İmdat Freni

Enternasyonal

“Önce Amerika” ve Uluslararası İlişkilerdeki Büyük Çalkantı – Gilbert Achcar

MAGA olarak bilinen ABD’li neofaşist hareket tarafından benimsenen “Önce Amerika” mantığı, uluslararası ilişkilerin ekonomik tarihine aşina olmayanlara rasyonel görünebilir. Trump ve yandaşlarına göre Amerika, müttefiklerini ve özellikle bunların arasındaki zengin ülkeleri, yani jeopolitik Batı’yı (bilhassa Avrupa ve Japonya) ve Körfez Arap petrol devletlerini korumak için yüklü miktarda para harcadı. Şimdi onlar için borçlarını ödeme zamanı: Tüm bu ülkeler, ABD’deki yatırımlarını çoğaltarak ve satın alımlarını artırarak borçlarını ödemeli; özellikle de silah alımlarını artırarak (Trump’ın Avrupalıları askeri harcamalarını artırmaları yönünde baskılamasından esas kastettiği budur). Tüm bunlar neofaşist ideolojiyi karakterize eden milliyetçi fanatizmle tutarlı olan ticari mantık içinde doğallığında yer alır (bkz. “Neofaşizm Çağı ve Ayırt Edici Özellikleri).

Bu bakış açısına göre ABD’nin askeri harcamaları – sadece Amerika’nın müttefiklerininkini değil, bir noktada dünyadaki diğer tüm ülkelerin toplam askeri harcamalarına eşit seviyeye ulaşmış – başkalarının yararına büyük bir fedakârlık olmuştur. Aynı mantığa göre ABD’nin ticari dengesindeki büyük açık, diğer ülkelerin ABD’nin iyi niyetini sömürmesinin bir sonucudur ve bu yüzden Trump, ABD’ye ithal ettiğinden fazla ihracat yapan tüm ülkelere gümrük vergileri uygulayarak bu açığı azaltmak istiyor. Bunu yaparak, zenginler ve büyük şirketler lehine uyguladığı vergi indirimleriyle kendisinin neden olduğu federal gelirdeki azalışı da telafi etmeyi hedefliyor.

Ancak tarihsel gerçek, olayların bu basite indirgenmiş tasvirinden çok farklı. Birincisi, II. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’nin askeri harcamaları, o zamandan beri “devamlı savaş ekonomisi”ne dayanan Amerikan kapitalist ekonomisinin belirli dinamiklerinde önemli bir faktördü ve bugün de öyle olmaya devam ediyor (Bu, The New Cold War: The United States, Russia, and China, from Kosovo to Ukraine, UK edition, US edition, 2023 adlı kitabımda ayrıntılı olarak açıklanmıştır). Askeri harcamalar ilk olarak Amerikan ekonomisinin gidişatını düzenlemede ve ikinci olarak teknolojik araştırma ve geliştirmeyi finanse etmede önemli rol oynamıştır ve oynamaya devam etmektedir (Bunun rolü, geleneksel endüstrilerinin göreceli düşüşünden sonra ABD’yi teknolojik açıdan ön sıralara geri getiren bilgi işlem teknolojileri devriminde belirgindi).

İkincisi, ABD’nin Avrupa, Japonya ve Arap Körfez ülkelerine sağladığı askeri koruma, feodal benzeri bir ilişkinin parçasıydı; söz konusu ülkelerin Amerikalı hükümdarın münhasır idaresindeki askeri ağına katılımlarının yanı sıra, onlara aynı zamanda büyük ekonomik ayrıcalıklar sağlıyordu. Hakikat, Trump ve yandaşlarının, ABD’nin müttefikleriyle ilişkisinin müttefiklerin ABD’yi sömürmesine dayandığı şeklindeki tasviriyle tamamen çelişiyor. Gerçek bunun tam tersi. Washington müttefiklerine, bilhassa zengin olanlarına, onları sömürmesine imkân kılan ekonomik bir örüntü dayattı; özellikle doları uluslararası bir para birimi olarak dayatarak; böylece o ülkeler ABD’nin ticari dengesi ve federal bütçesindeki açıkları dolaylı ve dolaysız şekilde finanse etti. ABD ticaret açığının dolarları, çeşitli ülkelerin muhtelif dolar kaynaklarıyla birlikte, daima Amerikan ekonomisine geri döndü; bazıları doğrudan ABD hazinesini finanse etti.

Böylece ABD kendi imkânlarının çok ötesinde yaşadı ve yaşamaya devam ediyor. Bu gerçek geçen yıl bir trilyon dolara yaklaşan ticaret açığının büyüklüğünde ve GSYİH’sinin %125’ine denk gelen 36 trilyon doları aşan muazzam borcunun büyüklüğünde açıkça görülüyor. Amerika Birleşik Devletleri, zengin alacaklıların aleyhine, birincisinin ikincisine egemen olduğu bir ilişkide yaşayan büyük ve güçlü bir borçlunun nihai timsalidir.

Ukrayna konusunda bile, Amerika Birleşik Devletleri’nin bu ülkeye şimdiye dek verdiği 125 milyar dolar (Trump’ın ABD’nin 500 milyar dolar harcadığını iddia ettiği hayali rakamlardan çok uzak bir meblağ) Avrupa Birliği’nin tek başına sağladığı miktara eşdeğerdir (AB’nin GSYİH’si ABD’nin yaklaşık %30 altında olmasına rağmen); Britanya, Kanada ve ABD’nin diğer geleneksel müttefiklerinin katkılarını saymıyorum. Aslında, Amerika Birleşik Devletleri’nin Ukrayna savaş hamlesini finanse etmek için harcadığı para, Rusya’yı emperyalist bir rakip olarak zayıflatma politikasına hizmet etmiştir. Washington, Rusya’da neofaşist dönüşümü kolaylaştırıp Moskova’nın komşusunu işgal etmesine yol açan koşulları yaratmaktan birincil derecede sorumludur. Soğuk Savaş sonrası Avrupa ve Japonya’nın Amerikan hegemonyasına itaatini konsolide etmek için Rusya ve Çin’e karşı düşmanlığı kasıtlı olarak körüklemiştir.

Ancak Trump ve yandaşları, ABD’nin önceki yönetimlerinin Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmeye sürükleyen durumu yaratmadaki sorumluluğunu kabul ederken, bunu ikiyüzlüce iddia ettikleri gibi barışa olan aşklarından dolayı yapmıyorlar (Filistin konusundaki tutumları ikiyüzlülüklerinin en iyi delilidir); daha ziyade artık eskisi gibi Rusya’yı rakip emperyalist bir devlet olarak görmeyip – Washington’ın 1990’lardan beri Sovyetler Birliği’nin çöküşüne ve Rusya’nın küresel kapitalist sistemin kucağına geri dönmesine rağmen giderek daha fazla benimsediği bir yaklaşım – Putin’i neofaşizmdeki ortakları olarak görmelerine doğru bir geçiş bağlamında yapıyorlar bunu; onunla Avrupa ve dünyadaki aşırı sağı güçlendirmek için işbirliği yapmanın yanı sıra Rusya’nın geniş pazarından ve büyük doğal kaynaklarından faydalanmak da istiyorlar. Avrupa’nın liberal hükümetlerinde ideolojik bir hasım ve ekonomik bir rakip görürken, Rusya’da ekonomik olarak onlarla rekabet edemeyen ideolojik bir müttefik buluyorlar.

Öte yandan Trump ve yandaşlarının gözünde Çin en büyük siyasi hasım ve ekonomik ile teknolojik rakiptir. Joe Biden da aynı politikayı izleyerek, Çin’e karşı düşmanlık konusunda Trump’ın birinci ve ikinci dönemleri arasında bir süreklilik sağladı. Trump ekibi, tıpkı Çin’in 1970’lerde Sovyetler Birliği’nden uzaklaşıp Amerika Birleşik Devletleri’yle ittifak kurması gibi, Moskova’yı Pekin’den ayırmayı ümit ediyor olabilir. Ancak Putin, ABD’li neo-faşistlerin iktidarda kalıcılığından emin olmadığı sürece bu yolu seçme riskini almayacaktır.Şimdi büyük soru, Avrupalı liberal eksenin Amerikan vesayetinden kurtulma yolunu seçmeye hazır olup olmadığıdır çünkü bu, Avrupa’yı Çin’e düşmanlıkta Washington’un arkasında hizalanmaya son verip Pekin ile ilişkilerini güçlendirmeyi şart koşacak. Bu, Avrupa ülkelerinin uluslararası hukuk çerçevesinde çalışmaya hazır olmalarını ve Birleşmiş Milletler ile diğer uluslararası kurumların rolünü güçlendirmeye katkıda bulunmaya hazır olmalarını gerektirir; bunlar Pekin’in ısrarla talep ettiği iki şeydir.

Avrupa’nın bu konudaki ekonomik çıkarları açıktır. Bilhassa Çin ile yakın ilişkileri olan Avrupa’nın en büyük ekonomisine sahip Almanya’nın çıkarları özellikle açıktır. İronik olan şu ki, Çin artık küresel ticaret özgürlüğünü Trump ve yandaşlarının benimsediği ticari yaklaşıma karşı savunmak ve çevre politikalarını çeşitli neo-faşist tiplerini karakterize eden iklim değişikliği inkarına karşı savunmak için Avrupalılarla güçlerini birleştiriyor. Göreve gelen Alman Başbakanı Friedrich Merz’in Washington’ı eleştirip Avrupa’nın Amerika Birleşik Devletleri’nden bağımsızlığına çağrıda bulunarak ifade ettiği keskin tutumu, bu yolu izleme yönünde sahici bir girişime yol açarsa, özellikle de Fransa’nın tutumu aynı yöne meyilli olduğundan, Avrupa Birliği’nin Çin’e karşı tutumuna pekala yansıyabilir.T

üm bu meseleler, Atlantik liberal sisteminin ölümünü ve dünyanın hala başlangıcında olduğumuz fırtınalı bir kartları yeniden karma evresine girdiğini teyit ediyor. Gelecek yıl düzenlenecek olan ABD Kongre seçimleri, Amerikan kurumları üzerindeki neofaşist hakimiyeti güçlendirmekle veya zayıflatmakla sonuçlandığına bağlı olarak, bu süreci ilerletmede veya gemlemede önemli bir rol oynayacak. Bu arada Amerikan neofaşist hareketi, çeşitli ülkelerdeki emsallerini taklit ederek, seçim demokrasisini kademeli olarak baltalamaya ve Amerikan devlet kurumlarına el atarak üzerlerindeki kontrolünü sürdürmeye çalışmaya başladı.

Bu yazı 4 Mart 2025’te Al-Quds Al-Arabi gazetesinde yayımlandı.

Lübnanlı sosyalist bir akademisyen ve yazar olan Gilbert Achcar, Londra Üniversitesi Doğu ve Afrika Çalışmaları Okulu’nda Kalkınma Çalışmaları ve Uluslararası İlişkiler profesörüdür.

Çeviren: Tamer Bakar

Çeviri Kaynağı: İlke TV

Gilbert Achcar yazdı: ‘Önce Amerika’ ve uluslararası ilişkilerdeki büyük çalkantı

Yunanistan: Kitle Hareketi Yeniden Rayına Oturdu! – Manos Skoufoglou

28 Şubat 2025 Yunanistan için tarihi bir gündü. Genel grev, Yunan devletinin tarihinde değilse bile, 1974 askeri cuntanın düşüşünden bu yana ortaya koyulan en büyük seferberliği temsil ediyordu. Arjantin, Güney Kore ve Avustralya’ya kadar düzinelercesi yurtdışında olmak üzere 260’tan fazla şehirde eşi benzeri görülmemiş mitingler düzenlendi.

2023 yılında, bir yolcu treni ile bir yük treni arasında meydana gelen büyük bir kazada 11 işçi ve çoğunluğu gençlerden oluşan 46 yolcu hayatını kaybetti. Bu kaza, Yunan hükümetlerinin, IMF’nin ve AB’nin ekonomik uyum programları tarafından dikte edilen özelleştirme ve elden çıkarma politikalarının bir parçası olarak ulusal demiryolu şirketinin İtalyan Ferrovie di Stato Italiano‘ya satılmasının ardından hızlanan uzun bir kötüye gidiş sürecinin sonucuydu.   O dönemde de büyük gösteriler ve iki büyük genel grev organize edildi. Ancak, Komünist Parti de dahil olmak üzere sendika bürokrasisi daha fazla grev çağrısı yapmayı reddetti ve kitle hareketi geri çekildi.

Birkaç ay sonra sağcı hükümet yüzde 41 gibi çarpıcı bir oy oranıyla yeniden seçildi ve bu sonuç solun geniş kesimlerinde hayal kırıklığı yarattı. Bu kesimler öfkenin sonuçlarının toplumsal bilince yansıması için henüz çok erken olduğunu göremedi ancak tohum ekilmişti.   Kısa bir süre önce, şirketi ve devlet yetkililerini ifşa edebilecek kanıtların fiziksel olarak gömülmesi de dahil olmak üzere açık bir örtbas vakası ortaya çıktı. 26 Ocak’ta, kurbanların ailelerinin kurduğu dernek tarafından yapılan bir miting çağrısı Yunanistan’da ve yurtdışında 200’den fazla şehirde binlerce kişinin ilgisini çekti. Bu durum gündemi değiştirdi.

Kamu sektörü çalışanlarının Ulusal Konfederasyonu ve özel sektörün radikal birincil ya da ikinci düzey sendikaları kazanın yıldönümünde grev çağrısında bulundu. İlk başta Ulusal Özel Sektör İşçileri Konfederasyonu bürokrasisi bu çağrıya katılmayı reddetti. Ancak aşağıdan gelen baskı kısa sürede karşı konulamaz hale geldi. Kararlarını değiştirmek zorunda kaldılar ve 28 Şubat genel grev günü oldu.

Hükümetin küstah tavrı katılımı ateşledi

Greve giderken katılımın olağanüstü olacağı belliydi. Hükümetin üst kademelerinden gelen küstah ve saygısız açıklamalar durumu daha da ateşledi ve yanardağ patladı. Neredeyse hiç kimse işe gitmedi ve neredeyse hiçbir şey çalışmadı.  Her şehirde gösterilere katılımın toplam nüfusun yüzde 25 ila yüzde 40’ı arasında olduğu ve protestocular arasında çok büyük oranda gençlerin bulunduğu belirtiliyor.   Atina’da yoğun polis baskısı kalabalığı saatlerce dağıtmakta başarılı olamadı.  

Çok geniş, küçük burjuva katmanları demokratik adalet talepleriyle harekete geçirildi. Ancak, asıl önemli rolü oynayan işçi sınıfı oldu. Ülkedeki demiryollarının perişan durumu göz önüne alındığında, trenle seyahat edenler çoğunlukla işçi sınıfı ve üniversite öğrencileri olduğu için, kurbanların çoğu işçi sınıfına mensuptu. İşçi sınıfının gelirindeki erozyona karşı biriken öfke patlamayı daha da körükledi.  

Başlangıçta örgütlü işçilerle yakınlaşmak için çok çalışılması gereken Indignados hareketinin aksine, sendikalar, kazada çocuklarını kaybeden ailelerin kurduğu dernek ile birlikte örgütleyiciydi. Bu durum, başından beri grev talep eden tren makinistleri sendikasının aksine, tamamen hükümet tarafından kontrol edilen ulusal demiryolu işçileri sendikasının hain rolüne rağmen gerçekleşti.  

Son birkaç gün içinde Mitsotakis hükümeti çizgisini değiştirdi. Grevi, “muhalefet tarafından istismar edilmemesi gereken bir ulusal yas günü” olarak gösteriyorlardı. Ancak oyunu değiştirmek için artık çok geçti.   Hükümet sadece güvenilir bir muhalefetin olmaması nedeniyle bir arada kaldı. Ancak ikinci bir greve dayanması çok zor olacak.  

Demiryolunu satan SYRIZA hükümeti inandırıcılıktan yoksun

Aşırı sağdan sola tüm muhalefet, en azından sözde, hareketi destekliyor. Ancak aşırı sağ, hükümetin krizinden faydalanmasına rağmen, eylemlerde aktif bir rol oynayamıyor. Ocak ayında, mitingden önce birkaç aşırı sağcı pankart ortaya çıkmış, ancak miting başlar başlamaz ortadan kaybolmuştu. Grevde ise aşırı sağ hiç yoktu, tabii aralara gizlenmiş şekilde değilse. Birkaç olayda, kalabalık arasında tespit edilen faşistler, aktivistlerin saldırısına uğradı. Yalnızca kitlesel hareketin bir yenilgisi, aşırı sağa bu öfkeyi gerici bir yöne saptırma fırsatı verebilir. Bu nedenle mitingde görülebilen solun pankartları ve bayraklarıydı. Ancak şu da bir gerçek ki hiçbir parlamenter, merkez sol ya da reformist parti yeterli değildi.  

SYRIZA inandırıcılıktan yoksun çünkü demiryolunu satan aslında SYRIZA hükümeti. PASOK’un sosyal-demokratları son yıllarda biraz toparlandılar, ancak hareketten karlı çıktıkları söylenemez. Ayrıca Yunanistan krizindeki her bir kemer sıkma anlaşmasına oy veren tek parti.   SYRIZA’dan ayrılan Konstantopoulou’nun popülist partisi kamuoyu yoklamalarında güç kazanıyor ancak sendikalarda ve kitle hareketinde hiçbir gücü yok. KP’nin önemli güçleri var ama hükümetin istifası (PASOK tarafından bile dile getiriliyor) ya da demiryollarının kamulaştırılması gibi radikal talepleri desteklemeyi reddediyor.  

Hiçbir parti gerçek anlamda muhalefete liderlik etmiyor. Siyasi sistemin krizin ilk yıllarını andıran mevcut parçalanmışlığı yeni fırsatlar barındırıyor.   Bağımsız antikapitalist ve devrimci örgütler, kısıtlı ama mevcut güçleriyle önemli bir rol oynadılar. Sendikalar üzerindeki baskıya katkıda bulundular. Mitingin ön saflarında, sahnenin önünde iyi bir şekilde konumlandılar. Devam edilmesi gerektiği konusunda ısrarcı oldular. Eylemlerin geniş çoğulculuğu karşısında sekter bir duruştan kaçınırken, kitle hareketine daha radikal bir yönelim önermeye, sınıfsal doğasının altını çizmeye ve öz örgütlenmesi için araçlar sağlamaya çalışan bağımsız bir bakış açısını sürdürüyorlar.  

Bununla birlikte, bu rolü oynamak ve reformistlerin liderliğine itiraz etmek, kendi sınırlamalarımızın, programatik olgunlaşmamışlıklarımızın, tereddütlerimizin veya rutinlerimizin üstesinden gelmeyi gerektiriyor. Yeni kilometre taşlarına ihtiyacımız var. Bunlardan ilki, sendikaları ve kitleleri harekete geçirerek 2023’te zaten bu rolü oynamış olan kadınlar günüdür. Ardından yeni bir genel greve ihtiyacımız var. Geçmişteki benzer deneyimlere dayanarak, mahallelerde yerel halk meclislerine ve işyerlerinde işçilerin birleşik cephe komitelerine ihtiyacımız var. Hareketin net talepleri desteklemesine ihtiyacımız var: Hükümetin düşürülmesi, demiryollarının işçilerin kontrolü altında kamulaştırılması, güvenli kamu ve ucuz ulaşım, özelleştirmelerin durdurulması.

Ve son olarak, bu kez kurumsallaşmış bir soldan müteşekkil bir hükümet beklentisinin ötesine geçecek bir yönelime ihtiyacımız var, aksi takdirde bir kez daha kitlesel bir hayal kırıklığıyla karşı karşıya kalacağız.

Manos Skoufoglou, OKDE Spartakos Merkez Komitesi ve ANTARSYA Merkez Koordinasyon Komitesi üyesi.   

Bu yazı 7 Mart 2025 tarihinde okde.org’ta, 12 Mart 2025 tarihinde www.internationalviewpoint.org’ta yayınlanmıştır. Ara başlıklar İmdat Freni tarafından eklenmiştir.   Çeviri: İmdat Freni

Oligarksız ve İşgalsiz Bir Ukrayna İçin! – Sotsіalnyi Rukh/Ukrayna Toplumsal Hareketi

Yeni seçilen ABD Başkanının talancı politikaları, Ukraynalılar için kalıcı barışı imkânsız hale getirmektedir. Ukrayna’nın Amerikan sermayesinin çıkarlarına hizmet etmek üzere tasarlanan maden çıkarma anlaşmasını imzalamayı reddetmesi, ülkenin sömürgelere özgü bir bağımlılık halinden kaçınma kararlılığının göstergesidir. Bu kararlılık, Ukrayna’yla Avrupa, Asya ve dünyanın diğer ülkeleri arasında, emperyalist tahakküme karşı direnişi bayraklaştıran daha eşitlikçi bir ilişki arayışına kapı aralamaktadır. Ancak halihazırdaki durum devam ederse Ukrayna, ABD’den gelen askeri yardımın kısa süre içinde kısılması, hatta tamamen durdurulması riskiyle karşı karşıyadır. Söz konusu yardım asla vaktinde ve yeterli miktarda ulaşmadı. Yine de sona ermesi derinden hissedilecektir. Ukrayna devleti işgal altındaki topraklarını kurtarana veya saldırganın kati bozgununa dek askeri çabalarını sürdürmeye kararlıysa, buna uygun yöntemleri uygulamak zorundadır.

Bize göre Ukrayna’nın savunması, kamulaştırma ve piyasa odaklı ekonomik düzenlemelerin terk edilmesiyle sağlanacak yeterli düzeyde sermayeyi harekete geçirmeyi içeren bir “savaş sosyalizmi” politikasını benimseyerek güçlendirilebilir. Servetin yeni baştan dağıtılmasıyla birleşen böylesi bir politika, Ukrayna halkının en yoksul kesimlerinin orantısız biçimde omuzladığı savaşın yükünü azaltacaktır. Avrupa toplumu Trump’ın açıklamalarına savunma bütçelerini genişleterek ve Ukrayna’ya askeri yardımı arttırarak yanıt verdi bile. Geniş ölçekli işgalden beri hükümet, savunma kapasitesini artırma, Batı menşeili üretimi yerelleştirme, misilleme programlarını canlandırma ve insansız hava aracı sayısını artırma yolunda kayda değer adımlar attı. Yine de Ukrayna’nın elinde hala, harekete geçmeyi bekleyen azımsanamayacak bir potansiyel bulunmaktadır. Ukrayna Toplumsal Hareketi (Sotsialnyi Rukh) uzun süredir bu önlemlerin gerekliliğini vurguluyordu. Ancak şimdi bu önlemler Ukrayna’nın savunma kapasitesi bakımından kritik öneme ulaşmıştır.

Kaynakların etkin bir şekilde seferber edilmesinin önündeki en büyük engel, vurgunculuğu teşvik eden, toplumsal servetin şahıslar elinde toplanmasına imkan tanıyan, özel mülkiyeti hemen her şeyin üstünde gören neoliberal politikalardır. Ukrayna kentleri işgal altında kaldığı, Rus saldırgan taarruz kapasitesini koruduğu müddetçe, ekonominin tüm sektörleri elbirliğiyle iş görmeli, savunma çabalarına katkıyı en üst düzeye çıkarmalıdır. Devlet bütçesini takviye etmek için, özel sermaye giderek artan oranda vergilendirmeye tabi tutulurken, mali sermaye devlet elinde toplanmalı ve savunma sanayiine yönlendirilmelidir. Savunmanın güçlendirilmesi, sosyal alanda yürütülecek büyük ölçekli yatırımlardan ayrı düşünülemez. Bilhassa hayati altyapı sektörlerinde yeni iş alanları yaratılmalı, daha fazla kadının işgücüne katılımını sağlamak için çocuk bakım sektörü güçlendirilmeli, sağlık, geçici barınma ve rehabilitasyon alanlarındaki sosyal hizmetlere erişim kolaylığı sağlanmalıdır. Bu önlemler yurt dışındaki Ukrayna vatandaşlarının dönüşünü de kolaylaştıracaktır. İlaveten, bilhassa 2022’den bu yana Ukrayna’yı savunanlar başta olmak üzere, askeri hizmet sunan kesimlerin sosyal güvencelerinin ileri bir aşamaya taşınması önemlidir.

Ukrayna’nın durumunun benzersizliği, tam teşekküllü savaşın oligarşik kapitalizmin sökülüp atılmasını her zamankinden daha fazla mümkün kılması ve bu tasfiyenin halk nezdinde her zamankinden daha meşru görülmesi gerçeğine dayanmaktadır. İlk olarak, Ukrayna’nın direncini artıran (demiryolları, posta hizmetleri, sağlık, eğitim ve bankacılık) gibi alanlardaki temel kamu hizmetlerinin hatırı sayılır bölümü zaten devlet işletmelerince sağlanmaktadır. İkinci olarak, çok sayıda işletme (özellikle Rus oligarklarla bağlantılı olanları) kamulaştırılmış ve bütçe yoluyla yeniden dağıtılan GSYH payı artmıştır. Üçüncü olarak, Ukraynalı oligarklar, kontrol araçlarının ve servetlerinin bir kısmını çoktan yitirmiş, giderek artan bir şekilde devlet gücünün etkisine boyun eğmişlerdir.

  • Doğal kaynakların ve toprağın kullanımında mülk sahipleri ve kamu yararının çıkarı, bu kaynakların ve toprağın denetimine bağlıdır. Milli servetin denetiminde şeffaflık, söz konusu kaynakları alelacele ticarileştirmek için değil, genel refahın mümkün olduğunca artırılması için bir temel sunduğu ölçüde gereklidir. İşte bu, halkı vatanları ve toplumsal beklentileri için daha etkin bir mücadeleye motive edecektir.
  • Ekonominin stratejik sektörlerinde yer alan girişimlerde devlet kontrolü sağlanmalı, bilhassa ön saflarda yer alan sektörlerin gereksinimlerini karşılamak için seri üretim tesisleri oluşturulmalıdır. Sanayi, istikrarsız piyasa koşullarını gözetmeyi bırakmalı, savunma faaliyetinin gereklilikleri üzerinden iş görmelidir. Kritik önemdeki altyapı unsurları devlet mülkiyetine yeniden kazandırılmalıdır. Temel mallara erişim, oligarkları besleyen, kamu çıkarlarını tekelcilerin cebine akıtan bir hortum vazifesi görmemelidir. DTEK’in Rinat Akhmetov’un ya da bölgesel enerji firmalarının Vadym Novynskyi’nin elinde bulunması, devletin oligarklara bir lütfudur.
  • Yağmacı özelleştirmenin sonuçları yeniden gözden geçirilmelidir. Çok düşük bir bedel karşılığında satın alınan işletmeler devlete iade edilmeli ya da satın alma fiyatı ile gerçek değeri arasındaki fark karşılanmalıdır. Her şeyden önce, devlet denetimindeki madencilik, makine imalatı ve kimya sanayileri savunma güvenliği bakımından özel önem taşımaktadır. Bağışlarla yetinmeye son- bırakın bedeli oligarşi ödesin.
  • Kıbrıs, Virjin Adaları ve diğer offshore yargı alanlarıyla yapılmış tüm çifte vergilendirmeyi önleme anlaşmaları iptal edilmelidir. Ukrayna’nın altyapısı, doğal kaynakları, altyapısı ve işgücü kullanarak yaratılan değer burada, sadece burada vergilendirilmelidir.
  • Artan oranlı vergilendirme ve lüks vergisi getirilmelidir. Ülke savunması Ukraynalı köylülerin, işçilerin ve küçük işyeri sahiplerinin kahramanlıklarına ve fedakarlıklarına dayanmaktadır. Ülkeyi savunmak için en zenginler de, savaştan önce sahip oldukları nüfuzla orantılı biçimde servetlerinden fedakarlık etmelidir- en yüksek vergi düzeyi, gelirin % 90’ına dek ulaşmalıdır. Mali aktivizm olmazsa, Ukrayna aşılamaz bir borç tuzağına düşecektir (2025 yılına dek dış borç GSYH’nin %100’üne ulaşabilir).
  • İşletmelerde, iç denetimin ve özörgütlü bir toplum biçiminin etkin bir aracı olan işçi denetimi uygulanmalıdır. Savaşın ilk günlerinden beri ülkede fonların istismarından kaynaklanan yolsuzluk skandalları yaşanmaktadır. Sendikalar ve işçi konseylerinin sürekli denetimi, liderlik konumundakilerin faaliyetlerini şeffaf kılmanın ve yolsuzluğun önüne geçmenin anahtarıdır. Tek tek insanlara rüşvet vermek mümkün olabilir ancak tüm bir kolektife rüşvet vermek olanaksızdır.  Sendikalara etkin denetim yetkisi verilmesi, hakiki bir emek hareketinin gelişmesi için teşvik edici bir unsur olacaktır.
  • Eğitim ve bilimin finansmanına düşük bir pay ayıran eski uygulama bir kenara bırakılmalıdır. Modern savaşın yüksek teknolojiye bağlı doğası, mühendislerin ve vasıflı işçilerin rolünü en az askerlerinki denli önemli kılmaktadır. Ukrayna nüfusunun yaygın teknik okuryazarlığı savaş alanında bize avantaj sağlayan çok sayıda modern teknik aracın tasarımını, üretimini ve ustalığını mümkün kılmıştır. Artık geçmişin eğitim birikimine bel bağlayamayız. Dün de eğitim ve bilim alanında önemli yatırımlara ihtiyaç vardı. Kamu sektöründe gelişme sağlanmazsa, Ukrayna yoğun dış göç dalgası ve bir demografik krizle karşılaşacaktır. Bu yatırımlar nüfus kaybını dengeleyecektir.
  • İhracatta devlet tekeli kurulmalıdır. 2024 yılında tarım ürünleri ihracatı rekor seviyeye ulaştı; 24,5 milyar dolar. Ancak kârlar bazı şahısların ceplerini doldurmaya devam ediyor.
  • Rus varlıklarının akıbeti konusunda Avrupa ile ilişkilerin yeniden düzenlenmesi gerekmektedir. Kendisini oligarşik artıkların etkisinden arındırmış bir Ukrayna, Ukraynalıların ihtiyaçları için kullanabileceği dondurulmuş Rus varlıklarının ülkeye transferi için Avrupa’yla esaslı bir tartışma yürütecek ve yozlaşmanın verdiği zararları telafi edebilecektir. Şu anda yaklaşık 200 milyar dolarlık Rus-menşeili varlık Avrupa ülkelerinde tutuluyor.
  • Askeri personelin sosyal itibarının arttırılması gerekmektedir. Bütçenin tazelenmesi, yeniden hizmete dönmek isteyen gaziler için adil bir maddi telafi bedeli ödemeye imkan sağlayacaktır. Seferber edilen işçilerin ortalama ücretlerinin iyileştirilmesi, Ukrayna Silahlı Kuvvetleri’nin ihtiyaç duyduğu personel potansiyelini yakalaması bakımından elzemdir.

  Ülke yönetimi, büyük şirketler ve onların etki ajanları arasında bir kopuş yaşanmaksızın bu adımların atılması imkansızdır. Yukarıdaki önlemlerin sadece bir kısmının hayata geçirilmesi bile kamuoyunda hükümete duyulan güveni artıracaktır. Ukrayna’nın güvenliğinin gerçek garantisi içeride toplumsal bağların güçlendirilmesidir. Öte yandan, savunma çıkarlarını piyasa çıkarlarına yeğ tutma isteğimizi açıkça gösterene dek diğer ülkeler bize yardım etmeyecektir. Bağımsızlığının otuz dördüncü yılında Ukrayna oligarklar ve kapitalistler olmaksızın yaşamayı öğrenmek zorundadır. Ukrayna hala önemli finansal, endüstriyel ve insani kaynaklara sahip olsa da, bu kaynakları toplumsallaştırmayı başaramaması büyük bir hata olacaktır. Şimdi Ukrayna hükümetinin önünde eşsiz bir pratik fırsatı bulunuyor. Ülke mi feda edilecek yoksa oligarklar mı? Zengin ve yoksul arasındaki uçurumu derinleştiren neoliberal kaosa bir son vermeyi başarırsak, halkı bir araya getirebilirsek, küresel ölçekte küresel önemde birleştirici bir güç haline gelebiliriz. Ekonomiyi sosyal yönelimli ilkeler üzerine yeniden inşa edersek mücadelenin sancılarına dayanacak ve yeniden yapılanma için sağlam bir temel atacağız! Refah ve savunma için oligarklardan milyonlarına el koyalım! Oligarksız ve işgalcisiz bir Ukrayna için!   3 Mart 2025

Sotsіalnyi Rukh-Ukrayna Toplumsal Hareketi 2015 yılında kurulan bir siyasal partidir. Bakınız: SOTSIALNYI RUKH’: WHO WE ARE?

  Kaynak: International Viewpoint

Çeviri: İmdat Freni

Gazze, Holokost ve Geçmişle Hesaplaşma – Enzo Traverso’yla Söyleşi

Söyleşi: ELIAS FEROZ

1980’lerde Alman kurumları ülkelerinin geçmişiyle ciddi bir şekilde yüzleşmeye başladı. Tarihçi Enzo Traverso’ya göre Almanya’nın Gazze’nin yıkımına verdiği tepkiler, doğru dersleri çıkarmada başarısız olduğunu gösteriyor. Filistin’deki savaş elli ayı aşkın bir sürenin ardından nihayet en azından ilk kez bir duraksamaya yaşadı- umarız bunu önümüzdeki aylarda kalıcı bir ateşkes izler. Gazze’deki yıkım eşi benzeri görülmemiş boyutlarda: Guardian‘ın yakın tarihli bir raporuna göre, yaklaşık 50,000 Gazzeli – nüfusun yaklaşık yüzde 2’si – öldürüldü, 100,00’den fazlası yaralandı ve birçoğu ağır yaralanmalara maruz kaldı. Gazze Şeridi’ndeki nüfusun yaklaşık yüzde 90’ı yerinden edildi ve binaların yaklaşık üçte ikisi hasar gördüğü ya da yıkıldığı için çoğunun geri dönecek yeri yok. Savaş boyunca İsrail’e kararlı bir şekilde destek verme konusunda özellikle iki ülke öne çıktı:
İsrail’in en eski destekçisi olan ABD ve Almanya. Berlin’deki yönetim, İsrail’i kınamayı ya da en azından askeri desteği kesmeyi reddetmek için, Almanların Holokost’taki tarihi sorumluluğuna dayanan kendine özgü bir Staatsräson’u (“devlet aklı”) gerekçe gösterdi. Buna bir de pek çok güvenilir uluslararası gözlemcinin İsrail’i soykırımla suçlaması eklenince, ülkede ve dünyada milyonlarca kişi Almanya’nın kendi karanlık geçmişiyle hesaplaşmasının sanıldığı kadar kapsamlı ve anlamlı olup olmadığını sorgulamaya başladı. Çağdaş Avrupa tarihçisi Enzo Traverso, savaş, faşizm, soykırım, devrim ve kolektif hafıza gibi kritik temalar üzerine yaptığı araştırmalarla tanınıyor. Son çalışması Gazze Tarihle Yüzleşiyor, Gazze savaşını sömürgecilik mirası ve insani krizlerin bir bileşimi olarak inceliyor. Kitapta ayrıca Holokost hafızasının -özellikle Almanya tarafından- araçsallaştırılmasını eleştiriyor ve hafızanın zulme karşı evrensel bir dersten güncel bir soykırımı meşrulaştırmak için kullanılan bir anlatıya dönüşmesini tartışıyor. Jacobin ile Gazze’deki savaşın başlamasından bu yana Alman devletinin tutumu ve gerçekten evrenselci ve enternasyonalist bir hafıza politikası geliştirmek için ne gibi dersler çıkardığı hakkında konuştu.

ELIAS FEROZ  Alman hükümeti uluslararası hukuka olan bağlılığını sık sık yinelese de, Uluslararası Af Örgütü gibi çok sayıda insan hakları örgütünün raporlarına rağmen Filistinlilere yönelik uluslararası hukuk ihlallerini nadiren kabul ediyor. Bu kararsızlığı nasıl açıklıyorsunuz?

ENZO TRAVERSO Alman hükümetinin Gazze’deki savaş ve soykırıma verdiği tepki çok da şaşırtıcı değil. Almanya’nın uzun yıllardır izlediği hafıza politikalarıyla örtüşüyor. Bu bağlamda Gazze krizi, Almanya’da Holokost hafızasına yaklaşımda, Almanya’nın geçmişiyle yüzleşmek ve hesaplaşmak için on yıllar boyunca yaptığı örnek çalışmaları baltalayan rahatsız edici bir kaymayı vurgulayan açıklayıcı bir test işlevi görüyor. Bunu tarafsız bir gözlemci olarak değil, bir İtalyan yani faşist ve sömürgeci geçmişini tam olarak tanımayı veya sorumluluğunu almayı başaramamış bir ülkeden gelen biri olarak söylüyorum. Bir İtalyan olarak, her zaman Almanya’ya illa ki mükemmel bir model olarak değil ama kendi ülkemin yapamadığı şekilde kendi tarihiyle ilgilenmeyi ve yüzleşmeyi başarmış bir ülke olarak baktım. 1980’lerin ortalarında Almanya, geçmişini yeniden düşünmek gibi zorlu ve sancılı bir sürece girdi. En az iki nesil boyunca, Nazi suçlarının anısı Alman tarih bilincinin temel taşlarından biri haline geldi ve ben bunu ileriye doğru atılmış muazzam bir adım olarak gördüm.Almanya, vatandaşlık kavramını yeniden tanımlamayı başararak, tamamen etnik kökenlere dayanan bir kimlikten, etnik kökenleri veya inançları ne olursa olsun tüm vatandaşları içeren bir siyasi topluluğa geçiş yaptı. Bu kayda değer başarı, öncelikle olmasa da büyük ölçüde Holokost hafıza çalışmaları sayesinde mümkün olmuştur. Ancak zaman içinde Almanya’daki Holokost hafızası giderek İsrail’e koşulsuz destek politikasına dönüştü. Bir zamanlar tarihsel hesaplaşmanın bir örneği olan bu hafıza, bana göre, eleştirel bakış açılarının silinmesine katkıda bulunan ve bu hafızanın desteklemesi gereken adalet ve hesap verebilirlik ilkeleriyle çelişen eylemleri mümkün  bir çerçeve haline geldi. Bu sürecin içler acısı sonucu, bugün İsrail’i kayıtsız şartsız desteklemek için uluslararası hukukun çiğnenebilmesi veya göz ardı edilebilmesidir.


ELIAS FEROZ Bu değişimin ne zaman gerçekleştiğini düşünüyorsunuz?  

ENZO TRAVERSO: Birçok yönden, bu öncüller 1949’da Federal Almanya Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla birlikte zaten mevcuttu. Bu değişimin tohumları en başından beri Holokost hafızasına gömülü olduğu için, bu değişimin aşamalı olarak gerçekleştiğine inanıyorum. Jürgen Habermas’ın Ernst Nolte eleştirisinde Almanya’nın Batı’ya entegrasyonu Auschwitz hafızası aracılığıyla sağlandığını belirttiği gibi, bu gelişmedeki içsel çelişkilerden bazıları eskilere dayanır. Holokost hafızasının Batılı değerlerle bu şekilde örtüştürülmesi, Almanya’nın İsrail’e verdiği sarsılmaz desteğin temelini oluşturmuştur. Bu farklılıklar 1950’lerde, Nazi rejiminin Yahudi kurbanlarına tazminat ödenmesine ilişkin yasaların tartışılması sırasında çok belirgin değildi, ancak temelde yatan öncüller zaten mevcuttu. Tarihsel dönüm noktasında, Holokost’u ve Nazi suçlarını Alman tarih bilincinin temel taşı olarak tanımaya çalışan bir Almanya ile Nazi geçmişine yönelik af dileyen bir yaklaşımı açıkça tercih eden başka bir Almanya karşı karşıyaydı. Bu bağlamda, özellikle Nolte ve Alman revizyonizmine karşı Habermas’ın desteklenmesi gerektiği açıktı. Uzun yıllar boyunca bu tehlikeler nispeten kontrol altında tutulmuş, Almanya’nın demokratik haklar konusunda attığı önemli adımlarla kıyaslandığında marjinal görünmüştü. Ancak şimdi kendimizi paradoksal bir durumun içinde buluyoruz. Çok etnili, çok kültürlü ve çok dinli bir ulusa dönüşen Almanya, postkolonyal ve Filistin kökenliler de dahil olmak üzere tüm vatandaşlarından İsrail’e koşulsuz destek talep ediyor. Bu gelişme, Holokost hafızasının Batı kimliğiyle daha önceki uyumlanmasının ilginç ironik bir sonucu olarak görülebilir.


ELIAS FEROZ Geçen yılın sonlarına doğru Almanya, Benjamin Netanyahu’nun ülkeyi ziyaret etmesi halinde Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin tutuklama kararını uygulayıp uygulamayacağı konusunda tereddüt etti. Bu tereddüt Almanya’nın Holokost ile ilgili  tarihsel sorumluluğu ile uluslararası hukuka bağlılığı arasındaki gerilimi nasıl yansıtıyor? 

ENZO TRAVERSO Savaş sonrası Almanya, diğer birçok Avrupa ülkesi gibi, Holokost ve Nazi suçlarına ilişkin sömürgecilik tarihine işaret eden gerekli çalışmaları ihmal veya marjinalize eden bir hafıza geliştirdi. Holokost’a odaklanmak önemli olmakla birlikte sömürgecilik hafızasını gölgede bırakmış ya da en aza indirgemiştir, bu da 7 Ekim’den sonra daha belirgin hale gelen bir gerilim yaratmıştır. Bu “aporetik” hafıza siyaseti, İsrail’in Gazze ve Batı Şeria’yı işgalinin sömürgeci boyutunu gözardı etmenin temelini oluşturur. Alman ve Batı Avrupa söyleminde Netanyahu, kurban olarak Yahudilerin temsilcisi olarak tasvir edilmektedir. Dolayısıyla Filistinliler mülksüzleştirilmiş bir halk değil, antisemitizmin yeni bir vücut bulmuş halidir. Almanya’nın (diğer Batılı liderler tarafından da takip edilen) UCM tutuklama emrini uygulamama kararının ardında yatan argüman budur. 

ELIAS FEROZ  Uluslararası Ceza Mahkemesi emrini görmezden gelmek itibar riskine yol açar mı? Özellikle de uluslararası hukuka bağlılık konusunda artan baskılar göz önüne alındığında, bu ülkeler için zarar veya hatta yasal sonuçlar doğurabilir mi? 

ENZO TRAVERSO Ben bir hukuk uzmanı değilim, ancak  İsrail’e en büyük mali ve askeri desteği sağlayan ABD’den sonra İsrail’in en önemli ikinci askeri destekçisinin Almanya olduğunu söyleyebilirim. ABD’nin desteği olmadan, İsrail Gazze’deki yıkımı gerçekleştiremez ve on binlerce Filistinliyi öldüremezdi. Ancak ABD’den sonra Almanya da İsrail’e askeri destek sağlama konusunda önemli bir rol oynamaktadır. Bu da Almanya’nın bugün tıpkı Fransa, İtalya ve İngiltere gibi Gazze’deki soykırımın suç ortağı olduğu anlamına gelmektedir. Bununla birlikte, Almanya’nın katılımı, hem rolü hem de sembolik ağırlığı açısından özellikle önemlidir. Dünya nüfusunun çoğunun gözünde bu, Holokost hafızasının sömürgeci politikaların siyasi bir aracı haline geldiği anlamına geliyor: Nazizmin Yahudi kurbanları anılması gerekirken, Filistinlilerin hayatları silinebilir.

ELIAS FEROZ Amerika Birleşik Devletleri’nde ders veren bir İtalyan tarihçi olarak Almanya’nın İsrail’e verdiği ve Staatsräson ile çerçevelenen sarsılmaz desteğin uluslararası imajını nasıl etkilediğini düşünüyorsunuz? 

ENZO TRAVERSO Her şeyden önce, İsrail’in uluslararası imajı geri dönülmez bir şekilde değişmiştir. Küresel Güney olarak adlandırılan bölgelerdeki kamuoyu için İsrail uzun zamandır baskıyı, sömürgeciliği ve şimdi de soykırımı sembolize etmektedir. Ancak bu imaj Batı’da da değişmiştir. Artık Batılı siyaset düzeninin resmi duruşu ile İsrail’e koşulsuz destek politikasına karşı kamuoyunda artan şüphecilik arasında açık bir uyuşmazlık var. Almanya, bunu bir Staatsräson meselesi olarak çerçeveleyerek, bir bakıma resmi pozisyonunun ikiyüzlülüğünü kabul etmiştir. Staatsräson kavramı oldukça muğlak bir kavramdır. Makalemde, bu kavramın erken modern Avrupa’dan günümüze kadar soyağacını çıkarmaya çalıştım. Staatsräson, hukukun üstünlüğü içinde bir çelişkiyi ortaya koymaktadır: hukuk, daha yüksek bir görev olan Staatsräson nedeniyle sorgulanabilir, reddedilebilir veya ihlal edilebilir. Bu durumda bu görev, İsrail açıkça savaş suçu veya soykırım işliyor olsa bile, İsrail’in koşulsuz savunulmasıdır. Bunun üstü kapalı anlamı şudur: evet, İsrail savaş suçu işliyor, Filistinlilere baskı yapıyor. Filistinlileri katlediyor ve muhtemelen bir soykırım gerçekleştiriyor ama biz bunu devletin üstün çıkarları adına kabul ediyoruz.


ELIAS FEROZ Geçtiğimiz bir  buçuk yıl içinde yaşanan olayların hem Almanya’da hem de daha genel olarak hafıza siyasetinin geleceği için ne gibi etkileri oldu? 

ENZO TRAVERSO Bugün Gazze’de yaşananlar bizi hafıza politikalarına yaklaşımımızı yeniden düşünmeye zorluyor. Kolektif hafızanın farklı boyutları arasında daha dengeli bir ilişki kurmamız gerekiyor. Daha önce kastettiğim de buydu. Sadece faşizmin, Nazi suçlarının ve Holokost’un hafızasını değil, aynı zamanda Avrupa tarihinin kritik yönleri olan emperyalizm ve sömürgecilik hafızasını da dahil etmeliyiz. Kolektif hafızanın sadece bir yönüne odaklanıp diğerlerini ihmal edemeyiz. Avrupa Birliği bir göç alanı haline geldiği için bu özellikle önemlidir. Çoğu postkolonyal kökenli milyonlarca göçmen artık Avrupa’nın bir parçası. Bu durum, tarihsel olarak hem göç veren hem de on yıllardır bir göç alan bir ülke olan İtalya da dahil olmak üzere tüm Avrupa ülkeleri için geçerlidir. Hafıza politikalarımız çoğu zaman insan hakları retoriğinin bir parçası olmuş, bazen de emperyal ve yeni sömürgeci politikalar için bir gerekçe olarak hizmet etmiştir. Buna bir son vermenin zamanı geldi. 

ELIAS FEROZ “Tarihsel suçluluk” kavramını, genellemelere ve nüans eksikliğine yol açtığı göz önünde bulundurulduğunda, yeniden ele almak gerekir mi? 

ENZO TRAVERSO Eğer bağlamsallaştırılırsa tarihsel suçluluk kavramı değerlidir. Ebedi, değişmez, tarih ötesi bir suçluluk yoktur. Karl Jaspers’in “Alman Suçluluğu Sorunu” başlıklı makalesinin yayınlanmasından sonra 1945 yılında Almanya’da gerçekleşen ünlü tartışmaya atıfta bulunabiliriz. Jaspers farklı suçluluk türleri arasında ayrım yapmıştır: cezai suçluluk, siyasi suçluluk, ahlaki suçluluk ve metafizik suçluluk. Suçluluk kavramı nüanslandırılmalı, yeniden düşünülmeli ve yeniden tanımlanmalıdır. Tarihsel suçluluktan bahsetmek yerine, tarihsel sorumluluktan söz etmek istiyorum. Ben 1935-36 yıllarında İtalyan Faşizmi tarafından gerçekleştirilen Etiyopya soykırımından yirmi yıldan fazla bir süre sonra doğdum. Bu Faşist soykırımdan dolayı suçlu değilim, ancak bir İtalyan vatandaşı olarak ülkemin geçmişini görmezden gelir ve buna bağlı tarihsel sorumlulukları üstlenmeyi reddedersem suçlu olacağımı düşünüyorum. Sorumlu bir İtalyan vatandaşı olarak, ülkemin tarihine ait suçları görmezden gelemem. Bu anlamda, suçluluk ve sorumluluk arasındaki ilişki diyalektik bir ilişkidir. Sorumlu dış politikaları yönlendirmesi gereken tarihsel bir sorumluluk vardır. Bugün sorumlu bir dış politika, her şeyden önce Gazze’deki soykırımı durdurmak anlamına gelecektir. 

ELIAS FEROZ Alman siyaset ve medya kuruluşlarının bazı kesimlerinde tarihsel revizyonist bir şekilde  Filistinlilerin Nazilerle bir tutulmasını eleştiriyorsunuz. Yine kitabınızda İsrail ordusunun (İsrail Savunma Kuvvetleri, IDF) bazı eylemlerinin size Schutzstaffel’in (SS) eylemlerini hatırlattığından bahsediyorsunuz. Bu tür tanımlamalar, çözmeyi amaçladığınız hafıza ve tarih arasındaki düğümü güçlendirerek ters etki yaratmıyor mu? 

ENZO TRAVERSO Kitabımda soykırım kavramının hukuki bir kavram olduğunu yazdım. Bu legalistik bir kavram. Ayrıca, sosyal bilimlere veya tarih bilimine ait olmadığından bu kavramı kullanmadan önce bir tarihçi olarak bazen birçok şüpheye düştüğümü ve ihtiyatlı davranmak durumunda kaldığımı vurguladım.
Soykırımın normatif bir tanımı vardır, bu da yasal, hukuki bir tanımdır. Bu tanımın bugün Gazze’deki durumla birebir örtüştüğüne inanıyorum. Ancak soykırımların hepsi eşdeğer ya da birbirinin yerine kullanılabilir değildir. Ölçeği, motivasyonları, fenomenolojisi vs. açısından Gazze Auschwitz değildir. Bu çok açık ve nettir. Birçok insan (özellikle Almanya’da) Gazze soykırımından bahsetmenin Holokost’u “göreceleştirmek” anlamına geldiğini düşünüyor. Bu utanç verici bir durumdur. Başka bir soykırımı meşrulaştırmak için bir soykırımın anısına sahip çıkmak ahlaki ve siyasi olarak kabul edilemez. Auschwitz’in anısı yeni soykırımları engellemek için seferber edilmelidir, onları meşrulaştırmak için değil. Tarihsel karşılaştırmalar tarihsel homolojiler değildir; bugünü yorumlamamıza yardımcı olan analojilerdir. Elbette, sadece SS askerleri değil İkinci Dünya Savaşı sırasında Doğu Cephesinde suç işleyen Wehrmacht askerlerinin görüntüleri de bugün IDF tarafından Gazze’de ve Batı Şeria’da işlenen savaş suçlarıyla karşılaştırılabilir. İsrail askerlerinin aşağılanmış Filistinlilerin yanında ya da Filistinli kurbanların cesetlerinin yanında gülümsediğini ya da sivilleri hedef aldığını gösteren yüzlerce video ve podcast, İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman askerlerinin; Etiyopya, Balkanlar ve Yunanistan’da İtalyan askerlerinin; 1950’lerin sonunda Cezayir’de Fransız Ordusunun işlediği savaş ve soykırım suçlarının görüntülerini anımsatıyor. Bu karşılaştırmaların, tüm sömürgeci ve faşist emperyal suçlarda var olan fenomenolojik benzerlikleri açıkça vurguladığına inanıyorum. Bu karşılaştırmaları yapmak çok önemli çünkü bunlar bir uyarı niteliği taşıyor ve bu uyarı çok faydalı.  

ELIAS FEROZ Özellikle de Holokost vahşetinin benzersizliğine yapılan vurgu göz önüne alındığında bazıları tarihsel karşılaştırmalarınızın saldırgan olduğunu iddia edebilir. Karşılaştırmalarınızı uygunsuz veya sorunlu bulanlara nasıl yanıt verirsiniz?

ENZO TRAVERSO Burada çok açık olmamız gerekiyor: Ben Gazze’yi Holokost’la kıyaslamıyorum. Bugün Gazze’de yaşananların Holokost’un bir tekrarı olduğunu iddia etmiyorum. Sadece bugün Gazze’de yaşananların bir soykırım olduğunu söylüyorum. Holokost bir soykırımdı. Ermenilerin yok edilmesi bir soykırımdı. Hereroların imhası da bir soykırımdı. Soykırımlar, fenomenolojileri, imha araçları ve hedef alınan nüfuslar bakımından büyük farklılıklar gösterebilir. Elbette, Yahudilerin kendilerini her zaman mağdur olarak gösterdiklerini ve şimdi de tıpkı Naziler gibi davrandıklarını iddia eden antisemitik klişelerin varlığını kabul etmek zorundayız. Bu tipik bir antisemitik argüman olduğu kadar apolojetik bir argümandır da. Örneğin Gazze’deki soykırım, Nazizmi ve işlediği suçları önemsizleştirmek için kullanılmaktadır. Bu tür demagojileri reddetmeliyiz. Ancak, sırf bu tür bir tepkiden korktuğumuz için Gazze’deki soykırımı sansürleyemeyiz ya da görmezden gelemeyiz. Bu kabul edilemez. Filistinlilere şunu söyleyemeyiz: maruz kaldığınız şiddet ve baskıdan üzüntü duyuyoruz ama buna karşı harekete geçemiyoruz çünkü bu eski antisemitik klişeleri yeniden canlandırmak için bir bahane olabilir. Antisemitizme karşı mücadele Filistin’e yönelik sömürgeci baskıya karşı mücadele ile bağdaşmaz değildir. İsrail uluslararası toplumun bir parçasıdır ve bu toplumun tüm devletlerine ve üyelerine uygulanan aynı siyasi ve hukuki kriterlere göre değerlendirilmelidir. Bunu yapmazsak, antisemitizmin dolaylı olarak meşrulaştırıldığı sapkın bir durum yaratma riskiyle karşı karşıya kalırız. Eğer Avrupalılar, özellikle de Almanlar, antisemitizm ve ırkçılıkla mücadele etmek için görevlerinin
kayıtsız şartsız İsrail’i savunmak olduğunu düşünürse, pek çok insan antisemitizmin o kadar da kötü birşey olmadığı sonucuna varabilir. İsrail’in Gazze’deki eylemlerini eleştirmek antisemitizm olarak etiketleniyorsa, bunun mantıksal sonucu, bir soykırımı durdurmak için antisemit olmak gerektiği olacaktır. Koşullar ne olursa olsun İsrail’i kayıtsız şartsız destekleme söyleminin ardındaki dayanak noktası tamamen mantık dışıdır. Bu, İsrail’in ontolojik olarak masum olduğunu varsayan garip bir düşüncenin sonucudur. Geçmişte antisemitik bir önyargı, Yahudilerin davranışları nedeniyle değil, sadece varlıkları nedeniyle doğaları gereği zararlı olduklarını açıklıyordu; bugün de benzer şekilde aptalca ve sorumsuz bir söylem, Yahudilerin doğaları gereği masum ya da yararlı olduklarını iddia etmektedir: onlar kurbandır ve fail olamazlar. Bu, eski bir gerici önyargının tersine çevrilmiş versiyonudur. 

ELIAS FEROZ Filistinlilerin Avrupa’nın Yahudilere karşı tarihsel suçunun bedelini ödediğini iddia ediyorsunuz. Bu dinamik Avrupa’nın bugünkü ahlaki duruşunu nasıl etkiliyor ve etik taahhütlerinin sürekliliği -ya da başarısızlığı- hakkında ne gösteriyor? 

ENZO TRAVERSO Bunu açıklamaya çalışan birkaç makale yazdım. Bugün Avrupa’da ırkçılığın en güncel ve önemli biçimi artık antisemitizm değil İslamofobidir. İtalya’da hükümet başkanı Giorgia Meloni postfaşist bir hareketten geliyor. Başbakan olmadan önce, 1938’de antisemit yasalar çıkaran faşist rejimin de dahil olduğu bu gelenekteki siyasi kökleriyle gurur duyuyordu. Benzer şekilde Fransa’da da Marine Le Pen antisemitik bir siyasi mirası temsil etmektedir. Ancak bugün Almanya’daki aşırı sağcı Alternative für Deutschland (AfD) gibi hareketler, söylemlerinde antisemitizmi açıkça teşvik etmemekte ve İsrail ile güçlü ilişkilerini sürdürmektedir. Aynı zamanda Batı dünyasında, mültecileri ve göçmenleri, özellikle de Müslümanları hedef alan ve onları Avrupa’nın “Yahudi-Hıristiyan” kimliğine bir tehdit olarak gösteren İslamofobinin yükselişini görmezden gelemeyiz. Irkçılığın dinamiklerindeki bu değişim, antisemitizmin artık çağdaş Avrupa’da ırkçılığın birincil biçimi olmadığı anlamına gelmektedir. Yirmi birinci yüzyılda ırkçılık yeniden yapılandırılmıştır ve yalnızca antisemitizme odaklanmak, İslamofobik ve ırkçı politikaları meşrulaştırmak için bir bahane olarak kullanılma riski taşımaktadır. Bu durum özellikle AfD’nin bir yandan İsrail’i şiddetle savunurken diğer yandan göçmen ve Müslüman karşıtı önlemler almaya çalıştığı Almanya’da açıkça görülmektedir. Antisemitizme hala karşı çıkılması gerekir ama bununla mücadelenin giderek daha fazla araçsallaştırıldığı da açıktır.

ELIAS FEROZ Gazze savaşının devam eden bir çatışmanın parçası olduğu göz önüne alındığında, olaylara i̇li̇şki̇n mevcut algımız geleceği̇n hafiza kültürünü nasil şeki̇llendi̇ri̇yor? 

ENZO TRAVERSO Ateşkes onaylandı – geçici bir ateşkes, ancak kalıcı ya da barışçıl bir çözümden çok uzak. Bu soykırım savaşı İsrail’in küresel imajını onarılamaz bir şekilde zedelemiş, onu bir zamanlar Holokost’a yanıt olarak görülen bir ulustan Apartheid dönemi Güney Afrika’sını anımsatan baskıcı, sömürgeci devlete dönüştürmüştür. Bugün Filistin davası Hamasla ne de tamamen itibarsızlaşmış Filistin yönetimiyle özdeşleşmese bile özgürlük, adalet ve eşitlik ilkelerine bağlı herkes için merkezi bir konuma gelmiştir. 

ELIAS FEROZ Almanya’daki tartışmalarda Holokost Almanya’nın (ve Avusturya’nın) tarihsel sorumluluğu nedeniyle hafıza politikalarının merkezinde yer alırken, Nakba – Filistinliler için merkezi olmasına rağmen – büyük ölçüde görmezden geliniyor. Bu asimetri bakış açılarına da yansıyor; İsrailliler Holokost’u hatırlarken
Filistinliler Nakba’yı hatırlıyor ve bu hatıraları genellikle diğer tarafın deneyimlerini dahil etmeden anlatıyorlar. Almanca konuşulan dünyada bu tarihsel deneyimleri birbirine bağlayan, her iki tarafın acılarını görünür kılan ve ilgili acı deneyimlerini sorgulamadan veya siyasi gerilimleri tırmandırmayan diyaloğu mümkün kılan bir hafıza politikası nasıl geliştirilebilir? 

ENZO TRAVERSO Almanya Holokost’tan sorumludur, Nakba’dan değil. Bahsettiğiniz asimetrinin nedeni budur ve bu, savaş sonrası yıllarda Federal Almanya Cumhuriyeti’nin tarihsel bilincinin ve kolektif hafızasının neden Holokost etrafında inşa edildiğini açıklamaktadır. Ancak bugün bağlam değişmiştir. Bir yanda Almanya’nın çok etnili ve çok kültürlü bir toplum haline gelmesi ve bu toplumda postkolonyal ve hatta Filistin kökenli çok sayıda vatandaşın bulunması; diğer yanda ise İsrail’in baskıcı ve soykırımcı politikalarını Holokost ve antisemitizmle mücadeleye atıfta bulunarak meşrulaştırması. Böyle bir durumda, bu asimetri artık kabul edilemez. Holokost ve Nakba arasında bir eşdeğerlik yoktur, ancak her iki trajedi de kabul edilmeli ve saygı duyulmalıdır. Bu, eşitlik ve karşılıklı anlayış gerektiren verimli bir hafıza politikası için gerekli öncüldür. Nakba’nın ve Filistinlilerin çektiği acıların inkârına dayanan antisemitizmle mücadele hem etik değildir hem de etkisizdir.  

KATKIDA BULUNANLAR   Enzo Traverso Cornell Üniversitesi’nde ders vermektedir. En son kitabı Devrim: Entelektüel Bir Tarih’tir.

Elias Feroz serbest yazarlık yapmaktadır. Odaklandığı konular arasında ırkçılık, antisemitizm ve İslamofobinin yanısıra hatırlama siyaseti ve kültürü de yer almaktadır.

Çeviri: İmdat Freni

Kaynak: https://jacobin.com/2025/01/germany-holocaust-antisemitism-islamophobia-gaza

Görsel: İnsanlar, 20 Ocak 2025’te, İsrail ile Hamas arasında yürürlüğe giren ateşkes anlaşmasından bir gün sonra, Gazze Şeridi’nin kuzeyindeki Cibaliya’da Saftawi Caddesi boyunca yıkılmış binaların enkazının yanından geçiyor. (Omar al-Qataa / AFP via Getty Images)

Trump, Avrupa ve İkiyüzlü Öfke: Emperyal Üstünlükçülüğün Huzursuzluğu – Thierry Labica

Yeni seçilen ABD Başkanı Donald Trump, bazı şaşırtıcı dış politika açıklamalarıyla tonu belirledi: Panama Kanalı’nın ilhakı, Grönland’ın düpedüz sömürgeleştirilmesi ve Kanada için, kendi sosyal ağında Kuzey Amerika’nın tamamını Amerikan bayrağıyla kaplanmış halde gösteren bir haritanın yayımlanması. Sanki BM Genel Kurulu’nda büyük İsrail haritasını sallayan Netanyahu’dan ilham almış gibi, karşımızda Trump, 2. sezon.

Peki Gerçek Planlar Var Mı?


Bir öngörülemezlik stratejisi ve yaygın bir tehdit mi? Yoksa kendini bir imparatorluğun efendisi olarak hayal eden yaşlı bir otoriterin yaşlılık belirtileri mi? Bu tür kışkırtmaların ardındaki motivasyonlar hakkında her zaman spekülasyon yapabiliriz. Ancak nihai niyetleri ne olursa olsun, bu çıkış birkaç tanıdık motifi açığa vuruyor. İlki, Trump’tan Duterte’ye, Bolsonaroculuğa kadar yeni küresel aşırı sağın siyasi kimliğinin temel işaretlerinden biri haline gelen eril saldırganlık. Bir diğeri ise anti-feminizm: (artık görevden alınmış olan) eski Güney Kore Başkanı Yoon Suk Yol’un açıktan ilan ettiği kadın düşmanlığından, İspanya’daki Vox hareketine ve Fransa’daki “anti-wokizm” versiyonuna kadar uzanan bir çizgi. Bu açıdan bakıldığında, bu çıkışlar, Musk’ın Avrupa aşırı sağ liderlerine gönderdiği sinyallerle tamamen tutarlıdır. Ayrıca, son kırk yıldır süregelen Amerikan başkanlık gücünün yoğunlaşma eğiliminin açık bir göstergesidir. Trump’ın duruşu, bu eğilimin en karikatürize hali olmaktan başka bir şey değil.

Geleneklere Dönüş

“Dünyanın düzeninin ve özgürlüğünün teminatı” olan “ulusal güvenlik” söylemi, İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Amerikan liderlerinin kullandığı argümanla birebir örtüşüyor. Dünyanın dört bir yanına eşi benzeri görülmemiş askeri üsler konuşlandırmalarını sürdürmek isteyen bu liderler, çoktan “güvenlik” bahanesini tüm gerekçelerinin merkezine yerleştirmişlerdi. Japon gücünün bertaraf edilmesiyle Pasifik’in “bizim gölümüz” olması gerektiği iddia ediliyordu. Bazıları ise “bu üslerin adının ne olduğu umurumuzda değil, yeter ki askeri üslerimiz üzerinde mutlak ve tartışmasız bir kontrolümüz olsun” diyordu.

Öfkelenenler

Tüm bu olayın en çarpıcı yanı ise başka bir yerde yatıyor. Her şeyden önce, “Avrupalı ortakların” öfke ve “anlayışsızlık” içinde verdikleri tepkiye bakılmalı. Müttefikleri, dostları ve koruyucuları olan ABD’nin, “bizim Batılı değerlerimiz”i temsil eden ülkenin, kendilerine karşı gösterdiği küçümsemeye karşı büyük bir şaşkınlık içindeler. Fransa ve Almanya’nın “kesin” olduğu bildiriliyor: “Sınırlar güç yoluyla değiştirilemez.” Alman Şansölyesi Scholz, Avrupa Konseyi Başkanı António Costa ile birlikte şu açıklamayı yaptı: “Sınırların dokunulmazlığı ilkesi, ister Doğu’da ister Batı’da olsun, tüm ülkeler için geçerlidir.” “Bu ilke ihlal edilemez ve edilmemelidir.” Alman hükümet sözcüsüne göre, “ABD, Birleşmiş Milletler’in ilkelerini uygulamalıdır.” Son olarak, Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Noël Barrot, AB’nin ABD askeri müdahalesine müsamaha göstermeyeceğini şu sözlerle vurguladı: “Avrupa Birliği’nin, kim olursa olsun, dünyanın diğer uluslarının egemen sınırlarına saldırmasına izin vermesi söz konusu olamaz.”

Sinsi Yalancılar

Küçük bir soru insanın aklına geliyor ve mide bulantısıyla birlikte beliriyor: Bunlar, Biden-Harris yönetimi tarafından büyük ölçüde silahlandırılan İsrail’in Filistin’de bir yılı aşkın süredir yürüttüğü soykırımı alkışlayan ve buna aktif olarak katkıda bulunan aynı liderler mi? Uluslararası hukukun çiğnenmesine göz yumanlar mı? Almanya, Fransa ve Büyük Britanya’da her türlü dayanışmayı acımasızca bastıranlar mı? Lübnan’a hiçbir egemenlik hakkı tanımayan, onu siyonist katliam çılgınlığına terk edenler mi? Ortadoğu’nun otuz yılı aşkın bir süredir süren katliam ve feci başarısızlıklar yetmezmiş gibi, savaşın tüm bölgeye yayılmasına izin verenler mi?Şimdi aynı kişiler, hâlâ paylaşmaya devam ettikleri sömürgeci ırkçılığın arka planında, sahte bir erdem öfkesiyle çirkin yüzlerini gösteriyorlar. İkiyüzlülük öldürmüyor ve bu onların en büyük şansı.

Çeviri: İmdat Freni

Kaynak: https://internationalviewpoint.org/spip.php?article8830

Gazze’deki Ateşkes Üzerine İki Mit-Gilbert Achcar

Gazze’de geçtiğimiz Pazar günü yürürlüğe giren ateşkese dair iki dikkat çekici mit mevcut. Mitlerden ilki yapılan anlaşmayı, henüz göreve gelmeden önce anlaşmanın yapılması yönündeki arzusunu ifade eden ve hatta ateşkesin arzu edilen tarihte olmaması halinde (sanki Gazze halkının 471 gündür yaşadığı şey cehennemin ta kendisi değilmişçesine) ortalığı “cehenneme” çevirmekle tehdit eden Donald Trump’tan gelen basınçlara atfediyor. Trump’ın ekibi kuşkusuz bir ateşkese ulaşılması için gerçek bir basınç uyguladı (Pazar günü başlayan sürecin uygun adı ateşkestir), ancak mitin kendisi, söz konusu basıncı, Trump’ın çeşitli kaynaklar tarafından Filistin halkı için adil bir barışı tesis edecek bir kahraman gibi gösterildiği ölçüde, Netanyahu’nun bileğinin bükülmesi gibi tasvir etmekten oluşuyor.

Hakikatte söz konusu mit tam bir saçmalıktan ibaret! Sanki halefi Joe Biden’dan önce İsrail’e en büyük hizmeti vermiş olan bu ABD başkanı, işini tamamlamış ve bir kısmı Netanyahu’nun neredeyse sağında duran bir Hıristiyan ve Yahudi Siyonistleri ekibiyle çevrelenmiş biçimde başkanlığa geri dönmüş; sanki küresel aşırı sağın lideri ve dipsiz bir gerici siyasete boğazına kadar batmış bir politikacı olan bu adam sanki sihirli veya belki de ilahi bir şekilde bir anti-Siyoniste ve Filistin halkının bir destekçisine dönüşmüş gibi.

Gerçek şu ki, İsrail başbakanının ABD yönetiminin geçen ilkbahardan bu yana Kahire ve Doha’nın yardımıyla kaleme aldığı anlaşmayı ilerletmeyi reddetmesinin öncelikle Biden’ı ve ayrıca Demokrat Parti’nin adayı olarak Biden’in yerini aldıktan sonra Kamala Harris’i başkanlık yarışında gururlanabilecekleri bir başarıdan mahrum etmeyi amaçladığı herkes -ve öncelikle de Netanyahu’yu Washington’da kabul ettikten sonra bu nedenle alenen kınayan Biden için son derece açıktı. Washington ziyaretinin ardından Trump’ı Florida’daki malikanesinde ziyaret eden Netanyahu’nun, Trump’a seçimleri kazanması halinde kendisine ateşkes bahşetme sözü verdiği de açıktı. Netanyahu, Trump’la görüşmesinin ardından gazetecilere, anlaşmaya ulaşmak konusunda “elbette istekli” olduğunu belirterek, “üzerinde çalışıyoruz” dedi.

Netanyahu aslında, Siyonist aşırı sağdaki müttefiklerini anlaşmayı kabul etmeye ikna etmek için Trump’ın kendisine basınç uyguladığı mitini kullandı ki Trump’ın Ortadoğu temsilcisi ve tam bir Siyonist olan Steve Witkoff da bunu kanıtlamaya uğraşıyordu. Medya, Mısır ve Katar üzerinden Hamas’a uygulanan gerçek basınç konusunda sessiz veya neredeyse sessiz kalırken, Trump’ın temsilcisinin ısrarı üzerine, mit Netanyahu’ya yakışır biçimde yaygınlaştı. Bununla beraber, Netanyahu, Smotrich ve Ben-Gvir’e anlaşmanın ilk etabının ötesine geçmeyeceğine dair söz verdi. Smotrich bu sözü kabul ederken Ben-Gvir, Netanyahu’yu Knesset’te desteklemeye devam edeceğini ve Gazze’deki savaş yeniden başlar başlamaz hükümete geri döneceğini söyleyerek hükümetten istifa etti.

Siyonist silahlı kuvvetlerin komutanları, İsrail kamuoyunun Gazze Şeridi’nde tutulan rehinelerin serbest bırakılması yönünde yaptığı baskılara yanıt olarak, anlaşma lehine lobi faaliyetleri yürütüyordu. Eski Savunma Bakanı Yoav Gallant, Netanyahu’nun anlaşmayı kabul etmekte gecikmesini protesto etmek için istifa bile etti. Hepsi bu anlaşmanın sivil rehinelerin serbest bırakılmasını sağlayacak geçici bir ateşkesten başka bir şey olmadığını ve ordunun sonrasında da harekâtlarına devam edeceğini biliyor. Elbette, Hamas’ın, Gazze Şeridi’nde yaşayanları hâlâ kontrol altında tuttuklarını göstermeye çalışmak için büyük bir şevkle göstermelik silahlı adamlar konuşlandırması, Siyonist ordu ve toplum için savaşı ve işgali sürdürmek bakımından mümkün olan en güçlü teşviki sağlıyor! Mevcut ateşkesin, Siyonist ordunun Gazze Şeridi’nden bütünüyle çekilmesiyle birlikte savaşın nihai olarak sonlanmasına dönüşeceğine inanan herkes, hüsnükuruntuya ve hayale kapılmaktadır.Mitlerden ikincisi ise, mevcut ateşkesi Hamas tarafından kazanılan büyük bir zafer gibi tasvir etmesi nedeniyle, bir bakıma birincisiyle bağlantılıdır. Hamas, geçtiğimiz Cumartesi günü bir basın açıklaması yaparak şunları ifade etti: “Mescid-i Aksa Tufanı bizi inşallah işgalin sonuna, kurtuluşa ve geri dönüşe yaklaştırdı.” Bu açıklama, Filistin halkının yaşadığı uzun trajedinin en çirkin ve en korkunç bölümünün başlangıcını oluşturan 7 Ekim 2023 operasyonuna eşlik eden akıl dışı hurafeci düşüncenin yeni bir örneğidir. Aynı zamanda Hamas’ın “Direniş Ekseni”ndeki müttefiklerinin çöküşüne de yol açmıştır: Hizbullah Lübnan’da kesin bir darbe yedi, Suriye’de Esad rejimi çöktü ve İran rejimi de dehşete kapıldı, böylece sahada sadece, diğer Yemenlilerle ve Suudi krallığı ile olan mezhepçi çatışmasında attığı füzelerden yararlanan Yemenli Husi Ensar Allah grubu kaldı. Husiler en iyi şekilde, (Cemal Abdülnasır döneminin Mısırlı yayıncısı) Ahmed Said ve (Saddam Hüseyin’in sözcüsü) Muhammed Saeed el-Sahhaf’tan sonra,  Arap kuru gürültüsünün yeni sembolü haline gelen askeri sözcüleri Yahya Saree tarafından temsil ediliyor, hatta gülünçlükte onları da geride bırakıyor.

Gazze halkının maruz kaldığı korkunç soykırım (her türlü kalıcı fiziksel ve psikolojik yaralanmadan etkilenenlerin sayısı kesinlikle daha fazla olsa da, işgalin yarattığı koşullar nedeniyle ölenler de dahil toplam ölü sayısının iki yüz bini aştığı konusunda fazla şüphe yok); Gazze Şeridi’nin, geri çekilmesinden ve böylelikle Gazze’de özyönetimin mümkün hale gelmesinden neredeyse yirmi yıl sonra Siyonist ordu tarafından yeniden işgal edilmesi; Gazze’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana tarihin dünyanın hiçbir yerinde tanık olmadığı ölçüde büyük bir yıkıma maruz kalması; yaşam ortamının ve yaşamın diğer zorunluluklarının imha edilmesi; binlerce kişinin tutuklandığı veya yeniden tutuklandığı bir anda İsrail hapishanelerindeki yüzlerce tutuklunun serbest bırakılması; Siyonist hükümetin ve Batı Şeria’daki yerleşimcilerin faşist saldırılarının tırmanması ve bölgeyi adım adım ilhak etmeleri; bu muazzam büyüklükteki felaket karşısında, yaşananların Filistin halkı için bu halkı “işgalin sonuna, kurtuluşa ve geri dönüşe yaklaştıran” bir zafer olduğu sözü saçmalığın ötesinde, utanmazlığın ve edepsizliğin bir tezahürüdür.

Trump’ın, ilk başkanlık döneminde Siyonist damadının formüle ettiği ve Ramallah merkezli Filistin Yönetimi’nin Filistinlilerin hakları açısından büyük bir adaletsizlik anlamına gelmesi nedeniyle reddettiği “Yüzyılın Anlaşması”na geri dönmesi muhtemeldir. Muhammed Dahlan’ın gözetmen rolünü güçlendirmek için Gazze Şeridi’ne asker göndermeye hazırlanan Birleşik Arap Emirlikleri’nin yardımıyla Gazze ile ilgili benzer bir formülün de “anlaşma”ya eklenmesi hazırlığı yapılıyor. [Dahlan, FKÖ güvenlik servislerinden birinin eski şefi ve 2007’de George W. Bush’un ABD yönetimi tarafından desteklenen, Hamas’ı Gazze’de bastırmaya yönelik başarısız girişimin ana örgütleyicisi. Sonunda BAE’de sürgüne gitti.] Trump’ın buradaki amacına gelirsek, Siyonist devlet ile başta Suudiler olmak üzere geri kalan Arap devletleri arasında kapsamlı normalleşmenin önünü açmak üzere Filistin davasının tasfiyesini tamamlamak ve Arap petrol devletleriyle gayrımenkul ve finans alanlarında sahici “yüzyılın anlaşmalarını” gerçekleştirerek kişisel ve ailevi çıkarlarını en üst düzeye çıkarmak.

Çeviren: Çiğdem Çidamlı

Kaynak: https://fikirgazetesi.org/2025/01/23/gazzedeki-ateskes-uzerine-iki-mit/

Demokratik ve İlerici Suriye’nin Önündeki Tehditler – Joseph Daher

Çeviri: Çiğdem Çidarlı

Beşar Esad rejiminin devrilmesi, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da 2011 yılında başlayan devrimci süreçler devamlılığının bir parçasıdır. 1970’ten bu yana iktidarda olan Esad ailesi rejiminin devrilmesi, 2011 Mart ayında yaşanan halk ayaklanmasından bu yana verilen mücadelelerin birikimidir. Kasım 2024’te başlayan, silahlı muhalif grupların öncülüğündeki askeri saldırı ise, birkaç hafta sonra aralık ayında son darbeyi indirmiştir.Suriye’nin geleceği ve özellikle de demokratik bir toplumun kurulmasına yönelik temel tehditlerin neler olduğu konusunda birçok soru gündeme gelmektedir. Bazı liberal ve demokrat yorumcular, entelektüeller ve aktivistler, bugün ülkeye yönelik başlıca tehdit olarak, başta güvenlik sektörü ve ordu olmak üzere eski rejimin “feloul” veya kalıntılarına odaklanmış durumdalar. Sosyal ağlarda, Sisi’nin Temmuz 2013’te Müslüman Kardeşler üyesi Cumhurbaşkanı Mursi’ye karşı gerçekleştirdiği darbeyle ilgili bir Mısır senaryosundan sık sık söz ediliyor. Öte yandan, HTŞ liderliğindeki mevcut yönetime karşı görece eleştirel olmayan veya ciddi anlamda eleştiriler yöneltmeyen bazı yorumcular ve demokratlar da mevcut. Genel anlamda bu Selefi gruba geçiş aşamasını yönetme konusunda güven sergiliyorlar. Bu makale, Suriye’nin, ülkede yaşayan herkes açısından sosyal adalet ve eşitlik anlamına gelen demokratik geleceğine yönelik ana tehditlerin neler olduğunu incelemeyi amaçlıyor. İlkin eski rejimin kalıntılarının temsil ettiği tehdidi analiz edip, ardından HTŞ’nin yeni Suriye üzerinden iktidarını pekiştirme politikasını inceleyeceğiz. 

 Esad Rejiminin Doğası Neydi?

Öncelikle, eski rejimin doğasının ne olduğunu analiz etmek önemli. Esad ailesi Suriye’de despotik ve patrimonyal bir rejim kurdu. Bu despotik ve patrimonyal rejim, birbirlerine aile, aşiret, mezhep ve Beşar Esad ile ailesinin liderliğindeki Cumhurbaşkanlığı Sarayı tarafından sembolize edilen kayırmacılık bağlarıyla bağlı olan küçük bir bireyler grubunun devlet üzerindeki mülkiyeti yoluyla işleyen mutlak anlamda otokratik ve kalıtsal bir iktidardı. Silahlı kuvvetler, ekonomik araçlar ve yönetim araçlarında olduğu gibi, Mahir Esad liderliğindeki Dördüncü Tugay tarafından temsil edilen praetorian muhafızların (yani bağlılıkları devlete değil yöneticilere olan bir gücün) hakimiyeti altındaydı. Suriye rejimi, tamamen Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na (Beşar Esad, Esma Esad ve Mahir Esad) bağımlı olan, kayda değer servetler biriktirmek için Saray güçleri tarafından güvence altına alınan hâkim pozisyonlarını sömüren küçük bir grup iş insanının egemen olduğu bir tür ahbap kapitalizmi geliştirdi. Ekonominin rantçı yapısı da devletin patrimonyal yapısını güçlendirdi. Başka bir deyişle, Suriye rejimi içindeki (siyasal, askeri ve ekonomik) iktidar merkezleri, Muammer Kaddafi yönetimindeki Libya, Irak’taki Saddam Hüseyin veya Körfez Monarşilerine benzer şekilde tek bir aile, Esad ailesi ve onun kliğinde yoğunlaşmıştı. Bu durum rejimi egemenliğini korumak için elindeki tüm şiddet imkanlarını kullanmaya itiyordu.Modern patrimonyal devletin kuruluşu, Hafız Esad’ın 1970 yılında iktidara gelmesiyle başladı. Esad, gayri resmi iktidar ve himaye ağları üzerinden yönetilen mezhepçilik, bölgecilik, aşiretçilik ve kayırmacılık gibi çeşitli yollarla iktidarı güvence altına alabileceği bir devleti sabırla inşa etti. Bunu da her türlü muhalefete karşı sert bir baskı uygulayarak gerçekleştirdi. Bu araçlar, rejimin farklı etnik kökenlere ve dini mezheplere mensup grupları entegre etmesine, güçlendirmesine veya zayıflatmasına imkân sağladı. Bu durum, devlet veya Baas yetkilileri, istihbarat görevlileri ve yerel toplumun belirli yerel bölgeleri idare eden (din adamları, aşiret üyeleri, iş insanları gibi) önde gelen üyeleri dahil, rejime itaat eden çeşitli aktörlerin iş birliği ile yerel düzeye tercüme edildi. Hafız Esad, 1960’lardaki radikal politikaların aksine, ekonomik liberalleşmenin ilk adımlarının da önünü açtı. Beşar Esad’ın 2000 yılında iktidara gelmesi, ahbap-çavuş kapitalistlerinin ağırlığının özel bir biçimde artmasıyla birlikte devletin patrimonyal doğasını da önemli ölçüde güçlendirdi. Rejimin yükselişe geçen neoliberal politikaları, rejimin köylülerden, hükümet çalışanlarından ve burjuvazinin bazı kesimlerinden oluşan toplumsal tabanının giderek, merkezinde yandaş kapitalistlerin- (Esad’ın annesinin ailesi olan Makhlouf ailesi liderliğindeki) rant peşinde koşan bir politika simsarları, rejim yandaşı burjuvazi ve üst orta sınıflardan oluşan bir ittifakın- bulunduğu bir rejim koalisyonuna doğru evrildi. Bu kaymaya, işçilerin ve köylülerin geleneksel korporatist örgütlerinin ve bunların himaye ağlarının güçsüzleştirilmesi ve yerlerine sermaye gruplarının ve üst orta sınıfların geçirilmesi eşlik etti. Ancak bu durum, rejimin önceki destek tabanını dengeleyip telafi etmedi. Daha genel anlamda, devletin güçlenen patrimonyal yapısı ve Baas partisi aygıtının ve korporatist örgütlerin zayıflaması, klientelist, aşirete ve mezhebe dayalı bağlantıları daha da önemli ve topluma yansır hale getirdi. 2011’deki ayaklanmanın ardından, rejimin baskıları ve politikaları büyük ölçüde eski ve yeni ana destek tabanına dayanıyordu: ahbap kapitalistler, güvenlik güçleri ve devlete bağlı yüksek dini kurumlar. Aynı zamanda, popüler düzeyinde harekete geçebilmek için de mezhepçi, kayırmacı ve kabileci bağlantıları aracılığıyla patronaj ağlarından yararlandı. Rejimin derinleşen Alevi mezhepçi ve kayırmacı yönü savaş sayesinde büyük kopmalara yol açmazken, patronaj bağlantıları farklı toplumsal grupların çıkarlarını rejime bağlamaya devam etti.Rejimin popüler tabanı, devletin doğasını ve iktidar elitinin toplumun geri kalanıyla, daha doğrusu bu örnekte kendi popüler tabanıyla inşa edilmiş ve geniş bir sivil toplum aracılığıyla değil de modern ve arkaik toplumsal ilişki biçimlerinin bir karışımı yoluyla nasıl ilişki kurduğunu gösteriyor. Rejim esasen baskıcı eylemleri ve korku salmayı içeren zorbaca güçlere dayanmak zorundaydı ama dayanakları yalnızca bunlardan ibaret değildi. Rejim, gerçekte varoşları sık sık isyanların yuvası haline gelse de Şam ve Halep gibi iki ana şehirdeki kentli hükümet çalışanlarının geniş kesimlerinin ve daha genel anlamda da orta sınıf tabakaların pasifliğine veya en azından aktif olmayan muhalefetine yaslanabiliyordu. Bunlar rejim tarafından dayatılan pasif hegemonyanın bir parçasıydı. Dahası bu durum, rejimin popüler kitlesinin, bunlar baskın durumda olsa da Alevi ve/veya dini azınlık nüfuslardan gelen kesim ve gruplarla sınırlı olmadığını, rejime destek beyan eden çeşitli mezhep ve etnik kökenlerden gelen kişiler ve grupları da kapsadığını gösteriyordu. Daha genel olarak, rejimin mezhepsel, aşiretsel ve kayırmacı bağlantılar aracılığıyla harekete geçirilen popüler tabanının önemli bir kesimi, giderek rejimsel baskıların aracıları olarak da hareket ediyorlardı.

Bu dayanıklılığın, rejimin yabancı devletlere ve aktörlere olan bağımlılığını önemli ölçüde artırmanın yanı sıra bir bedeli de vardı. Rejimin var olan özellikleri ve eğilimleri güçlendi. Suriye burjuvazisinin geniş kesimleri, rejime verdikleri siyasal ve mali desteği kitlesel anlamda geri çekerek ülkeyi terk ederken, küçük bir ahbap kapitalistler grubu güçlerini önemli ölçüde artırdı. Bu durum, rejimi, ülkede kalmaya devam eden iş sahipleri sınıfından giderek artan şekilde ihtiyaç duyulan gelirleri elde ederken daha da yağmacı tavırlar benimsemeye zorladı. Ayrıca, rejimin kayırmacı, mezhepçi ve aşiretçi özellikleri de pekiştirildi. Rejimin mezhepçi Alevi kimliği, özellikle ordu gibi kilit kurumlarda ve daha sınırlı ölçüde devlet idarelerinde güçlendirildi. Ancak aynı zamanda Alevi nüfusu arasında son birkaç yıldır toplumun sürekli yoksullaşması ve rejim milislerinin kendilerine karşı uyguladığı baskılar nedeniyle hayal kırıklıkları da artıyordu. Daha genel anlamda, bazı kurumların, özellikle de silahlı baskı aygıtının Alevileştirilmesine rağmen, rejimi sadece Alevilikten ibaret görmek, iktidar dinamiklerini ve yönetme sistemini kavramaktan uzaktır. Üstelik rejim bir bütün olarak Alevi nüfusunun siyasal ve sosyo-ekonomik çıkarlarına da hizmet etmiyordu, bunun tam tersi geçerliydi. Orduda ve diğer milislerde artan sayıdaki ölümler ciddi ölçüde Alevilerden oluşuyordu; güvensizlik ve artan ekonomik zorluklar aslında Alevi nüfusu arasında da gerilimler yarattı ve rejimin memurlarına karşı düşmanlığı körükledi. Rejimin çöküşü askeri, ekonomik ve politik anlamda yapısal zayıflığını kanıtladı. Kâğıttan bir kale gibi çöktü. Bu pek de şaşırtıcı değil çünkü askerlerin düşük maaşları ve çalışma koşulları göz önüne alındığında Esad rejimi için savaşmayacakları açıkça görülüyordu. Pek az sempati duydukları bir rejimi savunmak yerine kaçmayı ya da savaşmamayı tercih ettiler, özellikle de çoğu zaten zorla askere alınmıştı.

Rejimin yabancı müttefiklerine olan bağımlılığı da hayatta kalması açısından yaşamsal bir önem taşıyor ve zayıflığını gösteriyordu. Esad’ın başlıca uluslararası destekçisi olan Rusya, güçlerini ve kaynaklarını Ukrayna’ya karşı yürüttüğü emperyalist savaşa yönlendirdi. Sonuç olarak, Suriye’deki müdahalesi önceki yıllardaki benzer askeri operasyonlara göre çok daha sınırlı kaldı. Diğer iki önemli müttefiki olan Lübnan’daki Hizbullah ve İran ise 7 Ekim 2023’ten bu yana İsrail tarafından önemli ölçüde zayıflatılmıştı. Tel Aviv, aralarında Hasan Nasrallah’ın da bulunduğu Hizbullah liderlerine suikastlar düzenledi, çağrı cihazı saldırılarıyla kadrosunu yok etti ve Lübnan’daki güçlerini bombaladı. Hizbullah kesinlikle kuruluşundan bu yana yaşadığı en büyük zorlukla karşı karşıya. İsrail ayrıca İran’a yönelik saldırı dalgaları başlatarak İran’ın zayıf noktalarını ortaya çıkardı. Ayrıca son aylarda Suriye’deki İran ve Hizbullah mevzilerine yönelik bombalamaları da artırdı. Başlıca destekçilerinin meşgul ve zayıflamış olması nedeniyle Esad diktatörlüğü de savunmasız bir durumdaydı. Tüm yapısal zayıflıkları, yönettiği halkın desteğinin olmaması, birliklerinin güvenilmezliği ve uluslararası ve bölgesel destekten yoksun olması nedeniyle, isyancı güçlerin şehir şehir ilerlemesine karşı koyamadığı ortaya çıktı ve bunlar üzerindeki hakimiyeti kâğıttan bir kale gibi çöktü.Bu bağlamda, Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın siyasal anlamda ölmüş olduğunu söyleyebiliriz. Esad ailesi ülkeyi terk etti, Mahir Esad liderliğindeki dördüncü tugay artık organize bir askeri birlik olarak mevcut değil ve başlıca iktidar ağlarından geriye kalanlar da bunlar ister yandaş kapitalistler, dinsel, aşiretsel dayanaklar olsun, önemsiz hale gelerek hiçbir güce sahip olmayan az sayıdaki bireye indirgendi. Bu arada, bazı aşiret reisleri, dini liderler ve ekonomik çevreler de yeni Suriye bayrağını benimsemeleriyle sembolize olan biçimde, yeni iktidar makamlarına olan bağlılıklarını sergilemeye başladılar. 

Eski Rejimin Geri Dönüşü mü?

Bu perspektiften bakıldığında, Mısır darbe modelinin Suriye’de bir potansiyeli bulunmakta mıdır? Eski rejim ve onun kalıntıları Suriye’ye yönelik asıl tehdidi mi oluşturuyor? Bunun sorunlu bir analiz olduğuna inanıyorum. Birbiriyle bağlantılı iki ana neden var: Rejimin doğasının farklılığı ve tehdidin bireylere indirgenemez iktidar yapılarıyla ilişkili olması.Suriye’nin aksine, diktatör Hüsnü Mübarek’in devrilmesi Mısır rejiminin sonu anlamına gelmedi. Mısır örneğinde, siyasal sistem bir neo-patrimonyalizm formuna daha yakındı. Nepotizm ve kayırmacılık, Mısır rejiminde Mübarek ailesi aracılığıyla var olmuştu ve bugün de Sisi’nin başında olduğu mevcut rejimde devam ediyor. Başka bir deyişle, yöneticilerin değiştirilebilir olmasına rağmen devletin yöneticilerden az çok özerk olduğu, kurumsallaşmış otoriter bir cumhuriyetçi sistem. Aslında, Mısır devletinde, silahlı kuvvetler siyasal yönetimin ve iktidarın merkezi kurumunu oluşturur. Hiçbir aile, Esad ailesi yönetimindeki Suriye rejiminde olduğu gibi, üyelerinin her istediğini yapacak derecede devletin sahibi değildir. Mısır devleti, bunun yerine, askeri yüksek komuta tarafından kolektif anlamda yönetilir. Bu durum, ordunun 2011’de rejimi korumak için neden Mübarek ve çevresinden kurtulduğunu da açıklamaktadır. Cemal Mübarek ve yandaşları iktidar koalisyonundan ve eski iktidar partisi Ulusal Demokrat Parti’nin ağlarından kovuldular ve İçişleri Bakanlığı’nın Silahlı Kuvvetler karşısındaki gücü zayıfladı. Benzer şekilde, Mursi’nin 2012’de cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte Müslüman Kardeşler’in iktidara gelmesi bile, askeri yüksek komuta tarafından yönetilen Mısır rejiminin sonu anlamına gelmedi. Üstelik, Mursi ve Müslüman Kardeşler, 2011’deki ayaklanmanın ilk günlerinden itibaren, ordunun siyasi ağırlığını ve onlarca yıldır süren baskıcı rolünü çok iyi bildiklerinden, başlangıçta orduyla doğrudan ittifak kurmaya çalıştılar. Müslüman Kardeşler, devrimin ilk günlerinden itibaren, Mursi’nin Temmuz 2013’te devrilmesi sonrasına kadar orduya yönelik eleştiri ve protestolara siper oldu. Ondan önce de orduyu protesto edenleri karşıdevrimci ve isyancı olmakla suçladı. Müslüman Kardeşler tarafından desteklenen Aralık 2012 anayasası, ordu bütçesini parlamenter denetimden korumaya ve silahlı kuvvetlerin gücünü garanti altına almaya devam etti. Mursi ve Müslüman Kardeşler, Mısır’daki halk ve işçi sınıfı hareketlerine karşı durup hatta bu hareketleri bastırıp orduyu savundular. Gerçekten de Mursi, protestocuları hapse attığını ve işkence ettiğini gayet iyi bildiği Sisi’yi ordunun başına getirdi.Müslüman Kardeşler’in orduyla iş birliği yapma çabalarına rağmen, ordu Mursi’yi devirdi ve Müslüman Kardeşler hareketini ve solcular ve demokratlar da dahil her türlü muhalefeti kitlesel şekilde bastırdı. Sonuçta, ordu ve Müslüman Kardeşler, kapitalist sınıfın farklı bölgesel destekçileri olan farklı kanatlarını temsil ediyorlardı ve uzlaşma sağlayamadılar. Çok daha güçlü olan ordu, sonunda tüm Mısır’ın zararına olacak şekilde kendi doğrudan diktatörlük yönetimini ortaya koymaya karar verdi. Sisi, Mısır’ın onlarca yıldır gördüğü en baskıcı rejimi yarattı; IMF’nin kemer sıkma önerilerinin tamamını en acımasızca uygulayan, kitlesel yoksullaşmaya ve devasa enflasyona yol açan diktatöryel bir neoliberal rejim.Bu bağlamda, Mısır’daki iktidar merkezi hiçbir anda ve şimdi de devrilmiş değildir, bunun tam tersi geçerlidir. Yukarıda açıklandığı gibi Suriye örneğinde ise, Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na bağlı iktidar yapıları artık mevcut değildir ve bu nedenle de Mısır senaryosu ile yapılan karşılaştırmalar faydalı değildir.   Bununla birlikte, eski rejimin mensupları, özellikle de milisler, güvenlik servisleri ve Dördüncü Tugay’a bağlı askerler, Suriye’de istikrara yönelik bir tehdit oluşturabilir. Özellikle Esad rejiminin devrilmesinden bu yana büyük ölçüde yerleştikleri kıyı bölgelerinde ve daha az oranda da Humus’ta mezhepçi gelişmeleri beslemek çıkarlarına hizmet etmektedir. Bu durum, 25 Aralık’ta sahil kasabası Tartus yakınlarında HTŞ güçlerine yönelik düzenlenen ve 14 kişinin öldüğü, 10 kişinin yaralandığı saldırılara da yansıdı. HTŞ güçleri buna yanıt olarak “Esad milislerinin kalıntılarını takip etmek için” baskınlar başlattılar. Benzer şekilde İran’ın da ülkede bulunan ağlarına bağlı bireyleri kullanarak mezhepsel gerginlikler yoluyla istikrarsızlık yaratmakta çıkarı bulunuyor. Eski rejimin bazı kalıntıları, Halep’teki bir Alevi türbesinin tahrip edildiğini gösteren ve yayınlanmasından birkaç hafta önce gerçekleşen bir videonun sosyal ağlarda dolaşmasının ardından Humus ve kıyı bölgelerinde yaşanan son olaylarda gerçekten de harekete geçtiler. Ancak, bu gösteriler sadece dışarıdan İran veya eski rejim kalıntıları tarafından gerçekleştirilen olaylar olarak görülmemeli, Alevi nüfus kesimleri arasında yeni yönetici aktör HTŞ’ye dair korkular mevcut ve Esad rejiminin devrilmesinin ardından intikam çağrıları yapılıyor.Bu nedenle rejimin yıkılmasından bu yana münferit veya en azından sistemik olmayan mezhepsel olayların artması, özellikle de intikam dinamiklerine sahip infaz ve suikastlara dikkat etmek gerekiyor. Bu durum, özellikle Alevilere yönelik siyasal ve mezhepsel intikam gerekçelerinin de sıklıkla birbirine karıştığı eski rejimin işlediği suçlara karışmış kişilere açısından geçerli. Esad rejiminin işlediği suçlar Suriye toplumunu param parça etti ve arkasında bir vahşet ve büyük bir acı mirası bıraktı. Bu bağlamda mağdurların acil ihtiyaçlarına yanıt verecek koordineli bir eylemin hayata geçirilmesi, kapsamlı ve uzun vadeli bir geçiş dönemi adaleti çerçevesi için mekanizmaların kurulması gerekiyor. Sürdürülebilir ve barışçıl bir yolun açılması için Esad rejiminin sistemik zulüm mirasının hedef alınması şart. Geçiş dönemi adaleti, intikam eylemlerine ve mezhepsel gerginliklerin artmasına karşı yaşamsal bir rol oynayabilir. Geçiş dönemi adaletini teşvik eden ve ister eski rejimin ister diğer muhalif silahlı grupların, savaş suçlarına karışan tüm mensuplarını cezalandıran bir sürece ek olarak, uzun vadede istikrarı yalnızca halk sınıflarının çeşitli demokratik ve toplumsal konularda karar alacağı ve bunlarla mücadele edeceği aşağıdan geniş katılımına imkân veren yeni bir siyasi döngü sağlayabilir.

Sonuç

Başta güvenlik birimleri ve ordu olmak üzere eski rejimin kalıntıları, yukarıda da belirtildiği gibi kısa vadede kesinlikle Suriye’nin istikrarına yönelik bir tehdit oluşturuyor. Durdurulmaları ve işledikleri suçlardan dolayı yargılanmaları gerekli.  Ancak ve bu birey grupları tarafından temsil edilen tehditleri hafife almayarak, bunların iktidara geri dönmek ve bir diktatörlüğü yeniden dayatmak şeklinde bir tehdit teşkil etmedikleri de belirtilmeli. Böyle bir hedefe ulaşacak siyasal, askeri ve ekonomik araçlara sahip değiller. Esad rejiminin doğasını ve Mısır senaryosuyla olan farkı anlamak önemli. Suriye’deki eski rejim, Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın ve bu saraya bağlı ağların ortadan kalkmasının da yansıttığı gibi, yapısal anlamda ölüyken, Mısır’da, Mübarek’in 2011’de devrilmesi ve Mursi’nin Temmuz 2012 ile Temmuz 2013 arasındaki yönetimine rağmen, askeri yüksek komuta içindeki güç merkezleri iktidarda kalmaya devam etti. Bu dinamikleri anlamak, yeni iktidar aktörü HTŞ’ye yakın bazı yorumcuların ve medyanın, HTŞ’yi eleştiren veya ona karşı gösteri yapan herkese karşı yönelttiği “feloul” suçlamalarına karşı uyarıda bulunmak açısından da önemli. Bu, bireyleri, grupları ve siyasi taleplerini itibarsızlaştırmanın bir yolu. Benzer şekilde, birkaç hafta önce Şam’da demokratik ve laik bir devlet için yapılan gösteriye karşı da feloul suçlamaları gündeme getirildi; çünkü birçok kişi, bazen hatalı bir şekilde, eski rejimin destekçisi olmakla suçlandı. Binlerce protestocu arasında potansiyel olarak eski rejimi destekleyen birkaç kişinin varlığı bir yana, asıl amaç gösteriyi ve gösteriyle bağlantılı talepleri itibarsızlaştırmaktı. Üstelik, laiklik ve sosyalizm gibi bazı konuları eski rejimle bağlantılı ve/veya Batı’dan ithal ilan ederek itibarsızlaştırma isteği de mevcut. Aslında bu da bizi, makalenin ikinci bölümüne götürüyor. Yine, eğer eski rejimden geriye kalan birey grupları ülkenin istikrarı için bir tehdit oluşturuyorsa, demokratik ve ilerici bir Suriye için esas büyük tehdit, Türkiye ve Katar tarafından desteklenen HTŞ ve onun Suriye Milli Ordusu içindeki yandaşlarının iktidarlarını pekiştirmesinde yatıyor. 

HTŞ’nin İktidarını Pekiştirmesi mi, Gelecekteki Demokratik ve İlerici Suriye’ye Yönelik Bir Tehdit mi?

HTŞ’nin Aralık 2024’te Esad rejiminin devrilmesiyle sonuçlanan askeri saldırıdaki öncü rolü, örgüte ve lideri Ahmed El Şara’ya (El Colani) büyük bir popülerlik kazandırdı. O zamandan bu yana, HTŞ hakimiyetindeki bölgelerde siyasal ve askeri egemenliğini pekiştirmek için bir tür “devrimci” meşruiyetten yararlanıyorlar.  Grup, Suriye ulusal çerçevesinde faaliyet göstermeyi amaçlayan bir aktör haline gelmek için ulusötesi cihatçı hedeflerini terk ederek siyasal ve ideolojik anlamda evrim geçirmiş olsa da bu durum, HTŞ’nin demokratik bir toplumu destekleyen, eşitliği ve sosyal adaleti teşvik eden bir aktör haline geldiği anlamına gelmiyor, bunun tam tersi geçerli.Bu perspektiften bakıldığında, toplum üzerindeki iktidarlarını nasıl pekiştirmeye ve yeni bir otoriter düzen kurmaya çalıştıklarını analiz etmek önem taşıyor. 

HTŞ İktidarını Pekiştiriyor

Rejimin çöküşünden sonra Ahmed El Şara, Muhammed el-Beşir’i güncel işlerden sorumlu geçiş hükümetinin başına atamadan önce, iktidar geçişini koordine etmek üzere ilk olarak eski Başbakan Muhammed el-Celali ile görüştü. El Beşir öncesinde Kurtuluş Hükümetine (KH) başkanlık etmişti. Her halükârda 1 Mart 2025’e kadar görevde kalacak. Yeni hükümet ise yalnızca HTŞ saflarından gelen veya ona yakın kişilerden oluşuyor.Ahmed El-Şara ayrıca HTŞ’ye veya SMO’suna yakın silahlı gruplara bağlı kişileri yeni bakanlar, güvenlik görevlileri ve çeşitli bölgelerin valileri olarak atadı. Örneğin Enes Hattab (aynı zamanda Ebu Ahmad Hudud olarak da bilinir) istihbarat servislerinin başına getirildi. Kendisi Nusra Cephesi’nin kurucu üyelerinden biri ve cihatçı grubun bir numaralı güvenlik referansıydı. 2017 yılından itibaren, HTŞ’nin içişleri ve güvenlik politikasını yönetti. Göreve getirilmesinin ardından güvenlik hizmetlerinin kendi otoritesi altında yeniden yapılandırılacağını duyurdu.Benzer şekilde yeni Suriye ordusunun kuruluşu da Ahmed el-Şara ve iktidardaki yandaşları tarafından gerçekleştiriliyor. Yeni Savunma Bakanı ve HTŞ’nin uzun süredir üst düzey komutanlarından olan, General unvanı verilen Murhaf Ebu Kasra gibi HTŞ komutanlarını en yüksek rütbeli subaylar olarak atadılar.Suriye ordusunun yeniden yapılandırılmasında, HTŞ hükümeti, bu süreci ve aldığı önlemleri gerekçelendirerek, devlet kontrolü dışında herhangi bir aktörün silah taşımasını yasaklamak suretiyle ülkenin parçalanmış silahlı grupları üzerindeki kontrolünü ve hâkimiyetini pekiştirmeyi hedefliyor ve yalnızca Suriye Savunma ve İçişleri Bakanlıklarının silah bulundurma yetkisine sahip taraflar olduğunu belirtiyor. Tüm silahlı grupların yeni bir Suriye ordusunda birleştirilmesine doğrudan karşı çıkılmasa da Suveyda’daki Dürzi toplumu ve Kuzey Doğu’daki Kürtlerin, merkezî olmayan bir yönetim ve gerçek bir demokratik geçiş süreci gibi bazı garantiler olmaksızın bu sürece karşı çıktıkları görülüyor.Ahmed el Şara da son röportajlarından birinde, gelecek seçimlerin organizasyonunun dört yıl kadar sürebileceğini, yeni anayasa taslağının hazırlanmasının ise üç yıla kadar sürebileceğini açıkladı. Aynı zamanda, başta 4 ve 5 Ocak 2025 için planlanan ve 1,200 kişiyi bir araya getirmesi beklenen “Suriye Ulusal Diyalog Konferansı” da gelecekteki bilinmeyen bir tarihe ertelendi. Bu isimlerin nasıl seçildiğine dairse her valiliğin, farklı sosyal ve bilimsel sınıflardan tüm kesimlerin, gençlerin ve kadınların temsilcileri de dikkate alınarak 70 ila 100 kişi arasında temsil edileceği hariç, herhangi bir bilgi verilmedi.Suriyeli avukatlar yakın zaman önce yeni yetkililerin seçilmemiş bir sendika konseyini atamasının ardından özgür sendika seçimleri yapılması çağrısında bulunan bir imza kampanyası başlattılar. HTŞ, dış güçlerin korkularını yatıştırmaya, bölgesel ve uluslararası güçlerle temas kurmaya ve müzakere yapmanın mümkün olduğu meşru bir güç olarak tanınmaya çalışarak kontrollü bir geçiş süreci gerçekleştirirken kendi iktidarını da pekiştirmeyi hedefliyor. Bu tür bir normalleşmenin önündeki engellerden biri, Suriye hala yaptırımlar altındayken HTŞ’nin ABD, Türkiye ve Birleşmiş Milletler tarafından hâlâ terör örgütü olarak görülüyor olması. Ayrıca ABD Başkanı Joe Biden 23 Aralık’ta, Beşar Esad rejiminin düşmesine rağmen, 2025 Mali Yılı Ulusal Savunma Yetki Yasası kapsamında, Sezar Yasası’nın uygulamasının 31 Aralık 2029’a kadar uzatılmasını imzaladı. Beş yıl önce önceki Başkan Donald Trump tarafından imzalanıp yasalaştırılan bu metin, Suriye rejiminin askeri faaliyetlerini güçlendirecek veya Suriye’nin yeniden inşasına katkıda bulunan kaynak veya teknoloji elde etmesine yardımcı olan -yabancılar dahil- tüm aktörlere yönelik yaptırımlar öngörüyor.Ancak bölgesel ve uluslararası sermayelerin HTŞ’ye dönük tutumlarında değişim yönünde unsurlar olduğu şimdiden görülüyor. Açıkçası, Ankara yeni Suriye’nin başlıca siyasal ve askeri destekçisiyken, Katar ekonomik bir destek olarak önemli bir rol oynayacak. El-Şara diğer Arap devletleriyle, bölgesel ve uluslararası aktörlerle de ilişkiler kurmaya çalışıyor. Örneğin, HTŞ lideri Şam’da bir Suudi heyetiyle görüştü ve Vizyon 2030 projesine atıfta bulunarak Suudi krallığının iddialı kalkınma planlarını överek Şam ile Riyad arasında gelecekteki iş birliğine ilişkin iyimserliğini dile getirdi. Suudi Arabistan ve diğer Körfez monarşileri için yeni Suriyeli liderlerle ilişkilerin evrimi, ülkenin siyasal yapısına ilişkin endişelerini giderme ve Suriye’nin bölgesel istikrarsızlığın bir başka kaynağı haline gelmesini engelleme becerilerine bağlı olacak. Başta Dışişleri Bakanı, Savunma Bakanı ve istihbarat servisleri başkanından oluşan bir Suriye heyeti de Suudi Krallığını ziyaret etti.Batılı güçler düzeyinde bile, ABD de dahil bir yön değişikliği göze çarpıyor. Amerikan diplomasisinin Orta Doğu sorumlusu Barbara Leaf, Aralık 2024’ün sonlarında Şam’da Ahmed el-Şara ile görüştükten sonra, bu ülkedeki siyasal geçişin geleceği konusunda “iyi, çok verimli ve ayrıntılı bir toplantı” yaptıklarını söyledi. Ayrıca Ahmed el-Şara’yı “pragmatik bir adam” olarak nitelendirdi ve Washington’un, Nusra Cephesi’nde oynadığı rol nedeniyle 2013’ten bu yana başına koyduğu 10 milyon dolarlık ödülü geri çektiğini duyurdu.El Şara’nın HTŞ’nin dağılacağı yönündeki son açıklamaları da bu sorunlardan bazılarını çözebilir. Ancak İsrail hâlâ Suriye’nin istikrarına yönelik bir tehdit oluşturuyor ve özellikle bir demokratikleşme süreci görmeye de pek meraklı değil. İsrail’e sınırlarında istikrar güvencesi veren Esad rejiminin devrilmesinin ardından İsrail işgal ordusu, Golan Tepeleri’ndeki Hermon Dağı’nın Suriye bölümünü işgal ederek Suriye topraklarındaki işgalini genişletti ve uçak bataryaları, askeri havaalanları, silah üretim tesisleri, savaş uçakları ve füzelere yönelik 480’den fazla saldırı gerçekleştirdi. Füze gemileri, 15 Suriye donanma gemisinin yanaştığı El-Bayda limanı ve Lazkiye limanındaki Suriye donanma tesislerini vurdu. Bu baskınlar, Suriye’nin askeri yeteneklerini yok ederek bunların İsrail’e karşı kullanılmasını engellemeyi amaçlıyor. Aynı zamanda, gelecekteki hükümetin İsrail’in çıkarlarına hizmet etmeyen düşmanca bir tutum benimsemesi durumunda İsrail işgal ordusunun her an siyasi istikrarsızlığa neden olabileceği mesajını da veriyor.

İslami Neoliberalizm

Esad rejiminin devrilmesinin ardından, Suriye’nin geleceği, özellikle ekonomik toparlanma ve yeniden kalkınma açısından birçok zorlukla dolu. Şimdiden yeniden inşanın maliyetinin 250 milyar ila 400 milyar dolar arasında olduğu tahmin ediliyor ve yaptırımlar işlerin yakın zamanda düzelmesinin önünde hâlâ engel teşkil ediyor.Suriye’de güvenli ve istikrarlı bir ekonomik durumun bulunmaması, yerli ve yabancı yatırımların artmasının önünde ciddi bir engel oluşturuyor. Doğrudan yabancı yatırım (DYY) aslında 2011’den bu yana düşük düzeyde kaldı ve çoğunlukla İran ve Rusya ile sınırlandı. Körfez, nüfuzunu artırmak için ülkede bazı yatırımlar yapmakla ilgilenebilecekse de HTŞ’nin şu anda oynadığı rol, birçok bölge devleti tarafından olumsuz algılandığı için buna engel olabilir.Örneğin BAE cumhurbaşkanı Şeyh Muhammed’in diplomatik danışmanı Enver Gargash, “iktidardaki yeni güçlerin doğası ve bunların Müslüman Kardeşler ve El Kaide ile bağlantıları oldukça endişe verici göstergeler” dedi.Ayrıca Suriye lirasının istikrarsızlığı da önemli bir sorun. Rejimin çöküşünün ardından karaborsadaki değeri büyük ölçüde artmış olsa da bir ABD doları için 15.000 SYP’de sabitlenmeden önce, daha gidilecek uzun bir yol var. SYP’nin istikrarsızlığı, ülkedeki yatırımlardan elde edilecek hızlı ve orta vadeli getiri ve kâr potansiyelinin çekiciliğini zayıflatıyor.Ayrıca, SYP’deki ciddi değer kaybından zarar gören piyasaları istikrara kavuşturmak için son birkaç yıldır Türk lirasını kullanan kuzeybatıdaki bölgelere ilişkin sorular da var. İstikrar sağlanamadığı takdirde Suriye lirasının bu bölgelerde ana para birimi olarak yeniden kullanılması sorunlu olabilir.Aynı zamanda altyapılar ve ulaşım ağları da ciddi şekilde zarar görmüş durumda. Yüksek üretim maliyeti, temel malların ve enerji kaynaklarının (özellikle akaryakıt ve elektrik) kıtlığı da ek sorunlar. Suriye’de ayrıca nitelikli insan gücü sıkıntısı yaşanıyor ve vasıflara sahip olanların geri dönüp dönmeyeceği de henüz belli değil.Çoğunluğu sınırlı kapasiteye sahip küçük ve orta ölçekli işletmelerden oluşan özel sektörde dahi, 13 yıldan fazla süren savaşın ardından hâlâ çok fazla modernizasyon ve yeniden inşaya ihtiyacı var. Devlet kaynakları da ciddi ölçüde kısıtlı ve bu da ekonomiye, özellikle de üretken sektörlere yapılan yatırımları sınırlandırıyor.Ayrıca, nüfusun yüzde 90’ı yoksulluk sınırının altında yaşıyor ve bu da satın alma güçlerini oldukça zayıflatıyor ve dolayısıyla iç tüketimi olumsuz etkiliyor. Çünkü Suriye’de iş bulma sıkıntısı yaşanmazken, insanlara günlük ihtiyaçlarını karşılamaya yetecek kadar ücret ödenmiyor. Bu bağlamda, Suriyeliler hayatta kalabilmek için giderek daha fazla dövize bağımlı hale geliyor.Yeni hükümetin Ahmed el-Şara’nın kendisi gibi bazı yetkilileri, asgari ücreti 1,123560 SYP (yaklaşık 75 dolar) yaparak, önümüzdeki günlerde işçilerin ücretlerini yüzde 400 oranında artırmak için çalışacaklarını duyurdu. Bu doğru yönde atılmış bir adım olsa da devam eden yaşam maliyeti krizi sırasında insanların ihtiyaçlarını karşılamaları için yeterli olmayacak. Gerçekten de medya kuruluşu Kassioun Ekim 2024’te Şam’da yaşayan beş kişilik Suriyeli bir ailenin ortalama yaşam maliyetinin 13,6 milyon SYP’ye (yaklaşık 1.077 dolar) ulaştığını açıkladı. Asgari miktar ise 8,5 milyon SYP’ye (yaklaşık 673 dolar) ulaştı.Tüm bunların üstüne, İsrail’in son işgali ve askeri altyapıların sürekli tahrip edilmesinin de gösterdiği gibi, Suriye’deki dış güçlerin nüfuzu hâlâ bir tehdit ve istikrarsızlık kaynağı olmaya devam ediyor. Türkiye’nin Suriye’nin kuzeydoğusundaki, özellikle de Kürt çoğunluğun yaşadığı bölgelere yönelik sürekli saldırılarını ve tehditlerini de unutmamak gerekiyor.Ülkedeki belirsizlik denizinin ortasındaki en büyük sorunlardan biri, HTŞ de dahil, önde gelen siyasal aktörlerin çoğunluğunun alternatif bir politik ekonomik programa sahip olmaması.HTŞ’nin neoliberal ekonomik sisteme bir alternatifi yok ve önceki rejimde var olan ahbap kapitalizminin dinamikleri ve biçimlerine benzer şekilde, grup bu uygulamaları (eski ve yeni kişilerden oluşan) sermaye ağları arasında geliştirmek için can atıyor. Önceki yıllarda Kurtuluş Hükümeti, özel sektörün gelişmesini ve HTŞ ile El Colani’ye yakın iş ortaklıklarının kurulmasını desteklemişti.Bu arada, başta sağlık ve eğitim olmak üzere sosyal hizmetlerin çoğu STK’lar ve uluslararası STK’lar tarafından sağlanıyor.Şam Ticaret Odası Başkanı Bassel Hamwi, rejimin devrilmesinin ardından HTŞ tarafından atanan yeni Suriye hükümetinin iş dünyası liderlerine serbest piyasa modelini benimseyeceklerini ve ülkeyi küresel ekonomiye entegre edeceklerini söylediğini ifade etti. Hamwi, Esad’ın devrilmesinden birkaç hafta önce, Kasım 2024’te şu anki görevine “seçildi”. Kendisi aynı zamanda Suriye Ticaret Odaları Federasyonu’nun da başkanı.Lider El Şara ve Ekonomi Bakanı da bu ekonomi odalarının temsilcileri ve farklı bölgelerden gelen iş insanlarıyla çok sayıda toplantılar yaparak ekonomik vizyonlarını açıkladılar ve çıkarlarını tatmin etmek amacıyla yaşadıkları sorunları dinlediler. Eski rejimin çeşitli ekonomi odalarının temsilcilerinin büyük çoğunluğu hâlâ görevlerinde bulunuyor. Sonuçta, HTŞ’nin otoriterizmiyle birleşen bu neoliberal ekonomik sistemin sosyo-ekonomik eşitsizliklere ve Suriye nüfusunun sürekli yoksullaşmasına yol açması muhtemel ki bunlar 2011 ayaklanmasının ana nedenleri arasındaydı.HTŞ’ye bağlı yeni Ekonomi Bakanı, “sosyalist bir ekonomiden… İslami yasalara saygılı bir serbest piyasa ekonomisine geçeceğiz” dedikten birkaç gün sonra bu neoliberal yönelimi yineledi. Önceki rejimi sosyalist olarak tanımlamanın kesinlikle büyük bir yanılgı olmasına rağmen, bakanın sınıfsal yönelimi, “özel sektörün… Suriye ekonomisinin inşasında etkili bir ortak ve katkı sağlayıcı” olacağı vurgusunda açıkça yansımasını buldu. Ülkenin gelecekteki ekonomisinde işçilerden, köylülerden, kamu sektörü çalışanlarından veya herhangi bir sendika ve meslek birliğinden hiç söz edilmedi.Sonuçta, yeniden yapılanma süreci ülkenin geleceğine katılacak toplumsal ve siyasal güçlere ve bunlar arasındaki güç dengesine bağlı. Bu bağlamda, nüfusun yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve daha genel olarak demokratik haklar ve sosyal adalet ve eşitliğe dayalı bir ekonomik sistem için mücadele edilmesi açısından özerk ve kitlesel sendikal örgütlerin inşası hayati önem taşıyacak.

Gerici İdeoloji

Benzer şekilde HTŞ gerici ideolojisini doğrulayan birçok açıklama ve karara imza attı. Örneğin HTŞ yetkilileri, kadınların toplumdaki rolüne ve bazı sektörlerde çalışabilme yeteneklerine ilişkin açıklamalarda bulundular. Örneğin, HTŞ üyesi ve Askeri Operasyonlar Komutanlığı (CMO) Siyasi İşler sözcüsü Obeida Arnaout, 16 Aralık’taki bir röportajda, kadınların “rollerinin kadınların yapabilecekleriyle uyumlu olması gerektiğini” belirtti. “Mesela bir kadının Savunma Bakanı olması gerektiğini söylersek bu onun doğasına ve biyolojik yapısına uygun olur mu? Kuşkusuz uygun olmaz”.Birkaç gün sonra, Suriye’nin yeni atanan Kadın İşleri başkanı ve şu ana kadar Suriye’nin geçiş hükümetindeki tek kadın olan Ayşe el-Dibs, ülkedeki feminist örgütlenmelere tanınacak “alan” hakkındaki soruya şöyle yanıt verdi: “Bu tür örgütlenmelerin eylemleri kuracağımız modeli destekliyorsa memnuniyetle karşılanacaklardır” ve şöyle devam etti: “Benim düşüncelerime katılmayanların önünü açmayacağım.” Kadınları “Allah vergisi doğalarının verdiği önceliklerin dışına çıkmamaya” ve “aile içindeki eğitici rollerini” bilmeye çağırarak kadının toplumdaki rolüne ilişkin gerici bir vizyon geliştirerek röportajı sürdürdü. Buna ek olarak, Suriye Eğitim Bakanlığı okul müfredatında, evrim teorisinin bilim müfredatından çıkarılması da dahil daha İslami muhafazakâr bir vizyona yönelik değişiklikler yaptı. Yahudiler ve Hıristiyanlar artık doğru yoldan “sapmış” kişiler olarak anılmaya başlandı veya “ulusun savunulması” ifadesinin yerine “Allah’ı savunmak” ifadesi konuldu. Bu değişikliklere yoğun eleştirilerin gelmesinin ardından Milli Eğitim Bakanı ertesi gün “Tüm Suriye okullarındaki müfredat, müfredatı inceleyip denetleyecek uzman komiteler oluşturulana kadar aynı kalacak. Biz sadece fesih Esad rejimini yücelten ifadelerin silinmesi yönünde talimat verdik ve bütün okul kitaplarına fesih rejimin bayrağı yerine Suriye devrim bayrağı görsellerini yerleştirdik…” dedi. Böylece yapılan bazı değişiklikler iptal edildi. O halde dini veya etnik azınlıklara hoşgörü veya kadın haklarına saygı konusunda net olmayan açıklamalar yapmak yeterli değil. Esas mesele, ülkenin geleceğinin kararlaştırılmasına katılan eşit vatandaşlar olarak haklarının tanınması. Daha genel anlamda ise HTŞ yetkilileri, İslami yönetim ve Şeriat Hukuku’nun uygulanmasına ilişkin tercihlerini ifade ettiler.

Kürt Sorununa Çözüm Yok

Aynı zamanda HTŞ’nin SDG ve Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi’nin, özellikle Kürt ulusal haklarına ilişkin taleplerini desteklemeye istekli olması da pek olası değil. Sonuçta, kuzeydoğu bölgeleri başta petrol ve tarım olmak üzere doğal kaynaklar açısından zengin ve dolayısıyla stratejik ve sembolik açıdan önemli. Sonuç olarak, HTŞ, Kürt ulusal haklarına düşman olan, sürgündeki muhalif aktörler olan Suriye Ulusal Konseyi ve Ulusal Muhalefet ve Devrimci Güçler Koalisyonu’ndan farklı değil.Türkiye, Esad rejiminin devrilmesinin ardından ülkedeki en önemli bölgesel aktör haline geldi. Ankara, Heyet Tahrir El Şam’a (HTŞ) destek sunarak Suriye üzerindeki gücünü pekiştiriyor. Türkiye’nin Suriyeli mültecileri zorla geri göndermeyi gerçekleştirmek ve gelecekte yeniden inşa aşamasındaki ekonomik fırsatlardan yararlanmak dışındaki temel hedefi, Kürtlerin özerklik isteklerini reddetmek ve daha özgün olarak da Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi’ni baltalamak. Bu durum, Türkiye’deki Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkı konusunda bir emsal oluşturacak.Türkiye Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, HTŞ lideri Ahmed el Şara ile düzenlediği ortak basın toplantısında, Suriye’nin toprak bütünlüğünün “müzakere edilemez” olduğunu ve PKK’nın ülkede “yerinin olmadığını” açıkladı. Birkaç gün sonra ise Cumhurbaşkanı Erdoğan, SDG’nin “ya silahlarına veda edeceğini ya da Suriye topraklarına gömüleceğini” açıkladı. Türk ordusu ayrıca 2023 yılı sonundan bu yana Suriye’nin kuzeydoğusundaki sivilleri ve kritik altyapıları sürekli bombalıyor.HTŞ, son haftalarda SDG’ye karşı herhangi bir askeri çatışmaya katılmasa da örgüt Türkiye öncülüğündeki saldırılara karşı herhangi bir itiraz dile getirmedi, tam tersi geçerli.  HTŞ’nin üst düzey komutanlarından ve geçici hükümetin yeni atanan Savunma Bakanı Murhaf Ebu Kasra, “İnşallah Suriye bölünmez ve federalizm olmaz. Allah’ın izniyle bu bölgelerin tamamı Suriye’nin yetkisine girecek” dedi. Benzer şekilde El Şara da federalizme karşı çıkıyor.Ayrıca bir Türk gazetesine konuşan El Şara, Suriye’nin bundan sonra Türkiye ile stratejik ilişkiler geliştireceğini belirterek, “Suriye topraklarının Türkiye’yi ve diğer yerleri tehdit etmesini ve istikrarsızlaştırmasını kabul etmiyoruz” dedi. Ayrıca SDG’nin elindeki bölgelerdekiler de dahil tüm silahların devlet kontrolüne girmesi gerektiğini belirtti.Tüm bunlar, SDG yetkililerinin HTŞ ile müzakere yapılmasını isteyen açıklamalar yapmasına rağmen gerçekleşiyor. SDG Komutanı Mazlum Abdi gelecekteki Suriye ulusal ordusunun (garantilerle birlikte) bir parçası olmaya açık olmakla birlikte, federalizmden değil, devletin ademi merkeziyetçiliğinden ve özyönetimden yana olduklarını açıkladı. SDG’nin PKK’nın uzantısı olmadığını ve ateşkes sağlandıktan hemen sonra Suriyeli olmayan savaşçıları sınır dışı etmeye hazır olduklarını ifade etti.El Şara, geçtiğimiz günlerde Suriye’nin kuzeydoğusundaki krizin çözümü için SDG ile görüşmelerde bulunduklarını ve Suriye Savunma Bakanlığı’nın Kürt güçlerini kendi saflarına entegre edeceğini belirtmişti. Ancak bunun nasıl ve hangi koşullarda olacağı henüz bilinmiyor.

Demokratik Alanı Savunmak İçin Zamana Karşı Yarış

Mart 2011’deki Suriye halk ayaklanmasının köklerini oluşturan demokratik toplumsal örgütlenmeler ve güçlerin büyük çoğunluğu kanlı bir şekilde bastırıldı. Başta Suriye rejimi, ama aynı zamanda çeşitli silahlı İslamcı köktendinci örgütler tarafından da. Aynı durum, yerel halka hizmet sağlayan koordinasyon komiteleri ve yerel konseyler gibi, göstericiler tarafından kurulan yerel alternatif siyasal kurum veya kuruluşlar için de geçerli oldu. Bununla birlikte, Suriye topraklarında, özellikle de Suriye’nin kuzeybatısında, çoğunlukla STK türü örgütlerle bağlantılı olmasına rağmen, ayaklanmanın başlangıcındakilerden farklı dinamiklere sahip bazı sivil gruplar ve ağlar mevcut.Aynı zamanda, daha az yoğunluklu olsa da başka mücadele deneyimleri de gelişti. Örneğin, ağırlıklı olarak Dürzi azınlığın yaşadığı Süveyde vilayetinde Ağustos 2023’ün ortalarından bu yana halk protestoları ve grevler sürüyor. Daha genel anlamda, protesto hareketi sürekli olarak Suriye’nin birliğinin, siyasal mahkumların serbest bırakılmasının ve sosyal adaletin önemini vurgularken bir yandan da BM’nin siyasal geçiş çağrısı yapan 2254 sayılı kararının uygulanmasını talep etti. Aslında yakın zaman önce uzun süredir aktivist olarak hareket eden Muhsina el-Mahitavi’yi Süveyde vilayetinin valisi olarak seçen de yerel ağlar ve gruplar oldu.Başta Dera valilikleri ve daha az ölçüde Şam’ın banliyöleri olmak üzere Suriye rejiminin kontrolü altındaki diğer şehirler ve bölgeler de çok daha küçük ölçekte de olsa zaman zaman protestolara sahne oldu. Bu muhalefet biçimleri kısmen Esad hanedanlığının çöküşünden önceki günlerdeki ayaklanmaların temelini attı.Daha genel olarak, popüler sivil direniş açısından en önemli dinamik olan halk ayaklanmasının ilk yıllarında biriken deneyim, bu deneyimleri yaşayan aktivistlerin aktarımları ve ayaklanmanın yazılar, video kayıtları, tanıklıklar ve diğer delillerle daha önce görülmemiş bir şekilde belgelenmesiyle korunmuş durumda. Sivil direniş hareketini konu alan bu geniş belgesel arşivi halkın hafızasına aktarılabilir ve gelecekteki direnişçiler için önemli bir kaynak oluşturabilir. Esad rejiminin sona ermesinin ardından, öz-örgütlemeyi ve aşağıdan katılımı teşvik etmek ve sivil barışı garanti altına almak için farklı bölgelerde yerel komiteler veya aktivist ağları oluşturmaya yönelik yerel girişimler çoğalıyor. Özellikle kadınlara karşı yapılan gerici açıklamaları kınamak için gösteriler zaten gerçekleştiriliyorBununla birlikte, örgütlenebilme ve yeni iktidar aktörüne açıkça karşı çıkabilme yeteneğine sahip bağımsız, demokratik ve ilerici bir bloğun bariz biçimde mevcut olmadığı gerçeğiyle de yüzleşmemiz gerekiyor. Bu bloğu inşa etmek zaman alacak. Bu bloğun otokrasiye, sömürüye ve her türlü baskıya karşı mücadeleleri birleştirmesi gerekecek. Bu bloğun ülkenin sömürülenleri ve ezilenleri arasında dayanışma inşa etmek için demokrasi, eşitlik, Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkı ve kadınların özgürlüğü taleplerini yükseltmesi gerekecek.Bu ilerici blok, söz konusu talepleri ilerletmek için sendikalardan feminist örgütlere, topluluk örgütlerinden ulusal yapılara kadar uzanan tüm halk örgütlerini bir araya getirecek şekilde inşa edilmek ve yeniden inşa edilmek zorunda olacak. Bu da toplum çapındaki demokratik ve ilerici aktörler arasında el birliğini gerekli kılacak.Buna ek olarak, kilit görevlerden biri de ülkenin merkezi etnik bölünmesi olan Arap ve Kürtler arasındaki bölünmenin üstesinden gelmek olacak. İlerici güçler, bu bölünmeyi aşmak ve bu halklar arasındaki dayanışmayı güçlendirmek için Arap şovenizmine karşı açık bir mücadele vermeli. Bu, 2011’deki Suriye devriminin başlangıcından beri karşılaştığı bir zorluktu ve ülke halkının gerçekten özgürleşmesi için ilerici bir şekilde yüzleşilmesi ve çözülmesi gerekecek.

Sonuç

HTŞ’nin esasen, halk ayaklanmasını ve ayaklanmanın demokratik örgütlenmelerini kanlı bir şekilde bastıran ve kendisini giderek daha da militarize eden Suriye rejiminin önderlik ettiği karşı devrimin bir sonucu olduğu hatırlanmalı. Bu tür İslami köktendinci hareketlerin yükselişi çeşitli nedenlerin sonucu gerçekleşir; ilk başta rejimin yayılmalarını kolaylaştırılması, protesto hareketinin bazı unsurların radikalleşmesine yol açacak şekilde bastırılması, bu hareketlere mensup grupların daha iyi örgütlenmesi ve disipline edilmesi ve nihayet yabancı ülkelerin desteği.HTŞ de sonrasında, diğer silahlı İslami köktendinci örgütler gibi birçok açıdan karşı-devrimin Esad rejiminden sonraki ikinci kanadını oluşturdu. Topluma ve Suriye’nin geleceğine dair vizyonları, ayaklanmanın ilk hedeflerinin ve onun demokrasi, sosyal adalet ve eşitlik yönündeki kapsayıcı mesajlarının tam tersi. İdeolojileri, siyasal programları ve pratiklerinin yalnızca rejim güçlerine karşı değil, aynı zamanda sivil ve silahlı demokratik ve ilerici gruplara, etnik ve dini azınlıklara ve kadınlara karşı şiddet uygulamaya dayalı olduğu kanıtlandı.Sonuç olarak, demokratik ve ilerici bir toplumu korumak ve bunun için mücadele etmek, mevcut HTŞ yetkililerine güvenerek veya onlara idare ve geçiş aşamasının yönetimi konusunda geçer notlar vererek veya onları aklayarak değil, demokratik ve ilerici ağları ve birlikleri bir araya getiren bağımsız bir karşı-iktidar inşa etmekle olur. Seçimlerin örgütlenmesi ve yeni bir anayasanın yazılması için zaman dilimlerinin belirlenmesi veya “ulusal diyalog konferansına” katılacak isimlerin seçilmesi tartışmaların ve eleştirilerin konusu olabilir, ancak asıl mesele bu tür karar alma süreçlerine aşağıdan katılımın mevcut olmaması ve HTŞ’yi taviz vermeye zorlayacak biçimde baskı yapma yeteneğinin bulunmaması. Karar verme yetkisi yalnızca HTŞ’nin elinde. Bu süreç aynı zamanda ana destekçileri olan Türkiye ve Katar; ancak daha genel olarak bölgesel ve uluslararası güçlerin büyük çoğunluğu tarafından da destekleniyor. Daha genel olarak, Suriye ve bölgede otoriter bir istikrar formunu (yeniden) empoze etmek gibi ortak bir hedefleri var. Bu elbette bölgesel ve emperyal güçler arasında birlik anlamına gelmiyor. Her birinin kendine ait ve çoğu zaman da birbirleriyle uzlaşmaz çıkarları var ama Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın istikrarsızlaşmasını istemiyorlar.Esad’ın devrilmesinin ardından daha iyi bir gelecek umudu havada uçuşuyor. Bütün bunlar Suriyelilerin mücadeleyi aşağıdan yeniden inşa etme becerisiyle bağlantılı. Şu anda HTŞ’nin toplum üzerindeki iktidarı ve kontrolü hala tamamlanmış değil, çünkü tüm Suriye’yi yönetebilecek insani ve askeri kapasiteleri sınırlı ve bu nedenle de örgütlenmek için bir miktar alan mevcut. Bu alanın kullanılması gerekiyor.Sonuçta, yalnızca demokratik ve ilerici talepler uğruna mücadele eden halk sınıflarının öz-örgütlenmesi gerçek kurtuluşa ve özgürleşmeye giden yolu açacak. En azından şu anda bunun için bir fırsat mevcut ama bir yarışın içindeyiz ve Suriye halk sınıflarının demokrasi, sosyal adalet ve eşitlik için Devrim’e yönelik ilk özlemlerini gerçekleştirmek için yaptığı bütün fedakarlıkları savunmak için örgütlenmesi zorunlu.  

Kaynak: https://syriauntold.com/2025/01/04/understanding-the-threats-ahead-of-a-democratic-and-progressive-syria/

Çeviri kaynağı: https://fikirgazetesi.org/2025/01/10/demokratik-ve-ilerici-suriyenin-onundeki-tehditler/

Ernest Mandel’in Düşüncesinde Genel Grev ve Devrimci Strateji – Manuel Kellner

Karl Marx, bir toplumda egemen ideolojinin her zaman o toplumu yöneten sınıfın ideolojisi olduğunu belirtmişse ve öte yandan işçi sınıfının kurtuluşunun yalnızca kendi bilinçli eseri ilan etmişse, burada bir çelişki var gibi görünmektedir. Gerçekten de, kapitalist toplumda egemen ideoloji burjuva ideolojisi olduğuna göre – çünkü burjuvazi bu tür bir toplumu yönetmektedir – işçi sınıfı burjuva ideolojisiyle yoğrulmuşken, burjuvazinin egemenliğini nasıl bilinçli bir şekilde devirebilir?

Karl Marx’ın (Feuerbach Üzerine Tezler’inde) yanıtı, yalnızca devrimci pratik (“Praxis”) yoluyla bu çelişkinin çözülebileceğidir. Bu süreç, bilincin gelişmesini sağlayan bir pratiği içerir; burada kitlelerin kendi dayanışmacı eylemleri yoluyla gerçekleştirdikleri öz-eğitim, aynı zamanda “eğiticileri” de eğitir. Bu, Aydınlanma geleneğiyle bir kopuşu ifade eder, ancak onların özgürleştirici mirasına sadık kalır: “aydınlanmış” kişiler – bizim durumumuzda, sınıflı toplumlara özgü sömürüye, tahakküme ve yabancılaşmaya son vermek için sosyalist devrim ihtiyacının bilincinde olan siyasi azınlıklar – işçilerin ve emekçilerin ortak özgürleştirici eylemlerinden ileri gelen deneyimi sayesinde hızla bilinç kazanan geniş kitleler tarafından geçilmekte ve onların bilinci tarafından aydınlatılır.

Bir filozofun ruhu, “Sorun ortaya konmuş ve çözülmüştür” diyerek memnuniyet duyabilir. Ancak bir devrimcinin ruhu şu soruyu sorar: Marx’ın önerdiği çözüm, hangi tür deneyimlere uygulanabilir? Bu soruya Ernest Mandel’in genel grevin anlamı ve özgürleştirici potansiyelleri üzerine tartışmalara yaptığı katkılar yanıt verir.

Devrimin Hidrası[1]

Ernest Mandel, İşçi Denetimi, İşçi Konseyleri, Özyönetim adlı antolojisinin girişinde Prusyalı bakan von Puttkamer’in şu sözünü alıntılar: “Her grev kendi içinde devrimin hidrasını gizler.” Bu elbette bir polis abartısıdır, ancak Mandel’e göre bu ifadenin içinde bir gerçeklik unsuru vardır. Bir yandan işçi grevleri, kapitalist sistemin bir parçasıdır – emek gücünün fiyatındaki dalgalanmalar: ücretler, çalışma koşulları, çatışmalar yaratır. Ancak öte yandan, greve giden çalışanlar, sömürü nesnesi olmayı bırakıp, kaderlerini kolektif bir şekilde belirleyen aktif özneler haline gelirler.

Mandel’e göre, bir grev hareketinin özgürleştirici potansiyelini değerlendirmenin temel ölçütü, katılımcıların aktiflik derecesidir. Eğer grev sadece evde kalmaktan ibaretse, bu potansiyel sıfıra yakındır. Ancak çalışanlar genel kurul toplantıları düzenler, kolektif eylemleri örgütler, tartışır, kendi temsilcilerini seçer ve denetler, talepleri, mücadele biçimlerini ve sonuçları kendileri belirlerse, bu tamamen farklı bir durumdur. Özellikle grev hem zaman hem de mekân açısından yayılırsa ve acil taleplere politik, geçişsel (örneğin dayanışmacı çözümler veya patronların egemenliğine karşı çıkış) ya da doğrudan devrimci talepler eklenirse (örneğin iktidarın ele geçirilmesi), bu durum daha da önem kazanır.

Ernest Mandel, 1960-1961 kışında Valonya’da, özellikle de Liège’deki büyük genel grev sırasında geniş bir kitlesel hareketin devrimci potansiyelini deneyimledi. Yukarıda sıralanan tüm unsurlar bu süreçte mevcuttu. Mücadelenin kendi mantığı, hareketi çeşitli ihtiyaçlara yanıt verebilecek kendi kendini örgütleyen organlar geliştirmeye yöneltti: tartışmaların organizasyonu, karar alma mekanizmaları, erzak temini, trafik, ulaşım, kreş hizmetleri, etkinlikler, kültürel faaliyetler ve hatta kamu güvenliğine kadar.

İkili İktidar Meselesi

Mandel, Liège’deki hareketin yükselişi sırasında sendika üyelik kartını göstermeden bankalardan para çekilemediğini vurgulamayı severdi. Ona göre, 1917’de Rusya’nın Petrograd kentinde olduğu gibi, grev komitelerinin delegeleri kitleleri harekete geçirerek, “sovyet” veya “konsey” tipi aşağıdan gelen karşı-iktidar organları yarattılar. Bu organlar, burjuva devletine alternatif bir iktidar yapısına dönüşerek otoritelerini ve meşruiyetlerini demokratik ve temsil edici niteliklerinin üstünlüğüne ve nüfusun büyük çoğunluğuna derin biçimde kök salmış olmalarına dayandırdılar.

Bu tür durumlarda – örneğin 1974-1975’teki Portekiz Devrimi veya 2001’deki Arjantin’de olduğu gibi – bir süre boyunca “ikili iktidar” durumu yaşanır ve sonunda yalnızca bir taraf galip gelebilir. Sosyalist devrim, geniş bir genel grev hareketine katılanlar tarafından aşağıdan yaratılan bu öz-örgütlenme organları aracılığıyla iktidarın ele geçirilmesi anlamına gelir.

Bu sosyalist devrim anlayışı, Marx ve Engels’in, daha da önemlisi sosyal demokrat takipçilerinin eleştirdiği anarşist veya anarko-sendikalist pozisyonlara oldukça yakın görünmektedir. Örneğin, Almanya Sendikalar Birliği (ADGB) liderlerinden efsanevi Karl Legien, “Genel grev, genel bir aptallıktır” (“Generalstreik ist Generalunsinn”) demiştir. Bu yargının arkasındaki mantık şuydu: Eğer tüm işçi sınıfı harekete geçebiliyorsa, zaten genel greve ihtiyaç kalmaz; iktidar doğrudan alınabilir. Ancak 1920’de aynı sendika lideri, Kapp/Lüttwitz darbe girişimine karşı başarılı bir genel grev çağrısı yapmıştır!

Bu iki olay arasında, Rosa Luxemburg 1905 Rus Devrimi’nden dersler çıkarmıştı. Kitlesel grev hareketleri, parti ya da sendika liderliklerinin emir veya çağrısıyla başlamaz. Kitleler, katman katman harekete geçer, yeni deneyimlere dayanarak yollarını bulmaya çalışır, tereddüt eder, geri çekilir, sonra yeniden ilerler… Başlangıçta politik olarak bilinçli unsurlar yalnızca küçük bir azınlıktır. Bu azınlık, hareketin içinde yer almalı, önerilerde bulunmalı ve kendi görüşlerini tartışmalara dahil etmelidir.

Öz-örgütlenmenin Merkeziliği

Ernest Mandel’in anlayışı, Rosa Luxemburg ve Lev Troçki’nin teorik kazanımlarını yeniden ele alır. Bu anlayışta, proletaryanın demokratik öz-örgütlenmesi devrimci stratejinin merkezinde yer alır. Öz-örgütlenme organlarında başlangıçta reformist ve uzlaşmacı akımlar baskın olur. Devrimci örgütler veya partiler, bu karşı-iktidar organlarında çoğunluğu elde etmeye çalışmalıdır – hem genel fikirleri hem de somut önerileri açısından çoğunluğu kazanmak esastır.

Aynı zamanda, gündelik hayatın boyun eğdiren ve yabancılaştıran rutininden çıkılarak tartışma ve düşünme fırsatı sunulan bir durumda, bilinçlenmenin kitlesel ölçekte hızlı gelişimi çoğu zaman “öncüyü” kendi pozisyonlarını düzeltmeye zorlar. İşte, eğitmenlerin genel bir özgürleşme sürecinde eğitildikleri bir durum! Mandel’in anlayışı ile anarşistlerin anlayışı arasındaki fark da buradadır: Farklı siyasi partiler ve akımlar arasında fikir düzeyinde bir mücadele gereklidir ve devrimciler için, kitlelerin öz-örgütlenme organlarında çoğunluğu kazanmak vazgeçilmezdir – çünkü uzlaşmacı ve fırsatçı bir çoğunluk, karşı-iktidar organlarının yenilgiye ve çözülmeye mahkûm olmasına yol açar.

Mandel’e göre sanayileşmiş ülkelerde işçi sınıfı, nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturur: Geçimlerini sağlamak ve yaşamlarını sürdürmek için yalnızca emek güçlerini satmak zorunda olan herkes. Ancak öte yandan, Mandel’in geliştirdiği devrim modeli, büyük fabrikalarda yoğunlaşmış bir işçi sınıfına dayanır; bu da onun görüşüne göre kolektif dayanışma eylemleri için özellikle elverişli bir çerçeve sunar. Hepimiz biliyoruz ki, uzun yıllardır bu “klasik proleter” ortam parçalanmaya, toplum içinde ağırlığını kaybetmeye ve çeşitli bölünme etkilerine maruz kalmaya eğilimlidir.

Ernest Mandel’in stratejik düşüncesinin günümüzün somut koşullarına uyarlanmasına yönelik bir değerlendirme yapılırken bu göz önünde bulundurulmalıdır. Örneğin, mahalle, apartman, kamusal alan veya sokak gibi çeşitli bölgesel öz-örgütlenme biçimlerinin geçmişe kıyasla daha önemli bir rol oynayaması son derece mümkündür. Bu nedenle, Arap ülkelerinde, İspanya’da ve Yunanistan’da gerçekleşen güncel kitlesel hareketlerin incelenmesi gereklidir. Ernest Mandel’in düşüncesi özünde hâlâ günceldir. Rutin tarafından hipnotize olmamak önemlidir – kapitalist toplumun yapısal kriz içindeki çelişkileri, kitleleri periyodik olarak harekete geçmeye iter ve o noktada her şey, organize bir devrimci akımın açıklığına ve farkındalığına bağlıdır.

Çeviri: İmdat Freni

Manuel Kellner, Internationale Sozialistische Linke (ISL, Almanya’daki Dördüncü Enternasyonal’in iki örgütünden biri olan Uluslararası Sosyalist Sol) üyesi, Ernest Mandel’in düşüncesi üzerine bir doktora tezi kaleme almıştır: Kapitalizme ve Bürokrasiye Karşı: Ernest Mandel’de Sosyalist Strateji Üzerine, Neuer ISP Verlag, 2009. Kaynaklar:
 –İşçi Denetimi, İşçi Konseyleri, Özyönetim – Antoloji, Maspero, Paris, 1970, s. 7; burada Alman versiyonuna dayanmaktayım: Arbeiterkontrolle, Arbeiterräte, Arbeiterselbstverwaltung. Eine Anthologie, Frankfurt/Main, 1971.

-1960/1961 Belçika grevi üzerine Guy Van Sinoy’un yazısına bakılabilir.

İmdat Freni’nde Ernest Mandel’in üç bölüm halinde yayınlanmış Genel Grev yazısına bakılabilir. http://imdatfreni.org/genel-grev-1-kokeni-ve-turleri-ernest-mandel/

Çeviri Kaynağı: https://npa-lanticapitaliste.org/opinions/social/greve-generale-et-strategie-revolutionnaire-dans-la-pensee-dernest-mandel (ilk yayınlanma yılı 2011)


[1] Hidra, çok başlı mitolojik yaratık (ç.n.)

Dünyayı Değiştirmek için Bir Enternasyonal- Juan Tortosa ve Antoine Dubiau

2025 Şubat ayının sonunda Belçika’da Dördüncü Enternasyonal’in 18. kongresi gerçekleştirilecek. Bu organizasyonun tarihi ve günümüzdeki işlevi üzerine bir değerlendirmeyi, ayrıca kongrede ele alınacak konuların bir özetini sunuyoruz. Dördüncü Enternasyonal (DE), 1938 yılında, 1917 Ekim Devrimi’nin devrimci ivmesine ihanet eden bürokratik Stalinist despotizme karşı devrimci Marksizmi savunmak için kuruldu. Köklerine sadık kalan “Dört”, bugün kırktan fazla ülkede varlık göstermektedir. Farklı gerçekliklere sahip elliden fazla örgütü bir araya getirir – bu örgütlerin çoğu birkaç yüz üyeden oluşurken, bazıları binlerce üyeye ulaşmaktadır. Ayrıca bunlara bireysel üyelikler de eklenmelidir. 1970’lerde, DE’nin çoğu seksiyonu (yani ulusal/yerel birimi) bağımsız politik örgütlerdi. Bugün ise yalnızca bir kısmı bağımsız olarak varlığını sürdürmektedir. Diğer ülkelerde, DE seksiyonları daha geniş örgütlerin içinde yer almakta ve kendi ülkelerinde önemli siyasi roller üstlenmektedir: Danimarka’da Kızıl-Yeşil İttifak, Portekiz’de Sol Blok, Brezilya’da PSOL, İspanya’da ise Antikapitalistlerin 2020’de ayrılmasından önce Podemos gibi örnekler.

Antistalinizm
Stalinist rejimlerin çöküşü ve neoliberal küreselleşmenin saldırılarıyla şekillenen dönemde DE, rolünü yeniden tanımladı. Bu rol, her ülkede bağımsız seksiyonlar ya da daha geniş ittifaklar şeklinde devrimci örgütlerin uluslararası ölçekte inşasını teşvik etmektir. Aynı organizasyonel rolü üstlenen diğer enternasyonallerle karşılaştırıldığında, DE’nin ayırt edici özelliği, 20. yüzyılın antistalinist Marksist analizlerine ve mücadelelerine dayalı köklerine sadık kalıyorken son on yıllardaki sosyal hareketlere – feminist, ekolojist, LGBTQIA+, sömürgecilik karşıtı, antiemperyalist, köylü ve yerli halk mücadeleleri gibi – açık olmasıdır. DE’nin birçok militanı, 1995-2005 yılları arasındaki alternatif küreselleşme hareketinde, yeni feminist ve ırkçılık karşıtı dalgalarda, Via Campesina ağlarında ve özellikle Filipinler, Brezilya, Arjantin ve Mağrip ülkelerindeki birçok halk mücadelesinde öncü rol oynadı. Bu üyeler, kendi ülkelerindeki sınıf mücadelesi gerçekliğinde aktif siyasi faaliyet yürütmektedir.

Daha Kapsayıcı Bir Marksizme Doğru
Doğu Avrupa ve SSCB’deki Stalinist rejimlerin çöküşüyle şekillenen tarihsel dönüm noktasından bu yana, DE yalnızca Troçkizm’e referansla sınırlı kalmayarak daha kapsayıcı bir Marksizme yöneldi. Bu politik yenilenme sürecinde, Daniel Bensaïd’in entelektüel katkıları büyük rol oynadı. Bu dönüşüm, bugün bir nesil değişimini gerektiriyor. DE’nin tarihsel liderliği özellikle 1968 deneyimleri üzerinden, bilhassa da Fransa üzerinden şekillenmiştir. Gelecek kongrenin hedeflerinden biri, liderliği gençleştirmek ve çeşitlendirmektir; örgütsel ağırlığın çoğunlukla Fransız olmaması bu çabanın bir parçasıdır. Dördüncü Enternasyonal, demokratik bir çerçevede politik yönelimler belirlerken, ulusal seksiyonların tercihlerine saygı gösteren canlı bir araçtır. Bu tür bir yapının korunması, çağın ihtiyaçlarına uygun devrimci teoriler ve pratiklerin uluslararası düzeyde inşası için değerli bir araç olarak ortaya çıkmaktadır. Ekososyalizm bayrağı altında Dördüncü Enternasyonal, kapitalizm, ataerkillik, ırkçılık ve yabancı düşmanlığının birbirine geçmiş yapılarıyla mücadele etmeyi amaçlayan politik bir proje geliştirmektedir. Bu mücadeleler, küresel ekolojik yıkımı durdurmayı hedefleyen bir vizyona sahiptir.

Ekososyalist Manifesto
Kongre katılımcıları, özellikle ekososyalist bir manifestonun hazırlanması üzerine pozisyon alacaklardır. Bu manifesto, tahrip olmuş bir gezegene rağmen herkese onurlu bir yaşam garanti etmek üzere toplumsal tahakküm biçimlerinden arınmış bir dünyaya dönük geçiş programını temellendirmek üzere eko-sosyal duruma dair bir analiz içermektedir. Michael Löwy’nin dediği gibi: “Biz çok küçük ve güçsüzüz, ama bu dönemde uluslararası düzeyde 50 kadar antikapitalist örgütü koordine etmeye çalışan bir yapıya sahip olmak başlı başına bir başarıdır.” Dördüncü Enternasyonal’i ihtiyaç duyulan uluslararası mücadele aracı haline getirmek bizim elimizde!  

Çeviri: İmdat Freni

Kaynak: https://solidarites.ch/journal/443-2/une-internationale-pour-changer-le-monde/

Küresel kriz, çatışmalar ve savaşlar: 21. yüzyılda hangi enternasyonalizm? Pierre Rousset ile söyleşi

“Polikriz” zamanına genel bir bakış

Viento Sur – Kendimizi, savaşların arttığına ve emperyalistler arası çatışmaların şiddetlendiğine
tanık olduğumuz, özelliklerinden biri göreceli jeopolitik kaos olan çok boyutlu bir küresel kriz
bağlamında bulduğumuz açık görünüyor. Bu aşamayı tanımlar mısınız?

Pierre Rousset – “Çok boyutlu küresel kriz”den bahsediyorsunuz (ben gezegensel bir kriz demeyi
tercih ederim). Jeopolitik sorunlara değinmeden önce burada durmanın önemli olduğunu düşünüyorum.
Bu kriz aslında her şeyi üstbelirliyor ve artık eskisi gibi siyaset yapmakla yetinemeyiz. Gerçekten de
uzun zamandır korktuğumuz “devrilme noktasına”, beklediğimizden çok daha hızlı bir şekilde
ulaşıyoruz.
Guardian’ın küresel çevre editörü Jonathan Watts, 9 Nisan tarihli makalesine “Art arda onuncu aylık
sıcaklık rekoru alarmları geliyor ve iklim bilimcilerini endişelendiriyor” başlığını koyarak alarmı verdi.
Gerçekten de, bir iklim uzmanı şöyle diyor: “Anormallik Ağustos ayına kadar istikrara kavuşmazsa,
dünya kendisini bilinmeyen bir bölgede bulacak(…). Bu, küresel ısınmanın iklim sisteminin çalışma
biçimini bilim adamlarının beklediğinden çok daha erken bir zamanda temelden değiştirdiği anlamına
gelebilir.”
Adı geçen uzman, Ağustos ayına kadar bu istikrarın sağlanmasının hâlâ mümkün olduğu yargısına
varıyor, ancak durum ne olursa olsun, iklim krizi zaten günümüzün bir parçası. Biz bunun içindeyiz ve
etkileri halihazırda dramatik biçimde hissediliyor (iklim kaosu).
Karşı karşıya olduğumuz küresel kriz, yalnızca iklimi değil, ekolojinin tüm alanlarını ve bunun sağlık
üzerindeki sonuçlarını (pandemi dahil) etkiliyor. Hakim uluslararası düzen (neoliberal küreselleşmenin
çözümsüz bozuklukları) ve güçlerin jeopolitiği, çatışmaların çoğalması ve dünyanın militarizasyonu,
toplumlarımızın (önceki her şeyin körüklediği genelleştirilmiş güvencesizlik tarafından zayıflatılmış)
tam da toplumsal dokusuyla ilgilidir.
Bütün bu krizlerin ortak noktası nedir? Bunların tamamı veya büyük bir kısmı “beşeri” kökenlidir.
İnsanın doğa üzerindeki etkisi sorunu açıkçası yeni değil. Sera gazı emisyonlarındaki artışın kökeni ise
sanayi devrimine kadar uzanıyor. Ancak bu “genel kriz”, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kapitalizmin
gelişmesi ve ardından kapitalist küreselleşmeyle yakından ilişkilidir. Bizi birden fazla “bilinmeyen
bölgenin” sınırında eşi benzeri görülmemiş bir duruma sürükleyen bir dizi spesifik kriz ile küresel bir
dönüm noktası arasındaki sinerji ile karakterize edilir.
Kısaca açıklamak gerekirse “polikriz” tabirini seviyorum. Kesinlikle biraz kafa karıştırıcı, günlük dile
yabancı ama tekil olarak, birden fazla spesifik krizin birleşiminden kaynaklanan çok yönlü BİR krizden
bahsettiğimizin altını çiziyor. Bu nedenle, basit bir kriz eklemesiyle değil, bunların dinamiklerini
çoğaltan, insan türü (ve canlı türlerinin önemli bir kısmı) için ölümcül bir sarmalı körükleyen
etkileşimleriyle karşı karşıyayız.
Özellikle iğrenç ve açıkçası akıllara durgunluk veren şey, yerleşik güçlerin bugün küresel ısınmayı
biraz olsun sınırlamak için alınmış olan yetersiz önlemleri iptal etmesidir. Bu durum özellikle Fransız
ve İngiliz hükümetleri için geçerlidir. Bu aynı zamanda Amerika Birleşik Devletleri’ndeki büyük
bankalar veya petrol şirketleri için de geçerlidir. Önlemlerin güçlendirilmeleri gerektiği açıkça
ortadayken, hem de şeytani bir şekilde! Çok zenginler kanunlarını dikte ederler. Bu işte hep birlikte
olduğumuzu düşünmüyorlar. Artan sıcaklıkların havadaki çok yüksek nem oranlarıyla birleştiği
gezegenin tüm bölgeleri yaşanmaz hale gelmenin eşiğinde. Ne olursa olsun, havanın hâlâ güzel olduğu
yere gidip yaşayacaklar.
Pandemi çağına girdik. Doğal ortamların tahrip edilmesi, Covid’in amblemi haline geldiği hastalıkların
türler arası bulaşmasına uygun koşulları yarattı. Sibirya’daki sürekli donmuş toprakların erimesi tahmin
ediliyor ve bu erimenin, hiçbir aşı veya tedavi bulunmayan antik bakteri veya virüslerin ortaya
çıkmasına neden olabileceği tahmin ediliyor. Bu alanda aynı zamanda bilinmeyen bölgelere girme
riskiyle karşı karşıyayız: İklim krizi çok boyutlu bir sağlık krizini de beraberinde getiriyor.
Felaket öngörülebilirdi ve öngörülmüştü. Artık büyük petrol şirketlerinin 1950’lerin ortalarında
gelecekteki küresel ısınmayı dikkate değer bir kesinlikle tanımlayan bir çalışma yaptırdığını biliyoruz
(yine de onlarca yıldır gerçeği inkar ediyorlar).
“Çoklu krizin” bin bir yönünü keşfetmeyi henüz bitirmedik, ancak belki de bazı ilk çıkarımları ortaya
çıkarmanın zamanı gelmiştir. Küresel ısınmanın jeopolitik etkisinin en belirgin olduğu yer kutuplar
civarında, özellikle de Kuzey Kutbu’nda. Kuzeye okyanuslar arası bir nakliye rotasının yanı sıra
yeraltının zenginliklerinden yararlanma olanağı da açılıyor. Dünyanın bu bölgesindeki emperyalistler
arası rekabet yeni bir boyut kazanıyor. Çin, Antarktika’ya sınırı olan bir ülke olmadığı için Rusya’nın orada faaliyet göstermesine ihtiyaç duyuyor. Avrasya kıtasının doğusundaki Moskova’ya, Vladivostok
limanının serbest kullanımını sağlayarak batı cephesindeki (Ukrayna) dayanışmasının bedelini
ödetiyor.
Aşağıdaki sorularda değinilmeyen iki konunun küresel jeopolitik açıdan önemini vurgulamak
istiyorum.
Öncelikle Orta Asya. Avrasya kıtasının kalbinde önemli bir yere sahiptir. Vladimir Putin için burası
Rusya’nın ayrıcalıklı nüfuz bölgesinin bir parçası, ancak Pekin için bu, Avrupa’ya giden yeni “İpek
Yolu”nun kara tarafındaki kilit geçitlerden biri. Şu anda dünyanın bu bölgesinde karmaşık bir süreç
devam ediyor, ancak analizlerimize çok az entegre ediliyor.
Ayrıca küresel ısınma, dünya yüzeyinin %70’ini kaplayan, iklim düzenlemesinde belirleyici rol
oynayan, yaşamsal ekosistemleri barındıran ve artan su sıcaklıkları nedeniyle tehdit altında olan
okyanusların önemini bize hatırlatıyor. Okyanus kaynaklarının aşırı kullanımı, bildiğimiz gibi, kara
sınırlarından daha az sorun teşkil etmeyen deniz sınırlarının genişletilmesi gibi önemli bir sorundur.
Küresel bir jeopolitik yansıma, kutupların yanı sıra okyanusları da göz ardı edemez.
Karşı karşıya olduğumuz “çok boyutlu krizin” bir diğer önemli yönü de açıkça kapitalist küreselleşme
ve finansallaşmayla ilgilidir. Malların, yatırımların ve spekülatif sermayenin (ancak insanların değil)
hareket özgürlüğünü garanti altına almak için her zamankinden daha birleşik bir küresel pazarın
oluşmasıyla sonuçlandılar. Bu “mutlu küreselleşmeyi” (büyük mülk sahipleri için) pek çok faktör
sekteye uğrattı: Ticari alışverişlerdeki durgunluk, spekülatif finans ve borçların boyutu, üretim
zincirlerinin uluslararası bölünmesinin tehlikelerini ortaya çıkaran Covid salgını ve üretim zincirlerinin
uluslararası düzeyde bölünmesinin tehlikelerini ortaya çıkaran Batı’nın Çin’e bağımlılığı, Washington
ile Pekin arasındaki ilişkilerin (samimi anlayıştan yüzleşmeye) hızlı değişimine katkıda bulunuyor.
Düşük maliyetli üretimi sağlamak ve kendi ülkelerindeki işçi hareketini kırmak için Çin’i dünyanın
atölyesi haline getirmek isteyen büyük Batılı şirketlerdi. Pekin’in katıldığı Dünya Ticaret Örgütü’nün
(DTÖ) kurallarının genelleştirilmesinde ön sıralarda yer alan Avrupa’dır. Hepsi eski Orta Krallık’ın
kalıcı olarak kendilerine tabi olacağına inanıyordu ve öyle de olabilirdi. Durum böyle değilse, bunun
nedeni, Çin bürokrasisinin tüccar kanadının, halk direnişi kanlı bir şekilde kırıldıktan sonra (1986),
kapitalist mutasyonunu başararak Devlet kapitalizminin özgün bir biçimini doğurmasıdır.
Devlet kapitalizminin Doğu Asya’da, Çin’deki Kuomintang’ın (Guomindang) himayesi altında veya
Tayvan’da, Güney Kore’de uzun bir tarihi vardır… Tarihi itibarıyla Çin’in toplumsal formasyonu açıkça
benzersizdir, ancak oldukça klasik bir şekilde kalkınmayı birleştirir: özel sermaye ve devlet
işletmelerinin kapitalistlere tahsis edilmesi. İki ayrı ekonomik sektörle (temel olarak ikili bir ekonomi)
uğraşmak zorunda değiliz; aslında tüm sektörlerde mevcut olan aile klanlarının yanı sıra çoklu
işbirlikleri yoluyla da yakından bağlantılıdırlar.
Her şeyden önce, Deng Xiaoping’in himayesi altında, kapitalizme dönüşen Çin, ihtiyatlı bir şekilde
emperyalist atılımına başladı ve uzun süredir Asya’ya odaklanmayı başaramayan ABD’ye olan coğrafi
mesafeden faydalanmayı başardı (Afgan fiyaskosunun ardından sadece Joe Biden tarafından kendisine
güvence verilmedi).
Bu noktanın sonunda şunu belirtelim: Ölüm oranının çok yüksek olduğu çocuklardan başlayarak tüm nüfus, tekrarlanan travma sonrası stresle yaşayacak. Yetersiz beslenmenin kurbanı olan en gençlerin asla “normal” bir yaşam hakkı olmayacak.
Diğer sorunlar arasında Filistinlilerin ordu ve paramiliter güçler tarafından desteklenen Yahudi
üstünlüğü yanlısı yerleşimcilerin günlük şiddetine maruz kaldığı Batı Şeria’nın varlığı da yer alıyor.
Hayatta kalan Gazzeliler Mısır üzerinden mi yoksa deniz yoluyla mı sürgüne zorlanacak? Hayatta
kalan Batı Şerialı Filistinliler Ürdün’e sınır dışı edilecek mi? Büyük İsrail projesi başarılı olacak mı?
Uzun sürede Filistin’in sömürgeleştirilmesini görebiliyoruz ama korkunç bir dönüm noktası yaşıyoruz.
Netanyahu (sonu olmayan bir girişim olan Hamas’ın tamamen yok edilmesi dışında) savaş hedeflerini
hiçbir zaman tanımlamadı. Özellikle de durum değişken olduğu için onun adına bunları tanımlamaya
çalışmayacağım.
1 Nisan’da Şam’daki İran konsolosluğunun bombalanması, Netanyahu’nun Filistin sınırlarının ötesine
yaptığı ani uçuşun bir örneğidir. Bu, diplomatik misyonları koruyan Viyana Sözleşmesinin açık bir
ihlalidir. Saldırının hedefi orada bulunan üst düzey Hizbullah liderleriydi ama bu hiçbir şeyi “haklı
çıkarmaz”. Diplomatik misyonlarda her zaman üst düzey subaylar da dahil olmak üzere tercih edilen
“düşmanlar” vardır. İsrailliler bunu çok iyi biliyor; diplomat kılığına giren Mossad ajanları yabancı
ülkelerde birden fazla kişiyi öldürmüş ya da kaçırmıştı. Bu bombalamanın daha fazla protestoya yol
açmaması ilginç ve endişe verici.
Tahran savaş istemiyor ama tepki vermek zorunda. Usturanın ucundayız.
Joe Biden, Siyonizm ile samimi bir şekilde ve kendi yönetimindeki uzmanlara danışmadan İsrail
hükümetine koşulsuz desteğini derhal garanti ederek kendi tuzağını kurdu ve bu ona bir dizi ses getiren
istifaya yol açtı. Artık sürdürülemez olanı destekleyemez ancak İsrail’e silah ve mühimmat tedarikini
de durduramaz. Yanılıyor olabilirim ama onun Arap dünyasındaki diplomatik temasını kaybettiği ve şu
anda Trump’ın bir sonraki başkanlık seçimini kazanması durumunda Japonya ve Filipinler ile savunma
anlaşmalarını korumakla meşgul olduğu izlenimine sahibim.
İran, 13-14 Mart gecesi İsrail’e hava saldırısı düzenledi. İsrail sayımına göre 300’den fazla atış yapıldı:
170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 110 balistik füze. Tahran, ABD tarafından onaylanan
operasyonu duyurdu. Bu silahların İsrail’e ulaşması birkaç saat sürüyor, bu da yol boyunca birçoğunu
vurmak için yeterli zaman bırakıyor. ABD, İngiltere, Fransa ve Ürdün katkıda bulundu. Yine de bir
İsrail askeri üssü vuruldu. Bu operasyonun amacı açıkça siyasiydi, Şam’daki saldırıya tepki olarak
yapılan bir uyarıydı. İran rejimi ilk kez İsrail’e bu şekilde doğrudan saldırıyordu. Tahran, en azından
İsrail’in orada durması durumunda operasyonun devam etmeyeceğini duyurdu. İran’la karşı karşıya
kalan Joe Biden hâlâ Batı ve Arap ülkeleri karşısında bir cepheyi harekete geçirebiliyor. İsrail’in
koruyucularına bağımlılığı doğrulandı.
Enternasyonalist dayanışmamız Filistin halkıyla nasıl bir rol oynamalı?
Her şeyden önce, çok geniş bir birliğin sağlanabileceği mutlak acil durum: derhal ateşkes, Gazze
Şeridi’ne giden tüm erişim yollarından büyük miktarda yardımın girmesi, konvoyların ve insani yardım
çalışanlarının korunması (birçoğu öldürüldü), Rolü vazgeçilmez olan, UNRWA misyonunun yeniden
başlaması. Batı Şeria’daki sömürgeciliğin sona ermesi ve mülksüzleştirilmiş Filistinlilerin haklarının
restorasyonu, İsrailli rehinelerin ve Filistinli siyasi mahkumların serbest bırakılması…
Filistinlilerin silahlı direniş de dahil olmak üzere direniş hakkını “ama”sız savunuyoruz; ancak bu, pek
çok bağımsız kaynağın da doğruladığı gibi, ne Hamas’a siyasi destek anlamına geliyor ne de 7 Ekim’de
savaş suçlarının işlendiğini inkar ediyor. Bu kaynaklar arasında İnsan Hakları için Doktorlar-İsrail
derneği (PHRI); İsrail’in korumayı reddettiği, ancak Hamas’ın defalarca saldırılarına maruz kalan
Negev’deki Bedevi köylüler; hayatlarını Filistinlilerin haklarını savunmaya adayan İsrailli aktivistler…
Hamas bugün Filistin direnişinin ana askeri bileşenidir, ancak özgürleştirici bir proje taşıyor mu?
Desteklediğimiz kurtuluş mücadelesine katılan hareketleri her zaman analiz ettik. Bugün neden farklı
olsun ki?
Enternasyonalistler olarak bizim rolümüz aynı zamanda, ne kadar zayıf olursa olsun, mevcut görevler
ile özgürleştirici bir gelecek arasına bir çizgi çekmektir. Denizle nehir arasındaki bu tarihi topraklarda
yaşayanların bir arada yaşayabileceği bir Filistin ilkesini savunuyoruz (Filistinli mültecilerin geri
dönüşü de dahil). Bu, bölgede derin bir toplumsal çalkantı olmadan gerçekleşmeyecek, ancak bugün
Yahudi ve Arap/Filistinli olmak üzere birlikte hareket eden örgütleri her şeye rağmen destekleyerek bu
perspektife somutluk kazandırabiliriz. Mevcut bağlamda bu Yahudi-Arap dayanışmasını sürdürmeye
devam etmek için herkes büyük riskler alıyor. Onlara dayanışma borçluyuz.
Yahudi-Arap dayanışması aynı zamanda uluslararası seferberliğin gelişmesinin de anahtarlarından
biridir, özellikle de Barış için Yahudi Sesi hareketinin İsrail yanlısı lobilerin propagandasına karşı
koymada ve itiraz alanı açmada çok önemli bir rol oynadığı ABD’de. Çin’in dış politika stratejisini ve Tayvan’la çatışmasını nasıl analiz ediyorsunuz?
Bence Xi Jinping’in önceliği, Çin’in küresel genişlemesi ve konsolidasyonu, ikili sivil ve askeri
kullanım için yüksek teknolojiler alanında ABD ile rekabet ve önemli diplomatik ittifaklar arayışı
(ABD’nin karşısında Aşil topuğu), bu stratejik aşamada değerlendirilen bölgelerde (Güney Pasifik gibi)
kendi nüfuz bölgelerinin geliştirilmesi, askeri havacılık ve uzayın güçlendirilmesi veya gözetleme ve
dezenformasyon. Tayvan’ın işgali gündemde olmayacaktır.
Çin’in genişleme yolları öncekilerden farklı. Zaman değişti. Pekin’in yalnızca Cibuti’de büyük bir
geleneksel askeri üssü var. Ancak giderek artan sayıda ülkeyle limanlarına erişim sağlamak için
anlaşmalar imzalanıyor. Daha da iyisi, onu tamamen veya kısmen ele geçirir ve bu da ona sivil ve
askeri ikili kullanım için geniş bir deniz bağlantı noktaları ağı sağlar. Yurt dışındaki Çin şirketlerinin
güvenlik hizmetleri ordu tarafından sağlanıyor ve bu da ordunun bilgi almasına ve temas kurmasına
olanak sağlıyor.
Çin politikası emperyalist karakterdedir ve bunun aksinin nasıl olabileceğini anlamak zordur. Her
büyük kapitalist güç, yatırımlarının ve iletişimlerinin güvenliğini ve taahhütlerinin siyasi ve mali
karlılığını garanti etmelidir.
Pekin, komşu ülkelerin deniz haklarını dikkate almadan militarize ettiği, büyük bir uluslararası geçiş
bölgesi olan Güney Çin Denizi’nin tamamı üzerinde egemenliğini ilan etti. Balıkçılık kaynaklarına el
koyuyor ve deniz tabanını araştırıyor. Otoriter bir rejim, mümkün olduğunu düşündüğü her yerde
otoriter yöntemleri kullanır. Elbette sözde demokratik emperyalist rejim de aynısını yapabilir…
Suriye, Yemen, Sudan ve Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ndeki savaş durumlarının uzamasının
yanı sıra, Burma’da da Batı’da çok az konuşulan bir savaş var. Bu çatışmanın şu andaki durumu
hakkında yorum yapabilir misiniz?
Sudan’la ilgili birkaç söz. Bu ülkede, son derece zor koşullar altında, daha iyi bilinmeyi (ve
desteklenmeyi) hak eden zengin bir taban halk direnişi deneyimi var.
Burma ders kitabı vakasıydı. Ordu, 1 Şubat 2021’deki darbe sırasında iktidarda hakimiyetini sağladı.
Ertesi gün ülke, yaygın bir iş bırakma ve büyük bir sivil itaatsizlik hareketi şeklinde muhalefete girdi.
Darbe başarısız oldu, ancak acil uluslararası destek sağlanamadığı için ordu püskürtülemedi. Ordu,
acımasız baskı yoluyla inisiyatifi yavaş yavaş yeniden ele geçirmeyi başardı. Merkez bölgede
başlangıçta barışçıl halk direnişi yer altına inmek, ardından silahlı direnişe geçmek zorundaydı.
Ülkenin dağlık çevre eyaletlerinde faaliyet gösteren silahlı etnik hareketlerin desteğini aradı.
Burma’da yaşananlardan daha geniş bir sivil direniş hareketi hayal etmek zor; ancak silahlı mücadeleye
giriş, meşruiyeti meşru müdafaa kanıtlarına dayandırılan hayati bir zorunluluk olarak ortaya çıktı. Bu,
onun bu çetin sınavdan geçmesine ve yavaş yavaş bağımsız gerillalar şeklinde örgütlenmesine ya da
ordu tarafından feshedilen ve (nihayet) etnik azınlıklara açık olan parlamentonun bir ifadesi olan
Ulusal Birlik Hükümeti’ne bağlı olarak örgütlenmesine olanak sağladı.
Çatışma son derece sert biçimlere büründü; ordu özellikle havacılık üzerinde tekel sahibi oldu. Aynı
zamanda karmaşıktı; her etnik devletin kendine has özellikleri ve siyasi tercihleri ​​vardı. Ancak cunta
yavaş yavaş kontrolü kaybetti. Çin (bir sınır ülkesi) ve Rusya’nın desteğine sahipti, ancak Pekin’e
yatırımlarının güvenliğini ve Hint Okyanusu’na erişim sağlayan bir liman inşasını garanti etme
konusunda yetersiz kaldı. Uluslararası izolasyonu derinleşti ve ASEAN müttefikleri bölündü.
Bugün ordu birçok bölgede güç kaybediyor ve cuntaya karşı muhalefet cephesi genişledi. Burma çok
zengin bir tarihe sahip ama ne yazık ki Batı’da çok az tanınan bir ülke.
Sonuç olarak, ekonomik krizin ağırlaşması ve hem uluslararası hem de bölgesel düzeyde
çatışmaların artması, uluslararası bağlamda enternasyonalist dayanışma politikalarının yeniden
düşünülmesini gerektiren bir dönüm noktasına işaret ediyor gibi görünüyor. 21. yüzyılda
uluslararası çatışmaların evrimine uygun bir enternasyonalizm inşa etmenin yolları nelerdir?
Ana çizginin “kampçılık” ile enternasyonalizm arasındaki karşıtlık olduğu derin bir yeniden yapılanma
var. Analizlerde pek çok farklılığımız olabilir ancak asıl soru, tüm mağdur topluluklarını savunup
savunmadığımızdır. Her güç kendine uygun kurbanları seçer, diğerlerini ise terk eder. Biz bu tür bir
mantığa girmeyi reddediyoruz. Paris ne düşünürse düşünsün Kanaky’deki Kanakların haklarını
savunuyoruz, Suriyeliler ve Suriye halkı Esad klanının amansız diktatörlüğüyle, Ukraynalılar Rus ateşi
altında, Filistinliler ABD bombalarının altında, Porto Rikolular ABD sömürge düzeni altında, Burma
halkı cunta Çin tarafından desteklenirken ezilmekte, Haitililer’in koruma ve sığınma talepleri
“uluslararası toplum tarafından” reddedilmekte.
Jeopolitik kaygılar adına mağdurları terk etmiyoruz. Onların geleceklerine özgürce karar verme
haklarını ve sorun buysa kendi kaderlerini tayin etme haklarını destekliyoruz. Dünyanın her yerinde
“ana düşman” mantığını reddeden ilerici hareketlerin içinde buluyoruz kendimizi. Biz ister Japon-Batı, ister Rus, ister Çin olsun hiçbir büyük gücün kampında değiliz. İşgal, Filistin’de olduğu gibi
Ukrayna’da da suçtur. Dünyanın militarizasyonuyla karşı karşıya kaldığımızda küresel bir savaş karşıtı
harekete ihtiyacımız var. Söylemesi kolay ama yapması çok zor. Bunu yapmak için yerel sınır ötesi
dayanışmaya (Ukrayna-Rusya, Hindistan-Pakistan) güvenebilir miyiz? Yoksa Filistin’le olan muazzam
dayanışma hareketine mi? Nepal’de yeni tanıştığınız gibi sosyal forumlarda mı?
Aynı zamanda iklim meselesini savaş karşıtı hareketler sorununa da entegre etmeliyiz ve buna karşılık
militan çevre hareketleri de, henüz bunu yapmamışlarsa, savaş karşıtı boyutu kendi mücadelelerine
entegre etmekten fayda görebilirler. Aynı şey nükleer silahlar için de geçerli.
Bana öyle geliyor ki Greta Thunberg’in kişiliği “çoklu kriz”in şiddetiyle karşı karşıya kalan genç
nesillerin potansiyelini bünyesinde barındırıyor. Ancak taahhütleri, kesinlikle eksik olmadığı azim ve
zaman içinde harekete geçme becerisi gerektiriyor ki bu da kolay değil. Benim aktivist kuşağım
1960’ların radikalizmi ve Fransa’daki bizler için 68 Mayıs’ın kuruluş deneyimi sayesinde yörüngeye
fırlatılmıştı. Oldukça büyük bir dürtü. Peki ya bugün ? 15 Nisan 2024-06-22 Görüşme Jaime Pastor
Pierre Rousset Yeni Anti Kapitalist Parti üyesi ve IV. Enternasyonal’in yöneticilerinden.
Amsterdam’daki IIRE-IIRF Enstitüsünün kurucu ve yöneticilerinden.

  • Uluslararası jeopolitik durum, yerleşik emperyalizm (ABD) ile yükselen emperyalizm (Çin)
    arasındaki karşılıklı çatışmanın hakimiyetinde olmaya devam ediyor. Elbette büyük ve küçük güçler
    arasındaki büyük küresel oyunun tek oyuncuları onlar değil, ancak başka hiçbirinin iki “süper güç” ile
    karşılaştırılabilecek bir ağırlığı yok.
  • Bu çatışma çok yüksek düzeyde nesnel karşılıklı bağımlılık özelliğine sahiptir. Neoliberal
    küreselleşmenin krizi elbette besbelli ama mirası hâlâ orada. Artık “mutlu küreselleşme” yok ama
    “mutlu (kapitalist) küreselleşmeden uzaklaşma” da yok. Jeopolitik çatışmalar hem bu yapısal kriz
    durumunun bir belirtisidir hem de çelişkilerini vurgulamaktadır. Bir dereceye kadar benzeri
    görülmemiş “meçhul bölgelere” de girdik.
  • Ana “süper güç” olmaya devam eden ABD’nin hegemonyası göreli olarak geriledi. Zayıflayan,
    güvenilir ve etkili müttefiklerin yardımı olmadan dünyayı denetlemeye devam edemezler. Donald
    Trump’ın neden olduğu siyasi ve kurumsal kriz ve bunun kalıcı diplomatik sonuçları (müttefiklerinin
    güven kaybı) nedeniyle zayıfladılar. Ülkenin yaşadığı sanayisizleşmenin boyutları dikkate alındığında
    artık “klasik” emperyalizmin kalmadığını söyleyebiliriz. Joe Biden şu anda bu alandaki durumu
    düzeltmek için önemli mali ve hukuki kaynakları seferber ediyor, ancak bu kolay bir iş değil. Fransa
    gibi bir ülkenin hayati bir acil durum (Covid) karşısında bile sağlık çalışanları için hidroalkolik jel,
    cerrahi maske ve FFP2 önlük üretme konusunda yetersiz olduğunu unutmayın. Ancak bu teknolojinin
    yetersizliğinden değil!
  • Çin bu alanda çok daha iyi bir konumdaydı. Maocu dönemden yerli bir sanayi temeli, Üçüncü Dünya
    için yüksek okuryazarlık oranına sahip bir nüfus ve eğitimli bir işçi sınıfı miras almıştı. Dünyanın bir
    atölyesi haline gelerek yeni bir sanayileşme dalgasını (kısmen bağımlı, ama sadece değil) sağladı. En ileri teknolojilerin üretilmesini sağlamak için önemli kaynaklara yatırım yapılmıştır. Parti-devlet ülkenin ulusal ve uluslararası kalkınmasını organize edebildi (uçakta pilot vardı). Bununla birlikte, Çin rejimi bugün her zamankinden daha şeffaf ve gizlidir. Siyasi-kurumsal krizin ABD emperyalizmini nasıl etkilediğini biliyoruz. Çin’de neler olup bittiğini bilmek çok zor. Ancak ömür boyu başkan olan Xi Jinping yönetimindeki gücün aşırı merkezileşmesi artık yapısal bir kriz faktörü gibi görünüyor.
  • ABD’nin göreli gerilemesi ve Çin’in tamamlanmamış yükselişi, ikincil güçlerin, en azından kendi
    bölgelerinde (Rusya, Türkiye, Brezilya, Suudi Arabistan vb.) önemli bir rol oynayabilecekleri bir alan
    açtı. Dolayısıyla Rusya’nın, Avrupa’nın doğu sınırlarında Çin’e bir dizi oldu bittiler sunmaya devam
    ettiğini düşünüyorum. Birlikte hareket eden Moskova ve Pekin, Avrasya kıtasındaki oyunun büyük
    ölçüde ustalarıydı. Ancak Ukrayna’nın işgali ile Tayvan’a yapılan fiili saldırı arasında bir koordinasyon
    yoktu.

Tam olarak bu bağlamda, Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesi ve Batılı güçlerin Ukrayna’nın bu durumla yüzleşmesine verdiği desteğin, bu savaşı emperyalistler arası bir savaş haline getirdiğini ve bunun da bizi Zimmerwald’ın (savaştan savaşa) politikasını hatırlamaya yönelttiğini düşünebilir miyiz? cevapla? Yoksa tam tersine, emperyalist güçler tarafından desteklenmesine rağmen Batı solunu Ukrayna halkının Rus işgaline karşı direnişiyle dayanışmaya zorlayan bir ulusal kurtuluş savaşıyla mı karşı karşıyayız?  Zimmerwald’ın politikası ilhaksız barış talep etmekti. Şimdi kendilerini Zimmerwald’ın mirasçıları olarak tanıtanlardan bazıları Ukrayna’nın şu veya bu parçasını Rusya’ya bırakmayı, Ukrayna’dan ayrılmalarını doğrulamak için orada referandumlar düzenlemeyi vb. teklif ediyor, ama devam edelim. Bu soruyu cevaplamanın en basit yolu olayların akışını tekrar gözden geçirmektir. Sınırlarda önemli askeri kaynaklar seferber edilerek, zaman alan ve gözle görülür bir işgal hazırlığı yapılıyor. Bunu yapan Putin’di. O dönemde NATO, Afgan macerasının ardından siyasi bir krizin ortasındaydı ve Avrupa’daki operasyonel kuvvetlerinin büyük kısmı Doğu’ya yeniden konuşlandırılmamıştı. Biden’ın asıl kaygısı Çin’di ve hatta hâlâ Moskova’yı Pekin’e karşı oynatmaya çalışıyordu. Bir işgalin mümkün olduğu konusunda ilk uyarıyı yapan ABD istihbaratı oldu ancak bu uyarı ne Avrupa devletleri ne de Zelinsky’nin kendisi tarafından ciddiye alındı. Batı Avrupa’da çoğumuzun Doğu Avrupalı ​​(özellikle Ukraynalı) yoldaşlarımızla çok az teması vardı ve çoğumuz olayları tamamen jeopolitik terimlerle analiz ettik (asla yapılmaması gereken bir hata), Putin’in Avrupa Birliği’nin NATO içinde Afgan sonrası anlaşmazlıkları kışkırtması için İran üzerinde güçlü bir baskı uygulamaktan memnun olduğunu düşünüyorduk. Eğer durum böyle olsaydı işgalin gerçekleşmemesi gerekirdi çünkü tam tersi bir sonuç doğururdu: NATO’ya anlam kazandırmak ve safların yakınlaşmasına olanak sağlamak. Aynen öyle oldu! Ayrıca Rus işgalinden önce Ukrayna nüfusunun çoğunluğu bağlantısız bir ülkede yaşamak istiyordu. Bugün sadece çok küçük bir azınlık kendi güvenliğini NATO ülkeleriyle yakın ittifak dışında görüyor. Kendi adıma, arkadaşım Adam Novak’ın uyarmasıyla bunun mümkün olduğu hissine işgalden çok kısa bir süre önce ulaşmıştım. Artık çok daha fazlasını biliyoruz: işgal birkaç yıldır planlanıyordu. Bu, II. Yekaterina’yı referans alarak, Stalinist SSCB sınırları içinde Rus İmparatorluğunu yeniden kurmaya yönelik büyük bir projenin parçası. Ukrayna’nın varlığı yalnızca Lenin’in (Putin’in kendi deyimiyle) suçlu olduğu bir anomaliydi ve Rusya’nın safına dönmek zorundaydı. Aslında Ukraynalılar bunu tam kapsamlı işgal olarak adlandırıyor ve 2014’te Donbass, Luhansk ve Kırım’ın yıkılması ve askeri işgalinin işgalin ilk aşamasını oluşturduğuna dikkat çekiyor. “Özel Operasyon” (“savaş” kelimesi yakın zamana kadar yasaktı ve uygulamada da öyle) çok hızlı olacak ve emirlere tabi bir hükümetin kurulacağı Kiev’e kadar devam edecekti. Gafil avlanan Batılı güçler, oldu bittiye ancak boyun eğebildiler ve gafil avlandılar. Washington bile politik olarak ancak gecikmeli olarak tepki gösterdi. Savaş makinesini durma noktasına getiren kum tanesi, hem Putin’in hem de Batı’nın öngöremediği Ukrayna direnişinin boyutuydu. Gerçekten silahlı kuvvetlerle uyumlu, kitlesel bir halk direnişinden söz edebiliriz. Bu, Rusça konuşan pek çok kişinin (ve Moskova’ya bağlı olanlar dışında tüm siyasi yelpazenin) katıldığı ulusal bir direnişti. Bundan şüphe duyanlar için bundan daha güçlü bir kanıt yoktu: Ukrayna gerçekten var. Bahsettiğiniz ikinci senaryodayız. Zaman bu “orijinal” gerçeği ve dayanışma yükümlülüğümüzü silmiyor. Dayanışmanın çifte yükümlülüğü olduğunu eklemek isterim. Ukrayna halkının ulusal direnişiyle ve Zelynsky rejiminin otoriterliğine ve neoliberal politikalara (Avrupa Birliği tarafından savunulmaktadır) karşı bizzat Ukrayna’da işçi ve sendika hakları, örgütlenme ve ifade özgürlükleri için, mücadele etmeye devam eden sol güçlerle birlikte. … Açıkçası Ukrayna, Rusya-Batı güçler çatışmasının sıcak noktası haline geldi. Özellikle ABD’nin silah tedariki olmasaydı Ukraynalılar “cepheleri” tutamazdı. Ancak silah tedariki sürekli olarak Moskova’yı kesin bir şekilde yenilgiye uğratmak için gerekli olanın altında kaldı. Bugüne kadar Rus ordusunun hava kontrolüne karşı çıkılmadı. Ve NATO ülkeleri yeniden bölünmüş durumda, ABD’deki seçim öncesi kriz ise Ukrayna’ya yönelik fonların oylanmasını engelliyor. Derinlemesine savunma inşa etme ve yeniden örgütlenme fırsatına sahip olan Moskova, Kuzey Kore’nin top mermileri ve Hindistan veya Çin’in (petrol ürünlerinin satışı yoluyla) sağladığı fonların yardımıyla Ukrayna’daki askeri gerilimin arkasındaki itici güç olmaya devam ediyor ve oldu bitti politikasını alçakça yapıyor: Ukraynalı çocukların Rusya’ya götürülmesi ve Rus ailelere evlat edinilmesi.  

Eğer öyleyse, direnişi desteklemenin, yarattığı (insani ve maddi) yıkımdan endişe etmeden savaşı uzatmak isteyen Batılı güçlerin (Zelenskiy hükümetinin onayıyla) çıkarlarına hizmet ettiğini düşünenlere ve bu nedenle adil bir barışın savunulmasına yönelik aktif bir politikanın teşvik edilmesinin gerekli olduğunu söyleyenlere ne diyeceğiz?   Ben Ukrayna dayanışmasıyla aktif olarak ilgilenmiyorum. Güncel olaylara karşı Asya dayanışma faaliyetlerimi sürdürüyorum. Kendimi İsrail-Filistin sorununa kaptırdım (bununla yaşamak zor). Bu yüzden dikkatli olmaya devam edeceğim. Bu savaşın yarattığı yıkımın boyutunu hepimiz hissediyoruz; Putin utanmadan sivil halkı hedef alan bir savaş yürüttüğü için bu daha da anlamlı. Dayanılmaz. Ancak bu savaşı uzatan bizim desteğimiz değil, Putin’dir. Sorumluluklar sulandırılmamalıdır. Eğer “adil barış” terimi mevcut cephe hattında süresiz bir ateşkes anlamına geliyorsa, bu, işgal altındaki bölgelerdeki beş milyon Ukraynalıyı zorunlu asimilasyon rejimi altında yaşamaya mahkum etmek ve ayrıca beş milyon Ukraynalıyı da Rusya Federasyonu’na sınır dışı etmek anlamına gelecektir. Dayanışma hareketimizin rolünün her şeyden önce Ukrayna halkının ve bunun içinde Ukrayna toplumsal ve siyasi solunun mücadelesi için en iyi koşulların yaratılmasına katkıda bulunmak olduğunu düşünüyorum. Bir barış anlaşmasının şartlarının ne olacağını belirlemek kesinlikle bize düşmez. Ukrayna solunun, feminist hareketin, sendikaların, Kırım Tatar hareketinin, çevrecilerin (ve diğerlerinin) taleplerine kulak vermemiz ve çağrılarına cevap vermemiz gerektiğini düşünüyorum. Ayrıca Rusya’daki solu ve savaş karşıtı hareketleri de dinlememiz gerekiyor. Rus anti-kapitalist solunun çoğu bileşeni, Rusya’nın Ukrayna’daki yenilgisinin, ülkenin demokratikleşmesine ve çeşitli toplumsal hareketlerin ortaya çıkmasına kapı açan tetikleyici olabileceğine inanıyor. Batı solunda Doğu Avrupa’da solun “neredeyse var olmadığını” iddia edenler yanılıyor. Ukraynalılar pahasına kötü bir uzlaşmanın savaşı sonlandırabileceğine inanmak bana tehlikeli görünen bir yanılsama. Bu, Putin’in savaşa girmesinin nedenlerini unutmak anlamına geliyor: Ukrayna’yı tasfiye etmek ve Rusya İmparatorluğu’nun yeniden inşasına devam etmek, ama aynı zamanda ekonomik zenginliğine (tarım dahil) el koymak ve işgal altındaki bölgelerde sömürge niteliğinde bir rejim kurmak. Putinci devlet aygıtı, gizli servislerin (KGB-FSB) adamları tarafından yozlaştırılıyor. Zaten Çeçenistan’dan Orta Asya’ya ve Suriye’ye kadar kendi yerel bölgesine müdahale etti. Uluslararası alanda ancak askeri yetenekleriyle, silah, petrol veya tarım ürünleri satışıyla var olabiliyor… Gücünü bildiğim ve mücadele etmeye devam ettiğim “bizim” emperyalizmlerimize karşı tam bir güvensizliğim var. Bir barış anlaşmasını müzakere etmek veya empoze etmek için asla onlara güvenmeyeceğim. Filistin’de Oslo Anlaşmalarının ne hale geldiğini görün! Yani benim için dayanışma hareketlerinin (ne olursa olsun) “güçlerin mantığına girmesi” söz konusu değil. Başta devletler ve hükümetler (Zelenskiy dahil) karşısında tam bağımsızlıklarını korumalılar. Tekrar ediyorum, hem Ukrayna solunun güçlerini hem de Rusya’daki savaş karşıtı solu dinliyoruz.  

Öte yandan ABD ve AB, Rusya’nın Ukrayna’daki savaşını ve artan uluslararası gerilimi yeniden silahlanma ve askeri harcamaların artırılmasına bahane olarak kullanıyor. “Yeni bir soğuk savaş”tan, hatta nükleer silah kullanımının dışlanmadığı bir dünya savaşı tehdidinden bahsedebilir miyiz? Bu yeniden silahlanma ve bu tehdit karşısında anti-kapitalist solun tutumu ne olmalıdır?  

ABD ve Avrupa Birliği’nin yeniden silahlanmasına ve askeri harcamalarını artırmasına karşıyım. Bununla birlikte konuyu genişletmemiz gerektiğini düşünüyorum. Çin’in (ve hatta Rusya’nın) birçok alanda inisiyatif sahibi olduğu yeni bir silahlanma yarışı sürüyor; mevcut füze kalkanlarını çalışmaz hale getirecek veya donanmanın bir uçak gemisini çok uzaklardan hedef almayı mümkün kılacak süpersonik silahlar da dahil. Bildiğim kadarıyla hiçbir şey gerçekten test edilmedi ve neyin doğru neyin bilim kurgu olduğunu bilmiyorum ama diğer yoldaşlar bu alanda kesinlikle benden daha bilgili. Ancak silahlanma yarışının kendisi büyük bir sorundur. Olağan nedenlerden dolayı (dünyanın militarizasyonu, askeri-endüstriyel kompleksin kamu bütçelerinden fahiş bir pay alması vb.), ama aynı zamanda sürmekte olan savaşlar çağının sonunu daha da acil hale getiren iklim krizi nedeniyle. Silah üretimi ve kullanımı, sera gazı emisyonlarının resmi hesaplamasına dahil edilmiyor. Gerçekliğin korkunç bir inkarı. Nükleer silah kullanma tehdidi Putin tarafından birkaç kez dile getirildi, ancak hiçbir etkisi olmadı (ondan açıklamalarıyla tutarlı olmasını istemiyorum). Nükleer savaş tehdidinin devam eden Ukrayna çatışmasının doğrudan bir sonucu olduğundan şüpheliyim (umarım yanılmıyorum), ancak yine de bunun (maalesef) gerçek bir sorun olduğunu düşünüyorum. Burada da konuyu genişleteceğim. Halihazırda dört adet yerelleştirilmiş nükleer “sıcak nokta” var. Biri Orta Doğu’da bulunuyor: İsrail. Üçü Avrasya’da: Ukrayna, Hindistan-Pakistan, Kore yarımadası. “Aktif” olan yalnızca sonuncusu. Kuzey Kore rejimi, ABD deniz havacılığının konuşlandığı ve yurtdışındaki en büyük ABD üsleri kompleksinin bulunduğu bir bölgede (Japonya’da, özellikle Okinawa adasında) periyodik olarak füze testleri yapıyor ve fırlatıyor. Joe Biden’ın halihazırda Ukrayna, Filistin ve Tayvan’la çok işi var ve dünyanın bu bölgesindeki (Çin de dahil) durum daha da kötüleşmeden iyi iş çıkarabilir; bu durum Trump’ın büyük ölçüde sorumlu olduğu bir durum, aynı zamanda da Kuzey Kore kalıtsal hanedanının son evladının da. Küçük sorun: Kuzey Kore nükleer füzesinin Güney’in başkenti Seul’e ulaşması yirmi dakika sürüyor. Bu koşullar altında nükleer silahları ilk kullanan taraf olmama taahhüdünün uygulanması zorlaşmaktadır. Fransa, kamuoyunu “taktik” bir nükleer bombanın olası kullanımına siyasi olarak hazırlayan ülkelerden biridir. Bu önemsizleştirme girişimine şiddetle karşı çıkmalıyız. Ne yazık ki, bir tür ulusal siyasi fikir birliği mevcut; bu, “bizim” nükleer cephaneliğimizi, sol kesim de dahil olmak üzere ve hatta onun kaldırılmasından yana olduğumuzda bile siyasi anlaşmalar yapmak için bir prensip meselesi haline getirmediğimiz anlamına geliyor. Yeniden silahlanma sorunu, yeni silahlanma yarışı ve nükleer enerji, sınırların her iki tarafındaki savaş karşıtı hareketlerin faaliyetlerinin mutlaka bir parçası olmalıdır. Dolayısıyla, 1947’de Hindistan’ın bölünmesine eşlik eden toplumlararası korkunç şiddete rağmen, Pakistan ve Hindistan solu silahsızlanma için ortak kampanya yürüttü. “Yeni bir soğuk savaş”tan bahsedebilir miyiz? O zamanlar bu formülü oldukça Avrupa merkezli buluyordum. Asya’da savaş çok şiddetliydi (ABD’nin Vietnam’daki gerilimi). Bugün Rusya’nın Ukrayna’daki savaşı sırasında ne söylenebilir? Basında, bir tartışmada kullanıldığını anlıyorum ama iki ana nedenden dolayı kullanmamamız gerektiğini düşünüyorum: • Analizi jeopolitiğe çok sınırlı bir yaklaşıma indirger. Savaş aslında büyük güçler arasında doğrudan bir çatışma olmadığı için “soğuk”. Bu engellemez ancak “sıcak” çatışmaların somut bir analizine katkıda bulunmaz. • Genel olarak tarihsel benzetmelere pek sıcak bakmıyorum: “…’de miyiz?”. Biz asla “içinde…” değiliz, şu andayız. Tarihin bugünü açıklamaya, bugünün de geçmişi yeniden ziyaret etmeye yardımcı olduğunu biliyorum, ancak “yeni soğuk savaş” ifadesi benim isteksizliğimi açıkça gösteriyor. “Birinci” Soğuk Savaş, “Batı bloğunu” “Doğu bloğu” ile karşı karşıya getirdi. O zamanlar Sovyet bloğu ve Çin’in kapitalist dünya pazarıyla yalnızca sınırlı ekonomik ilişkileri vardı. Devrimci dinamik devam etti (Vietnam…). Bugün kapitalist dünya pazarı evrenselleşmiştir. Küreselleşme oradan geçti. Çin onun temel direklerinden biri haline geldi. Amerika Birleşik Devletleri ve Batı Avrupa ülkeleri arasındaki ekonomik karşılıklı bağımlılık yakındır. Bu faktörü tamamen hesaba katmadan Çin-ABD çatışmasının karmaşıklığını anlayamayız. Dolayısıyla neden sonrasına eklemek için eski bir formüle başvuruyoruz: ama elbette her şey farklı. Yeni Soğuk Savaş temasının her iki taraftaki kampçılara da yakıştığını söyleyebilirim. Moskova ve Pekin’e desteklerini haklı çıkarmak isteyen kampçılara. Veya otokratlara karşı Demokrasi ve Batı Değerlerinden yana olmak isteyenlere. Bitirmek için küçük bir kontrpuan: Biden geçmişte kalmış bir adam. Çeşitli büyük krizler sayesinde nükleer tehditleri müzakere etmeyi öğrendi. Bu deneyim bugün hâlâ onun için yararlı olabilir.

İsrail Devleti’nin Gazze’de yürüttüğü imha savaşına gelince, bu savaşın sonuçları nelerdir? ABD, son zamanlarda BM Güvenlik Konseyi’nde çekimser kalmasına rağmen neden İsrail’i desteklemeye devam ediyor?     Bu savaşın bahsi nedir? Gazzelilerin hayatta kalması. Bu konularda (nüfusların yok edilmesi) uzman birinin bana çok adil gelen bir formülü vardı. “Yoğunluğu” bakımından bu kadar ciddi bir durumu hiç görmemişti. Diğer durumlarda çok sayıda insan öldü, ancak Gazze benzeri görülmemiş yoğunlukta çok yönlü bir saldırının altında küçük bir bölge. Bombalamalar dursa ve toplu yardım gelse bile ölümler zamanla devam edecek. Ölüm oranının çok yüksek olduğu çocuklardan başlayarak tüm nüfus, tekrarlanan travma sonrası stresle yaşayacak. Yetersiz beslenmenin kurbanı olan en gençlerin asla “normal” bir yaşam hakkı olmayacak. Diğer sorunlar arasında Filistinlilerin ordu ve paramiliter güçler tarafından desteklenen Yahudi üstünlüğü yanlısı yerleşimcilerin günlük şiddetine maruz kaldığı Batı Şeria’nın varlığı da yer alıyor. Hayatta kalan Gazzeliler Mısır üzerinden mi yoksa deniz yoluyla mı sürgüne zorlanacak? Hayatta kalan Batı Şerialı Filistinliler Ürdün’e sınır dışı edilecek mi? Büyük İsrail projesi başarılı olacak mı? Uzun sürede Filistin’in sömürgeleştirilmesini görebiliyoruz ama korkunç bir dönüm noktası yaşıyoruz. Netanyahu (sonu olmayan bir girişim olan Hamas’ın tamamen yok edilmesi dışında) savaş hedeflerini hiçbir zaman tanımlamadı. Özellikle de durum değişken olduğu için onun adına bunları tanımlamaya çalışmayacağım. 1 Nisan’da Şam’daki İran konsolosluğunun bombalanması, Netanyahu’nun Filistin sınırlarının ötesine yaptığı ani uçuşun bir örneğidir. Bu, diplomatik misyonları koruyan Viyana Sözleşmesinin açık bir ihlalidir. Saldırının hedefi orada bulunan üst düzey Hizbullah liderleriydi ama bu hiçbir şeyi “haklı çıkarmaz”. Diplomatik misyonlarda her zaman üst düzey subaylar da dahil olmak üzere tercih edilen “düşmanlar” vardır. İsrailliler bunu çok iyi biliyor; diplomat kılığına giren Mossad ajanları yabancı ülkelerde birden fazla kişiyi öldürmüş ya da kaçırmıştı. Bu bombalamanın daha fazla protestoya yol açmaması ilginç ve endişe verici. Tahran savaş istemiyor ama tepki vermek zorunda. Usturanın ucundayız. Joe Biden, Siyonizm ile samimi bir şekilde ve kendi yönetimindeki uzmanlara danışmadan İsrail hükümetine koşulsuz desteğini derhal garanti ederek kendi tuzağını kurdu ve bu ona bir dizi ses getiren istifaya yol açtı. Artık sürdürülemez olanı destekleyemez ancak İsrail’e silah ve mühimmat tedarikini de durduramaz. Yanılıyor olabilirim ama onun Arap dünyasındaki diplomatik temasını kaybettiği ve şu anda Trump’ın bir sonraki başkanlık seçimini kazanması durumunda Japonya ve Filipinler ile savunma anlaşmalarını korumakla meşgul olduğu izlenimine sahibim. İran, 13-14 Mart gecesi İsrail’e hava saldırısı düzenledi. İsrail sayımına göre 300’den fazla atış yapıldı: 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 110 balistik füze. Tahran, ABD tarafından onaylanan operasyonu duyurdu. Bu silahların İsrail’e ulaşması birkaç saat sürüyor, bu da yol boyunca birçoğunu vurmak için yeterli zaman bırakıyor. ABD, İngiltere, Fransa ve Ürdün katkıda bulundu. Yine de bir İsrail askeri üssü vuruldu. Bu operasyonun amacı açıkça siyasiydi, Şam’daki saldırıya tepki olarak yapılan bir uyarıydı. İran rejimi ilk kez İsrail’e bu şekilde doğrudan saldırıyordu. Tahran, en azından İsrail’in orada durması durumunda operasyonun devam etmeyeceğini duyurdu. İran’la karşı karşıya kalan Joe Biden hâlâ Batı ve Arap ülkeleri karşısında bir cepheyi harekete geçirebiliyor. İsrail’in koruyucularına bağımlılığı doğrulandı.  

Enternasyonalist dayanışmamız Filistin halkıyla nasıl bir rol oynamalı?

Her şeyden önce, çok geniş bir birliğin sağlanabileceği mutlak acil durum: derhal ateşkes, Gazze Şeridi’ne giden tüm erişim yollarından büyük miktarda yardımın girmesi, konvoyların ve insani yardım çalışanlarının korunması (birçoğu öldürüldü), Rolü vazgeçilmez olan, UNRWA misyonunun yeniden başlaması. Batı Şeria’daki sömürgeciliğin sona ermesi ve mülksüzleştirilmiş Filistinlilerin haklarının restorasyonu, İsrailli rehinelerin ve Filistinli siyasi mahkumların serbest bırakılması… Filistinlilerin silahlı direniş de dahil olmak üzere direniş hakkını “ama”sız savunuyoruz; ancak bu, pek çok bağımsız kaynağın da doğruladığı gibi, ne Hamas’a siyasi destek anlamına geliyor ne de 7 Ekim’de savaş suçlarının işlendiğini inkar ediyor. Bu kaynaklar arasında İnsan Hakları için Doktorlar-İsrail derneği (PHRI); İsrail’in korumayı reddettiği, ancak Hamas’ın defalarca saldırılarına maruz kalan Negev’deki Bedevi köylüler; hayatlarını Filistinlilerin haklarını savunmaya adayan İsrailli aktivistler… Hamas bugün Filistin direnişinin ana askeri bileşenidir, ancak özgürleştirici bir proje taşıyor mu? Desteklediğimiz kurtuluş mücadelesine katılan hareketleri her zaman analiz ettik. Bugün neden farklı olsun ki? Enternasyonalistler olarak bizim rolümüz aynı zamanda, ne kadar zayıf olursa olsun, mevcut görevler ile özgürleştirici bir gelecek arasına bir çizgi çekmektir. Denizle nehir arasındaki bu tarihi topraklarda yaşayanların bir arada yaşayabileceği bir Filistin ilkesini savunuyoruz (Filistinli mültecilerin geri dönüşü de dahil). Bu, bölgede derin bir toplumsal çalkantı olmadan gerçekleşmeyecek, ancak bugün Yahudi ve Arap/Filistinli olmak üzere birlikte hareket eden örgütleri her şeye rağmen destekleyerek bu perspektife somutluk kazandırabiliriz. Mevcut bağlamda bu Yahudi-Arap dayanışmasını sürdürmeye devam etmek için herkes büyük riskler alıyor. Onlara dayanışma borçluyuz. Yahudi-Arap dayanışması aynı zamanda uluslararası seferberliğin gelişmesinin de anahtarlarından biridir, özellikle de Barış için Yahudi Sesi hareketinin İsrail yanlısı lobilerin propagandasına karşı koymada ve itiraz alanı açmada çok önemli bir rol oynadığı ABD’de.

Çin’in dış politika stratejisini ve Tayvan’la çatışmasını nasıl analiz ediyorsunuz?

Bence Xi Jinping’in önceliği, Çin’in küresel genişlemesi ve konsolidasyonu, ikili sivil ve askeri kullanım için yüksek teknolojiler alanında ABD ile rekabet ve önemli diplomatik ittifaklar arayışı (ABD’nin karşısında Aşil topuğu), bu stratejik aşamada değerlendirilen bölgelerde (Güney Pasifik gibi) kendi nüfuz bölgelerinin geliştirilmesi, askeri havacılık ve uzayın güçlendirilmesi veya gözetleme ve dezenformasyon. Tayvan’ın işgali gündemde olmayacaktır. Çin’in genişleme yolları öncekilerden farklı. Zaman değişti. Pekin’in yalnızca Cibuti’de büyük bir geleneksel askeri üssü var. Ancak giderek artan sayıda ülkeyle limanlarına erişim sağlamak için anlaşmalar imzalanıyor. Daha da iyisi, onu tamamen veya kısmen ele geçirir ve bu da ona sivil ve askeri ikili kullanım için geniş bir deniz bağlantı noktaları ağı sağlar. Yurt dışındaki Çin şirketlerinin güvenlik hizmetleri ordu tarafından sağlanıyor ve bu da ordunun bilgi almasına ve temas kurmasına olanak sağlıyor. Çin politikası emperyalist karakterdedir ve bunun aksinin nasıl olabileceğini anlamak zordur. Her büyük kapitalist güç, yatırımlarının ve iletişimlerinin güvenliğini ve taahhütlerinin siyasi ve mali karlılığını garanti etmelidir. Pekin, komşu ülkelerin deniz haklarını dikkate almadan militarize ettiği, büyük bir uluslararası geçiş bölgesi olan Güney Çin Denizi’nin tamamı üzerinde egemenliğini ilan etti. Balıkçılık kaynaklarına el koyuyor ve deniz tabanını araştırıyor. Otoriter bir rejim, mümkün olduğunu düşündüğü her yerde otoriter yöntemleri kullanır. Elbette sözde demokratik emperyalist rejim de aynısını yapabilir…  

Suriye, Yemen, Sudan ve Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ndeki savaş durumlarının uzamasının yanı sıra, Burma’da da Batı’da çok az konuşulan bir savaş var. Bu çatışmanın şu andaki durumu hakkında yorum yapabilir misiniz? Sudan’la ilgili birkaç söz. Bu ülkede, son derece zor koşullar altında, daha iyi bilinmeyi (ve desteklenmeyi) hak eden zengin bir taban halk direnişi deneyimi var. Burma ders kitabı vakasıydı. Ordu, 1 Şubat 2021’deki darbe sırasında iktidarda hakimiyetini sağladı. Ertesi gün ülke, yaygın bir iş bırakma ve büyük bir sivil itaatsizlik hareketi şeklinde muhalefete girdi. Darbe başarısız oldu, ancak acil uluslararası destek sağlanamadığı için ordu püskürtülemedi. Ordu, acımasız baskı yoluyla inisiyatifi yavaş yavaş yeniden ele geçirmeyi başardı. Merkez bölgede başlangıçta barışçıl halk direnişi yer altına inmek, ardından silahlı direnişe geçmek zorundaydı. Ülkenin dağlık çevre eyaletlerinde faaliyet gösteren silahlı etnik hareketlerin desteğini aradı. Burma’da yaşananlardan daha geniş bir sivil direniş hareketi hayal etmek zor; ancak silahlı mücadeleye giriş, meşruiyeti meşru müdafaa kanıtlarına dayandırılan hayati bir zorunluluk olarak ortaya çıktı. Bu, onun bu çetin sınavdan geçmesine ve yavaş yavaş bağımsız gerillalar şeklinde örgütlenmesine ya da ordu tarafından feshedilen ve (nihayet) etnik azınlıklara açık olan parlamentonun bir ifadesi olan Ulusal Birlik Hükümeti’ne bağlı olarak örgütlenmesine olanak sağladı. Çatışma son derece sert biçimlere büründü; ordu özellikle havacılık üzerinde tekel sahibi oldu. Aynı zamanda karmaşıktı; her etnik devletin kendine has özellikleri ve siyasi tercihleri ​​vardı. Ancak cunta yavaş yavaş kontrolü kaybetti. Çin (bir sınır ülkesi) ve Rusya’nın desteğine sahipti, ancak Pekin’e yatırımlarının güvenliğini ve Hint Okyanusu’na erişim sağlayan bir liman inşasını garanti etme konusunda yetersiz kaldı. Uluslararası izolasyonu derinleşti ve ASEAN müttefikleri bölündü. Bugün ordu birçok bölgede güç kaybediyor ve cuntaya karşı muhalefet cephesi genişledi. Burma çok zengin bir tarihe sahip ama ne yazık ki Batı’da çok az tanınan bir ülke.  

Sonuç olarak, ekonomik krizin ağırlaşması ve hem uluslararası hem de bölgesel düzeyde çatışmaların artması, uluslararası bağlamda enternasyonalist dayanışma politikalarının yeniden düşünülmesini gerektiren bir dönüm noktasına işaret ediyor gibi görünüyor. 21. yüzyılda uluslararası çatışmaların evrimine uygun bir enternasyonalizm inşa etmenin yolları nelerdir?

Ana çizginin “kampçılık” ile enternasyonalizm arasındaki karşıtlık olduğu derin bir yeniden yapılanma var. Analizlerde pek çok farklılığımız olabilir ancak asıl soru, tüm mağdur topluluklarını savunup savunmadığımızdır. Her güç kendine uygun kurbanları seçer, diğerlerini ise terk eder. Biz bu tür bir mantığa girmeyi reddediyoruz. Paris ne düşünürse düşünsün Kanaky’deki Kanakların haklarını savunuyoruz, Suriyeliler ve Suriye halkı Esad klanının amansız diktatörlüğüyle, Ukraynalılar Rus ateşi altında, Filistinliler ABD bombalarının altında, Porto Rikolular ABD sömürge düzeni altında, Burma halkı cunta Çin tarafından desteklenirken ezilmekte, Haitililer’in koruma ve sığınma talepleri “uluslararası toplum tarafından” reddedilmekte. Jeopolitik kaygılar adına mağdurları terk etmiyoruz. Onların geleceklerine özgürce karar verme haklarını ve sorun buysa kendi kaderlerini tayin etme haklarını destekliyoruz. Dünyanın her yerinde “ana düşman” mantığını reddeden ilerici hareketlerin içinde buluyoruz kendimizi. Biz ister Japon-Batı, ister Rus, ister Çin olsun hiçbir büyük gücün kampında değiliz. İşgal, Filistin’de olduğu gibi Ukrayna’da da suçtur. Dünyanın militarizasyonuyla karşı karşıya kaldığımızda küresel bir savaş karşıtı harekete ihtiyacımız var. Söylemesi kolay ama yapması çok zor. Bunu yapmak için yerel sınır ötesi dayanışmaya (Ukrayna-Rusya, Hindistan-Pakistan) güvenebilir miyiz? Yoksa Filistin’le olan muazzam dayanışma hareketine mi? Nepal’de yeni tanıştığınız gibi sosyal forumlarda mı? Aynı zamanda iklim meselesini savaş karşıtı hareketler sorununa da entegre etmeliyiz ve buna karşılık militan çevre hareketleri de, henüz bunu yapmamışlarsa, savaş karşıtı boyutu kendi mücadelelerine entegre etmekten fayda görebilirler. Aynı şey nükleer silahlar için de geçerli. Bana öyle geliyor ki Greta Thunberg’in kişiliği “çoklu kriz”in şiddetiyle karşı karşıya kalan genç nesillerin potansiyelini bünyesinde barındırıyor. Ancak taahhütleri, kesinlikle eksik olmadığı azim ve zaman içinde harekete geçme becerisi gerektiriyor ki bu da kolay değil. Benim aktivist kuşağım 1960’ların radikalizmi ve Fransa’daki bizler için 68 Mayıs’ın kuruluş deneyimi sayesinde yörüngeye fırlatılmıştı. Oldukça büyük bir dürtü. Peki ya bugün ?     15 Nisan 2024-06-22 Görüşme Jaime Pastor   Pierre Rousset Yeni Anti Kapitalist Parti üyesi ve IV. Enternasyonal’in yöneticilerinden. Amsterdam’daki  IIRE-IIRF Enstitüsünün kurucu v eyöneticilerinden.