Ukrayna’daki emperyal saldırganlığa ve Rusya’daki siyasi teröre karşı!
On yılı aşkın bir süredir, Rus antifaşistleri 19 Ocak’ı dayanışma günü olarak anıyorlar. 2009 yılında bu tarihte, Moskova’nın merkezinde solcu aktivist ve insan hakları savunucusu Stanislav Markelov ile gazeteci ve anarşist Anastasia Baburova neo-Naziler tarafından vurularak öldürüldü.
Markelov ve Baburova cinayeti, 2000’li yıllarda yüzlerce göçmeni ve düzinelerce anti-faşisti öldüren aşırı sağcı terörün doruk noktası oldu. Uzun yıllar, hâlâ mümkün olduğunda, Rus aktivistler 19 Ocak’ta “Hatırlamak mücadele etmektir!” sloganıyla anti-faşist gösteriler ve mitingler düzenlediler.
Bugün, Putin rejimi Ukrayna’yı işgal edip savaşa karşı çıkan kendi vatandaşlarına benzeri görülmemiş bir baskı uygularken, 19 Ocak tarihi yeni bir anlam kazanıyor. O zamanlar tehlike, genellikle yetkililerin göz yummasıyla hareket eden neo-Nazi grupları tarafından temsil ediliyordu.
Bugün sağcı radikallerin ideoloji ve pratikleri, Ukrayna’yı işgal ederken hızla faşist bir rejime dönüşen bizzat Rus rejiminin ideolojisi ve pratikleri haline geldi.
Vladimir Putin, sadece Ukrayna halkına karşı değil, saldırganlığa direnen Rus sivil toplumuna karşı da savaş yürütüyor.Acımasız baskılar, diğerlerinin yanı sıra sol hareketi de vurdu: sosyalistler, anarşistler, feministler, sendikacılar.
Yılbaşından hemen önce Rusya’nın en ünlü solcu politikacısı, demokratik sosyalist Mihail Lobanov tutuklandı ve dövüldü. Oluşturduğu “Adaylık” platformu, Eylül 2022’de Moskova belediye seçimleri sırasında savaş karşıtı muhalefeti birleştirdi.
Kurye sendikasının lideri ve ünlü solcu video blog yazarı Kirill Ukraintsev, Nisan ayından bu yana gözaltında. Bu tutuklama, kuryelerin çalışma koşullarını iyileştirmek için düzenlediği gösteriler ve grevlerden kaynaklandı.
Savaş karşıtı semboller dağıtan feminist, sanatçı ve savaş karşıtı aktivist Alexandra Skochilenko, uzun bir hapis cezasıyla karşı karşıya.
Altı anarşist – Kirill Brik, Deniz Aydın, Yuri Neznamov, Nikita Oleinik, Roman Paklin, Daniil Chertykov – “Tyumen olayı” ile bağlantılı olarak tutuklandı. Sabotaj için hazırlık yaptıklarına dair itirafları alınmaya çalışılırken acımasızca işkence gördüler.
Solcu “Direniş” grubundan bir aktivist olan Daria Polyudova, geçtiğimiz günlerde “aşırılık çağrısı” yapmaktan dokuz (!) yıl hapis cezasına çarptırıldı. Sol görüşlü gazeteci Igor Kuznetsov, savaş karşıtı ve Putin karşıtı görüşleri nedeniyle “aşırıcılık”la suçlanarak bir yıldır cezaevinde.
Bu liste, son zamanlarda inançları nedeniyle hapsedilen veya zulüm gören Rus solundaki aktörlerin kapsamlı bir listesi değildir. Siyasi nedenlerle Rusya’yı terk etmek zorunda kalan Rus aktivistler olarak, yabancı yoldaşlarımızı ve ilgilenen herkesi 19 Ocak anti-faşist eylemine şu sloganlarla destek vermeye çağırıyoruz:
Savaşa, faşizme ve Putin diktatörlüğüne hayır! Tüm Rus siyasi tutsaklarına özgürlük! Rus anti-faşistleriyle dayanışma!
Hatırlamak, savaşmaktır!
4 Ocak 2023
Rusya Sosyalist Hareketi (RSD)
19-24 Ocak haftası boyunca her türden dayanışma eylemi – grev, açık toplantı, çevrimiçi tartışmalar ve hatta dövizli kişisel fotoğraf da olabilir- hakkında bilgi göndermenizi rica ediyoruz. E-posta: rsdzoom@proton.me.
Görsel: Moskova Devlet Üniversitesinde Matematik hocası ve önceki seçimlerde milletvekili adayı Mihail Lobanov evinin kapısı kırılarak ve dövülerek tutuklandı.
21 Şubat Pazartesi günü, Starbucks Workers United, şirketin sendikaları çökertme çabalarını hızlandırmasına rağmen, sendika temsilciliği için 100’den fazla mağazada başvuru yapıldığını duyurdu.
Sendika, “Artık resmileşti – 100 mağazaya ulaştık” diye tweet attı. “103 mağaza (tam olarak) NLRB’ye [Ulusal Çalışma İlişkileri Kurulu’na] Starbucks Workers United hareketine katılmak için dilekçe verdi!”
Virginia’daki üç mağazada ve Wisconsin’deki bir mağazadaki yeni başvurularla birlikte 26 eyalette 100’ün üzerinde sendikalaşma başvurusu yapılmış bulunuyor. Şimdiye kadar iki mağaza başarılı bir şekilde sendikalaştı ve binlerce işçi mağazalarında sendikal örgütlenme kampanyaları düzenliyor.
Sendikaya göre, sendikalaşma için başvuran mağaza sayısı sadece son üç haftada ikiye katlandı; Ocak ayı sonunda yaklaşık 50 mağaza sendikalaşma başvurusunda bulundu.
Workers United’ın uluslararası başkanı Lynne Fox yaptığı açıklamada, “Hatadan kaçınalım, iyi bir başlangıç yaptık” dedi. “Her zaman Kevin Johnson [Starbucks CEO’su] ile bir görüşmeyi memnuniyetle karşılarım. Çalışma ilişkileri düşmanca değil, işbirliğine dayalı olmalıdır. İşçinin sesi duyulmadan başarı olmaz.”
Şirket, sendikalaşma hareketine karşı giderek daha düşmanca tavır alıyor ve hareket büyüdükçe daha umutsuz hamleler yapıyor. Şubat ayının başlarında şirket, Tennessee, Memphis’te sendikalaşan bir mağazada yedi işçiyi işten çıkardı. İşten atılan işçilerin hepsi mağazanın örgütlenme komitesinde bulunuyordu.
Son zamanlarda şirket, sendikalaşma kampanyasının başladığı ilk yer olan New York, Buffalo’da önde gelen bir örgütleyici işçiyi işten çıkardı. Eski Starbucks çalışanı Cassie Fleischer, sendikanın girdiği Buffalo mağazalarındaki ilk sözleşmelerin imzalanması için şu anda şirketle müzakerelerde bulunan komitenin bir üyesiydi.
Fleischer, Facebook’ta “sendikanın örgütlenme ve müzakere komitelerinin bir yöneticisi ve Covid-19 güvenliği konusundaki grevin düzenlenmesine katkıda bulunmuş biri olarak, bir şeylerin değiştiğini biliyorum” dedi. Bu, 2017’de imza attığım şirket değil ve bu, mağazalarımızda sendikaya ihtiyacımız olduğunu daha da güçlü biçimde kanıtlıyor.”
Bir şirketin, sendika kurma hakkını kullanan işçilere misilleme yapması yasa dışıdır. Ancak, işverenin haksız uygulamalarına ilişkin itirazların Ulusal Çalışma İlişkileri Kurulu (NLRB) tarafından işleme koyması yıllar alabilir. Ayrıca, şirketin sendikalı bir çalışanını geçerli bir sebep olmaksızın işten çıkararak yasaları ihlal ettiği tespit edilirse, şirket için esasen herhangi bir ceza yoktur, şirket yalnızca çalışanı yeniden işe almak ve kaybedilen zaman için ücretlerini ödemekle– veya çalışanı kovmasaydı, şirket için normal işletme maliyeti ne ise onu ödemekle- yükümlü olacaktır.
Üç hafta önce şirket ayrıca Arizona, Mesa’da sendikalaşan bir mağaza için oy sayımını geciktirmeye çalıştı ve sebep olarak sendika seçimlerinin mağaza bazında yapılmaması gerektiği argümanını tekrarladı. NLRB bu kez şirket aleyhine karar verdi, çünkü şirket oy sayımını erteleme amacıyla iddialarını çok geç sunmuştu. Mağazanın gelecekte sendikalaşacağından emin olan sendika için oylama sonucunda çok ucu ucuna bir zafer gerçekleşti. Mesa’daki kafenin vardiya amiri Michelle Hejduk düzenlediği basın toplantısında, “Bu bizim için inanılmaz bir hayal kırıklığı oldu, ancak esas zaferi ileride elde edeceğimizi biliyoruz” dedi.
Şirket, Mesa ve Buffalo’daki seçimleri geciktirme veya durdurma girişimlerinde daha önce mağaza bazında seçimlere karşı çıkmaya çalıştı, ancak NLRB her seferinde onlara karşı karar verdi.
Bu taktikler, şirketin sendikalaşmaya karşı yürüttüğü diğen manevralara ekleniyor. Mesa’da işçiler, sendikalaşma kampanyası başladığında şirketin mağazaya beş yönetici ve çok sayıda çalışan eklediğini söylüyor. Ve ülke çapındaki işçiler, şirketin her sendikalaşan kafenin çalışanlarıyla onları yıldırmaya dönük zorunlu toplantılar düzenlendiğini bildirdi.
Şirket ayrıca Buffalo’da işçilerin sendikaya katıldığı kafelerdeki toplu sözleşme görüşmelerini etkilemeye çalışıyor [Starbucks kendini tek bir şirket gibi sunuyor ve dolayısıyla mağaza bazında yapılan sendikalaşmaya ve sözleşmere karşı çıkıyor].
Şirket örgütlenen çalışanlarına bir sendikaya oy vermeden önce müzakerelerin sonuçlarını beklemelerini söylüyor – ki muhtemelen gerekirse müzakereleri yıllarca uzatacağını çok iyi biliyor.
Bu arada çalışanlar, Starbucks’tan sendika karşıtı kampanyasını durdurması ve sözde ilerici bir şirket olarak köklerine geri dönmesini talep ediyor.
Bu metin, Ukrayna’daki işgale ve savaşa karşı birleşen Rus feministlerin manifestosudur. Feminizm, Rusya’da Vladamir Putin tarafından başlatılan zulüm dalgasının altında yok edilemeyen az sayıdaki muhalif hareketten biri. Şu an Rusya’da en az 30 kentte bir kaç düzine feminist grup örgütlü bulunuyor. Bu metinde, Rusya çapındaki savaş karşıtı hareket içinde yer alan feministler, tüm dünyadaki feministlere Putin hükümeti tarafından başlatılan askeri saldırganlık karşısında birleşme çağrısı yapıyor.
Bu harekatın hazırlığı uzun bir süredir yapılmaktaydı. Rus birlikleri aylardır Ukrayna sınırına doğru hareket halindeydi. Ülkemiz hükümetiyse askeri bir saldırı olasılığını inkar ediyordu. Şimdi bunun bir yalan olduğunu görüyoruz.
Rusya komşusuna savaş ilan etti. Ukrayna’ya ne kendi kaderini tayin hakkını ne de barışçıl bir yaşam umudu tanıdı. Bizler—bir kez daha—son 8 yılda Rusya hükümetinin inisiyatifiyle bir savaşın yürütülegeldiğini ifşa ediyoruz. Donbas’taki savaş, Kırım’ın yasal olmayan ilhakının bir sonucu. Luhansk ve Donetesk halklarının hiçbir zaman Rusya ve liderinin umurunda olmadığına, 8 yıl sonra bu cumhuriyetlerin tanınmasının Ukrayna’yı özgürleştirme kisvesi altında işgal etmenin bahanesi olduğuna inanıyoruz.
Rusya vatandaşları ve feministler olarak bu savaşı kınıyoruz. Politik bir güç olarak feminizm, saldırgan bir savaşın ve askeri işgalin yanında olamaz. Rusya’daki feminist hareket; kırılgan gruplar için, içinde şiddete ve askeri çatışmalara yer olmayan, fırsat ve imkan eşitliğinin tesis edildiği, adil bir toplum kurma mücadelesi vermekte.
Savaş şiddet, yoksulluk, zorla yerinden etme, darmadağın olan hayatlar, güvensizlik ve geleceksizlik demek. Savaşın feminist hareketin temel değerleri ve hedefleri ile uzlaştırılması mümkün değil. Savaş toplumsal cinsiyet eşitsizliğini katlar ve yıllar içinde edinilmiş insan hakları alanındaki kazanımları geriletir. Savaş beraberinde sadece bombaların ve kurşunların şiddetini değil, cinsel şiddeti de getirir: Tarihin bize gösterdiği gibi, savaşlar sırasında tecavüze uğrama riski her kadın için katbekat artar. Bunlar ve daha birçok başka sebeple Rus feministleri ve feminist değerleri paylaşanlar, ülkemiz yönetimi tarafından başlatılan bu savaşa karşı güçlü bir karşı çıkış geliştirmelidir.
Bu savaş, Putin’in konuşmalarından anlaşıldığı üzre, hükümet ideologlarının öne sürdüğü “geleneksel değerler” uğruna başlatıldı—Rusya’nın sözümona tüm dünyada bu değerlere biat etmeyi reddedenlere ya da başka değerleri benimseyenlere karşı şiddet kullanımını da içerecek şekilde misyonerliğini yapmaya soyunduğu değerler uğruna. Bu “geleneksel değerler”in toplumsal cinsiyet eşitsizliğini, kadınların sömürülmesini ve patriyarkanın katı normlarına uymayan herhangi bir yaşam, kendini-tanımlama ve eyleme biçimine karşı devlet baskısını içerdiği, eleştirel düşünce kapasitesine sahip olan herkes için apaçık. Komşu bir ülkeyi işgalin meşrulaştırma aracının bu çarpık normları dayatma arzusu ve bir “özgürleştirme” demagojisi olması, Rusya çapında tüm feministlerin bütün enerjileriyle bu savaşa karşı durmaları için bir başka sebep.
Bugün feministler Rusya’da aktif kalabilen birkaç politik güçten biri. Uzun bir zamandır Rus yetkililer bizi tehlikeli bir politik hareket olarak görmedi, dolayısıyla diğer politik gruplara nazaran bir süreliğine devlet baskısından görece az etkilendik. Şu an Kaliningrad’dan Vladivostok’a, Rostov-on-Don’dan Ulan-Ude ve Murmansk’a kadar ülke çapında 45’den fazla farklı feminist grup örgütlü faaliyetini sürdürüyor. Rusya’daki tüm feminist grupları ve bağımsız feministleri Savaşa Karşı Feminist Direniş’e katılmaya ve aktif biçimde savaşa ve bu savaşı başlatan hükümete karşı durmaya, dünya çapında tüm feministleri de bu direnişimize katılmaya çağırıyoruz. Çoğuz; birlikte çok şey başarabiliriz. Feminist hareket son on yılda inanılmaz bir medya ve kültür gücüne ulaştı; şimdi bunu politik bir güce dönüştürmenin zamanı. Savaşa, otoriteryanizme ve militarizme karşı muhalefet biziz. Gelmekte olan gelecek, bizleriz.
Tüm dünya feministlerine çağrımızdır:
Ukrayna’daki savaşa ve Putin diktatörlüğüne karşı barışçıl gösterilere katılın, çevrim-içi veya çevrim-dışı kampanyalar başlatın ya da kendi eylemlerinizi gerçekleştirin. Savaşa Karşı Feminist Direniş sembolünü ve #FeministAntiWarResistance, #FeministsAgainstWar hashtag’lerini materyal ve yayınlarınızda kullanabilirsiniz.
Ukrayna’daki savaş ve Putin’in saldırganlığı hakkındaki bilgileri yayın. Şu anda tüm dünyanın Ukrayna’yı desteklemesine ve her koşulda Putin’in rejimini reddetmesine ihtiyacımız var.
Bu manifestoyu başkalarıyla paylaşın. Feministlerin bu savaşa ve herhangi bir savaşa karşı olduklarını göstermemiz gerek. Putin rejimine karşı birleşmeye hazır Rus aktivistlerinin olduğunu göstermemiz de elzem. Hepimiz şu anda devletin zulmüne karşı tehlike içindeyiz ve desteğinize ihtiyacımız var.
Savaş Karşıtı Feminist Direniş
Başlık İmdat Freni tarafından değiştirilmiştir.
Savaşa Karşı Feminist Direniş’in daha fazla bilgi paylaştığı (Rusça) bir telegram kanalı mevcut.
Kıbrıs’ın kuzeyinde ekonomik krizin, yükselen enflasyonun (Kıbrıs’ın kuzeyinde 2021 resmi enflasyonu %46.09 olarak açıklandı) ve TL’nin aşırı değersizleşmesinin damgasını vurduğu koşullarda genel seçimler yaşandı. Her seçimin gündeminde olan Kıbrıs Sorunu bu dönem ilk kez neredeyse hiç konuşulmadı. Tüm bir seçim sürecinin merkezini ekonomik kriz kapsadı. Bunun yanında artık varoluşsal bir soruna dönüşen Kıbrıslı Türklerin gelecek kaygısı, belirsizlik ve rejimden duyulan rahatsızlık da özellikle sol seçmenin kararlarında belirleyici oldu.
Seçim sonuçlarında merkez sağ parti UBP %39.54 oy alırken, geleneksel olarak merkez sol olan fakat kendisini ve siyasetini uzunca bir süredir merkezin de merkezinde yoğunlaştıran CTP %32.04 oy aldı. Sırasıyla birer sağ parti olan DP yüzde 7.41, HP yüzde 6.68 ve YDP yüzde 6.39 oy aldılar. Önceki cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’nın partisi sosyal demokrat TDP ise trajik bir sonuçla yüzleşti. Ocak 2018 seçiminde oyların yüzde 8.65’ini alarak Meclis’te 3 milletvekili ile temsiliyet kazanan TDP ise bu seçimde 4.42 oranında oy alarak baraj altı kaldı, Meclis’e milletvekili gönderemedi. (KKTC’de seçim barajı %5’tir) Öte yandan ilk kez seçimlere katılan sosyalist/devrimci Bağımsızlık Yolu ise çok kısıtlı bir maddi imkân ve potansiyel ile oyların %1.96’sını almayı başardı. Seçimlere katılım ise KKTC tarihinin en düşük seviyesinde, %57’de kaldı. Henüz netleşmese de önümüzdeki günlerde 2’li ya da 3’li bir sağ koalisyon hükümeti oluşturulacak.
Bu tablo çerçevesinde seçimlere dair şunları ifade edebiliriz:
Geçtiğimiz yıl Türkiye iktidarının, AKP-MHP’nin açık desteği ve müdahalesi ile sağ aday Ersin Tatar’ın cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanması, özellikle sol kesimlerin üzerinde bir karamsarlık dalgası yaratmıştı. Genel seçimler sürecinde bu dalga sandığa gitmeme veya seçimleri boykot etme şekilde kendisini gösterdi. Sosyal medyadan örgütlenmeye çalışan ve kendi içlerinde politik bir birlik teşkil etmeyen, herhangi bir politik programı olmayan ve kendi içlerinde çeşitlilik gösteren bu kesim rejime, seçimlere, siyasi partilere yönelik besledikleri güvensizliği yansıttılar. Net bir rakamla ifade etmek mümkün olmasa da sandığa gitmeme çağrılarının seçime katılım oranı üzerinde etkisi olduğu bariz bir gerçek.
Merkez (sol) parti CTP, önceki seçime göre oylarını %32.04’e yükselterek ciddi bir başarı elde etti. CTP önceki seçimde %20.95 oranında oy almıştı. CTP’nin oylarını yükseltmesinde birkaç faktör etkili oldu. Bunlardan ilki CTP’nin uzunca bir süredir kendisini merkezin de merkezinde konumlandırması, makul bir siyasal söylem ile karşıtlıklar üzerinden muhalefetten kaçınarak politika üretmesi oldu. Bu politik tutum özellikle merkez dışındaki sol kesimlerden, hatta zaman zaman parti tabanından da tepki çekse de kendisine ‘güvenli bir yer’ arayan genel seçmen için cazip bir tutum olarak kabul gördü. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yaşanan kültürel kutuplaşmanın yarattığı gerilimin kurucu bir yere evrilmemesi, sönmesi ve yenilgiyle sonuçlanmasının yarattığı kitlesel halet-i ruhiye, her türlü karşıtlıktan ve gerilimden uzak duran CTP liderliğinin etrafında toplandı. CTP’nin oylarını yükseltmesinin en önemli nedenlerinden biri de 2018’de %17.07 oranında oy alan Halkın Partisi’nden bu seçimde 10 bin dolayında oyunu kaybetmiş olması. Bu oyun büyük bir çoğunluğu CTP’ye, bir miktarının ise UBP’ye kaydığı düşünülüyor. Dolayısıyla CTP’nin ‘gezen oyları’ ciddi miktarda kendisine çekebildiğini de ifade edebiliriz. Aynı zamanda ciddi bir liderlik krizi yaşayan ve baraj altı kalan TDP’den de CTP’ye bir miktar oy kaydığını belirtmek gerekmekte. CTP, bugün meclis içerisinde merkez (sol) ve federasyon yanlısı tek parti olarak muhalefet yürütecek.
Diğer yandan ekonomik krize, TL’nin aşırı değer kaybetmesine, demokratik sıkıntılara rağmen sağ parti UBP oyların ezici çoğunluğunu almayı başardı. Sağ partilerin aldığı oylar ve Meclis’teki temsiliyetleri, oluşacak olan sağ koalisyon hükümeti önümüzdeki dönemde hem ekonomik hem de demokratik haklar ve özgürlükler bakımından yaşanabilecek muhafazakâr dalganın sinyallerini vermekte. Dünyanın birçok ülkesinde gelişen enflasyonist eğilim ve TL’nin aşırı değersizleşmesini de hesaba katacak olursak, önümüzdeki dönem hem meclis içi hem de meclis dışı muhalefet açısından zorlu bir dönem olacak.
Seçimlerde dikkatleri üzerlerine çeken bir kesim de Bağımsızlık Yolu oldu. İlk kez seçime giren sosyalist/devrimci parti Bağımsızlık Yolu, özel sektörde sendikalaşma, servet vergisi ve asgari ücretin en düşük kamu maaşına sabitlenmesi gibi talepleri ve emekçilerden yana sınıfsal içeriği olan seçim programı ile seçime katılan diğer partiler ile ayrışmayı ve ilgi çekmeyi başardılar. “İktidara değil muhalefete talibiz” sloganı ile ilk kez seçime giren bu parti, 1.96 oranında bir oy alarak meclis dışı muhalefet içindeki konumunu güçlendirdi. Ayrıca ekonomik kriz koşullarında Bağımsızlık Yolu’nun yürüttüğü sınıf siyasetinin toplumun genelinden ve medyadan beklenenin üzerinde ilgi gördüğü de gözlemlendi.
Kıbrıs’ın kuzeyinde hem meclis içi hem de meclis dışı muhalefetin ciddi sorunlar ve krizlerle karşılaşacağı bir döneme girdik. Rejim ile hesaplaşmaktan ve emekçilerden yana sınıfsal tutum almaktan kaçınan merkez muhalif siyasetlerin dışında, sosyalist ve sınıfsal bir muhalefet hattının inşası yönünde hem potansiyellerin hem de çıkmazların gelişeceği önümüzdeki dönemin nelere gebe olacağını göreceğiz. Kıbrıs’ın kuzeyinde, meclis ve merkez muhalif partilerin dışında iki tarz-ı muhalefetin olduğunu ifade edebiliriz. Bunlardan ilkini Türkiye’nin müdahaleleri ve asimilasyon, Türkleştirme, sunnileştirme, Kıbrıs Türklerinin kurumlarının parçalanması gibi sistemden kaynaklı uygulamalarla depreşen kimliğe, Kıbrıslılığa ve yaşam tarzına vurgu yapan, buralardan doğan kaygı, endişe ve korku ile hareket eden “kültürelci” veya benim ifade etmekten hoşlandığım “folklorik sol” olarak tanımlayabiliriz. Diğerini ise tüm bu kaygıları kabul ederek ve rejimin karakterine karşı da mücadele etmeyi önüne koyarak, sınıfsal olana, emeğin haklarına ve örgütlenmesine vurgu yapan sosyalist sol olarak ifade edebiliriz. Önümüzdeki dönem aynı zamanda bu iki eğilimin hangi noktalarda ortaklaşıp hangi noktalarda ayrışacaklarını, aynı zamanda nasıl bir inşa süreçlerine girişeceklerini de gösterecek.
Portekiz Başbakanı Antonio Costa, parlamentoda sol partilere olan bağımlılığından kurtulmak amacıyla geçtiğimiz günlerde erken seçim çağrısında bulundu. Sol Blok’un [Bloco de Esquerda] lideri ve milletvekili Jorge Costa ile solun mevcut konjonktürdeki durumunu konuştuk.
Portekiz, son birkaç yıldır Sosyalist Parti (SP) tarafından tek başına yönetiliyor. Ancak hiçbir zaman mutlak çoğunluğa sahip olamayan SP, halk arasında “geringonça” [Portekizce’de mekanizma] olarak tabir edildiği üzere sol ile anlaşmaya varmak zorunda kalmıştı. Sosyalist Parti’nin, Sol Blok ve Komünist Parti’nin bütçe taleplerinde anlaşmayı reddetmesiyle kopuşa sürüklenen, gerilim ve çatışmalarla dolu bir deneyim…
Bu durum, pandemi ve aşırı sağın yükselişinin damgasını vurduğu karmaşık bir senaryoda ülkeyi yeni seçimlere götürüyor. Portekiz’deki Sol Blok lideri ve milletvekili Jorge Costa ile seçimler, Portekiz siyasi bağlamının özgünlükleri, toplumsal hareketlerin ve partilerin rolü, ve içinde bulunduğumuz döneme kadar Avrupa’daki benzerleri kadar bir güce erişememiş yeni aşırı sağın büyümesi hakkında konuştuk.
Brais Fernández: Yıllardır var olan Sosyalist Parti hükümetinin ardından Portekiz yeni seçimlere doğru ilerliyor. Ne oldu? Portekiz siyasetini gün be gün takip etmeyenler için genel siyasi, toplumsal ve ekonomik manzara hakkında bize biraz bilgi verir misin?
Jorge Costa: Troyka’nın [Avrupa Komisyonu (AK), Avrupa Merkez Bankası (ECB) ve Uluslararası Para Fonu (IMF)] müdahalesinin ardından, 2015 seçimleri Portekiz’de yeni bir durum yaratmış idi. En çok oyu almasına rağmen, sağ koalisyon parlamentoda azınlık durumunda kalmıştı. O dönemde, Sol Blok ve Komünist Parti, sağcı bir hükümetin oluşumunu engellemeye ve o sırada kullandıkları tabir ile “yasama anlaşmaları perspektifinde” SP ile siyasi mutabakat için bir zemin aramaya istekli olduklarını açıklamıştı. Yasama anlaşması, hükümet anlaşmasından farklıdır. Yürütmeye katılım anlamına gelmez, ancak bir dizi programatik anlaşma karşılığında bir azınlık hükümetinin göreve gelmesi için güven oyu verileceği anlamına gelir. Bu mutabakat, yeni özelleştirme hamlelerini engellemenin yanı sıra, kamu çalışanları için 35 saatlik çalışma maaşları, asgari ücrette artış, iş için vergi indirimi, emekli maaşlarındaki devlet kısıtlamalarını gevşetme ve düşük emekli maaşlarında düzeltme gibi gelirlerin iyileştirilmesi için bir dizi önlemi ve bu önlemlerin gerçekleştirilmesine yönelik bir zaman çizelgesini önüne koydu. Bu çerçevenin istikrara kavuşturulması, solun yasama dönemi boyunca, güvencesiz devlet çalışanlarına iş güvencesi, “serbest meslek sahiplerine” sosyal koruma, üniversite harclarının düşürülmesi, yeni bir ilerici temel sağlık yasası ve yardımlı ölümün suç olmaktan çıkarılması süreci (süreç devam ediyor) gibi önemli alanlarda da ayrıca ilerlemeler elde etmesine olanak tanıdı.
Sağ tarafından “geringonça” (daha sonra anlaşmanın destekçileri tarafından da sahiplenilen bir tabir) olarak küçümseyici bir şekilde isimlendirilen bu siyasi çerçeve, sosyal yardım için yeni bir olanak ve özellikle kamu çalışanları ve güvencesiz işkollarındaki emekçiler arasında bir mücadele iradesi yarattı.
Portekiz’de şimdiye kadar kayıtlara geçmiş en büyük feminist ve ırkçılık karşıtı gösterilerin yanı sıra, daha sonra pandemi tarafından kesintiye uğrayacak küresel hareketin bir parçası olan iklim adaleti için önemli gençlik seferberliğinin oluşturduğu yeni kitle hareketleri de yine bu dönemde ortaya çıktı.
SP ve sol arasındaki siyasi anlaşmanın ihtiva ettiği sınırların su yüzüne çıkması ise uzun sürmedi: Sosyalist Parti, Banco Espírito Santo örneğinde olduğu gibi banka çözümleme kurallarının uygulanması, kamu yatırımlarının önemli düzeylerde sınırlandırılması gibi kararların alınmasında Brüksel’den gelen emirlere itaat etti. Troyka kesintilerinden etkilenen kamu hizmetlerinin iyileştirilmesi için kayda değer bir şekilde müdahale etmekte yetersiz kaldı. Sosyalist Parti hükümeti döneminde iş kanunları, sağ tarafından Troyka dayatmalarının dahi ötesine geçtiği bir önceki dönemin gerilemelerine dokunmadı.
Bu kalıcı gerilemelere rağmen, turizmde artan talep ve Avrupa Merkez Bankası politikası sayesinde faiz oranlarındaki düşüşle birleşerek gelirlerde iyileşme, büyüme ve istihdamda hızlı bir toparlanma sağlandı ve bu da Sosyalist Parti’nin oy potansiyelinin genişlemesine imkan sundu.
2018/19’da, SP’nin, mutlak çoğunluğu elde etmek için sahneyi yeniden tertip etmesine olanak verecek bir siyasi çatışmaya doğru ilerlediği aşikar bir hale geldi. Parti başkanı Carlos César, sol güçlerden Sosyalistlerin iyi hükümeti önündeki “ayak bağları” olarak bahsetmeye başladı. Ancak bu söylem sonuç vermedi. Ekim 2019’daki seçimlerde, sol partiler konumlarını esasen korudular (aynı sayıda milletvekiliyle Sol Blok %9,5; PKP %6,3). Sosyalist Parti, 108 milletvekili çıkarıp sağ partileri geride bıraktı, ancak yine de parlamentoda mutlak çoğunluğu elde etmekten yedi sandalye eksikti. Hemen yeni müzakereler başladı, ancak bu sefer SP’nin 2015 müzakerelerinde kullandığı “aciliyet durumu” olmadan. Portekiz Komünist Partisi, genel bir siyasi anlaşma olmadan yalnızca belirli müzakerelere girmeye istekliyken, Sol Blok SP ile genel bir anlaşmayı müzakere etmeyi önerdi. Ancak bir ön koşulla: Troyka tarafından iş mevzuatına getirilen geriletici önlemlerin ortadan kaldırılması: fazla mesai ücretinin değersizleştirilmesi, tatil günlerinin azaltılması, kıdem tazminatı hesabının her çalışma yılı için 30 günden 12 güne düşürülmesi ve diğer önlemler. Sol Blok ile görüşmeden sonraki gün, António Costa işveren konfederasyonlarıyla bir araya geldi.
Yeni hükümetin İş Kanunu reformu konusunda bir anlaşmaya varamadığını belirtmek önemlidir. Azınlık hükümeti bir plan olmadan, bütçe ise bütçesiz devam etti. Costa, siyasi kriz ve erken seçimler üzerinden uyguladığı şantajını giderek daha açık bir şekilde dile getirdi ve sol partilere karşı birbiri ile çelişen tavırlar sergiledi: Sol Blok’a düşmanlık ve PKP’ye karşı tenezzül ve kendine tabi kılma teşebbüsü.
Sol Blok ve Komünist Parti’nin masaya koyduğu somut talepler nelerdir?
2019 seçimlerinden haftalar sonra, 2020 bütçesi, sağlığa yapılacak yatırımın önemli ölçüde güçlendirilmesi dolayısıyla Sol Blok ve PKP milletvekillerinin (ve İnsanlar-Hayvanlar-Doğa Partisi’nin seçilmiş üç temsilcisinin) çekimser kalmasıyla uygulanabilir kılındı. Ancak 2021 bütçesi, Troyka’nın iş kanunu düzenlemelerinin ve diğer yapısal sosyal politikaların ortadan kaldırılmasına yeniden odaklandığımız bir müzakerenin sonuçsuz kalmasının ardından, Sol Blok tarafından reddedildi.
Ayrıca, pandemiden çıkarılan derslerden hareketle, acil müdahale için oluşturulan olağanüstü fonların tadil edilmesi için ve de önceden var olan hükümleri güçlendirecek, keyfi bir şekilde mahrum bırakmaları önleyecek yoksulluğa karşı yeni bir sosyal yardım programının hazırlanması için öneriler sunduk.
Pandeminin Ulusal Sağlık Hizmetinde (USH) ortaya çıkardığı zafiyeti göz önüne alarak, Sol Blok, özel hastaneler tarafından daha iyi teklifler yoluyla emilen USH’deki profesyonelleri cezbetmek ve elde tutmak için münhasıran sağlık profesyonelleri, özellikle doktorlar ve hemşireler için bir ücretlendirme planı önerdi.
Bütün bunları hükümet reddetti ve 2021 bütçesi yalnızca İHD partisi (İnsanlar-Hayvanlar-Doğa) ve PKP’nin çekimser oylarıyla onaylanmış oldu. PKP’nin ana kazanımı olağanüstü durumda işten çıkarılan işçilere temel ücretin %100’ünün ödenmesinin garanti altına alınması idi. Bu aşamada Komünistler, doğrudan bir şekilde bütçe meselesi olmayan iş kanunlarının, hükümet tarafından sendikalar ile müzakere edilmesi gerektiği görüşünü savunmaya devam etmişti.
PKP, 2022 bütçe müzakeresinde bu pozisyonunu değiştirdi. Sol Blok’un 2019’dan bu yana bütün gücü ile yapmakta olduğu gibi, PKP de asgari ücretteki artışın hızlandırılması ve Troykanın iş kanunlarının düzenlenmesinden çekilmesi yönünde bir pozisyon benimsemeye başladı.
Bütçenin reddedilmesiyle karşı karşıya kalan ve solla müzakere etme mecburiyetinden kendisini azade kılmaya çalışmaktan asla vazgeçmemiş olan António Costa, mutlak çoğunluğu elde etmek için acele ile yeni seçimlerin yapılmasını talep etti. Tüm bunlar bütçe tartışmaları sırasında gerçekleşiyordu.
Sosyalist Parti, seçimler için oldukça güçlü görünüyor, ancak anketlere göre bu güç salt çoğunluğu elde etmek için yeterli değil. Böyle ise neden seçimleri zorlamaya karar verdi? SP siyasetini ve hükümetini nasıl nitelendiriyorsunuz?
Önümüzdeki seçimler bir plebisite dönüştü. Costa, erken seçime neden olduktan sonra, salt çoğunluğu kazanamazsa zorlu bir hayatta kalıp kalmama sınavıyla karşı karşıya kalacak. Costa’nın oynadığı bahis – ki çoğunluğu elde etmek için bu bahse girmesi gerekirdi – bütçeleri reddettikleri için sol partilerin cezalandırılması ve şu an liderlik için iç ihtilaflarla parçalanan ve aşırı sağın baskısının üzerinde musallat olduğu sağın başarısızlığı üzerine kuruludur. Örneğin, pek çok ılımlı seçmen, SP hükümetinden memnuniyetsiz olmalarına rağmen sürekliliği münavebeye tercih edebilir. Tüm bu hesaplar kanıtlanmayı bekliyor…
Daha önce de belirttiğim gibi, SP hükümetinin bir özelliği, Avrupa hüküm ve düzenlemelerine itâatkar olmasıdır. Troyka ile bütçe anlaşmasının hükümlerinin askıya alındığı istisnai bir durumda bile Portekiz, krize karşı kamu yatırımlarında gelişmiş ülkeler arasında en son sıralarda yer alıyor. Ve ilerleme sağlamak için bir miktar bütçe marjı olmasına rağmen, Avrupa düzenlemelerine uyum gösterilmesi, ister emlak sektöründe, ister elektrik şirketlerinin özelleştirilmesinde veya özel sağlıkta olsun, büyük sermayenin uygun bulmayacağı önlemlerin alınmasını engelliyor.
Portekiz deneyiminin, Avrupa’daki sosyalist partilerle ilişkilerin karmaşıklığını masaya yatırdığına inanıyorum. Bir yanda bu partiler duruma göre ilerici sosyal-liberal ya da neoliberal partilerdir. Öte yandan, tarihsel nitelikte bir krize gömülmüş olmalarına rağmen aşırı sağın yükselişi veya geleneksel sağın konsolidasyonu bağlamında, bu partiler solda geniş kesimler için bir seçenek olarak ortaya çıkıyorlar. Sizin SP ile nasıl bir ilişkiniz var?
Sol Blok’un SP ile olan ilişkisine her zaman yoğun bir siyasi çatışma damga vurmuştur. Sosyalist Parti, SDP gibi, ekonominin stratejik sektörlerinin özelleştirilmesinden, üretim sürecinde işçileri bastırmak için önlemlerin alınmasına ve bunların konsolide edilmesine kadar, ülkedeki kalıcı aksaklıkları yansıtan muhafazakâr modernleşme modelinin ana kahramanıdır. Yirmi yılı aşkın bir süredir, bazı önemli yakınlaşmaların (uyuşturucu kullanımının suç olmaktan çıkarılması, LGBT hakları) oluşması ile birlikte aramızdaki siyasi çatışma sosyal ve finansal politikaların kilit alanlarında devam etti.
Sol Blok, 2015’te diyelim ki yanlışlıkla programatik koşulların mevcut olduğuna inanarak kendi bakanlarını bir koalisyon hükümetine soksaydı, böyle bir hükümet sadece birkaç hafta sürebilirdi: Aralık 2015’te, seçimlerden sadece iki ay sonra, Sosyalist Parti, devlete ait bir banka olan Banif’i Portekiz devleti için 3 milyar avro zararla Banco Santander’e satıyordu. Hiçbir solcu bakan böyle bir kararnameyi onaylayamazdı.
“Geringonça” deneyimi (2015-2019 arasındaki SP ve sol arasındaki anlaşmalar) uluslararası tartışmalarda zaman zaman bir “model” gibi ele alındı. Bizim için bu durum çok özgün ulusal koşulların bir sonucu olduğu için basmakalıp bir model olarak düşünülemez. Mevcut olan, solun hükümeti değildi, bir merkez partinin azınlık hükümetiydi. Parlamenter tabanı, siyasi değişim taahhütlerinin sonucunda oluşmuştu: kemer sıkma politikalarının sona ermesi ve nüfusun gelirinin iyileştirilmesi. Bu zemin daha sonra tükendi ve Sosyalist Parti solun taleplerini kabul etmeyi reddetti. Sol, kaybedilen işçi haklarının geri alınması (ortalama ücretlerin uzun süreli durgunluğunu düzeltmek için asli idi) ve özel sermayenin saldırısı ile karşı karşıya kalan Ulusal Sağlık Sistemi’nin ayakta kalması için gerekli koşulların yaratılması karşılığında hükümete destek vermiş idi.
Portekiz, öte yandan, Avrupa’da dikkate değer bir aşırı sağa sahip olmayan son ülkelerden biri gibi görünüyordu, ancak daha sonra Chega fenomeni patlak verdi. Bu durum, diktatörlüğün ordunun bazı kesimleri ve halk sınıfları arasındaki ittifak tarafından devrilerek Anayasasının oluşturulduğu bir ülkede şaşırtıcı bir şey… Portekiz aşırı sağı neye benziyor ve yükselişinin sebepleri nelerdir?
Portekiz sağının mevcut yeniden örgütlenmesinde, zenginler için vergi avantajlarına ve kamu hizmetlerinin özelleştirilmesine dayanan aynı iktisadi programı paylaşan biri aşırı sağ ve diğeri ultra liberal olmak üzere iki yeni kutup öne çıkıyor. Troykanın mirası, sosyal devlet düşmanı ve Chega partisi örneğinde açıkça ırkçı olan sağın bütününün radikalleşmesi, uluslararası boyutu olan bir süreçtir. Trump’ın Amerika Birleşik Devletleri’ndeki iktidarı, bu radikalleşmeye enerji sağlayan akıma kaynak ve bir kültür kazandırdı. Chega’nın piyasaya çıkmasını sağlayan her şeyden önce bu uluslararası dinamikti.
Bu enerji ile, aşırı sağ gruplardan bir avuç militan ve Sosyal Demokrat Parti (SDP)’den hoşnut olmayanlar (eski Başbakan Passos Coelho’nun görev süresinin sona ermesinden sonra partiden ayrılanlar) yeni partiyi kurmak için yola çıktı. Geleneksel partilerin muhafazakar kesimleri (SDP ve Demokratik ve Sosyal Merkez – Halk Partisi CDS) aşırı gerici ve ultra-liberal bir programı ileri sürmek için artık vaktin geldiğini düşündüler. Kısa sürede önemli bir bölgesel varlık elde etmek için, lümpen unsurları etraflarında toparlamayı ve aynı zamanda can çekişen CDS’nin seçmenlerini emmeyi yeterince başardılar ve böylece belediyelerde önemli seçim sonuçları elde ettiler. Chega’nın seçmenlerinin bir kısmı dezavantajlı marjinal bölgelerde ve çekimserlerden geliyor, ancak bir başka kısım da yıllarca geleneksel sağın bayrakları altına sığınan eski aşırı muhafazakar veya Salazarist seçmen. Chega’nın SDP’ye yapılacak kullanışlı oy çağrısı karşısında nasıl direneceğini göreceğiz, fakat Chega artık kendi alanını elde etmiş bir güç.
Portekizli seçmenlerin büyük çoğunluğu, neredeyse yarım yüzyıl önce sona eren diktatörlük ve savaşa dair doğrudan bir hafızaya sahip değil. Chega’nın çok erkek ve yaşlı bir seçmeni var, ancak söyleminin diktatörlük dönemine dair nostaljisi, örneğin Vox’unkinden çok daha az sahipleniliyor. Çeperlerdeki gerilimleri, çingenelere, Müslümanlara ve genel olarak “sübvansiyon bağımlıları” olarak adlandırdığı yoksullara yönelik nefreti istismar eden, saldırgan maçist bir sağdır Chega.
Vahşice bireyci, anti-komünist, ve “meritokratik” bir retoriğe sahip bir sağ olan, Liberal İnisiyatif’in gençlik kesimleri içinde büyümesi daha belirgin oldu; o da SDP ve CDS içerisinden geliyor. 2019’da ilk kez seçimlerde yarıştı ve yalnızca bir milletvekili çıkartabildi, ancak büyümeye dair ümitleri mevcut.
Pandemi nüfusun çoğunluğunun refahı için açık bir tehdit iken ve de devletin sağlıkta, eğitimde veya istihdamın sürdürülmesindeki rolü sağın propagandasını sessizliğe mahkum ederken, Sol Blok, bu parçalı sağa, ortak mirasları olan Troyka politikalarından ve özelleştirme çılgınlıklarından başlayarak karşı koyuyor.
Chega’ya karşı mücadelede Sol Blok, partinin ekonomik elitlerin son derece istenmeyen kesimleriyle olan bağlantılarını ve oldukça fanatik ve tehlikeli inkarcılıklarını ifşa etmenin yanı sıra, göç, mülteciler, ırkçılık ve yakın zamanda gelişen vahşiyane ve revizyonist bir sağduyunun baskısı altında zayıflamasını reddettiğimiz tarihsel hafıza meselelerini gündemde tuttu. Kuzey Amerika’daki Black Lives Matter (Siyahların Hayatı Değerlidir)’den esinlenen, Sol Blok’un çok yakın ilişkiler sürdürdüğü çok genç, yeni bir siyah hareketinin toplumsal varlığını önemlidir.
Seçimler karşısında Sosyal Demokrat Parti (Portekiz’deki ana merkez sağ parti) ve sağın geri kalanının durumu nedir?
Bugün sağ, SDP’nin liderliği konusundaki çekişme, CDS’nin ortadan kalkması, yeni bir ultra liberal partinin ortaya çıkması ve SDP’den ayrılan biri tarafından yönetilen ve Vox’tan doğrudan ilham alan Chega’nın güçlü gösterişi ile bir parçalanma döneminden geçiyor. Bu parçalanmadan dolayı sağ, Troykanın müdahalesinden bu yana üçte birlik barajı aşamadı.
Bu nedenle, sağın iktidar ihtirasının pek karşılığı yok. Chega’nın yükselişi bu durumu daha da zorlaştırıyor, çünkü sağın liderleri kesinliği her ne kadar şüpheli de olsa, ırkçıların kendi hükümetlerinin bir parçası olmayacakları konusunda garanti veriyorlar. Çünkü, SP ve SDP arasında gidip gelen “merkez” seçmenin bir kısmı, geleneksel sağa yapılacak bir oylamanın sonunda aşırı sağı karar alma sahasına yerleştirmesinden korkuyor. Şimdilik, sağ için seçim umutları zayıf.
Portekiz, biri daha Sovyet yanlısı (PKP) ve diğeri 68 sonrasında yeniden ortaya çıkan radikal geleneklerle bağlantılı (Sol Blok) iki sol akımın neoliberal dönemde konsolide olabildiği istisnai bir örnek. Bu iki akım arasındaki ilişkiler nasıl?
Sol Blok ve PKP arasındaki ilişkiler mesafeli. PKP, dünya durumuna ilişkin son derece “kampçı” bir görüşe sahip ve bu kampçı görüş, partiyi Çin KP’sinden Putinizm’e, Suriye Esad hanedanlığından Angola oligarşisinin rezilliklerine kadar varan bir silsiledeki rejimleri savunmaya yönlendiriyor. Ayrıca hak ve özgürlükler konularında farklılıklarımıza bazı örnekler vereceğim: PKP ötenaziye veya esrarın yasallaştırılmasına karşıdır, seçim listelerinde toplumsal cinsiyet eşitliğini reddeder ve ülkede yapısal bir ırkçılık sorununun varlığını inkar ediyor. LGBT meseleleri üzerine kapsamlı bir programı ancak çok geç bir vakitte benimsedi.
Bu farklılıklara rağmen, ekonomik veya sosyal nitelikteki parlamento oylamalarının büyük çoğunluğunda hemfikiriz. Bu durum, son yıllarda aramızda siyasi bir ilişki olasılığını yükseltebilirdi, ancak ne yazık ki PKP, SP ile mutabakatın geçerli olduğu sırada yalnızca SP ile üçlü görüşmeleri değil, onun çeşitli hareketlere ve müzakerelere katılmasına izin verecek periyodik ikili ilişki biçimlerini bile her zaman reddetti. Öte yandan, PKP’nin sendika liderleri son yıllarda Sol Blok ile ilişkisi olan militanları ve diğer sendika akımlarını liderlik pozisyonlarından dışlamaya ve CGTP (Portekizli İşçilerin Genel Konfederasyonu) liderliğindeki azınlıklar tarafından önerilen tartışmaları yürütmeyi reddetmeye özen gösterdiler.
Toplumsal hareketler alanındaki görünüm nedir? Solun, sosyal liberalizme karşı olduğu kadar sağa da bir alternatif oluşturabileceği, Portekiz’de mücadeleci bir gücün yeniden inşasında şu anda hangi hareketler ve kesimler ön saflarda yer alıyor?
Salgının toplumsal hareketler ve mücadeleler üzerinde çok büyük etkisi oldu. Art arda kapanmalar ve sosyal izolasyon, genel bir geri çekilmeye ve aktivistler arasındaki irtibatın kopmasına yol açtı.
Sağlık, kamu hizmetleri veya güvenlik ve temizlik gibi daha savunmasız sektörlerde seyrek de olsa bazı mücadeleler yaşandı. Özellikle kamu hizmetlerinde seçim hazırlıkları kapsamında yapılması planlanan çok sayıda grev askıya alındı. Pandeminin uzun dönemli sendikal zayıflama ve düşük dozlu toplumsal ihtilaflar döngüsünü daha da fenalaştırmasındaki etkisinin derinliğini değerlendirmek için henüz çok erken. Bu durum, parlamenter ve toplumsal düzeylerde çatışmaların örgütlenmesine, ortaya konulan öneriler için bir seferberliğe ve toplumda çoğunluk desteğine dayanması gereken mücadeleci bir sol için gayet zor meseleler ortaya koyuyor.
Geçtiğimiz aylarda iklim adaleti ve ırkçılık karşıtı hareketler ile Afrika kökenlilerin mücadelesinde (George Floyd’un 6 Haziran 2020’de öldürülmesine karşı küresel protestolarla bağlantılı olarak pandemi döneminin en büyük gösterilerini içeriyor) bazı toparlanma işaretleri görüldü. Ancak, örneğin, feminist hareket, Covid’den hemen önceki dönemde sahip olduğu, sokaklarda benzeri görülmemiş eylemlerle yukarıya doğru ilerleyen ritmine henüz kavuşabilmiş değil.
Son olarak, Avrupa sorununa ilişkin tartışmalar pandemide yeni bir ivme kazandı. Avrupa düzeyinde durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Pandemi krizi, tek para birimine bağlı devletler arasındaki asimetrileri derinleştiriyor. İktisadi toparlanma için ayrılan fonlar gecikiyor, yetersiz kalıyor ve çoğunlukla yeni borçlar yaratıyor. Şüphesiz, borcun karşılıklı hale getirilmesine yönelik Alman tabusu kısmen kırıldı. Ancak Alman ekonomisi büyük devlet yardımlarından yararlanırken, en borçlu ülkelerin hükümetleri gönüllü olarak bütçe boğmalarına boyun eğiyorlar. Çünkü şu anda izin verilen bütçe açıklarının yakın gelecekte kemer sıkma önlemini tetikleyeceği tahmininde bulunuyorlar. Henüz ne Avrupa Merkez Bankası’ndan devletlere doğrudan finansman sağlanmasına ilişkin tabu kırıldı ne de her bir yeni krizde ters etki yarattığı kanıtlanan bütçe kuralları çiğnendi. Bu kurallarla şu anda seferber edilen mali kaynaklar, Avrupa Birliği içinde halihazırda var olan asimetrileri daha da derinleştirebilir. Ulusal kriz müdahale planları arasındaki eşitsizlik bunun bir göstergesi.
Devlet borçlarının (özellikle Avrupa Merkez Bankası’nın elindeki borçların) yeniden yapılandırılmasını önüne koymayan ve kamu hizmetlerine ve devlet yatırımlarına saldıran neoliberal anlaşmalardan kopuşu içermeyen hiçbir yeniden yapılandırma programı yeterince geniş kapsamlı olmayacaktır.
“Pek çok siyasi analist onu bu şekilde sunmaya çalışsa da, burası Ukrayna tipi Maydan değil. Bu şaşırtıcı öz-örgütlenme nereden geldi? Bu, emekçilerin deneyimi ve geleneğidir. İşçiler, özelleştirmenin ve yabancı kapitalistlerin egemenliğinin nelere yol açtığını kendi gözleriyle gördüler”. 2 Ocak 2022 gününden itibaren gaz fiyatlarındaki ani artışın ardından patlayan halk protestoları Kazak rejimi tarafından şiddetle bastırılıyor. Kazakistan Sosyalist Hareketi’nin sözcülerinden Aynur Kurmanov’un Zanovo-media’ya verdiği yanıtları, ardından da Kazakistan Sosyalist Hareketi tarafından yapılan açıklamanın haberini aktarıyoruz[1].
“Zhanaozen işçileri ilk ayaklananlardı. Benzin fiyatındaki artış, halk protestoları için yalnızca bir tetikleyiciydi. Ne de olsa, toplumsal sorunlar yıllardır dağ gibi birikiyordu. Geçen sonbaharda Kazakistan bir enflasyon dalgasıyla sarsıldı. Ürünlerin Mangistau bölgesine ithal edildiği ve orada her zaman 2-3 kat daha pahalı olduğu dikkate alınmalıdır. Ancak 2021’in sonunda yükselen bir fiyat dalgasında, gıda maliyeti daha da ciddi bir ölçüde arttı. Ülkenin batısının yoğun bir işsizlik bölgesi olduğunu da hesaba katmalıyız. Neoliberal reformlar ve özelleştirme sürecinde oradaki işletmelerin çoğu kapatıldı. Burada hala işleyen tek sektör petrol üretimi. Ancak büyük bir kısmı yabancı sermayeye aittir. Kazakistan petrolünün yüzde 70’e kadarı batı pazarlarına ihraç ediliyor, kârların çoğu da yabancı sahiplere gidiyor.”
“Bölgenin kalkınmasına neredeyse hiç yatırım yok: bu, tam bir yoksulluk alanı. Ve geçen yıl bu işletmeler büyük ölçekli optimizasyona girmeye başladı. İşler kesildi, işçiler maaşlarını, ikramiyelerini kaybetmeye başladı, birçok işletme sadece hizmet şirketlerine dönüştü. Atyrau bölgesinde Tengiz Oil şirketinin aynı anda 40 bin işçiyi işten çıkarması, tüm Batı Kazakistan için gerçek bir şok oldu. Devlet bu tür toplu işten çıkarmaları önlemek için hiçbir şey yapmadı. Ve şunu bilmek lazım ki, bir petrol işçisi 5-10 aile üyesini besler. Bir işçinin işten çıkarılması otomatik olarak tüm aileyi açlığa mahkum eder. Burada petrol sektörü ve onun ihtiyaçlarına hizmet eden sektörler dışında iş yok.”
“Kazakistan’da kapitalizmin hammadde ihracına dayalı modeli inşa edildi. Nüfus birçok toplumsal sorun biriktirdi, çok büyük bir toplumsal tabakalaşma var. “Orta sınıf” mahvoluyor, reel sektör yok ediliyor. Milli hasılanın eşit olmayan dağılımının önemli bir yolsuzluk bileşeni var. Neoliberal reformlar sosyal güvenlik ağını ortadan kaldırdı. Ulusötesi şirketlerin sahipleri, “petrol borusuna” hizmet etmek için sadece 5 milyon nüfusa ihtiyaç olduğunu hesapladılar, onlara göre Kazakistan’a 18 milyonluk nüfus zaten fazla. Bu nedenle, birçok yönden, bu ayaklanma doğası gereği sömürgecilik karşıtıdır. Mevcut protestoların sebebi kapitalizmdir: sıvılaştırılmış gazın fiyatı elektronik borsada ciddi oranda arttı. Gazı yurt dışına ihraç edip gaz kıtlığı yaratmak ve iç piyasada artan fiyatlardan yararlanmak isteyen tekelcilerin bir komplosu söz konusudur. Dolayısıyla bu protestoları kışkırtan da kendileridir. Mevcut toplumsal patlamanın, son 30 yılda gerçekleştirilen tüm kapitalist reform politikasına ve bunların yıkıcı sonuçlarına yönelik olduğu belirtilmelidir.”
“Pek çok siyasi analist onu bu şekilde sunmaya çalışsa da, burası Ukrayna tipi Maydan değil. Bu şaşırtıcı öz-örgütlenme nereden geldi? Bu, emekçilerin deneyimi ve geleneğidir. 2008 yılından bu yana grevler Mangıstau ilini sarstı ve 2000’li yıllarda grev hareketi başladı. Aynı zamanda, petrol şirketlerinin kamulaştırılması talep edildi, hem de Komünist Partinin veya sol grupların hiçbir etkisi olmaksızın. İşçiler, özelleştirmenin ve yabancı kapitalistlerin egemenliğinin nelere yol açtığını kendi gözleriyle gördüler. Bu konuşmalar sırasında büyük bir mücadele ve dayanışma tecrübesi birikmiştir. Çöldeki yaşam bile insanları birbirine bağlıyor. Bu arka plana karşı, işçi sınıfı ile nüfusun geri kalanı arasında bir bağ vardı. Janaözen ve Aktau’daki işçilerin gösterileri, ülkenin diğer bölgelerinin gidişini belirledi. Protestocuların şehirlerin ana meydanlarına kurmaya başladığı yurtlar ve çadırlar, Euromaidan deneyiminden alınmadı, hepsi geçen yıl Mangıstau bölgesinde yerel grevler sırasında kurulmuştu. Ve halkın kendisi protestoculara su ve yiyecek getirdi.”
Aynur Kurbanov
“Bugün itibariyle Kazakistan’da yasal bir muhalefet yok, tüm siyasi alan temizlendi. 2015 yılında en son tasfiye edilen Kazakistan Komünist Partisi oldu. Geriye sadece 7 iktidar yanlısı parti kaldı. Ancak ülkede Batı yanlısı bir gündemi teşvik etmek için yetkililerle aktif olarak işbirliği yapan STK’lar var. En sevdikleri konular 1930’ların Holodomor’u, İkinci Dünya Savaşı sırasında Basmacı hareketinin üyelerinin ve işbirlikçilerinin rehabilitasyonu vb. STK’lar da Kazakistan’da tamamen hükümet yanlısı olan milliyetçi hareketi geliştirmek için çalışıyor. Milliyetçiler, Çin ve Rusya’ya karşı devlet desteğinde mitingler düzenliyorlar.”
“Son olayların arkasında olabileceği iddia edilen sinsi İslamcılar da Kazakistan’da son derece zayıf ve kötü organize olmuş durumdalar. Modern Kazakistan tek etnili bir devlet inşa etme yolunda bir yol almıştır ve milliyetçilik onun resmi ideolojisidir. Rusya’nın Mir TV kanalının Kazakistan’ın “Sovyet yanlısı” olduğu hakkındaki tüm haberleri gerçekdışıdır.Daha 2017 yılında, Kızıl-Orda’da Wehrmacht’ın Türkistan Lejyonu’nun esin kaynağı olan Mustafa Çokay’ın anıtı dikildi. Bugün devlet, tarihini kökten gözden geçiriyor. Bu süreç özellikle Nursultan Nazarbayev’in birkaç yıl önce Amerika Birleşik Devletleri’ne yaptığı ziyaretten sonra yoğunlaştı. Pan-Türk hareketi de daha aktif hale geliyor. En son 12 Kasım 2021’de Nursultan Nazarbayev’in girişimiyle İstanbul’da Türk Devletleri Teşkilatı kuruldu. Elbette bu projenin başlatıcıları Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere ve Türkiye oldu. Kazakistan seçkinleri ana varlıklarını Batı’da tutuyor. Bu nedenle mevcut rejimin çöküşü emperyalist devletler için hiç kârlı değil – rejim zaten tamamen onların tarafında.”
“Nazarbayev’in cumhurbaşkanlığını bırakıp Güvenlik Konseyi başkanlığına geçmesi, Batı da dahil olmak üzere demokrasi görünümünü yaratma arzusu tarafından belirlenmişti. Aslında, o aynı zamanda, hükümetin tüm dalları üzerinde tam kontrol kazandı ve sadece gücünü arttırdı, ancak sorumluluktan tamamen kaçtı. Başkan Tokayev dekoratif bir figür, yönetici aile içinde bir piyon. Kuşkusuz yaşanan olaylar, bazı grupların saray darbesi veya benzeri eylemler gerçekleştirmeye çalışmasına neden olabilir. Her şey komplo teorilerine indirgenemez. Ancak, mevcut protesto hareketini idealize etmeye de gerek yoktur. Evet, bu hareket işsizler ve başka toplumsal tarafından desteklenen, işçilerin öncü rolü ile tabandan gelen bir toplumsal harekettir. Ama içinde çok farklı güçler iş başında. Aynı zamanda, emekçilerin kendi partileri, sınıf sendikaları, çıkarlarını tam olarak karşılayan net bir programı yoktur. Kazakistan’da var olan sol gruplar daha çok çevreler gibidir ve olayların gidişini ciddi şekilde etkileyemezler. Oligarşik ve dış güçler bu hareketi kendi amaçları için sürmeye ve kullanmaya çalışacaklardır. Bunların zaferi durumunda, mülkiyetin yeniden dağıtılması ve burjuvazinin çeşitli grupları arasında açık bir “herkesin herkese karşı savaşı” başlayacaktır. Ancak, her durumda, emekçiler belirli özgürlükleri kazanabilecekler ve gelecekte hakları için mücadele etmelerini kolaylaştıracak kendi partilerinin ve bağımsız sendikaların kurulması da dahil olmak üzere yeni fırsatlar elde edeceklerdir.”
Kazakistan Sosyalist Hareketi çağrı yaptı: Örgütlü direniş, genel grev, uluslararası dayanışma!
Kazakistan’daki halk protestoları ile ilgili bir açıklama yayımlayan Kazakistan Sosyalist Hareketi, işçi eylemleriyle başlayan ve tüm ülkeye yayılarak siyasi iktidarın ve anayasanın değişmesi talepleriyle genişleyen hareketin devlet tarafından şiddetle bastırılmasına tepki gösterdi. Genel grev çağrısı yapılan açıklamada, “Asker ve polis terörüne karşı örgütlü direnişi sağlamak için toprak ve üretim bazında birleşik eylem komitelerinin oluşturulması acildir” denildi.
Açıklamada dünyadaki işçi hareketleri, komünist ve sol hareketlere de dayanışma çağrısı yapıldı.
“GERÇEK BİR HALK AYAKLANMASI YAŞANIYOR”
Socialismkz.com sitesinde yayımlanan ve “Kazakistan’da bugün gerçek bir halk ayaklanması var” denilen 6 Ocak tarihli açıklamada sıvılaştırılmış gaz (LPG) fiyatının ikiye katlanmasının sabrı taşıran son damla olduğuna dikkat çekildi. “Protestolar en başından beri sosyal ve sınıfsal nitelikteydi. Gösteriler tam da tüm protesto hareketinin bir tür siyasi merkezi haline gelen Janaozen’de petrol işçilerinin inisiyatifiyle başladı” denildi.
Sosyal bir protesto olarak başlayan hareketin daha sonra genişlemeye başladığına ve işçi kolektiflerinin ücretlere yüzde 100 zam, çalışma koşullarının iyileştirilmesi, sendikal özgürlük gibi kendi talepleriyle de gösteriler düzenlediğine vurgu yapılan açıklamada, “Sonuç olarak, 3 Ocak’ta, tüm Mangistau bölgesi, komşu Atırau bölgesine de yayılan bir genel grevle sarsıldı” denildi.
4 Ocak’ta salı günü ABD’li Chevron enerji tekelinin hisselerinin çoğunluğuna sahip olduğu Tengizchevroil şirketinde çalışan petrol işçilerinin, katılımın yüzde 75’e ulaştığı bir grev gerçekleştirmesinin önemine değinilen açıklamada, “Burası, geçen yıl aralık ayında 40 bin işçinin işten çıkarıldığı ve yeni bir dizi işten çıkarmanın planlandığı yerdi. Daha sonra gün boyunca Aktobe ve Batı Kazakistan ile Kızılorda bölgelerinin petrol işçileri tarafından desteklendiler” denildi.
Açıklamada “Ayrıca, aynı günün akşamı Karaganda bölgesinde ArcelorMittal Temirtau şirketinin maden işçilerinin grevleri başladı ve ülkenin tüm madencilik endüstrisinde genel bir grev olarak kabul edilebilecek şekilde Kazakhmys şirketi bakır dökümcüleri ve maden işçilerinin grevleri başladı. Ve burada da maaşların yükseltilmesi, emeklilik yaşının düşürülmesi, sendikal örgütlenme ve grev hakkı talepleri öne sürülüyor” bilgileri de verildi.
Salı günü aynı zamanda Atırau, Uralsk, Aktyubinsk, Kızılorda, Taraz, Taldikorgan, Turkestan, Çimkent, Ekibastuz’da; Almatı bölgesindeki şehirlerde ve Almatı’da süresiz mitinglerin başladığı belirtilen açıklamada 4-5 Ocak gecesi bütün sokakların dolduğu belirtildi. Polisle göstericilerin çatışması sonucunda şehir yönetim binasının geçici olarak ele geçirildiği ve bunun üzerine Cumhurbaşkanı Kasım Cömert Tokayev’in olağanüstü hal ilan ettiği kaydedildi.
“Almatı’daki bu gösterilere ağırlıklı olarak işsiz gençlerin ve metropolün banliyölerinde yaşayan, geçici veya düşük ücretli işlerde çalışan yerli göçmenlerin katıldığı belirtilmelidir. Mangistau bölgesi ve Almatı için ayrı ayrı gaz fiyatını 50 tengeye indirerek vaatlerle onları sakinleştirme girişimleri de kimseyi tatmin etmedi.”
“Tokayev’in hükümeti ve ardından Nursultan Nazarbayev’i Güvenlik Konseyi başkanlığı görevinden alma kararı da protestoları durdurmadı, 5 Ocak’ta daha önce protestoların olmadığı Kuzey ve Doğu Kazakistan’ın bölgesel merkezlerinde, Petropavlovsk, Pavlodar, Ust-Kamenogorsk ve Semipalatinsk’te de kitlesel protesto mitingleri başladı. Aynı zamanda, Aktube, Taldikorgan, Çimkent ve Almatı’daki bölgesel valiliklerin binalarına girmek için girişimlerde bulunuldu”
“Janaozen’de, süresiz mitinglerinde işçiler yeni talepler formüle ettiler: Görevdeki cumhurbaşkanının ve tüm Nazarbayev yetkililerinin istifası, 1993 Anayasasının restorasyonu ve buna bağlı olarak parti, sendika kurma hakkı, siyasi mahkumların serbest bırakılması ve baskıya son verilmesi. Burada bir ‘aksakallar’ konseyi oluşturuldu ve bu da fiili yönetim organı haline geldi. Böylece artık farklı il ve bölgelerde kullanılan talepler ve sloganlar tüm harekete seslenmeye başladı ve mücadele siyasi bir içerik kazandı. Mücadeleyi koordine edecek komiteler ve konseyler oluşturmak için sahada da girişimlerde bulunuluyor.”
HALKA ATEŞ ETMEYE BAŞLADILAR: ÇOK SAYIDA ÖLÜM VAR
Kazakistan Sosyalist Hareketi’nin açıklamasında, Mangistau bölgesi kentlerinde daha önce askerler halk ateş etmeyi kabul etmezken 5-6 Ocak gecesi özel kuvvetlerin devreye sokulduğu ve halka ateş açıldığı belirtildi. İsyancı gruplar tarafından ele geçirilen hava alanı ve mahallelerde “temizlik” başlatıldığı ve göstericilerden alınan bilgilere göre çok sayıda insanın öldürüldüğü kaydedilerek, “Bu durumda, tüm protesto ve grevlerin şiddetle bastırılması tehlikesi mevcuttur ve burada ülkeyi genel grevle tamamen felç etmek gerekmektedir. Bu nedenle asker ve polis terörüne karşı örgütlü direnişi sağlamak için toprak ve üretim bazında birleşik eylem komitelerinin oluşturulması acildir” denildi.
ULUSLARARASI DAYANIŞMA ÇAĞRISI
Kazakistan Sosyalist Hareketi, dünyadaki tüm işçi hareketleri ve komünist hareketlere, sol örgütlere uluslararası dayanışma çağrısı da yaptı.
Açıklamada hareketin talepleri ise şöyle sıralandı:
Halka karşı düşmanlıklar derhal sona ersin ve birlikler şehirlerden çekilsin!
Cumhurbaşkanı Tokayev dahil tüm Nazarbayev yetkilileri derhal istifa etsin!
Tüm siyasi hükümlü ve tutuklular serbest bırakılsın!
İşçilere kendi sendikalarını, siyasi partilerini kurma, grev ve gösteri yapma hakkı!
Yasaklı Kazakistan Komünist Partisi ve Kazakistan Sosyalist Hareketinin faaliyetleri yasallaştırılsın!
Ülkenin tüm işçilerini ve emekçilerini, Janaozen’in (2011 ayaklanmasında) katledilen petrol işçilerinin taleplerini hayata geçirmeye; ülkenin tüm madenciliğini ve büyük ölçekli sanayisini işçi kolektiflerinin kontrolü altında kamulaştırmaya çağırıyoruz!
[1] Aynur Kurmanov ile söyleşinin büyük kısmı Candan Badem tarafından Gazete Manifesto için çevrilmiştir. Kazakistan Sosyalist Hareketinin açıklamasını ise Evrensel gazetesinden aktarıyoruz. Başlık olarak Zanovo Media’nın orijinal başlığı kullanılmıştır.
20 bin kadar delege ve ‘dünya lideri’, bazıları özel jetleri ile, iklimimizi nasıl koruyacağımızı tartışmak üzere Glasgow’a gitti. 31 Ekim ile 12 Kasım tarihleri arasında 26. Birleşmiş Millet İklim Değişikliği Konferansı için buluşacaklar. Glasgow zirvesinin amacı sera gazı emisyonunu azaltarak bu yüzyıl içinde sıcaklık yükselmesini 1,5 °C sınırları içinde tutabilmek.
ABD Başkanı Joe Biden, Hindistan Başbakanı Narendra Modi ve Yunanistan Başbakanı Kyriakos Mitsotakis’in de içinde bulunduğu birçok dünya lideri zirveye katılırken, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin gibi bazı liderlerse katılmamayı tercih ettiler. Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ise Glasgow’a yapacağı seyahati son anda iptal etti.
Ne var ki Ortadoğu’da bizim iklim değişikliğini tartışmak için hiç vaktimiz yok. Biz çok daha acil sorunlarla meşgulüz. Şu anda din savaşlarının ortasındayız, birçok kentimiz harap halde, ekonomilerimiz ise, eğer çoktan iflas etmediyse, çökmek üzere. Başka yerlerden gelen mülteciler eski yaşam tarzımızdan artakalanları tehdit ediyor. O kadar çok sorun var ki, “iklim değişikliği”ni tartışma lüksünü nasıl karşılayabiliriz?
İklim değişikliği bizim sorunumuz değil, zengin ülkelerin sorunu.
Ortadoğu’da bu kadar çok sorunla karşı karşıya olmasak belki biz de iklim değişikliğini ve iklim değişikliğinin hayatlarımız üzerindeki etkilerini tartışabilirdik. Amma velakin hayır, şimdi değil, biz bitmez tükenmez bir şekilde kendi kendimizi tüketmekle meşgulüz.
İklim değişikliğinin, özellikle de dünya yüzeyindeki ani ısınmanın Ortadoğu’yu, zengin ülkelerden daha fazla ilgilendirdiğini fark etmişsinizdir. Arap Yarımadası, Kuzey Afrika, Mezopotamya ve Orta Asya dünya üzerindeki en kurak bölgelerden bazıları. Her şeyden önce, daha geniş bir alanda yer alan Ortadoğu’da çok daha az su var ve kuzeyiyle güneyindeki diğer bölgelerden daha sıcak. Ne var ki haberler daha da kötüleşiyor; bilimsel tahminler 2050’ye kadar dünya yüzeyindeki ortalama ısınmanın 2 °C düzeyinde olacağını öngörüyorsa da, Ortadoğu bölgesinde ısınma riskinin bunun iki katına yani 4°C dereceye kadar çıkabileceğini tahmin ediyorlar.
İklim değişikliği olmasa da bölgedeki su kaynakları büyük risk altında. Bunun en aleni kanıtı yok olan göller ve içdenizler. Aral Gölü felaketi oldukça iyi bilinir; Sovyet planlamacılar Orta Asya’daki kurak ovalarda pamuk üretebilmek için Ceyhan ve Seyhan nehirlerinin yönlerini değiştirerek Aral’ı gözden çıkardılar. İran’da tarım arazilerinin sulanması nedeniyle, Urmiye Gölü’nde su seviyesi 1995’ten beri düşüyor. Gölün yüzey alanı 1997’de 5.000 kilometrekare iken 2013’te onda birine, sadece 500 kilometrekareye indi ve daha da inmeye devam ediyor. Her ne kadar yılda 7 cm ile daha az da olsa, Hazar Denizinde de su seviyesi düşüyor. Bu yüzyılın sonunda su seviyesi 10 metre kadar düşebilir, bunun da ekolojik ve ekonomik anlamda vahim sonuçları olacaktır. Devam etmekte olan felaketlere bir diğer örnek de son kırk yılda su seviyesi 40 metre azalan Lut Gölü (Ölü Deniz). Ortadoğu’da mevcut olan ve yenilenebilir sudan çok daha fazlasını tüketiyoruz.
Su sıkıntısı ülkeler arasında büyük sorunlara sebep oluyor. Örneğin Fırat ve Dicle nehirlerine bağımlı olan Irak’ı ele alalım; Türkiye’deki dağlardan Irak’a akan bu sular 1970’lere oranla %40 azaldı. Bunun sebebi büyük oranda Türkiye’de 1990’ların başında başlayan ve 22 barajdan oluşan devasa bir proje olan “Güneydoğu Anadolu Projesi”dir. Bu sistem şu anda suları Türkiye’nin güneyinde tutmakta, Suriye ve özellikle de Irak’a akan suları her geçen gün azaltmakta. Bağdat da benzer şekilde İran’la ihtilafa düşmüş durumda; hatta yakın zamanda Bağdat, Irak’a doğru akan Karkheh, Alvand, Karun ve Sirvan nehirlerinin akışını tamamen kesen Tahran’ı Uluslararası Adalet Divanı’na götürmekle tehdit ediyor. Irak tarımı için bunun sonucu felaket; 1970’lerde Irak’taki ekilebilir arazi alanı 6 milyon hektar iken şu anda sadece 3,75 milyon hektar.
Bu arada, yiyecek talebi de artmakta. Irak’ın nüfusu 1970’de sadece 10 milyonken 2021’de 41 milyon olduğu tahmin ediliyor. Irak, Ortadoğu’da nüfus patlaması yaşayan tek ülke değil. Dünyanın en fakir ülkelerinden biri olan Yemen’de nüfus on yıl önce 23 milyondu, şu anda nüfusu 30 milyonun üzerinde. 2011 yılında Arap Baharı patlak verdiğinde Mısır’ın nüfusu 82 milyondu, 2020’de Mısır’da nüfus 102 milyonu aştı. Cemal Abdülnasır’ın sloganlarından biri Mısır’ı tarımsal üretimde kendi kendine yeten bir ülke yapmaktı. 2011’e gelindiğinde Mısır, nüfusunun ihtiyacı olan yiyeceğin yarısını hanidir ithal etmekte, bu durum ülkeyi uluslararası piyasalardaki dalgalanmalara karşı savunmasız bırakmaktaydı.
Ülkenin iç kısmında su kaynakları gittikçe azalırken, deniz suyundaki yükselme kıyı bölgeleri tehdit diyor. Bu yüzyılın sonunda iklim değişikliği nedeniyle deniz seviyesindeki yükselmenin 3 ila 5 metre arasında olacağı tahmin ediliyor; bu durumda İstanbul’un bazı bölgeleri tehlike altındayken Mısır’ın 5 milyon nüfuslu İskenderiye kenti “batma” tehlikesiyle karşı karşıya.
Halihazırda iklim değişikliği ile ilintili tüm bu riskler ve kaynakların tükenmesi Ortadoğu liderlerinin dikkatlerini çekmediyse, bunun nedeni çoğunu korkutan bir mesele: Karbonsuz ekonomiye geçiş. Pek çok ülke, diktatör, onların komşuları ve müttefikleri hidrokarbon ihracatından gelen petro-dolarlara güveniyor. Sadece Suudi Arabistan her gün günde 9,5 milyon varil petrolü topraktan çekiyor. Küresel petrol üretimi şu anda günde 96 milyon varil, bunun üçte biri Ortadoğu’da üretiliyor. Ortadoğu’nun bütün ekonomisini hidrokarbon endüstrisi etkiliyor, hatta petrol üretmeyen ülkeler bile büyük oranda kendi ekonomilerine yatırım yapılan petro-dolarlara bağımlılar. Hidrokarbon endüstrisinin yarattığı büyük paralar olmasaydı, bölgedeki bütün bu inşaat patlaması da olmazdı.
Ortadoğu bir yandan karbon temelli endüstrileşmenin yan etkilerini yönetirken, hidrokarbon bağımlılığını azaltacak yeni dönüşüme nasıl ayak uyduracak? Şu anda bu sorular Ortadoğu’da ciddiye alınmıyor çünkü bölgenin uğraşması gereken bir sürü acil sorunu var.
Rusya’nın son seçimlerinin büyük kazananı, neredeyse oyların yüzde 20’sini alan Komünist Parti oldu. Parti bugün Vladimir Putin’in hükümranlığına karşı çıkan yeni bir demokratik sosyalist eylemci dalgası tarafından dönüştürülmektedir.
Rusya’da 17-19 Eylül tarihleri arasında yapılan parlamento seçimleri Başkan Vladimir Putin’in Birleşik Rusya Partisi için başka bir göstermelik zaferdi. Ancak en dikkat çekici sonuç, oyların yüzde 19’unu alarak ikinci gelen Rusya Federasyonu Komünist Partisi’ne (RFKP) verilen destekti [Bkz İmdat Freni’nde yayımlanan “Kremlin Düşüşte Mi?” yazısı].
Putin müttefiklerini destekleyen alışılagelmiş sahtekârlığa rağmen, RFKP özellikle var olan düzene karşı kendisine oy vermeyi tek fırsat olarak gören büyük kentlerdeki gençleri yeni seçmen olarak kazanmayı başardı. RFKP’nin resmi programı, doksanlardan beri Stalinizm, milliyetçilik ve sosyal demokrat paternalizmin bir karışımı olarak kök tutmuştu. Bununla birlikte, son birkaç yılda, RFKP içinde onu daha çok demokratik hakları, sosyal eşitliği ve ekolojiyi savunma söylemlerine doğru dönüştüren genç yerel liderler kuşağı ortaya çıktı.
Bu açıdan seçimin en çarpıcı yönlerinden biri Moskova Devlet Üniversitesi’nde otuz yedi yaşındaki matematik öğretmeni olan Mikhail Lobanov’un kampanyasıydı[1]. Mikhail, RFKP tarafından aday gösterildi, ancak kendisini bağımsız bir demokratik sosyalist olarak konumlandırdı. Putin’in Birleşik Rusya adayını on binin üzerinde oyla (yüzde 12’lik bir farkla) mağlup ettiği halde daha sonra yapılan oy sayımı onun parlamentoya seçilmesinin reddedilmesi adına manipüle edildi. Her şeye karşın, Lobanov gibi adaylara verilen halkın oyu radikal sol için gerçek bir ilerlemedir ve bu ilerlemeler günümüz Rusya’sının zorlu politik ortamında bile halkın hoşnutsuzluğunu dile getirme potansiyelini gösteriyor. Örnek olarak Rus Sosyalist Hareketi eylemcileri ve geleneksel olarak RFKP’yi eleştiren diğer bazı radikal sol gruplar Lobanov’un seçim kampanyasında önemli rol oynadılar.
Moskova’da solcu bir politik yazar olan Ilya Budraitskis[2], seçim sonuçları hakkında Mikhail Lobanov ile Jacobin için konuştu.
IB: Bize biraz politik geçmişinizden bahsedin.
ML: Okulda, sadece bilimsel kitaplarla karıştırılmış tarihi romanlar olsa bile tarih kitaplarını okumaktan zevk alırdım. Üniversitede zaten bir matematik öğrencisi olarak boş zamanlarımı kütüphanede ve kitapçılarda harcadım ve okuduğum romanlar vasıtasıyla Marx, Lenin ve Troçki okumam gerektiğine karar verdim. Örneğin Moscow State Universitesi’ndeki [MSU] [Troçki’nin] İhanete Uğrayan Devrim’ini ödünç aldım.
2006’da MSU’ya bağlı Sosyalist Hareket “Vpered”in [“İleri”, o dönem Dördüncü Enternasyonal’in Rusya seksiyonu] eylemcileri tarafından düzenlenen Marksist bir öğrenci seminerine katıldım. Sonraki bir buçuk yıl boyunca Vpered ile eğitimin ticarileştirilmesine ve işçi haklarının savunulmasına karşı çeşitli eylemlerin parçasıydım. Parti toplantıları Rusya Emek Konfederasyonu’nun tuttuğu ofisteydi ve bu sayede Rus bağımsız sendikalarını tanıdım.
IB: Moskova Devlet Üniversitesi’nde bir grup eylemci nasıl ortaya çıktı?
ML: Bizler üniversite içerisinde mücadele alanları arıyorduk. 2009 yılında yönetim yurtlara erişim kurallarını sıkılaştırmak istedi. Bir protesto kampanyası başlattık, bin yedi yüz imza topladık ve sonunda bu yeni kuralları iptal ettirmeyi başardık. Üç haftalık kampanyanın sonucunda yaklaşık otuz kişiden oluşan çekirdek bir üniversite eylemci kadrosu kurduk. Ne var ki günlük sorunları çözsek de bunun bizi bir başka örgütsel aşamaya taşımakta yetersiz kalacağı açıktı.
Sonra üniversitenin Komünist Parti şubesi ile hem öğretmenleri hem de öğrencileri içeren işbirliğine başladık. 2011 senesinde yönetim yurt kurallarını tekrar sıkılaştırmaya karar verdi ve biz gerçekten çok güçlü ve başarılı bir protesto kampanyası düzenlemeyi başardık. Yaşananlar yüzlerce insanı doğrudan ilgilendirdi ve çekirdeğimiz büyüdü. Tam o sıralarda, Putin’in Birleşik Rusya Partisi lehine düzenlenen Duma [parlamento] seçimlerinin ardından geniş çaplı protestolar başladı. Üniversite kademesinde bu, kendi İnsiyatif Grubu’muz ile (resmi) iktidar partisiyle yakından bağlantılı Moskova Devlet Üniversitesi Öğrenci Konseyi arasında bir mücadeleyle sonuçlandı. Biz de parlamento seçimlerinin bağımsız gözleminin bilfiil içinde yer aldık ve MSU’nun ana binasındaki sandıkta idari kadro seferberliğine karşın Birleşik Rusya’yı ağır bir şekilde mağlup ettik. Ayrıca 2011–2012’nin Moskova’daki tüm protesto mitinglerine aktif olarak katıldık ve protestolara gelen ama herhangi bir politik güce katılmaya hazır olmayan birçok öğrenci bizimle beraber oldu.
Bu deneyim, diğerlerinin yanı sıra, Emek Konfederasyonunun “Üniversite Dayanışması” sendikasının yaratılması sorununu gündeme getirmesine önayak oldu. Böylece diğer üniversitelerdeki öğrenci ve öğretmen gruplarına sendika kanalıyla yardım etmeye başladık. Ayrıca müteahhitlerin ilgisini çeken MSU binalarının etrafındaki parkı korumaya yönelik kampanyalarla aktif olarak ilgilendik. Bu sayede yerel meclis üyeleri ve mahalle sorunlarıyla aktif olarak bağlantılı olan sakinlerle temas kurduk. Özellikle Ramenki bölgesinde ortak etkinlikler düzenledik. Üniversite yetkilileri bu faaliyetlerden dolayı 2013 ve 2018 yıllarında olmak üzere iki kez beni işten çıkarmayı denedi.
IB: Bu yıl aday olmaya nasıl karar verdiniz?
ML: Bu on ila on beş yıl boyunca, RFKP’nin üniversite şubesi de dâhil olmak üzere çok geniş bir iletişim ağı gelişmiştir. Hemen hemen her yerel seçimde RFKP adaylığına katılmaya davet edildim. Ancak federal yasalarla yönetilen ve Rusya Devlet Duması tarafından kabul edilen bütçeye bağlı olan kendi ana yükseköğretim müfredatımdan saptığı için reddettim. 2020’de, üniversitedeki RFKP üyeleriyle yapılan iletişimden, bana Devlet Dumasına aday göstermeye hazır oldukları açıktı. MSU bölgesine gidip kurduğum bağlantıları harekete geçirirsem kazanabileceğimi hissettim. Bende bu kampanyanın coşku uyandırabileceğine dair bir his vardı. Ancak daha önce yaptıklarımızdan farklı bir şey olduğundan dolayı bunun nasıl gerçekleştirileceği ve seçimlerde ne gibi özel önlemler alınması gerekeceği konusunda kesin bir fikre sahip değildim. Yine de sezgilerim bunun işe yarayabileceğini söylediğinden, denemeye karar verdim.
Birkaç ay boyunca ilk adımlar hakkında tartışmalar yaptık, oturumlar düzenledik; solda seçim tecrübesine sahip çok az sayıda insan vardı. RFKP’nin böyle bir tecrübesi var ama çok kendine mahsus. İnsanlardan para istemeyi değil, bunun yerine parti fonlarına güvenmeyi ve belki de başka sponsorlar aramayı tavsiye ediyor. Biz farklı bir biçimde davranmamız gerektiğini anladık.
IB: Seçim bölgeniz nasıl görünüyor?
ML: Rusya’nın tamamı, her birinde ortalama beş yüz bin seçmen bulunan 225 bölgeye ayrılmıştır. Seçim bölgemiz Moskova’nın batısındadır. Önceki seçimlerde oldukça protesto odaklı bir bölge olarak görülüyordu ve RFKP daha önce burada oldukça iyi iş çıkarmıştı. Ne yazık ki aynı zamanda Rusya Birleşik Demokrat Partisi Yabloko’nun liberalleri orada da her zaman gerçek bir güç oldular ve bu sefer güçlü bir aday çıkardılar. Bölgede bir üniversite var, bu nedenle, tamamen istatistiksel olarak, bu bölge Moskova’dakinden daha yüksek sayıda MSU mezunlarına ve çalışanlarına sahiptir. MSU markasının bu semtte kendinden bir şeyler kattığı hissi vardı. Ben bir matematikçiyim, politikacı değil ve bu olumlu bir rol oynayabilirdi.
Sanıyorum, şubat ayında, ana rakibimizin kim olacağını biliyorduk. Birleşik Rusya’nın Rus televizyon talk show sunucusu Yevgeny Popov’u sahaya çıkaracağı açıklandı. O, Kremlin’in “düşman” Batılı ülkeler ve “korkunç” Ukrayna hakkındaki tutumlarını yayınlayan, insanların dikkatini iç sorunlardan dış çatışmalara kaydırmaya ve uluslar arasındaki nefreti körüklemeye çalışan bir TV propagandacısıdır. Onun tavırları küstahça, ancak birçok insan bundan gerçekten hoşlanıyor, böyle insanlarla tanıştım.
IB: Kampanya nasıl organize edildi? RFKP’ye ne kadar bağlıydı?
ML: Şaşırtıcı bir şekilde, ne olursa olsun RFKP’nin sıkı bir politik kontrolü yoktu, programımızı partiye danışmadan kendimiz yazdık. RFKP, toplam kampanya bütçemizin yüzde 15’inden daha azını sağladı. Adaylara nasıl kampanya yürüteceklerinin öğretildiği eğitimler, toplantılar düzenledi. Sözgelimi bize kitle fonlamasına girmememiz söylendi; insanlar zaten bize para vermezdi ve bu sorunlara neden olabilirdi. Ancak bu tavsiyeyi dikkate almadık ve kampanya sırasında yaklaşık 6 milyon ruble (80.000 dolardan fazla) topladık.
Birleşik Rusya’nın veya liberal muhalefetin harcadıkları ile karşılaştırıldığında, bu hiç de fazla sayılmaz. Bununla beraber, politik motivasyon önemli bir rol oynadı, eylemcilerin çoğu sosyalist görüşlere bağlıydı ve herkes Birleşik Rusya’yı gerçekten yenebileceğimizi umut ediyordu. Bu nedenle seçim bölgesinin farklı bölgelerinde çeşitli bölümlere ayrılan kampanyamıza yaklaşık iki yüz eylemci katıldı.
IB: Seçim programınızdan bahsedin…
ML: Ana sloganımız şuydu: “Gelecek sadece seçilmiş birkaç kişi için değil, herkes içindir.” Rusya’da tüm politik ve iktisadi kaynaklara el koyan ve geleceğini yalnızca kendileri için inşa eden bir avuç insan var. Gelirin, politik gücün herkes lehine yeniden dağıtılmasını istiyoruz. Bu merkez eksen etrafında, seçim bölgesinin ve ülkenin genel sorunlarına ilişkin ayrıntılı talepler ortaya koyduk. Önemli noktalar arasında Moskova’nın vahşi ticari gelişimine karşı mücadele, zorunlu çöp geri dönüşümü, okulların ve hastanelerin kapatılmasına karşı çıkma ve elbette işçi hakları ve güçlü sendikalara duyulan ihtiyaç yer alıyor.
Bu gündemle seçmene gittik ve görünüşe göre çeşitli sorunlarla şevkle uğraşan, herkesi ikna etmeye, kaynak toplamaya, örgütlenmeye çalışan bir aday ve ekibine de iyi bir imaj kazandırdık. Ekip, çeşitli görevlerle coşkuyla ilgilendi, herkesi ikna etmeye, fon bulmaya, kendilerini organize etmeye çalıştı. Bu insanlarda karşılık buldu. Matematikçi bir akademisyen adayın, halka açık kampanyalarda, sendikalardan bahsetmesi, yeşil alanları savunması yankı yarattı.
İnsanlar bunu beğendi, ancak aynı zamanda bir ikilemle karşı karşıya kaldılar: Rusya’da birçok kişi oylamayı yetkililere karşı protesto için bir fırsat olarak görüyor. Onlar için, fikirleri ne olursa olsun bir muhalefet adayının kazanması önemlidir. Çok yoğun kaynaklara sahip liberal adayın benim bölgemdeki kampanyası, pek çok insanın gözlemlemeyi tercih edip son anda karar vermesine yol açtı.
IB: Sonuç ne oldu?
ML: Birleşik Rusya adayını oyların üçte birinden fazlasını alarak yendik. Söz konusu aday çok pahalı bir kampanya yürüttü, afişleri her yerdeydi ve yerel yönetimden tam destek aldı. Buna karşın onu kolayca yendik. Ancak ertesi sabah açıklanan elektronik oylama sonuçlarıyla durum tersine döndü.
IB: Sayısal olarak sandıklardan ne kadar, elektronik oylamadan ne kadar aldınız?
ML: Ben sandıktan kırk altı bin, elektronik oylamadan yirmi bin oy aldım, TV propagandacısı Popov sandıkta otuz dört ila otuz beş bin ve elektronik oylama ile kırk beş ila kırk altı bin oy aldı. Ancak elektronik oylamanın sonuçlarına inanmıyoruz: Yetkililerin çıkarlarına doğrultusunda hile yapılmıştı.
IB: Alexei Navalny’nin destekçileri tarafından önerilen Putin karşıtı taktiksel bir oy olan “Akıllı Oylama” tarafından desteklendiniz. Bu strateji hakkında genel olarak ne düşünüyorsunuz? Navalny’nin kendisi hakkında ne düşünüyorsunuz?
ML: Akıllı oylama büyük Rus kentlerinde iyi çalışan bir araçtır. Stratejiyi, Birleşik Rusya’yı yenme olasılığı en yüksek olan muhalefet adayına oy verme diye özetlemek mümkündür. Muhalefetin seçmenleri, görüşleri ne olursa olsun bu adaya oy vermeye teşvik edilir. Navalny ile aramızda büyük ideolojik farklılıklar var, elbette ben radikal soldayım. Navalny sağdaydı, ancak son yıllarda yönünü değiştirdi, bu da medyada çok fazla etkisi olduğu için memnuniyetle karşılanıyor.
Destekçilerinin asgari ücret, sendikaların övülmesi gibi toplumsal konuları gündeme getirmeye başlaması olumlu etki yaptı. Yine de farklı pozisyonlarda duruyoruz ve üstelik Navalny’nin çevresi Navalny’nin kendisinden daha sağcı. Şu anda cezaevine düşen Navalny’nin bu durumunu gözlemleyebilirsiniz. Önemli olan politik faaliyetlerinden dolayı hapse atılmış olmasıdır. Onunla dürüst bir tartışma çerçevesinde ideolojik pozisyonlarımızı karşı karşıya getirmenin gerekliliğine inanıyorum.
IB: Seçimlerden sonra politik planlarınız neler? Kişisel olarak siz ve Rus solunun, kampanyacılarınız için stratejinin ne olması gerektiğini düşünüyorsunuz?
ML: Şimdilerde kurduğumuz takımı nasıl tutacağımızı düşünüyoruz, çünkü çok önemli bir çap kazanmıştı. Bundan sonra daha zor olacak ama daha fazla eylem talebini görüyoruz. Katılanların büyük başarıları vardı: Bu bir zaferdi ve herkes bunu bir zafer olarak algılıyor. Sadece teoride mümkün görünen şeyi başardık, bu da çok şey yapabileceğimiz anlamına geliyor. Devlet Dumasının kaynaklarına güveniyorduk, bir kampanya yürütmek ve kolektifi Devlet Duması temelinde tutmak istedik. Ancak seçimdeki sahtekârlık nedeniyle işe yaramadı.
IB: Tekrar katılacak mısınız?
ML: Takımda yerel seçimlerde kendini denemek isteyenler var. Bu konuda daha dikkatliyim, çünkü enerji kaybı olabilir. Birkaç seçim bölgesinde belediye seçimlerini kazandığımızda kendimizi nasıl konsolide edebiliriz diye düşünmeliyiz. Ben daha çok enerjimizi üniversitelerde sendikal hareketin ve özyönetimin gelişimine nasıl yönlendirebileceğimizle ilgileniyorum. Seçimler de iyi bir fikir olabilir ancak tek yapmamız gerekenin bu olduğu hissinde değilim. Nihayetinde son seçimi öncelikle insanlara inandığım fikirleri anlatmak için bir fırsat olarak gördüm.
Çeviri: İmdat Freni Tercüme Kolektifi
Bu makale ilk olarak Jakoben’de İngilizce olarak yayınlandı ve Contretemps için Christian Dubucq tarafından çevrildi
[1] 2021 genel seçimlerinde Rusya Federasyonu Komünist Partisi tarafından desteklenen bağımsız solcu.
[2] Moskova’da yaşayan solcu bir siyasi yazardır. Halen Moskova Sanat Dergisi, Openleft.ru ve LeftEast’in yayın kurulu üyesidir.
İlk darbe girişiminden bir ay sonra, Askeri Geçiş Konseyi (AGK) başkanı General Abdulfettah el- Burhan, 25 Ekim’de olağanüstü hâl ilan etti. Sudan’daki devrimci süreci açıkça sona erdirme hedefi ile, geçiş makamlarının feshedildiğini ve bölge valilerinin görevden alındığını bildirdi. Yerel, bölgesel ve uluslararası destekçileri ile AGK, Sudan’ın devrimci sürecine son vermeye çalışıyor.
Topyekûn Baskı
General el-Burhan, darbeye eşdeğer bu önlemlere gerekçe olarak, ekonomik krize, “geçişin seyrini düzenleme” ihtiyacına ve ülkenin “iç savaş” riskinden korunmasına işaret etti. Temmuz 2023’te seçimler yapılana kadar ordunun, tüm siyasi partileri temsil edecek “ehil kişilerden” oluşan yeni bir hükümetin kurulmasını garanti edeceğini de sözlerine ekledi.
Darbenin ilanının ardından askerler, Başbakan Abdullah Hamduk’u, bakanlarının çoğunu ve ordu liderliğindeki Geçiş Konseyi’nin sivil üyelerini gözaltına aldı. Birçok sivil yetkiliyi tutuklamanın yanı sıra, silahlı kuvvetler, darbeye karşı her türlü muhalefeti susturmak amacıyla siyasi şahsiyetleri, aktivistleri ve eylemcileri tutukladı. Medyaya gelince, askerler resmi haber ajansı SUNA’ya ve devlet televizyonuna baskın düzenledi, ve sivil yönetimin destekçisi olan devlet televizyonu müdürünü görevden aldı.
Siviller ve ordu arasındaki gerilim, birkaç aydan beri Egemenlik Konseyi liderliğinin General el-Burhan’dan bir sivile devredilmesi için Abdullah Hamduk hükümeti tarafından belirlenen süre yaklaştıkça artmış idi. Silahlı kuvvetler için geçiş sürecinin sonucu, ülkedeki siyasi ve ekonomik hakimiyetlerini zora sokacaktı. Ordu ve güvenlik güçlerinin generalleri, ülkedeki kilit ekonomik sektörler üzerinde geniş kontrole sahipler ve milyarlarca dolarlık varlığa sahip bir şirketler ağını işletiyorlar. Bu askeri işletmeler, altın ve diğer mineraller, mermer, deri, sığır, akasya zamkı üretimi ve satışı ile uğraşmaktalar. Ayrıca, buğday pazarının yüzde 60’ının kontrolü dahil olmak üzere telekomünikasyon, bankacılık, su temini, müteahhitlik, inşaat, gayrimenkul, havacılık, ulaşım, turistik tesisler pazarında ve ev aletleri, boru, ilaç, deterjan ve tekstil imalatında da yer alıyorlar. Mart 2021’de hükümet ve silahlı kuvvetler arasında ordunun tedrici bir şekilde iktisadi alandan çekilmesi ve askeri şirketlerin sivil devlet yetkililerine devri konusunda bir anlaşmaya varılmıştı, ancak ordunun muhalefeti dolayısıyla bu yönde herhangi bir adım atılmadı.
Hükümet ayrıca eski üst düzey yetkililer tarafından el konulan kamu varlıklarını geri almak için adımlar atmıştı. Daha önce yağmalanmış fonları geri almak için geçiş tüzüğü kapsamında kurulan bir komite, Nisan 2020’de 20 milyon metrekare konut arazisini, bir milyon dönümden fazla tarım arazisini ve düzinelerce işletmeyi eski diktatör Ömer el-Beşir ile yakın bağları olan yetkililerden kamunun eline geri aldığını duyurdu. Ülkenin ordusunun, güvenlik güçlerinin ve milislerinin sahip olduğu devasa kaynaklar ile karşılaştırıldığında bu geri alınan varlıklar çok kısıtlı bir düzeydedir.
Yukarıdakilere ilaveten, birçok sivil lider, General el-Burhan’ın ve diğer askeri, güvenlik ve milis güçlerinin merkezi bir rol oynadığı Beşir devrindeki insan hakları ihlalleri ve büyük çaplı yolsuzluklar hakkında kamuoyu önünde soruşturma çağrısı yapmaktan çekinmedi.
Sivil Kampta Yanlış Stratejiler ve Bölünmeler
Darbe aynı zamanda geçiş konseyi içindeki ana sivil güç olan Özgürlük ve Değişim Güçleri (ÖDG) ittifakının zayıflamaya ve halk sınıflarını ve örgütlerini hayal kırıklığına uğratmaya devam ettiği bir vakitte geldi. ÖDG ittifakı, 2019’dan bu yana artan bölünmeler yaşadı; hatta bazı liderleri darbenin ardından ordu yanlısı kampa katıldı.
ÖDG liderliği, orduyla diyaloga karşı çıkan diğer akımları marjinalleştirdi. Halk hareketinin pek çok kesimi, ÖDG ittifakını gerçek bir demokratik geçişi hızlandırmak ve orduyu siyasi iktidardan uzaklaştırmak yerine silahlı kuvvetlerle bir geçici anlaşma (modus vivendi) arayışında olduğu için eleştirmekte. Bu kesimler ayrıca, ÖDG’nin Geçiş Yasama Konseyinin oluşturulmasını iki yıldan fazla bir süre sonrasına erteleme kararına da karşı çıkmışlardı.
Siyasi ve iktisadi iktidarın kaldıraçları büyük ölçüde askeri ve güvenlik teşkilatı mensuplarının elinde kalmış durumda. Ağustos 2021’de bizzat başbakan, ordu tarafından kontrol edilen şirketlerin yüzde 80’inin Maliye Bakanlığı’nın ve sivil hükümetin “yetki alanı dışında” olduğunu kabul etti. Bu yetki alanı dışında olma durumu, Darfur’da sayısız savaş suçundan ve protestocuların katledilmesinden sorumlu olan Askeri Geçiş Konseyi başkan yardımcısı Muhammed Hamdan Dagalo liderliğindeki paramiliter milislerden oluşan Hızlı Destek Kuvvetleri’nin (HDK) devam eden egemenliğine bir ilave. Dagalo, Darfur’daki güçlü aşiret tabanına ve Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan ile olan sıkı ittifakına dayanarak, kendisine ön plana çıkan bir dış politika rolü atfediyor; ve Sudan’da bazıları tarafından ülkenin fiili diktatörü ve başkanı olarak görülüyor.
Her ikisi de devrimi ezme çabalarında birleşmiş olsalar da, Hızlı Destek Kuvvetleri ile el-Burhan liderliğindeki silahlı kuvvetler arasında da ihtilaf ve rekabet var. HDK da kendi ticari şirketlerini yönetiyor ve bu şirketler de silahlı kuvvetler gibi ekonomik faaliyetlerini genişletmek için geçiş döneminden yararlanmaktalar. Bu iki birimin 450’den fazla özel şirketi olduğu ve ayrıca birliklerinin Yemen ve Libya’da BAE ve Suudi Arabistan tarafından desteklenen güçlerin yanında savaşmak için büyük meblağlarda para aldıkları bildiriliyor.
Benzer şekilde, Özgürlük ve Değişim Güçleri, son iki yılda kötüleşen işçi sınıfının yaşam koşullarını iyileştiremedi. Hamduk hükümeti, Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) talebi üzerine, sübvansiyonlarda kesintiler de dahil olmak üzere, yaşam maliyetini keskin bir şekilde artırarak çalışanlar ve halk sınıfları için büyük ıstıraplara neden olan sert kemer sıkma politikaları uygulamıştı. Enflasyon şu anda yüzde 400 seviyesinde ve nüfusun neredeyse yarısı yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Bölgesel eşitsizlikler de devam ediyor. Örneğin, ülkenin ticari kalbi olan, krizdeki doğu Sudan, Eylül ayında sosyal eşitsizlikleri ve bölgedeki yatırım eksikliğini protesto etmek için ve daha fazla özerklik talebi ile büyük eylemlere sahne oldu. Kızıldeniz, Kassala ve Gadaref eyaletlerini içeren doğu, stratejik bir bölgedir. Mısır, Eritre ve Etiyopya ile komşudur ve ülkenin ana nakliye ve petrol terminallerinin bulunduğu 714 kilometrelik sahil şeridine sahiptir. Ayrıca Sudan’ın altın dağlarına, beş nehrine, üç buçuk milyon hektardan fazla tarım arazisine ev sahipliği yapmaktadır. Tüm bu jeopolitik avantajlara sahip olmasına rağmen, resmi istatistiklere göre yoksulluk oranı hala ulusal ortalamanın üzerinde, yüzde 54’ü aşıyor.
Son olarak, eski diktatör Ömer el-Beşir’in devrilmesinin ardından Sudan’ın dış politikası ordu tarafından yeniden tasarlandı ve bu da ABD ile daha yakın ilişkiler kurulmasını sağladı. Sonuç olarak Washington, Sudan’ı terörist ülkeler listesinden çıkardı ve ülkeye İsrail ile ilişkileri normalleştirmesi için baskı yaptı. Sudan’ın Rusya ile ilişkileri de 2019’da askeri işbirliği anlaşmasının imzalanmasının ardından önemli ölçüde iyileşti. Kasım 2020’de iki ülke, Port Sudan’da yaklaşık 300 Rus birliğine ev sahipliği yapacak yeni bir Rus deniz üssünün inşasına müsaade eden 25 yıllık bir anlaşma imzaladı. Rusya ve ABD’nin desteğiyle, AGK ve HDK, batı Darfur bölgesi, Güney Kordofan ve Mavi Nil merkezli birkaç silahlı grubun koalisyonu olan Sudan Devrimci Cephesi ile bir barış anlaşması yaptı. Sivillerin bu anlaşmalara katılımı sınırlıydı, kısmen çünkü bizzat meseleyi kendi başlarına idare etmek için orduyu terk etmişlerdi.
Aşağıdan Büyük Direniş
Askeri Geçiş Konseyi’nin onlarca eylemciyi öldüren ve yüzlercesini yaralayan vahşi baskısına ve internetin kapatılmasına rağmen, halk sınıfları darbeye aşağıdan büyük bir direnişle yanıt verdi. Örgütler ve sendikalar ülkenin her tarafında büyük mitingler, yürüyüşler ve grevler düzenlediler. Başkent Hartum’da eylemciler, ülkeyi bir sivil itaatsizlik kampanyasıyla felç etmek için caddelere barikatlar kurdular. Çeşitli işçi gruplarını ve sendikalarını, Halk Direniş Komitelerini ve diğer birçok halk örgütünü bir araya getiren Sudan Profesyoneller Birliği (SPB) darbeye karşı bu ayaklanmanın omurgası ve gerçek motorudur. 30 Ekim’de ülke çapında yaklaşık 30 şehirde dört milyona yakın insanı toplayan kitlesel protestoları örgütlemek için bu gruplar birlikte hareket ettiler. İşçiler bankacılığı, ulaşımı, petrol sahalarını ve çoğu kamu kurumunu işlemez kıldıkları grevler tertip etti.
Hareket, darbe rejiminin derhal sona ermesi, iktidarın sivil yönetime devredilmesi ve siyasi mahkumların serbest bırakılması çağrısında bulunuyor. 30 Ekim protestolarının ardından SPD, bir dizi radikal talebe erişmek için seferberlik çağrısında bulundu:
Askeri darbenin alaşağı edilmesi;
Ordu ve güvenlik güçlerindeki generallerin işledikleri suçlardan dolayı yargılanması;
Ordu ve güvenlik güçleri ile müzakere veya ortaklık olmaksızın, radikal değişim ve 2018 Aralık devriminin hedefleri için mücadele eden devrimci güçler tarafından seçilecek bakanlardan oluşan sivil bir hükümete iktidarın devredilmesi;
Milli Güvenlik Teşkilatının tasfiyesi, milislerin dağıtılması, ve halkın ve sınırların korunması doktrinine dayalı, sivil idarenin emri altında profesyonel bir ulusal ordunun oluşturulması;
Tüm güvenlik, askeri ve milis şirketlerinin sivil idareye devredilmesi ve bu kurumların ekonomi ve yatırım faaliyetlerine müdahalelerine son verilmesi;
Sudan halkına düşman olan bölgesel ve uluslararası güçlerin müdahalelerine ve Sudan’daki içişleri ve siyasi sürecin yönetimine yönelik emellerine son vermek.
Direniş Komiteleri de benzer talepleri bildirdi. Sivil müzakerelere ve orduyla ortaklığa son verilmesi, generallerin Sudan halkına karşı işledikleri suçlardan mahkûm edilmesi, ordunun ekonomideki rolüne son verilmesi ve mevcut rejimin dış müdahaleden özgür, yeni ve egemen bir demokrasiyle değiştirilmesi çağrısında bulundular.
Karşı-Devrim ve Devrim Arasında
Askeri Geçiş Konseyi’nin darbesi Mısır, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, İsrail ve daha düşük düzeyde olmakla beraber Rusya tarafından destekleniyor. ABD, diğer Batılı güçler, Afrika Birliği ve uluslararası örgütler diyalog çağrısında bulunuyor ve geçici hükümetin sivil temsilciler ile ordu arasındaki iktidar paylaşımına dair mutabakatına geri dönülmesini tercih ediyorlar.
Halk hareketi, örgütleri ve sendikalar her iki seçeneğe de karşı çıkıyor: hem darbeye hem de geçici hükümetin tahammül edilemez statükosuna herhangi bir geri dönüşe. Buna karşılık, devrimci süreci sürdürmeye, ülkenin halk sınıflarının kurtuluşunu kazanmaya, Sudan toplumunun tamamı üzerinde halka ait demokratik bir egemenlik kurmaya kararlılar.
Askeri Geçiş Konseyi, Özgürlük ve Değişim Güçleri’nin umduğunun aksine iktidarı tedrici bir şekilde asla bırakmayacak. AGK böyle bir geçişe her zaman pervasız bir şiddetle direnecekti, ve bu durum şimdi ülke çapında sergileniyor. Sadece halk hareketinin seferberliği ve öz-örgütlenmesi, Sudan halk sınıflarının darbe rejimini devirmeye yönelik bir karşı-iktidar inşa etmesini mümkün kılabilir.
Sudan’daki devrimci sürecin kaderi hiç kuşku yok ki Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki benzerlerini de etkileyecektir. Alın yazıları, bölgenin kapitalist devletlerine karşı ortak bir mücadeleye bağlanmıştır. Dünyanın her yerindeki Sol, halk örgütleri ve sendikalar, bu mücadelenin yanında ve Sudan’ın darbeye karşı devrimci kalkışmasını durdurmaya yönelik tüm bölgesel ve emperyal müdahalelerin karşısında durmalıdır.
Angela Merkel hükümetinin “büyük koalisyonu”ndaki partiler, yani muhafazakâr CDU/CSU (Hıristiyan Demokrat Birlik/Hıristiyan Toplumsal Birlik) ve SPD (Sosyal Demokrat Parti) seçmenlerin yalnızca dörtte birinin oyunu elde edebildi. CDU/CSU %24.1 ile şimdiye kadarki en kötü oylama sonucunu aldı. SPD, Şansölye adayı Olaf Scholz ile birlikte tekrar yükselmeyi başardı (birkaç hafta önce anketlerde %15’in altına düşmüştü), %25,7 ile ilk sırada yer aldı.
Dolayısıyla seçmenlerin %75’i bir sonraki hükümette kim olursa olsun, lider partiye oy vermiş olmayacak. CDU/CSU’nun SPD’ye kaptırdığı yaklaşık 1,6 milyon oy, 2010 döneminin sert karşı-reformlarını yaratmış olan sosyal demokrat liderler kuşağından ılımlı biri olan Olaf Scholz’un muhafazakâr siyasi profiliyle de oldukça güçlü bir şekilde bağlantılı.
%76’lık bir katılım ve Federal Meclis’te temsil edilmeyecek küçük partilere oy vermiş %8,7’lik bir oranla Alman parlamentosu, seçmenlerin yalnızca üçte birini temsil edecek. Sonuçta ortaya çıkan demokratik meşruiyet kaybı, yıllardır devam eden ve giderek daha da pekişen bir süreci yansıtıyor.
Federal Meclis’teki partilerin en sağında yer alan Almanya için Alternatif (AfD) ise oy kaybederek %10,3’e düştü ve en büyük muhalefet partisi konumunu yitirdi. Ayrıca ciddi iç çekişmeler yaşıyor: üye ve liderlerinin bir kısmı Korona-inkarcılarını desteklemek ve neo-Nazi oluşumlarla birlikte gösteri yapmak isterken, bir diğer kısmı ise resmi burjuva siyaset çevrelerine karşı daha ciddi bir tavır sergiliyor. Yine de bu parti, Doğu Almanya’nın birçok bölgesinde CDU’yu geride bırakan ve hatta en güçlü parti haline gelen zorlu bir düşman olmaya devam ediyor.
İki galip, %14,8 ile şimdiye kadarki en iyi sonucunu elde eden Yeşiller partisi (birkaç hafta önce CDU/CSU’yu geçerek anketlerde en güçlü parti olmuştu) ve %11.5 ile liberal FDP (Hür Demokrat Parti), ki bu oldukça çarpıcı bir sonuç. Yeni bir haber gelene kadar, şimdilik hiç kimse SPD’nin küçük ortağı olarak CDU/CSU ile yeniden bir “büyük koalisyon”a gireceğini düşünmüyor. Önümüzdeki haftalarda (veya aylarda) tartışılacak ve müzakere edilecek olan iki seçenek mevcut: ya SPD’nin Yeşiller ve FDP ile koalisyonu ya da aynı iki partiyle CDU/CSU’nunki, bu nedenle her iki durumda bir sonraki hükümette bu partiler (Yeşiller ve FDP) önemli bir rol oynayacak. Ne türden uzlaşmalara gidilip tavizler verileceğini kestirmek kolay olmasa da (FDP’nin büyük gelir ve servet üzerinde daha fazla vergiye karşı olması ve yeni bir kamu borcunu önlemek istemesi nedeniyle SPD’nin ve Yeşiller’in altyapı, yenilenebilir enerji ve elektronik iletişim alanlarında vaat ettiği yatırımların nasıl finanse edileceğini kestirmek zor), CDU/CSU ve Şansölye adayı Armin Laschet seçimde kaybedenler olarak görüldüğünden, bir “kırmızı-yeşil-sarı” koalisyonu olası görünebilir.
Die Linke yani “Sol Parti”, normalde Federal Meclis’te temsil edilmek için gereken nispi oyların %5’ine bile ulaşamadı ve %4,9’da kaldı. Bununla birlikte, Alman seçim yasası, en az üç yerelde doğrudan yetki alan partilerin nispi temsiline de izin vermektedir ve Die Linke Berlin’de seçim bölgelerinde bunu başardı. Bu çok kötü sonuçla Die Linke, kuruluş döneminde edindiği tüm kredileri tüketmiş görünüyor. 2009’da oyların %11,9’unu almıştı ve bu “iyi bir başlangıç” gibi görünüyordu.
Suçlu kim? Devrimciler ve radikal anti-kapitalist sol, bunu oportünizme, parlamentarizme uyum sağlamaya bağlama eğiliminde (ki bunlar hakikaten var olan sorunlar). Oldukça “normal” bir kapitalizm yanlısı politika uygulayan bölgesel hükümetlere katılımıyla, bu parti artık sermaye egemenliğine karşı bir isyan gücü olarak görülemezdi. Ama bu o kadar basit değil.
Die Linke’e oy vermeye az ya da çok hazır olan insanların çoğu, sosyal ve ekolojik taleplerinin küçük bir bölümünü bile elde etmek için bu partinin hükümete, hatta federal düzeyde bile katılmasını arzulamaya meyillidir. Hatta partinin NATO’ya (gerçekte oldukça platonik düzeyde olan) karşı tutumunu ve Bundeswehr’in [Federal Ordu] herhangi bir uluslararası müdahalesine (bu durum da oldukça pratik, çünkü vekilleri her zaman bu ilkeye göre oy kullanmıştır) karşı olan pozisyonunu biraz fazla radikal buluyorlar.
Bu nedenle, bir reçete bulmak kolay değil. Nasıl daha fazla oy kazanabileceğimizi her zaman bildiğimizi söylemek doğru olmaz. Bazen popüler olmayan şeyleri akıntıya karşı yüksek sesle söylemeniz gerekir. Veya Die Linke’in SPD’ye kaybettiği 600.000 oy örneğini ele alalım. Bu Armin Laschet’in SPD’yi yenmesini engellemek için (ki seçimlerden önceki son günlerde bu mümkün görünüyordu) verilmiş bir “faydalı oy” veya “taktik oy” idi. Bize çok yakın çevrelerde bile bir seçim yapmayı son derece zor bulan insanlar vardı: CDU/CSU’nun kazanma riski de Die Linke’nin %5 bariyerini karşılayamaması tehlikesi de gayet gerçek görünüyordu. Ve daha geniş çevrelerdeki bir eğilim olan “daha az kötü” için “yararlı bir oy” verme tutumuna karşı bir panzehir icat etmek kolay değil.
Bununla birlikte, Die Linke’de ve genel olarak solda, orta vadede, işyerlerinde, mahallelerde, okullarda daha fazla kök salmış, toplumsal hareketlerde daha aktif ve ilham verici, büyük sermayenin ve onun siyasi hizmetkârlarının gücünü kırmak için radikal bir toplumsal değişim perspektifine sahip somut seferberlik ve eylem projelerinin taşıyıcısı olan daha güçlü bir siyasi solu orta vadede nasıl inşa edebileceğimizi konuşmanın vakti geldi.
Çünkü 2025’e kadar bekleyemeyiz! Gelecek hükümetle, sadece iklim felaketiyle mücadeleyi hesaba katarsak bile dört yıl daha kaybetmiş olacağız. Ve kalan zaman penceresi kapanmaya başlıyor. Ya dayanışma ve ekolojik sorumluluk ilkelerinin zaferi ya da gezegende medeni kalan her şeyin sonu, karşımızdaki iki seçenek bu.
Büyük özel emlak şirketlerinin (3.000’in üzerinde konuta sahip olanlarının) elinden apartman dairelerinin alınıp kamulaştırılmasına yönelik halk girişiminin, seçimlerin yapıldığı gün, sahadaki zorlu bir kampanyanın ardından Berlin’deki referandumda %59,1 ile elde ettiği zafer, hangi yoldan yürümemiz gerektiğini gösteriyor.
Manuel Kellner SoZ dergisinin editörü, Die Linke ve ISO üyesi (Uluslararası Sosyalist Örgüt- IV. Enternasyonal Alman Seksiyonu).