi ya da cumhuriyetçilerin çocukları olan bu kişiler 1936-1939 yılları arasında Franco rejiminin kurbanı olarak İspanya’yı terk etmişlerdi. Ayrıca özellikle maden işçileri arasında Yunan albayların rejimine karşı çıkan bir Yunan topluluğu da vardı. 1960’ların sonunda Arjantin’de büyük bir gerilla örgütü IV.Enternasyonal’e’ye katıldı: başlangıçta PRT Combatiente (Savaşan PRT) olarak bilinen Devrimci İşçi Partisi-Halkın Devrimci Ordusu (PRT-ERP). Bu çok güçlü bir örgüttü ve Guevara ve Castro’nun, Vietnamlı devrimcilerin ve Çin devriminin çizgisini savunurken Dördüncü Enternasyonal’in de üyesiydi . PRT-ERP’nin başlıca lideri Mario Roberto Santucho‘ydu (1936-1976). Mayıs 1968’de Paris’te bulunmuş ve daha sonra Komünist Lig’e dönüşecek olan Devrimci Komünist Gençlik’e katılmıştı. Mario Roberto Santucho 1972 yılının dördüncü çeyreğinde Ernest Mandel (Mandel’in Brüksel’deki evinde), Daniel Bensaïd ve Hubert Krivine ile uzun bir toplantı yaptı. Dört ay önce Patagonya’daki Rawson hapishanesinden kaçmış olan Santucho, silahlı mücadelenin liderliğini sürdürmek üzere Arjantin’e dönmek üzereydi [9]. Bu toplantı sırasında katılımcılar silahlı mücadelenin nasıl yönetileceği konusunda büyük görüş ayrılıkları olduğunu belirttiler ve Ekim 1973’te PRT-ERP Dördüncü Enternasyonal’den ayrıldığını açıkladı.

Katıldığım eylem türüne bir örnek: Nisan 1970’te Brüksel’de Vietnam’daki savaşı, NATO’yu ve nükleer silahları protesto etmek için büyük bir gösteri vardı. Sanırım 6.000 ila 7.000 arasında gösterici vardı ve Troçkist gençlik örgütü JGS, gösterinin bir bölümünü resmi gösteri güzergahının dışına çıkmaya, Brüksel’deki Gare du Nord’u işgal etmeye ve NATO’nun eylemini kınamak için NATO karargahının bulunduğu binalara trenle mümkün olduğunca yaklaşmaya ikna etmeye karar vermişti. Nisan 1970’te henüz 16 yaşında değildim ama JGS’nin faaliyetlerine, özellikle de örgütün kömür madencilerinin mücadelesine müdahalesinin ardından katılmaya başlamıştım. Liège bölgesindeki bir kömür madeni köyünde yaşıyordum. Bu patlamaya katılan birkaç yüz kişiydik, hatta belki de 1.000 kişi. Sonunda NATO karargahına kadar ulaşamadık ama çok yaklaşmıştık ve demiryolu raylarını terk ettiğimizde baskı güçleri tarafından ciddi şekilde bastırıldık. Kaşından yaralanan başka bir gence yardım ederken – oldukça fazla kan kaybediyordu – jandarma tarafından şiddetli bir şekilde coplandım ve ardından tutuklanarak bir polis karakoluna götürüldüm. Son olarak, izinsiz bir gösteriye katıldığım için tutuklanmama ve saatlerce sorgulanmama rağmen, o sırada 16 yaşında olmadığım için hakkımda dava açılmadı. O dönemde 16 yaşından küçük bir gencin bu tür bir “suç” nedeniyle yargılanması mümkün değildi. Jandarmalar beni meslektaşlarından birine vurmak ve yaralamakla suçlamış olsalar da, ki bu tamamen gerçek dışıdır, mahkumiyetten kurtuldum. Benim için bu olay, sorgulandığınızda polisle nasıl başa çıkacağımı ve basit bir tutum benimsemeyi öğretti: beyan edecek bir şeyim olmadığına dair bir ifade imzalamak. Kovuşturmadan kaçınmaya çalışırken bu çok önemlidir. Bu deneyimden bahsediyorum çünkü Ernest Mandel’in biyografisini okurken [10], Nisan 1970’te 35 yaşında olan Gisela Scholz’un bu taşmanın ve Vietnam’daki savaşa karşı gösterinin organizatörlerinden biri olduğunu ve ne yazık ki NATO karargahına kadar gidememiş olsak da bu zorlu eylemi organize etme becerimizden çok memnun olduğunu öğrendim. Gisela Scholtz o dönemde yoldaşlarından birine yazdığı mektupta bir yıl önce Brüksel’de gerçekleşen benzer bir eylemi şöyle yorumluyordu: “Sonra atlar, tanklar, her şey harekete geçti. (…) Elimizden geldiğince sıkı savaştık ve sadece birkaçımızın yaralanmış olmasından gurur duyuyoruz. En fazla 40 kişi hafif, bir kişi de ağır yaralandı (…) İki jandarma beni bir arabanın üzerine fırlattı ama neyse ki düşüşümü yavaşlatabildim”. [11]

Ernest Mandel ile ilişkim ve baskı ve güvenlik meseleleri hakkında önemli bir anekdot. Eylül ya da Ekim 1973’te, Belçika seksiyonunun güvenliğiyle ilgili soruları yanıtlamak üzere Brüksel’e, IV. Enternasyonal’in eski bir militanına ait bir eve çağrıldım. Toplantıda Ernest Mandel ve Hubert Krivine de vardı. Konu neydi? Mandel ve Krivine bana uyuşturucu kullanıp satarak örgütü tehlikeye atıp atmadığımı sordular. Onlara öyle bir şey yapmadığımı söyledim ve her şey çok düzgün gitti, en ufak bir rahatsızlık ya da gerginlik belirtisi yoktu.

Mandel ve Krivine, Arjantin’de PRT-ERP’nin yönetimi, Fransa’da Ligue communiste’in Haziran 1973’te yasaklanması, IV. Enternasyonal’in genişletilmesi gibi ciddi konularla meşgulken beni gizli bir yerde toplantıya çağırmayı nasıl başardılar? Açıklamam şöyle: 1972’den itibaren Belçika polisinin hedefindeydim. Bu doğrudan LRT’nin liderliğine dahil olmamla ilgiliydi. Şubat 1972’de, Liège Üniversitesi’nin akademik salonunda, Sosyalist Adalet ve Hükümet Bakanı Alfons Vranckx’ın [12] engelleme kararına rağmen IRA’nın (İrlanda Cumhuriyet Ordusu) bir temsilcisine söz verdiğimiz bir LRT konferansına başkanlık etmiştim. LRT beş büyük üniversite kentinde beş toplantı düzenledi ve her seferinde polis ertesi gün başka bir kentte yeniden ortaya çıkan İrlandalı yoldaşı tutuklamayı başaramadı [13]. Liège’de 500’den fazla kişi vardı. Gençlerden oluşan bir çete tarafından aşağılandığını hisseden ve bize, özellikle de bana çok kızgın olan polisin etkileyici müdahalesine rağmen İrlandalı yoldaşı tutuklamaktan kurtulmayı başardık. Eylül 1972’de, 18 yaşıma girdikten birkaç hafta sonra, Liège’deki Adli Polise çağrıldım. Beni kabul eden adli polis memuru beni reşit olmayan birine tecavüz etmekten yargılamakla tehdit etti. Bu çok basitti: Yaşımdan birkaç ay küçük bir kızla ilişkim vardı ve seks yapıyorduk. Yaşım 18’e geldiğinde, reşit olmayan birinin rızası olamayacağı için ‘otomatik olarak’ reşit olmayan birine tecavüz etmekten potansiyel olarak suçluydum. İtiraz ettiğimde, adli polis memuru bana savcılığın beni çağırıp hakkımda tecavüz davası açmasını istediğini çünkü LRT’nin siyasi bürosuna ve devlet güvenliğini tehlikeye atan örgütler olarak kabul edilen Uluslararası Kızıl Haç yönetimine üye olduğumu söyledi. Memur, bu iki örgüt hakkında gizli bilgi vermek için işbirliği yaparsam tecavüz suçlamasının düşeceğini söyledi. Muhbir olmayı reddettim ve ofisinden çıktığımda çok öfkelendi, beni tehdit etti ve üzerimi çizeceğini söyledi (sic!). Ertesi gün polis bizi korkutmak için önce kardeşimin evine, sonra ailemin evine ve daha sonra da bir gazeteci arkadaşımın evine geldi. Bu olayı 22 Eylül 1972 tarihli La Gauche gazetesinin 3. sayfasında yazdım. Özel hayatın gizliliğinin ihlali nedeniyle şikayette bulundum ve adli polis beni bir daha hiç çağırmadı. Avukatlarım maddi tazminat istememek gibi bir hata yaptı ve bu da savcılığın şikayetimi takip etmemesine neden oldu. 1972 sonu – 1973 başında çok güçlü bir lise hareketinin lideri ve sözcüsü oldum. Polis rakamlarına göre 160.000 ortaokul öğrencisi greve gitti ve 18 yaşından itibaren askerlik yapmalarını zorunlu kılan bir plana karşı ülke çapında gösteri yaptı. Belçika’dan birkaç ay sonra, aynı türden bir önlem Fransa’da (Debré yasasına karşı hareket olarak bilinen) büyük bir protesto hareketine yol açtı. Hükümet ve Milli Savunma Bakanı LRT’yi lise öğrencilerini manipüle etmekle suçladı. LRT’nin diğer üyeleriyle birlikte hareketteki rolüm göz önüne alındığında, polisin bana sorun çıkarma arzusu güçlendi. 1973 baharında, LRT ile hiçbir ilgisi olmayan yaşlı bir arkadaşımdan polisin beni uyuşturucu satıcılığından ihbar ettirmeye çalıştığını öğrendim. Bu arkadaşım bana kendisinin bir polis muhbiri olduğunu söyledi. Bana polisin kendisine aleyhimde tanıklık ettirmeye çalıştığını söyledi. Tutuklamalar sırasında polisin uyuşturucu kullanırken yakalanan ve geçici olarak cezaevinde tutulan gençlere fotoğrafımı göstererek beni uyuşturucu satıcısı olarak ihbar etmelerini sağladığını da sözlerine ekledi. LRT’nin bir üyesi sosyal hizmet uzmanıydı ve cezaevindeki sorgulamalara katılıyordu. Kaçakçıların arasında benim fotoğrafımı görünce, gerçekten de örgütü tehlikeye attığıma ve belki de kendimin de bir kaçakçı olduğuna inandı. Bu bilgiyi bana söylemeden örgüte iletti. Bu yüzden Ernest Mandel ve Hubert Krivine’e hesap vermek zorunda kaldım. Bana karşı asılsız suçlamalarda bulunulmasına rağmen Ernest ve Hubert’in bana karşı çok iyi davrandıklarını düşünüyorum. Daha sonra polis, özellikle de BSR (Brigade de Sécurité et de Recherche), kendilerine LRT ve Dördüncü Enternasyonal hakkında bilgi vermem koşuluyla bölgemdeki neo-Nazi gruplar hakkında gizli bilgiler sunarak beni tekrar muhbir yapmaya çalıştı. Sonra vazgeçtiler ama beni sürekli gözlerinin önünde tuttular. Bunu takip eden çeşitli olayları özetlemek çok uzun sürer.

Sosyalist Adalet Bakanı Alphons Vrankx‘ın 1965 yılında Belçika Sosyalist Partisi’nden ihraç edilen Troçkistlere karşı kin beslediği ve özellikle de güvenlik servisleri arasındaki işbirliğini güçlendirmek amacıyla ABD’ye yaptığı ziyaretler sırasında Nixon yönetimi tarafından aşırı sol örgütler ile uyuşturucu kaçakçılığı arasında bir bağlantı olduğuna ikna edildiği unutulmamalıdır.

 Marksist Ekonomi Üzerine Bir İnceleme

Traité d’économie marxiste kitabının o dönemde “Marksist” ya da “komünist” düşünceye hakim olan Marksist iktisat üzerine incelemelere, yani Sovyetler Birliği’nden çıkan ya da Pekin’de üretilen, hem dogmatik hem de düşünce ve yöntem açısından zayıf olan politik iktisat metinlerine ya da el kitaplarına bir alternatif olduğunu vurgulamak gerçekten önemlidir. 1962-1963 yıllarında yayınlanan Traité d’économie marxiste (Marksist İktisat Üzerine İnceleme) genetik bir yaklaşım benimsiyordu, yani insanlık tarihini bilinen en eski aşamalarından itibaren ele alıyor ve insan ilişkilerinin evrimini ve insanlığın farklı noktalarında farklı toplumların ekonomisinin nasıl inşa edildiğini görmeye çalışıyordu. Eleştirel Marksistler için, ilkel komünizmden köleci topluma, oradan feodalizme ve küçük ölçekli pazar üretimine geçerek kapitalizme ve nihayet sosyalizme, hatta komünizme varan tüm toplumların geçtiği 5 ya da 6 aşama olmadığı çok açıktır. Tüm toplumların geçtiği bu aşamalar fikri, Mandel’in genişlettiği Marx’ın düşüncesine yabancıdır. Bu durum Marx’ın 1850-1860 yılları arasındaki çalışmalarında, Grundrisse‘de ve özellikle Vera Zassoulitch ile 1881’de yaptığı yazışmalar olmak üzere Marx’ın diğer çalışmalarında açıkça görülmektedir. Ernest Mandel’in çalışması, Marksizmin o zamana kadar uygulanma biçiminden kesin bir ayrılıştır. Elbette tek değildi, ama aynı yaklaşımı izleyen çok fazla kişi yoktu ve sonuç olarak, bütün bir kuşak için, benden önceki kuşak, yani 1963-1964’ten 1968’e kadar olan kuşak için çok önemli bir yankı uyandırdı. Ben 1968 kuşağına, devrimi yeniden gündeme getiren büyük eylemleri deneyimleyecek kadar şanslı bir kuşağa aitim. Bu kuşak, kendisinden öncekiler gibi, etrafımızdaki toplumu anlamaya çalışmak, kapitalizmi yok etmek ve her türlü baskıdan arınmış bir toplum inşa etmek için Marksizme daldı. Kapitalizmi yok etmek için onun tam olarak nasıl işlediğini anlamamız gerekiyordu ve Ernest Mandel bu konuda pek çok aktiviste yardımcı oldu. Marksist Ekonomi El Kitabı’nın son  bölümünde, sosyalizme geçiş sürecindeki toplumları analiz ederek, “reel sosyalizmin” ve Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa gibi toplumların gerçekliğini, sosyalizme geçiş sürecindeki bir toplumun herhangi bir kapitalist restorasyon olmaksızın bürokrasi diktatörlüğüne dönüşmesini anlamaya ve başkalarının anlamasına yardımcı olmaya çalıştı. Üçüncü ciltte, 1950’lerin ve 1960’ların kapitalist toplumunu, İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen ve ‘Şanlı Otuzlar’ olarak sunulan büyük ekonomik büyüme döneminden miras kalan toplumu anlamamızı sağlamaya çalıştı ve başardı. Mandel, İkinci Dünya Savaşı sonrası kapitalist toplumun özelliklerini ve çelişkilerini ortaya koyarak, krizlerin kapitalist toplumun değişmez bir özelliği olduğunu ve kapitalizmi aşma perspektifini ve devrimci bir çözümü gerektirdiğini gösteriyor. Mandel’in eserindeki Markissit Ekonomi El Kitabı hakkında daha fazla bilgi edinmek için Jan Willem Stutje’nin Ernest Mandel biyografisinin 5. bölümünü, 153 ila 169. sayfaları okumanızı tavsiye ederim.

Ernest Mandel ile 1971 yılında Belçika liderliğinin bir üyesi olarak tanıştığımda, her hafta 1.000 öğrenciye ders vermek üzere gittiği Berlin Hür Üniversitesi’nde ders veriyordu [14]. Almanca yazdığı ve savunduğu doktora tezini yeni bitirmişti. Bunu 1971 yazında LRT’nin siyasi bürosunun bir toplantısında bize coşkuyla duyurduğunu çok net hatırlıyorum. Sonuç, 1976 yılında Le troisième âge du capitalisme adıyla Fransızca olarak yayınlanan bir kitap oldu (Almanca baskısı 1972 yılında Spätkapitalismus adıyla yayınlandı-Geç Kapitalizm). Ernest Mandel entelektüel gücünün doruğundaydı. Gördüğümüz gibi çok sayıda bağlantıya sahipti ve çok çalışıyordu. Aynı zamanda Vrije Universiteit Brussel’de (Brüksel Özgür Üniversitesi, Hollandaca konuşulan sektör) siyaset bilimi profesörüydü. Okuma, yazma ve eylem açısından her gün saatlerce çalışıyordu.

 Ernest Mandel’in sendikalar üzerindeki etkisi

Sendika dünyasında, işçi dünyasında ve genç öğrenciler arasında yankı buldu. İşçi dünyasında, özellikle de Belçika’da, etkisi 1950’lere kadar uzanmaktadır, çünkü sosyalist, komünist ve Troçkist militanları bir araya getiren sendikacılığın radikal kanadının, yani bir milyondan fazla üyesi olan Fédération générale du travail de Belgique’in (FGTB) başlıca Belçikalı sendika lideri André Renard‘ın yakın çalışma arkadaşlarından biriydi. 1954 ve 1956 yıllarında düzenlenen Holdingler ve Ekonomik Demokrasi konulu iki kongrede anti-kapitalist yapısal reformlar fikri ortaya atıldı [15]. Mandel ilham verenlerden biriydi. André Renard için çok sayıda belge hazırladı ve fabrikalarda ve sendika şubelerinde çok sayıda konferans vermek ve sendika kongrelerinde konuşmak üzere davet edildi. Görünüşte karmaşık olan şeyleri basit ve anlaşılır bir şekilde aktarma konusunda büyük bir yeteneğe sahipti. Aynı zamanda dinleyicilerine gerçekliği değiştirmek için harekete geçmenin gerekli olduğunu gösterme yeteneğine de sahipti ve bu nedenle çok uluslu bir şirkette mücadele etmek için bir sendika delegasyonu olarak ne yapılması gerektiği, diğer fabrika merkezlerindeki işçilerle nasıl temas kurulacağı, nasıl iletişim kurulacağı ve ortak eylemlerin nasıl gerçekleştirileceği gibi örnekleri sıklıkla kullandı. Ve öz-örgütlenme ve işçilerin kontrolü meselesi kesinlikle merkezdeydi [Luc, Liège’li uluslararası üne sahip film yapımcıları haline gelen iki Dardenne kardeşten biri, özellikle Rosetta filmiyle Cannes’da iki kez Altın Palmiye kazandı. Jean-Luc Dardenne ve ben Liège Üniversitesi’nde Ernest Mandel’in öğrencisi olduk.]

 Ernest Mandel diğer Marksist entelektüellerle geniş kitleler önünde tartışıyor

Ernest Mandel’in 1967’den 70’lerin sonuna kadar olan dönemdeki müdahalelerinin yankısı vurgulanmalıdır. EM’nin yazılarıyla bir yankı uyandırdığını belirtmek önemlidir. Perry Anderson, Ernst Bloch, Herbert Marcuse, Roman Rosdolsky, Lucien Goldman ve Jean-Paul Sartre gibi büyük Marksist yazarlarla tartıştı. Charles Bettelheim, Jean Ellenstein ve Louis Althusser gibi Fransız Komünist Partisi’nin önde gelen tarihçileri, ekonomistleri ve filozoflarıyla kamuya açık tartışmalar yaptı. Ve 1967’den 1970’lerin sonuna kadar bazı toplantılarda konuştuğunda, varlığı duyurulduğunda, 1.000, 2.000, 2.500, 3.000 kişi katılıyordu. Bu durum 1967-68 yıllarında Almanya’da da geçerliydi. Almanya’da 1988-89’da Gregor Gysi gibi eleştirel komünist liderlerle Berlin’de 3.000, 4.000 kişinin katıldığı tartışmalarla çok önemli bir şekilde tekrar gerçekleşti ve Mayıs 68 döneminden bahsediyorsak, 9 Mayıs’ta, barikatların kurulduğu akşam, Paris’te JCR tarafından düzenlenen 2.500 kişinin katıldığı büyük bir toplantı, 71’de Paris Komünü’nün yüzüncü yıldönümü anması için Père Lachaise yakınlarında yapılan bir konuşma, yaklaşık 15.000, 20.000 kişi olmalıydı; Karanfil Devrimi’nden hemen sonra, 74-75’te Portekiz’de 2.000 ya da 2.500 kişinin katıldığı toplantılar; Franco rejiminin düşmesinden sonra İspanya’da yine 2.000 ya da 3.000 kişinin katıldığı toplantılar; Kasım 1970’te Brüksel Özgür Üniversitesi’nde Kızıl Avrupa için bahsettiğim büyük toplantı, DE’nin Avrupa toplantısıydı ve 3.500 kişi katılmıştı. Yani Mandel radikalleşmiş öncü içinde kitlesel yankısı olan bir konuşmacıydı ve hem öğrencilere hem de işçilere hitap edebiliyordu. Almanca, Fransızca ve Hollandaca biliyordu ama İspanya ve Latin Amerika’da İspanyolca, Portekiz’de Portuñol (Portekizce ve İspanyolca karışımı) ve İtalya’ya gittiğinde İtalyanca konuşmalar yapmaktan çekinmedi. Halka açık konuşmalarında büyük bir analitik gücü, etkileyici bir analiz, mesaj ve enerji aktarma yeteneği ile birleştirdi ve her seferinde anti-kapitalizm, enternasyonalizm ve özgürleştirici ve devrimci bir proje çağrısında bulundu.

 Dördüncü Enternasyonal

Ernest Mandel savaştan hemen önce, 1939 yılında, on beş ya da on altı yaşındayken DE’ye katıldı. Alman işgalinin başından itibaren Direniş’te yer aldı ve Naziler tarafından üç kez tutuklandı. İkinci kez tutuklandığında, 29 Mart 1944’te Liège’de çelik işçilerine bildiri dağıtıyordu. Alman ordusu tarafından tutuklandı, Liège’deki St Léonard hapishanesinde mahkemeye çıkarıldı ve yıllarca ağır işlerde çalışmaya mahkum edildi. Gestapo tarafından değil de bir siyasi direniş savaşçısı olarak Alman ordusu tarafından mahkum edildiği için yeterince ‘şanslıydı’. Gestapo tarafından mahkum edilmiş olsaydı, ya bir imha kampına gönderilecek ya da oracıkta idam edilecekti. Haziran 1944’ün başında Almanya’ya sürgün edildi, hapsedildiği ilk hapishanelerden birinden, biri eski Sosyalist Parti üyesi, diğeri eski Komünist Parti üyesi olan iki gardiyanın sempatisini kazanma becerisi sayesinde kaçtı. Kısa sürede yeniden yakalandı ve farklı kamplara nakledildi. Nazi Almanyası’ndaki altı kampta art arda hapsedildi. Hapsedildiği kampta Mart 1945’te Amerikan ordusu tarafından serbest bırakıldı. Hapsedildiği kampların listesi Alman arşivlerinde bulunmaktadır ve Jan Willem Stutje’nin biyografisinde yer almaktadır [18].

Ernest Mandel, İkinci Dünya Savaşı’nın sonundan itibaren DE’nin liderlerinden biri haline geldi. İşgal sırasında ve ikinci kez tutuklanmasından önce, DE’nin Belçikalı ve Fransız delegeleri Şubat 1944’te Belçika’nın Ardennes bölgesindeki St Hubert’te bir çiftlikte bir araya gelerek DE’yi yeniden başlatmak için ilk gizli Avrupa konferansında yer aldı. Daha sonra kurtuluştan sonra DE’nin yeniden canlandırılmasında yer aldı. Burada Michel Pablo ile birlikte DE’nin en önemli liderlerinden biri haline geldi. Kurtuluş sırasında 23 yaşındaydı. 1940-50’lerden 1960’ların başına kadar DE’nin lideri olarak oynadığı rol hem çok önemli hem de ihtiyatlıydı. Traité d’économie marxiste adlı kitabınınyayınlanmasıyla Marksist bir iktisatçı olarak tanındı, Fransızca yayınlanan haftalık Belçika gazetesi La Gauche’unkurucusuydu, sosyalist Le Peuple gazetesinde gazetecilik yaptı ve ardından Liège sendikasının gazetesi FGTB la Wallonie‘degazeteciliğe başladı. 1960’ların sonunda ve 1960’ların ortasında Belçika Sosyalist Partisi’nden ihraç edilmesinin ardından, Mayıs 1968’in ardından DE’nin lideri olarak kamuoyunun dikkatini çekti ve bu nedenle, uluslararası öğrenci ve devrimci işçi hareketindeki rolü göz önüne alındığında, Fransız topraklarına girmesini yasaklayan Fransız hükümeti ve Amerika Birleşik Devletleri, İsviçre, Almanya ve Avustralya hükümetleri de dahil olmak üzere çeşitli hükümetler tarafından çeşitli ülkelere girişi yasaklandı. Almanya örneğinde, bu özellikle skandaldır çünkü Nazilere karşı direnmişti, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Alman yetkililer tarafından Nazi karşıtı direnişe katıldığı için madalya ile ödüllendirilmişti, ancak doktora tezi olmasına ve Nazi karşıtı Alman entelektüelleri ve tabii ki öğrenci hareketi bu yasağı protesto etmesine ve kaldırılmasını talep etmesine rağmen Alman topraklarına girmesi yasaklandı. Alman Sosyalist Şansölyesi Helmut Schmidt Liège Üniversitesi’ne geldiğinde Ernest Mandel’in benden Liège’de konuşma yapmamı istediğini hatırlıyorum. Alman topraklarına girişinin yasaklanmasını kamuoyu önünde protesto etmek için konuşma yapmamı istemişti. Bu yasaklar onun sınırları geçmesini engellemedi. Ernest Mandel çok seyahat etti ve Fransa’daki yasağına rağmen çok düzenli olarak sınırı geçti ve özellikle de Ligue communiste ve Lutte ouvrière tarafından Mayıs 1971’de düzenlenen Paris Komünü anma törenine binlerce Fransız gösterici gibi gelişini çok iyi hatırlıyorum. On ya da on beş bin gösterici vardı ve Ernest Mandel konuşmasını yapmak üzere Alain Krivine’in ikiz kardeşi Hubert Krivine’in kullandığı bir motosikletin arkasında geldi. Bazen Fransız yetkililer tarafından tutuklanıp Belçika’ya geri götürülüyordu ve Hollandalı biyografi yazarının anlattığına göre, bir keresinde Roissy Charles de Gaulle havaalanına vardığında Belçika’ya sınır dışı edildiğinde, aynı gün Brüksel’den Paris’e giden trene binmişti çünkü Paris’te DE liderliğinin bir toplantısı vardı.

İkinci bölümde Mandel’in Küba devrimiyle olan ilişkisine, Nikaragua ile olan ilişkisine ve 1989’daki Doğu Almanya krizine ve Almanya’nın yeniden birleşmesine karşı tutumuna bakacağım. 

Eric Toussaint

Devam edecek


Notlar

[1] Hafızam beni yanıltmıyorsa, 1988 ve 1991 yılları arasında IV kurulu Ernest Mandel, Livio Maitan, Claude Jaquin, Gilbert Achcar, Janette Habel ve Daniel Ben Saïd’den oluşuyordu. Penny Duggan tüm toplantılara davet edilmişti. 1991’in başındaki 13e Dünya Kongresi’nin ardından, birleşik sekretarya tarafından seçilen yeni büronun bir parçasıydım. Livio Maitan’ın anılarına göre, görevliler Gilbert Achcar, Janette Habel, Phil Hearse, Claude Jacquin, Livio Maitan, Ernest Mandel, Braulio Moro ve bendim (bkz. Livio Maitan, Pour une histoire de la Quatrième Internationale, La Brèche-IIRE, Paris, 2021. s. 475).

 [2] Birleşmeye aynı şekilde kongre sırasında ülkesinde hapsedilen yerli ve köylü lideri Hugo Balnco (1934-2023) gibi Latin Amerika militanları da katıldı. Bolivya’da çok fal militanlar da vardı. IV. Enternhasyonal’in birleşme kongresi için bkz., Livio Maitan, Pour une histoire de la Quatrième Internationale, La Brèche-IIRE, Paris, 2021. 547 sayfa ISBN 9782955816851 p. 146 à 159. Ayşrıca Quatrième Internationale, dergisi, Le Congrès de réunification de la Quatrième Internationale, Numéro spécial 3e trimestre 1963, Paris, 72 sayfa.

[3] Bkz. Quatrième Internationale, dergisin°47, Ocak 1971, Paris, p. 14 à 20

[4] BKz viedo de Usul, Ostpolitik réalisée pour Blast : « ALAIN KRIVINE : LE TROTSKISME PERMANENT » https://www.youtube.com/watch?v=8Zent93oWko et Maitron sözlüğü.

https://maitron.fr/spip.php?article136624

[5] Birnici cilt şurada: https://www.marxists.org/francais/mandel/trait-eco/traite.pdf

[6] 1970 JGS kongresinde ben başkalarıyla birlikte Ligue Révolutionnaire des Travailleurs  yerine Ligue Socialiste Révolutionnaire adının önerilmesini destekledim. Hala bunun daha iyi olduğu kanısındayım.

[7] Pierre Le Grève, 1960 yılında doğrudan Fransız gizli servisleriyle bağlantılı La Main rouge örgütü tarafından bağımsız Cezayir lehine faaliyeti kapsamında bir paket bomba ile suikast girişimine maruz kaldı. [8https://fr.wikipedia.org/wiki/Rudi_Dutschke

[9] Rudi Dutschke Almanya’da büyük toplantılarda Ernest Mandel ile kamuya açık toplantılara katıldı. Eylül 1968’de, kendisin öldürmeyi hedefleyen saldırıdan sonra iki hafta Ernest Mandel ve Gisela Sholtz’un evinde kaldı. Bkz Jan Willem Stutje, Ernest Mandel Un révolutionnaire dans le siècle, Editions Syllepse, Paris, 2022, 454 pages. P. 278 à 286.

[10] > Jan Willem Stutje, Ernest Mandel. Un révolutionnaire dans le siècle…

[11] Gisela Scholtz à Ray, 13 mars 1969, Archives Ernest Mandel, dossier 652 cité par Jan Willem Stutje, Ernest Mandel. Un révolutionnaire dans le siècle p. 322.

[12] Bkz La Gauche du 11 şubat 1972, p. 2.

[13] Bkz ilk üç konfrensın tutnakları 500 mişi Liège’de, 1500 Bruxelles’de, 1000 Louvain’de) La Gauche du 11 février 1972, p. 5 et l’interview exclusive de Jerry Lawless (partie 1) p. 4 et 5 et la partie 2 dans La Gauche du 18 février 1972, p. 4 et 5. Eklemek gerekir ki sağ odlduğu gibi sol günlük basın da bu konferanslara geniş yer verdi.

[14] Jan Willem Stutje, Ernest Mandel. Un révolutionnaire dans le siècle, p. 235.

[15] Antikapitalizme karşı neokapitalist reformlara dair bkz., Ernest Mandel, La stratégie des réformes de structure, 1965

http://pinguet.free.fr/mandel1965.pdf

[16] http://www.ernestmandel.org/new/ecrits/article/controle-ouvrier-et-strategie” >http://www.ernestmandel.org/new/ecrits/article/controle-ouvrier-et-strategie

et http://www.ernestmandel.org/new/ecrits/article/autogestion-occupations-d-usines

[17] Sozialistischer Deutscher Studentenbund (

[18] Jan Willem Stutje, Ernest Mandel… note 142, p. 79.