“Polikriz” zamanına genel bir bakış
Viento Sur – Kendimizi, savaşların arttığına ve emperyalistler arası çatışmaların şiddetlendiğine
tanık olduğumuz, özelliklerinden biri göreceli jeopolitik kaos olan çok boyutlu bir küresel kriz
bağlamında bulduğumuz açık görünüyor. Bu aşamayı tanımlar mısınız?
Pierre Rousset – “Çok boyutlu küresel kriz”den bahsediyorsunuz (ben gezegensel bir kriz demeyi
tercih ederim). Jeopolitik sorunlara değinmeden önce burada durmanın önemli olduğunu düşünüyorum.
Bu kriz aslında her şeyi üstbelirliyor ve artık eskisi gibi siyaset yapmakla yetinemeyiz. Gerçekten de
uzun zamandır korktuğumuz “devrilme noktasına”, beklediğimizden çok daha hızlı bir şekilde
ulaşıyoruz.
Guardian’ın küresel çevre editörü Jonathan Watts, 9 Nisan tarihli makalesine “Art arda onuncu aylık
sıcaklık rekoru alarmları geliyor ve iklim bilimcilerini endişelendiriyor” başlığını koyarak alarmı verdi.
Gerçekten de, bir iklim uzmanı şöyle diyor: “Anormallik Ağustos ayına kadar istikrara kavuşmazsa,
dünya kendisini bilinmeyen bir bölgede bulacak(…). Bu, küresel ısınmanın iklim sisteminin çalışma
biçimini bilim adamlarının beklediğinden çok daha erken bir zamanda temelden değiştirdiği anlamına
gelebilir.”
Adı geçen uzman, Ağustos ayına kadar bu istikrarın sağlanmasının hâlâ mümkün olduğu yargısına
varıyor, ancak durum ne olursa olsun, iklim krizi zaten günümüzün bir parçası. Biz bunun içindeyiz ve
etkileri halihazırda dramatik biçimde hissediliyor (iklim kaosu).
Karşı karşıya olduğumuz küresel kriz, yalnızca iklimi değil, ekolojinin tüm alanlarını ve bunun sağlık
üzerindeki sonuçlarını (pandemi dahil) etkiliyor. Hakim uluslararası düzen (neoliberal küreselleşmenin
çözümsüz bozuklukları) ve güçlerin jeopolitiği, çatışmaların çoğalması ve dünyanın militarizasyonu,
toplumlarımızın (önceki her şeyin körüklediği genelleştirilmiş güvencesizlik tarafından zayıflatılmış)
tam da toplumsal dokusuyla ilgilidir.
Bütün bu krizlerin ortak noktası nedir? Bunların tamamı veya büyük bir kısmı “beşeri” kökenlidir.
İnsanın doğa üzerindeki etkisi sorunu açıkçası yeni değil. Sera gazı emisyonlarındaki artışın kökeni ise
sanayi devrimine kadar uzanıyor. Ancak bu “genel kriz”, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kapitalizmin
gelişmesi ve ardından kapitalist küreselleşmeyle yakından ilişkilidir. Bizi birden fazla “bilinmeyen
bölgenin” sınırında eşi benzeri görülmemiş bir duruma sürükleyen bir dizi spesifik kriz ile küresel bir
dönüm noktası arasındaki sinerji ile karakterize edilir.
Kısaca açıklamak gerekirse “polikriz” tabirini seviyorum. Kesinlikle biraz kafa karıştırıcı, günlük dile
yabancı ama tekil olarak, birden fazla spesifik krizin birleşiminden kaynaklanan çok yönlü BİR krizden
bahsettiğimizin altını çiziyor. Bu nedenle, basit bir kriz eklemesiyle değil, bunların dinamiklerini
çoğaltan, insan türü (ve canlı türlerinin önemli bir kısmı) için ölümcül bir sarmalı körükleyen
etkileşimleriyle karşı karşıyayız.
Özellikle iğrenç ve açıkçası akıllara durgunluk veren şey, yerleşik güçlerin bugün küresel ısınmayı
biraz olsun sınırlamak için alınmış olan yetersiz önlemleri iptal etmesidir. Bu durum özellikle Fransız
ve İngiliz hükümetleri için geçerlidir. Bu aynı zamanda Amerika Birleşik Devletleri’ndeki büyük
bankalar veya petrol şirketleri için de geçerlidir. Önlemlerin güçlendirilmeleri gerektiği açıkça
ortadayken, hem de şeytani bir şekilde! Çok zenginler kanunlarını dikte ederler. Bu işte hep birlikte
olduğumuzu düşünmüyorlar. Artan sıcaklıkların havadaki çok yüksek nem oranlarıyla birleştiği
gezegenin tüm bölgeleri yaşanmaz hale gelmenin eşiğinde. Ne olursa olsun, havanın hâlâ güzel olduğu
yere gidip yaşayacaklar.
Pandemi çağına girdik. Doğal ortamların tahrip edilmesi, Covid’in amblemi haline geldiği hastalıkların
türler arası bulaşmasına uygun koşulları yarattı. Sibirya’daki sürekli donmuş toprakların erimesi tahmin
ediliyor ve bu erimenin, hiçbir aşı veya tedavi bulunmayan antik bakteri veya virüslerin ortaya
çıkmasına neden olabileceği tahmin ediliyor. Bu alanda aynı zamanda bilinmeyen bölgelere girme
riskiyle karşı karşıyayız: İklim krizi çok boyutlu bir sağlık krizini de beraberinde getiriyor.
Felaket öngörülebilirdi ve öngörülmüştü. Artık büyük petrol şirketlerinin 1950’lerin ortalarında
gelecekteki küresel ısınmayı dikkate değer bir kesinlikle tanımlayan bir çalışma yaptırdığını biliyoruz
(yine de onlarca yıldır gerçeği inkar ediyorlar).
“Çoklu krizin” bin bir yönünü keşfetmeyi henüz bitirmedik, ancak belki de bazı ilk çıkarımları ortaya
çıkarmanın zamanı gelmiştir. Küresel ısınmanın jeopolitik etkisinin en belirgin olduğu yer kutuplar
civarında, özellikle de Kuzey Kutbu’nda. Kuzeye okyanuslar arası bir nakliye rotasının yanı sıra
yeraltının zenginliklerinden yararlanma olanağı da açılıyor. Dünyanın bu bölgesindeki emperyalistler
arası rekabet yeni bir boyut kazanıyor. Çin, Antarktika’ya sınırı olan bir ülke olmadığı için Rusya’nın orada faaliyet göstermesine ihtiyaç duyuyor. Avrasya kıtasının doğusundaki Moskova’ya, Vladivostok
limanının serbest kullanımını sağlayarak batı cephesindeki (Ukrayna) dayanışmasının bedelini
ödetiyor.
Aşağıdaki sorularda değinilmeyen iki konunun küresel jeopolitik açıdan önemini vurgulamak
istiyorum.
Öncelikle Orta Asya. Avrasya kıtasının kalbinde önemli bir yere sahiptir. Vladimir Putin için burası
Rusya’nın ayrıcalıklı nüfuz bölgesinin bir parçası, ancak Pekin için bu, Avrupa’ya giden yeni “İpek
Yolu”nun kara tarafındaki kilit geçitlerden biri. Şu anda dünyanın bu bölgesinde karmaşık bir süreç
devam ediyor, ancak analizlerimize çok az entegre ediliyor.
Ayrıca küresel ısınma, dünya yüzeyinin %70’ini kaplayan, iklim düzenlemesinde belirleyici rol
oynayan, yaşamsal ekosistemleri barındıran ve artan su sıcaklıkları nedeniyle tehdit altında olan
okyanusların önemini bize hatırlatıyor. Okyanus kaynaklarının aşırı kullanımı, bildiğimiz gibi, kara
sınırlarından daha az sorun teşkil etmeyen deniz sınırlarının genişletilmesi gibi önemli bir sorundur.
Küresel bir jeopolitik yansıma, kutupların yanı sıra okyanusları da göz ardı edemez.
Karşı karşıya olduğumuz “çok boyutlu krizin” bir diğer önemli yönü de açıkça kapitalist küreselleşme
ve finansallaşmayla ilgilidir. Malların, yatırımların ve spekülatif sermayenin (ancak insanların değil)
hareket özgürlüğünü garanti altına almak için her zamankinden daha birleşik bir küresel pazarın
oluşmasıyla sonuçlandılar. Bu “mutlu küreselleşmeyi” (büyük mülk sahipleri için) pek çok faktör
sekteye uğrattı: Ticari alışverişlerdeki durgunluk, spekülatif finans ve borçların boyutu, üretim
zincirlerinin uluslararası bölünmesinin tehlikelerini ortaya çıkaran Covid salgını ve üretim zincirlerinin
uluslararası düzeyde bölünmesinin tehlikelerini ortaya çıkaran Batı’nın Çin’e bağımlılığı, Washington
ile Pekin arasındaki ilişkilerin (samimi anlayıştan yüzleşmeye) hızlı değişimine katkıda bulunuyor.
Düşük maliyetli üretimi sağlamak ve kendi ülkelerindeki işçi hareketini kırmak için Çin’i dünyanın
atölyesi haline getirmek isteyen büyük Batılı şirketlerdi. Pekin’in katıldığı Dünya Ticaret Örgütü’nün
(DTÖ) kurallarının genelleştirilmesinde ön sıralarda yer alan Avrupa’dır. Hepsi eski Orta Krallık’ın
kalıcı olarak kendilerine tabi olacağına inanıyordu ve öyle de olabilirdi. Durum böyle değilse, bunun
nedeni, Çin bürokrasisinin tüccar kanadının, halk direnişi kanlı bir şekilde kırıldıktan sonra (1986),
kapitalist mutasyonunu başararak Devlet kapitalizminin özgün bir biçimini doğurmasıdır.
Devlet kapitalizminin Doğu Asya’da, Çin’deki Kuomintang’ın (Guomindang) himayesi altında veya
Tayvan’da, Güney Kore’de uzun bir tarihi vardır… Tarihi itibarıyla Çin’in toplumsal formasyonu açıkça
benzersizdir, ancak oldukça klasik bir şekilde kalkınmayı birleştirir: özel sermaye ve devlet
işletmelerinin kapitalistlere tahsis edilmesi. İki ayrı ekonomik sektörle (temel olarak ikili bir ekonomi)
uğraşmak zorunda değiliz; aslında tüm sektörlerde mevcut olan aile klanlarının yanı sıra çoklu
işbirlikleri yoluyla da yakından bağlantılıdırlar.
Her şeyden önce, Deng Xiaoping’in himayesi altında, kapitalizme dönüşen Çin, ihtiyatlı bir şekilde
emperyalist atılımına başladı ve uzun süredir Asya’ya odaklanmayı başaramayan ABD’ye olan coğrafi
mesafeden faydalanmayı başardı (Afgan fiyaskosunun ardından sadece Joe Biden tarafından kendisine
güvence verilmedi).
Bu noktanın sonunda şunu belirtelim: Ölüm oranının çok yüksek olduğu çocuklardan başlayarak tüm nüfus, tekrarlanan travma sonrası stresle yaşayacak. Yetersiz beslenmenin kurbanı olan en gençlerin asla “normal” bir yaşam hakkı olmayacak.
Diğer sorunlar arasında Filistinlilerin ordu ve paramiliter güçler tarafından desteklenen Yahudi
üstünlüğü yanlısı yerleşimcilerin günlük şiddetine maruz kaldığı Batı Şeria’nın varlığı da yer alıyor.
Hayatta kalan Gazzeliler Mısır üzerinden mi yoksa deniz yoluyla mı sürgüne zorlanacak? Hayatta
kalan Batı Şerialı Filistinliler Ürdün’e sınır dışı edilecek mi? Büyük İsrail projesi başarılı olacak mı?
Uzun sürede Filistin’in sömürgeleştirilmesini görebiliyoruz ama korkunç bir dönüm noktası yaşıyoruz.
Netanyahu (sonu olmayan bir girişim olan Hamas’ın tamamen yok edilmesi dışında) savaş hedeflerini
hiçbir zaman tanımlamadı. Özellikle de durum değişken olduğu için onun adına bunları tanımlamaya
çalışmayacağım.
1 Nisan’da Şam’daki İran konsolosluğunun bombalanması, Netanyahu’nun Filistin sınırlarının ötesine
yaptığı ani uçuşun bir örneğidir. Bu, diplomatik misyonları koruyan Viyana Sözleşmesinin açık bir
ihlalidir. Saldırının hedefi orada bulunan üst düzey Hizbullah liderleriydi ama bu hiçbir şeyi “haklı
çıkarmaz”. Diplomatik misyonlarda her zaman üst düzey subaylar da dahil olmak üzere tercih edilen
“düşmanlar” vardır. İsrailliler bunu çok iyi biliyor; diplomat kılığına giren Mossad ajanları yabancı
ülkelerde birden fazla kişiyi öldürmüş ya da kaçırmıştı. Bu bombalamanın daha fazla protestoya yol
açmaması ilginç ve endişe verici.
Tahran savaş istemiyor ama tepki vermek zorunda. Usturanın ucundayız.
Joe Biden, Siyonizm ile samimi bir şekilde ve kendi yönetimindeki uzmanlara danışmadan İsrail
hükümetine koşulsuz desteğini derhal garanti ederek kendi tuzağını kurdu ve bu ona bir dizi ses getiren
istifaya yol açtı. Artık sürdürülemez olanı destekleyemez ancak İsrail’e silah ve mühimmat tedarikini
de durduramaz. Yanılıyor olabilirim ama onun Arap dünyasındaki diplomatik temasını kaybettiği ve şu
anda Trump’ın bir sonraki başkanlık seçimini kazanması durumunda Japonya ve Filipinler ile savunma
anlaşmalarını korumakla meşgul olduğu izlenimine sahibim.
İran, 13-14 Mart gecesi İsrail’e hava saldırısı düzenledi. İsrail sayımına göre 300’den fazla atış yapıldı:
170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 110 balistik füze. Tahran, ABD tarafından onaylanan
operasyonu duyurdu. Bu silahların İsrail’e ulaşması birkaç saat sürüyor, bu da yol boyunca birçoğunu
vurmak için yeterli zaman bırakıyor. ABD, İngiltere, Fransa ve Ürdün katkıda bulundu. Yine de bir
İsrail askeri üssü vuruldu. Bu operasyonun amacı açıkça siyasiydi, Şam’daki saldırıya tepki olarak
yapılan bir uyarıydı. İran rejimi ilk kez İsrail’e bu şekilde doğrudan saldırıyordu. Tahran, en azından
İsrail’in orada durması durumunda operasyonun devam etmeyeceğini duyurdu. İran’la karşı karşıya
kalan Joe Biden hâlâ Batı ve Arap ülkeleri karşısında bir cepheyi harekete geçirebiliyor. İsrail’in
koruyucularına bağımlılığı doğrulandı.
Enternasyonalist dayanışmamız Filistin halkıyla nasıl bir rol oynamalı?
Her şeyden önce, çok geniş bir birliğin sağlanabileceği mutlak acil durum: derhal ateşkes, Gazze
Şeridi’ne giden tüm erişim yollarından büyük miktarda yardımın girmesi, konvoyların ve insani yardım
çalışanlarının korunması (birçoğu öldürüldü), Rolü vazgeçilmez olan, UNRWA misyonunun yeniden
başlaması. Batı Şeria’daki sömürgeciliğin sona ermesi ve mülksüzleştirilmiş Filistinlilerin haklarının
restorasyonu, İsrailli rehinelerin ve Filistinli siyasi mahkumların serbest bırakılması…
Filistinlilerin silahlı direniş de dahil olmak üzere direniş hakkını “ama”sız savunuyoruz; ancak bu, pek
çok bağımsız kaynağın da doğruladığı gibi, ne Hamas’a siyasi destek anlamına geliyor ne de 7 Ekim’de
savaş suçlarının işlendiğini inkar ediyor. Bu kaynaklar arasında İnsan Hakları için Doktorlar-İsrail
derneği (PHRI); İsrail’in korumayı reddettiği, ancak Hamas’ın defalarca saldırılarına maruz kalan
Negev’deki Bedevi köylüler; hayatlarını Filistinlilerin haklarını savunmaya adayan İsrailli aktivistler…
Hamas bugün Filistin direnişinin ana askeri bileşenidir, ancak özgürleştirici bir proje taşıyor mu?
Desteklediğimiz kurtuluş mücadelesine katılan hareketleri her zaman analiz ettik. Bugün neden farklı
olsun ki?
Enternasyonalistler olarak bizim rolümüz aynı zamanda, ne kadar zayıf olursa olsun, mevcut görevler
ile özgürleştirici bir gelecek arasına bir çizgi çekmektir. Denizle nehir arasındaki bu tarihi topraklarda
yaşayanların bir arada yaşayabileceği bir Filistin ilkesini savunuyoruz (Filistinli mültecilerin geri
dönüşü de dahil). Bu, bölgede derin bir toplumsal çalkantı olmadan gerçekleşmeyecek, ancak bugün
Yahudi ve Arap/Filistinli olmak üzere birlikte hareket eden örgütleri her şeye rağmen destekleyerek bu
perspektife somutluk kazandırabiliriz. Mevcut bağlamda bu Yahudi-Arap dayanışmasını sürdürmeye
devam etmek için herkes büyük riskler alıyor. Onlara dayanışma borçluyuz.
Yahudi-Arap dayanışması aynı zamanda uluslararası seferberliğin gelişmesinin de anahtarlarından
biridir, özellikle de Barış için Yahudi Sesi hareketinin İsrail yanlısı lobilerin propagandasına karşı
koymada ve itiraz alanı açmada çok önemli bir rol oynadığı ABD’de. Çin’in dış politika stratejisini ve Tayvan’la çatışmasını nasıl analiz ediyorsunuz?
Bence Xi Jinping’in önceliği, Çin’in küresel genişlemesi ve konsolidasyonu, ikili sivil ve askeri
kullanım için yüksek teknolojiler alanında ABD ile rekabet ve önemli diplomatik ittifaklar arayışı
(ABD’nin karşısında Aşil topuğu), bu stratejik aşamada değerlendirilen bölgelerde (Güney Pasifik gibi)
kendi nüfuz bölgelerinin geliştirilmesi, askeri havacılık ve uzayın güçlendirilmesi veya gözetleme ve
dezenformasyon. Tayvan’ın işgali gündemde olmayacaktır.
Çin’in genişleme yolları öncekilerden farklı. Zaman değişti. Pekin’in yalnızca Cibuti’de büyük bir
geleneksel askeri üssü var. Ancak giderek artan sayıda ülkeyle limanlarına erişim sağlamak için
anlaşmalar imzalanıyor. Daha da iyisi, onu tamamen veya kısmen ele geçirir ve bu da ona sivil ve
askeri ikili kullanım için geniş bir deniz bağlantı noktaları ağı sağlar. Yurt dışındaki Çin şirketlerinin
güvenlik hizmetleri ordu tarafından sağlanıyor ve bu da ordunun bilgi almasına ve temas kurmasına
olanak sağlıyor.
Çin politikası emperyalist karakterdedir ve bunun aksinin nasıl olabileceğini anlamak zordur. Her
büyük kapitalist güç, yatırımlarının ve iletişimlerinin güvenliğini ve taahhütlerinin siyasi ve mali
karlılığını garanti etmelidir.
Pekin, komşu ülkelerin deniz haklarını dikkate almadan militarize ettiği, büyük bir uluslararası geçiş
bölgesi olan Güney Çin Denizi’nin tamamı üzerinde egemenliğini ilan etti. Balıkçılık kaynaklarına el
koyuyor ve deniz tabanını araştırıyor. Otoriter bir rejim, mümkün olduğunu düşündüğü her yerde
otoriter yöntemleri kullanır. Elbette sözde demokratik emperyalist rejim de aynısını yapabilir…
Suriye, Yemen, Sudan ve Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ndeki savaş durumlarının uzamasının
yanı sıra, Burma’da da Batı’da çok az konuşulan bir savaş var. Bu çatışmanın şu andaki durumu
hakkında yorum yapabilir misiniz?
Sudan’la ilgili birkaç söz. Bu ülkede, son derece zor koşullar altında, daha iyi bilinmeyi (ve
desteklenmeyi) hak eden zengin bir taban halk direnişi deneyimi var.
Burma ders kitabı vakasıydı. Ordu, 1 Şubat 2021’deki darbe sırasında iktidarda hakimiyetini sağladı.
Ertesi gün ülke, yaygın bir iş bırakma ve büyük bir sivil itaatsizlik hareketi şeklinde muhalefete girdi.
Darbe başarısız oldu, ancak acil uluslararası destek sağlanamadığı için ordu püskürtülemedi. Ordu,
acımasız baskı yoluyla inisiyatifi yavaş yavaş yeniden ele geçirmeyi başardı. Merkez bölgede
başlangıçta barışçıl halk direnişi yer altına inmek, ardından silahlı direnişe geçmek zorundaydı.
Ülkenin dağlık çevre eyaletlerinde faaliyet gösteren silahlı etnik hareketlerin desteğini aradı.
Burma’da yaşananlardan daha geniş bir sivil direniş hareketi hayal etmek zor; ancak silahlı mücadeleye
giriş, meşruiyeti meşru müdafaa kanıtlarına dayandırılan hayati bir zorunluluk olarak ortaya çıktı. Bu,
onun bu çetin sınavdan geçmesine ve yavaş yavaş bağımsız gerillalar şeklinde örgütlenmesine ya da
ordu tarafından feshedilen ve (nihayet) etnik azınlıklara açık olan parlamentonun bir ifadesi olan
Ulusal Birlik Hükümeti’ne bağlı olarak örgütlenmesine olanak sağladı.
Çatışma son derece sert biçimlere büründü; ordu özellikle havacılık üzerinde tekel sahibi oldu. Aynı
zamanda karmaşıktı; her etnik devletin kendine has özellikleri ve siyasi tercihleri vardı. Ancak cunta
yavaş yavaş kontrolü kaybetti. Çin (bir sınır ülkesi) ve Rusya’nın desteğine sahipti, ancak Pekin’e
yatırımlarının güvenliğini ve Hint Okyanusu’na erişim sağlayan bir liman inşasını garanti etme
konusunda yetersiz kaldı. Uluslararası izolasyonu derinleşti ve ASEAN müttefikleri bölündü.
Bugün ordu birçok bölgede güç kaybediyor ve cuntaya karşı muhalefet cephesi genişledi. Burma çok
zengin bir tarihe sahip ama ne yazık ki Batı’da çok az tanınan bir ülke.
Sonuç olarak, ekonomik krizin ağırlaşması ve hem uluslararası hem de bölgesel düzeyde
çatışmaların artması, uluslararası bağlamda enternasyonalist dayanışma politikalarının yeniden
düşünülmesini gerektiren bir dönüm noktasına işaret ediyor gibi görünüyor. 21. yüzyılda
uluslararası çatışmaların evrimine uygun bir enternasyonalizm inşa etmenin yolları nelerdir?
Ana çizginin “kampçılık” ile enternasyonalizm arasındaki karşıtlık olduğu derin bir yeniden yapılanma
var. Analizlerde pek çok farklılığımız olabilir ancak asıl soru, tüm mağdur topluluklarını savunup
savunmadığımızdır. Her güç kendine uygun kurbanları seçer, diğerlerini ise terk eder. Biz bu tür bir
mantığa girmeyi reddediyoruz. Paris ne düşünürse düşünsün Kanaky’deki Kanakların haklarını
savunuyoruz, Suriyeliler ve Suriye halkı Esad klanının amansız diktatörlüğüyle, Ukraynalılar Rus ateşi
altında, Filistinliler ABD bombalarının altında, Porto Rikolular ABD sömürge düzeni altında, Burma
halkı cunta Çin tarafından desteklenirken ezilmekte, Haitililer’in koruma ve sığınma talepleri
“uluslararası toplum tarafından” reddedilmekte.
Jeopolitik kaygılar adına mağdurları terk etmiyoruz. Onların geleceklerine özgürce karar verme
haklarını ve sorun buysa kendi kaderlerini tayin etme haklarını destekliyoruz. Dünyanın her yerinde
“ana düşman” mantığını reddeden ilerici hareketlerin içinde buluyoruz kendimizi. Biz ister Japon-Batı, ister Rus, ister Çin olsun hiçbir büyük gücün kampında değiliz. İşgal, Filistin’de olduğu gibi
Ukrayna’da da suçtur. Dünyanın militarizasyonuyla karşı karşıya kaldığımızda küresel bir savaş karşıtı
harekete ihtiyacımız var. Söylemesi kolay ama yapması çok zor. Bunu yapmak için yerel sınır ötesi
dayanışmaya (Ukrayna-Rusya, Hindistan-Pakistan) güvenebilir miyiz? Yoksa Filistin’le olan muazzam
dayanışma hareketine mi? Nepal’de yeni tanıştığınız gibi sosyal forumlarda mı?
Aynı zamanda iklim meselesini savaş karşıtı hareketler sorununa da entegre etmeliyiz ve buna karşılık
militan çevre hareketleri de, henüz bunu yapmamışlarsa, savaş karşıtı boyutu kendi mücadelelerine
entegre etmekten fayda görebilirler. Aynı şey nükleer silahlar için de geçerli.
Bana öyle geliyor ki Greta Thunberg’in kişiliği “çoklu kriz”in şiddetiyle karşı karşıya kalan genç
nesillerin potansiyelini bünyesinde barındırıyor. Ancak taahhütleri, kesinlikle eksik olmadığı azim ve
zaman içinde harekete geçme becerisi gerektiriyor ki bu da kolay değil. Benim aktivist kuşağım
1960’ların radikalizmi ve Fransa’daki bizler için 68 Mayıs’ın kuruluş deneyimi sayesinde yörüngeye
fırlatılmıştı. Oldukça büyük bir dürtü. Peki ya bugün ? 15 Nisan 2024-06-22 Görüşme Jaime Pastor
Pierre Rousset Yeni Anti Kapitalist Parti üyesi ve IV. Enternasyonal’in yöneticilerinden.
Amsterdam’daki IIRE-IIRF Enstitüsünün kurucu ve yöneticilerinden.
- Uluslararası jeopolitik durum, yerleşik emperyalizm (ABD) ile yükselen emperyalizm (Çin)
arasındaki karşılıklı çatışmanın hakimiyetinde olmaya devam ediyor. Elbette büyük ve küçük güçler
arasındaki büyük küresel oyunun tek oyuncuları onlar değil, ancak başka hiçbirinin iki “süper güç” ile
karşılaştırılabilecek bir ağırlığı yok. - Bu çatışma çok yüksek düzeyde nesnel karşılıklı bağımlılık özelliğine sahiptir. Neoliberal
küreselleşmenin krizi elbette besbelli ama mirası hâlâ orada. Artık “mutlu küreselleşme” yok ama
“mutlu (kapitalist) küreselleşmeden uzaklaşma” da yok. Jeopolitik çatışmalar hem bu yapısal kriz
durumunun bir belirtisidir hem de çelişkilerini vurgulamaktadır. Bir dereceye kadar benzeri
görülmemiş “meçhul bölgelere” de girdik. - Ana “süper güç” olmaya devam eden ABD’nin hegemonyası göreli olarak geriledi. Zayıflayan,
güvenilir ve etkili müttefiklerin yardımı olmadan dünyayı denetlemeye devam edemezler. Donald
Trump’ın neden olduğu siyasi ve kurumsal kriz ve bunun kalıcı diplomatik sonuçları (müttefiklerinin
güven kaybı) nedeniyle zayıfladılar. Ülkenin yaşadığı sanayisizleşmenin boyutları dikkate alındığında
artık “klasik” emperyalizmin kalmadığını söyleyebiliriz. Joe Biden şu anda bu alandaki durumu
düzeltmek için önemli mali ve hukuki kaynakları seferber ediyor, ancak bu kolay bir iş değil. Fransa
gibi bir ülkenin hayati bir acil durum (Covid) karşısında bile sağlık çalışanları için hidroalkolik jel,
cerrahi maske ve FFP2 önlük üretme konusunda yetersiz olduğunu unutmayın. Ancak bu teknolojinin
yetersizliğinden değil! - Çin bu alanda çok daha iyi bir konumdaydı. Maocu dönemden yerli bir sanayi temeli, Üçüncü Dünya
için yüksek okuryazarlık oranına sahip bir nüfus ve eğitimli bir işçi sınıfı miras almıştı. Dünyanın bir
atölyesi haline gelerek yeni bir sanayileşme dalgasını (kısmen bağımlı, ama sadece değil) sağladı. En ileri teknolojilerin üretilmesini sağlamak için önemli kaynaklara yatırım yapılmıştır. Parti-devlet ülkenin ulusal ve uluslararası kalkınmasını organize edebildi (uçakta pilot vardı). Bununla birlikte, Çin rejimi bugün her zamankinden daha şeffaf ve gizlidir. Siyasi-kurumsal krizin ABD emperyalizmini nasıl etkilediğini biliyoruz. Çin’de neler olup bittiğini bilmek çok zor. Ancak ömür boyu başkan olan Xi Jinping yönetimindeki gücün aşırı merkezileşmesi artık yapısal bir kriz faktörü gibi görünüyor. - ABD’nin göreli gerilemesi ve Çin’in tamamlanmamış yükselişi, ikincil güçlerin, en azından kendi
bölgelerinde (Rusya, Türkiye, Brezilya, Suudi Arabistan vb.) önemli bir rol oynayabilecekleri bir alan
açtı. Dolayısıyla Rusya’nın, Avrupa’nın doğu sınırlarında Çin’e bir dizi oldu bittiler sunmaya devam
ettiğini düşünüyorum. Birlikte hareket eden Moskova ve Pekin, Avrasya kıtasındaki oyunun büyük
ölçüde ustalarıydı. Ancak Ukrayna’nın işgali ile Tayvan’a yapılan fiili saldırı arasında bir koordinasyon
yoktu.
Tam olarak bu bağlamda, Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesi ve Batılı güçlerin Ukrayna’nın bu durumla yüzleşmesine verdiği desteğin, bu savaşı emperyalistler arası bir savaş haline getirdiğini ve bunun da bizi Zimmerwald’ın (savaştan savaşa) politikasını hatırlamaya yönelttiğini düşünebilir miyiz? cevapla? Yoksa tam tersine, emperyalist güçler tarafından desteklenmesine rağmen Batı solunu Ukrayna halkının Rus işgaline karşı direnişiyle dayanışmaya zorlayan bir ulusal kurtuluş savaşıyla mı karşı karşıyayız? Zimmerwald’ın politikası ilhaksız barış talep etmekti. Şimdi kendilerini Zimmerwald’ın mirasçıları olarak tanıtanlardan bazıları Ukrayna’nın şu veya bu parçasını Rusya’ya bırakmayı, Ukrayna’dan ayrılmalarını doğrulamak için orada referandumlar düzenlemeyi vb. teklif ediyor, ama devam edelim. Bu soruyu cevaplamanın en basit yolu olayların akışını tekrar gözden geçirmektir. Sınırlarda önemli askeri kaynaklar seferber edilerek, zaman alan ve gözle görülür bir işgal hazırlığı yapılıyor. Bunu yapan Putin’di. O dönemde NATO, Afgan macerasının ardından siyasi bir krizin ortasındaydı ve Avrupa’daki operasyonel kuvvetlerinin büyük kısmı Doğu’ya yeniden konuşlandırılmamıştı. Biden’ın asıl kaygısı Çin’di ve hatta hâlâ Moskova’yı Pekin’e karşı oynatmaya çalışıyordu. Bir işgalin mümkün olduğu konusunda ilk uyarıyı yapan ABD istihbaratı oldu ancak bu uyarı ne Avrupa devletleri ne de Zelinsky’nin kendisi tarafından ciddiye alındı. Batı Avrupa’da çoğumuzun Doğu Avrupalı (özellikle Ukraynalı) yoldaşlarımızla çok az teması vardı ve çoğumuz olayları tamamen jeopolitik terimlerle analiz ettik (asla yapılmaması gereken bir hata), Putin’in Avrupa Birliği’nin NATO içinde Afgan sonrası anlaşmazlıkları kışkırtması için İran üzerinde güçlü bir baskı uygulamaktan memnun olduğunu düşünüyorduk. Eğer durum böyle olsaydı işgalin gerçekleşmemesi gerekirdi çünkü tam tersi bir sonuç doğururdu: NATO’ya anlam kazandırmak ve safların yakınlaşmasına olanak sağlamak. Aynen öyle oldu! Ayrıca Rus işgalinden önce Ukrayna nüfusunun çoğunluğu bağlantısız bir ülkede yaşamak istiyordu. Bugün sadece çok küçük bir azınlık kendi güvenliğini NATO ülkeleriyle yakın ittifak dışında görüyor. Kendi adıma, arkadaşım Adam Novak’ın uyarmasıyla bunun mümkün olduğu hissine işgalden çok kısa bir süre önce ulaşmıştım. Artık çok daha fazlasını biliyoruz: işgal birkaç yıldır planlanıyordu. Bu, II. Yekaterina’yı referans alarak, Stalinist SSCB sınırları içinde Rus İmparatorluğunu yeniden kurmaya yönelik büyük bir projenin parçası. Ukrayna’nın varlığı yalnızca Lenin’in (Putin’in kendi deyimiyle) suçlu olduğu bir anomaliydi ve Rusya’nın safına dönmek zorundaydı. Aslında Ukraynalılar bunu tam kapsamlı işgal olarak adlandırıyor ve 2014’te Donbass, Luhansk ve Kırım’ın yıkılması ve askeri işgalinin işgalin ilk aşamasını oluşturduğuna dikkat çekiyor. “Özel Operasyon” (“savaş” kelimesi yakın zamana kadar yasaktı ve uygulamada da öyle) çok hızlı olacak ve emirlere tabi bir hükümetin kurulacağı Kiev’e kadar devam edecekti. Gafil avlanan Batılı güçler, oldu bittiye ancak boyun eğebildiler ve gafil avlandılar. Washington bile politik olarak ancak gecikmeli olarak tepki gösterdi. Savaş makinesini durma noktasına getiren kum tanesi, hem Putin’in hem de Batı’nın öngöremediği Ukrayna direnişinin boyutuydu. Gerçekten silahlı kuvvetlerle uyumlu, kitlesel bir halk direnişinden söz edebiliriz. Bu, Rusça konuşan pek çok kişinin (ve Moskova’ya bağlı olanlar dışında tüm siyasi yelpazenin) katıldığı ulusal bir direnişti. Bundan şüphe duyanlar için bundan daha güçlü bir kanıt yoktu: Ukrayna gerçekten var. Bahsettiğiniz ikinci senaryodayız. Zaman bu “orijinal” gerçeği ve dayanışma yükümlülüğümüzü silmiyor. Dayanışmanın çifte yükümlülüğü olduğunu eklemek isterim. Ukrayna halkının ulusal direnişiyle ve Zelynsky rejiminin otoriterliğine ve neoliberal politikalara (Avrupa Birliği tarafından savunulmaktadır) karşı bizzat Ukrayna’da işçi ve sendika hakları, örgütlenme ve ifade özgürlükleri için, mücadele etmeye devam eden sol güçlerle birlikte. … Açıkçası Ukrayna, Rusya-Batı güçler çatışmasının sıcak noktası haline geldi. Özellikle ABD’nin silah tedariki olmasaydı Ukraynalılar “cepheleri” tutamazdı. Ancak silah tedariki sürekli olarak Moskova’yı kesin bir şekilde yenilgiye uğratmak için gerekli olanın altında kaldı. Bugüne kadar Rus ordusunun hava kontrolüne karşı çıkılmadı. Ve NATO ülkeleri yeniden bölünmüş durumda, ABD’deki seçim öncesi kriz ise Ukrayna’ya yönelik fonların oylanmasını engelliyor. Derinlemesine savunma inşa etme ve yeniden örgütlenme fırsatına sahip olan Moskova, Kuzey Kore’nin top mermileri ve Hindistan veya Çin’in (petrol ürünlerinin satışı yoluyla) sağladığı fonların yardımıyla Ukrayna’daki askeri gerilimin arkasındaki itici güç olmaya devam ediyor ve oldu bitti politikasını alçakça yapıyor: Ukraynalı çocukların Rusya’ya götürülmesi ve Rus ailelere evlat edinilmesi.
Eğer öyleyse, direnişi desteklemenin, yarattığı (insani ve maddi) yıkımdan endişe etmeden savaşı uzatmak isteyen Batılı güçlerin (Zelenskiy hükümetinin onayıyla) çıkarlarına hizmet ettiğini düşünenlere ve bu nedenle adil bir barışın savunulmasına yönelik aktif bir politikanın teşvik edilmesinin gerekli olduğunu söyleyenlere ne diyeceğiz? Ben Ukrayna dayanışmasıyla aktif olarak ilgilenmiyorum. Güncel olaylara karşı Asya dayanışma faaliyetlerimi sürdürüyorum. Kendimi İsrail-Filistin sorununa kaptırdım (bununla yaşamak zor). Bu yüzden dikkatli olmaya devam edeceğim. Bu savaşın yarattığı yıkımın boyutunu hepimiz hissediyoruz; Putin utanmadan sivil halkı hedef alan bir savaş yürüttüğü için bu daha da anlamlı. Dayanılmaz. Ancak bu savaşı uzatan bizim desteğimiz değil, Putin’dir. Sorumluluklar sulandırılmamalıdır. Eğer “adil barış” terimi mevcut cephe hattında süresiz bir ateşkes anlamına geliyorsa, bu, işgal altındaki bölgelerdeki beş milyon Ukraynalıyı zorunlu asimilasyon rejimi altında yaşamaya mahkum etmek ve ayrıca beş milyon Ukraynalıyı da Rusya Federasyonu’na sınır dışı etmek anlamına gelecektir. Dayanışma hareketimizin rolünün her şeyden önce Ukrayna halkının ve bunun içinde Ukrayna toplumsal ve siyasi solunun mücadelesi için en iyi koşulların yaratılmasına katkıda bulunmak olduğunu düşünüyorum. Bir barış anlaşmasının şartlarının ne olacağını belirlemek kesinlikle bize düşmez. Ukrayna solunun, feminist hareketin, sendikaların, Kırım Tatar hareketinin, çevrecilerin (ve diğerlerinin) taleplerine kulak vermemiz ve çağrılarına cevap vermemiz gerektiğini düşünüyorum. Ayrıca Rusya’daki solu ve savaş karşıtı hareketleri de dinlememiz gerekiyor. Rus anti-kapitalist solunun çoğu bileşeni, Rusya’nın Ukrayna’daki yenilgisinin, ülkenin demokratikleşmesine ve çeşitli toplumsal hareketlerin ortaya çıkmasına kapı açan tetikleyici olabileceğine inanıyor. Batı solunda Doğu Avrupa’da solun “neredeyse var olmadığını” iddia edenler yanılıyor. Ukraynalılar pahasına kötü bir uzlaşmanın savaşı sonlandırabileceğine inanmak bana tehlikeli görünen bir yanılsama. Bu, Putin’in savaşa girmesinin nedenlerini unutmak anlamına geliyor: Ukrayna’yı tasfiye etmek ve Rusya İmparatorluğu’nun yeniden inşasına devam etmek, ama aynı zamanda ekonomik zenginliğine (tarım dahil) el koymak ve işgal altındaki bölgelerde sömürge niteliğinde bir rejim kurmak. Putinci devlet aygıtı, gizli servislerin (KGB-FSB) adamları tarafından yozlaştırılıyor. Zaten Çeçenistan’dan Orta Asya’ya ve Suriye’ye kadar kendi yerel bölgesine müdahale etti. Uluslararası alanda ancak askeri yetenekleriyle, silah, petrol veya tarım ürünleri satışıyla var olabiliyor… Gücünü bildiğim ve mücadele etmeye devam ettiğim “bizim” emperyalizmlerimize karşı tam bir güvensizliğim var. Bir barış anlaşmasını müzakere etmek veya empoze etmek için asla onlara güvenmeyeceğim. Filistin’de Oslo Anlaşmalarının ne hale geldiğini görün! Yani benim için dayanışma hareketlerinin (ne olursa olsun) “güçlerin mantığına girmesi” söz konusu değil. Başta devletler ve hükümetler (Zelenskiy dahil) karşısında tam bağımsızlıklarını korumalılar. Tekrar ediyorum, hem Ukrayna solunun güçlerini hem de Rusya’daki savaş karşıtı solu dinliyoruz.
Öte yandan ABD ve AB, Rusya’nın Ukrayna’daki savaşını ve artan uluslararası gerilimi yeniden silahlanma ve askeri harcamaların artırılmasına bahane olarak kullanıyor. “Yeni bir soğuk savaş”tan, hatta nükleer silah kullanımının dışlanmadığı bir dünya savaşı tehdidinden bahsedebilir miyiz? Bu yeniden silahlanma ve bu tehdit karşısında anti-kapitalist solun tutumu ne olmalıdır?
ABD ve Avrupa Birliği’nin yeniden silahlanmasına ve askeri harcamalarını artırmasına karşıyım. Bununla birlikte konuyu genişletmemiz gerektiğini düşünüyorum. Çin’in (ve hatta Rusya’nın) birçok alanda inisiyatif sahibi olduğu yeni bir silahlanma yarışı sürüyor; mevcut füze kalkanlarını çalışmaz hale getirecek veya donanmanın bir uçak gemisini çok uzaklardan hedef almayı mümkün kılacak süpersonik silahlar da dahil. Bildiğim kadarıyla hiçbir şey gerçekten test edilmedi ve neyin doğru neyin bilim kurgu olduğunu bilmiyorum ama diğer yoldaşlar bu alanda kesinlikle benden daha bilgili. Ancak silahlanma yarışının kendisi büyük bir sorundur. Olağan nedenlerden dolayı (dünyanın militarizasyonu, askeri-endüstriyel kompleksin kamu bütçelerinden fahiş bir pay alması vb.), ama aynı zamanda sürmekte olan savaşlar çağının sonunu daha da acil hale getiren iklim krizi nedeniyle. Silah üretimi ve kullanımı, sera gazı emisyonlarının resmi hesaplamasına dahil edilmiyor. Gerçekliğin korkunç bir inkarı. Nükleer silah kullanma tehdidi Putin tarafından birkaç kez dile getirildi, ancak hiçbir etkisi olmadı (ondan açıklamalarıyla tutarlı olmasını istemiyorum). Nükleer savaş tehdidinin devam eden Ukrayna çatışmasının doğrudan bir sonucu olduğundan şüpheliyim (umarım yanılmıyorum), ancak yine de bunun (maalesef) gerçek bir sorun olduğunu düşünüyorum. Burada da konuyu genişleteceğim. Halihazırda dört adet yerelleştirilmiş nükleer “sıcak nokta” var. Biri Orta Doğu’da bulunuyor: İsrail. Üçü Avrasya’da: Ukrayna, Hindistan-Pakistan, Kore yarımadası. “Aktif” olan yalnızca sonuncusu. Kuzey Kore rejimi, ABD deniz havacılığının konuşlandığı ve yurtdışındaki en büyük ABD üsleri kompleksinin bulunduğu bir bölgede (Japonya’da, özellikle Okinawa adasında) periyodik olarak füze testleri yapıyor ve fırlatıyor. Joe Biden’ın halihazırda Ukrayna, Filistin ve Tayvan’la çok işi var ve dünyanın bu bölgesindeki (Çin de dahil) durum daha da kötüleşmeden iyi iş çıkarabilir; bu durum Trump’ın büyük ölçüde sorumlu olduğu bir durum, aynı zamanda da Kuzey Kore kalıtsal hanedanının son evladının da. Küçük sorun: Kuzey Kore nükleer füzesinin Güney’in başkenti Seul’e ulaşması yirmi dakika sürüyor. Bu koşullar altında nükleer silahları ilk kullanan taraf olmama taahhüdünün uygulanması zorlaşmaktadır. Fransa, kamuoyunu “taktik” bir nükleer bombanın olası kullanımına siyasi olarak hazırlayan ülkelerden biridir. Bu önemsizleştirme girişimine şiddetle karşı çıkmalıyız. Ne yazık ki, bir tür ulusal siyasi fikir birliği mevcut; bu, “bizim” nükleer cephaneliğimizi, sol kesim de dahil olmak üzere ve hatta onun kaldırılmasından yana olduğumuzda bile siyasi anlaşmalar yapmak için bir prensip meselesi haline getirmediğimiz anlamına geliyor. Yeniden silahlanma sorunu, yeni silahlanma yarışı ve nükleer enerji, sınırların her iki tarafındaki savaş karşıtı hareketlerin faaliyetlerinin mutlaka bir parçası olmalıdır. Dolayısıyla, 1947’de Hindistan’ın bölünmesine eşlik eden toplumlararası korkunç şiddete rağmen, Pakistan ve Hindistan solu silahsızlanma için ortak kampanya yürüttü. “Yeni bir soğuk savaş”tan bahsedebilir miyiz? O zamanlar bu formülü oldukça Avrupa merkezli buluyordum. Asya’da savaş çok şiddetliydi (ABD’nin Vietnam’daki gerilimi). Bugün Rusya’nın Ukrayna’daki savaşı sırasında ne söylenebilir? Basında, bir tartışmada kullanıldığını anlıyorum ama iki ana nedenden dolayı kullanmamamız gerektiğini düşünüyorum: • Analizi jeopolitiğe çok sınırlı bir yaklaşıma indirger. Savaş aslında büyük güçler arasında doğrudan bir çatışma olmadığı için “soğuk”. Bu engellemez ancak “sıcak” çatışmaların somut bir analizine katkıda bulunmaz. • Genel olarak tarihsel benzetmelere pek sıcak bakmıyorum: “…’de miyiz?”. Biz asla “içinde…” değiliz, şu andayız. Tarihin bugünü açıklamaya, bugünün de geçmişi yeniden ziyaret etmeye yardımcı olduğunu biliyorum, ancak “yeni soğuk savaş” ifadesi benim isteksizliğimi açıkça gösteriyor. “Birinci” Soğuk Savaş, “Batı bloğunu” “Doğu bloğu” ile karşı karşıya getirdi. O zamanlar Sovyet bloğu ve Çin’in kapitalist dünya pazarıyla yalnızca sınırlı ekonomik ilişkileri vardı. Devrimci dinamik devam etti (Vietnam…). Bugün kapitalist dünya pazarı evrenselleşmiştir. Küreselleşme oradan geçti. Çin onun temel direklerinden biri haline geldi. Amerika Birleşik Devletleri ve Batı Avrupa ülkeleri arasındaki ekonomik karşılıklı bağımlılık yakındır. Bu faktörü tamamen hesaba katmadan Çin-ABD çatışmasının karmaşıklığını anlayamayız. Dolayısıyla neden sonrasına eklemek için eski bir formüle başvuruyoruz: ama elbette her şey farklı. Yeni Soğuk Savaş temasının her iki taraftaki kampçılara da yakıştığını söyleyebilirim. Moskova ve Pekin’e desteklerini haklı çıkarmak isteyen kampçılara. Veya otokratlara karşı Demokrasi ve Batı Değerlerinden yana olmak isteyenlere. Bitirmek için küçük bir kontrpuan: Biden geçmişte kalmış bir adam. Çeşitli büyük krizler sayesinde nükleer tehditleri müzakere etmeyi öğrendi. Bu deneyim bugün hâlâ onun için yararlı olabilir.
İsrail Devleti’nin Gazze’de yürüttüğü imha savaşına gelince, bu savaşın sonuçları nelerdir? ABD, son zamanlarda BM Güvenlik Konseyi’nde çekimser kalmasına rağmen neden İsrail’i desteklemeye devam ediyor? Bu savaşın bahsi nedir? Gazzelilerin hayatta kalması. Bu konularda (nüfusların yok edilmesi) uzman birinin bana çok adil gelen bir formülü vardı. “Yoğunluğu” bakımından bu kadar ciddi bir durumu hiç görmemişti. Diğer durumlarda çok sayıda insan öldü, ancak Gazze benzeri görülmemiş yoğunlukta çok yönlü bir saldırının altında küçük bir bölge. Bombalamalar dursa ve toplu yardım gelse bile ölümler zamanla devam edecek. Ölüm oranının çok yüksek olduğu çocuklardan başlayarak tüm nüfus, tekrarlanan travma sonrası stresle yaşayacak. Yetersiz beslenmenin kurbanı olan en gençlerin asla “normal” bir yaşam hakkı olmayacak. Diğer sorunlar arasında Filistinlilerin ordu ve paramiliter güçler tarafından desteklenen Yahudi üstünlüğü yanlısı yerleşimcilerin günlük şiddetine maruz kaldığı Batı Şeria’nın varlığı da yer alıyor. Hayatta kalan Gazzeliler Mısır üzerinden mi yoksa deniz yoluyla mı sürgüne zorlanacak? Hayatta kalan Batı Şerialı Filistinliler Ürdün’e sınır dışı edilecek mi? Büyük İsrail projesi başarılı olacak mı? Uzun sürede Filistin’in sömürgeleştirilmesini görebiliyoruz ama korkunç bir dönüm noktası yaşıyoruz. Netanyahu (sonu olmayan bir girişim olan Hamas’ın tamamen yok edilmesi dışında) savaş hedeflerini hiçbir zaman tanımlamadı. Özellikle de durum değişken olduğu için onun adına bunları tanımlamaya çalışmayacağım. 1 Nisan’da Şam’daki İran konsolosluğunun bombalanması, Netanyahu’nun Filistin sınırlarının ötesine yaptığı ani uçuşun bir örneğidir. Bu, diplomatik misyonları koruyan Viyana Sözleşmesinin açık bir ihlalidir. Saldırının hedefi orada bulunan üst düzey Hizbullah liderleriydi ama bu hiçbir şeyi “haklı çıkarmaz”. Diplomatik misyonlarda her zaman üst düzey subaylar da dahil olmak üzere tercih edilen “düşmanlar” vardır. İsrailliler bunu çok iyi biliyor; diplomat kılığına giren Mossad ajanları yabancı ülkelerde birden fazla kişiyi öldürmüş ya da kaçırmıştı. Bu bombalamanın daha fazla protestoya yol açmaması ilginç ve endişe verici. Tahran savaş istemiyor ama tepki vermek zorunda. Usturanın ucundayız. Joe Biden, Siyonizm ile samimi bir şekilde ve kendi yönetimindeki uzmanlara danışmadan İsrail hükümetine koşulsuz desteğini derhal garanti ederek kendi tuzağını kurdu ve bu ona bir dizi ses getiren istifaya yol açtı. Artık sürdürülemez olanı destekleyemez ancak İsrail’e silah ve mühimmat tedarikini de durduramaz. Yanılıyor olabilirim ama onun Arap dünyasındaki diplomatik temasını kaybettiği ve şu anda Trump’ın bir sonraki başkanlık seçimini kazanması durumunda Japonya ve Filipinler ile savunma anlaşmalarını korumakla meşgul olduğu izlenimine sahibim. İran, 13-14 Mart gecesi İsrail’e hava saldırısı düzenledi. İsrail sayımına göre 300’den fazla atış yapıldı: 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 110 balistik füze. Tahran, ABD tarafından onaylanan operasyonu duyurdu. Bu silahların İsrail’e ulaşması birkaç saat sürüyor, bu da yol boyunca birçoğunu vurmak için yeterli zaman bırakıyor. ABD, İngiltere, Fransa ve Ürdün katkıda bulundu. Yine de bir İsrail askeri üssü vuruldu. Bu operasyonun amacı açıkça siyasiydi, Şam’daki saldırıya tepki olarak yapılan bir uyarıydı. İran rejimi ilk kez İsrail’e bu şekilde doğrudan saldırıyordu. Tahran, en azından İsrail’in orada durması durumunda operasyonun devam etmeyeceğini duyurdu. İran’la karşı karşıya kalan Joe Biden hâlâ Batı ve Arap ülkeleri karşısında bir cepheyi harekete geçirebiliyor. İsrail’in koruyucularına bağımlılığı doğrulandı.
Enternasyonalist dayanışmamız Filistin halkıyla nasıl bir rol oynamalı?
Her şeyden önce, çok geniş bir birliğin sağlanabileceği mutlak acil durum: derhal ateşkes, Gazze Şeridi’ne giden tüm erişim yollarından büyük miktarda yardımın girmesi, konvoyların ve insani yardım çalışanlarının korunması (birçoğu öldürüldü), Rolü vazgeçilmez olan, UNRWA misyonunun yeniden başlaması. Batı Şeria’daki sömürgeciliğin sona ermesi ve mülksüzleştirilmiş Filistinlilerin haklarının restorasyonu, İsrailli rehinelerin ve Filistinli siyasi mahkumların serbest bırakılması… Filistinlilerin silahlı direniş de dahil olmak üzere direniş hakkını “ama”sız savunuyoruz; ancak bu, pek çok bağımsız kaynağın da doğruladığı gibi, ne Hamas’a siyasi destek anlamına geliyor ne de 7 Ekim’de savaş suçlarının işlendiğini inkar ediyor. Bu kaynaklar arasında İnsan Hakları için Doktorlar-İsrail derneği (PHRI); İsrail’in korumayı reddettiği, ancak Hamas’ın defalarca saldırılarına maruz kalan Negev’deki Bedevi köylüler; hayatlarını Filistinlilerin haklarını savunmaya adayan İsrailli aktivistler… Hamas bugün Filistin direnişinin ana askeri bileşenidir, ancak özgürleştirici bir proje taşıyor mu? Desteklediğimiz kurtuluş mücadelesine katılan hareketleri her zaman analiz ettik. Bugün neden farklı olsun ki? Enternasyonalistler olarak bizim rolümüz aynı zamanda, ne kadar zayıf olursa olsun, mevcut görevler ile özgürleştirici bir gelecek arasına bir çizgi çekmektir. Denizle nehir arasındaki bu tarihi topraklarda yaşayanların bir arada yaşayabileceği bir Filistin ilkesini savunuyoruz (Filistinli mültecilerin geri dönüşü de dahil). Bu, bölgede derin bir toplumsal çalkantı olmadan gerçekleşmeyecek, ancak bugün Yahudi ve Arap/Filistinli olmak üzere birlikte hareket eden örgütleri her şeye rağmen destekleyerek bu perspektife somutluk kazandırabiliriz. Mevcut bağlamda bu Yahudi-Arap dayanışmasını sürdürmeye devam etmek için herkes büyük riskler alıyor. Onlara dayanışma borçluyuz. Yahudi-Arap dayanışması aynı zamanda uluslararası seferberliğin gelişmesinin de anahtarlarından biridir, özellikle de Barış için Yahudi Sesi hareketinin İsrail yanlısı lobilerin propagandasına karşı koymada ve itiraz alanı açmada çok önemli bir rol oynadığı ABD’de.
Çin’in dış politika stratejisini ve Tayvan’la çatışmasını nasıl analiz ediyorsunuz?
Bence Xi Jinping’in önceliği, Çin’in küresel genişlemesi ve konsolidasyonu, ikili sivil ve askeri kullanım için yüksek teknolojiler alanında ABD ile rekabet ve önemli diplomatik ittifaklar arayışı (ABD’nin karşısında Aşil topuğu), bu stratejik aşamada değerlendirilen bölgelerde (Güney Pasifik gibi) kendi nüfuz bölgelerinin geliştirilmesi, askeri havacılık ve uzayın güçlendirilmesi veya gözetleme ve dezenformasyon. Tayvan’ın işgali gündemde olmayacaktır. Çin’in genişleme yolları öncekilerden farklı. Zaman değişti. Pekin’in yalnızca Cibuti’de büyük bir geleneksel askeri üssü var. Ancak giderek artan sayıda ülkeyle limanlarına erişim sağlamak için anlaşmalar imzalanıyor. Daha da iyisi, onu tamamen veya kısmen ele geçirir ve bu da ona sivil ve askeri ikili kullanım için geniş bir deniz bağlantı noktaları ağı sağlar. Yurt dışındaki Çin şirketlerinin güvenlik hizmetleri ordu tarafından sağlanıyor ve bu da ordunun bilgi almasına ve temas kurmasına olanak sağlıyor. Çin politikası emperyalist karakterdedir ve bunun aksinin nasıl olabileceğini anlamak zordur. Her büyük kapitalist güç, yatırımlarının ve iletişimlerinin güvenliğini ve taahhütlerinin siyasi ve mali karlılığını garanti etmelidir. Pekin, komşu ülkelerin deniz haklarını dikkate almadan militarize ettiği, büyük bir uluslararası geçiş bölgesi olan Güney Çin Denizi’nin tamamı üzerinde egemenliğini ilan etti. Balıkçılık kaynaklarına el koyuyor ve deniz tabanını araştırıyor. Otoriter bir rejim, mümkün olduğunu düşündüğü her yerde otoriter yöntemleri kullanır. Elbette sözde demokratik emperyalist rejim de aynısını yapabilir…
Suriye, Yemen, Sudan ve Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ndeki savaş durumlarının uzamasının yanı sıra, Burma’da da Batı’da çok az konuşulan bir savaş var. Bu çatışmanın şu andaki durumu hakkında yorum yapabilir misiniz? Sudan’la ilgili birkaç söz. Bu ülkede, son derece zor koşullar altında, daha iyi bilinmeyi (ve desteklenmeyi) hak eden zengin bir taban halk direnişi deneyimi var. Burma ders kitabı vakasıydı. Ordu, 1 Şubat 2021’deki darbe sırasında iktidarda hakimiyetini sağladı. Ertesi gün ülke, yaygın bir iş bırakma ve büyük bir sivil itaatsizlik hareketi şeklinde muhalefete girdi. Darbe başarısız oldu, ancak acil uluslararası destek sağlanamadığı için ordu püskürtülemedi. Ordu, acımasız baskı yoluyla inisiyatifi yavaş yavaş yeniden ele geçirmeyi başardı. Merkez bölgede başlangıçta barışçıl halk direnişi yer altına inmek, ardından silahlı direnişe geçmek zorundaydı. Ülkenin dağlık çevre eyaletlerinde faaliyet gösteren silahlı etnik hareketlerin desteğini aradı. Burma’da yaşananlardan daha geniş bir sivil direniş hareketi hayal etmek zor; ancak silahlı mücadeleye giriş, meşruiyeti meşru müdafaa kanıtlarına dayandırılan hayati bir zorunluluk olarak ortaya çıktı. Bu, onun bu çetin sınavdan geçmesine ve yavaş yavaş bağımsız gerillalar şeklinde örgütlenmesine ya da ordu tarafından feshedilen ve (nihayet) etnik azınlıklara açık olan parlamentonun bir ifadesi olan Ulusal Birlik Hükümeti’ne bağlı olarak örgütlenmesine olanak sağladı. Çatışma son derece sert biçimlere büründü; ordu özellikle havacılık üzerinde tekel sahibi oldu. Aynı zamanda karmaşıktı; her etnik devletin kendine has özellikleri ve siyasi tercihleri vardı. Ancak cunta yavaş yavaş kontrolü kaybetti. Çin (bir sınır ülkesi) ve Rusya’nın desteğine sahipti, ancak Pekin’e yatırımlarının güvenliğini ve Hint Okyanusu’na erişim sağlayan bir liman inşasını garanti etme konusunda yetersiz kaldı. Uluslararası izolasyonu derinleşti ve ASEAN müttefikleri bölündü. Bugün ordu birçok bölgede güç kaybediyor ve cuntaya karşı muhalefet cephesi genişledi. Burma çok zengin bir tarihe sahip ama ne yazık ki Batı’da çok az tanınan bir ülke.
Sonuç olarak, ekonomik krizin ağırlaşması ve hem uluslararası hem de bölgesel düzeyde çatışmaların artması, uluslararası bağlamda enternasyonalist dayanışma politikalarının yeniden düşünülmesini gerektiren bir dönüm noktasına işaret ediyor gibi görünüyor. 21. yüzyılda uluslararası çatışmaların evrimine uygun bir enternasyonalizm inşa etmenin yolları nelerdir?
Ana çizginin “kampçılık” ile enternasyonalizm arasındaki karşıtlık olduğu derin bir yeniden yapılanma var. Analizlerde pek çok farklılığımız olabilir ancak asıl soru, tüm mağdur topluluklarını savunup savunmadığımızdır. Her güç kendine uygun kurbanları seçer, diğerlerini ise terk eder. Biz bu tür bir mantığa girmeyi reddediyoruz. Paris ne düşünürse düşünsün Kanaky’deki Kanakların haklarını savunuyoruz, Suriyeliler ve Suriye halkı Esad klanının amansız diktatörlüğüyle, Ukraynalılar Rus ateşi altında, Filistinliler ABD bombalarının altında, Porto Rikolular ABD sömürge düzeni altında, Burma halkı cunta Çin tarafından desteklenirken ezilmekte, Haitililer’in koruma ve sığınma talepleri “uluslararası toplum tarafından” reddedilmekte. Jeopolitik kaygılar adına mağdurları terk etmiyoruz. Onların geleceklerine özgürce karar verme haklarını ve sorun buysa kendi kaderlerini tayin etme haklarını destekliyoruz. Dünyanın her yerinde “ana düşman” mantığını reddeden ilerici hareketlerin içinde buluyoruz kendimizi. Biz ister Japon-Batı, ister Rus, ister Çin olsun hiçbir büyük gücün kampında değiliz. İşgal, Filistin’de olduğu gibi Ukrayna’da da suçtur. Dünyanın militarizasyonuyla karşı karşıya kaldığımızda küresel bir savaş karşıtı harekete ihtiyacımız var. Söylemesi kolay ama yapması çok zor. Bunu yapmak için yerel sınır ötesi dayanışmaya (Ukrayna-Rusya, Hindistan-Pakistan) güvenebilir miyiz? Yoksa Filistin’le olan muazzam dayanışma hareketine mi? Nepal’de yeni tanıştığınız gibi sosyal forumlarda mı? Aynı zamanda iklim meselesini savaş karşıtı hareketler sorununa da entegre etmeliyiz ve buna karşılık militan çevre hareketleri de, henüz bunu yapmamışlarsa, savaş karşıtı boyutu kendi mücadelelerine entegre etmekten fayda görebilirler. Aynı şey nükleer silahlar için de geçerli. Bana öyle geliyor ki Greta Thunberg’in kişiliği “çoklu kriz”in şiddetiyle karşı karşıya kalan genç nesillerin potansiyelini bünyesinde barındırıyor. Ancak taahhütleri, kesinlikle eksik olmadığı azim ve zaman içinde harekete geçme becerisi gerektiriyor ki bu da kolay değil. Benim aktivist kuşağım 1960’ların radikalizmi ve Fransa’daki bizler için 68 Mayıs’ın kuruluş deneyimi sayesinde yörüngeye fırlatılmıştı. Oldukça büyük bir dürtü. Peki ya bugün ? 15 Nisan 2024-06-22 Görüşme Jaime Pastor Pierre Rousset Yeni Anti Kapitalist Parti üyesi ve IV. Enternasyonal’in yöneticilerinden. Amsterdam’daki IIRE-IIRF Enstitüsünün kurucu v eyöneticilerinden.