İmdat Freni

admin

Türkiye’de Seçimler ve Sol – Masis Kürkçügil ile Söyleşi

Yunus Öztürk

(Bu Mülakat Mesele dergisinin Şubat 2014 sayısında yayımlanmıştır) 

Masis Kürkçügil ile seçimler ve seçimlerde sosyalistlerin izlediği taktik tutumlar üzerine konuştuk. Sosyalist hareketin tarihi deneyimlerinin penceresinden bakarak, 1946 seçimlerinden 2011 seçimlerine kadar bir dizi önemli seçim tarihine kuşbakışı göz attık. Neredeyse 70 yıllık tarihi kesit içinde sosyalist hareketin ana eğilimleri üzerinde durduk. Alınan tavırların, izlenen siyasetlerin değerlendirmesini yapmaya çalıştık. Lenin’in “Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı” başlıklı çalışmasını referans alarak meseleye yaklaşan Kürkçügil, Türkiye sosyalist hareketinin bağımsız bir siyasal güç, sosyalist bir seçenek inşa etme stratejisi içinde seçimlerde aldığı taktik tutumların çelişkili olduğunu vurguluyor. Sosyalist seçeneğin inşası perspektifinin çoğu zaman ikinci planda kaldığına işaret ediyor. Öz gücüne dayanmayan “siyaset yapma” tarzının, uluslararası sosyalist hareketin tarihindeki izdüşümlerine işaret ediyor. Neredeyse 50 yıldır bağımsız bir sosyalist seçeneğin inşa edilememiş olmasında, seçim taktiklerinde ifadesini bulan politik perspektifin engelleyici etkisine dikkat çekiyor. Boykot taktiği, CHP’ye veya bağımsız adaylara oy verme seçeneğinin tarihselliği içinde bağımsız bir sosyalist seçeneğin inşası için taktik bir değeri oldu mu, bunu sorguluyor.

Yunus Öztürk (YÖ):Yerel Seçimleri konuşacağız. Ama önce devrimciler, sosyalistler için genel olarak seçimler ne anlam ifade ediyor? Seçimlere niçin katılırlar? Niçin katılmazlar? “Seçimler ve sosyalistler” deyince neleri anlamamız gerekiyor?

Masis Kürkçügil (MK):  Seçimler ve sosyalistler deyince, kitabi olarak bu işin hülasası Lenin’in Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı adlı çalışmasında verilmiştir. Kitlelerle açık bir ilişkiye geçmek, ajitasyon için, propaganda için, örgütlenme için, bir imkan olarak seçimler en güç koşullar altında bile Çarlık Rejiminde Duma seçimlerinde bile önemli olmuştur. Ancak dikkat edilmesi gereken başka hususlar var. Seçimler genel olarak bir şey ifade etmez. Burada söz konusu olan bir sosyalist seçeneğin dile getirilmesidir. Eğer bir sosyalist seçenek yoksa –tırnak içinde farklı renklerde diyelim kızıl-pembe, devrimci-reformist– mevcut  alternatiflerin kitlesel bir mahiyet kazanabilme kapasitesine sahip olabilmesine bakılmalıdır. Burada yine Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı’nda çok açık ifade edildiği gibi, bir takım propaganda grupları için bu ilkelerin vaaz edilmediğini unutmamak gerekir. İşçi sınıfı şu veya bu nedenle, diyelim ki, bir reformist partiye oy veriyordur; bu deneyimi yaşaması gerekir ve reformist parti de burjuva sistemi içinde emekçilerin kazanımlarını temsil ettiği için, onu sola doğru zorlamak, onun mücadelesini daha yaygınlaştırmak, onun içinde bir devrimci kanat oluşturmak tasavvur edilebilir. Dolayısıyla prensip bazında ele alınırsa mesele, bize pek uymaz. Bizde zaten işçi partisi yok. Çeşitli propaganda grupları var. Kitlesel karşılığı olan sosyalist örgütler uzun zamandan beri yok. Var oldukları dönemlerde bile tabir caizse bunlar sınıf partisi konumunda değildi. Yönelişleri öyledir diye iddia edilebilir. Ancak sonuç olarak henüz o kapasiteye ulaşmış durumda değillerdi. Bu bakımdan ilkesel olarak seçimleri tartışmak için biraz dolaylı yoldan muhakemeyi sürdürmek gerekiyor. “En soldaki partiyi destekleyeceksin”, en soldaki parti yok. O zaman en soldaki parti olarak bir şeyleri ikame ediyorsun. Bunu böyle söylemeyeyim ama 80’li yıllardan sonra kimisi Anavatan Partisini en soldaki parti olarak vaaz etmeye kalktı, kimisi Adalet ve Kalkınma Partisini en soldaki parti diye değerlendirmeye kalktı.  Veya CHP’yi en soldaki parti olarak gösterdiler. Çünkü bunların kitlesel güçleri var ve eğer elde siyaset yapmak için yeterli güç yoksa ve de kısa vadeli beklentiler peşindeysen, birilerinin sırtından siyaset yapmayı uygun görüyorsan, o takdirde bir şeyler oluşturabilmek için bu tür “taktikler” uydurulabilir.  Dolayısıyla bu adına layık dört dörtlük bir tartışma olmaz. Bizim tarihimizde de zaten bu seçimler konusunda ele avuca gelebilecek, ciddiye alınabilecek bir tartışma yoktur. Türkiye İşçi Partisi’nden (TİP) başlayarak özellikle –1965 demesek bile– 1969 seçimleriyle ortaya çıkan hemen hemen 50 yıllık bir deney söz konusu; ama ondan öncesine de gidersek bir tarihi deneyim olarak 1946 ve 1950 seçimleri var. Bütün bunlarda da sosyalistler bir takım tavırlar takınmışlardır. Bu can sıkıcı bir tartışma olabilir ama hatırlamakta yarar var, 1946 seçimlerinde ve yahut da o seçimlere giderken Cumhuriyet Halk Partisi’ne karşı Demokrat Parti ile Türkiye Komünist Partisi’nin belli kesimleri, Şefik Hüsnü başta olmak üzere ortak dergi çıkartmak, ortak bir muhalefet cephesi kurmak konusunda çalışmalar yapmışlardır. Hatta Fevzi Çakmak’ı bu işin içine dâhil etmenin yollarını aramışlardır. Böylece bir tür “Halk Cephesi” politikası izlenmiştir. 1934 yılından itibaren Komünist Enternasyonal’in içinde tartışılmaya başlanmış olan, 1935’ten, 7. Kongreden sonra resmileşen siyasal çizgi, sadece sosyal demokratlar ile sosyalistler arasında değil, aynı zamanda liberal burjuvaziyi de kapsayacak şekilde bir cepheyi, Halk Cephesi olarak adlandırıyordu. Halk Cephesi esas olarak “halk” kavramını da genişleten bir tabirdir ve halk kavramı da zaten esnek bir ifadedir. Burjuvazinin bir kesimini de cepheye katma çabasıdır. Fransa’da nasıl Radikal Parti, burjuva partisiydi, onu Halk Cephesine dahil ettilerse, yahut İkinci Dünya Savaşının bitiminde Orta Avrupa’da bir takım garabet rejimler ortaya çıkmasına yol açan garip ittifaklar ortaya çıktıysa; veyahut İspanya İç Savaşında sosyalistlerle, komünistlerle sınırlı olmayan, hadi diyelim Stalinistler ve sosyal demokratlarla sınırlı olmayan, burjuvaziyi de dahil eden ittifaklar olduysa, 1946 seçimlerindeki tutum da bu zihniyetle yapılmıştır. Demokrat Parti ile görüşme gayet makul gözüküyordu. Ama hepimiz biliyoruz ki, 1946 yılında iki sosyalist parti kuruldu kısa bir süre sonra kapatıldılar. Çapları oldukça sınırlıydı. Bazı sosyalist tarihçilerimiz eksik olmasın bu partilere işçi sınıfının gürül gürül aktığını söyler. Sayılar bellidir, ziyaretçi militan değildir, gözlemci de seçmen değildir. 1951-52 tevkifatında 167 kişi tutuklanmıştır, 18 de terziler tevkifatı vardır, etti mi185 kişi! 1946 seçimlerinde de Mehmet Ali Aybar Demokrat Parti listesinden bağımsız milletvekili adayıdır. Bu da bizim anladığımız anlamda kendi gücünle siyaset yapmakla ilgili olmayan, kendi dışında büyüklerin savaşında, tabiri caizse bir şekilde bir rol kapmak, kendi özgücün müsait olmadığı halde, böyle bir seçim oyununa dahil olmayı gerektirmiştir.

YÖ:O zaman şunu kesinleştirelim: Sosyalistlerin reformist işçi partilerine oy verilmesi çağrısıyla, 1946’dan sonra Türkiye sosyalist hareketinin uyguladığı seçim taktikleri arasında yöntem farkı var. Sosyalist örgütler, propaganda grubu seviyesindeyken siyaset yapmaya kalktıklarında, burjuva partilerini reformist işçi partileri rolü yükleyebiliyorlar ve kendilerine, işçi sınıfına ait olmayan kitle gücüne dayalı seçim taktikleriyle, oy verme çağrısıyla, “yüksek siyaset” yapmış oluyorlar… böylece Lenin ve Rus Devriminde sosyalistlerin izlediği seçim taktikleriyle alakasız bir seçim siyaseti çizgisiyle karşı karşıyayız… Bağımsız bir sosyalist seçeneğin inşası bakımından 1960’lı yıllar yeni bir fırsat oldu mu? Türkiye sosyalist hareketinin 1960’lı yıllardaki taktik tutumları nasıl bir stratejik ve programatik perspektifin ürünü sayılabilir?

MK: Lenin’in Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı eserine dönecek olursak, burada hem Rus Devriminin bilançosunu buluruz hem de mütevazı bir şekilde İtalya, Fransa, Almanya’daki sosyalist hareketin sorunları ele alınır. Mesela, İngiltere, Marksizm bakımından, işçi hareketinin radikalizmi bakımından en fakir ülkelerden biridir. Orada açık kapı bırakarak İngiliz İşçi Partisi’nin içinde çalışmayı bile öngörmüştür. Şu andaki İngiliz İşçi Partisinden bahsetmiyoruz. Sınıftan kopmamak adına, sınıfın içinde sol kanat oluşturmak için bir taktik düşünülebilir denmiştir. Türkiye’de ise, 1960 askeri darbesinden sonra ortaya çıkan çeşitli sosyalistler, Milli Birlik Komitesi’ne mektup yazmıştır. Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın “İkinci Kuvayı Milliyeciliğimiz” daha ünlüdür ama M.Ali Aybar da bir basın toplantısıyla Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’e gönderdiği mektubu açıklamıştır. Her ikisi de toplumun yönetici kesimlerine yukarıdan seslenmişlerdir. Tabiri caizse, akıllı olursanız, şöyle bir yol izlerseniz hayırlı olur vs. gibisinden hocalık yapmaya niyetlenmişlerdir. İlle de bir şeye benzeteceksek, yapılan biraz Lasallcılıktır; Bismarck’la görüşerek bazı kazanımları elde etmek gibi bir şeye tevessül edilmiştir. Ama bunun bizde toplumsal karşılığı yoktur. Lasallcılık Alman işçi sınıfı içinde kökleri olan kitlesel bir hareketi temsil etmekteydi. Dolayısıyla bu kısa evrede sosyalistlerin seçimler vesilesiyle bağımsız bir işçi hareketini ya da sosyalist hareketi inşa etme konusunda bir deneyimleri yok. Böyle bir niyet olabilir, ama bir adım yok. Aksine bir pozisyon almak, sahnede bir rol kapmak gibisinden tutumlar söz konusu. Tabii bu da biraz çürük bir geleneğin olduğunu gösteriyor. 1960’lı yıllar sosyalist hareketi biraz farklılaştırdı. Seçimleri konuşuyorsak, 1960’lı yıllar derken 27 Mayıs’a büyük bir anlam atfedilir. 1961 Anayasasının büyük bir ürünü olarak da sosyalist hareketin büyüdüğü ileri sürülür. Oysa TİP’i doğuran sendikacılardır. 1961 yılı sonunda düzenlenen oldukça kitlesel Saraçhane Mitingini oluşturan deneyim, ondan önceki yıllarda biriktirilmiştir. 1950’lilerin sonlarında şu veya bu şekilde basit diyeceğimiz, şu anda küçümseyeceğimiz kör-kötürüm sendikal mücadeleler öyle bir birikim oluşturmuştur ki, biz bir sınıfız, onlar ayrı biz ayrıyız deme ihtiyacı duyulmuştur. Saraçhane Mitinginin fotoğraflarına bakıldığında bile bunu görmek mümkündür. Bu dinamizm 1960’lı yıllarda gerçekten kendiliğinden TİP’in genişlemesine ve oy patlamasına yol açtı. Garip bir özgüven getirdi. Sosyalistler 1965 yılında ilk kez, bir işçi partisine oy verdiler. TİP, sosyalist olduğunu söylüyor muydu, devrimci miydi, Leninist miydi ayrı bir tartışma. TİP, sosyal adaletçi (aynı zamanda gazetelerinin adıydı) bir emekçi partisiydi. Geniş tabirle bir sosyalist partiydi. İlk kez Türkiye’de insanlar, sosyalizm için bir sosyalist partiye oy verdiler. Ona buna değil, doğrudan sosyalist partiye oy verdiler. Bir takım Ali Cengiz oyunlarıyla, birtakım taktiklerle ve anlaşılmaz kimyevi formüllerle, seçim oyunları yapmak yerine açıkça kendi partilerine oy verdiler. Bu önemli bir gelişmeydi. 1965’ten sonra da Türkiye sosyalist hareketinin gelişmesi büyük miktarda 1965 özgüven patlamasının ürünüdür. Daha radikal ve kitlesel şeyler olabilir umudu beslenebildi. 1969 seçimlerine geldiğimiz zaman, seçimler konusunda ilginç bir durumla karşı karşıya kalındı. Aybar 1969’da başa güreşeceğiz diyerek tam anlamıyla seçimlere güdümlenmişken parti içinde büyük bir kriz patlak vermişti. Öte yandan bir grup sosyalist “Parlamento Dışı Muhalefet” diyerek, seçimleri reddetti ve kendi adaylarını çıkartmak yerine seçimlerin dışında durdular. Parlamento Dışı Muhalefet (PDM), hepimizin bildiği gibi bir tür “boykot” taktiği. Kitleler mevcut müesses nizam içindeki kurumlar aracılığıyla kendilerini siyaseten ifade etmek yerine kendi örgütlülüklerini, Sovyetlerini, konseylerini, birliklerini kurmak durumundaysa, tabii ki köhnemiş bir dünyanın kurumlarına dönüp bakmazlar. Böyle bir şeyin dışında PDM veya Boykotçuluk demek bir anlamda onların iddiasına göre rejimin itibarını sarsmak için yapılmıştır, ama genel olarak insanları biraz politika dışına sürükleyen bir hikâyedir. Bu kampanyayı yürüten insanlar için bu böyle olmayabilir. Ama bu kampanyaya muhatap olanlar insanlar için bu böyle olmuştur. PDM siyasetini savunanlar, Milli Demokratik Devrim siyaseti çevresindeki belirli kesimler oldu. Vatandaş için, işçi ve köylü için oy vermek, önemli bir kazanım olmuştur. 1946’dan beri oy veriyor ve bir çift lastik ayakkabı verilse de verilmese de oy vermenin tadına varmış, siyaset yapma imkânı bulmuş. Dolayısıyla 1969 seçimlerinde solun aldığı taktik tutumlar solda yeni bir anlayışı ortaya çıkardı. Bu kurumlar çok önemli değil, biz işimize bakalım, dendi. Biz işimize bakalım ifadesi esasen biraz “cunta” eğilimlidir. Çünkü mevcut siyasi rejimi itibarsızlaştırmak, onun yerine sosyalist bir rejim kurma şansı yoksa bu taktik kime hizmet eder? Yani 1917 Rus Devriminden örnekle söyleyecek olursak, söz konusu olan Şubat ile Ekim arasındaki bağlantı değilse, bu taktik yanlış politik sonuçlar doğurabilir. Çünkü ortada bir proleter hareket ve devrimci parti yoktu. Bu koşullarda, mevcut siyasi rejimin itibarını düşürmek demek, aslında bir anlamda devletin kurumlarının içinde yuvalanmış olan bir takım kesimlerin itibar kazanması demektir. Boykot taktiği, TİP’in oylarında çok az bir azalmaya yol açsa da, sosyalist hareket içinde bir kesintiye, kırılmaya yol açtı. 1969 seçimlerinin sosyolojik analizi şudur: İlginç bir şekilde TİP’in aldığı oylarda, 1965 seçimlerine göre emekçi bileşimi daha yoğundur. Ama boykot taktiğinden ötürü değil yeni dönemin sorunlarını anlamak ve kendini ona göre yeniden yapılandırma konusundaki beceriksizliğiyle TİP hızla güç kaybetti.

YÖ: Sosyalist hareketin içindeki “boykot” siyasetinin yarattığı kırılma, nasıl radikalizmi temsil ediyordu? 1971 12 Mart muhtırası öncesinde ortaya çıkan silahlı mücadele eğiliminin bu taktikten siyasal olarak beslendiğini de kabul edecek olursak, 12 Mart sonrasında fiili siyaset içinde radikal hareketlerin seçim siyaseti ne oldu?

MK: 1973 seçimleri 12 Mart şartlarında yapıldı. Askeri müdahale ertesinde sosyalist bir seçenek söz konusu değildi. Ama radikalleşen bir CHP söz konusuydu. Beğenelim ya da beğenmeyelim, belki de 1969 yılında PDM’yi savunan, onun propagandasını yapan insanlar başta olmak üzere, genel olarak CHP’ye olmayan değerler atfedilerek desteklenmesi istendi. CHP’nin  olmayan sosyalist harekete ikame edilmesine yol açıldı. Burada şunu söyleyeceğim: Bu her zamanki ciddi problemlerden biri. İki insan aynı oyu verebilir, ama oyuna kattığı değer, muhteva farklıdır. Onun propagandasını yaparken, sonrası için her hangi yanılsamasa yaratmazsanız, kerhen, defi bela kabilinden oy verebilirsiniz. Ehveni şer ise, bizim şiarımız değildir. Bazen çok zor durumda kalırsınız. Ölüme karşı başka bir şeyi tercih etmek durumunda kalabilirsiniz. Ekim 1973 seçimlerinde dağa taşa “Karaoğlan” yazan büyük bir sol kesim oldu. 1973 Ekim seçimlerinden sonra diyelim ki, 1974’le birlikte sol ufak ufak oluşmaya başladı. Ama –eğer seçime katılan partileri bir kenara koyarsak– radikal sol seçimle açıkça ilgilenmedi. Açıkça ilgilenmemekle birlikte, fiili durumun ötesinde CHP’ye desteği söz konusuydu.

YÖ:Bunun nedeni sizce nedir? Sosyalist bir partiye oy veren bir sosyalist hareketten CHP’ye oy veren, oyun dışında destek veren bir sosyalist hareket nasıl oluştu? 

MK: Sol kadroların önemli bir kısmı zaten CHP içindeydi. Kendisi aslen bir sosyalist siyasettendi, ama aynı zamanda CHP ile ilişkisi vardı. Bunun yanı sıra, bir anlamda CHP’nin içinde propaganda yapmak, ona oy kazandırmak, örneğin küçük bir sosyalist partiye oy kazandırmaktan daha önemli görünüyordu.

: Seçimlerde CHP’li… Aynı zamanda parlamentoyu reddedecek kadar radikal; hatta silahlı mücadele taraftarı bir sosyalist… Çok karışık değil mi? Öyleyse, bazı sosyalistler, 12 Mart darbesi sonrasında CHP’ye “en solda” kitle partisi unvanı mı vermişti?

MK: Evet. Bir de şöyle bir durum da var fiilen. İnsanlar hayatlarını da verebilirler bazen, ancak siyasi iradelerini siyasi bir harekete vermezler. Bu bizim sol tarihimizde çok yaygın olan bir şeydir. Ben iddia ediyorum ki, 1980 öncesindeki pek çok radikal grup ya seçimlere katılmadı ya da katılanlar da kendi adaylarına değil, CHP’ye oy verdiler. Bu söylediklerimi bir gözlem olarak değerlendirin; çeşitli sosyalist siyasetlerden edindiğim izlenim, bilgi olarak da zikretmiş olayım.

: Sosyalist hareket üzerinde hâkim olan Kemalizm ile uluslararası planda 3. Enternasyonal’in Halk Cephesi politikaları devam etti o zaman…

MK: Şöyle bir şey var. Seçimler tek başına ele alınacak şeyler değildir. Gelir geçer. Ancak bağımsız bir sınıf hareketinin, sosyalist hareketin oluşturulması uzun erimli bir şeydir. Onu gözden ırak tutmamak lazım. Birkaç günde olacak şeyler değildir. Kendine has bir mecrası olması gerekir. İki alanda birden oynamak zordur. Yani bunun gereklerini yerine getirmek, bağımsız bir sosyalist hareketin inşasının gereklerini yerine getirmek de bu türden siyaset yapmak (“büyük siyaset”) arasında uçurum kadar fark vardır. Kitlelerin içinde çalışmak onların haleti ruhiyesi ile iç içe olmak,  onların sevaplarına değil günahlarına da ortak olmaktır. Günahına ortak olmazsanız, inandırıcı olmazsınız. O, bir hata işlediği zaman “hata yapıyorsun” diyeceksiniz, ama o hatayı siz de yapmak zorunda kalabilirsiniz.

: Bize bu siyaset yapmak olarak sunuluyor. Diğeri bağımsız bir çizgi izlemek, siyaset yapmamak olarak algılanıyor.

MK: Bu doğrudur, çünkü bağımsız bir sınıf veya sosyalist hareketi inşa edene kadar kıyıda kenarda kalmak olarak addedilir. Dünyadaki çeşitli örneklerden hareketle de bu anlatılabilir. Güçlü iki parti (DP-CHP, AP-CHP, Halkçı Parti-ANAP, AKP-CHP) durumu sadece Türkiye’de yok. Bütün dünyada var. Eğer bu sıkışıklıktan kurtulmak adına bir çözüm aranacaksa, ikisi arasından birine dolanmak zorunda kalırsınız, sonra ayaklarınız birbirine dolanır. Ama bağımsız bir siyasetin inşası için dünyada çok fazla elimizde örnek yok. Yani sebatkâr bir mücadele sonucu ayakta kalmış olanlar arasından, 3-5 örnek sayabilmek mümkündür. Birkaç ay önceki Arjantin seçimlerinde bunu gördük. Belirli bir gelenekleri olmakla birlikte Arjantin’de ittifak yapmış olan üç Troçkist örgütün ulusal ölçekte ciddiye alınabilir fazla bir şeyi yoktu. Bu durumda iki cenah arasında –Peronizm parçalandı ama iki aday da Cristina Fernandez de Kirchner de onun rakibi de Peronisttir aslında– sıkışıp kalınabilirdi. Kirchner bir tür Chavez kanadının içinde gibi görülmekte bazıları tarafından. Hatta Bolivya, Venezuela gibi halkçı, ilerici vs. gösterenler var. Bazı sosyalistler de aslında Troçkistlerin kurduğu FİT’i (Emekçilerin ve Solun Cephesini) “Kirschner aslında ilerici bir insan, siz madrabazlık yapıyorsunuz buna karşı çıkarak” diye eleştirdiler. Eğer FIT olmasaydı Arjantin’de Peronizm –üç çeyrek asır olacak– hükmünü sürdürecekti. Tıpkı bizdeki gibi. Ama ne oldu? Uzun vadeli bir mücadele içinde yer alan örgütler geçtiğimiz dönemde işçi sınıfındaki mücadelelerin de tahrik ve teşvikiyle yan yana gelerek işçi sınıfına da kendi taleplerinin bütünleştirme zeminin sundular ve sonuçta yüzde beşi geçtiler. Bir umut ışığı verdiler. Sonu ne olur ne olmaz, orası tartışılır bir konudur. Benzer bazı örnekleri Fransa’da yaşadık. Şimdi tek tek hepsini saymayalım.

: SYRIZA’yı nasıl değerlendiriyorsun?

MK: Onu da bu çerçevede ele alabiliriz. Unutmayalım ki orada da iki parti –Yeni Demokrasi Partisi ve PASOK– var, merkez sağ ve merkez sol var. Öbür yandan parçalanmış bir Komünist Parti var. YKP ile onun 40 yıllık düşman kardeşi Synaspismos var. Synaspismos daha fazla toplumsal hareketlerle yakın ilişkisi olan bir yapı idi. YKP sınıf içinde etkindi. Ancak, kısaca, Synaspismos kendi solundaki bazı örgütlerle işbirliğine girerek, kendi sağını ekarte etmiş oldu. Daha sol-sosyal demokrat diyebileceğimiz bir yere yerleşti. Radikal, sosyalist, devrimci anlamında değil. İçinde devrimci yapılardan insanlar da vardı. Örneğin iki Troçkist milletvekilleri de var. Syriza’yı uçuran kriz karşısında direnen emekçilerin bir radikal çözüm arayışı oldu. Bunlar SYRIZA’yı başka bir yere sürükledi. SYRIZA sola açılımı baştan yapmamış olsaydı ve kendi bağımsızlığını ilan etmemiş olsaydı, Synaspismos olarak kalsaydı, böyle bir siyasi seçenek oluşmayacaktı ve kitleler de belki de daha fazla Altın Şafak gibi sağ hareketlerde radikal çözümler arayacaklardı. Bu da hayırlı olmayacaktı. Krizi çözmek için SYRIZA’nın durumu yeterli mi? Değil. Ama hiç değilse bir takoz olması açısından, kötüleşmeyi engellemesi açısından, kayıpları bir miktar da olsa engelleme açısından SYRIZA’nın olması hayırlıdır. Ancak kayıpların telafisi ve yeni kazanımlar için çok büyük mücadelelere ihtiyacımız var.

: Tekrar Türkiye’ye dönersek, 1977-1979 seçimlerine gelelim. Sosyalist hareketin bağımsız bir siyasal seçenek oluşturması perspektifinde bir adım atılabildi mi?

MK: Sosyalist hareket 1977-1979 seçimlerinin bir dökümünü tekrardan çıkarmalı. Benzer tutumların tekrarlandığını görüyoruz. Sosyalistlerin önemli bir kesimi tekrardan 1969 seçimlerinde alınan tutuma benzer bir durumu 1979 Ekim ara seçimlerinde yaşadılar. AP’nin kazandığı ve Ecevit’in bunun üzerine çekildiği bir durum vardı. Hepimiz bu tür hatalar yapmış olabiliriz. Birçok insan dedi ki, “Seçimleri boykot ediyoruz”. Bir yandan da “Devrime gidiyoruz” deniyordu. Baktık ki, millet, kitleler sağa gidiyor, sola gitmiyor. Bu boykot tavrı, tam da Lenin’in “sol komünist” diye tarif ettiği çocukluk hastalığına dalalet ediyordu. Herhangi bir bağımsız bir sol seçenek yaratmak yerine, hepsinden imtina edip, başka bir şey yapacağız deyip onu da yapmamak; belki de ikisini birden yapmak gerekirken hiçbir şey yapmamak 12 Eylül arifesinde belki de bizi (genel olarak sosyalist hareketi) siyaseten silahsızlandırmış oldu. Siyaseten silahsız olmak en tehlikelisidir. TİP, TSİP, SDP gibi seçime girmeye alışık partiler 70’li yıllarda çok düşük oylar aldı. Solun çok büyük bir kesimi bu işle ilgilenmediğini söyledi ama de facto oylarCHP’ye gitti. Ve sonuçta bir anlamda mücadelemiz devrimci, iyi, güzel, ama oy vermeye gelince “oyları CHP’ye bıraktık”. Burada herhalde müthiş bir paradoks var.

: 1979 ile 1996 arasında sosyalist hareket açısından kara yıllar oldu. 12 Eylül askeri rejiminin öncesi ve sonrasında büyük bir devlet terörü yaşandı ve legal siyasetin olanakları neredeyse sıfıra yakındı. 1987-1989 yerel ve genel seçimlerinde bağımsız sosyalist adayların çıktığını biliyoruz. 141-142 ve 163’ün kaldırılması için yapılan referandumda da kimi sosyalist çıkışlar yaşandı. Ancak bunlar ülke siyasetinde sınırlı etkisi olan, sosyalist harekete moral veren önemli adımlar olmakla birlikte, dergi çevreleriyle sınırlı kaldı. Türkiye sathında sosyalistlerin adlarını duyurdukları mecra öncesiyle birlikte ÖDP deneyimiyle oldu. 91’den sonraki sürece baktığımızda ÖDP deneyiminin yanı sıra bir de gelişen bir Kürt ulusal hareketi var. Seçimler ve sosyalistler açısından ÖDP deneyimini nasıl değerlendirebiliriz? Bağımsız bir seçeneğin inşasında Kürt hareketiyle sosyalistlerin kurduğu ilişkileri nasıl değerlendiriyorsun?

MK: Sorunun ikinci kısmından başlayayım. Kürt hareketiyle sosyalist hareket arasında ilişkiler, 1991’de başladı. O zamanki Sosyalist Parti lideri Doğu Perinçek’le Kürt hareketi doğrudan ilişkiye geçti. Halkın Emek Partisi adayları SHP listesinden milletvekili seçilecekken, Abdullah Öcalan Doğu Perinçek’e de milletvekilliği teklif etti. Anlaşıyorlar, anlaşmıyorlar. Bildiğimiz hikâye. Bir anlamda ilk buluşma. İkincisi aslında 1994 Mart yerel seçimlerinde biz Birleşik Sosyalist Alternatif olarak seçimlere girdiğimizde, o zamanki Kürt ulusal hareketi seçimlere katılmadı. Seçimlere katılmayı Genelkurmay’ın yanında yer almak vs. olarak yorumladılar. Bir sene sonra biz Birleşik Sosyalist Parti olarak iki beldenin ilçe olmasından ötürü, bürokratik sebeplerden seçime girme hakkımızı kaybettik. Sonra HADEP’le birlikte, biz, SİP ve birçok sosyalist grupla beraber seçim kampanyası yürüttük. Bu ilişki birkaç kategoride ele alınabilir. Biri, Kürt ulusal hareketi ile işbirliği yapmalı mı? Diğeri, onlar olmadan olmaz meselesi. Ama burada genellikle kaybedilen hikâye Kürt meselesinin demokratik siyasal çözümünden yana olmak ile bağımsız bir sosyalist hareketin inşası arasında ille de organik bir bağlantıyı zorlamaktır. Böyle bir organik bağ yoktur. 1994 seçimlerinde biz girdik, onlar girmedi. Biz kendi yolumuza devam ettik ve parti olarak  o gün itibariyle aldığımız oy yüzde 0,3’tü. Şu andaki partileri de düşünecek olursak Birleşik Sosyalist Parti’nin belli başlı sosyalist partiler kadar üye sayısı vardı. Dolayısıyla bizim kendi inşamızı onların seçime girmemesi engellemedi. 1995 Aralık seçiminde de HADEP’ten sonra en yaygın parti olarak birlikte çalışmamız da mümkün oldu. Buradan çıkartılacak bir ders olmalı. Diyeceğim  bu birlikte olmayı ilkesel hale getirmek iki farklı yörüngedeki hareketi bir kazığa bağlamak ciddi sorunlara yol açabilir. Ciddi sorunlardan biri Kürt hareketi ile sosyalist hareketin orantısız güçlere sahip olmasıdır. Bir diğer nokta “ortak bir çerçeve” dendiği zaman, bütün bu ortak girilen seçimlerdeki ittifaklara bakıldığında, başta herkes ilkelerden söz eder ama çok da fazla ilkeye de ihtiyaç yoktur. Yani mesela diyelim ki bir sosyalist parti ile seçim yapmak konusunda çok zorlanan Kürt hareketi, SHP ile ittifak yapmakta hiç zorluk çekmedi. Diyeceksin “tersi de doğrudur”. Bu da olabilir ayrıca. ÖDP tabii ki şu ana kadar gördüğümüz en gelişkin örnek. 1999 seçimlerinde ÖDP ayrı girdi, Kürt ulusal hareketi ayrı girdi. Kürt ulusal hareketi bazı desteklerle girdi. ÖDP içinde de bazı arkadaşlar ısrar etti Kürtlerle işbirliği yapalım diye. Bunun iki taraf için de zararlı olduğu kanısında değilim. Sonuçta kimse kimseye çelme takmamıştır. Ciddi yörünge farklılıkları vardı. 99 yılında seçimler olduğu zaman Abdullah Öcalan yakalanmıştı. Onların gündeminde farklı şeyler vardı. Bizim gündemimizde tabii ki Kürt meselesi olmakla birlikte başka şeyler de vardı.

: Güç ve gündemi farklıydı her iki hareketin de.

MK: Öncelikler arasında, program bir yana eylem programında farklılıklar var. Bunu çakıştıramazsın. Ama ÖDP’nin de seçim tarihine baktığımız vakit, çok büyük yalpalanmalar yaşandı. Örneğin 2002 yılında genel seçimler yapılırken, son güne kadar aslında DEHAP’la görüşmeler yürütüldü. Ama sabah kahvaltıda Sema Pişkinsüt’ün partisiyle ittifak yapıldığı söylendi.

: Hangi partiydi bu?

MK: Siyasi tarihteki değeri DSP’den kopup ÖDP’ye katılmasıyla sınırlı olan bir parti. Çoğu kimse adını bile hatırlamaz. Sema Pişkinsüt, Ecevit’in Demokratik Sol Partisi’ne genel başkan adayı olup kavgalı geçen bir seçim sonucunda kongrede kaybedince, DSP’den 3 milletvekiliyle birlikte partiden ayrılmış, Toplumcu Demokratik Parti’yi kurmuştu. Önemli olan bu kısmı değil. Bu birleşme kararı ve DEHAP ile seçimlere girmeme kararının parti organlarından geçerek alınmış bir karar olmaması önemli. Başkanlar düzeyinde imzalanmış ve parti organlarının haberdar olmadığı bir karardı. Bu da bir garabet olarak tarihe geçmiştir. 2004 yılında mesela, yerel seçimler sırasında garip bir şey oldu. Murat Karayalçın liderliğinde SHP -son seçimleriydi herhalde-, ÖDP, Kürtler, çeşitli gruplar birlikte katıldı. Buradan da “kimin için ne kadar sağlıklı sonuç çıktı?” diye sorulursa, seçim bir belediye meclis üyeliği fazla almak değil de bir takım ilişkileri ileri doğru taşımak, yeni kesimlere ulaşmak, onların iradelerini açığa çıkarmaktır diye düşünürsek böyle bir şey olmadı.

YÖ: ÖDP tarihi açısından 2007 seçimleri önemli sanırım. Bugünden baktığımızda 2007 seçimlerinde alınan tutumlar, sonraki seçimlere de örnek teşkil etti. Ünlü bağımsız adaylıklar dönemi… Hem ÖDP açısından hem de sosyalist hareketinin kimi simalarını “parlamentoya taşıyan” bağımsız adaylar mevzusuna gelsek…

MK: 2007 seçimleri, ÖDP için önemli bir dönemeçti. Çeşitli açılardan önemli bir dönemeçti. Bunlardan birincisi tabii, ÖDP’nin kırılması açısındandı. Parti genel başkanına dışarıdan milletvekilliği öneriliyor. Bu parti organlarından geçmiyor. Parti garip bir şekilde seçime gidiyor ama tarumar olmuş bir vaziyette. Bu seçimler bizde başka bir siyaset yapma anlayışını öne çıkardı. Sadece bizde yok dünyanın başka yerlerinde de bu hikâye var. Bu anlayış, örgütün siyasal gücünü ya da aşağıdan gelenlerin iradesini öne çıkarmak yerine, bir tür paraşütle adaylığı bir siyasi fenomen haline getirdi. Bu çok tehlikeli bir şeydir. Son iki seçimdir tekrar ediyor ve üçüncü seçimde de “aday” ne kendi siyasi partisinin ne de daha geniş kesimlerin onayı ile aday olmadığı için yeniden bir karar merciine bakacaktır. Oradan bir ışık, hatta açık açık isim beklenecektir. Bu takdirde bir siyasi parti faaliyeti yürütmenin anlamsızlaştığı bir noktaya geliyoruz. Bir başka husus da aslında şudur tabii ki, Kürt hareketi bunu yaparak Türk sosyalist hareketinin içine sürekli oynadı; müdahale etti. Mevcut güç ilişkileri içinde bu işler böyle olacaksa, tabiri caizse Kürt hareketiyle sosyalist hareketin rabıtalı bir ilişkili kurması mümkün değildir. Çünkü şu Gezi ve AKP/Cemaat diye ifade edilen çatışmada gördüğümüz gibi gayet pragmatik bir hareketle karşı karşıyayız. Kendi hakkıdır; demokratik özerklik mi olur, konfedere mi olur bu onların karar vereceği bir şey. Ama onun yörüngesine sosyalist hareketin kapılıp oradan bir şey inşa etmeye yönelmesi imkânsız bir şeydir. Ve bu yörüngeyi çizen herkes de tökezlemiştir. Elbette burada örneğin Gültan Kışanak’ın bağımsız adaylığından bahsetmiyoruz, onlar yüzde 10 seçim barajından ötürü olan şeyler. Onların örgütleri var. Burada bağımsız adaylıktan kastım, açık söyleyeyim, kendi temsil ettiği gücün dışında adaylıklardan söz ediyorum. Baskın Oran’dan bahsediyoruz. Son seçilen arkadaşlardan da bahsediyorum tabii ki. Bunlar hangi mekanizmaların, hangi siyasi süreçlerin ürünü olarak aday oluyorlar? Bunun sosyalist siyaset açısından sakıncalı olduğu kanısındayım. Temsil kabiliyeti yok çünkü. Sizin delege edilmeniz lazım; burada ise atama söz konusu. Bir de paraşütle atlama hali var. Tanınmış, aydın birini buluyorsunuz ve halka diyorsunuz ki “Buna oy verin.” Niye? “Çünkü iyidir hoştur”. Bu herhalde temsili demokrasinin en gudubet hallerinden biri oluyor. Taban demokrasisi diyoruz, sosyalist demokrasi diyoruz, temsili demokrasiyi o kadar eleştirdikten sonra, yukarıdan paraşütle atlıyoruz. Altı kaval üstü şeşhane bir hikâye. Arjantin örneğine geri dönecek olursak, üç milletvekili seçildi. Üçünün de şeceresine bakın. En büyük örgütün (PO) en büyük şefi, Altamira seçilemedi. Bizde olsa, “adam hak ediyor” dersin. O seçilemedi mesela. Bu da başka bir terbiye.

: 2007’deki kırılmanın sonuçları sadece ÖDP içinde örgütsel bir ayrılığa yol açmadı, genel olarak sosyalist hareketi etkileyen siyasi bir kırılma oldu, diyebilir miyiz?

MK: Bu kırılma bize zihniyet olarak parlak bir proje olarak geldi. Bu oldukça yaygın ve önemsenen bir hikâye. Örneğin mevsimi geldiği zaman etrafta çok rahatlıkla, müstakbel ve muhtemel sosyalist milletvekili adaylarına rastlamak mümkündür. Bu hazin bir şey. Tabii insanları da bu durumda oy vermeye çağırmak da kolay ve ikna edici bir şey değil. Birisine “Şuna oy verin” diye propaganda yaptığınızda “Niye ona oy vereyim?” dediğinde ona cevap vermede zorlanırsınız. Çünkü yarının ne olacağı belli değil, bunun denetimi yok. Neyi temsil ettiği tam olarak belli değil. Sonra “Kusura bakmayın” oluyor. Baskın Oran örneğinde olduğu gibi, sanki insanlar Baskın Hocayı daha önce tanımıyorlarmış gibi “Bu iş pek olmadı sanki” dediler. Şimdi adamın yaşı belli. Kabahat onu oraya aday gösterenlerde.

: O dönemde 2. Bölgeden kaç  aday çıktı?

MK: Doğan Erbaş çıktı. Ben ona oy verdim. Bir oyum var onu vermesem olmaz. “Niye oy verdin?” dersen onu açıklamaya çalışırım, ama ilkesel olarak bir şeyi savunmak ayrı bir şey. Ufuk Uras’ın da bu şekilde adaylığına karşıydım zamanında. Aday olunca “oy vermiyorum” diyemezsin. Sonrasında bu bir karakter haline geldi. Bugünden baktığımızda belki oy vermemeyi düşünmek de gerekir. Çünkü oy verdikçe alışıyorlar, arkası geliyor.

: Bu bir alışkanlık ve gelenek halini aldıysa eğer, seçimlerin taktik olmaktan çıkıp bir siyasete dönüştüğünü söyleyebilir miyiz?Kürt hareketi de sosyalist hareketinin zaafını keşfetti. Sosyalist hareket içinde de itiraz edecek siyasal gelenek yeterince oluşmadı. 1946’dan bugüne çeşitli aşamalardan geçerek gelen sosyalist hareketin temel zihniyeti, halk cephesi politikası bugün farlı bir düzeyde sürekliliğini koruyor diyebilir miyiz?

MK: Doğan çocuk kakasından mı belli olur, genetiğinden mi belli olur, oraya girmeyelim. Ama şöyle bir şey var: Bağımsız sosyalist seçeneğin yaratılması için gereken sebatkâr yolu izlemediğimiz zaman birileri bize kısa yollu birtakım çözümler göstereceklerdir. “Bu kısa yollu çözümlerden ne üretilir?” dediğiniz zaman, bununla ilgili bazı deneyimler yaşandı. Bunlardan ders çıkarmak gerekirdi. Ama sonuçta tabii bizim sosyalist hareketimizde bireyler, kişiler, tutumlar, pozisyonlar, bakışlar, duruşlar vs. aşırı derecede önemlidir. Eyleminin muhtevasından önce, bir anlamda bakış, duruş, kelam daha önemli. O yüzden biz biraz “kitaba” gelecek durumda pek değiliz. Deveye sormuşlar nerem doğru demiş…

: Bir sonraki seçimlere geçelim. Onlar hakkında ne düşünüyorsunuz?

MK: 2007’den sonraki seçimlerde 2009 yerel seçimlerinin bir özelliği yok bizim açımızdan. 2011’de de aslında bir anlamda bağımsız adaylık meselesi daha kallavi bir şekilde yapıldı. BDP için bu anlamlı bir şeydi. Bunu 95 Aralık seçimlerinde dile getirdim, o zaman Murat Bozlak HADEP genel başkanıydı. “Siz milletvekili çıkarmak istiyorsanız, niye bağımsız aday çıkarmıyorsunuz?”. “Biz yüzde 15 oy alacağız” deyince ben de sustum tabi. Onlar da biliyorlardı, yüzde 4, 5, 6’ya dayanacaklarını. Umarım daha fazlasına dayanırlar orası ayrı. Sonunda kurumsal bir çerçevede, mecliste de kendilerini temsil etmenin faydasının farkına vardılar ve bu aracı da kullandılar. Bu aracı kullanırken, adaylarını seçerken yine atamayla, şuraya şunu, buraya bunu koymaları kendi cenahları açısından anlamlı olabilir belki, ama sosyalistlerin de atama sırasına girmesi devrimci gelenekle açıklanamaz. Çünkü bu sosyalist harekette de başka türlü bir saflaşma, yarılma demeyelim ama bir ikileme yol açacaktır. Muhakkak ki sürekli oradan bir milletvekilliği ihtimali için çalışan, çabalayan insanlar olacaktır. Bir de herhangi bir milletvekilliği ihtimali olmadan kör kütük veya zor bela işlerle uğraşmak, didinmek durumunda kalacak olanlar olacaktır. Bağımsız adaylığı başka türlü inşa etmek mümkün olabilir. Birkaç meclis kurarak o mecliste tabiri caizse “temsil kabiliyeti olan”, mümkün mertebede aşağıdan insanların yer alabileceği, adaylar çıkartılabilir. Bakın biz yüzde 5 oy alıyorduk Fransa Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde. Olivier Besancenot  “Ben artist miyim, ömür boyu aday mı olacağım?” dedi, adaylıktan çekildi. Gerçi biz de bölünmüştük ama oyumuz biraz da Olivier çekildiği için düştü. Üstelik o bir bakıma aydındı, ama posta çalışanıydı. Onun dediği sözü önemsiyorum: “Bana değil, siyasetime oy versinler”. Öyle adaylar bulmak lazım ki, bir fikri, siyaseti temsil edebilsin. Ama hiç değilse bu temsil kabiliyetini bir meclisten alsın. Solda farklı renklerdeki sosyalistler de yan yana gelmeliler. Onlar da seçimle sınırlı olmayan, ama bazen seçimle de sınırlı olabilecek birtakım birliktelikler, cepheler kurmalılar ve kurmak da zorundadırlar. Hiç değilse sosyalizmin bayrağının adını yükseltmek, bu umudu yeşertmek zorundalar.

: O zaman son iki soru. Bir, bu çerçevede CHP-AKP’nin dışında HDP’nin ortaya çıkması üçüncü bir seçenek midir? Bir de Ankara’da oluşan sol platform var. Nasıl değerlendiriyorsun.

MK: Şimdi kolayını cevaplandıralım. Ankara’daki mesele aslında Mansur Yavaş’ın CHP’den aday olmasıyla ortaya çıkan bir husustu. Burada ciddi bir inandırıcılık sorunu var. Onun yerine başka birisi aday olsaydı, bu parti neo-liberal bir parti olmaktan çıkacak mıydı? Elbette çıkmayacaktı. Kendi kafalarına yatkın bir merkez sol aday olmadığı için aday çıkarmak tercih edilebilir. “Bu kadarı yeter artık” denebilir. Bu da ciddi bir inandırıcılık sorunu yaratır. Bu aynı zamanda HDP’li arkadaşlar için de geçerlidir. “Nezaketen görüştük” dediler ama sonrasında “İlkeli ittifak olursa varız” da dediler. İlkeli ittifakta anlamadığım bir şey var, bunlar sanki antikapitalist, kızıl komünist mi olacaklar? CHP, CHP’dir. CHP de gidip HDP’lilere böyle bir şart koşmayacaktır. Bu da herhalde eğlenceli bir şey olsa gerek. Üçüncü seçenek meselesini yıllardır dile getiriyoruz. Türkiye’de İslamcılar, Cumhuriyetçiler var. Böyle bir ikilinin karşısında sen de Üçüncü Cephe olursun. Bu cepheleşmeyi yarmak için çabalarsın. Bu ifadeyi biz de kullandık, herkes de kullanabilir. Ama gerçekten böyle bir şey olması için, sahici bir tabana ihtiyaç var. Bazı araştırmalar CHP’yi yüzde 30 gösteriyor, AKP’yi yüzde 40-45. “Biz yüzde 7’lik bir cephe oluşturuyoruz” dediğinizde, bu cephe bir taraftan da birinci cepheyle hükümette kalması için, hükümetten düşmemesi için özel bir çaba sarf edecek. Üçüncü cephe olduğunu iddia edenler için kolay bir ikilem değil. Üstelik, Abdullah Öcalan’ın İmralı’dan gönderdiği Erdoğan’a dönük hayırhah tutumunu ortaya koyan bir mektup da var. “Biz CHP’ye karşı mücadele edeceğiz, CHP’yi çökertmek için mücadele edeceğiz” diyorlar. Ama iktidarda ve hükümette olan AKP. Bu da garip bir üçüncü cephe anlayışı haline geliyor. Sanırım bu iş giderek HDP’nin inandırıcılığını zorlayacaktır.

: HDP’yi nasıl bir parti olarak değerlendiriyorsun? HDP devrimci, sosyalist bir parti mi? Reformist bir parti mi? Sosyal demokrat mı? Hangi kulvarda yer alıyor, sence?

MK: HDP içinde sosyalistlerin de bulunduğu sol bir oluşum. Bu benim kişisel yorumum değil, Aydın Çubukçu’nun Taraf’taki mülakatında söylediği bir şey. BDP de zaten statü olarak Sosyalist Enternasyonal’de gözlemcidir. Sol bir partidir, ama sosyalist değildir. Bir problem şurada çıkıyor. Bir iktidar oyunu oynanıyor, iktidar mücadelesi var, bu siyaset savaşında bir gedik arıyorsunuz. Bu gediği hükümeti zaafa uğratmadan nasıl yapabilirsiniz? Paradoks buradan kaynaklanıyor. Hükümeti yanınıza alarak veya daha iyi bir tabirle hükümeti karşınıza almayarak mı yapacaksınız? Bu dünya literatürüne geçecek bir tartışma olur. Bu tartışma önümüzdeki günlerde daha net bir biçimde ortaya çıkabilir. Bunun uluslararası ilişkiler boyutu olabilir, başka boyutu olabilir, lobilerle, Ermeni meselesiyle, Abdullah Öcalan’ın dedikleriyle ilgili olabilir. Burada bir parantez açmama izin verin: KCK yöneticisi Bese Hozat’ın söylediği sözlerin benzerlerini Öcalan’ın literatüründen çıkarmak mümkündür. Öcalan’ın savunmasının beşinci cildine göre, 1919-22 arasında Türkiye adeta cennettir. Demokratiktir, her şey iyidir, Kürt meselesi iyidir. Ondan sonra bozulma oluyor. O zamana kadar bu demokratik, ilerici bir rejim olarak vaftiz ediliyor. Ancak tarih bunu böyle söylemez. Başka şeyler de söyler. Bugünkü rejimin inşası sırasında üzerine oturduğu zemin Birinci Dünya Savaşı zeminidir. Burada Ermeni katliamı da vardır. Bunu bu şekilde İsmail Beşikçi anlatır, Öcalan anlatamaz. Bu tarih anlatımı 1919-22 arası koalisyonu açıklamakta güçlük çeker. Bir de tabii ki, Kürtlerin de Ermeni katliamındaki rolünü es geçmek durumundasınızdır. Bunlar karışık işler. Muhakkak ki bunlar başka bir mevzu. Tekrar konuya dönersem, sanıyorum HDP adayları önceki seçimdekinden farklı bir konumdalar. Genel seçimlerde bağımsız adaylara oy veren sosyalistler bu kez daha farklı düşünebilirler. İstanbul’daki Kürt seçmenler ise bu sefer biraz daha özgüven kazanmış olarak HDP’ye oy verebilirler. Yine de bundan çok emin olamıyoruz. BDP’li seçmenlerin sosyolojik analizine baktığımızda, Kürt seçmenler muhafazakârdır, dindardır; HDP’nin sol söylemini nasıl kaldırır, tahmin etmesi güç. Öte yandan biraz araştırmalara baktığımız takdirde sonunda artık garip yerlere sürüklenmeye gerek yok. “Batı’dakilerin hepsi faşist, Doğu’daki Kürtlerin hepsi kızıl komünist” diye görmek yanlış olur. Diğer yandan çok havada kalan bir enternasyonalizm kullanılıyor. Bir sosyalist enternasyonalizmi vardır bir de burjuva enternasyonalizmi vardır. Küçük burjuva enternasyonalizm de olabilir de… Adı konmaksızın safiyane bir saflaşmanın peşinde koşmanın bir yararı yoktur herhalde.

: Üçüncü seçenekle ilgili ekleyeceğiniz başka bir şey var mı?

MK: Üçüncü seçenek meselesinin bir de politik yanı var. Türkiye’de esas ayrımı biz nerede göreceğiz? Onu bilemiyoruz. Kürt ve Türk diye görmeyeceğimize göre… Bu toplumdaki ideolojik oluşumların –İslamcılık, Cumhuriyetçilik– ötesinde, dünya görüşü açısından da değerlendirirken şöyle bir problem ortaya çıkıyor: Hangi toplumsal dinamiklere dayanarak ya da onları inşa ederek geleceğimiz kurtarabiliriz? Şimdi çözüm süreci BDP’nin ve HDP’nin olmazsa olmazı. Bunun için AKP ile ilişkilerin kopmaması gerekiyor. Bunu kendileri söylüyorlar. Diyelim ki bir CHP-MHP koalisyonu oldu, bu takdirde müzakere süreci yürümez. Genel kanı bu. Bir tek aralarında “Bolşevik” olan Altan Tan var, “Devlet Bahçeli gelse de fark etmez. Toplum tarafından çözüm süreci çok benimsenmiştir. Türkiye’nin bundan geri dönme şansı yoktur. Dönerse Türkiye kendini nerede bulur belli olmaz” diyor. Üçüncü cephe meselesini irdelerken, biraz önce sözünü ettiğim toplumsal dinamikler meselesi bizde çok az irdeleniyor. Mandela’nın vefatından sonra Güney Afrika deneyimine dönüp bakmaya başlanıldı. Hiçbir şeyin garantisi yoktur. Ancak geri dönüp bir bakmak lazım. Birçok ulusal kurtuluş hareketi kendi içinde yeni bir oligarşi yaratarak eski oligarşiye eklemlenmiştir. Kürt hareketinin perspektifinde “eski oligarşiyi yok etme” diye bir bakış açısı yok. AKP ile uzlaşarak böyle bir şey mümkün de değildir. Anadilde eğitim, eski yerlerin isimleri, kültürel faaliyetler, yerel emniyet teşkilatının kurulması da dâhil olmak üzere kabul edilmemiş talepler bizi neo-liberal siyasetten kurtarmaz. Neo-liberalizm çok daha kapsamlı sosyal veya siyasal bir sistemdir. Dolayısıyla ortada bir üçüncü cephe yok. Kâğıt üzerinde basit gibi gelecek değişikliklerle, yerel yönetim şartnamesinin kabul edilmesiyle taleplerin önemli bir kısmı ortadan kalkar. Bunun dışında kalan örneğin demokratik konfederalizm, dünya siyasetinde olmayan bir kavram, siz bunu kullanırsınız. Bu neye karşılık düşer? Ona bakmak lazım. Dolayısıyla bu üçüncü bir cephe açmak için bizim daha çok büyük mücadelelere ihtiyacımız var. Çok daha büyük güçlerin inşasına ihtiyacımız var. Bunlar tabiri caizse kurumsal çerçeve içindeki müzakerelerle veya seçimlerle oluşacak bir şey değil. Seçimleri günü geldiğinde ıskalamayacak olan, ama esas olarak işçilerin ve ezilenlerin içinden çıkacak bir inşaya ihtiyaç var. Bırakalım 12 Eylül’den sonraki 30 yıllık tarihimizi, ilk sosyalist örgütler 1880’lerin sonunda yerel olarak var olduğunu kabul edersek, neredeyse 150 yıllık tarihimiz içinde bunu yapamadık, yine yapamazsak, başka yapacak bir şey de olmayacaktır.

Ernest Mandel ve Geç Kapitalizmin Ekonomisi – Marcel Van Der Linden

Belçikalı Marksist iktisatçı Ernest Mandel 1923 yılında doğdu ve 1995 yılında 72 yaşında öldü. Mandel, 1970 yılı ve civarında dünyanın en tehlikeli entelektüellerinden biri olarak görülüyordu. Avustralya, Fransa, İsviçre, Amerika Birleşik Devletleri ve Batı Almanya gibi ülkeler onun ülkeye girişini resmen yasakladı.Mandel 1972 yılında Berlin’deki Freie Universität’ta doktorasını tamamlamak istediğinde, Batı Alman yetkililer sınırı geçmesine izin vermediği için doktora komitesi onu Brüksel’deki evinde değerlendirmek zorunda kaldı. Sosyal Demokrat lider Willy Brandt başkanlığındaki Bonn hükümeti, Mandel’in devrimci inançlarının bir iktisatçı olarak yürüttüğü faaliyetlerle iç içe geçtiğine inanıyordu.Mandel’in doktora tezi daha sonra birçok farklı dilde yayınlandı ve dünya çapında tartışmalara yol açtı. Geç Kapitalizm başlıklı gözden geçirilmiş ve güncellenmiş İngilizce versiyonu 1975 yılında yayımlandı. “Geç kapitalizm” ifadesi, Mandel’i daha önce hiç duymamış birçok insan tarafından kullanıldı ve İngilizce’de yerleşik bir ifade haline geldi. Yine de neredeyse yarım yüzyıl sonra, kitabın hala içinde yaşadığımız kapitalist dünya hakkında bize söyleyecek bir şeyleri var mıdır?

Uzun Dalgaları Açıklamak

Mandel’in düşüncelerinin merkezinde uzun dalgalar teorisi yer alır. Bu teoriye göre kapitalizmin tarihi sadece yedi ila on yıllık kısa ekonomik döngülerle değil, aynı zamanda yaklaşık elli yıllık (kabaca yirmi beş yıl yukarı, yirmi beş yıl aşağı) uzun dönemli değişimlerle de ortaya çıkar. Bu teori temelinde Mandel, 1964 tarihli Socialist Register‘da savaş sonrası uluslararası ekonomik canlanmanın “muhtemelen Altmışlı yıllarda sona ereceğini” öngörmüştü.Uzun dalgalar teorisi Mandel’in icadı değildi. Hollandalı iktisatçı Jacob van Gelderen 1913 gibi erken bir tarihte istatistiksel araştırmalara dayanarak bunu önermişti. On iki yıl sonra, van Gelderen’den bağımsız olarak çalışan Rus iktisatçı Nikolai Kondratiev, The Major Economic Cycles (Büyük Ekonomik Döngüler) adlı kitabında bu teoriyi tekrar sundu. İstatistiksel kanıtlar henüz tam olarak ikna edici olmasa ve bu olgunun detaylı bir açıklamasından hala yoksun olsak da hem Marksist hem de Marksist olmayan pek çok iktisatçı uzun ekonomik döngüler fikrini kabul etmiştir.Mandel’in uzun ekonomik döngülere ilişkin yorumunun özelliği, bu dalgalara ilişkin genellikle birbiriyle çelişkili olduğu düşünülen iki açıklamayı uzlaştırmaya çalışmasıydı. Teorilerden biri Kondratiev’e, diğeri ise Bolşevik lider Leon Troçki’ye aitti.Kondratiev ve Troçki 1920’lerde uzun dalgaların doğasını tartışarak, bunların gerçek dalga hareketleri mi – kısa döngülerin “big brotherları” mı – yoksa kapitalizmin tarihinde birbirini izleyen ama çok farklı dönemler mi (Troçki’nin görüşü) olduğunu sordular. Kondratiev uzun dalgaları, yasalara uygun olarak ortaya çıkan tamamen ekonomik bir olgu olarak görüyordu. Troçki ise uzun dalgaların büyük ölçüde hem siyasi hem de askeri ekonomi dışı nedenlerin sonucu olduğuna inanıyordu.Mandel bu çelişkili görüşleri, “belirli bir tür” dalga hareketi olsa da bu dalga hareketinin ekonomik olmayan nedenlerden de kaynaklandığını belirterek uzlaştırmaya çalıştı. Bu oldukça zorlama bir yapı gibi göründü ve Geç Kapitalizm‘in aşağıdaki gibi belirsiz pasajlarıyla sonuçlandı:

“Uzun döngü” kavramını reddetmemize ve dolayısıyla “gelgit”in “akış” tarafından mekanik olarak belirlenmesini kabul etmememize rağmen, yine de uzun dalganın iç mantığının kar oranındaki uzun vadeli salınımlar tarafından belirlendiğini göstermeye çalıştık.

Bu durum şu soruyu gündeme getirdi: Nasıl olur da dalgalar döngüsel olmaz ve buna rağmen düzenli olarak salınır?Mandel daha sonra yazdığı Kapitalist Gelişmenin Uzun Dalgaları (1980) adlı kitabında ne demek istediğini açıklığa kavuşturdu. Ona göre, uzun bir dalganın başlangıcı büyük ölçüde savaşlar, işçi hareketlerinin uğradığı yenilgiler gibi ekonomi dışı faktörlere bağlı olacaktı. Ancak, uzun dalga bir kez harekete geçtikten sonra, bu noktadan az çok bağımsız olarak gelişir ve birkaç on yıl sonra sona ererdi.Bu yönüyle bir top güllesinin ateşlenmesine benziyordu. Güllenin ateşlenmesi birçok faktöre bağlı olsa da namluyu bir kez terk ettikten sonra yoluna “otonom” olarak devam ediyordu.

Kapitalizmi Dönemselleştirmek

Mandel’in bu noktadaki argümanı ikna edici olsun ya da olmasın, kapitalist gelişim tarihini böldüğü evreler genel olarak anlamlıdır. Bunlar, on sekizinci yüzyılın sonlarından günümüze kadar tanımladığı dönemlerdi:

  • İlk dalga: 1793-1825 yukarı, 1826-47 aşağı
  • İkinci dalga: 1848-73 yukarı, 1874-93 aşağı
  • Üçüncü dalga: 1894-1913 yukarı, 1914-39 aşağı
  • Dördüncü dalga: 1940/45-66 yukarı, 1967-günümüz aşağı

İlk dalga esas olarak sanayi devriminin çok erken bir aşamada gerçekleştiği İngiltere’de ortaya çıkmıştır. İkinci dalga daha fazla ülkeyi kapsamına almış, üçüncü dalga daha da genişlemiş, dördüncü dalga ise Mandel’in Geç Kapitalizm‘i yazdığı dönemde bugüne kadarki en kapsamlı dalga halini almıştır.Mandel’e göre her dalga, kapitalist gelişmenin açıkça tanımlanmış bir aşamasına denk gelir. Coğrafi kapsamı sınırlı olan ilk dalgayı dışarıda bırakırsak, şu sınıflandırmaya ulaşırız: ikinci dalga erken kapitalizm, üçüncüsü tekelci kapitalizm ve dördüncüsü geç kapitalizm dönemidir. Mandel’in niyeti bu dördüncü dalgayı daha ayrıntılı olarak incelemekti. Ezeli ve ebedi bir siyasi iyimser olarak, kapitalizmin dördüncü dalgasının aynı zamanda son dalga olacağını varsayıyordu.

Geç Kapitalizmin Doğası

Nazi diktatörlüğünün çöküşü ve İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin ardından, 1940’ların sonlarında birçok ülkede işçi mücadeleleri yeniden canlandı. Ancak Avrupa’nın kapitalist elitleri bu mücadeleleri kontrol altına almanın yollarını buldular ve ücretlerin ulusal ekonomi içindeki payını düşük tuttular. Ayrıca ücretleri düşük tutmak için mültecileri, yabancı işçileri ve ev kadınlarını işgücüne dahil ettiler.Mandel’e göre bu gelişmeler, diğer faktörlerle birleşerek silahlanma endüstrisinde kökleri olan yeni bir teknolojik devrim yaratmıştı. Tarihte ilk kez büyük ölçekli silah üretimi barış zamanında da devam etti. Silah üretimi daha önce “hiç bu kadar uzun ve kesintisiz bir artış eğilimi göstermemiş ya da ulusal ekonomilerin toplam yıllık hasılasının bu kadar önemli bir bölümünü emmemişti”.Yeni tekniklerin askeri olmayan uygulamaları kimya endüstrisinin belirli sektörlerinde başladı. Daha sonra 1950’lerin başından itibaren işgücü maliyetlerinin azaltılmasının temel öncelik olduğu diğer alanlara da yayıldı. İki savaş arası yıllarda, kapitalistlerin o dönemde ekonomideki gerileme nedeniyle kârlı bir şekilde kullanamadıkları çok sayıda buluş gerçekleşti. Artık bu teknik keşif stokunu kullanabilirlerdi.Mandel, kapitalist koşullar altında bu teknolojik devrimin ileriye doğru atılmış kesin bir adım olmadığında ısrar ediyordu. Ortada ciddi bir çelişki vardı. Bir yandan, üretimin maddi güçlerindeki bu ilerlemelere bağlı özgürleştirici bir potansiyel vardı; bu da “mekanik, tekrarlayan, sıkıcı ve yabancılaştırıcı emeğe” son verebilirdi. Öte yandan, otomasyonun yaygınlaşması işçi sınıfı işleri ve gelirleri için yeni bir tehdit oluşturuyordu ve “kaygının yoğunlaşmasına, güvensizliğe, kronik kitlesel istihdama dönüşe, tüketim ve gelirde periyodik kayıplara, entelektüel ve ahlaki yoksullaşmaya” yol açabilirdi.Geç kapitalizm döneminde üretici güçler daha önce hiç olmadığı kadar hızlı büyüyordu, ancak bu gelişme çeşitli açılardan eşitsizdi. Dünyanın büyük bir kısmı yeni teknik ve bilimsel olanaklara erişemediği için bundan faydalanamadı.Ekonomik kalkınma aynı zamanda “bu büyümeye eşlik eden ya da bu büyümenin üzerine binen asalaklık ve israfta” da bir artışı beraberinde getirdi. Mandel’e göre bu “asalaklık ve israf” kalıcı silah birikimini, Küresel Güney’deki açlığı, daha geniş bir “ekolojik dengenin bozulması”nın parçası olarak “atmosferin ve suların kirlenmesini” ve artan “yararsız ve zararlı şeylerin üretimini” içeriyordu.1960’tan sonra, yeni teknolojilerin etkisine rağmen kapitalist genişleme fırsatları azalmaya başladı. Geç kapitalizmin mutlu yılları son noktasına ulaşmıştı. Sınıf mücadelesi önce Fransa, İtalya ve İngiltere’de yoğunlaştı, ardından dünyanın diğer bölgelerine de yayıldı.Aynı zamanda emperyalist güçler arasındaki, özellikle de ABD ile Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) üyeleri arasındaki rekabetler arttı. Bu faktörler geç kapitalizmi gelecek yıllarda yoğunlaşacak bir krize sürükledi.

Yapısal Özellikler

Mandel’in analizinde üç önemli yapısal özellik geç kapitalizmi karakterize eder. Öncelikle, 1945’ten bu yana geçen süre, Mandel’in “sabit sermayenin devir süresi” olarak adlandırdığı bir azalmaya tanık olmuştur. Bu, her türden makinenin yerini giderek artan bir hızla yeni, daha iyi ve daha kârlı makinelerin alması anlamına gelir.Girişimciler için mesele eski makinelerin faydasını yitirip yitirmediği değil, sadece yeni modellere kıyasla hala yeterince karlı olup olmadıklarıydı. Mandel bu noktayı açıklamak için birçok rakam verdi. Bilgisayarların, işletim sistemlerinin ve üretim makinelerinin ortalama ekonomik ömürleri giderek azalıyordu.Bununla bağlantılı ikinci bir özellik de teknolojik yeniliklerin hızlanmasıydı. Üçüncü olarak, en kârlı makinelere yatırım yapmaya devam etme ihtiyacı, firmaların büyük mali harcamalar içeren büyük riskler almaları gerektiği anlamına geliyordu. Bu da planlamanın kapitalist gelişmenin önceki aşamalarına göre çok daha hassas olması gerektiği sonucunu beraberinde getirdi.Malların pazarlanması da dikkatle planlanmak zorundaydı. Bu nedenle teknolojik devrimin mantığı, geç kapitalist şirketleri “pazar araştırması ve pazar analizi, reklamlar ve müşteri manipülasyonu, metaların planlı eskitilmesi (ki bu çoğu zaman metaların kalitesinin düşmesini de beraberinde getirir) ve benzeri” harcamalar yoluyla satışlarını önceden planlamaya itti.Tüm bunlar kurumsal yapıların da değişmesine neden oldu. Mandel, Marx’ın sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi arasındaki ayrımını başlangıç noktası olarak almıştır. Yoğunlaşma, bireysel şirketlerin ayrı kalırken giderek daha fazla sermaye biriktirmesi anlamına geliyordu; diğer yandan merkezileşme, tröstlerin, tekellerin ve benzerlerinin yaratılması yoluyla firma sayısının azaltılması anlamına geliyordu.Mandel, geç kapitalizm altında sermayenin uluslararası yoğunlaşmasının uluslararası merkezileşmeyi hızlandırmaya başladığı sonucuna vardı: “Çok uluslu şirket, büyük sermayenin baskın örgütsel biçimi haline geldi.” Bu eğilimi “sermayenin ulus-devletin tarihsel engellerini aşma girişimi” olarak anlamamız gerektiğini ifade etti.Bu, jeopolitik ilişkilerde önemli bir değişimle birlikte geldi. Her ne kadar Avrupa’nın eski sömürgeleri savaş sonrası on yıllarda resmi bağımsızlıklarını kazanmış olsalar da Mandel, emperyalist ülkelerin Küresel Güney’de doğrudan yönetimin yerini dolaylı yönetime bıraktığını iddia etti.Yerli burjuvazilerin yükselişi ve dünya çapındaki çok uluslu şirketlerin artan etkisi, bu ülkelerde iç pazarların gerçek ama sınırlı ve nispeten yavaş büyümesini teşvik etti. Sonuç olarak, eski sömürgeler hammaddelerin yanı sıra mamul tüketim malları da ihraç etmeye başladı. Sömürgelerin artı karlarının önemi azalırken, Kuzey ve Güney arasındaki eşitsiz mübadelenin önemi arttı.

Geç Kapitalizm ve Devlet

Sermayenin uluslararası merkezileşmesinin uluslararası siyaset ve daha spesifik olarak da tek tek ulus devletler üzerinde etkileri oldu. Devlet faaliyetlerinin kapsamı giderek daha geniş alanlara yayılıyordu. Bu iki şekilde gerçekleşebilirdi. İlkinde tek bir devlet, gücünü genişletiyordu ki bunun en iyi örneği 1945’ten sonra ABD hegemonyasının pekişmesiydi. İkincisinde ise, AET (daha sonra Avrupa Birliği’ne dönüştü) gibi yeni, uluslarüstü devlet güçleri ortaya çıktı.Ulus-devletlerin uluslararası bağlamını ayrıntılı olarak inceledikten sonra Mandel dikkatini bu devletlerin iç yapısına çevirdi. Geç Kapitalizm‘in orijinal Almanca versiyonu, kapitalist devleti oldukça yüzeysel ve tarih dışı bir şekilde ele alıyordu; en zayıf noktası, devletin sınıfsal karakterini üst düzey memurlarının burjuva kökenine atıfta bulunarak “açıklayan” bir dizi pasajdı.Bu açıklama, görünüşe göre İngiliz siyaset bilimci Ralph Miliband’ın çalışmalarından esinlenmiştir. Bu açıklama büyük yanlış anlamalara yol açabilir ve kamu hizmetlerinde reform yaparak devletin burjuva kontrolünden kurtarılabileceği fikrini besleyebilir. Ancak bu argüman kesinlikle Mandel’in yapmak istediği bir argüman değildi. İngilizce çevirideki düzeltilmiş bölüm bu hatadan kaçınmış ve devletin yapısal ve tarihsel yönlerine çok daha fazla vurgu yapmıştır.Mandel bazı geniş kapsamlı sonuçlara ulaştı. Bir yandan, geç kapitalizmin İspanya (1939-75) ya da Şili’deki (1973’ten itibaren) askeri diktatörlükler gibi faşist ya da yarı-faşist rejimlere yalnızca “istisnai durumlarda” başvurduğunu ileri sürdü. Öte yandan, yukarıda belirtilen derinleşen ekonomik kriz nedeniyle kapitalist burjuvaziler, işçi sınıfının ve nüfusun diğer kesimlerinin gelecekteki direnişini öngörme ihtiyacı hissetmiştir.Mandel’e göre, geç kapitalizmdeki genel eğilim, örgütlü işçi sınıfı hareketi için koşulların en elverişli olduğu geçmişte var olan demokratik özgürlüklere giderek daha fazla kısıtlama getirecek bir “güçlü devlet” yönündeydi. Bu gelişme bir ölçüde kaçınılmazdı.Mandel, geç kapitalizmin, ekonominin “kitlelerin demokratik olarak belirlenmiş ihtiyaçlarına” tabi olacağı, kaynakların bireylerin “kendi kendilerini yok etmeleri” yerine kendilerini geliştirmelerine ve bir bütün olarak insanlığın gelişimine adanacağı demokratik sosyalist bir toplumla acilen değiştirilmesi gerektiğinde ısrar ediyordu. Kapitalizmin sona ermesi için iki olası yol öngörüyordu: demokratik sosyalist bir devrim yoluyla ya da kendi kendini tüketerek.Bu argümanı ileri sürerken Kapital‘de “kapitalist üretimin önündeki gerçek engelin sermayenin kendisi olduğunu” savunan Marx ile aynı çizgideydi. Mandel, “kapitalist üretim tarzının mutlak bir iç sınırı” olduğuna inanıyordu. Eğer kapitalist kârlar sadece canlı insan emeği sayesinde var olabiliyorsa, sanayi ve tarımın devam eden otomasyonu uzun vadede bu kârların ortadan kalkmasına ve sistemin çökmesine yol açacaktı.

Geç Kapitalizm Perspektifinden

Geç Kapitalizm altı yüz sayfanın üzerinde devasa ve karmaşık bir çalışma, bu nedenle kitabın sadece birkaç önemli yönünü vurgulayabildim. Elbette asıl soru, bugün bize ne ölçüde yardımcı olabileceğidir.Mandel’in argümanının bazı kısımları kesinlikle eleştirilebilir. Ancak Mandel, bugün hala devam eden bir dizi önemli eğilim tespit etmiştir. Teknolojik yenilikler birbirini hızla takip ederken, üretim araçlarının ortalama ömrü sürekli olarak azalmaktadır. Tüketici alanında da şirketler eski ürünlerin yerine tekrar tekrar “güncellenmiş” ürünler sunmaktadır.Eşitsiz mübadele bugün hala dünya ekonomisinin önemli bir parçası ve silahlanma endüstrisi de öyle. Küresel toplumsal eşitsizlik azalmazken, yalnızca çok uluslu şirketlerin etkisi 1970’lerden bu yana artmıştır. Bu açıdan Mandel’in analizi son derece güncelliğini korumaktadır.Elbette son yarım yüzyılda yeni gelişmeler de oldu. Mandel çevrenin tahribatı konusunda öngörülü bir şekilde konuşmuştu, ancak iklim değişikliğinin tehlikelerini tahmin etmemişti (ve çağdaşlarının büyük çoğunluğu da tahmin etmemişti). Ayrıca 1970’lerin başından bu yana salt ekonomik alanda da önemli değişiklikler oldu.Geç Kapitalizm ortaya çıktığında, imalat hala ağırlıklı olarak Küresel Kuzey’de yoğunlaşmıştı. Bu, son birkaç on yılda ise Küresel Güney ülkelerine yayıldı. Çelik kutu nakliye konteynerlerinin ve internet gibi yeni iletişim teknolojilerinin kullanılmaya başlanması “hiperküreselleşmeyi” mümkün kıldı.Bu da bir ülkede üretilen malların sıklıkla başka ülkelerde üretilen bileşenlerden bir araya getirildiği ve bunların da yine başka ülkelerde üretilen alt bileşenler içerdiği anlamına gelmektedir. Sonuç olarak, dünyadaki ücretli çalışanların en az dörtte biri artık küresel tedarik zincirlerinin bir parçasını oluşturmaktadır.Aynı dönemde, Çin’in ekonomik ve siyasi bir süper güç olarak şaşırtıcı yükselişinin yanı sıra Doğu Avrupa ve Orta Asya’da kendini sosyalist olarak tanımlayan diğer ülkelerin de kapitalizme geçişine tanık olduk. Neoliberalizm tüm bu değişimleri meşrulaştıran seküler bir din haline geldi.

Durgunluk, Düşüş, Çöküş?

Ekonomik büyüme oranları 1970’lerden bu yana genel olarak yavaşlamıştır, ancak bu eğilim her ülke ve bölgede aynı değildir. Küresel Kuzey’de işçi verimliliği 1938 ve 1973 yılları arasında her yıl ortalama yüzde 3 artmış, 1973 ve 2010 yılları arasında ise yüzde 1,6’ya gerilemiştir. Küresel Güney’in önemli bir bölümünde büyüme oranları daha yüksekti, ancak orada bile eğilim birçok ülkede dengelenmektedir.Gelişmiş kapitalist ülkelerdeki ortalama kar oranları elli yıldır düşüyor ve faiz oranları bir dönem sıfırın altına bile indi. Görünüşe bakılırsa, daha önce kesin olarak kabul ettiğimiz her türlü varsayımın artık geçerli olmadığı yeni bir döneme girmiş bulunuyoruz.Larry Summers gibi ana akım iktisatçılar artık “seküler durgunluk” sorunundan bahsediyor. Foreign Affairs dergisi 2016 yılında bir sayısının tamamını “Yavaş Büyümeden Nasıl Kurtulunur?” sorusuna ayırdı. Dahası Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD), önümüzdeki on yıllarda küresel büyüme beklentilerinin geçmiş deneyimlere kıyasla “vasat” göründüğünü savunan bir rapor yayınladı:

Büyüme, gelişmekte olan ekonomilerde OECD’ye kıyasla daha sürdürülebilir olsa da yakalama sürecinin kademeli olarak tükenmesi ve neredeyse tüm ülkelerde daha az elverişli demografik özellikler nedeniyle yavaşlayacaktır.

James Galbraith, Meghnad Desai, Robert Gordon ve Richard Wolff gibi etkili iktisatçılar de kapitalizmin dinamik canlılığını büyük ölçüde kaybettiğine inanmaktadır. Bazıları daha da ileri giderek kapitalizmin çöküşünün gerçekçi bir ihtimal olduğunu ifade eder. Wolfgang Streeck ve Immanuel Wallerstein gibi yazarlara göre kapitalizm, olanaklarını tüketmiştir ve uzun vadeli bir geleceği yoktur.Yine de hem Marx hem de Mandel’in bir olasılık olarak öngördüğü kapitalizmin “otomatik” çöküşünü – olağanüstü tehlikeli biçimler alabilecek bir çöküşü – beklemek bizim için yeterli değildir. David Harvey’in de belirttiği gibi, sermaye birikim mekanizmasını durdurmak için kendimiz harekete geçmeliyiz: “Kapitalist sınıf gücünü asla isteyerek teslim etmeyecektir. Mülksüzleştirilmesi gerekecektir.”

Çeviri: Yener Çıracı

https://birdunyaceviriblog.wordpress.com/2023/11/14/ernest-mandel-ve-gec-kapitalizmin-ekonomisi-marcel-van-der-linden

Cumhuriyet ve Sosyalizm – Masis Kürkçügil

“Proletaryanın tarihsel meselesi Monarşi-Cumhuriyet’te değil, Emperyalizm-Sosyalizm antitezinde ifadesini bulur.” Troçki, Ekim 1916, Savaş ve Devrim, Cilt II, s.188.  

Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar kitabının sonunda (Belge Yayınları, 1992, s. 192-193) Nicos Poulantzas, Fransız, İngiliz ve Alman burjuva devrimlerinin bir model oluşturmadığını ve “her örnekte” ortak noktanın burjuvazinin kendi devrimini politik olarak yönlendirmedeki acizliği olduğunu vurgular. Öte yandan, farklı formasyonlardaki geçişlerin söz konusu ülkelerdeki işçi hareketinde “ciddi yanılsamalara” yol açtığını ekler; o kadar ki “var olan sisteme karşı isyanı bile egemen ideolojinin empoze ettiği tarza göre yürütülür.” Burada açıkça işçi hareketinin kendine bir hayrı olmayan taklit yoluyla kendi kendini kösteklediği söz konusudur. İngiltere’de “sendikacılık”, Fransa’da Jakobenizm ve Almanya’da Lassalcılık olarak beliren “devleti, sosyalist devrimin ‘tepeden inme’ bir etkeni olarak görme” diye özetlenebilecek bir husustur.  

Türkiye’ye göre oldukça gelişmiş işçi ve sosyalist hareketlere sahip olmuş olan bu ülkelerde geçmişten devralınan ve bugüne kadar ne kadar aşıldıkları da tartışmalı olan egemen ideolojiden kopamama halinin muhakkak ki her ülkede farklı tezahürleri vardır. Bunun yalnızca burjuva devrimleri veya ulus devletlerin inşasının dönemiyle sınırlı olmayıp çağımız için de bir anlam ifade edip etmediğine dair olası tartışmaları bir yana bırakarak, en azından bugüne kadarki gelişimi içinde bir hesaplaşma; geleceğin bağımsız hayali açısından kaçınılmazdır.  

Türkiye’nin Avrupa Birliği genişleme süreciyle ilişkilendirilmeye başlamasıyla, özellikle sosyalist solda ulusötesi bir devletle ulusal devlet arasında bir “geçiş” tartışması gündeme oturdu. Ulusal devletin sosyalistler açısından ne tür bir mücadelenin konusu olduğuna ilişkin bir ortaklık söz konusu değilken, AB kurumlarının öne çıkması kimileri için bu ulusal devlet açmazından bir kurtuluş, kimileri içinse eldeki kazanımların boşa gitmesi olarak görüldü. AB saflaşması ilginç bir biçimde eldeki kazanımların sorgulanmasına, mana ve önemlerine de bir yeniden bakışı gerektirmekte. Ama bu saflaşmanın kendisine dahil olarak değil, bu saflaşmanın taraflarını sorgulayarak. Neredeyse yüzyıllık bir macerası olan ulusal devletin monarşiye göre tarihsel olarak ileri bir adım olarak sunulmasının ardından, bu kez ulusötesi bir oluşumun tarihsel olarak ulusal devletten daha ileri bir adım olarak sunulması, her ikisi kendi içinde tutarlı bir bütünlük arz etse bile, sosyalist mücadele açısından bu ardışık gelişmeler arasında sıkışmanın, saf tutmanın değil bir kopuşun, bir sıçramanın şart olduğu atlanmamalıdır.  

Tartışmaya bir başlangıç olarak, cumhuriyet ile sosyalizm arasındaki ilişkilere kaynak oluşturduğu için kısaca Fransız Devrimi’nin Marksizm içindeki yerine bir göz atmak gerekiyor.    

Marx ve Fransız Devrimi  

1844’te Fransız Devrimi’ne dair bir kitap yazmayı düşünen Marx’ın böyle bir kitap yazmadığı gibi Fransız Devrimi’ne ilişkin yoğun bir okuma ve pek çok göndermeye rağmen bütünlüklü bir görüş belirtmediği, belirtilenlerin kimi tutarsızlıklar ve çelişkilerle dolu olduğu da söylenebilir. Buna rağmen Michael Löwy, “fenomenin özünü tanımlamayı mümkün kılan bazı güçlü satırlar bulabiliriz; öyle güçlü satırlar ki sosyalist tarih yazımına bir buçuk yüzyıldır ilham kaynağı olmuşlardır” demektedir (Dünyayı Değiştirmek Üzerine, Ayrıntı Yayınları, s. 153). Marx, Babeuf, Buonarotti ve Moses Hess’in komünist eleştirilerinin yanı sıra restorasyon döneminde hiç de solcu olmayan ancak sınıfsal analizler sunan tarihçilerin değerlendirmelerini harmanlayarak Fransız Devrimi’nde sınıf çıkarının nasıl olayların mantığına hâkim olduğunu sergiler. Burjuvazinin çeşitli alanlardaki zaferini ifade eden 1789-1794 devrimini Marx için yaşanmakta olan devrim, gündemdeki devrimle birlikte ele alındığında önem kazanır ve devlet aygıtının akıbeti öne çıkar. Fransız Devrimi’nde bu asalak aygıta müdahale edilmemesi, burjuva sınırlılığını gösterirken, ikinci imparatorluk döneminde bağımsız gibi görünen devletin, burjuvazinin doğrudan denetimi olmaksızın onun sınıf çıkarlarına hizmet ettiğini belirtir.  

Fransız Devrimi’nde burjuvaziye yapılan övgüler hakkında Löwy’nin belirttiği bir husus oldukça önemlidir: “Bunların neredeyse hepsi Fransız burjuvazisini Ren Nehri’nin ötesindeki toplumsal eşdeğer, yani 19. yüzyıl Alman burjuvazisi ile karşılaştıran yazılardır. Bu karşılaştırmanın mantıki sonucu Fransız burjuvazisinin “korkak,” “çekingen” Alman burjuvazisine karşı “övgüye” mazhar olmasıdır. “Prusya burjuvazisi, 1789 Fransız burjuvazisi gibi, eski toplumun, monarşinin ve soyluların temsilcileri karşısında modern toplumun tümünü temsil eden sınıf değildi… halka ihanet etmeye ve eski toplumun saray temsilcileriyle uzlaşmaya tamamen eğilimli… bir tür toplumsal kast düzeyine düşmüştü.” (Seçme Yazılar, Burjuvazi ve Karşı Devrim, s. 172-173, Sol Yayınları, 1976). Löwy bu karşılaştırmadan çıkan sonuçlar hakkında şu notu düşer: “Fransız burjuvazisinin devrimci erdemlerinin bu şekilde kutsanması daha sonra Marksizmin içindeki belirli akımlara, tarihsel ilerlemenin çizgisel ve mekanik görünümleri için (özellikle yirminci yüzyılda) esin kaynağı oluşturacaktı.”  

Ancak, bu karşılaştırmada olayların ruhunu okumaya başlayınca iş değişir. Burada halkın baskısı altında hareket eden bir burjuvazi resmedilir. Örneğin “Ulusal Meclis, bu adımı atmak zorundaydı, çünkü arkasında duran büyük halk kitleleri tarafından ileri itiliyordu.” Veya daha açık bir şekilde “çekingen burjuvazi kalsa, bu görev on yıllarca yerine getirilemezdi. Bunu hazırlayan sadece halkın kanlı eylemiydi.” Jakobenizm de dahil olmak üzere terör hakkında açık, tutarlı, bütünlüklü görüşler olmasa da dalgalanmalar içinde parıltılar eksik değildir: “burjuvazinin politik egemenliğinin” koşulları kendi iktidarı için olgunlaşmadan proletaryayı yıkarsa, zaferi sadece geçici olacaktır. Burada gönderme açıkça 1794 yılınadır. Yani 1794’ü Marx, proletaryanın bir zaferi, ancak geçici bir zaferi olarak görür. Bir adım atılırsa, “Jakobenizmden sosyalizme doğru düz bir çizgi olduğu” fikri reddedilir (Löwy). Yani Jakobenlerle Bonaparte’ı burjuva toplumunun kurucuları olarak aynı kategoriye koyar.  

Ayrıca, Jakobenlerin analizine ilişkin doyurucu düşüncelere rastlanmamaktadır. Daniel Guérin’in yukarda küçük burjuvalar ve tabanda halk olarak değerlendirmesine benzer bir tahlil yoktur. Michael Löwy’nin satırlarını alıntılayarak devam edelim: “Ne olursa olsun şu açıktır: Marx’a göre, 1793, hiçbir şekilde geleceğin proletarya devriminin bir paradigması değildi. Marx’ın bir Robespierre’in ya da bir Saint-Just’ün tarihsel büyüklüğüne ve devrimci enerjisine duyduğu hayranlık ne kadar büyük olursa olsun, Jakobenizm sosyalist devrimci praksisin bir modeli ya da ilham kaynağı olarak reddedilir.” Bu geleneğin “boş inancını,” “bilgiçlerini,” “1793 geleneği cumhuriyetçilerinin yanılsamalarını” ve “1793 duygularını ve ‘yurtsever’ formüllerinin afyonuyla sarhoş olan” herkesi en açık bir biçimde suçlar.  

Devrim Örnekleri ve Yukarıdan Değişimler  

Türkiye’de sınıfların konumlandırılması, Fransız ve İngiliz devrimleriyle aynı bağlamda ele alınmamıştır. Ancak İngiliz terminolojisine göre değerlendirme, solda genellikle kabul görmemiş olsa da Fransız terminolojisine göre değerlendirme yaygın olarak kabul edilmiştir. Fransız değerlendirmesindeki en büyük talihsizlik, Türkiye’deki solun Fransız Devrimi’ni sol olarak değil, burjuva olarak okumasından kaynaklanmaktadır. Eski rejime karşı bir “birleşik cephe” içinde ele alınan sol, aslında her ikisi de köhnemiş dünyanın egemenleri olan militarizm, dinsel egemenlik ve burjuva egemenliğinden bağımsız bir geçmişe sahiptir. Bu geçmiş, Fransız Devrimi içinde kolektivizasyon fikrini ilk defa açıkça önermiş Gracchus Babeuf’ün Eşitler Suikastı veya jakobenlerin en radikal hiziplerinde görülen küçük burjuva radikalizminin aşırı soludur. Bunu sadece uçuk, zamanından önce düşünceler olarak ele almamak gerekir. Çünkü buna karşılık gelen sosyal hareketler de söz konusudur. İngiltere’de Chartist hareket, Ludistler bu aşağıdan gelen hareketi temsil ederken Fransa’da Lyon ipek işçileri, Almanya’da Silezya dokuma işçileri sayılabilir.  

Doğrusu, işçi ve sosyalist hareketin radikal kanadı, eski rejime karşı mücadelesinde asla kendini yeni rejimin temsilcilerine tabi kılmamış, kendi siyasi bağımsızlığını korumaya çalışmış ve yeni rejimin temsilcilerinin kendi çıkarları doğrultusunda yaptırımlarına karşı da mücadele etmiştir. Elbette somut, belirli hedeflerle sınırlı ittifaklar olmuştur. Ancak bunu bir döneme yaymak, en azından devrim tarihini atlamak anlamına gelir. Marx’ın 1848 gibi devrimlerin patlak verdiği bir anda işçi sınıfının siyasi bağımsızlığına ısrarla vurgu yapması, burjuvazinin devrimci potansiyelini yitirmesinin yanı sıra devrimin burjuvaziye bırakılmayacak kadar ciddi bir mesele olduğunun bilincinde olmasındandır.  

Avrupa’daki ve daha sonra dünyanın diğer köşelerindeki çeşitli sosyalist hareketlerin bu “sınıf bağımsızlığı” meselesine ne kadar gerçekleştirebildikleri su götürür. Önemli bir ideolojik-siyasal geri düşünün ürünü olan bu durumun sebeplerinden biri paradoksal bir biçimde demokratik hakların gerçekleşmesi yolundaki mücadeledir. Bu mücadelenin gereklerini yerine getirirken burjuva kurumlar ve dolayısıyla devlet, cumhuriyet ve de millet adına savunulmuştur. Cumhuriyetçi olmayan sağ, muhafazakârlık karşısına zaten egemen sınıflarca yerleştirilmiş kurumsal çerçeve içinde sıkışıp kalmanın bedeli, özellikle halk hareketi bu çerçeveyi her zorlayışında aldığı büyük yenilgilerdir.  

Demokrasinin bu türden özdeşleştirilmesi, sosyalist hareketin bağımsızlığını zedelemiş ve kendisini en fazlasından mevcut müesses nizamdaki kazanımların sol bekçisi haline getirmiştir. Siyasal iktidarın fethedilmesindeki emekçilerin küçük burjuvazi ve köylülükle ittifakı “diğer toplumsal sınıflarla” stratejik bir ittifak olarak ne kadar gerekliyse yukarıda sözü edilen türden ittifakların da sosyalizmi gündemden ve hatta bilinmeyen bir geleceğin dışında her şeyden uzaklaştırdığı kesindir.  

Fransız Devrimi ile sosyalizm arasındaki ilişkinin oldukça tartışmalı olduğu bir gerçektir. Burjuva devrimi ile sosyalist devrim arasındaki ilişki, güç ilişkileri, tarihsel özne, nesnel koşullar vb. bir dizi açıdan, kimilerince oldukça kesik (“aşamalı”) ve kimilerince demokratik görevlerin inkarıyla öne çıkan bağlantısız bir biçimde ele alınmıştır. Ayrıntılı bir sürekli devrim kuramına girmeden söylen, bilinç ve örgütlülüklerini geliştirecek eylemliliğin esas olduğudur. Zaten görevler arasındaki geçişkenliğin hayat bulduğu alan da budur. Alman Cumhuriyeti, bir anlamda imparatorluğun devrimden kurtarılması için ilan edildi denilebilir. (Marx, Fransa’da Sınıf Savaşları’nda “Proletaryaya karşı savaşıma ancak cumhuriyet adına geçilebilirdi” derken benzer bir duruma işaret ediyordu.) Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda devrimci durumun ufku, böyle bir cumhuriyet değil proleter devrimiydi. Tabii ki bu proleter devrim, bir imparatorluk değil cumhuriyet olmak durumundaydı. Ancak sosyalizmle cumhuriyet arasındaki doğrusal ilişkiyi kuranlar, cumhuriyetin esas olarak monarşiye karşı olmakla birlikte onunla aynı toplumsal temel üzerinde barınabileceğini atlamaktadır.  

Cumhuriyet ve devrim arasındaki geçtiğimiz yüzyıldaki en önemli karşılaşma İspanyol Devrimi’nde gerçekleşmiştir. Kraliyetten Cumhuriyete geçen ülkede faşizme karşı cumhuriyetçi cephenin sözcüleri aslında ilk başta devrimci kesimleri dizginlemişlerdir. Yani Stalinistler, sosyal demokratlar ve cumhuriyetçiler, cumhuriyetin kurtarılmasının ilk adımı olarak devrimi boğmuşlardır. Hobsbawm İspanya İç Savaşı’nı bir devrim ve karşı devrimin cereyan ettiği bir olay olarak değil, “faşizm ve anti-faşizm arasında geçen bir Avrupa savaşı” olarak görür. (Mesele dergisi Mart 2007 sayısı) Daniel Bensaid ise onun tarihçiliğini “… olayların büyük dönüm noktalarındaki olası seçenekleri keşfetmeye eğilimli eleştirel ya da stratejik bir tarih anlayışından çok “tarihçinin tarihi” perspektifine sahiptir.” (Köstebek ve Lokomotif, s.167, Yazın Yay, 2006) diye değerlendirirken, bu “tarihçinin tarihi” perspektifinin ne yazık ki azımsanmayacak derecede eylem adamları tarafından da sahiplendiğini unutmamalıyız.  

Fransız Devrimi’nden veya Cumhuriyetin tarih sahnesine çıkmasından bu yana aşağıdakilerin özgürlük mücadelesinde cumhuriyet, ancien régime’e göre bir ilerleme olmasına karşın, nihai kurtuluş yolunda çelişkili, kendi içinde devrim ve karşı devrim mücadelesini içeren bir durağı temsil eder. Denis Berger, Fransız Devrimi için Daniel Guérin’in yolundan giderek açıkça iki devrimden söz eder: “İlki kapitalist modernleşmenin devrimi” ve “ikinci devrim, yarı yolda duramayacak olan kitlelerin devrimi.” (Permanence de la Révolution, La Breche, 1989, s. 204)  

Kim Muhafazakâr, Kim Solcu, Terakkiperver mi, Terakkici mi? 

Türkiye sosyalist hareketi, Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren kendisine ait olmayan, kendisini de kapsamayan hayali bir ittifaka yazılmıştır. İttihatçılık konusunda olduğundan daha fazla Kemalizm ve daha geniş bir tabirle “Cumhuriyetçilik” sosyalist hareketimizin mecburi bir durağı olarak kabul edilmiştir. Gündüz Aktan’ın popülerleştirdiği bir Cumhuriyetçilik denmese de Marksizmde tarifi olmayan bir “irtica” karşısında, kendi bağımsız eyleminden ziyade kurulu düzene ve onun bekçilerine görev biçen, kendisine de hasbelkader bir müttefik rolü biçen bu zihniyet, karanlık dönemler dahil olmak üzere sosyalist hareketin geniş halk yığınları tarafından CHP içinden gelebilecek düzeyde “ilerici” olarak algılanmasına neden olmuştur.  

Fransız Büyük Devrimi’nin ürünü olarak sunulan Cumhuriyetçilerle işçi hareketi arasındaki “tarihsel uzlaşmanın” tarihinin nerede başlayıp nerede bittiği de belirsizdir. Sözde “eski rejime” (“ancienne régime”, devr-i sâbık) karşı çıkan burjuvazi ve küçük burjuvazinin fiili önderliğinde terakki, ilim-irfan ve kalkınma bayrağı altında olmadık-olmayan güçler toplanmıştır. Osmanlı-Türk toplumundaki siyasal mücadelelerdeki saflaşmalar illa da birtakım modellere/örnekliklere göre açıklanacaksa neden İran veya Çin’dekine göre değilse de, Alman toplumundaki saflaşmalara göre açıklanmasın? Esas olarak, 1848 Devrimi’nin yenilgisinin, dolayısıyla her ne kadar yukardan devrim olarak sunulsa da karşı devrimin ürünü olan Bismarckçılık, neden Jakobenlikten daha anlamlı bir saflaşmanın-benzerliğin anahtarı olmasın? Sosyalizmin ise eski ve yeni rejim gibi saflaşmaların ayrılmaz bir parçası olduğu doğru değildir. En azından Babeuf ve Fransız devrimindeki radikal kesimlerle birlikte işçi hareketinin bağımsızlığı başlı başına bir ilke haline gelmiştir. Aynı dönemin ürünü olarak görülebilecek halk hareketlerinde de bu husus her zaman öne çıkmıştır. Ancak, demokrasi için mücadeledeki önemli yanılgılardan biri Ulus veya Cumhuriyet’in savunulmasının adıyla burjuva devlet ve kurumlarının savunulmasının öne çıkarılmasıdır. Solun eski rejime karşı mücadeleyle, laiklikle sınırlanması, onun ayırt edici yönü olan “insan türünün” kurtuluşu için sömürü ve baskıya karşı mücadeleyi gölgelemektedir.  

Hangi Miras veya Kimin Mirası? 

Bir diğer “batılı” örnekte, 19. yüzyılda İngiltere’deki siyasal saflaşmalar açısından mesele alındığında ise muhafazakârlar ve liberallerin varlığında işçi sınıfının liberaller safına yazıldığı söylenebilir. Fransa’da sağ-sol ayrımı eski rejime karşı olan cumhuriyetçi cephe ile o dönemde Marksist olmaktan ziyade Prudhoncu olan işçi sosyalizmi arasında pek de istikrarlı olmayan bir uzlaşma olarak takdim edilmekte. İngiltere’de ise bunun karşılığı bilindiği üzere Tories (muhafazakârlar) ve Whigs (liberaller). Bir yanda aklın, ilerlemenin ve ekonomik gelişmenin, öte yanda eski askeri-ilahi rejimin savunucuları…  

Türkiye’deki terminoloji Fransız Devrimi’ne göre kurulmuş olsa da siyasal mücadelelerin içeriğine bakıldığında İngiliz örneğinin dikkate alınması halinde ilginç saflaşmalar ortaya çıkacaktır. Liberalleri –ne kadarsa o kadar– temsil eden çizginin Terakkiperver Fırka, Serbest Fırka, Demokrat Parti ve Adalet Partisi olduğu göz önüne alınırken, işçi sınıfının –ne kadarsa o kadar– bu siyasal çizgiye destek verdiği bir gerçektir.   Geriye muhafazakârların kimler olduğu sorusu kalır! Gerçi Şerif Mardin’in aynı sorunsal çerçevesinde olmamakla birlikte “Jön Türk düşüncesi ‘radikal’ değil ‘muhafazakârdır” demesinin üzerinden az zaman geçmedi! Taha Parla buna “bürokratik muhafazakârlığı” eklemekte. (Bkz: Şerif Mardin’e Armağan, İletişim Yayınları, 2005, s. 17) Cumhuriyetin devraldığı fikir mirasına ilişkin ciddiye alınabilecek çalışmalarda hiç de Fransız Devrimi değil, kabaca sosyal darwinizm belirleyici olmuştur. (Bkz; Atila Doğan, Osmanlı Aydınları ve Sosyal Darwinizm, Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2006). Şükrü Hanioğlu, mirası veciz bir biçimde özetlemektedir: “…son dönem Osmanlı ve ilk dönem Cumhuriyet entelektüel mahfilinde etkisi tartışılamayacak Büchner, Vogt, Moleschott materyalizminin, yarım yamalak anlaşılan bir pozitivizm ve Sosyal Darwinizm ile karıştırılarak “tavşanın suyunun suyu” derecesinde popülerleştirilen mesajları bu düşünceleri ilk aktaranların gördüğü temel eksiklikleri yani “felsefesiz” ve “ahlâkî ilkeleri yeni bilimsel gelişmelerin ortaya koyacağı gerçekler çerçevesinde şekillenecek bir düşünce sistemi olma” hususiyetlerini fazlasıyla ihtiva ediyorlardı. (Şükrü Hanioğlu, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Zihniyet, Siyaset ve Tarih, Bağlam Yayınları, 2006, s. 39)  

1908 Osmanlı İnkılabında sokaklarda çeşitli dillerden hürriyet, kardeşlik, eşitlik sloganları atılmışsa da bunun kıymeti harbiyesini abartmamak gerekir. Hatta “hürriyetin” Fransız Devrimi’ne yakın düşen anlamı “gayr-ı milli” unsurların talebiydi esas olarak. Devletin “inhilâle doğru” yürüyüşünü durdurmak isteyen “İttihatçılar, memleketi sadece kesif bir merkeziyetle idareyi değil, hatta fütuhatı bile hayâl ilâvesi yaptılar. Keza henüz yarı bir müstemleke devlet iken, başka illerdeki Türkleri kurtarmak vehmine bile kapıldılar.” (Hasan Amca, Doğmayan Hürriyet, s. 41, 1958) Burada bir Napolyanvari burjuva devriminin neferi keşfedilebilir; zaten kaşındaki beyaz lekeden cihangirliği mistik bir dayanak bulmuş olan Enver Paşa da kendini Napolyon’a benzetmeye bayılırdı! Biz ise Marx’ın “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik!” sloganlarının yerine, açık seçik, belli anlamları olan “Piyade, Süvari, Topçu” terimlerini koymayı meslek edinenleri hatırlatmasına kulak vermeyi tercih ederiz. Ayrıca, Marx Napolyon için “köylüler için bir adam değil bir programdır” derken, Osmanlı köylüsü için Enver’in ne ifade ettiği üzerinde herhalde kimsenin kuşkusu yoktur!  

Ziya Gökalp’ta billurlaşacak, ancak genel olarak Jön Türk ideolojisinde bulunan cahil kitleler karşısında yönlerini değiştiren seçkinlerin mühendisliği Cumhuriyet döneminde de devam edecektir. (Şükrü Hanioğlu, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Zihniyet, Siyaset ve Tarih, Bağlam Yayınları, 2006, s. 75) Bugünle bağlantıyı Şükrü Hanioğlu, “İttihad Terakki’nin kendisini “cemiyet-i mukaddes” olarak görüp “kendisine yönelik eleştirileri vatan hainliği, ülkenin satılması çabalarıyla eşanlamlı kabul etmesinden hareketle “ 19. Yüzyıl materyalizminin ırk kuramları ve Sosyal Darwinizm’le desteklenerek “bilimsellik” kazandırılan ve günümüze kadar gelen “millet-i hâkime fikri bu tedafüî milliyetçi söyleme değişik bir boyut kazandırmıştır” diye ifade eder.   Le Bon’un değerli fikirlerinin özellikle kimler tarafından değerlendirildiğine (Şükrü Hanioğlu, age, s.95) bakmak pek keyifli olmasa da en azından Fransız İhtilali’ne ve (diğerlerine) duyulan nefreti 1908 Osmanlı İnkılabında fotoğraflarda görünen sloganların ne İttihatçı ne de cumhuriyetçi ideolojide yer almadığını anlamak gerekir. Hilmi Ziya Ülken’in “Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi” adlı çalışmasının önsözünde ise “…tanzimat ve Meşrutiyet’in olduğu kadar Cumhuriyet’in fikir tarihinin de yüzeyde olduğunu belirtmek lâzım” der. (s.4, Selçuk Yayınları, 1966)  

Cumhuriyetin Temel Belirsizlikleri  

İlk bakışta cumhuriyet, halkın demokratik özlemleriyle burjuva devleti kurumlarının karmaşık bir ürünü olarak belirdiğinden işçi hareketi için bazı tuzaklar da içermektedir. Cumhuriyet adına özellikle Batı dünyasında ilan edilen savaşlar ve istilaları hatırlamak yeterli olacaktır. Dolayısıyla, soldan bakıldığında cumhuriyet egemen sınıfların ve reformist solun siyaset yapma alanıdır ve hatta bu alan olmazsa olmaz olarak ilan edilir. Sınıf iş birliğinin zemini bu cumhuriyettir ve tarihsel açıdan bakıldığında, 1848 ihtilali gibi toplumsal ve kitlesel bir ihtilal “mülk sahiplerinin cumhuriyeti” adına kanla bastırılmıştır. Marx’ın Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’inde “Her parti, cumhuriyeti kendine göre yorumladı” derken “cumhuriyetçi burjuva kesiminin, üç renkli cumhuriyetçiler, katıksız cumhuriyetçiler, siyasal cumhuriyetçiler, biçimci cumhuriyetçiler vb.” diye açıklamasına dikkat etmek gerekir. Hele hele parlamenter veya anayasal cumhuriyetin bir tek parti rejimi olarak sürdürülmesinin emekçi kitleler açısından ne demeye tercih edilebilir olduğunu açıklamak da henüz kimseye nasip olmamıştır.   Sosyalizm tarihindeki, demokratik burjuva devleti şemsiyesi altında yapılan burjuva hükümetine katılım (bakanlardan başlayarak) Batı Avrupa’da örneğin İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminde direnişi silahsızlandırarak Fransa’da ve İtalya’da burjuva devletinin yeniden yerleştirilmesi sırasında öne çıkmıştır. İspanyol devrimi tarihsel olarak cumhuriyet ve karşı kamp arasındaki çatışmanın bir başka çatışma ile, devrim ve karşı devrimle birlikte yaşandığı en gelişkin örnek olarak sunulabilir. Cumhuriyetin savunusu İspanyol devriminde ilkin devrimin boğazlanmasıyla açılmış ve sonunda Franco’nun zaferine varmıştır.   Buradaki temel bir ayrıma geliyoruz. Jaurès gibi geleneksel Marksist damardan ziyade radikal cumhuriyetçilikten gelme bir sosyalist bile “Devlet bir güçler ilişkisidir” demiş. Yani tarafsız olmayan siyasal bir oluşum. Devlet bir güçler ilişkisidir demek toplumsal olarak burjuva veya proleter herhangi bir muhtevaya kendini uyarlayabilecek bir oluşum anlamına gelmez. Herkes devletin egemen sınıfların bir aracı olduğunu söylemekte ancak cumhuriyet ve devlet arasındaki ilişki egemen sınıflar dolayımı ile değil sınıf üstü bir değerler, kazanımlar zemini olarak sunulmakta.  

Devlet kurumlarını, kapitalist mülkiyeti sorgulamadan çeşitli türden (bonapartist, milliyetçi) cumhuriyetçilerle saf tutmaya çağrılan işçi hareketinin kendi gündemini oluşturmasını sürekli çarpıtmıştır. Üstelik yüz yıllık geçmişte devrimci durumların cumhuriyetçi geleneğin sorunsallarından değil kapitalist sistemden kopuş yönündeki aşağıdan gelen dalgaların ürünü olduğu atlanmamalıdır.   Toplumsal ve demokratik kazanımların savunulmasıyla cumhuriyetin savunulması her toplumda örtüşmemektedir. Genel oy, kamu hizmetleri, laiklik (sekülarizm) önemli olmakla birlikte bunun siyasal özgürlükler ve kapitalist sistemden kopuş dinamikleri de hesaba katılmalıdır. Hele hele neoliberal karşı reformların çökerttiği bir toplumda radikal bir toplumsal dönüşüm perspektifiyle donanmış bir kazanımlar takıntısından kurtulmak gerekmektedir. Sosyalizm cumhuriyetin radikalleşmesinin bir ürünü olmayacaktır. Her ikisi arasında eski devlet aygıtının parçalanmasını başta olmak üzere kırılmalar kaçınılmazdır.  

Geleneksel olarak burjuva demokratik cumhuriyetin iddiası çoğunluğun iktidarını olmasıdır. Üretim araçlarının ve toprağın özel mülkiyetinin yürürlükte olduğu bir zeminde bunun mümkün olup olmaması tartışması bir yana bırakılsa bile bizdeki örneğinin sürekli olarak “çoğunluk” (cumhur-ahali) ile bir sorun yaşaması bile yeterince anlamlı olmalıdır. Kaba bir ayrım mutlakiyetçilikle cumhuriyet arasında birinin akılcı diğerinin akıl dışı olması falan değildir. Mesele felsefi değil siyasi olduğuna göre doğuştan rüştünü ispatlamış olan ahalinin iradesinin siyasete yansıtılması babında, bunun siyasal şekli şemaili olarak cumhuriyet “çoğunluk”la sorunlu olduğu takdirde kendi kendini bir diktatörlük olarak ilan edebilir. Mustafa Kemal otuzlu yılların başlarında tam da bu kelimeyi, “istibdat”ı kullanıyordu. “Ben öldükten sonra arkamda kalacak müessese bir istibdat müessesesidir.” (Atatürk, Okyar ve Çok Partili Türkiye, Osman Okyar-Mehmet Seyitdanlıoğlu, s.104, İş Bankası, 2006)  

Cumhuriyet ile sosyalist hareket arasındaki reformlar için mücadelede de önemli farklılıklardan biri yöntem meselesidir. Cumhuriyet sınıf mücadelesi yöntemlerini en şiddetli bir biçimde ezmeyi meslek edinmişken sosyalist hareket kalıcı kazanımların ancak bu yöntem sayesinde elde edilebileceğinden hareket eder. Cumhuriyet yasaları (iş ve ceza), işçi hareketinin verdiği özgürlük mücadelesinin önündeki önemli engeller olarak karşısına dikilmiştir.   Bizde demokratik parlamenter cumhuriyet zaten cumhuriyetin kollayıcısı için oldukça netameli iken, diğer türler (Bonapartist, başkanlık) emekçiler için haydi haydi netamelidir. Genel oy temelinde seçilen meclisler, yerel meclisler demokrasinin bir gereği olmakla birlikte emekçiler bu meclisleşmeyi, demokratikleştirmeyi iş yeri meclislerine kadar taşımışlardır. Tarihin garip bir cilvesi ise bizde zaten görülmemiş olan ahali için kazanımların cumhuriyet tarafından temsil edildiğine ilişkin yanılsamanın neoliberal dönemde artık bir iddia olmaktan da çıkmıştır. Militarizmin bu boyutta olduğu bir ülkede ancak neoliberal politikalarla finanse edilen kurumların cumhuriyet bekçiliği herhangi bir yanılsamaya yol açmayacak kadar anti-popülerdir.  

Cumhuriyet Neden? 

Bir vatandaş harbine benzer rütbe ve mevkilerin hakkı yeksan edildiği bir Millî Mücadele yaşanmamıştır. 1919-22 döneminde veya Sabahattin Selek’in yaptığı gibi bunun ilk yıllarını İstiklal Harbi’nden ayırt edecek bir dilimleme yapılsa, ikinci dilimde de 1789-1793 dönemiyle herhangi bir benzerlik aramak abestir. Misak-ı Milli sınırlarının çizildiği meclis herkesin bildiği gibi Padişah meclisidir. Millî Mücadele meclisi bir meşruti monarşi meclisidir (yanına da hilafeti eklemek kaydıyla). Kuruluşta kimsenin saltanat ve hilafete karşı bir söylemi ve tabii ki reddi söz konusu değildir. İttihat ve Terakki nasıl imparatorluğu kurtarmak için mücadele ediyorsa, Millî Mücadele de hilafet ve saltanat abartmalı gözükse de vatan için mücadele ediyordu. Burada Fransız İhtilali’nin kurucu unsurlarını aramak abesle iştigal etmek demektir. Zaten kimsenin de bu mücadeleye siyasal ve toplumsal başka bir anlam yüklediği yoktu. Bir diğer iddia ise İstiklal Harbi’ne başlanmadan önce 1919 ve 1920 yıllarında Sabahattin Selek’in tabiri ile Anadolu İhtilali’nde iç güçlerle yapılan çatışmalardır. Bu iç güçler tabiri bir vatandaş harbini çağrıştırmaktadır. Padişah yanlısı güçlere karşı yapılan bu çatışmaların esas olarak daha sonra vatan haini ilan edilecek olan örneğin Ethem Bey tarafından yürütülmüş olması bir kenara koysak bile bunun bir vatandaş harbi olması için farklı toplumsal ve siyasal programlar çerçevesinde cereyan etmesi gerekirdi. Saray’ı “feodal” ve “karşı devrimci” dolayısıyla Ankara’yı “inkılapçı” (herhalde “burjuva”) ilan etmek Fransız Devriminin aşırı çarpıtılmış bir bakış açısından okumayı gerektiriyordu. Aslında Saray’ın etrafında ciddiye alınabilir bir güç birikiminin olmadığı, sözü edilen vatandaş harbine katılımın alabildiğine düşük olduğu bir gerçektir. Kitlelerin katılmadığı bir “devrim ve karşı devrim mücadelesi” esas olarak devrimin sınırları dışında kurumsal çerçeve içinde cereyan etmiştir.   Millet Meclisi meşruiyetini Osmanlı meclisinin İstanbul’da basılması ve kapatılmasından almaktadır. Rütbeler ve mevkiler Osmanlı’dır. Ortada ahaliyi heyecana gark edecek devrimci bir düşünsel ve de örgütsel faaliyet bulunmamaktadır. 1908’deki coşkulu gösteriler ve ona öngelen halkın vergi isyanlarına benzer, kendiliğinden ve doğrudan katılımlar gözükmemektedir. Ömrünü tüketmiş Saray aslında Ankara’ya karşı cansiperane bir mücadele de yürütmemiş, kaderine razı olmuşçasına gün doldurmuştur. İttihat ve Terakki’den sonraki İstanbul hükümetlerinin özellikle Damat Ferit hükümetleri dönemi hariç Ankara ile zaman zaman çok sıkı zaman zaman mesafeli bir ilişkisinin ötesinde düşmanca davrandığını söylemek mümkün değil. Milliyetçilerle Saray efradı arasında tabii ki köklü bir fark vardır, ancak bu farkı iki düşman sınıf gibi algılamak, devrim ve karşı-devrim saflaşması olarak takdim etmek yirminci yüzyılın yirmili yılları için çok zorlama bir tarih anlayışıdır. Yakınlardaki İran’da uzaklardaki Çin’de aynı yıllarda çok daha radikal saflaşmalar tarihin ne tür alternatiflerle cebelleştiğini gösterirken siyasal demokrasi, toplumsal kazanımlar açısından bir bilanço çıkarmadan Fransız Devrimi’nin giysilerini ona buna giydirmeye kalkışmanın karşılığı yoktur.  

Sosyalistler açısından daha vahimi Millî Mücadele’de yer alan toplumsal kesimlerin kazanımlarının ne olduğunu irdelemeden devrimin devam ettiğine kanaat getirip yeni rejimden yana saf tutmalarıdır. İzmir İktisat Kongresi bir gösteri olarak cereyan etmiş olsa bile orada dile getirilen işçi talepleri, hiç de değilse kurulu düzen çerçevesi içinde kimi talepleri dile getirmekteydi. Yani bir sistem meselesini tartışma konusu haline getirmeden, başka toplumsal tabakaların canını yakmadan bir takım “haklar” talep edilmekteydi. Oysa devrim dönemi diye takdim edilen ve üzerinde yaygın bir uzlaşma bulunan ilk 15 yılda emekçilerin payına düşenin bir dökümü çıkarıldığında harf devrimi, güneş dil teorisi gibi karın doyurmayacak safsatalar ve fakat iş hukuku açısından gayet somut engeller görülür. İşçi hareketi ile cumhuriyet arasındaki ilişkinin tarihi yalnızca hilafete ve saltanata karşı olma babında ele alındığında oldukça basite indirgenmiş olur. Nihayetinde cumhuriyet de yeni bir egemenlik ilişkisinin kurumsallaşması olarak belirmiştir. Cumhuriyet dışında ne gibi seçeneklerin bulunduğuna ilişkin bir tartışma özellikle Saray’ın meşruiyetini yitirmiş olması nedeniyle fazla anlamlı değil. Millî Mücadele döneminde sarayın yaptığı hataların Ankara’nın önünü açtığı en Kemalist tarihçiler tarafından bile rahatlıkla söylenmektedir. Cumhuriyet’in kuruluş sürecinin ne kadar nesnel bir eğilim üzerine oturduğunun bir örneği, Millî Mücadele’nin önde gelen simaları henüz bu meseleyi tartışmazken; Çiçerin’in Lenin’e gönderdiği bir raporda bulunabilir (16 Mayıs 1920): “Büyük Millet Meclisi’nde partiler faaliyet göstermiyor ve iç siyasete dair bir program oluşturmuş değil. Ancak, cumhuriyet ilan edilmesi çok büyük bir olasılık.” (A. Avagyan: Kemalistler, İttihatçılar ve Bolşevikler, Toplumsal Tarih, Mart 2007, s. 19)  

En önemlisi geniş halk kitlelerinin yeni rejimin oluşumuna katkılarının ne olduğudur. Birinci Dünya Savaşı’ndan Osmanlı’nın nasıl çıktığı üzerine fazla durmaya gerek yok: Mevcut ordudan daha fazlası firarda (300 bin), köyler harap olmuş, zanaatkârlık “tehcire” tabi tutulmuştur. Kitleler için yorgun kelimesi bile hafif kalırdı. Zaten, siyaset sahnesine bir dinamizm kazandırmaktan uzak olan kitlelerin dayatması, bastırması ve rızasıyla bir cumhuriyetin ilan edildiğini kimsenin söylediği yok. Doğan Avcıoğlu, Millî Mücadele’de sınıfların mevzilenmesi açısından birçoklarından daha gerçekçidir. “Anadolu köylüsünün pasifliği, güvensizliği ve geleneksel egemen sınıflara bağlılığı karşısında, bir kurtuluş savaşı nasıl yürütülebilecekti?… Köylünün güvensizlikle baktığı milliyetçi subay ve aydınların dayanabilmeyi ümit edebilecekleri görünürdeki güç, Anadolu eşrafı, aşiret reisleri ve din adamlarıydı.” (Türkiye’nin Düzeni, s. 137-138, 1969) Bu gücün azımsanmayacak bir bölümünün varlığını Ermeni katliamına borçlu olduğu da hesaba katılabilir. Bu durumda ortaya çıkacak devrimin sınıf muhtevası, siyasal katılım konusunda hayal kurmaya gerek yoktur. Buradan bir tür Cumhuriyet çıkar, bu ne kızıl ne parlamenter ne sosyal ne de küçük burjuva demokrat olabilir ancak. Köylünün veya genel olarak emekçilerin, ezilenlerin durumunu sorgulayanlar da gerçekten “geleneksel sınıflara” bağlılıktan mı yoksa İttihatçıların bu kesimlere yönelik politikalarından ötürü mü “pasif” ve “güvensiz” olduklarını derin derin düşünmelidirler. Savaş içinde yürütülen ekonomik ve siyasal “milli” politikaların ahaliyi kırarken, birilerini palazlandırdığı anlaşıldığında hamaset alanında çıplak volta atılır. Ancak her halükârda bu satırlar “Çılgın Türklerin” sanıldığından çok daha makul (pragmatik) olduğunu göstermektedir.  

Yine de bu dönemin sonunda toplumsal manzara umumiyedeki değişimlerin pek de iç açıcı olmadığını söylemek gerek. Anlamlı bir hamle yapılamadığı gibi iktidar bloğunun bileşiminden ötürü toprak reformu gibi önemli bir atılım sürekli askıda kalmıştır. Kürt isyanlarını dikkate alırsak toprak reformundan ahali isyan eder veya feodal beyler Vendée ayaklanmasına yol açar diye bir beklenti olduğu iddiası da ciddiye alınabilir olmaktan çıkar. Geriye ucuz bir jakoben söylemin ara sıra dillenmesinden başka bir şey kalmaz. Ancak, bu söylemin sağı değil de solu tarafından yankılanmasının nedenleri olmalıdır. Bu nedenlerin toplumsal olmasına imkân yok, çünkü çalışan sınıflar açısından böylesi bir yanılsama söz konusu değil (başka türlüsü olabilir). İşçiler, köylüler veya ezilen ulus, eski rejime karşı bu cumhuriyeti desteklemek lazım, hani şu ve bu somut nedenlerle bizim de çıkarımızadır diye bir gösteride bulunmamışlardır.   Zaten cumhuriyetçi hareket de eski rejimden, kurulu düzenden hoşnutsuz olanların bir ortak cephesi olarak tezahür etmiyor. Yeni kurulan rejimin sınıf karakterinde çalışan sınıflardan bir nebze bulmak mümkün değil. Başlangıçta birlikçi bir tutum geliştirildiği iddiası havada kalsa da diyelim ki böyle bir durum vardı, kısa zamanda farklı toplumsal kesimlerin talepleri çatışacak ve örneğin köylüler kendi talepleriyle ortaya çıkacaklardı. Egemen olma imkanına nesnel olarak sahip olan kesimlerin öne çıkması tabii gözükse de bir toplumsal alt üst oluşta kolektif güçleriyle alt sınıflar da kendi deneyimlerini yaşarlar. Ne kadar fakir olsa da Cumhuriyeti hazırlayan bir düşünsel temel var. Bu düşünsel temelin ne olduğuna dair tartışmaların merkezinde en yetkili kişinin ağzından 1919-1927’nin bir tür kademeli iktidar mücadelesinin resmi değerlendirmesi bulunmaktadır. Mustafa Kemal, Nutuk’ta açıkça vatanın kurtuluşunu amaçlayan Millî Mücadele’nin başarılar elde ettikçe “safha safha” gerçekleştirildiğini belirtir. Bu dokuz yıllık dönemde kendi ifadesine göre uygulamada herhangi bir “sapma” olmamıştır. Birlikte yola çıkanların bir kısmının fikri ve ruhi sınırlılığı olayların gelişiminde kendini göstermiştir. Yani Mustafa Kemal parmakla sayılabilecek özel görüşmeler dışında (Mazhar Müfit Kansu gibi) aleni bir biçimde mücadelenin nereye yöneldiğini ne Meclis’e ne de yakın mesai arkadaşlarına bildirmiştir. Mesafe kazandıkça birileri terki siyaset etmek zorunda kalmıştır. Mustafa Kemal’in safha safha ilerleyişinde devrimci bir programın değil, alabildiğine elverişli şartların önemli olduğunu eklemek gerek.  

Hareketin oluşumunda asker kökenlilerin ağırlıkta olduğu ve bunlara bir de memurların eklenebileceği bilinmektedir. Bu iki unsurun farklı bileşimleri döneme göre öne çıksa da askerlerin ağırlıklı olduğu kabul edilmektedir. Böylece emir komuta mekanizmasının ve kaybolacak mesleğin akıbetinin ağırlıklı bir zihniyet dünyası ile karşı karşıya gelinmektedir. Hareketin herhangi bir gelişim evresinde toplumsal bir meseleden ötürü eski rejime baş kaldıran bir çevrenin adı geçmemektedir. Hem işgale karşı çıkan hem de farklı bir gelecek tahayyülüyle mücadele eden bir kesimin bulunmaması nedeniyle sorun olarak görülmemektedir.   Gerçekte ortada bir devrimci durum yoktur. Çünkü devrimci durum toplumsal ve ekonomik koşullara göre geniş bir özerkliğe sahip olur. Mücadelelerin kendi mantığı vardır ve devrimci durumda yapısız tahlillerle sınırlı kalındığı takdirde anlaşılamayacak siyasal ve pratik bir dizi tezahürü vardır. Oysa kuruluş döneminde herhangi bir yanılsamaya yer verecek bir hareketlilik söz konusu olmamıştır. Ankara’nın zayıf ve güçlü bütün sınıf ve toplumsal tabakaları demesek de en azından eski rejime karşı olan sınıf ve tabakaları tatmin edecek bir programa sahip olduğunu söylemek için de elde herhangi bir veri yoktur. Tabii Cumhuriyet’in kuruluşu da açık seçik bir siyasal ve toplumsal program çerçevesinde yürütülen bir mücadelenin ürünü olmamıştır; Millî Mücadele’nin önde gelen azımsanmayacak kadroları bile fenersiz yakalanmışlardır. Ahalinin ise bu durumdan uzaktan yakından ilgisi olmamıştır.  

Cumhuriyet ve İşçi Hakları  

Doğrudan sınıfsal bir temelde yürütülecek bir tartışma bu meseleyi çok daha açık bir şekilde gözler önüne serebilir. Türkiye’de işçi sınıfının cumhuriyetle kazanımları, örneğin mütareke dönemine göre veya 1908 Osmanlı inkılabına göre –meşruti monarşi– pek hayırlı olmamıştır. Cumhuriyet işçi sınıfının örgütlenme ve bilinçlenme faaliyetine bir kolaylık sağlamadığı gibi aksini iddia etmek hiç de zor almayacaktır. Özü itibariyle burjuva devletinin inşası, egemen sınıfın kendisini biçimlendirdiği siyasal çerçevedir. Fransız devriminden arta kalan kimi ifadeler ise cumhuriyetten önce 1908’in çok daha yüksek sesle ifade ettiği hususlardır. (Kardeşlik, eşitlik ve hürriyet herhangi bir düzenleme olmadan geniş kesimler tarafından, farklı dillerde ve salonlarda veya kürsülerde değil sokak gösterilerinde dile getirilmiştir.)  

Dolayısıyla her hal ve şerait altında cumhuriyetin savunusu cumhuriyetten yana mücadele dinamiğinin tuttuğu özgül yer ve cumhuriyetin toplumsal bileşimi ve belli tarihsel konjonktürdeki politikalar kimi zaman çelişkili durumlar yaratmaktadır. Cumhuriyetten “ilerici” ögeleri tarihsel-geçici niteliklerini pekiştirdikçe kelimenin kökündeki –cumhur– halkçı özelliklerini yitirmekte ve böylece sultana karşı, mutlakiyete karşı kazanılmış mevziler arkaik kalmaktadır. Özellikle Batı Avrupa tarihindeki “cumhuriyetçi kamp” diye nitelenebilecek bileşim böylesi bir saflaşmanın belirgin özelliklerini sunmaktadır: Halkçı radikal ayaklanma ve onunla sarmalanmış bir cumhuriyetçilik. 1793 ve tabii ki 1848 Fransız İhtilali buna örnek gösterilebilir. Cumhuriyetin Osmanlı’dan devraldığı sınıfsal bileşimde “emeğin” konumu hakkında çok kesin bilgiler bulunmamakta. 20. yüzyılın başında yapılan bir nüfus sayımında amelenin 186 bin olduğu bildirilmiş. 27 milyonluk nüfusun 15 milyonu işgücüne dahil olduğu söylendiğine göre emekçilerin oranı 1,24%. Ancak ücretli emeğin dışındaki, Osmanlı toplumsal yapısı içindeki zanaatkârlardan yoksul, topaksız köylülüğe geniş bir kesimindeki emek kategorilerinin bu hesaba dahil edilmediği eklenmeli.  

Cumhuriyetin imparatorluğa göre çalışma düzenlemeleri açısından hemen hemen bir süreklilik arz edip emekçiler için anlamlı bir değişimin olmadığı bilinmekte. Bu sürekliliğin timsali olarak 1909’da çıkarılmış olan kamu kesiminde sendika kurulmasını yasaklayan meşhur Tatil-i Eşgal kanunu bulunmaktadır. Tatil-i Eşgal kanunu 1908 rüzgarına mütevazi bir sınıfsal ve toplumsal içerik kazandıran grevlere karşı çıkarılmıştır. Ücretli emeğin azımsanmayacak bir kesiminin kamu kesiminde bulunduğu bir ülkede bu yasaklamanın hayati bir önemi olduğu hatırlanmalıdır. Bu yetmezmiş gibi aynı yıl (1909) çıkarılan Cemiyetler Kanunu da diğer çalışanların örgütlenmelerine ilişkin sınırlamalar ve en önemlisi de derneklere hükümet denetimi getirmekteydi. (1919 ve 1923’te yapılan değişikliklerle bu yasa ağırlaştırılmıştır.) 1908 yılı grevleri bir başına sonraki yılların kat bek kat üstünde olurken, İttihatçıların 1913’teki kesin iktidarının belirmesiyle güçlenen milliyetçiliğin işçi hareketinde karşılığının ne olduğunu hatırlamak yeterli.  

Mütareke yıllarında yeniden gelişen ve canlanan işçi hareketi, cumhuriyetin nimetlerini de 1925’te Takrir-i Sükûn kanunuyla tatmıştır. 1922 yılında İstanbul’da kurulan İstanbul Umum Amele Birliği iki yıl sonra hükümetin çıkardığı zorluklar karşısında kendini feshetmiştir. Keza 1924’te çeşitli derneklerin katılımıyla kurulan Amele Tali Cemiyeti 1928’de hükümetçe kapatıldı. O dönemin sosyalist hareketin hali pür melalini bilenler, bu tür örgütlenmelerin arkasında bir örgüt de bulamazlar. Zaten böyle bir durum olsaydı hükümet anında icabına bakardı. Cumhuriyet döneminde işçi örgütlenmelerinin bu yasal sınırlamalarının karakterinin “ilerici”, “devrimci” gibi nitelenmesi ne kadar uygun düştüğü bilinmez, ama erbabınca en hafif deyimiyle “otoriter” olarak değerlendirilmektedir (Ahmet Makal; Türkiye’de Tek Partili Dönemde Çalışma İlişkileri: 1920-1946, s. 43, İmge yay, 1999). Cumhuriyetin anayasasına koyulan halkçılığın bir yönü sınıf mücadelesinin reddi ise diğer yönü bu reddeden kârlı çıkanların milletin bütünü olmayıp iktidar bloğunda yer alan kesimlerle bunlara ek olarak İttihatçılıktan devralınan her türlü yoldan milli burjuvazi yaratılmasından nasibini alanlar olmuştur. Bu milli burjuvazi yaratma hayali, millet içindeki eşitsizlikleri gidermeyi değil, bir bütün olarak milleti var etmeyi ve bunun içinde sömürü ilişkilerini geliştirmeyi gerektirmektedir.  

Bu milletin modern kapitalist bir sisteme dayanacağı bilinci, sınıfların varlığını reddetmekte, nereye kadarıysa oraya kadar kapitalist ilişkilere gelişene kadar aşağıdan bir çatışmayı engellemeyi hedeflemektedir. Cumhuriyet dönemi ekonomi politikasını halkçılık prensibini de millet yaratma hedefini de “sınıfsız veya her sınıfa eşit mesafede” bir proje olarak değerlendirmeyeceğine göre bu milletleşme süreci de emekçilerin sırtından yürütülecektir. Genellikle rejimin anti kapitalistliğine gerekçe olarak gösterilen alıntılar, yeterli bir sınıfsal gelişmişliğin bulunmadığından yakarlar: Yeterli sanayi, tüccar ve hatta büyük arazi sahibi yoktur! Toplumsal saflaşmada büyük arazi sahiplerini bile yetersiz görüp, “arazi sahipleri de himaye edilecek insanlardır” (Makal, age, s. 97) dedikten sonra anti kapitalizm bir yana burjuva demokratik devrimin asli unsurlarından sayılan tarım reformunun bile gereksiz addedildiği bir rejimde emekçilerin payına düşecek olan bellidir. Zaten resmi söylemde en az yer tutan amelenin durumu vaziyetidir.  

Cumhuriyet dönemindeki devletçilik ve de milliyetçilik gibi kutsanan değerlerden işçi sınıfının payına düşen her türlü haktan mahrumiyet olmuştur. 1936 İş Kanunu’nda taçlanacak olan bu durumun “sonradan”, “Kemalizm’in özünde olmayan” bir husus olarak takdim edilmesi, geçmişle taşıdığı süreklilik göz önüne alındığında geçerli değildir. Taha Parla İş Kanunu’nun faşist korporatizme oldukça yaklaştığını belirtir. (Bu konuda ayrıntılı bilgilenme ve tartışmalar için bkz. Ahmet Makal; Türkiye’de Tek Partili Dönemde Çalışma İlişkileri: 1920-1946, İmge yay, 1999) Sosyalistler için tarihte temel meselelerden biri ve en önemlisi, işçi sınıfı başta olmak üzere emekçilerin kendi deneyimlerini yaşayabilmesi, kendi tarihlerini yapabilmesidir. Cumhuriyetin çalışma hayatına ilişkin düzenlemeleri ise esas olarak işçilerin bir sınıf olma yolundaki mücadelelerini herhangi bir demokratik yanılsamaya yer bırakmayacak şekilde bastırmaya, daha doğrusu yatağında boğmaya yöneliktir. Zorlama tartışmalara gerek olmamakla birlikte Mussolini İtalya’sında sendikalar varken, sendikaların bulunmadığı, cemiyetler kanunu ile sendikaların yasaklandığı bir ülkede yönetimin değil devrimciliğinden ilericiliğinden söz etmek bile alay etmekten beterdir.  

Çok özel tarihsel durumlar dışında stratejik bir ittifak devlet kurumlarını dokunulmaz kıldığı gibi özel mülkiyetten hareket eden bir toplumsal eleştiri yolunun da önünü tıkamaktadır. Belki de cumhuriyetçi geleneği bir bütün olarak değil yukardan ve aşağıdan diye tanımlamak burada da anlamlıdır. Örneğin kitlelerin kendi iradeleriyle tarih sahnesine çıktığı eylemleri geleneksel cumhuriyetçi çerçeve içinde tasavvur etmek mümkün değildir.   Cumhuriyet “doğası gereği” demokratik olmak durumunda değildir, ancak genel oy, kamu hizmeti, laiklik gibi demokratik, toplumsal kazanımlar varsa savunusu tabii ki göz ardı edilemez. Ancak bunların savunusu, cumhuriyetin tüm kurumlarının savunusu anlamına gelmemelidir. Açıkçası toplumun radikal bir dönüşümü için geçişsel bir perspektifle bağlantısı kurulamadığı takdirde bunlar bir tıkaç haline gelir. Örneğin nihayetinde demokratik kazanımların derinleştirilmesinin devlet kurumlarıyla birlikte var olmayacağı bir gerçektir. Aynı şey mevcut durumdaki devlet ve din ayrılığı, laiklik meselesinde de geçerlidir. Dinin ve devletin alanlarının karşılıklı olarak tanımlanması ve ayrılması değil bunların aşılması gerekmektedir; edebi ve ezeli kılınması değil. Sosyalizmi cumhuriyetin değerlerinin mantıksal sonucu gibi kavrayan bir yaklaşım özellikle Türkiye sosyalist tarihinde oldukça baskındır. Bunun tersi de doğrudur, sosyalizmi sınıfsal bir zeminde kavrayan yaklaşım da oldukça zayıf olmuştur oldum olasına. Cumhuriyetin mantıksal sonucu derken onun bir tür radikalleştirilmesi de denebilir. Ancak cumhuriyet, her çubuğu bükme girişiminde böylesi bir radikalleştirmeye yatkın olmadığını dipten ve derinden gelen devlet refleksiyle göstermiştir.  

1930’lu Yıllarda… 

Cumhuriyetin işçi sınıfıyla ilk kitlesel imtihanı kendiliğinden, işçi sınıfının kendi siyasal seçeneğini oluşturmasını değil CHP’nin yanı sıra bir siyasal parti üstelik “yukardan” kurdurulunca ortaya çıktı. 1930’de Serbest Fırka’nın (SF) kısa ömründe ortaya çıkan husus bu partinin emekçilere, yoksullara bir şeyler vaat etmek üzerine kurulmamış olmasına rağmen özellikle işçi sınıfının oluşturduğu kentlerde büyük destek görmesi ve hatta İzmir’de grevlerin yapılmasıydı. Bu desteğin Cumhuriyet Halk Fırkası’na (CHF) duyulan tepkiye bağlanmasa da böylesi bir eğilimin bulunması dahi sınıf siyasetinin işçi sınıfının gelişmemişliği üzerine ahkam kesmekten çok daha anlamlı bir biçimdevarlığının mümkün olduğunu göstermektedir. Ancak cumhuriyetin oluşum tarzı Fransız Devrimi’nin ünlü üçlemesini içermediğinden işçi hareketini ikili bir mücadeleyle karşı karşıya bırakmamıştır. Her ve hal şartta cumhuriyetin savunusu veya her verili durumda cumhuriyet için mücadelenin mana ve ehemmiyetine uygun bir tutum sergilemek söz konusu değildi.   Cumhuriyetçilik bizde İspanya İç Savaşı’nda, Nazi işgaline karşı direnişte, faşizme karşı mücadelede olduğu gibi bir “itici güç” olarak da belirmemişti. Cumhuriyetin öznesi zaten buna imkân vermezdi. Bağımsız siyasal varlığıyla kendini ifade edememiş olan işçi sınıfının örneğin Serbest Fırka (SF) seçimlerinde veya 1950 seçimlerindeki pozisyonu ise Cumhuriyetçi kesimi hoşnut etmemişti. Hoş anılar Serbest Fırkanın zaten Gazi tarafından da Ali Fethi tarafından da Halk Fırkasının solunda takdim etmekte. (Bkz. Gazinin Akşam gazetesine dikte ettirdiği haber, Atatürk, Okyar ve Çok Partili Türkiye, s. 131 ve öncesi için 105-106) SF’nin sağ bir parti olduğu iddiası CHP’yi illa de solcu, devrimci takdim etmeye meraklı kapıkullarının sevdası. Sovyet dış politikasının gereklerini sosyalist mücadelenin başlıca ilkesi olarak görenler Serbest Fırkanın Pravda tarafından “[CHF’ye] karşı sol cenah fırkası olacaktır” (Cemil Koçak, İktidar ve Serbest Cumhuriyet Fırkası, s. 184, İletişim, 2006) dendiğinden bile haberdar değillerdi herhalde. Aynı günlerde Vreme gazetesi ise “Mahiyeti hakikîyesi askerî bir otokrasiden başka bir şey olmayan Türkiye idaresi” ibaresini kullanmış.  

Cumhuriyetin dönemselleşmesinde kabaca iki tarih önemli addedilir: 1938 ve 1950. Kimilerine göre ilk durakta karşı devrim galebe çalmıştır, kimilerine göre ise ikinci durakta. Nedense bu dönemselleştirmede kurucu dönem için çok merak olunan Fransız Devrimi terminolojisi kullanılmaz (örneğin Thermidor, restorasyon vb.). Oysa aşağıdan bir tarih anlatımı hiç değilse Serbest Fırka olayının açığa çıkarttıklarına bakarak yeni rejimden kimlerin nasiplenip kimlerin huzursuz kaldığı anlaşılabilir. Öte yandan “gelişmekte olan” sınıf ve katmanların SF’yi desteklemesi ve onlarla bir tür kader birliği yapan aşağıdakilerin de aynı mecraya sürüklenmeleri sanki tarihin genel olarak tanık olduğu bir seyir değil de “gerici” ve hatta nankör, hastalıklı bir yaklaşım gibi algılanmıştır.  

Sosyalist Gelenekte Cumhuriyet 

Türkiye sosyalist hareketinin oluşumunda özel bir yeri bulunan – kurucular adı altında anılan Mustafa Suphi veya Şefik Hüsnü – Jean Jaurès’in fikirlerinin ne kadar içerildiğini anlamak zor olmakla birlikte Jön Türk geleneğinden gelen bu iki kurucunun Jaurès’den proleter bir toplumsal temelde siyasal dönüşümden ziyade onun Cumhuriyetçiliğinden ve tabii ki emperyalist saldırıya karşı duruşundan etkilendiği söylenebilir. Ancak, bu anlayış 1925 yılında her şey cumhuriyet için şiarlarına dönüştürdüğünde, kendi ipini de çekecektir.  

Tarihte kendini misafir gören bir zihniyetle devletin kırmızı çizgilerini (Kürt meselesi, din meselesi vb.) makul görerek siyaset yapmanın — yani dünyayı değiştirmeye çalışmanın garabeti solun “ideolojik” dünyasını karartmıştır. Cumhuriyetin ideolojik olarak eski rejimin yerine geçmesinin ne kadar ileri bir hamle olduğuna dair solun gösterdiği gerekçeler neredeyse Kemalistleri bile zorda bırakmıştır. Bir önceki döneme göre daha mı baskıcı yoksa daha mı demokratik olduğuna dair bir tartışma gündelik hayatın içinden verilebilecekken, bundan kesinlikle kaçınılmış ve hapisteyken bile kurulu düzenin neferliğine soyunulmuştur. 1908’le açılan dönemde çok partililik, millet meclisinde farklı seslerin varlığı, yayın dünyasında ziyadesiyle çeşitlilik gözlenirken; Cumhuriyetin ilanından iki yıl sonra, Mütareke yıllarını bile aratacak bir kapalılığa girilmiştir.  

Gelecekte Kemalistlerin bile üzerinde uzun uzadıya durmayacağı bir güzelleme sevdası solu yakın zamana kadar uğraştırmış ve Kemalistlere karşı da 1920’lere atfedilen “misyon” neredeyse savunulur olmuştur. Aslında devletten fazla devletçi bu yaklaşımın toplumsal pratik açısından körleştirici yanı her alanda kendini ortaya koymuştur. Kemalizm’in toplumsal hafıza kayıtlarını silen yaklaşımına paralel olarak kendi hafızasını oluşturamayan ve yaşadığı toplumda başka bir tarih yaratmak için bir başka tarihsel belleğe bir türlü sahip olamayan sol, sonunda Kemalizm’in sorunsallarının etrafında dolanıp durmuştur.  

Bu tarihe nereden ve nasıl kök salınırdı sorusuna verilecek cevaplar oldukça sınırlı olabilir. Üst üste gelen yıkımlardan bir bellek oluşturmak ne kadar mümkündü? Savaşın neredeyse egemenliği altında cereyan eden on yıllık bir dönemden nelerin dert edilmesiyle bir gelecek için bilinç oluşturabilirdi? Gündelik politikanın haklı kılınmasına büyük miktarda gerekçe sağlayan muhakemeler; çalkantılı altüst oluş dönemlerinde sosyalist hareketin kendisini şekillendirmesinin imkansızlığına kadar vardırılmaktadır. Bu duruma nesnel bir gerekçe 1960’lı yılların sonlarına dek aranır: İşçi sınıfının objektif yokluğu! Bir başka deyişle kapitalizmin gelişmişliğini dünya ve yerel ölçeklerinde değerlendirerek mücadele için “yeterince olgunlaşmamışlık” veya “olgunlaşmamışlık” tartışmaları, darbeciliğin pazarlanmasının sözde Marksist gerekçesi haline getirilir.  

Meksika’daki Zapata devriminin Birinci Dünya Savaşı öncesinde gerçekleştiği hatırlanırsa, aradan geçen onlarca yıldan sonra tarihin açtığı patikaları anlamamak için özel bir yetenek gerektirirdi. İşçi sınıfının Avrupai bir gelişmişlik düzeyinde olmaması, hükümet politikalarının meşrulaştırılmasına bir gerekçe olarak gösterilirken, her nedense toplumsal alanda genel olarak kapitalist sistemin yarattığı tahribata karşı herhangi bir politika gütmek ve buradan bir hareket inşa etme perspektifine sahip olunmamıştır. Troçki’nin Çin Üzerine yazılarında Çin’in Batı’ya değil, Rusya’ya göre daha az gelişmiş olmasından çıkardığı sonuç, bağımsız bir sosyalist faaliyetin imkansızlığı olmamıştır. Bilakis, Troçki kırsal kesimdeki yoksulların desteğinde bir proleter hareketinin gerekliliğini savunmuştur. Yani emekçi kitlelerin kendi iç bileşimindeki değişim, siyasi hedeflerde birtakım değişiklikler yapmamakta ve izlenecek yolu değiştirmektedir…  

1920 ve 30’lu yıllarda kurulu düzenden hoşnut olmayan ve hoşnutsuzluklarını siyasal düzeyde ifade etme arzusunda olan geniş bir kesimin var olmadığını iddia etmek veya Kemalist rejimden yalnızca “gerici” Kürtlerin ve “mürtecilerin” müşteki olduğunu söylemek, bu beceriksizliği mazur göstermekten ibarettir. Cumhuriyetin mecburi olmanın ötesinde neredeyse kalıcı bir durak olarak görülmesi, aynı yıllarda hiç de gericilik ana başlığı toplanamayacak, örneğin Serbest Fırka’nın kurulması sonrasında gelişen olaylarda çok açık bir biçimde görülebilirdi. Ancak, yeterince gelişmemiş bir ülkenin ne zaman, nasıl gelişeceği açık olmayınca ve rejim ne yaparsa yapsın “gericiliğe” karşı desteklenirse bağımsız siyasal bir tutum geliştirmek mümkün olmaz. Gündüz Aktan ulus devlet sürecinin Türkiye’de halen daha tamamlanmadığını belirtmektedir. Şimdi bize garip gelen bu ifade uzun süre sosyalist solda makbul addedilmiştir.  

Uluslaşma üzerine 1960’lı yıllarda Yön ve Mihri Belli çevresinde yazılıp çizilenler bir tür milliyetçiliğin sol versiyonu olarak kabul görebilir ki günümüz ulusalcı solu ve yurtseverliğiyle rahatlıkla örtüşür. Tarihe yukardan bakma sevdası öylesine derinlere işlemiştir ki Mihri Belli 1968 gibi simgesel bir tarihte bile şöyle yazabilmiştir: “…bugün emperyalizmin ve işbirlikçilerinin fedaisi olarak ortaya çıkan yobazın, asker-sivil aydın zümreyle mücadelesi çok eskidir. Türkiye’nin 150 yıllık tarihi aydın-yobaz çatışması biçiminde tezahür etmiştir… Evet, yobazla bürokrasinin görülecek bir hesabı vardır Türkiye’de” (Türk Solu 1968, s.39, Aktaran, Özgür Mutlu Ulus; Uygun Adım Devrim: Türkiye’de Sol’un Orduya Bakışı, Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi içinde, s. 186, Dipnot, 2006). Devletin labirentlerinde sözüm ona karşıdevrime yapılan darbeler, karşı devrimcileri değil sosyalistleri ve geniş emekçi kitleleri vurmuştur. Anti-emperyalizmin elifbası dün olduğu gibi bugün de emperyalizmin militarist merkezlerine karşı olmaktan geçmektedir. Dünyanın en güçlü ordusuyla stratejik birlik içinde olan bir kurumun anti-emperyalistliğinden dem vuranlar “mürteci” olmayabilirler; ancak bunun sosyalizmle zerre kadar ilişkisi yoktur.   Emekçilerin kurtuluşu kendi eserleri olacaksa – olmayacaksa zaten insanların kurtuluşu da söz konusu olmayacaktır – cumhuriyet, yurtseverlik, ulusalcılık, ulus devlet vb. duraklar mecburi değildir. “İrtica”, cumhuriyet, ilericilik, ilimcilik gibi hususlar yukardan üretilmiş olup emekçilerin, ezilenlerin mücadelesine zerre kadar katkısı olmayıp, aksine bütün çatışmalarına rağmen aynı zeminde birbirlerini yeniden üretirler. Örneğin, günümüzde devletin en sağlam kurumlarıyla “ılımlı İslam’ın” neoliberalizm mabedinde ortak ayin yapmasını besleyen aynı dünyanın meseleleridir. Buradan siyaset üretmeye çalışmak sosyalist hareket için de işçi hareketi için de kısa vadeli ve kolay beklentilerin payı büyük olmuş, geniş kitlelerin siyasal uzaklaşmasında, solun mevzi kaybetmesinde etkili olmuştur.  

Yukardakilerin tepişmesinde saf tutarak aşağıdan siyaset yapmak, yazının başında sözünü ettiğimiz “ciddi yanılsamaların” esas kaynağıdır. Sistemin çok yakıcı diye empoze ettiği meselelerin karşısına kendi meselelerini çıkarabilenler geleceğin türküsünü yakabilirler.  

 “Bu Barbarlık Çatışmasında Tarafsız Olamayız” – Gilbert Achcar

İsrail’in Hamas öncülüğündeki saldırıya tepkisi, Avrupa başkentleri üzerinden Bağdat’tan Tahran’a kadar Müslüman dünyasının büyük bir bölümünün ayaklanmasına yol açtı. Müslümanların Filistin halkıyla dayanışması güçlü bir şekilde duyulurken, barışçıl destek gösterileri ve terör eylemleri arasında Doğu ile Batı arasındaki ilişkilerin alevlenmesinden nasıl kaygılanmayız? Londra Üniversitesi Doğu ve Afrika Çalışmaları Okulu’nda (SOAS) profesör, çağdaş Arap dünyası uzmanı ve Barbarlıkların Çatışması dahil konuyla ilgili çeşitli eserlerin yazarı Gilbert Achcar’dan yanıtlar.

Terörizm ve küresel düzensizlik (2002). Hamas saldırısı sonrasında İslam dünyasının dayanışma tepkilerini nasıl anlamalıyız?

Bu tepkiler Ortadoğu’daki çatışma algısında var olan Kuzey-Güney ayrımını vurguluyor. Elbette Hamas’ın gerçekleştirdiği saldırı özellikle şiddetliydi ama 11 Eylül’e kıyasla aynı tepkiler gösterildi. Bu devasa şokun ardından Batı dünyası, bugün İsrail’le olduğu gibi ABD’yle özdeşleşti. Ancak Küresel Güney ülkelerinde pek çok kişi, ABD’nin bir kez olsun “suratının dağıtılmasına” sevindi.

Bugün Müslüman ülkeler İsrail hakkında böyle mi düşünüyor?

İslam dünyasında İsrail Devleti ile ilişki kuran Arap hükümetleri ile Filistinlilerin davasını sahiplenen kamuoyu arasında büyük bir uçurum var. Bu, haklı olarak tarihsel düzeyde, Filistin’de kurbanların Yahudiler değil Filistinliler olduğu anlamına geliyor. Avrupa kültürü dünyasında, Yahudileri, Shoah gibi eşsiz tarihsel dehşet nedeniyle kurbanlar olarak görme eğilimi var. Ve aynı okuma tablosunu güncel olaylara yansıtma eğilimi.

Ve durum böyle değil mi?

Pogromlara ve Holokost’a yapılan atıflar kesinlikle yetersizdir. Hamas’ın yaptığı barbarcadır. Ancak İsrail’in sürekli olarak hastaneleri, binaları, sivil yerleşimlerini bombalaması da barbarlıktır. Dolayısıyla Batı dünyasının dışında İsrailliler -genel olarak Yahudilerden bahsetmiyorum, İsrailliler- kurban olarak değil, yerleşimciler, yerleşimci sömürgeciliğin öncüleri olarak görülüyor. Bu nedenle, bu Batılı vizyondan biraz uzaklaşmalı ve olayları başkalarının, gezegenin çoğunluğunu oluşturan diğerlerinin görebildiği gibi görmeye çalışmalıyız.

Yani Batı dünyası ile Küresel Güney arasında bir vizyon çatışmasıyla karşı karşıya mı kalacağız?

11 Eylül’ün ertesinde yazdığım gibi, her uygarlığın kendi barbarlık biçimlerini ürettiği ve kendi araçlarına bağımlı olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Amerika Birleşik Devletleri Vietnam’da, Irak’ta vb. anlatılamaz barbarlıklar gerçekleştirdi. Ve 11 Eylül saldırıları son derece barbarcaydı. Ama bu barbarlık çatışmasında tarafsız olamayız.

Yani?

Hiçbirine hak vermeyen bir ahlak anlayışına kendimizi kaptıramayız. Bu haksızlık olur, çünkü asıl sorumluluk en güçlü olanın, yani zalim olanındır. Her türlü barbarlığı açıkça kınıyorum. Ancak eklersek, yıllar geçtikçe İsrailli kurbanlardan çok daha fazla Filistinli oldu. Ve Müslüman dünyasındaki insanların hatırladığı şey de budur. İşte bu nedenle, yaşananların vahşetine rağmen Filistinlileri asıl mağdur olarak görmeye devam ediyorlar.

Bu saldırıdan bu yana İsrail’e verilen destek öfkeyi daha da alevlendirme riski taşımıyor mu?

Evet elbette, Hamas saldırısının delilik olmasının nedeni de bu. 11 Eylül, Amerika’nın kibrine büyük bir darbe indirdi ama daha önce anketlerde dibe vuran George W. Bush yönetimine de büyük fayda sağladı. Bir anda kendini %80’lik bir popülarite kazandı  ve ardından savaşlara girdi: Afganistan ve Irak. Bu yönetimin üyeleri uzun süredir Irak’ı işgal etme fikri üzerinde çalışıyordu ve şimdi Bin Ladin onlara mükemmel bir fırsat sunuyordu. Bugün de aynı şeyi görüyoruz: 2005 yılında Gazze’den çekilmeye karşı çıkan ve bu nedenle İsrail hükümetinden istifa eden Netanyahu, bugün Gazze’de yeni bir işgale öncülük edecek. Bu açıkça onun planı, ancak bu sefer nüfusun kitlesel ve zorla yerinden edilmesiyle, sınırın öte tarafında Mısır’da Sina’ya taşımak istiyor.

Müslümanlar arası dayanışma ruhuyla Mısır’ın kapılarının kapalı kalmasını nasıl anlayabiliriz?

Mısırlılar, Gazze’yi terk eden Filistinlilerin muhtemelen oraya dönmelerine izin verilmeyeceğini çok iyi anlıyor. Herkesin aklında, 1948’de Filistinlilerin çatışmalardan kaçtığı sırada yaşananların örneği var. Geri döneceklerini düşündükleri için anahtarlarını da yanlarına alarak evlerini terk ettiler. Ancak geri dönmelerine asla izin verilmedi ve bu şekilde mülteci durumuna düştüler. Gözümüzün önünde ortaya çıkması muhtemel olan da budur.

Bu dayanışmanın sadece Müslüman dünyasında değil, Avrupa ve Amerika’daki Müslümanlar arasında da ifade bulduğunu nasıl anlayabiliriz?

Çünkü onlar sömürgeleştirilmiş dünyadan geliyorlar ve aslında olaylara çok farklı bir gözle bakıyorlar. Elbette Batı’dan, Müslümanlardan, Yahudilerden bahsederken genelleme yapmamak gerekiyor. Örneğin Avrupa ve Amerika’da İsrail Devleti’ni oldukça eleştiren Yahudi kökenli birçok insan var. Bu insanlar paradoksu açıkça görüyorlar: Bu devlet, 1948’de Yahudilere bir güvenlik cenneti sunma hırsıyla silah zoruyla kuruldu. Peki dünyada Yahudilerin bugün İsrail’den daha az güvende olduğu başka bir yer var mı? Bu korkunç bir tarihi başarısızlıktır.

Buraya nasıl geldik ?

Batı Şeria ve Gazze 1967’den bu yana işgal altında. İsrail uluslararası hukuku ihlal etmeye ve Batı Şeria’da yerleşim yerleri inşa etmeye devam ediyor. Bu cehennem gibi bir dinamik. Ancak aldanmayın: Orada olacaklar korkunç olacak ve İsrail halkının yanı sıra suç ortağı olarak kabul edilecek olan Avrupa ve ABD üzerinde de yansımaları olacak. Uluslararası toplum, başta İsrail üzerinde en fazla etkiye sahip olan ABD olmak üzere, Avrupa’nın ardından durumun daha da kötüleşmesine izin vermekle suçludur.

Bu nedenle terör saldırılarının yeniden canlanmasını beklemeli miyiz?

Korkarım bizi bekleyen şey bu. Orta Doğu’daki şiddet döngüsü Avrupa’ya yayılmaya devam etti ve hatta 2001’de tarihin en büyük terörist operasyonu olmaya devam eden muhteşem bir şekilde Amerika Birleşik Devletleri’ne bile ulaştı.

Bu çatışmanın ülkemize yayılmasını nasıl önleyebiliriz?

Belki saf ya da idealistim ama uluslararası hukuka inanıyorum. BM’nin insanlık için değerli bir kazanım ve barışçıl bir dünyayı şekillendirebilecek tek çerçeve olduğuna inanıyorum. Ancak BM sözleşmesi ihlal edilmeye devam ediyor. Yalnızca onun bütünsel uygulaması, geliştirilme amacına ulaşabilir: evrensel barış.

Çeviri: İmdat Freni

Hamas’ın karşı-saldırısı üzerine ilk yorumlar – Gilbert Achcar

Hamas’ın 7 Ekim 2023’te İsrail’e yönelik başlattığı karşı-saldırı, bir başka Arap sürpriz saldırısı olan ve Ekim 1973 Savaşı’nın 50. yıldönümünden bir gün sonra İsrail’e karşı başlattığı karşı-saldırıdan çok daha görkemli bir başarı oldu. Elli yıl önce iki Arap devleti, Mısır ve Suriye, İsrail’in altı yıl önce Haziran 1967 Savaşı’nda ele geçirdiği toprakları geri almak için konvansiyonel bir savaş başlatmışken, Hamas’ın başlattığı yeni karşı-saldırı İncil’deki Davut’un dev Golyat’a karşı verdiği mücadeledeki cesaretini çağrıştırıyor. Davut’un sapanına eşdeğer ilkel hava, deniz ve kara araçlarını bir araya getiren Hamas savaşçıları, Gazze şeridi ile İsrail devleti arasındaki sınır bölgesi boyunca şaşırtıcı ve son derece cüretkâr bir saldırı gerçekleştirdi.

İsrail’in Arap komşuları karşısındaki kibirli özgüveni 1973’te nasıl paramparça olduysa, Filistin halkıyla ilişkilerinde ve Filistinli gerillalarla mücadelesinde sahip olduğu güvenlik ve dokunulmazlık da ciddi ve geri dönülmez bir şekilde zedelendi. Bu açıdan bakıldığında, Hamas’ın Ekim ayındaki karşı saldırısı İsrail halkına ve devletine, kırılganlıklarını ve barış olmadan güvenliğin, adalet olmadan da barışın olamayacağını güçlü bir şekilde hatırlatmaktadır.

Hamas’ın İsrail devletine karşı böylesine büyük bir operasyon başlatma kararı hakkında ne düşünülürse düşünülsün, bu karar kaçınılmaz olarak İsrail hükümetinin ölümcül misillemesine yol açacak ve Hamas ile müttefiklerini siviller için büyük bir maliyetle Gazze Şeridi’nden silme girişimine teşvik edecektir, Gerçek şu ki, bu karşı saldırı, İsrail’in ırkçı aşırı sağcı hükümetinin dayanılmaz kibrine ağır bir darbe indirmiş ve İsrail’in, Filistin halkına zulmederek ve onlara uzun süreli bir topraksızlaştırma, etnik temizlik ve apartheid Nakba’sı yaşatarak, bölgesel çevresiyle “normal” bir birlikte yaşama durumuna ulaşabileceğine olan inancını sarsmıştır.

İsrail’in Filistin halkına yönelik acımasız saldırılarına gösterdikleri sessiz tepkilerin aksine, Batılı hükümetlerin (ve yabancı işgale karşı meşru mücadele konusunda daha bilgili olması gereken Ukrayna hükümetinin) İsrail’le dayanışma içinde olduklarını ifade etmeleri ise hiç de azımsanacak gibi değil. Nazilerin Avrupalı Yahudilere karşı işlediği suçları İsrail’in Filistinlilere karşı işlediği suçları onaylayarak telafi etmeye çalışan Almanların her zamanki yanlış yöneliminin bir göstergesi olarak, 7 Ekim akşamı Berlin’in Brandenburg Kapısı’na İsrail bayrağı yansıtılarak İsrail devletine karşı rezil bir yaltaklanma sergilendi. İsrail hükümetinin, önde gelen bir İsrailli Holokost tarihçisinin Haaretz’de neo-Naziler olarak tanımlamaktan çekinmediği kişiler de dahil olmak üzere, Yahudi aşırı sağcı güçlerin tamamından oluştuğu bir dönemde bu daha da vahim bir hâl almıştır!

Hamas saldırısını, Suudi Krallığı ile İsrail devleti arasında ABD tarafından teşvik edilen yakınlaşmayı raydan çıkarmaya yönelik bir İran komplosu olarak “analiz etme” girişimleri de aynı derecede rezilce. Tahran’ın bu yakınlaşmayı Siyonizm karşıtlığı üzerindeki kendi tekel iddiasını güçlendirmek için kullanmak yerine raydan çıkarmak istediği doğru olsa bile -ki bu oldukça tartışmalı bir hipotezdir- Filistin’in eylemliliğinin komplo teorileri yoluyla inkârı, baskıcı her hükümetin halk isyanlarına verdiği tepkiyle birebir örtüşmektedir. Ezilen insanların zulme karşı ayaklanmaları için yeterli gerekçenin bulunmadığını ve böyle bir hareketin mutlaka yabancı bir hükümetin görünmez eli tarafından yönlendirildiğini varsayar.

Filistin halkının onyıllardır neler çektiğini bilen ve Gazze Şeridi’nin 1967’de işgal edilip 2005’te İsrail askerleri tarafından boşaltılmasından bu yana nasıl bir açıkhava hapishanesine dönüştüğünün farkında olan herkes -ki bu açıkhava hapishanesi periyodik olarak İsrail’in ölümcül “hindi avı”nın hedefi oluyor- Hamas’ın son operasyonu gibi yarı-çaresiz bir cesaret eyleminin aslında daha sık yaşanmamasının tek nedeninin Filistinli Davut ile İsrailli Golyat arasındaki büyük askerî orantısızlık olduğunu kolayca anlayabilir. Gazze’nin son karşı-saldırısı insanın aklına 1943 Varşova Gettosu Ayaklanmasını getiriyor.

Hiç şüphe yok ki bu yeni sayfa genel olarak Filistinliler, özel olarak Gazzeliler ve Hamas için korkunç bir maliyetle sona erecek -İsrail ile Filistinliler arasındaki her savaşta olduğu gibi, İsraillilerin katlandığı maliyetten çok daha yüksek. Hamas’ın karşı-saldırısının ardındaki “yetti artık” mantığını anlamak zor olmasa da, bunun Filistin davasını İsrail’in yukarıda bahsedilen özgüvenine indirilen darbenin ötesine taşıyacağı çok daha şüphelidir. Bunu başarmak Filistinliler için son derece orantısız bir maliyete mal olurdu.

Ne kadar görkemli olursa olsun böyle bir operasyonun “zafere” ulaşabileceği fikri ancak Hamas gibi köktendinci bir hareketin karakteristiği olan dinsel nitelikli bir hayal gücünün ürünü olabilir. Örgütün enformasyon servisinin 7 Ekim sabahı hareketin lider kadrosunu Allah’a dua ederken gösteren bir video paylaşması bu düşünce tarzının açık bir göstergesi. Ne yazık ki hiçbir mucize İsrail’in muazzam askeri üstünlüğü gerçeğini değiştiremez: İsrail’in Gazze’ye karşı sürdürdüğü yeni savaşın sonucu kesinlikle çok yıkıcı olacak.

New York ve Washington’a düzenlenen 11 Eylül saldırıları ABD’nin kibrine büyük bir darbe indirmişti. Bu eylemler neticede George W. Bush’un popülaritesini muazzam bir şekilde arttırdı ve hedeflediği Irak işgalini 18 ay sonra başlatmasını sağladı. Benzer şekilde, Hamas’ın Ekim ayındaki bu karşı saldırısı, öncesinde derin bir şekilde bölünmüş olan İsrail toplumunu ve siyasetini yeniden birleştirmeyi başardı ve böylece Binyamin Netanyahu’nun, Filistinlilerin zorla yerlerinden edilmelerini hızlandırmak için onlara kitlesel terör uygulama yönündeki en vahşi planlarını hayata geçirmesine imkân verecek.

Öte yandan, eğer Hamas liderliği Lübnan’daki Hizbullah’ın -ve arkasındaki İran’ın- İsrail’i gerçekten tehlikeye atacak düzeyde savaşa katılacağına dair bahse girmiş olsaydı, bu bahis gerçekten de çok riskli olurdu. Zira Hizbullah’ın İsrail ile kitlesel olarak yeni bir savaşa girme riskini alacağı kesin olmadığı gibi, böyle bir durumun gerçekleşmesi hâlinde İsrail’in (nükleer silahları da içeren) muazzam yıkıcı gücüne sınırsızca başvurması kaçınılmaz olur ve bu da tarihî büyüklükte bir felakete yol açardı.

Askeri imkânları çok daha üstün olan bir zalime karşı, Filistin halkı için gerçekten etkili tek mücadele yolu, bu üstünlüğü aşabilecekleri zemini seçmektir. Filistin mücadelesi en yüksek etki düzeyine 1988 yılında, Filistinlilerin şiddet araçlarını kullanmaktan bilinçli olarak kaçındıkları Birinci İntifada sırasında ulaşmıştı. Bu durum, silahlı kuvvetleri de dahil olmak üzere İsrail toplumu ve siyasetinde derin bir ahlaki krize yol açmış ve İsrailli Rabin-Peres liderliğini Yasir Arafat ile 1993 Oslo Anlaşmalarını müzakere etmeye yönlendiren kilit bir faktör olmuştu -her ne kadar bu anlaşmalar Filistin liderinin ham hayallere kapılması nedeniyle kusurlu olsa da.

Filistin mücadelesi öncelikle İsrail’in baskı, işgal ve yerleşimci-sömürgeci yayılmasına karşı kitlesel siyasi eyleme dayanmalıdır. Cenin veya Nablus’ta genç Filistinliler tarafından örgütlenen yeni yeraltı silahlı direnişi, halk kitle hareketine etkili bir yardımcı olabilir. Yeter ki bu direniş, kitlesel halk hareketinin önceliğini temel alsın ve onu teşvik edecek şekilde düşünülsün. Filistin halkının güvenmesi gereken bölgesel destek, İran gibi zalim hükümetlerden değil, bu baskıcı rejimlere karşı mücadele eden halklardan gelmelidir. Filistinlilerin kurtuluşu için gerçek potansiyel ihtimal burada yatmaktadır ve bu potansiyel, İsrail toplumunun kendisinin, siyasette sürekli olarak aşırı sağa kaymasına neden olan Siyonizm mantığından kurtuluşuyla birleştirilmelidir.

Çeviri: Cahit Akın

Kaynak: https://marksizmdefteri.substack.com/p/hamasn-kars-saldrs-uzerine-ilk-yorumlar?r=17p6c4&utm_campaign=post&utm_medium=web&s=08

Filistin Ayaklanması – Tarık Ali

Aralık 1987’de Filistin’de patlak veren yeni İntifada, İsrail’in yanı sıra Arap dünyasının seçkinlerinin de düzenlerini sarsmıştı.  Birkaç hafta sonra, yaşlı Suriyeli Şair Nizar Kabbani yazdığı Taşların Çocukları adlı şiir üçlemesinde, bugün artık yozlaşmış, işbirlikçi yetkililer tarafından temsil edilen Filistin’in eski önderlerinden bahseder.  Bu şiir Filistin kahvelerinde hep okundu ve söylenegeldi:

Taşların çocukları

Kâğıtları savurdular

Ve mürekkepleri üstümüze döktüler

Eski metinlerin kifayetsizliği ile dalga geçerek

Gazze’nin çocukları

Bizim televizyon konuşmalarımıza bakmayın

Bizi dinlemeyin

Biz soğuk hesapların insanlarıyız

Toplamanın ve çıkarmanın

Savaşınızı başlatın ve bizi bir başımıza bırakın

Biz mezarsız ölüleriz

Gözleri olmayan yetimleriz

Gazze’nin çocukları

Bizim yazdıklarımıza bakmayın

Bizim gibi olmayın

Sizlerin putlarıyız

Ama bize tapmayın

Gazze’nin çılgın insanları

Çılgınlığa binlerce alkış

Siyasi aklıselimin günleri çoktan geride kaldı

O yüzden şimdi bize çılgınlığı öğretin…

O günden bugüne Filistin halkı ciddiye alınır bir kendi kaderini tayin hakkını elde etmek için, her yöntemi denedi. Onlara söylenen ise hep “şiddetten vazgeçin” oldu. Bir İsrail vahşeti sonrasında yaşanan tek tük misillemeler dışında, bu isteğe uydular. Yurtiçindeki ve diasporadaki Filistinliler arasında “Boykot, yatırımların geri çekilmesi ve yaptırımlara” büyük destek vardı; dünya genelinde sanatçılar, akademisyenler, sendikalar ve kimi zaman hükümetler tarafından ilgi görmeye başlayan, mükemmel bir barışçıl hareket söz konusuydu. ABD ve arka bahçesi NATO bu kampanyaya, Siyonist lobici grupların da yardımıyla, özellikle Avrupa ve Kuzey Amerika’da, BDS’yi kriminalize etmeye çalışarak,  İsrail’i boykot etmenin “antisemitizm” olduğunu iddia ederek karşılık verdi. BDS karşıtı bu kampanyanın büyük ölçüde etkili olduğu görüldü. İngiltere’de Keir Starmer’in İşçi Partisi, yaklaşan ulusal konferansında “İsrail apartheid”ından bahsedilmesini yasakladı. İşçi Partisi’nin sol kanadı da ihraç edilmekten korkarak bu konuda karşı ses çıkarmadı. Üzücü bir durum… Bu arada Arap ülkelerinin çoğu, Washington’a teslim olma konusunda, Türkiye ve Mısır’a katıldı. Suudi Arabistan şu anda İsrail’i resmen tanımak için Beyaz Saray’ın arabuluculuğunda müzakere yürütüyor. Filistin halkının uluslararası tecridi daha da artacak gibi görünüyor. Sonuçta barışçıl direnişin hiçbir yere varmadığı da görüldü.

Bu zaman zarfında İsrail ordusu zevk için Filistinlilere saldırıp öldürürken, birbirini izleyen İsrail hükümetleri de Filistin halkının devlet kurma umutlarını tümüyle berhava etti. Son dönemde birkaç eski İsrailli general ve Mossad ajanı, Filistin’de yapılanların “savaş suçu” kapsamına girdiğini itiraf ettiler. Tabii bunu itiraf edecek cesareti ancak emekli olduktan sonra bulabilmişler. Görevde oldukları dönemde, işgal altındaki topraklarda faşist yerleşimcilere tam destek veriyor; evleri yakmalarına, zeytin tarlalarını yok etmelerine, kuyulara beton dökmelerine, Filistinlilere saldırmalarına ve “Araplara ölüm” sloganları atarak evlerini gasp etmelerine, seyirci kalıyorlardı. Aynı Batılı liderler gibi… Kabbani’nin de dediği üzere, siyasi aklıselim çağı çoktan geride kaldı.

Ve bir gün, Gazze’nin seçilmiş liderleri savaşa savaşla karşılık vermeye başladılar. Mahkûm edildikleri açık hava hapishanesinden çıkıp, İsrail’in güney sınırını geçerek askeri hedeflere ve yerleşimci nüfusuna saldırdılar. Filistinliler bir anda uluslararası manşetlere çıktı. Batılı gazeteciler Filistinlilerin gerçek anlamıyla direniyor olmasından dolayı şok oldular ve hatta dehşete düştüler. Peki, neden direnmesinler? İsrail’deki aşırı sağcı hükümetin, ABD’nin ve ikiyüzlü AB’nin desteğini de alarak, acımasızca misilleme yapacağını herkesten daha iyi biliyorlar. Ancak yine de Netanyahu’nun ve kabinesindeki katillerin, halkın büyük bölümünü günbegün sınır dışı etmesine ya da öldürmesine sessizce seyirci kalmayı kabul etmiyorlar. İsrail devletinin faşist kesimlerinin, Arapların toplu katliamını onaylamakta tereddüt göstermeyeceğini de biliyorlar. Ve tüm bunlara rağmen, her ne pahasına olursa olsun direnmeleri gerektiğini de biliyorlar. Filistinliler bu yılın başlarında Tel Aviv’deki eylemlerde “yurttaşlık haklarını savunmak” için yürüyenlerin işgal altındaki komşularının haklarını umursamadıklarını yeniden gördüler. Artık meseleyi kendi başlarına çözmeye karar verdiler.

Filistinlilerin maruz kaldıkları kesintisiz saldırıya direnme hakları var mı? Kesinlikle var. İki taraf arasında ahlaki, siyasi ya da askeri denklikten söz etmek mümkün değil. İsrail, ABD tarafından tepeden tırnağa silahlandırılmış -nükleer silah dâhil- bir devlet. Varlığı tehdit altında olan İsrail değil. Gerçekte tehdit altında olan, Filistinliler, sahip oldukları topraklar ve yaşamları. Batı medeniyeti Filistin halkı tümüyle kırıma uğratılırken seyirci kalmakta kararlı görünüyor. Şimdi diğer tarafta Filistinliler sömürgecilere karşı ayaklanıyorlar.

(Okuma önerisi: Perry Anderson, ‘The House of Zion’, NLR 96.)

Bu yazı 7 Ekim 2023’de NLR’de yayımlanmış  (https://newleftreview.org/sidecar/posts/uprising-in-palestine) ve Hülya Osmanağaoğlu tarafından Umut Gazetesi için çevrilmiştir.

Karabağ: Asi bir cumhuriyetin ölümü

VİCKEN CHETERİAN

19 Eylül günü öğle saatlerinde Azerbaycan Ordusu, resmî düzeyde tanınmayan, asi cumhuriyet Karabağ’a, ortada hiçbir tahrik yokken, Ermeni askerlerin bulunduğu cephe hattının her noktasından çok büyük bir saldırı başlattı. Türkiye ve İsrail yapımı insansız hava araçları Karabağ hava savunmasına saldırdı, topçu mevzilerine İsrail yapımı LORA balistik füzeleri fırlatıldı, sonra da Azeri güçleri ilerleyip Karabağ’ın iç kısımlarındaki yolları keserek şehirleri ve köyleri tecrit etti. Bir gün süren yoğun çarpışmaların ardından, bölgeye yerleştirilmiş Rus ‘barış gücü’nün arabuluculuğunda yapılan anlaşmayla, Karabağ yönetimi koşulsuz olarak teslim olmayı kabul etti. 

Azerbaycan bu saldırıya uzun süredir hazırlanıyordu. 12 Eylül 2022’de, Karabağ’ı Ermenistan’a, dolayısıyla dış dünyaya bağlayan tek yolu keserek bölgeyi kuşatma altına almıştı. Hâlen devam eden bu ablukayı başlangıçta, aslında İlham Aliyev hükümetinin görevlendirdiği kişiler olan ‘çevre aktivistleri’ yürütüyordu. Rus ‘barış gücü’, en önemli görevlerinden biri Laçin Koridoru’ndan geçişlerin güvenliğini sağlamak olduğu hâlde müdahale etmeyince, Azerbaycan kuşatmayı sıkılaştırdı ve nihayet bölgeyi dış dünyadan tamamen kopardı. Bunun sonucunda bölge, 120 bin kişilik nüfusuyla açlık sınırına geldi; hastalar ve yaralılar için gereken ilaçlardan, ısıtma, ambulanslar ve askerî araçlar için ihtiyaç duyulan yakıttan mahrum kaldı. 

Ardından Azerbaycan bir kez daha İsrail’den silah ithal etmeye başladı, ki bu genellikle büyük bir askerî tırmanışın habercisidir. Bir habere göre (Haaretz, 13 Eylül) İsrail Azerbaycan’a Mart ayından bu yana, beşi Eylül ayının ilk yarısında olmak üzere 11 İlyuşin IL-16 dolusu silah gönderdi. Bu nakliye uçaklarının kapasitesi 40 ton. Azerbaycan Eylül başında Karabağ’ın etrafına ve Ermenistan sınırına asker yığmaya da başlamıştı. 

Savaş önce ilan edildi, sonra da senaryoya göre uygulamaya kondu. İlham Aliyev hiçbir zaman müzakere yoluyla barış istemedi; hep savaş istedi.

Soğuk ve uzun kış yaklaşırken
Karabağ’ın, Ermenicesiyle ‘Artsakh’ın dağlarında geceler soğuk olur. Kalabalık düşmanlarımız kapımıza dayandığında dostlarımız kayıplara karıştı.

Türkiye ve sunduğu muazzam askerî destek hesaba katılmadan, Azerbaycan’ın saldırganlığının anlaşılması güç olur. 2020’deki savaşta Türk askerleri doğrudan yer almıştı; Türkiye’nin cumhurbaşkanı Erdoğan bu kez de Azerbaycan’ın saldırılarını desteklediğini gizlemedi. Türkiye’nin, Ermenistan’a otuz yıldır ambargo uyguluyor olması, soykırımdan kurtuldukları için Ermenileri affetmediğini düşündürüyor insana.

Azerbaycan askerleri saldırırken Rus ‘barış gücü’ görmezden geldi. Rusya’nın liderleri, propagandacılarına, son savaşı başlatan Azerbaycan’ın yerine Ermenistan’ı suçlamalarını emredecek kadar ileri gitti. Böyle dostları olanın düşmana ihtiyacı yoktur.

Avrupa Birliği (AB), bu kafası son derece karışık yapı, geçen yıl Azerbaycan’dan petrol ve gaz ithalatını artırarak bu ülkenin elini güçlendirdi. AB’nin Rus gazına alternatif arayışına girmesiyle, 2022 yılının Temmuz ayında, Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen gaz ithalatını artırmak üzere Bakü’ye gitti. AB Azerbaycan’a daha da fazla petrodolar pompalamaya başladı; von der Leyen, AB ile Azerbaycan arasındaki “tüm ilişkileri ve iş birliklerini ele alırken”, Karabağ Ermenilerine yönelik olası etnik temizliği engellemeye dönük bir tane bile önkoşul ileri sürmedi. AB Putin’i, Ukrayna’yı işgal ettiği için cezalandırmak amacıyla Azerbaycan’a mali destek verdi. Karabağ’ın yok olması, reelpolitik çerçevesinde bir tali hasardan ibaretti.

ABD Başkanı Joe Biden, Osmanlı’nın 1915’te Ermenilere uyguladığı vahşeti, uzun süre tereddüt ettikten sonra, ‘soykırım’ olarak nitelendirdi. Bu olay 2021’de oldu, dolayısıyla herkesin hafızasında hâlâ canlı. Biden’ın İlham Aliyev’i karşılaşacağı yaptırımlar konusunda uyararak Karabağ’daki etnik temizliği önlemek için bol bol vakti ve fırsatı vardı. Yapmadı.
Soykırım mı? Evet. Ama görünen o ki “bir daha asla” sözü Ermenileri kapsamıyor. 

Uluslararası siyaset: Bugün ve her daim 
Ermenilerin birçok meziyeti var ama bunlar arasında siyaset becerisi bulunmuyor. Vatanseverlik sloganlarıyla dolu konuşmalar yapmayı siyaset sandılar. Ermeni aktivistler onlarca yıl ‘adalet’ aradı, soykırımdan sonra adalet mümkünmüş gibi… Ermeniler, siyaset oyununu kuralına göre, gerçek bir etki yaratacak, somut sonuç verecek şekilde oynamak yerine gerçeğin kabul edilmesi için, ‘tanıma’ için uğraştılar ve bunun sonucunda ‘sözler’ elde ettiler.

Ölümcül hata, Ermeni yetkililerin uluslararası siyasetteki değişimleri takip etmemeleriydi. Rusya’nın arabuluculuk edip uyuşmazlığı yatıştıracağına ve gerginliğin tırmanışını engelleyeceğine inandılar. Oysa Putin Rusyası, Yeltsin’in Rusya’sından farklıydı. Ermeniler, özellikle de Türkiye’nin Güney Kafkasya’ya doğrudan müdahalesinin engellenmesi konusunda Rusya’ya bel bağladılar ve bunun, Ermenistan ile Azerbaycan arasındaki güç dengesi açısından bir güvence oluşturduğunu düşündüler. Yanıldılar. Azerbaycan 2020’de saldırıya geçtiğinde Türkiye Ordusu da işin içine girdi, Rusya ise 44 gün boyunca hiçbir şey yapmadı; bu, Karabağ güçlerinin ve Ermenistan Ordusu’nun büyük ölçüde yok edilmesi için yeterli bir süreydi. 

Ama insana en çok acı veren şey, Ermenistan’ın siyasi seçkinlerinin süregiden aczini görmek. Ermenistan siyaseti 2018’deki ‘Kadife Devrim’den bu yana, ‘devrimci’ yeni liderleri destekleyenler ile eski düzenin taraftarları arasında kutuplaşmış durumda. Ülke içindeki bu kavga, 2020 yılında siyasetçiler sınıfının yaklaşmakta olan fırtınayı görmesini engellemişti. Savaşın ve yenilginin ardından, ulusal birlik çağrısında bulunup, Karabağ’ı –ya da ondan geri kalanları– kurtarmak amacıyla asgari müşterekler çerçevesinde birlikte çalışmak için yeni bir fırsat doğdu. 

Her siyasetçi devlet adamı değildir. Yerevan’daki siyasetçi sınıfı, iktidarıyla, muhalefetiyle, kişisel bir hâl almış iç kavgalarına o kadar gömülmüşlerdi ki, bir vatanı kaybetmekte olduklarını fark etmediler.  

Küçük devletler, küçük uluslar yalnızca bir kez hata yaparlar. Ermenilerin tarihine bakıldığında tek bir hataya bile yer olmadığı, tek bir yenilginin bile ölümcül olabildiği görülüyor.
Azerbaycan 19 Eylül’de yaralı kartal Artsakh’a saldırdığında, Ermenistan bile yardıma gelmedi.

Ve şimdi, Karabağ nüfusunun tamamı Azerbaycan Ordusu’nun elinde rehine durumunda; Azerbaycan’ın hükümdarı İlham Aliyev, bu insanların zorla ‘entegre edileceklerini’ ilan ediyor. Bunu düşündüğümde zihnime toplama kampı görüntüleri üşüşüyor. Huzur içinde uyu, dağların savaşçısı. Cesaretin ve direngen vatanseverliğin, varlığını korumana yetmedi.

(İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz)

 Haziran 1953: Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nde Ayaklanma – Sandra Cormier

Biz işçiyiz, köle değil! Şantaja son verin! Özgür seçimler istiyoruz!”

Stalin’in Mart 1953’teki ölümü yeni bir dönemi başlattı. Sovyetlerdeki benzerleri gibi Stalin sonrası bu yeni dönemde hakimiyetlerini tesis etmeye çalışan Demokratik Alman Cumhuriyeti liderleri ilk büyük meşruiyet krizlerini yaşadılar. 16 ve 17 Haziran 1953’te Doğu Berlin’de başlayan ayaklanma tüm Doğu Almanya’ya yayıldı.

1950’lere gelindiğinde Batı Almanya’nın yeniden silahlanması gündemdeydi ve Doğu Almanya’nınki de çoktan başlamıştı. Tabiri caizse, 9-12 Temmuz 1952 tarihleri arasında düzenlenen ve rejimin yeni temel görevi olarak “sosyalizmin inşasını” ilan eden SED (Sozialistische Einheitspartei Deutschlands) konferansında resmiyet kazandı. Bu politika, tarımda kolektifleştirmenin hızlandırılmasına ve ticaret ve zanaatların bastırılmasına ek olarak, ağır sanayinin daha fazla geliştirilmesini de içeriyordu. Rejimin Stalin dönemindeki hedefleriyle bir süreklilik vardı: Doğu Alman ve Sovyet sanayilerini yeniden inşa etmek. 

Artan verimlilik ve tedarik krizi

SED Merkez Komitesi Genel Sekreteri Walter Ulbricht, Kasım 1952’de Bolşevik Partisi’nin 19. Kongresi’ne sunduğu raporda, üç ilkeye dayanan politikasını açıkladı: ciddi tasarruflar, verimlilik artışı ve standartların gözden geçirilmesi. Bu yeniden dağıtım, tüketim malları üretimi gibi ekonominin diğer sektörleri pahasına gerçekleşti. Bunun hemen sonucu olarak Haziran 1952 ile ertesi yılın ilkbaharı arasında, çoğunluğu küçük ölçekli sanayiciler ve mülklerine el konulan çiftçiler olmak üzere yaklaşık 335.000 kişi Doğu Almanya’yı terk ederek Batı’ya gitti. 1953 baharında patates, et ve kömür gibi bazı gıda maddelerinde kıtlık yaşanmasıyla bir tedarik krizi ortaya çıktı. Bakanlar Kurulu 28 Mayıs 1953’te çalışma standartlarını %10 oranında yükselterek krizi çözmeye karar verdi. Standartlardaki bu artış yeni bir şey değildi. Aslında 1949’dan beri standartlar yükseltilmişti, ancak o zamana kadar Doğu Alman işçi sınıfının çok mücadeleci bir sektörü olan inşaat sektörüne genellikle dokunulmamıştı. 

Ancak Moskova’dan gelen karşı emirler SED liderlerini geri adım atmaya zorladı. Stalin’in ölümünden sonra SSCB’nin yeni liderleri Beria ve Malenkov, Batı’ya Almanya’nın birleşmesi ve serbest seçimler karşılığında Amerikan askerlerinin geri çekilmesi teklifinde bulundu. Bu, diğer şeylerin yanı sıra, uygulanmakta olan ekonomik politikaların sona ermesi anlamına geliyordu. Bu nedenle SED’in “sosyalizmi inşa etme” politikası sorgulanmaya başlandı ve 9 Haziran 1953’te Doğu Almanya’da “yeni rota” kabul edildi. 11 Haziran 1953’te Neues Deutschland, SSCB Yüksek Komiseri V. Semionov’un “sosyalizmin inşasının Doğu Alman ekonomisi için ciddi sorunlara yol açtığını” kabul eden bir özeleştiri bildirisi yayınladı. Sürgündeki köylülere, orta sınıflara, burjuvaziye ve kiliseye tavizler verildi. Doğu Almanya’dan kaçanlar mülklerini geri alabileceklerdi. Daha zengin sosyal sınıfların koşulları iyileştirilirken, standartlar kararnamesi yürürlükte kaldığı için işçi sınıfının koşulları daha da kötüleştirildi. İşçi ücretlerinde %30-40’a varan kesintiler yapıldı. Özellikle SED bürokratları kırılgan ve bölünmüş görünürken, bazıları Kremlin’in şartlarına göre Almanya’nın kapitalist yeniden birleşmesini desteklerken öfke artıyordu. Artık devrimci bir kriz patlak veriyordu. 

Ayaklanma

Birkaç haftadır, yeni standartların uygulanmasıyla birlikte Magdeboug ve Chemnitz de dahil olmak üzere birçok kentte grevler yapılıyordu. İşçiler, gayretli ve titiz zaman tutucular tarafından yakından izleniyordu. Mayıs ayı ortasında Batı Berlin’deki inşaat işçileri de yeni bir toplu sözleşme talebiyle greve gittiler. Doğu Berlin’deki Stalinallee şantiyelerinde çalışan işçiler bu hareketi yakından takip etti ve Doğu Alman basını da garip bir şekilde haber yaptı. 16 Haziran’da, standartlara ilişkin kararnamenin sürdürüleceğinin açıklanmasının ardından, Doğu Almanya’nın vitrini olan ve inşaat alanlarının yüzlerce metre boyunca uzandığı Stalinallee’de çalışan yaklaşık yüz inşaat işçisi işi bırakarak sokaklara döküldü. Kısa süre içinde onlara binlerce kişi daha katıldı. Gün ortasında Politbüro geri adım attı ve standartlardaki artışı geri çekti. Ancak çoktan şehrin dört bir yanına yayılmış olan hareketi durdurmak için artık çok geçti. “Standartların düşürülmesini talep ediyoruz” sloganı giderek merkezi konumunu kaybetti. Sosyal taleplere hükümetin istifası ve gizli oyla serbest seçimlerin yapılması gibi siyasi talepler de eklendi. Genel grev fikri giderek güç kazanıyordu. 17 Haziran’da hareket tüm ülkeye yayıldı. Doğu Almanya’nın 500’den fazla kentinde birkaç yüz bin grev ve gösteri düzenlendi. Grev özellikle büyük şirketlerde ve işçi sınıfı kentlerinde kitleseldi. Bazı sektörlerde 21 Haziran’a kadar devam etti.

Radikal bir yükseliş

Hareketin özellikleri bir yandan hızlı ve yaygın radikalleşmesi, diğer yandan da rejimi devirebilecek birleşik bir liderlikten yoksun olmasıydı. Ayaklanmanın belkemiğini Almanya’nın “kızıl kalbi” olan ağır sanayi, makine mühendisliği ve büyük kimya endüstrilerindeki işçiler oluşturuyordu. Ancak Berlin dışında inisiyatifi ele alanlar genellikle inşaat işçileriydi. 

16 Haziran öğleden sonra Stalinallee şantiyelerinde çalışan işçiler hükümete seslenerek “Poltrons! İstifa et! Özgürlük! Daha düşük standartlar! Ulbricht ve Grotewohl’u görmek istiyoruz!” Genel grev ayın 17’si sabahı başladı. Doğu Almanya’nın ikinci büyük şehri olan Leipzig’de çoğu fabrika grevdeydi. Neptun tersanesi (Rostock’ta), Zeiss fabrikaları (Jena’da), Lowa (Gorlits’te), Olympia (Erfurt’ta), Buna (Halle’de), Babelsberg’deki lokomotif fabrikaları ve Fürstenwalde ve Brandenburg’daki çelik fabrikaları gibi büyük fabrikaların hepsi işi durdurdu. Küçük şirketlerde çalışan işçiler, ev kadınları, öğrenciler ve serbest meslek sahipleri de harekete katıldı. Birçok fabrikada grev komiteleri oluşturuldu ve serbest seçimler, polis maaşlarında kesinti, hükümetin istifası ve mahkumların serbest bırakılması gibi hem maddi hem de oldukça siyasi talepleri içeren daha kapsamlı talep listeleri hazırlandı. 

Yetkililerden devraldıkları gaz ve elektrik kaynaklarını organize ettiler. Halle ve Leipzig’de olduğu gibi radyo istasyonlarını ve matbaaları işgal ettiler. Bitterfeld’de, Merkez Grev Komitesi “sözde Alman demokratik hükümetine” bir telgraf göndererek istifasını ve “ilerici işçilerden oluşan geçici bir hükümet kurulmasını” talep etti. Her yerde cezaevleri basıldı ve Magdeburg ve Bitterfeld’de siyasi tutuklular serbest bırakıldı. Görlitz’de kalabalık bir Halk Hükümeti Komitesi ve silahsız bir işçi milisi oluşturdu. 

Tüm bunlar rejimin temellerinin sorgulanmasına yol açtı. Ancak işyerlerindeki SED hücreleri genel olarak dağıtılmış ve yerlerine yeni örgütlenme biçimleri getirilmiş olsa da, işçi komitelerini birleştirecek ve SED rejimine alternatif bir karşı güç oluşturacak bir liderlik yoktu. Dahası, sadece doğu bölgesinde izole edilen hareket kazanamazdı. Grevin zaferinin koşullarından biri de Batı Berlin ve Batı Almanya’ya yayılmasıydı. Bu yönde girişimlerde bulunuldu ama başarısız oldular. Er ya da geç, Sovyet işgal güçleri müdahale edecekti!

Sovyet tankları ve müttefikleri 

16 Haziran Perşembe günü saat 13:00’te Sovyet komutanlığı kuşatma durumu ilan etti. 17 Haziran’da 25.000’den fazla Sovyet askeri ve yüzlerce tank Berlin’e girdi ve sıkıyönetim ilan edildi. Olağanüstü hal 11 Temmuz’a kadar sürdü. Birçoğu sokaklarda vurularak öldürülen işçiler olmak üzere yüzden fazla insan öldü ve yüzlercesi yaralandı. On binlerce grevci tutuklandı ve mahkemeye çıkarıldı. Bazıları idam edildi, bazıları ise ömür boyu hapse mahkum edildi. Berlin’de, yabancı bir istihbarat servisi için çalışmakla suçlanan işsiz elektrikçi Willy Göttling ibret olsun diye kurşuna dizildi. Doğu Almanya’nın her yerinde baskı yaygındı.

Sovyet ordusunun müdahalesi olmasaydı rejim çökmüş olacaktı. Askeri açıdan bakıldığında rejimi destekleyen güçler zayıftı. Kışlalardaki birkaç polis alayı, birkaç öğrenci ve 16 Haziran akşamı rejimi desteklemek için gösteri yapan FDJ (Freie Deutsche Jugend) üyesi birkaç bin genç komünist. Emperyalist ülkeler duygulanmış gibi davrandılar, aslında Alman proletaryasının yenildiğini görmekten mutluydular. Fransız Stalinistlerine gelince, L’Humanité‘de DAC hükümetinin “Batılı güçler tarafından gerçekleştirilen bir darbe” teorisini benimsediler ve grevci işçileri “yabancı güçlerin emrindeki faşist provokatörler” olarak tanımladılar…

Sonuç olarak

Temmuz 1953’te Mandel işçi ayaklanmasını “1923’ten bu yana Alman proletaryasının en önemli devrimci eylemi” olarak tanımladı. Bu bir gerçektir: tek bir günde elde edilen mücadelecilik düzeyi o zamandan beri eşitlenememiştir. Hiçbir önemli mücadele 1953 ve 1989 yılları arasında bunu geçemedi. Alman proletaryası 17 Haziran’ı tekrarlama umudunu uzun süre korudu, ancak hareketin bastırılması güvenlik devletini güçlendirdi ve kolektif direniş kapasitesini zayıflattı. SED’e ait olmayan ve Spartakist gelenekleri taşıyan işçi hareketi sonunda dağıldı. Her şeye rağmen Haziran ayaklanması, radikal doğası ve Doğu Almanya’nın tamamına yayılması nedeniyle, çok geniş bir alana yayılan örnek bir hareket oldu. Doğu Avrupa’daki rejimlere karşı bir dizi isyanın kurucu eylemiydi. Polonya’da 1956 ve 1980’de, Macaristan’da 1956’da ve Çekoslovakya’da 1968’de meydana gelen ayaklanmaları ateşleyen kıvılcımdı. 

Çeviri: İmdat Freni

Dördüncü Enternasyonal’in Uzun Yürüyüşü – Jean-Paul Salles

Bu incelemede tarihçi Jean-Paul Salles (Ligue Communiste Révolutionnaire’in tarihinin yazarı)[1]) “Pour une histoire de la Quatrième Internationale” adlı kitabında Livio Maitan’ın (1923-2004) siyasi güzergahını ve kolektif anlatısını inceliyor. “Itinéraire d’un communiste critique” başlıklı kitabı yakın zamanda La Brèche tarafından yayınlandı. Livio Maitan İtalyan Troçkist bir militan ve Dördüncü Enternasyonal’in (bazen “Birleşik Sekreterlik” olarak da adlandırılır) ana liderlerinden biriydi.

Salles, Dördüncü Enternasyonal’in tarihinin (kuruluşundan 1990’lara kadar) bize aynı zamanda “sosyalizm ya da barbarlık” pusulasıyla dünyanın dört bir yanına yayılmış birkaç bin militanın mücadelelerini, şüphelerini, zaferlerini, direnişlerini ve zorluklarını anlattığına işaret ediyor.

***

Ekleriyle (militanların kısa biyografileri, Enternasyonal’in belirli bölümleri hakkında özet monografiler, kongre listeleri, kısaltmalar ve indeksler), örgütün doğuşunu veya savaşı ele almamasına rağmen, bu çalışma bir toplamadır. Yazar kronolojik bir sırayla ilerleyerek ilk bölümü 1947-1974 yıllarına, sonraki sayfaları ise 1975-1995 yıllarına ayırmıştır. Bu, büyük ölçüde alıntı yapılan metinlere ve aynı zamanda hafızasına dayanan, ancak her zaman hakkında konuştuğu kişilere nezaketle yaklaşan bir katılımcı tarafından yazılmış bir tarih. Ve büyük bir gezgin olarak, bazen çok uzak ülkelerdeki Troçkist örgütlerin ve militanların özgünlüklerini keşfettiğinde yaşadığı şaşkınlığı ve duyguyu bizden saklamıyor. Ve bir yargıya varmadan önce bağlama bakıyor. Rodolphe Prager tarafından 1989’da yayınlanan Dördüncü Enternasyonal (DE) Kongreleri‘nin 4. cildine yazdığı önsözde Maitan, DE’nin doğuşunda kendisinden öncekiler kadar elverişli başlangıç koşullarına sahip olmadığını hatırlatıyordu. Üçüncü Enternasyonal (KE) Sovyet devletine, İkincisi sosyal-demokrat kitle örgütlerine ve Birincisi (AIT) İngiliz Sendikalarına dayanabiliyordu. DE bir aygıttan ve maddi bir tabandan yoksundu. Bu istikrarsız durumun bir işareti olarak, 1938’deki kuruluş kongresi Paris bölgesindeki Rosmer’in evinde yapıldı. 3. kongresi de Paris bölgesinde bir villada (16-25 Ağustos 1951) ve bunu takip eden yürütme oturumu Şubat 1952’de La Ciotat’da, Michel Pablo tarafından sağlanan arkadaşı Daniel Guérin’in evinde yapıldı. Benzer şekilde, Maitan bize SWP’nin aylık katkısının -bir gazetenin sayfalarına gönderilen 50 dolarlık bir not- küçümseyici olduğunu söylüyor. Oysa Amerikan partisi o dönemde en büyük Troçkist örgüttü.

Livio Maitan şöyle yazıyor:

“DE uzun yıllar boyunca hiçbir aygıt ya da maddi temele dayanmaksızın yalnızca militanlarının fikir birlikteliğine dayanıyordu.”

Ve ekliyor:

Bu, “zayıflığımızın ve tüm zorluklarımızın temel nedenlerinden biri buydu“.

Dahası, DE’nin bir seksiyonu olan Devrimci İşçi Partisi’nin (POR) erken bir aşamada aralarında iyice yerleştiği Bolivyalı madencileri ve DE’nin Avrupa seksiyonlarında ve Amerika Birleşik Devletleri’nde sayıca çok olan entelektüelleri nasıl ikna edebilirdik? 1964’te Bolivya maden merkezlerini ziyaret,

Yoldaşlarımın yoksul evlerinde kalırken, madencilerin ve ailelerinin içinde yaşadıkları insanlık dışı koşulları, aynı zamanda mücadeleci ruhlarını koruyarak kendi gözlerimle görebildim ” (s.171).

1970’lerde Daniel Bensaïd, uluslararası çoğunluk ile esasen Amerikalı olan azınlığı karşı karşıya getiren uluslararası tartışmayla ilgili ilk deneyimlerinde, “Bu bir kültürel temel farkıdır” diye net bir açıklama yapmıştı. Maitan’ın bize aktardığına göre Hugo Blanco da kendi üslubuyla eklemişti: “Esa súbtil dialectica europea no les cabe en sus cabezas de gringos” (“Bu ince Avrupa diyalektiği onların gringo kafasına girmiyor”). Juan Posadas’a gelince, 1961’deki bölünmeden kısa bir süre önce DE liderliğini “vahşilere, Latin Amerika yerlilerine” küçümseyerek davrandıkları için eleştirdi (s.128). Livio Maitan 1959’da Seylan’ı ilk kez ziyaret ettiğinde, LSSP’nin (Lanka Sama Samaja Partisi) MK’sının iki üyesinin Budist rahipler olduğunu öğrenince şaşırmıştı. Ayrıca, Colombo’lu bir avukat ve LSSP lideri olan Colvin da Silva’nın ofisine meyve, sebze ve çiftlik hayvanları getiren düzinelerce seçmen görünce şaşırmış ve Colvin ona her yıl yaklaşık 200 düğüne katılmak zorunda olduğunu söylediğinde daha da şaşırmıştır. LSSP’nin bir başka özelliği de üye sayısının hiçbir zaman bini geçmemesine rağmen seçimlerde birkaç yüz bin oy almasıydı.

Ancak Dördüncü Enternasyonal’in ilerlemesini yavaşlatan ya da felç eden sadece kültürel farklılıklar değildi. Pek çok militan, Mao’nun iktidara gelmesinden sadece birkaç ay önce onun zaferinden habersiz olan Çinli yoldaşlarının körlüğü karşısında travma geçirdi. Ancak Çin’de, ÇKP’nin kurucularından ve 1929’da Çin’deki Sol Muhalefetin yaratıcısı olan Chen Duxiu’nun (1879-1942) girişimiyle kurulan Devrimci Komünist Parti (RCP) adında bir DE seksiyonu vardı. ÇKP’nin eski bir üyesi ve Troçkist olan eski bir BP üyesi olan ve 1951’de DE’nin 3e kongresine katılan Peng Shuzhi’ye (1895-1983) gelince, kendisinin ve yoldaşlarının hiç de öngörmediği bu büyük olay hakkında karışık bir açıklama yaptı (s.64). Çin ile ilgili karar bu hayal kırıklığına uğramış cümle ile sona eriyordu:

Troçkizm 20 yılı aşkın bir süredir her zaman devrimci bir çizgiyi savundu, ancak bugün gerçeklerle yüz yüze geldiğimizde, gözlerimizin önünde gelişen bir devrimi fark edemedik: böylece büyük bir tarihsel fırsatı kaybettik” (not 53, sayfa 65).

Bir başka metinde Maitan “sekter ve mekanik anti-Stalinizm”den ve bunun Çin’de yol açtığı felaketten bahsetmektedir (T.4, a.g.e., s.44).

Michel Pablo, Ernest Mandel ve Pierre Frank’ın hareketlerinin hem işçi sınıfı hem de örgütleri karşısındaki marjinal konumundan neden kurtulmak istediklerini anlamak kolaydır. Mandel bir BI’da (Mart 1951) şöyle diyordu:

Her ülkedeki kitle hareketinin bir parçası olmalı ve bu hareketleri uluslararası ölçekte koordine etmeliyiz“.

Ve Pablo, “antrizm”in ne olacağını tanımlamaya başladığı ünlü metinlerinden biri olan Où allons-nous? (BI, Ocak 1951)’da daha nettir:

İşçi sınıfının KP’leri takip ettiği ülkelerde, temel görevimiz […] bu akımların saflarında devrimci bir farklılaşma yaratmak için sabırlı, metodik ve uzun vadeli bir çalışma yürütmektir“.

Aynı şeyin Çin için de geçerli olduğunu ekliyor,

Zaferinden sonra KP’ye saldırmaya devam etmemeli, ona eleştirel destek vermeli, işçi hareketinin komünist bir eğilimi olarak varlığımızı talep etmeliydik” (T.4, a.g.e., s.27-47).

Antrizm DE saflarında oybirliği sağlamaktan uzaktı. Fransız militanların çoğunluğu 8. kongresinde (1952) DE’den ayrıldı. Bunlar çoğunlukla, kısa süre önce kendilerini “Hitler-Troçkistleri” olarak tanımlayan bir KP’ye, işletmelerdee KP üyeliği için nasıl başvurabileceklerini anlayamayan işçi militanlardı. Bu militanlara (çoğunluktaki DE) Amerikan SWP’sindeki muhalifler de katıldı, ancak dünya ölçeğinde azınlıktaydılar. Fransa’da azınlıktaki PCI, çoğunluktaki PCI tarafından desteklenen MNA yerine Cezayir FLN’sinin mücadelesini desteklemeyi seçerek güçlerini yeniden oluşturdu. Ve antristi strateji UEC’de iyi sonuçlar verdi. 1966’da dışlanan Alain Krivine ve öğrenci yoldaşları ertesi yıl 150 militanla JCR’yi kurdular, oysa 1953’te azınlıktaki DE’nin genellikle sadece 50 militanı vardı. Mayıs 1968 olayları sırasında JCR’nin oynadığı önemli rol, bu Troçkist akımın Fransa’da kenar mahallelerden ortaya çıkmasını ve sadece İsviçre (LMR) ve İspanya’da (LCR-EtaVI) değil, aynı zamanda çoğu Avrupa ülkesinde (İtalya, Almanya, Belçika, İsveç, Danimarka, Büyük Britanya, İrlanda, Çekoslovakya ve hatta Lüksemburg) seksiyonlarının kurulmasına veya güçlendirilmesine yol açmasını sağladı. Bu gruplardan delegasyonlar 16 Mayıs 1971’de Komün’ün yüzüncü yıldönümünü kutlamak üzere Fransız yoldaşlarıyla birlikte Père Lachaise’deki Mur des Fédérés’e doğru yürüyüşe geçti. Şaşkınlık içindeki basın bu gruplara 30.000 gösterici atfetmiştir ki bu rakam tarihçi Madeleine Rebérioux tarafından Les Lieux de Mémoire‘a (t.1, s.553) yaptığı katkıda tekrarlanmıştır.

DE’nin bu güçlenmesi uyumlu bir yükseliş eğrisi izlemedi. Haziran 1963’te Roma’da düzenlenen 7. Yeniden Birleşme denilen Kongresi’nin Amerikan SWP’sini ve bazı küçük örgütleri bir araya getirdiği doğrudur, ancak 1962’de Arjantinli Posadas DE’yi birkaç düzine Latin Amerikalı militanla terk etmişti ve bazı tehlikeli girişimleri Troçkizm davasına ciddi zarar verdi. Maitan’ın değerlendirmesi nettir. Bu durumu kınıyor:

Bu, “stratejik olduğu kadar taktiksel konularda da herhangi bir farklılığın ölüm kalım meselesi olarak görülme eğiliminde olduğu örgütsel bir sekterliktir” (s.137).

Daha ciddi olanı ise Pablo’nun 1965’te ayrılmasıydı. Pablo 15 yıl boyunca DE’nin ana liderliğini yapmıştı. Maitan, “DE’nin merkezine “sömürge devrimini” koymamasına katlanamıyordu” diye yazıyordu. Bir noktada DE’nin merkezinin (Uluslararası Sekreterlik ve daha sonra Birleşik Sekreterlik) Avrupa’dan Cezayir’e taşınmasını önermemiş miydi? Ayrıca Maitan’ın “LSSP’nin sürüklenişi” (s. 162) üzerine yazdığı uzun makale de bu şaşırtıcı örgüte ışık tutmaktadır (s. 188-204).

Ancak Latin Amerika kısa süre sonra tekrar odak noktası haline geldi. 9. dünya kongresinde (1969) çoğunluk gerilla savaşına öncelik verme kararı aldı. Küba devriminin başarısından on yıl sonra, bu kez söz konusu olan Çin’de olduğu gibi bir devrim fırsatının elimizden kaçmasına izin vermemekti. Ancak bu karar zamana karşı -Che 1967’de öldürülmüştü- ve Amerikan SWP’sinin güçlü muhalefetine rağmen alınmıştı. DE’nin bir kolu olan Arjantin PRT (Devrimci İşçi Partisi) 1970 yılında ERP’yi (Halkın Devrimci Ordusu) kurdu. Bu örgütün eylemleri insan hayatına mal oldu. Ve örgütün lideri Mario Santucho, DE’den daha fazla maddi destek alamamanın hayal kırıklığıyla, Temmuz 1976’da ordu tarafından öldürülmeden önce oldukça hızlı bir şekilde örgütten ayrıldı. Eşi Ana Maria Villareal, 22 Ağustos 1972’de Trelew havaalanında bir kaçış girişimi sırasında 10 PRT-ERP yoldaşı ve 5 Montoneros (sol kanat Peronist) militanıyla birlikte öldürülmüştü. Diğer Troçkist örgüt PRT-La Verdad’a (Nahuel Moreno) gelince, silahlı mücadele tercihini paylaşmadı ve militanlarını sendikalara yatırarak ve seçimlere katılarak yasal manevra alanından yararlanmaya çalıştı, ancak militanlarının hapsedilmesinden ve öldürülmesinden kaçınamadı. Uluslararası düzeyde bir bölünmeden kaçınılmış olsa da, IMT (Uluslararası Çoğunluk Eğilimi) ile TLT (Troçkist Leninist Eğilim) arasında “ulusal düzeydeki kırılmaların üstesinden gelmeye pek elverişli olmayan” güçlü bir muhalefet kaldı (s. 303). Maitan bir özeleştiri taslağı çizer:

Volontarizm günahını işlediğimizi”, ancak “isteklerimizden ya da salt yanılsamalardan değil, mevcut durumların ve gerçek potansiyelin analizinden yola çıktığımızı” söylemeye devam ediyor (s. 309).

Ve sonuç olarak:

Sonuçta, iyi bir iradecilik dozu olmadan, bir örgütün ve devrimci hareketlerin inşasını üstlenmek ve kendini uzun vadeli mücadelelere ve aynı zamanda günlük ve uzun vadede yorucu mücadelelere adamak çok zordur“.

Bununla birlikte, Maitan’a göre birçok Troçkist örgüt büyük kusurlar nedeniyle engellenmektedir. Bunlardan ikisini görüyor. Bunlardan ilki, özellikle Latin Amerika’da belirgin olan “dikeyci” yöntemlerin ve hatta “bazı zamanlarda merkeziyetçi ve Bonapartist bir eğilimin” kullanılmasıdır. İkinci eksiklik ise esasen Amerikan SWP’sinin bir özelliği olan ve özellikle de on yıllar boyunca SWP’nin liderliğini yapmış olan James Cannon’un (1890-1974) güçlü kişiliğinde modellenen “rehber seksiyon” fikriydi. Elbette LCR’yi de es geçmemiştir. “Aceleci ve şematik analizlerini” ve 21 Haziran 1973 ile ilgili olarak “maceracı olmasa da” solcu eğilimlerini eleştiriyor, ancak hiçbir zaman “bir rehber seksiyon” olmaya ya da onun gibi davranmaya çalışmadığını iddia ediyor. Yine de, bir LCR militanı olan Dante, Allende’nin Şili’sine sığınan PRT-ERP Kızıl Fraksiyonu militanlarının, liderliğe ve örgütün çoğunluğuna nüfuz eden militarist kültürden uzak, olağan Troçkist standartlara uygun siyasi temeller üzerinde örgütlenmelerine ve gelişmelerine yardımcı olmak için Şili’de Santiago’ya gönderilmiş gibi görünüyor. LCR liderliğine yazdığı 21 Eylül 1972 tarihli bir mektupta, “utanç verici eski Troçkizmin en berbat merkezcilikle doğuşundan doğan […] canavarca bir parti” keşfetmekten duyduğu şaşkınlığı dile getirdi. Paris’teki hücresine dönmek için sabırsızlandığını yazarak bitirdi ve sonunda, “LCR gerçekten de dünyadaki en iyi şey, açık ara” diye ekledi (Özel arşivler). Homojen bir dünya devrimci partisi inşa etmek kesinlikle çok zordu.

DE örgütleri arasındaki bu uyumsuzlukların ciddi sonuçları olacaktı. Livio Maitan, 1980’lerin başından itibaren SWP’de “Küba liderliğine karşı neredeyse eleştirel olmayan bir adaptasyon” eğilimine dikkat çekiyor: sadece SWP değil, Avustralya, Yeni Zelanda ve Kanada’daki Troçkist örgütler de, büyük sanayileşmiş ülkelerdeki işçi sınıflarının durgunluğundan umutsuzluğa kapılarak, “Kastro, Sandinizm ve diğer devrimci akımlarla birlikte yeni bir devrimci Enternasyonal yaratma – hayali – umuduyla” (s. 435) kendilerini DE’den uzaklaştırma sürecindeydiler. Claude Jacquin (Gabriel) ve ardından Penny Duggan’ın gözetiminde sadece Avrupa’dan değil, ABD, Japonya, Batı Hint Adaları, Bolivya ve Sri Lanka’dan da yüzlerce genci bir araya getiren Yaz Gençlik Kamplarının başarısına rağmen, ayrışma güçleri iş başındaydı. Ocak 1985’teki Dünya Kongresinden kısa bir süre sonra Avustralya SWP’si DE’den ayrılma kararını açıkladı, bunu birkaç yıl sonra Amerikan SWP’si izledi. Amerikan partisi kararını uluslararası liderliğe gönderdiği bir mektupla duyurdu. 10 Haziran 1990 tarihli mektup 5 Ekim’den itibaren yayınlanacaktı. Maitan yine farklı örgütsel konseptleri ve fikirleri tartışmaya olan ilginin azaldığını vurguluyordu:

Amerikalılar, mevcut farklılıkları diğerlerine duyurmadan önce her zaman yönetici grubun üyeleri arasında anlaşma aramışlardır” (s. 462).

O andan itibaren Fransız LCR’nin Dördüncü Enternasyonal içindeki ağırlığı arttı. Belki biraz daha aralıklı olsa da kongreler devam etti. On beşinci ile on altıncı (2003 ve 2010) ve on altıncı ile on yedinci Dünya Kongresini (2010 ve 2018) birbirinden sekiz yıl ayırdı. Ancak Stalinist devletlerin çöküşü, kapitalist sistemin mutasyonu ve çevresel acil durumun damgasını vurduğu bir gezegenin evrimi üzerine düşünme ihtiyacı her zaman mevcuttur. Livio Maitan, DE’nin bu tamamlanmamış tarihinin sonunda -çalışmasını 1995’te durdurdu- küresel anti-kapitalist mücadelenin bu biraz Promethean projesinin “milliyetçi, etnik, ırksal veya dini geri çekilme” ile yüzleşmek için her zamankinden daha gerekli olduğunu hissetti. Bir kez daha, sosyalizm ile barbarlık arasında bir alternatif yoktur.

*

Dördüncü Enternasyonal Yürütme Kurulu’nun sorumluluğunda yayınlanan Inprecor dergisi, 16 Eylül 2004 tarihinde 80 yaşında ölen Livio Maitan’a 498/499. sayısında (Ekim-Kasım 2004), 2002 yılında İtalyanca olarak yayınlanan La Strada Percorsa adlı anı kitabından alıntılara da yer vererek büyük bir saygı duruşunda bulundu.

İllüstrasyon: Diego Rivera’nın freski, Evrenin Denetleyicisi Olarak İnsan ya da Kavşaktaki İnsan, 1934.

Notlar

[1] Jean Paul Salles, La Ligue communiste révolutionnaire (1968-1981). Instrument du Grand Soir ou lieu d’apprentissage? Rennes, PUR, 2005.

Kaynak: Contretemps

Çev: Rıfat Hasret

L. Maitan: “Gramsci ile devrimci Marksizm çok geniş bir yakınlaşma vardır”

Bandiera Rossa No. 3, Nisan 1987’den Livio Maitan ile yapılan röportaj

Ölümünden elli yıl sonra PCI, güncel siyaseti meşrulaştırmak için onun figürüne ve çalışmalarına atıfta bulunmayı giderek daha zor buluyor. Livio Maitan ile röportaj.

Ölümünün 50. yıldönümü vesilesiyle Gramsci’nin anılması hakkında ne düşünüyorsunuz?

Belli ki değerlendirme yapmak için henüz çok erken. Bizi tehdit eden tonlarca basılı kâğıt arasından işçi hareketinin bu büyük figürünü anlamaya yarayacak ciddi bir şey çıkacak mı, yoksa bunun yerine Gramsci’yi güncel ideolojik ve siyasi, hatta propagandif ihtiyaçlar ışığında yeniden okuma eğilimi mi hâkim olacak, göreceğiz.

En azından PCI {İtalyan Komünist Partisi} söz konusu olduğunda, başlangıç hiç de iç açıcı değildi. Alessandro Natta’nın L’Unità’daki (18 Ocak) röportajına atıfta bulunuyorum; bu röportajda iktidarın fethi gibi hayati bir soruna ilişkin Gramscici ve Leninist anlayışlara en azından sıradan göndermeler vardı. 1950’lerde Quaderni‘nin Gramsci’sinin PCI’ın savaş sonrası neo-reformist stratejisini öngördüğünü gösterme eğiliminde olan bir Gramsci okumamız vardı. Şimdi Natta bu öngörüleri Ordine Nuovo‘nun bazı yazılarında bile bulduğunu iddia ediyor. Fanteziye mi hayran kalsam yoksa daha fazla sinirlensem mi bilemiyorum…

Ancak Natta, Gramsci’nin kavramlarının PCI’ın mevcut kavramları olmadığını da söylüyor.

Elbette. PCI liderleri ve entelektüelleri geçmişte olduğundan daha da fazla bir çelişkiden kaçamıyorlar. Bir dizi bariz nedenden ötürü Gramsci’yi haklı çıkarmaya devam etmeleri gerekiyor, ancak aynı anda hem var olmayan bir sürekliliği sic et özentisizliği yeniden teyit etmenin imkansızlığı nedeniyle hem de Gramsci’ye atıfta bulunmanın “Avrupa solu” ile ünlü entegrasyonla çelişkili görünmesini önlemek için kendilerine mesafe koymaları gerekiyor. Bu durum Natta’nın neden bir yandan utanmadan 1920 tarihli bir Gramsci metnini zorladığını, diğer yandan da açıkça “Gramsci’de bizim olmayan bir parti anlayışı vardır” dediğini ve Gramsci’yi “köktencilikle” damgaladığını açıklamaktadır. Sonuç olarak, Gramsci’nin düşüncesinin neden hala geçerli olduğunu bize açıklamak istediğinde, PCI sekreteri ya jenerikte kalıyor – belirsiz bir jenerik çünkü farklı yorumlara açık – (“Gramsci’den sosyalist geleneğin ve demokratik düşüncenin mirasçısı olma dürtüsü geliyor”) ya da en umutsuz banalliğe düşüyor (“Yenilikte daha fazla cesarete sahip olmak için Gramsci’ye bakıyoruz. Önemli olan onun yöntemidir: Etkilenen gerçekliği temel almak ve tüm doktrinerliğe karşı savaşmak”).

Natta, Mario Spinella’nın bir makalesinden alıntı yapacak olursak, ‘Gramsci’nin düşüncesi ile PCI’ın bugünkü net Avrupacı vurgusu arasında bir bağlantı olduğunu kuvvetle vurgulardı…’.

Spinella’nın noterellasını okudum (l’Unità, 22 Ocak tarihli Lombardiya eki). Gramsci’nin enternasyonalist perspektifi, Rusya’da meydana gelen devrimci kopuşun daha ileri bir gelişimi olarak sosyalist devrimin, terimin gebe anlamında, Avrupa düzeyine genişletilmesini gerektiriyordu. PCI, AET ve NATO’nun Avrupa’sı içindir, yani mevcut kapitalist sisteme tamamen gömülüdür. Herhangi bir paralellik grotesk bir mistifikasyondur ve Spinella gibi bir entelektüelin kendisini bu zemine yerleştirmesi şaşırtıcıdır.

Yani Gramsci ile mevcut PCI arasında bir süreklilik olmadığını mı düşünüyorsunuz?

Bana artık herhangi bir süreklilik olmadığı açık görünüyor. Livorno bölünmesinin bir hata olduğu, Lenin ve Üçüncü Enternasyonal tarafından sosyal demokrasinin mahkum edilmesinin bir hata olduğu, devrimin artık mümkün olmadığı iddia edilebilir. – Bu tezi açıkça reddediyoruz – ama en büyük hayal gücüyle bile Natta’nın PCI’ı ile Gramsci’nin zamanındaki PCI arasında gerçek bir bağ kurulamaz. Daha da ileri gideceğim: Natta’nın artık kabul edemeyeceği şey Togliatti’nin kendisinin önemli bir kısmıdır. Örneğin, Togliatti’nin Ocak 1958’de Gramsci çalışmaları konferansında sunduğu rapor birçok önemli açıdan yeniden okunur ve yakın dönemde PCI militanları tarafından Gramsci üzerine yazılanlarla karşılaştırılırsa, partinin burjuva toplumunun sosyo-ekonomik ve kurumsal dokusuyla giderek daha organik bir şekilde bütünleştiği otuz yıllık bir dönemde izlediği tüm yol ölçülebilir.

Natta, Quaderni’yi yayınlama kararından dolayı Togliatti’yi över.

Togliatti’yi tamamen bir kenara atamayacağı açıktır. Ancak Natta, bu sözde erdem konusunda, Togliatti’nin Quaderni’yi yayınlamak için çok acele etmediğini, Gramsci’nin Ordine Nuovo‘daki yazılarının ancak 1954’te, yani Faşizmin çöküşünden yaklaşık on yıl sonra yeniden yayınlandığını ve ilk baskıların utanç verici bir sansür içerdiğini unutmuş görünüyor. Bunun dışında, söylenmeden geçilen bir ‘seçim’ neden değerli olsun ki? Gramsci gibi bir adamın eserinin partiden, işçi hareketinden ve herkesten saklanması düşünülebilir miydi?

Ya Berlinguer?

Berlinguer PCI’ın mevcut gelişimine büyük katkıda bulunmuştur. Ancak Berlinguer, sosyal demokrasi karşısında komünist kimliği kendi tarzında da olsa yeniden teyit etmekle ilgilenmeye devam ederken, Natta, Napolitano, Occhetto vb. bu kimliği zayıflatmak ve sulandırmakla, farklılıklardan çok yakınlaşmaları öne çıkarmakla ilgilenmişlerdir.

Gramsci’de Troçki’nin pozisyonlarını eleştiren pasajlara defalarca rastlanır ve Natta’nın da hatırlattığı gibi, Ekim 1926’da PCUS merkez komitesine yazdığı ünlü mektupta özellikle muhalifleri eleştirir.

Bu konudaki görüşlerimi daha 1958 Gramsci konferansında dile getirmiştim. Şu anda üzerinde çalıştığım genel bir Gramsci değerlendirmesinde bu konuya tekrar döneceğim. Gramsci’nin polemiğinin büyük ölçüde, hakkında sadece çok kısmi bir bilgiye sahip olduğu Troçki’nin gerçek konumlarıyla ilgili olmadığına inanıyorum. Bununla birlikte, Gramsci’nin eleştirisinin yaklaşımı ve üslubu ile KP ve bürokratlaşmış Enternasyonal tarafından Togliatti’nin aktif katılımıyla yürütülen karalama ve yok etme kampanyasının yaklaşımı ve üslubu arasında bir uçurum olduğunu vurgulamak gerekir. Öte yandan, Gramsci aynı fikirde olmamakla birlikte, Muhalefetin bazı kaygılarının temelini kabul etmiştir. Diğer şeylerin yanı sıra, Stalinist yönetici gruba oportünist bir uyum sağlama tavrını çoktan benimsemiş olan Togliatti’nin, PCI’nin 1964’e kadar yayınlamadığı 1926 tarihli mektubu esas olarak kendi iradesiyle reddetmesi önemlidir.

Bu vesileyle bir hususu belirtmek isterim: SBKP MK’sına yazılan mektup İtalya’da ilk kez Bandiera rossa tarafından Ocak 1956’da, yani PCI’ın yayınlamasından sekiz yıl önce yayınlanmıştır. Giuseppe Fiori, Vita di Antonio Gramsci adlı değerli eserinde, Fransa’da Tasca tarafından yapılan yayından haklı olarak bahsettikten sonra, yanlışlıkla İtalya’da ilk yayının Eugenio Reale’nin Corrispondenza socialista adlı dergisinde yapıldığını ve bu derginin mektubu aslında Aralık 1958’de, yani Bandiera rossa’dan sonra yayınladığını öne sürmektedir.

Gramsci’nin 1930’ların başındaki pozisyonları hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bu konuda tartışılacak çok az şey vardır. En Togliatti yanlısı tarihçiler bile Gramsci’nin o dönemde Komünist Parti’nin ve PCI’nin politikasına yönelik Sol Muhalefet’in eleştirisiyle aynı yönde eleştirel yargılar dile getirdiğini kabul etmek zorunda kalmıştır. Gramsci’nin Troçki’nin pozisyonları hakkında ne ölçüde bilgi sahibi olduğunu söylemek zordur. Her halükarda Gramsci, Togliatti ve arkadaşlarının dayattığı sekter ve maceracı dönüşe karşı olan “üçlünün”, yani PCI liderlerinin, daha sonra Troçkist militanların, Tresso, Leonetti ve Ravazzoli’nin aldığı pozisyonlarla özünde hemfikirdi.

Sizce birden fazla Gramsci olduğu söylenebilir mi?

Hazırladığım makalede, bana oldukça açık görünen bir seçime göre dört dönemi inceliyorum: 1919-1922 yıllarının Gramsci’si, yani Ordine Nuovo ve İtalya komünist partisinin kuruluş dönemi; Lyon Tezleri’nin, Güney sorunu üzerine notların ve SBKP MK’sına mektubun yazarı olan, faşizmin gelişi ile tutuklanması arasındaki dönemin Gramsci’si; hapishanede “dönüşü” eleştiren Gramsci; Quaderni‘nin Gramsci’si. Farklılıklar olduğu tartışmaya açıktır ve bize öyle geliyor ki, özellikle Gramsci’nin Bolşevikleşme olarak adlandırılan ve gerçekte komünist partilerin bürokratikleşmesinin bir başlangıcı olan süreçteki tutumu eleştirel bir değerlendirmeyi hak etmektedir. Ancak genel olarak ve temel konularda, yalnızca düşüncesinin ilerleyen olgunlaşmasından değil, aynı zamanda farklı durumlardan ve kişisel olarak İtalyan ve uluslararası işçi hareketine yapabileceği katkıya ilişkin farklı seçimlerden kaynaklanan farklılıkların ötesinde, yalnızca bir Gramsci olduğunu düşünüyorum.

Genel bir değerlendirme yapabilir misiniz?

Biraz telgraf gibi: temel sorularda – Marksizme bütünüyle bağlılık, kapitalist toplumun radikal eleştirisi, devletin doğası, devrimci bir kopuş perspektifinde işçi hareketinin stratejisi, parti anlayışı, geçiş toplumu üzerine düşünceler, işçi hareketinin tarihsel hedefleri – Gramsci’de değişmeyen organik bir vizyon vardır. Bence tüm bu temel noktalarda Gramsci ile devrimci Marksizm arasında tam bir çakışma olmasa da çok geniş bir yakınlaşma vardır.

Gramsci’nin Troçki’ye yönelik eleştirilerini unutuyor ya da hafife mi alıyorsunuz?

Gramsci’nin Sol Muhalefet’in yanında yer almadığından daha önce bahsetmiştim. Bazı sayfalarda Stalin’in yaklaşımını idealize etmeden haklı çıkarır gibi görünmektedir. Ancak kendimize sormamız gereken soru şudur: yüzyılın başından günümüze kadar uluslararası işçi hareketinin çeşitli akımlarını – klasik reformizm, Kautskizm, Luxemburgizm, Avusturya Marksizmi, 1930’ların merkezciliği, Titoizm, Maoizm, Castroculuk ya da Guevarizm, Avrokomünizm, neo-reformizm, Troçkizm ya da devrimci Marksizm – göz önünde bulundurursak, Gramsci bu akımlardan hangisine en çok yakınlık duymaktadır?

Cevap çok açık. Antonio Gramsci’nin mirasına sahip çıkabilecek ve çıkmak zorunda olan her şeyden önce biz devrimci Marksistleriz.

Çeviri: İmdat Freni