İmdat Freni

admin

İsrail’i Derhal Durdurun! – IV. Enternasyonal

İsrail’in İran’a yönelik eşi benzeri görülmemiş saldırısı, son 20 aydır Filistin’de canlı yayında sürdürdüğü soykırım karşısında kendisine tanınan dokunulmazlığın doğrudan bir sonucudur.

“Kendini savunma hakkı” bahanesiyle hareket eden İsrail, uzun süredir izlediği Filistin’i imha politikasını açık bir soykırıma dönüştürmüş durumda. Şimdi de bu saldırganlığı İran’ı bombalayarak daha da genişletiyor. Üstelik bunu, sözde bir nükleer tehdide karşı kendini savunduğunu iddia ederek yapıyor. Oysa İsrail’in kendisi, ne Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’na taraf ne de elindeki nükleer silahlar için uluslararası bir denetime tabi.
İsrail’in bu dokunulmazlığı, başta ABD olmak üzere onu silahlandıran, finanse eden ve siyasi olarak koruyan hükümetler sayesinde mümkün oluyor. ABD, İran’a yönelik bu saldırının İsrail tarafından tek taraflı gerçekleştirildiğinin altını çizerek kendi sorumluluğunu inkâr etti. Ancak saldırıda kullanılan silahların başlıca tedarikçisi yine kendisi. İsrail’e silah sağlayan ve onu koruyan diğer hükümetlerle birlikte ABD de, bu saldırganlığın bölgeye yayılmasında açıkça suç ortağıdır. Hepsi bu vahşetin ortaklarıdır.
İsrail’in bu saldırgan politikası sadece sivil yaşamları değil; aynı zamanda İran halkının baskıcı rejime karşı yıllardır sürdürdüğü cesur direnişi de tehdit ediyor. Bu direnişin son simgesi, “Kadın, Yaşam, Özgürlük” hareketiydi. Tarih açıkça gösterir ki Demokrasiye giden yol savaşın gölgesinde çizilemez
İran halkının yanındayız – hem diktatörlüğe karşı verdikleri cesur direnişte hem de dış müdahaleye ve askeri saldırılara karşı yaşama haklarında. İsrail’in İran’a yönelik saldırısını kınıyor ve uluslararası kamuoyunu, bölgedeki bu pervasız tırmanışı durdurmak için baskı yapmaya çağırıyoruz.

Acil taleplerimiz:

  • İran’a dokunma!
  • Bölgedeki tırmanıya derhâl son verilsin!
  • İran’daki siyasi tutsaklarla ve insan hakları savunucularıyla dayanışma ve rejimin daha fazla baskı uygulamasına karşı teyakkuz!

Aylardır sürdürdüğümüz diğer taleplerimiz:

  • İsrail’e derhal yaptırım uygulansın!
  • İsrail’le tüm silah ticareti hemen durdurulsun!
  • Filistin’deki soykırımı durdurmak için dünya çapında seferberlik!

Dördüncü Enternasyonal Yürütme Bürosu
13 Haziran 2025

Görsel: Majid Saeedi/Getty Images Europe

Gazze Halkına Merhamet! Hamas’ın Stratejisi ve Karşı Karşıya Olduğu Seçenekler Üzerine Bir Tartışma-Gilbert Achcar

Hamas ile Siyonist devlet arasında Amerikan ve Arap sponsorluğunda yapılan görüşmelerde son günlerde, İslami hareketin 70 günlük ateşkesi reddetmesinin ardından, ABD elçisi Steve Witkoff tarafından önerilen ve Benjamin Netanyahu tarafından kabul edilen karşılıklı tutuklu serbest bırakma ve insani yardım girişini içeren müzakerelerde tanık olduğumuz şey, aslında geçen yılın başından beri tanık olduğumuz şeyin bir tekrarıdır. Yakın bir anlaşma haberi yayıldıktan sonra, Hamas, İsrail ordusunun Gazze Şeridi’nden çekilmesini ve savaşın kalıcı olarak durdurulmasını öngörmediği için planı reddettiğini duyurdu. Bunlar, Hamas’ın geçen yılın baharında elde ettiğini duyurduğu koşullarla aynıdır. Gazzeliler, bunun bir hayal ürünü olduğu anlaşılana kadar o zaman bu iyi haberi kutladılar. Bir yıldan fazla bir süre önce hareketin o zaman duyurduğu şeyi “Hamas ve Netanyahu Arasında Yalancı Pokeri” başlığı altında yorumlamıştım.

Okuyuculardan aşağıdaki iki alıntının uzunluğu için özür dilemeliyim, ancak amaçları oldukça açık. Bunlar, durumun geçen yılın başından beri aynı kaldığını, ancak önemli bir farkla gösteriyor: Gazze halkına yönelik soykırım saldırısının kurbanlarının sayısı durdurulamaz bir şekilde artmaya devam ediyor ve Siyonistlerin Gazze Şeridi’ni yok etmesi ve nüfusunu azaltması (“etnik temizlik”) geri döndürülemez bir durum yaratma amacıyla son derece tehlikeli bir hızla devam ediyor. Yukarıda belirtilen makaleden alınan aşağıdaki uzun alıntı, bugün sanki mevcut durum hakkında bir yorummuş gibi okunuyor ve Joe Biden’ın yerine Donald Trump’ı ve Anthony Blinken’ın yerine Steve Witkoff’u koyuyor:

“Hamas’ın Gazze’deki ikinci lideri Halil el-Hayya’nın hareketin neleri kabul ettiğini açıklayan açıklaması, hayalperest düşünce dışında bir anlaşmaya varılacağına dair hiçbir umut bırakmıyordu. Siyonist devlet hareketin resmi yorumunu kabul etseydi, bu sadece ezici bir yenilginin kabulü olurdu. Hamas tarafından kabul edilen öneri, el-Hayya’ya göre yalnızca iki taraf arasında geçici bir ateşkes ve esir değişimi değil, aynı zamanda düşmanlıkların kalıcı olarak durdurulması, İsrail ordusunun Gazze Şeridi’nden tamamen çekilmesi ve hatta bölgeye uygulanan ablukanın sona erdirilmesini de içeren üç aşamayı içeriyordu […] Siyonist devletin böyle koşulları asla kabul edemeyeceği açıktır ve Hamas, ilan ettiği pozisyonun bir ateşkese yol açacağına inanacak kadar saf veya hayalperest düşünceye yatkın değildir.

Bu, duyurunun aslında iki amacı olduğunu gösteriyor: İkincil amaç, Hamas’ı Gazze halkının suçlamasından korumaktı. Gazze halkı, nefes alabilmek, yeniden bir araya gelebilmek, ölülerini gömebilmek ve yaralarını iyileştirebilmek için yardım akışının hızlandırılmasıyla birlikte bir ateşkese acilen ihtiyaç duyuyordu. Bu nedenle, uzun bir bekleyişin ardından hareket onlara ateşkesi kabul ettiğini ancak bunu reddedenin İsrail olduğunu söylüyor. Duyurunun diğer, birincil amacı Hamas ve Benjamin Netanyahu arasında devam eden poker oyunuyla ilgili.

İkincisinin İsrail iç siyasetinde iki ateş arasında kaldığı biliniyor: Gazze’de tutuklu bulunan İsraillilerin, doğal olarak ilk ve en önemlisi tutukluların ailelerinin serbest bırakılmasına öncelik verilmesi çağrısında bulunanlar ve herhangi bir ateşkesi reddeden ve Siyonist aşırı sağın en aşırı bakanları tarafından yönetilen, savaşın kesintisiz devam etmesinde ısrar edenler. Ancak Netanyahu üzerindeki en büyük baskı, birkaç haftalık “insani” ateşkes arayışında İsrailli tutukluların ailelerinin istekleriyle aynı çizgide olan Washington’dan geliyor ve bu da Biden yönetiminin, İsrail’in soykırım savaşında tam sorumlu bir ortak olduktan ve olmaya devam ederken, İsrail’in ABD askeri desteği olmadan yürütemeyeceği bir savaştan sonra, barış için istekli olduğunu ve sivillerin kaderi konusunda endişeli olduğunu iddia etmesine olanak tanıyor.

Netanyahu, birkaç hafta sürecek bir ateşkesi ve Washington’ın Dışişleri Bakanı’nın ifadesiyle “son derece cömert” olarak gördüğü bir esir değişiminin şartlarını taktiksel olarak kabul ederek utançtan kaçınmaya karar verdi. Bu birkaç gün önceydi ve Antony Blinken, topun artık Hamas’ın sahasında olduğunu ve teklifi reddederse savaşı sürdürme sorumluluğunun tamamen Hamas’a ait olacağını ekledi. Bu, hem Gazze halkının hem de uluslararası kamuoyunun gözünde İslami hareket için utanç vericiydi çünkü Siyonist hükümetin Gazze Şeridi’ndeki askeri işgalini tamamlamaya kararlı olduğunu çok iyi biliyorlardı.

Böylece Hamas, Netanyahu’ya karşı bir manevrayla karşılık verdi ve büyük bir medya tantanasıyla Netanyahu’nun kabul ettiğinden çok farklı bir öneriye dayanan bir ateşkesi kabul ettiğini duyurdu, böylece teklifi reddedeceğini bilerek topu tekrar kendi sahasına attı. Ancak bu oyun tehlikelidir, çünkü Siyonist iktidar elitinin tüm fraksiyonları böyle bir öneriyi reddetmesini paylaştığı için Netanyahu’yu gerçekten utandırmadı. Aksine, Gazze işgalini tamamlama konusunda Siyonist fikir birliğini güçlendirdi… ( Al-Quds al-Arabi , 7 Mayıs 2024 – Arapça “Hamas ve Netanyahu Arasında Yalancı Poker”den alıntı sonu.)

Ancak bir yıl önceki durumla şu anki durum arasındaki benzerlik, işlerin ciddi şekilde kötüleştiği gerçeğini gizlemiyor. Bunu iki ay önce şöyle vurgulamıştım:

“Donald Trump’ın ikinci başkanlık dönemi zaferi, Netanyahu’nun umduğu şeyi başarmasını sağladı, ancak Amerika Birleşik Devletleri’nin yeşil ışığı olmadan başaramayacağı bir şeydi […] Trump’ın desteğiyle, Netanyahu artık baskının yönünü değiştirdi: Hamas rehinelerini İsrail’den kademeli serbest bırakma karşılığında tavizler koparmak için bir kaldıraç olarak kullanmak yerine, Netanyahu Gazze Şeridi’ni yeniden işgal etti ve tüm sakinlerini rehin aldı. Şimdi Hamas’ı, hareket teslim olmazsa, tüm esirlerini serbest bırakmaz ve Gazze Şeridi’ni terk etmezse binlerce Gazzeliyi öldürmeye ve çoğunu yerinden etmeye devam etmekle tehdit ediyor.

Gazze halkı şimdi iki olasılıkla karşı karşıya, üçüncüsü görünmüyor: Ya Siyonist rejim, Netanyahu’nun Siyonist aşırı sağdaki müttefiklerinin savunduğu gibi, Gazze Şeridi’nin ilhakıyla birlikte yeni bir “etnik temizlik” gerçekleştirerek 1948 Nakba’sını tamamlama planına devam edecek; ya da Arap devletlerinin arabuluculuğunda varılan anlaşmaya varılacak ve bu anlaşma, Hamas liderleri ve savaşçıları ile müttefiklerinin Gazze’den ayrılmasını, tıpkı 1982’de Filistin Kurtuluş Örgütü liderleri ve savaşçılarının Beyrut’tan ayrılması gibi, Arap güçlerinin desteğiyle Ramallah’taki Filistin Yönetimi tarafından yerlerine geçilmesini öngörüyor. Hamas’ın ilk senaryoda, yani etnik temizlik senaryosunda söz hakkı yok, ancak ikinci senaryoyu müzakere edebilir ve kendi şartlarını belirleyebilir.

Bunun ötesinde, Hamas’ın sunabileceği başka hangi seçenek var? Hareketten duyduğumuz tek alternatif strateji, sözcülerinden biri olan Sami Ebu Zuhri tarafından dile getirilen stratejidir […] Nüfus yerinden etme projesine karşı şu şekilde mücadele çağrısında bulundu: “Katliamları ve kıtlığı bir araya getiren bu şeytani plan karşısında, dünyanın herhangi bir yerinde silah taşıyabilen herkes harekete geçmelidir. Herhangi bir patlayıcı cihaz, mermi, bıçak veya taş kullanın. Herkes sessizliğini bozsun. Gazze katledilirken ve aç bırakılırken Amerika ve Siyonist işgalin çıkarları güvende kalırsa hepimiz günahkârız.” Bu savaş vizyonu, Muhammed Deif’in El-Aksa Harekatı sabahı yaptığı çağrının bir tekrarıdır: “Bugün, bugün, tüfeği olan herkes onu çıkarmalı, çünkü zamanı geldi. Ve tüfeği olmayanlar, pala, balta veya Molotof kokteyli, kamyonu, buldozeri veya arabasıyla dışarı çıkmalı […] Dünyadaki son işgale ve son apartheid sistemine son verecek olan büyük isyanın günü geldi.”

Böyle bir çağrıya bahis oynamanın saf bir hayal olduğu kısa sürede anlaşıldı, zira işgal altındaki Batı Şeria’da bile kayda değer hiçbir şey olmadı, 1948 toprakları ve Arap dünyası bir yana. Peki, Gazze halkının katlandığı tüm soykırım ve yıkımdan sonra, aynı çağrının bugün başarı şansı nedir? Gazze Şeridi dışından bu çağrıyı destekleyen ve Ebu Zuhri’nin önerdiği gibi ellerine geçirebildikleri herhangi bir “patlayıcı cihaz, kurşun, bıçak veya taş” ile uygulamayanlar ise, uzaktan sözlü olarak son Gazze’ye kadar savaşmaya kışkırtan ikiyüzlülerden başka bir şey değiller. Gerçek şu ki Hamas bugün Gazze üzerindeki kontrolünü bırakmakla (Gazze Şeridi halkının güvenliğini ve hayatta kalmasını sağlamak için şartları müzakere edebileceği) veya silahlar ve illüzyonlar yoluyla kurtuluş stratejisini izlemek arasında bir seçimle karşı karşıya. İkincisi, yani illüzyonlar arasında, İslami hareketin kesinlikle ilkinden çok daha fazlasına sahip. Ancak hareketin liderleri arasında burada anlatılan ikileme nasıl yaklaşılacağı konusunda süregelen bir tartışma var gibi görünüyor. (Alıntının sonu “Gazze ve Süleyman’ın Hikmeti”, El-Kuds el-Arabi , 1 Nisan 2025 – Arapça.)

Not 1: Ebu Zuhri (Katar’da yaşıyor) Mayıs ortasında bir televizyon röportajında ​​”Bugün, biz ve halkımız on beş ay dayanmayı başardıktan sonra, savaşın adaletinden daha eminiz” demesi ve “yıkılan evler yeniden inşa edilecek ve kadınlarımızın rahimleri şehit olanlardan çok daha fazla çocuk doğuracak” açıklaması nedeniyle son zamanlarda -özellikle Gazze’de- yaygın bir kınamayla karşı karşıya kaldı.

2: Devam eden soykırım ve Hamas’ın stratejisi hakkında derinlemesine bir tartışma için en son kitabımı inceleyin: Gazze Felaketi-Soykırımı Tarihsel Perspektifden Okumak (Ayrıntı Yayınları) 

10 Haziran 2025

Kaynak: Gilbert Achcar. Blog yazısı [Mediapart] 4 Haziran 2025:
https://blogs.mediapart.fr/gilbert-achcar/blog/040625/pitie-pour-le-peuple-de-gaza

Çeviri: İmdat Freni Çeviri Kolektifi

Ekososyalizm ve/veya Küçülme – Michael Löwy

Ekososyalizm ve küçülme hareketi ekolojik solun en önemli akımları arasında yer alıyor. Ekososyalistler, üretim ve tüketimde belirgin miktarda bir küçülmenin ekolojik yıkımdan kurtulmak için gerekli olduğunda mutabıklar. Fakat bu küçülme teorileri eleştiriliyor, zira “küçülme” kavramı,

  • alternatif bir programı tanımlamada yetersiz kalıyor,
  • küçülmenin kapitalist sistemde gerçekleştirilip gerçekleştirilemeyeceği meselesini netleştirmiyor,
  • azaltılması gereken faaliyetlerle geliştirilmesi gerekenleri birbirinden ayırmıyor.

Bilhassa Fransa’da etkin olan küçülme akımının homojen olmadığını dikkate almak önemli. Tüketim toplumu eleştirmenleri Henri Lefebvre, Guy Debord, Jean Baudrillard ile “teknik sistem”in eleştirmeni Jacques Ellul’den ilham alan bu akım, farklı siyasi görüşler ihtiva ediyor. Bunların içinde, karşıt demesek de birbirine oldukça uzak en az iki kutup var: bir tarafta, kültürel göreceliliğin (Serge Latouche) cezbettiği Batı Kültürü eleştirileri, diğer tarafta, evrenselci sol ekolojistler (Vincent Cheynet, Paul Ariés).

Tüm dünyada tanınan Serge Latouche en çok tartışılan Fransız küçülme teorisyenlerinden birisi. Onun bazı savları kesinlikle yerinde: “sürdürülebilir kalkınma” efsanesinin gizemini ortadan kaldırma, büyüme ve “ilerleme” dinin eleştirisi, kültür devrimi çağrısı. Ancak kendisinin, kültürel göreceliliği (evrensel değer yoktur) ve Taş Devri’ni aşırı kutsamasının yanı sıra Batı hümanizması, Aydınlanma ve temsili demokrasiyi tümüyle reddedişi eleştiriye oldukça açık. Fakat daha kötüsü de var. Küresel Güney ülkeleri için ekososyalist gelişim önerilerine —daha fazla temiz su, okul ve hastane — getirdiği “etnomerkezci,” “Batılılaştırıcı” ve “yerel hayat tarzını yok edici” şeklindeki eleştirileri gerçekten tahammülleri zorluyor.

Son fakat önemli bir nokta da onun, kapitalizm hakkında daha fazla konuşma gereği bulunmadığı zira bu eleştirinin “Marx tarafından çoktan ve layıkıyla yapıldığı” şeklindeki savının ciddi olmamayışı. Bu, sanki gezegenin üretimci[prodüktivist] anlayış tarafından yok edildiğini ifşa etmeye gerek yokmuş çünkü bu zaten yapılmış ve André Gorz (veya Rachel Carson) tarafından “layıkıyla yapılmış” demek gibi bir şey.

Bazı teorisyenleri (Vincent Cheynet, Paul Ariès) Fransız “cumhuriyetçiliğini” eleştirilebilecek olsa da, Fransa’da La Décroissance (Küçülme) dergisince temsil edilen evrenselci akım Sol’a daha yakın. Küçülme hareketinin ikinci kutbu, ilkinin aksine, zaman zaman tartışmalar yaşansa da, Küresel Adalet hareketleri (ATTAC), ekososyalistler ve radikal sol partilerle pek çok noktada birleşiyor: ücretsiz olanakların genişletilmesi [mal, hizmet veya ücretsiz tesis kullanımı], kullanım değerinin mübadele değerinin önüne geçmesi, çalışma saatlerinin düşürülmesi, toplumsal eşitsizliklerle mücadele, “piyasa dışı” faaliyetlerin geliştirilmesi, üretimin toplumsal ihtiyaca ve çevrenin korunmasına yönelik olarak yeniden düzenlenmesi.

Küçülme teorisyenlerinden pek çoğu, üretimciliğin [prodüktivizmin] tek alternatifinin büyümeyi tümüyle durdurmak ya da yerine negatif büyümeyi koymak olduğuna, başka bir deyişle, nüfusun aşırı miktardaki tüketiminin azaltılması, müstakil konutlar, merkezi ısıtma, çamaşır makinesi vb. şeylerden feragat etmeleri suretiyle harcadıkları enerjiyi sert bir biçimde yarıya düşürmek olduğuna inanıyor. Bu ve benzeri acımasız tasarruf tedbirlerinden bazıları, bunların halk tarafından hoş karşılanmama riski bulunduğundan dolayı—çok önemli bir yazar olan Hans Jonas dahil olmak üzere (Sorumluluk İlkesi kitabında yazdıklarıyla) — bir çeşit “ekolojik diktatörlük” fikrini değerlendiriyor.

Bu karamsar görüşler karşısında, sosyalist iyimserler teknik ilerleme ve yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımının sınırsız büyüme ve bolluğa imkân tanıyacağına ve böylece her bir bireyin “ihtiyacına göre” bunlardan faydalanabileceğine inanıyor.

Bana öyle geliyor ki her iki ekol de “büyüme”nin (pozitif ya da negatif) veya üretim güçlerin gelişiminin safi niceliksel bir anlayışına sahip. Ancak bana daha uygun gelen üçüncü bir görüş var: kalkınmanın niteliksel bir dönüşümü. Bu ise kapitalizmin büyük ölçekli işe yaramaz ve/veya zararlı ürün üretimine dayanan canavarca kaynak israfına son vermek anlamına geliyor: Silah sanayi buna iyi bir örnek fakat kapitalizm içinde üretilen bizatihi değersiz “malların” büyük bir kısmı büyük şirketlere kar getirmekten başka bir fayda sağlamıyor.

Mesele soyut bir “aşırı tüketim” değil, gösteriş için kazanç elde etme, muazzam israf, ticari yabancılaşma, takıntılı mal yığma ve “moda”nın sözde yeni diye dayattığı malları satın almadan duramama dürtüsüne dayanan yaygın tüketim tarzı esas meseledir. Yeni toplum ise üretimin yönünü “fi tarihinden beri” var olan —su, gıda, giyinme, barınma gibi— hakiki ihtiyaçların ve de sağlık, eğitim, ulaşım, kültür gibi temel hizmetlerin teminine doğru çevirecek.

Peki, hakiki olanı yapay, uydurma ve geçici olan ihtiyaçlardan nasıl ayırt edeceğiz? Bu son söylediklerim zihinle oynanarak yani reklamlarla telkin edilenler. Reklamcılık düzeni modern kapitalist toplumlarda insan hayatının her alanını istila etmiş durumda; yalnızca gıda ve giyim değil aynı zamanda spor, kültür, din ve siyaset de onun kurallarına göre şekil alıyor. Sokaklarımızı, posta kutularımızı, televizyon ekranlarımızı, gazetelerimizi ve peyzajlarımızı temelli, saldırgan ve sinsi bir biçimde istila ederek ihtiyaç dışı ve dürtüsel tüketim alışkanlıklarını besliyor. Dahası, petrol, elektrik, emek süresi, kâğıt, kimyasal ve başka hammaddeleri —ki bedelini tüketici ödüyor— sadece işe yaramaz olmakla kalmayıp insani açıdan gerçek toplumsal ihtiyaçlarla doğrudan çelişen bir “üretim” dalı içinde astronomik ölçüde israf ediyor.

Reklamın, kapitalist piyasa ekonomisinin vazgeçilmez bir parçası olduğu için sosyalizme geçiş toplumu içinde yeri yoktur. Onun yerine burada tüketici dernekleri mal ve hizmetlere dair bilgi vermektedir. Hakiki ihtiyacı yapay olandan ayıran ölçüt ise reklam ortadan kaldırıldıktan sonra, o ihtiyacın devam edip etmeyeceğidir (örneğin Coca Cola!). Elbette ki eski tüketim alışkanlıkları bir süre devam edecektir ve insanlara ihtiyaçlarının ne olduğunu söylemeye kimsenin hakkı yoktur. Tüketim davranışındaki değişim eğitsel bir mücadele olduğu kadar tarihsel bir süreçtir de.

Bazı metalar, mesela binek otomobil, daha karmaşık sorunlara yol açıyor. Özel araçlar tüm dünyada toplumun başına bela; her yıl binlerce insanı öldürüyor ya da sakat bırakıyor, büyük şehirlerde havayı kirletiyor, çocuk ve yaşlı sağlığı üzerinde vahim sonuçlara yol açıyor ve iklim değişikliği üzerindeki payı da oldukça büyük. Ne var ki bu araçlar gerçek bir ihtiyaca cevap veriyor; insanları işlerine, evlerine ya da eğlenmeye götürüyor. Ekolojik bakış açısına sahip yöneticileri olan bazı Avrupa şehirlerindeki yerel tecrübeler bunun mümkün olabildiğini ve tedavüldeki bireysel araç sayısının kademe kademe kısıtlanarak otobüs ve tramvayın artırılmasına nüfusun çoğunun onay verdiğini gösteriyor.

Ekososyalizme geçiş sürecinde, yer üstü veya altında bulunan toplu taşıma oldukça geniş kapsamlı ve kullanıcılara ücretsiz olacak, yaya ve bisikletliler için korumalı şeritler olacak ve özel araçların rolü, ısrarcı ve mütecaviz reklamlar neticesinde içinde bir prestij göstergesi, kimlik sembolü, fetişleşmiş bir metaya dönüştükleri burjuva toplumundakinden çok daha küçük olacak. ABD’de sürücü ehliyeti resmi bir kimliktir – ve araba da kişisel, toplumsal ve aşk hayatının merkezidir.

Yeni topluma geçişte malların tırlarla nakliyesini – ki korkunç kazalara ve yüksek oranda kirliliğe sebebiyet veriyorlar- ciddi biçimde azaltmak, onun yerine trenle nakliye veya Fransızların ferroutage dediği (bir kentten başka kente trenler tarafından taşınan tırlar) çok daha kolay olacaktır; tır sistemin tehlikeli büyümesi ancak saçma kapitalist rekabetçi mantık ile izah edilebilir.

Karamsarlar, peki fakat bireylerin denetlenmesi, kontrol edilmesi, müdahil olunması ve gerekirse de bastırılması gereken sonsuz sayıda arzu ve emelleri var ve bu durum demokraside bazı sınırların olmasını gerektirebilir, diyecekler. Şu anda ekososyalizm zaten Marx’ta bile mevcut olan bir iddiaya dayanıyor: sınıfların olmadığı, kapitalist yabancılaşmadan kurtulmuş bir toplumda “sahip olma”nın “var olma” üstünde hakimiyet kurmaması, yani, kişinin sonsuz sayıda mülkiyet edinme arzusu duymaktan ziyade kültürel, sportif, bilimsel, eğlenceli, erotik, sanatsal ve siyasi faaliyetler gibi kişisel gelişim için vakit ayırması anlayışının hakim olması.

Karşı konulamaz satın alma güdü, kapitalist sistemde içkin olan meta fetişizminin, hâkim ideoloji ve reklamın bir sonucu. Gerici söylemin inanmamızı istediğinin aksine bunun “ebedi insan doğası”nın bir parçası olduğunu kanıtlayacak hiçbir şey yok.

Ernest Mandel’in vurguladığı üzere “sürekli olarak gittikçe daha çok mal biriktirme (azalan “marjinal fayda”yla beraber) hiçbir şekilde evrensel ve baskın insan davranışı değildir. Yetenek ve yatkınlıkların gelişimi, sağlık ve yaşamın muhafazası, çocuklarla ilgilenme, zengin toplumsal ilişkilerin gelişmesi… Bütün bunlar temel maddi ihtiyaçlar karşılandığında büyük motivasyonlar haline gelir.”

Bu durum tartışmaların ortaya çıkmayacağı anlamına gelmiyor; bilhassa da geçiş döneminde, çevrenin korunması ile toplumsal ihtiyaçların gerektirdiği şeyler arasında, özellikle yoksul ülkelerde, ekolojik zorunluluklarla temel altyapıların geliştirilmesi gerekliliği arasında, halkın tüketim alışkanlıklarıyla kaynakların azlığı arasında pekala olacaktır. Bu tip çelişkiler kaçınılmaz olacak: sermayenin baskısından ve kar elde etme mecburiyetinden kurtulmuş ekososyalist bakış açısıyla, bunları çoğulcu ve açık tartışmalar yoluyla halkın kendi kararını kendisinin almasını sağlayarak çözmek demokratik planlamanın görevidir. Hata yapmayı engellemese de, halkın ortaklaşa bir şekilde bu hataları düzeltmesine izin veren böylesine tabandan ve katılımcı demokrasi tek yoldur.

Ekososyalistler ve küçülme hareketi arasındaki ilişki ne olabilir? Anlaşmazlıklara rağmen ortak hedefler etrafında etkin bir işbirliği sağlanabilir mi? Birkaç yıl önce yayımlanan bir kitapta [La décroissance est –elle souhaitable? (Küçülme arzu edilebilir midir?)] Fransız ekolojist Stéphane Lavignotte böyle bir birliktelik öneriyor. İki görüş arasında çok sayıda tartışmalı mesele olduğunun farkında. Toplumsal sınıf ilişkileri ve eşitsizlikle mücadeleyi veya üretimci güçlerin sınırsız büyümesini telin etmeyi öne çıkarmak gerekiyor mu? Hangisi daha önemli; bireysel girişimler, yerel tecrübeler, yalın gönüllülük ya da üretim aygıtını ve kapitalist “megamakine”yi değiştirmek mi?

Lavignotte seçim yapmayı reddederek bu iki tamamlayıcı uygulamayı birleştirmeyi öneriyor. Ona göre, buradaki zorluk çoğunluğun, yani sermaye sahibi olmayanların, ekolojik sınıf çıkarları için mücadelesini radikal kültürel dönüşüm için aktif azınlıkların siyasetiyle bir araya getirmek. Başka bir deyişle, kaçınılmaz olan anlaşmazlıkları gizlemeden gezegendeki hayatın ve bilhassa insanlığın sürdürülmesinin kapitalizm ve üretimcilikle çatıştığını ve bu nedenle de bu yıkıcı ve insanlıkdışı düzenden çıkışın yolunun aranmasını idrak etmiş bütün bu unsurlardan bir “siyasi bileşke” oluşturabilmek.

Bir ekososyalist ve Dördüncü Enternasyonal’ın bir üyesi olarak bu görüşü paylaşıyorum. Kapitalizm karşıtı ekolojinin tüm çeşitleri olarak bir araya gelmek mevcut uygarlığın intihara götüren gidişatını durdurmada – çok geç olmadan – acil ve zaruri vazifenin önemli bir adımıdır.

Bu yazı Selda Şen tarafından tercüme edilmiş ve ilk olarak El Yazmaları sitesinde yayımlanmıştır. Orijinali için https://www.letusrise.ie/rupture-articles/2wl71srdonxrbgxal9v6bv78njr2fb

Dördüncü Enternasyonal Kongresi: Kapitalizmin Kriziyle Yüzleşmek – Penelope Duggan/Antoine Larrache

Dördüncü Enternasyonal’in 18. Kongresi, bir önceki kongreden yedi yıl sonra, Şubat ayı sonunda Belçika’da yapıldı. Bu kongre, kapitalizmin küresel ve çok yönlü krizi, özellikle gerilimlerin ve militarizmin yükselişi ile bunlara verilecek yanıtlar, bilhassa da ekososyalist bir manifestonun kabulü üzerine derinlemesine tartışma fırsatı oldu.

Kongrenin açılışında, eski yönetimden bir konuşmacı, 2018’deki bir önceki kongreden bu yana dünyanın büyük sarsıntılar yaşadığını hatırlattı: Covid, savaşlar, ayaklanmalar, aşırı sağın yükselişi, ekolojik krizin derinleşmesi… Ve şimdi yeni ve zorlu meydan okumalarla karşı karşıyayız. Covid salgını nedeniyle, özellikle uluslararası düzeyde birçok militan faaliyetin zorla durdurulması, bu kongrenin hazırlıklarını özellikle zorlaştırdı. Çünkü kolektif ve çok dilli bir tartışma için gerekli olan uzun tartışma ve uluslararası değişim süreci, henüz sadece çevrimiçi olarak bir araya gelebildiğimiz bir dönemde başladı.

Pandeminin, aşırı sağın şiddetinin — özellikle Filipinler ve Brezilya’da —, savaşların — özellikle Ukrayna’da — ve sürgüne zorlanan yoldaşların — özellikle Hong Kong ve Rusya’da — kurbanları olan tüm yoldaşlara saygı duruşunda bulunuldu.

Kongre, özellikle Dördüncü Enternasyonal’in liderliğinde yakın bir şekilde yer almış ve 2018’den bu yana hayatını kaybetmiş olanları andı: Helena Lopes da Silva (Portekiz), eski başkan adayı ve sömürgecilik karşıtı aktivist; Tito Prado, Sumate lideri, Peru; Alain Krivine, Fransa’nın en tanınmış Dördüncü Enternasyonal aktivisti; Rosario Ibarra, başkan adayı ve insan hakları aktivisti, Meksika; Marijke Colle, Belçika’daki saflarımızda önde gelen ekolojist ve feminist aktivist; Antların köylü hareketinin efsanesi Hugo Blanco; Sri Lanka’da sendikacı ve lider Neil Wijethilaka; Tunus’ta ulusal çapta tanınan feminist lider Ahlem Belhadj ve Venezuela’da sendikacı ve siyasi lider Stálin Pérez Borges. Kongre, IV. Enternasyonal’in tarihi lideri ve Marksist iktisatçı Ernest Mandel’in ölümünün 30. yılını da andı.

42 ülke ve 60 örgütü temsil eden yaklaşık 150 yoldaş — delegeler, eski yönetim üyeleri, dost örgütlerin temsilcileri, daimi gözlemciler ve davetliler — beş buçuk gün süren yoğun tartışmalar için bir araya geldi. Hepsi tartışmalara katkıda bulunarak küresel durum hakkında geniş bir bakış açısı sundu.

Katılımcılar (%38’i kadın) geniş bir yaş aralığını temsil ediyordu: %8’i 30 yaşın altındayken, yaklaşık %50’si 50 yaşın altındaydı; yarısından fazlası 20 yıldan az süredir militan. Bu, militanlarımızın yenilenmesinin sevindirici bir göstergesidir.


Ekososyalist devrim manifestosu etrafında bir militan kampanya

Bu kongredeki en önemli gelişme, ekososyalist devrim manifestosunun kabul edilmesidir. Manifesto, sistem krizinin boyutlarını, bu felakete karşı koymak için kullanılacak antikapitalist sloganları ve toplum projesinin unsurlarını ele almaktadır. Manifesto, savaşlar ve iklim krizi gibi sorunların tüm dünyayı korkunç ve yıkıcı bir duruma soktuğunu ve bu durumun ancak üretim biçimini yıkarak, her alanda köklü dönüşümler gerçekleştiren bir devrimle aşılabileceğini ortaya koyuyor. Manifesto, özellikle gezegenin ve insanların yağmalanmasına karşı mücadele edilmesini öneriyor ve en zengin %1’in en yoksul %50’den iki kat daha fazla CO₂ tükettiğini vurgulayarak, kapitalistlerin zenginliği ne kadar elinde topladığını ve insanların bugün olduğundan çok daha az tüketerek çok daha iyi yaşayabileceğini gösteriyor. Manifesto, Komünist Parti Manifestosu veya Geçiş Programı gibi tarihî programatik belgeleri güncelleyerek kendi bünyesine katmıştır. Böylece, üretim araçlarının özel mülkiyetine saldırmak, çalışma süresini kısaltmak, herkesin kendini gerçekleştirmesi için çalışmak, ücretsiz toplu taşımayı yaygınlaştırmak, su, barınma, sağlık gibi temel hakları uygulamak gibi hedefler ortaya konuyor. Bu hedefler, emekçi sınıfların kendi faaliyetlerini ve örgütlenmelerini amaçlayan militan bir proje kapsamında yer alıyor.

Manifesto birçok konuyu ele almaktadır, ancak “küçülme” teriminin kullanılıp kullanılmaması konusunda bir tartışma yaşandı. Büyük çoğunlukla, “eşitsiz ve bileşik gelişme bağlamında küresel bir küçülme” öngördüğümüz kararına varıldı. Bu, küresel ölçekte karbon emisyonlarının radikal bir şekilde azaltılması gerektiği, aksi takdirde özellikle egemen ülkelerde yüz milyonlarca insanın hayatının ölümcül tehlikeye gireceği anlamına geliyor. Bu nedenle, küresel ölçekte karbon emisyonlarının önemli ölçüde azaltılması gerekmektedir. Aksi takdirde, özellikle egemenlik altındaki ülkelerde yüz milyonlarca insanın hayatı tehlikeye girecektir. Ancak bu ülkelerde, altyapı ve çeşitli mallar açısından ihtiyaçları karşılama kapasitesinin artırılmasına devam edilmesi gerekmektedir.

Bu Manifesto etrafında, yaygınlaştırmak ve duyurmak istediğimiz uluslararası bir militan kampanya geliştirilecektir. Bu kampanya, mücadeleler ve devrimci güçlerin birleşmesi için bir araç olacaktır.


Şiddetli bir uluslararası durum

Uluslararası durumla ilgili tartışma, küresel kapitalizm krizinin yanı sıra, emperyalist egemenliklerin şiddet ve yağmacı karakterinin güçlenmesi ile emperyalist güçler arasındaki gerilimin tırmanışını birleştiren, küresel güç dengesindeki mevcut hızlanmayı da ele almıştır. Dünyanın otuz kadar ülkesinde savaşlar, zenginliklerin yağmalanması, göçmenlere karşı savaş, emekçi sınıflarına yönelik yaygın saldırılar yaşanıyor. Birçok ülkede iktidara gelen aşırı sağın yükselişi, bu tehlikelerin artmasının unsurlarından biri. Trump’ın seçilmesi, durumu ile sömürülen ve ezilenler üzerindeki tehditleri daha da hızlandırdı. Bu durum, Filistin’deki soykırım ve buna karşı mücadelemize katkıda bulunan, özellikle Lübnan Devrimci Komünist Grubu’ndan bir delegenin katılımıyla ayrıntılı olarak tartışıldı.

Ukrayna ve Rusya’dan gelen yoldaşların katılımı, farklı görüşlerin ortaya çıktığı Ukrayna savaşı hakkındaki tartışmayı da zenginleştirdi. Kabul edilen karar, Putin Rusya’sının emperyalist saldırısı karşısında ama aynı zamanda Ukrayna Devlet Başkanı Zelenski’nin liberal saldırıları karşısında da, bu savaşta kendi çıkarlarını savunan emperyalistlere güvenmeden, Ukrayna halkının silahlı ve silahsız direnişini desteklemenin gerekliliğini vurguladı. Bu nedenle, tabandan direnişi destekliyor ve örneğin, Rus saldırısına karşı bir önlem olarak Ukrayna’nın borcunun iptal edilmesini talep ediyoruz. Reddedilen alternatif karar, mevcut savaşı esas olarak NATO ile Rusya arasında bir savaş olarak görüyordu ve Rus birliklerinin çekilmesini ve halkların kendi kaderini tayin hakkını savunurken, Ukrayna’nın mücadelesini Rusya’ya karşı ulusal kurtuluş mücadelesi olarak görmeyi reddediyordu.

Rusya’yı Batı emperyalistlerine karşı savunan tarafgir bir tutum savunulmadı; ancak Uluslararası Kongre, böyle bir tutumu savunan ABD örgütü Socialist Action ile ilişkilerini kesme kararı aldı.

Ayrıca, dünyadaki sol hükümetlere (özellikle Latin Amerika’daki “ilerici” hükümetlere) karşı tutumumuzu da ele aldık ve onları egemen sınıfların saldırılarına, özellikle aşırı sağa karşı savunduğumuzu ve onlardan bağımsız kalmanın gerekliliğini vurguladık. Özellikle de birçok ülkede olduğu gibi, liberal politikalar uygulayarak halk sınıflarının umutlarını ve taleplerini ihanet ettiklerinde.


Ortak bakışlar geliştirmek

Sosyal hareketlere müdahale ve bu konuda savunduğumuz yönelimle ilgili önemli bir belge kabul edildi. Bunu, geniş anlamıyla proletaryanın birleşerek eylemci bir sınıf haline gelmesine yardımcı olmak için gerekli görüyoruz. Bu, hareketleri sınırlarıyla birlikte olduğu gibi inşa etmek, onlardan öğrenmek ve kendi pozisyonlarımızı saygılı ve demokratik bir şekilde savunmak anlamına geliyor. Özellikle, bürokratik sapmalara karşı mücadele ediyor, özörgütlenmeyi, devletten bağımsızlığı, enternasyonalist bir vizyonu, baskıya karşı mücadeleyi savunuyor ve iktidar sorusunu gündeme getiriyoruz.

Son olarak, parti inşası belgesi, Enternasyonal’in ve örgütlerinin inşasının somut yönlerini ele almaktadır. Belge, Enternasyonal’in amacının “devrimci kitle partileri ve devrimci bir kitle Enternasyonal’i inşa etmek” olduğunu hatırlatır ve dünyanın karmaşık durumu, işçi hareketinin örgütlerinin durumu ve Enternasyonal’in seksiyonlarının müdahalelerinin gerçekliği göz önüne alındığında, metin, siyasi tutarlılığımızı, dünyayı anlama biçimimizi ve dolayısıyla müdahalelerimiz arasındaki farklılıklara rağmen aynı yönde çalışabilme kapasitemizi güçlendirecek öneriler geliştiriyor. Bu nedenle, bir araya gelme, analizlerimizi ve pozisyonlarımızı yayınlama (özellikle internet üzerinden) ve eğitim enstitülerimizi (Amsterdam, Manila, İslamabad) güçlendirme kapasitemizi artırmayı planlıyoruz. Ayrıca, hem durumun zorluğu hem de dünya çapında düzenli olarak gerçekleşen ve bizim de müdahil olduğumuz büyük mobilizasyonlar nedeniyle uluslararası bir örgütün gerekliliğinin hissedildiğini görüyoruz: Hindistan, Cezayir, Avrupa, Brezilya, ABD, Filipinler, Ukrayna ve daha birçok ülkede.

Kongre, Enternasyonal’in önemli ölçüde güçlendiğini de ortaya koydu. Brezilya’da ise, örgütün birçok bileşeninin Sosyalist Sol Hareket’in (MES) örgüte girmesine karşı çıkması nedeniyle çok sert bir tartışma yaşandı. Bu gerginliği aşmak için, özellikle Inprecor’un Brezilya/Portekizce baskısının yayınlanması projesi etrafında çalışmaya devam edeceğiz. Bununla birlikte, birçok seksiyonun tanınması veya genişlemesi kaydedildi; bu da dünya çapında üye sayısında yaklaşık %27’lik bir artış anlamına geliyor: Marabunta ve Poder Popular’ın Arjantin’de birleşmesi, MES’in Brezilya seksiyonuna katılması, Anti*Capitalist Resistance ve ecosociali.scot’un İngiliz seksiyonumuza katılması, Radical Socialist’in Hindistan’da kurulması, Solidarity’nin ABD’de seksiyon olması ve NPA-L’Anticapitaliste’in Fransa’da Dördüncü Enternasyonal’e bir bütün olarak katılma projesi.

Zorlu koşullara rağmen, bu güçlerin birleşmesini, devrimcilerin sistem krizine yanıt vermek için rolünü güçlendirme olasılığının bir işareti olarak değerlendirebiliriz.

17 Mart 2025

Temsil edilen ülkeler şunlardı.
Afrika: Cezayir, Fas, Güney Afrika.
Asya: Çin, Hindistan, Endonezya, Japonya, Pakistan, Keşmir, Filipinler, Sri Lanka.
Avrupa’dan: Avusturya, Belçika, Büyük Britanya [İngiltere/Galler ve İskoçya], Danimarka, Fransa, Almanya, Yunanistan (2 delege), İrlanda, İtalya (2 delege), Hollanda, Norveç, Portekiz (2 delege), Rusya, İspanya, İsveç, İsviçre (2 delege), Türkiye, Ukrayna.
Latin Amerika’dan: Arjantin (2 delege), Brezilya (9 delege), Kolombiya, Meksika (4 delege), Panama (2 delege), Paraguay, Peru, Porto Riko, Uruguay, Venezuela.
Orta Doğu’dan: Lübnan.
Kuzey Amerika’dan: Kanada, Amerika Birleşik Devletleri (3 delege).
Bangladeş, Fransız Antilleri, Ekvador ve Avustralya’dan kuruluşlar katılım sağlayamamıştır.

Kaynak: https://fourth.international/en/world-congresses/874/676

Çeviri: İmdat Freni Çeviri Kolektifi

Rusya’da sosyal eşitsizlikler artıyor-  Levresse Estelle

Vladimir Putin’in Ukrayna’daki savaşı Rus toplumu üzerinde kalıcı bir etki yarattı. Çatışmalardan yararlananlar zenginleşirken, nüfusun büyük çoğunluğu fakirleşiyor.

Rusya, üç yıldır Ukrayna’daki büyük çaplı savaşına cömertçe para harcıyor. Yetkililer, cepheye gönüllü çekebilmek için sözleşmeli askerlerin maaşlarını artırdı. Aylık maaş, ortalama ücretin üç ila dört katı olan 210.000 ruble (2.200 avro) olarak belirlendi; buna bölgeler tarafından finanse edilen çok sayıda maddi ve sosyal yardımın yanı sıra cömert kayıt primleri de eklendi. Rusya’nın askeri bütçesi 2025 yılına kadar 130 milyar avroya ulaşacak ve bu rakam ülkenin toplam bütçesinin üçte birine denk geliyor. Bu rakam, 2024 yılına göre yüzde 30 artışla rekor bir yıl olarak kayıtlara geçti.

Bu meblağın büyük bir kısmı askeri-endüstriyel kompleks tarafından emilirken, diğer sektörler de devletin cömertliğinden yararlanıyor: eğitim, kültür, sağlık… hepsi Kremlin’in “özel askeri operasyon” olarak adlandırmaya devam ettiği şeye yönlendiriliyor. Amaçlar: Ukrayna’da savaşan “kahramanları” ödüllendirmek, devlet propagandası yaymak ve çatışmayı meşrulaştırmak ve sürdürmek için vatanseverliği teşvik etmek.

Çeşitli alanlardaki sosyal projelerin finansmanını amaçlayan ve yılda iki kez düzenlenen “cumhurbaşkanlığı hibesi” yarışması bu eğilimi çok güzel yansıtıyor. Ocak ayı sonunda tanıtımı yapılan 2025 edisyonunda, 1.497 finalist arasından “Vatan Savunucusu” temalı yılın 239 projesine ödül verildi. Bunlar arasında; vatanseverlik propaganda projeleri, asker ailelerine yardım programları ve savaşla ilgili okul girişimleri yer alıyor.

En büyük hibe, Nesiller Hafızası Vakfı tarafından yürütülen yaralı askerlerin rehabilitasyonu projesine verildi (72 milyon ruble – 773.000 avro). Bir yıllık vatansever radyo istasyonu Pride, Rusya’nın “tarihi ve kültürel mirasına” adanmış bir dizi program başlatmak için 39 milyon ruble (420.000 avro) aldı. “Savaş Alanı: Mariupol” müzesinin kurulması için yaklaşık 27 milyon ruble (291 bin avro) ayrıldı. Taslakta, Rus birliklerinin Şubat-Mayıs 2022 arasında binlerce sivilin ölümüne yol açan kenti harap etme eylemi “kahramanca bir kurtarma” olarak tanımlanıyor.

Yeni siyasi elit

Toplumun ve ekonominin bu şekilde militarize edilmesi, toplumsal eşitsizliklerin kalıcı bir şekilde arttığı ülke açısından derin sonuçlar doğurmaktadır. Savaştan bir kısmı zenginleşirken, toplumun büyük bir kesimi de fakirleşiyor. Rus ekonomist Igor Lipsits’e göre, son üç yılda 26 ila 28 milyon kişinin mali durumu iyileşti.

Bu gruba askerler ve aileleri dahil olmakla birlikte, silah sanayiinde çalışanlar, askeri kliniklerde ve rehabilitasyon merkezlerinde çalışan sağlık çalışanları ve savaşla doğrudan ilişkili tüm meslek grupları da dahildir. “Bu, Rus nüfusunun yaklaşık %20’sini temsil ediyor. Bu, çatışmanın devamı için güçlü bir toplumsal destektir,” diyor Litvanya’da sürgünde olan Igor Lipsits.

Geçtiğimiz yıl gıda fiyatlarında patlama yaşandı: Patateste %90, tereyağında ise %36 artış yaşandı.

Vladimir Putin, “Rusya’ya hizmet eden herkesin, işçilerin ve savaşçıların” artık “gerçek elit”i oluşturacağına inanarak bu yeni sosyal gruptan yararlanmayı planlıyor. Rusya Devlet Başkanı, 29 Şubat 2024’te Federal Meclis’e yaptığı konuşmada, “Gençlik eğitimi ve öğretiminde, kamu derneklerinde, kamu işletmelerinde, iş dünyasında, devlet ve belediye idaresinde liderlik pozisyonlarında bulunmalı ve bölgelere, işletmelere ve nihayetinde en büyük ulusal projelere liderlik etmelidirler” dedi.

Siperlerde eğitilmiş yeni bir siyasi elitin ortaya çıkması pek olası görünmese de, Rusların büyük çoğunluğu için savaş zamanında yaşam koşulları kötüleşiyor. Emekliler, artan gıda fiyatlarından en çok etkilenen kesim. Federal istatistik ajansı Rosstat’ın rakamlarına göre, geçtiğimiz yıl gıda fiyatları fırladı: Patateste %90, tereyağında %36, soğanda %48, kuzu etinde %24 artış yaşandı.

“41 ila 42 milyon civarındaki sivil emekliler, emeklilik endekslemesinin fiyat artışlarıyla aynı hızda ilerlememesi nedeniyle satın alma güçlerinin çöktüğünü görüyor. “Durumları özellikle endişe verici,” diye uyarıyor Profesör Igor Lipsits. Özellikle de birçok çalışma gerçek enflasyonun resmi rakamların iki katı olabileceğini tahmin ettiğinden.

Devasa bonuslar

Yükselen enflasyon karşısında Rusya Merkez Bankası, 2023’ten itibaren temel faiz oranını artırmaya karar vererek, şu anda rekor seviye olan yüzde 21’e ulaştı. Bunun gayrimenkul ve inşaat piyasasına çok güçlü bir etkisi var. “Geçtiğimiz temmuza kadar federal tercihli oranlı ipotek programı vardı: oran alıcı için %8 ile sınırlandırılmıştı ve devlet farkı ödüyordu. Ancak bu program çok pahalı olduğu için durduruldu, diyor Igor Lipsits. O zamandan beri ev satışları keskin bir şekilde düştü. Rus nüfusunun yalnızca %5’i mevcut piyasa oranlarında ipotek alabiliyor. »

Rusya Federasyon Konseyi Başkanı Valentina Matvienko, inşaat piyasasının potansiyel çöküşünden endişe ederek, müteahhitlerin iflaslarına moratoryum getirilmesi gerektiği konusunda uyardı. Ancak bazı uzmanlar bu önlemin bankacılık ve gayrimenkul sektörlerinde sistemik bir krize yol açabileceğinden endişe ediyor.

Ayrıca askerlere ve ailelerine ödenen devasa ikramiyeler de bölge bütçelerini zorluyor. Bağımsız medya kuruluşu iStories’in Kasım ayında yaptığı bir araştırmaya göre, bazı bölgelerde sosyal yardımların yarısından fazlası artık askeri personele ve ailelerine ayrılıyor ve bu durum en savunmasız kesimlere sağlanan yardımı önemli ölçüde azaltıyor.

Bölgesel yönetimler bütçe kesintilerine gitmek zorunda kalacak: Maaşları düşürecek veya kamu sektörü çalışanlarını işten çıkaracaklar. – Igor Lipsits, Rus ekonomist

Stavropol Bölgesi, sosyal yardımlarının yüzde 83’ünü savaşçılara ayırıyor ve 1,6 milyon rublelik işe alım bonusu veriyor. Karaçay-Çerkes’te sosyal yardımların yüzde 75’i orduya gidiyor, bu miktar işsizlik yardımlarından dokuz kat fazla. Kaluga’da ise bu oran yüzde 52 olup, engellilere sağlanan yardımın 17 katıdır.

Evsizlere yardım eden kuruluşlar, son yıllarda ihtiyaç sahibi insan sayısında artış olduğunu belirtiyor. Yekaterinburg’daki Dari Dobro özel sığınma evini işleten Olga Bakhtina, “Daha önce çoğunlukla yaşlı insanlarla yaşıyorduk, şimdi ise artık ev bulamayan genç aileler veya emlak dolandırıcılığının kurbanı olan insanlar da var” diyor. Ve durum tüm ülkeyi etkiliyor. Rusya’nın en eski evsizlere yardım kuruluşu olan ve Moskova ile St. Petersburg’da faaliyet gösteren Notchlejka üyesi Daniil, “2022-2023’te evsizliğin başlıca nedenleri konut kiralama imkânının kaybı ve iş kaybıdır” diyor.

Toplum için tehlikeler

Maliye Bakanı Anton Siluanov, vergi gelirlerinin geçen yıl yüzde 7 düşerek 2024’te daralmasıyla bölgesel bütçelerin daha da fazla baskı altında olduğunu duyurdu. “Bu, bölgesel yetkililerin bütçe kesintileri yapmasına yol açacak: maaşları düşürecek veya kamu sektörü çalışanlarını işten çıkaracak. “Bu tür şeyler zaten olmaya başladı,” diyor Igor Lipsits. Bu, yetkililerin kömür endüstrisinden gelen vergi gelirlerindeki düşüş nedeniyle anaokullarında çalışan memurları işten çıkarmak için büyük bir plan başlattığı Kemerovo sanayi bölgesinde geçerlidir.

Ayrıca birçok bölgede sağlık sisteminin iyileştirilmesi programı da yürütülüyor. Bağımsız günlük gazete The Moscow Times’ın haberine göre, 2024 yılında en az 160 kamu hastanesi, klinik, tıp merkezi, dispanser, doğumhane ve diğer sağlık tesisleri kapatıldı ve bu durum, yerel halkın bakıma erişmek için uzun mesafeler kat etmesine neden oldu.

Bu toplumsal ayrışmaların orta vadede nasıl bir etkisi olacak? “Bunun nereye varacağını söylemek zor, çünkü Rusya çok alışılmadık bir ülke. Daha fakirleşen insanlar ellerinden gelenin en iyisini yaparak hayatta kalmaya çalışacaklar. Muhtemelen daha az vergi ödemek için perde arkasında daha fazla para kazanmaya çalışacaklar. “Sosyal protestoların olması pek olası değil, ancak rahatsızlık artacak ve gölge ekonomi büyüyecek,” diye öngörüyor Igor Lipsits.

Çatışma Rusya’da da şiddetin artmasına yol açıyor. Yerel gazeteler, orduya katılmaları karşılığında affedilen eski mahkûmların cepheden döndüklerinde işledikleri iğrenç suçları düzenli olarak aktarıyor. Savaş kahramanlarına yönelik devlet yetkililerinden gelen nadir eleştirilerden birinde, Devlet Duması milletvekili Nina Ostanina, Ukrayna’dan dönen eski mahkumları “toplum için tehlike” olarak nitelendirerek, kolluk kuvvetlerini vatandaşları bu suçlulardan korumaya çağırdı.

Bağımsız medya kuruluşu Verstka’nın araştırmasına göre, Ukrayna’da savaşın ilk iki yılında eski savaşçıları içeren aile içi şiddet vakaları 2020-2021’e kıyasla neredeyse iki katına çıktı. İlk kurbanlar kadınlar oluyor.

29.05.2025

Kaynak: https://www.mediapart.fr/journal/international/240225/en-russie-les-inegalites-sociales-se-cresent

Çeviri:  İmdat Freni Çeviri Kolektifi

On Yıl Sonra SYRIZA: İmkan ve Yenilgi – Antonis Ntavanellos

Stefanos Kasselakis’in SYRIZA lideri olarak seçilmesinin ardından [Eylül 2023’ten Eylül 2024’e kadar] yaşanan gülünç trajedi, hayatta ve özellikle siyasi hayatta hiçbir “önemli hesabın” ödenmemiş kalmadığını bir kez daha kanıtlıyor. SYRIZA açısından ise “sayım” özellikle yüksek ve önemliydi. Bu, Alexis Çipras’ın, 2008’deki uluslararası krizin patlak vermesinin ardından Yunanistan’da sermayenin vahşice giriştiği neoliberal saldırılara karşı işçilere tarihi bir fırsat sunduğu ve Yunan hükümetleri ile “troyka” (AB-Avrupa Merkez Bankası-IMF) arasındaki sözde muhtıralarla dikte edilen politikalarla karşılık verdiği “2015”in tarihi anıyla ilgiliydi.

Hikaye

O zamandan bu yana, Aleksis Çipras’ın, oyların %3-4’ünü alan küçük bir partiyi ele geçirip iktidara getiren “kukla lider” olduğu iddiasını onlarca kez duyduk veya okuduk. Bu iddianın gerçeklikle hiçbir ilgisi yoktur ve 2015 öncesi SYRIZA gerçekliğini gerçek anlamda deneyimleyenler nezdinde pek güvenilir değildir.

SYRIZA, neoliberal kapitalist küreselleşmeye, savaşa ve ırkçılığa karşı uluslararası hareketle ilişkilendirilmesi yoluyla kuruldu ve giderek siyasi güç kazandı. Dönemin günlük siyasal mücadelesinde Yunan Sosyal Forumu’nun etkili eylemlerini destekleyen on binlerce insanı sistemli ve örgütlü bir biçimde ifade etmeye çalışan, siyasal alanda birleşik bir cepheye benzeyen melez bir “parti” biçiminde gelişti. Seçim oybirliğiyle yapılmadı: Sosyal demokrasi ve merkez solla yakınlaşma taraftarları, salt seçim stratejisi taraftarları, siyasi merkeze doğru ardışık “genişlemelerin” taraftarları -ki o dönemde Synaspismos partisinin marjinal bir kesimi değillerdi- SYRIZA’nın kuruluşunu “aşırı solun felaket bir hatası” olarak değerlendirdiler. Onu kırmak için canla başla mücadele ettiler. SYRIZA’nın kuruluşu [Ocak 2004], istikrara kavuşması ve Alekos Alavanos’un [Aralık 2004’ten Şubat 2008’e kadar SYRIZA başkanı] liderliği yıllarında yavaş yavaş gerçekleşen siyasi iktidarın yoğunlaşması, sola doğru bir kayma ve sosyal demokrasiye doğru kayışın reddedilmesi temelinde gerçekleşmişti. Bu hatırlatmanın bugün siyasal açıdan ayrı bir önemi var, çünkü rejim ve onun hizmetindeki ideolojik-siyasal mekanizmalar, yalnızca sağcı politikaların geleceği olduğunu, yalnızca muhafazakâr mutabakatla siyasal iktidara ulaşılabileceğini olağan bir durummuş gibi dayatmaya çalışıyor.

SYRIZA’nın bu yükseliş ve radikal dönemdeki iç dinamikleri, radikal solun geniş bir muhalefet gücü yaratmayı amaçlayan siyasal alanda önemli bir değişimin mümkün olduğunu gösterdi. Aralık 2008’den sonra Alekos Alavanos “sol hükümet” sloganıyla ilgili tartışmayı açtığında, pek çok çevreden (Aleksis Çipras’ın başlıca “danışmanları” da dahil) küçümseyici bir şüpheyle karşılandı. Biz, Brezilya’daki Lula’nın PT’si gibi sol görüşlü bir seçim “popülizmine” doğru bir kaymayla ilgilenmediğimizi ilan etmiştik; çünkü o dönemin özel koşullarında hükümet erkini talep etmenin tek “yolu” buydu.

Krizle birlikte her şey kökten değişti. 2008’deki uluslararası kriz Yunan kapitalizmini temellerinden sarstı, o güne kadar büyümesini sağlamak için denenen bütün reçeteleri geçersiz kıldı. Dönemin Başbakanı Yorgos Papandreu’nun [Ekim 2009’dan Kasım 2011’e kadar] alacaklıların dayattığı katı kemer sıkma planını kabul etme ve ilk muhtırayı Kastelorizo ​​adasından ilan etme kararı, yerel egemen sınıfın AB, Avrupa Merkez Bankası (ECB) ve IMF ile anlaşarak yaptığı gerici tercihi reddetmek amacıyla halk ve emekçi kitlelerin kitlesel olarak siyasi alana girmesine yol açtı. Ülkenin bütün kentlerinde ardı ardına gerçekleştirilen genel grevler, kitlesel mitingler, meydanların işgali, devletin baskı mekanizmalarının vahşetine karşı gösterilen amansız direniş vb. halkın, yerel kapitalistlerle Troyka arasındaki muhtıra anlaşmasının “duvarını yıkma” kararlılığını ortaya koydu. Bu uzun yükseliş mücadeleleri döneminde halk, “sokak” mücadelesi biçimlerini (yüzbinlerce kararlı göstericinin Parlamento’yu uzun süre kuşatmasıyla) ve “seçim” mücadelesi biçimlerini birleştirdi (Yeni Demokrasi-ND ve PASOK-Panhelenik Sosyalist Hareket’in seçim etkisini benzeri görülmemiş bir hızla zayıflattı ve umutlarını ve özlemlerini esas olarak sola kaydırdı).

Yunanistan’daki direniş hareketinin niteliksel yükselişinin önemli bir uluslararası boyutu da vardı. Burada verilen mücadeleler, ilk önce PIGS kulübünün bulunduğu ülkelerde (Portekiz, İrlanda, Yunanistan, İspanya) ama aynı zamanda tüm Avrupa’da da bir referans noktası haline geldi. Maliye Bakanı Wolfgang Schäuble ve Şansölye Angela Merkel, bu kritik yıllarda kendi politikalarının temel direğinin “bulaşmayı” (Yunanistan’ın direnç “virüsü”nün bulaşmasını) püskürtmek olduğunu ilan ettiklerinde, yerel siyasi liderlerden (SYRIZA’nınkiler de dahil) daha keskin görüşlü davrandılar. Avrupalı ​​liderler, Yunanistan’daki hareketin ve solun memorandum saldırısını kırmayı başarması halinde, bu “kopuşun” küçük bir AB üye ülkesiyle sınırlı kalmayacağını, Avrupa genelindeki sosyo-politik dengeyi doğrudan tehdit edeceğini anlamışlardı.

“Anti-Memorandum” dönemindeki kitle hareketinin gücünü küçümseyen herkes, o dönemin patlayıcı siyasal gelişmelerini asla anlayamamaya mahkûmdur. Ancak bu yakıcı dönemin bir başka “sınırını” da açıklamak gerekiyor. Hareketin niteliksel yükselişine rağmen, henüz doğrudan bir ön-devrimci ya da devrimci krizin koşullarını yaratacak noktaya ulaşmamıştır. Yunanistan’da 2010-2015 yılları arasında iktidar sorununa devrimci bir yanıt verebilecek bağımsız bir işçi sınıfı örgütlenmesi ortaya çıkmadı. Devrimci hareketin klasik tarihsel döneminde (sovyetler) olduğu gibi, hatta örneğin 1970-1973 yıllarında Şili’de veya 1974-1975 yıllarında Portekiz’de gelişen “embriyonik” biçimlerle bile karşılaştırılabilecek bir “işçi konseyleri” biçimi ortaya çıkmamıştır.

2010-2012 yıllarındaki yakıcı dönemdeki durum, Komintern’in 4. Kongresi’nin ders kitaplarından ve tartışmalarından çıkmış gibiydi: akut bir toplumsal kriz, sürekli akut bir siyasal kriz, yerleşik siyasal güçlerin “ortak kabul görmüş” bir hükümet istikrarını desteklemedeki yetersizliği ve devrimci sosyalist değişim için bir çözümü desteklemek için gerekli düzeye henüz ulaşamamış (ya da henüz ulaşmamış) işçi ve toplumsal mücadelelerin güçlü yükseliş eğilimi. Lenin dönemindeki Komintern, benzer koşullar karşısında bize birleşik cephe, geçiş politikaları ve sol bir hükümet için mücadele merkezli bir politika bıraktı.

SYRIZA’nın başından beri, bu yönelime ilişkin kritik konularda siyasi farklılıkların ve keskin çatışmaların parti içinde yaşandığı, herkesçe bilinen bir sırdır. 2010 yılında, Alekos Alavanos liderliğindeki Dayanışma ve İsyan Cephesi ile SYRIZA’nın sol kanadı açıkça ve alenen Aleksis Çipras etrafındaki iktidar çoğunluğundan ayrıldı. 2013 yılında SYRIZA’nın ilk kongresinde liderliğe muhalif olan Sol Platform delegelerin yüzde 30’undan fazlasının desteğini almıştı.

Tarihi “sonuç” üzerinden anlamak isteyenler, SYRIZA’nın nihayetinde yanıtlamaya çalıştığı siyasal soruların ilk başta SYRIZA’ya veya yalnızca halk tarafından SYRIZA’ya yöneltilmediğini unutmamalıdır.

O dönemdeki geniş protesto hareketinin siyasal ifadesi sorununu ele alan ilk aday doğal olarak Komünist Parti’ydi. Kasım 2010’daki bölgesel seçimlerde Komünist Parti, Attika’da oyların %14,44’ünü alarak, aynı şekilde açık bir liderlik kriziyle karşı karşıya olan SYRIZA’nın çok önünde yer aldı.

Siyasi depremin başladığı Mayıs 2012 genel seçimlerinde KP, 540.000 oy ve %8,48 oy alarak, 1989 olaylarının yol açtığı krizden bu yana en iyi puanını elde etti: [Mart ayında bankacı Koskotas’ın Papandreu hükümetiyle kurduğu bağlantılar göz önüne alındığında sonuçları olacak zimmete para geçirme suçundan tutuklanması; Haziran ayındaki seçimler, sağcı azınlık hükümetiyle bir hükümet krizi başlatan PASOK’un düşüşüyle ​​Yeni Demokrasi’nin (ND) zaferini simgeliyordu; Papandreu, “yasadışı telefon dinlemeleri” ve muhafazakar milletvekili Pavlos Bakoyannis’in öldürülmesinin ardından özel mahkemeye çıkarıldı; Kasım ayındaki seçimler ND ile PASOK arasında bir çıkmaza yol açtı; Sol ve İlerleme Koalisyonu, sağla kurduğu ittifakın bedelini, temmuz ayında azınlık hükümetinin kurulması sırasında ödedi.

Bu bağlamda Komünist Parti, memoranduma karşı verilen mücadelenin önemini açıkça küçümsemiş, siyasal ağırlığına denk düşen görevleri üstlenmekten kaçınmış, memorandumu uygulayan hükümetlerin devrilmesi yönündeki halk talebine somut olarak yanıt verecek bir siyasal yönelim geliştirmekten kaçınmıştır. Bir ay sonra, 12 Haziran 2012’de yapılan seçimde ise 272.000 oya ve %4,5’a düşerek seçimdeki etkisinin yarısını kaybetti. Troyka’nın önerdiği kemer sıkma planına ilişkin 2015 referandumunda, KP seçmeninin 10’da 6’sı HAYIR oyu kullanmış ve partinin çekimser kalma talebi reddedilmişti (seçmenlerin %61,31’i bu planın onaylanmasına karşı oy kullanmıştı). Bu bağlamda, kriz ve Çipras hükümetinin yenilgisi 2019 seçimlerinde açıkça ortaya konduğunda, Komünist Parti büyük mücadeleler ve eşi benzeri görülmemiş bir kriz döneminin başlangıcında sahip olduğu siyasi gücün çok uzağında kalarak sadece 299 bin oy, yani seçmenlerin %5,3’ünü alabilmiştir. Bu, yalnızca seçimsel bir başarısızlık değil, öncelikle siyasi bir başarısızlıktı.

Benzer sonuçlar ANTARSYA [2009’da kurulan anti-kapitalist örgütler koalisyonu] için de geçerlidir, elbette sorumluluklar açısından farklı bir ölçekte. Sola doğru genel bir kaymanın yaşandığı Mayıs 2012’de ANTARSYA, 75.428 oy ve %1,19’luk oy oranıyla seçim etkisi bakımından tarihi bir rekora imza attı. Ancak siyasi baskılara dayanamadı. Haziran ayında 20.000 oya ve %0,3’e geriledi, bir ayda üçte iki oranında azınlıkta kalan ve tanımı gereği “siyasi olarak sertleşmiş” bir seçmeni kaybetti ve bu seçmeni hiçbir zaman geri kazanmayı başaramadı. Çipras’ın 2019’daki yenilgisine kadar ANTARSYA’nın “katılım puanı” 23.000 oy ve %0,41’e düşmüştü.

Seçim rakamları hikâyenin sadece bir kısmını anlatıyor. KP’nin Samaras-Venizelos hükümetine [2013] bir alternatif bulmak için ciddi bir sürece girmeyi reddetmesi, Çipras etrafındaki liderlik grubunun ANEL’e [Bağımsız Yunanlılar, Yeni Demokrasi’den ayrılarak milliyetçi nedenlerle muhtıraya karşı çıkan bir grup] karşı fırsatçı açılımını meşrulaştırmak için öne sürdüğü başlıca bahanelerden biriydi ve aynı zamanda SYRIZA’nın sol kanadının olası siyasi ittifaklar konusundaki tartışmalardaki başlıca zayıflıklarından birini oluşturuyordu.

2010 yılında ANTARSYA, Dayanışma ve İsyan Cephesi’nin (Synaspismos Sol Akımı’nın büyük bir bölümünü, Enternasyonalist İşçi Solu – DEA, Yunanistan Komünist Örgütü – KOE, Eylemde Solun Birliği Hareketi – KEDA ve diğerlerini içeren) siyasal alanda yeni bir üniter inisiyatif önerisini özetle reddetti. Eğer önümüzdeki dönemin zorlukları SYRIZA’nın sol kanadı ile ANTARSYA güçlerinin bir “sentezi” ile karşılansaydı ne olacağını asla bilemeyeceğiz.

O tarihten sonra 2015 mücadelesi esas olarak SYRIZA içinde yaşandı.

Sol hükümet mi, yoksa ulusal selamet hükümeti mi?

SYRIZA seçimleri kazanmadan önce, halkın katı kemer sıkma politikalarının reddedilmesi yönündeki umutlarını dile getirme “hakkını” siyasi olarak kazanmış, Samaras-Venizelos kemer sıkma hükümetinin devrilmesini ön koşul olarak kabul etmiş ve Troyka ile “kopuş” sözü vermişti.

Bu, 1. SYRIZA Kongresi kararlarında ve Selanik seçim programında belirlenen ideolojik-siyasal program temelinde mümkün olmuştur. DEA ve Sol Platform’un büyük çoğunluğu, 2013 kongresinin kararlarına yetersiz diyerek olumlu oy vermezken, biz Selanik programını [Eylül 2014] kamuoyuna mütevazı ve yetersiz olarak niteledik. Buna rağmen, kongre tarafından onaylanan SYRIZA “platformu”, rejim güçlerini tehdit etmeye başlayan bir siyasal gücün toplanması için, geniş bir eylem birliği için hâlâ yeterli bir zemin sunuyordu. Sermaye ve fonların yurtdışına büyük çaplı kaçışı ve Samaras, Meimarakis [2012-2015 yılları arasında Yunan Parlamentosu Başkanı] ve diğer sağcı politikacıların halka burjuvazinin kendisini parlamento arenasının ötesinde savunmak için başka araçları olduğunu açıkça hatırlatmaları, 2015 öncesinde “iyi toplum” içinde oluşan paniğin tipik bir tezahürüydü. Uluslararası alanda, AB ve ECB’nin, Syriza “kolektifinin” vaat ettiği politikaları izlemeye kalkışırsa yeni Yunan hükümetiyle “savaşçı” bir şekilde başa çıkmaya hazırlandığı açıktı.

Bu senaryo hiçbir zaman gerçekleşmedi. Zira ana akım basının “papağanlarının” anlattığı masalların aksine, Aleksis Çipras etrafındaki iktidar çoğunluğu, tüm taahhütlerinden, kongre kararlarından, Selanik programından vb. “geri çekilmiş”, SYRIZA’nın siyasal iktidarının ve seçim etkisinin dayandığı tüm politikayı panik içinde terk etmiştir. “Sol hükümet” projesi pratikte sınanmadı; hiç cazip gelmedi. Bunun yerine, daha baştan, yerel egemen sınıfla, ama aynı zamanda Troika ile bir mutabakat arayışını örtük siyasal sınırı olarak belirleyen bir “ulusal selamet hükümeti” projesi getirildi. Uzun zamandır (2013’ten beri, daha açık bir şekilde 2014’ten beri…) hazırlıkları süren bu “dönüş”, Synaspismos’tan gelen iktidar çoğunluğunun, kendisini bekleyen görevlerden dehşete düşerek, önceki “sola dönüşün” tüm özelliklerini terk edip, Avrokomünizmin en başarısız geleneklerine tam hızla geri dönmeye yönelen kapalı bir “parti içinde parti”nin gelişmelerine dayanıyordu. Alexis Çipras ve yandaşları, Leonidas Kyrkos’un (muhafazakar Avrokomünisti) “ilkeleri” ve geniş ulusal birlik stratejisi konusunda ideolojik tutarlılığa sahip olan ve daha önce SYRIZA’yı terk edip Samaras ve Venizelos’la ittifak halinde ikinci muhtıraya katılan Fotis Kuvelis’in [2010-2015 yılları arasında Demokratik Sol’un lideri] politikaları temelinde hükümet etmeye çalıştılar.

İttifakların siyaseti her türlü siyasal bakış açısının içeriği için tartışılmaz bir ölçüttür. SYRIZA kongresi potansiyel müttefiklerinin sınırlarını açıkça belirlemişti: “Solun solundan, memoranduma karşı çıkan sosyal demokratlara kadar.” Çipras, ANEL ile koalisyon hükümeti kurdu ve Cumhurbaşkanı olarak, Aralık 2008’deki gençlik ayaklanması sırasında İçişleri Bakanı olarak “devlet başkanı” olan Yeni Demokrasi politikacısı Prokopis Pavlopoulos’u [Mart 2015’ten Mart 2020’ye kadar görevde kaldı] seçti.

O dönem SYRIZA’nın bir kolu olan DEA, bu tercihlerin önemi konusunda kamuoyunu uyarmıştı; ancak bu durumu kınayan tek taraf olmaktan hiç de memnun değildik. SYRIZA’nın programı, kemer sıkma politikalarından kurtulmak için “tek taraflı önlemler” vaadine dayanıyordu (13. ve 14. ay ve emeklilik aylığının yeniden tesis edilmesi, toplu sözleşmelerin yeniden yürürlüğe konulması, düşük ve orta gelirliler için yatay emlak vergisinin kaldırılması, KDV’de köklü indirimler, vb.).

Çipras hükümeti, alacaklılarla daha geniş bir mutabakat sağlanana kadar bu “tek taraflı eylemlerin” uygulanmasını askıya aldı! Bu taahhütlerin derhal ve tek taraflı olarak hayata geçirilmesi talebi Sol Platform’un güçlü bir noktasıydı ve SYRIZA’nın tabanının büyük bir bölümüne hitap ediyordu.

SYRIZA’nın programında Troyka ile “müzakere” ihtimali kabul edilirken, bunun borç ödemelerinin durdurulması, bankaların yeniden millileştirilmesi, sermaye çıkışlarına tanınan “özgürlüklerin” kontrol altına alınması ve borcun kamu denetimine tabi tutulması talebine dayalı olacağı belirtiliyordu. Aleksis Çipras’ın kamuoyu söyleminde, bu tür karşı önlemlere duyulan ihtiyaç, “Merkel’in [SYRIZA’nın önerisini] gün ışığında kabul edeceği” yönündeki “cesur” ve “kaygısız” öngörülerle yer değiştirmiş durumda. Bu, tüm borç taksitlerinin “zamanında ve eksiksiz” ödenmesi taahhüdünü içeren 20 Şubat anlaşmasına yol açtı. Sol Platform’un kamuoyundaki muhalefetinin ötesinde, Manolis Glezos’un [1941’den beri KP üyesi, Alman işgalinde direnişçi] sert eleştirileri, bu aşağılık anlaşmaya katkıda bulunanlar veya buna göz yumanların utanç verici bir alay konusu olarak kalacaktır. SYRIZA’nın programında “Avro Bölgesi’nde kalma adına tek bir fedakarlık yapılmayacak” ifadesi yer aldı.

Ancak bu slogan hemen yerini, hiçbir kolektif organ tarafından desteklenmeyen “her ne pahasına olursa olsun avro bölgesinde kalma” taahhüdüne bıraktı. Nisan-Mayıs 2015’ten bu yana, bu hükümet tercihlerinin, bu kez “solcu bir hükümet” olmakla övünen bir hükümet tarafından imzalanıp uygulanan üçüncü bir muhtıranın yolunu açtığı konusunda kamuoyunu uyardık.

SYRIZA’nın son radikal atağı Temmuz 2015’teki referandumdu. Bilindiği üzere, her türlü tehdit karşısında hükümet çoğunluğunun önemli bir kısmı, Dora Bakoyannis [ND’den ve o dönem Demokratik İttifak’ın başkanı] ve Yeni Demokrasi’nin bir kısmıyla koordineli olarak panik içinde bu seçimi iptal etme yoluna gittiler. Böyle utanç verici bir dönüşün önüne geçen esas olarak SYRIZA tabanının tutumu ve Sol Platform’un pozisyonuydu. HAYIR oyu ile kazanılan ezici zafer, gerekli kopuşun “nesnel” potansiyelinin çarpıcı bir göstergesiydi. SYRIZA’nın sol kanadının, referandumun önemini kavrayan ve HAYIR oyu için mücadele eden anti-kapitalist sol güçlerle işbirliği yaparak sonucu savunma ve halk iradesine saygı gösterme konusundaki başarısızlığı büyük, belki de kesin bir yenilgiydi. Çünkü SYRIZA liderliğinin sonuca olan saygısı ancak iki veya üç gün sürdü.

Üçüncü muhtıra zaten vardı [2015’in ilk yarısında müzakere edilmişti]. Hiç kimsenin, bunun Parlamento’da SYRIZA’nın “başkanlık çoğunluğu”, Yeni Demokrasi ve sosyal-liberal PASOK ile birlikte oylandığını unutmaya hakkı yoktur. Bu, sonuçta “ulusal selamet” programıydı: sermayenin vahşi saldırganlığının, en temel sosyal ve işçi haklarını bile yok edecek şekilde sürdürülmesi ve tırmanması. Ve bu politikada, önceki muhtıraları destekleyen burjuva partileri, Schäuble ve Troyka’nın da onayıyla yeni muhtırayı destekleyen Alexis Çipras’ın SYRIZA’sıyla birleştiler.

Eylül 2015 seçimlerinde, sola oy verip daha sonra çekimser kalan yüz binlerce insanın hayal kırıklığı ve kopuşu belirleyici oldu. Niyetleri ve politikaları konusunda hâlâ kuşkuların hâkim olduğu Çipras, ANEL lideri Panos Kamenos’un desteğiyle yeniden başbakanlık koltuğuna oturdu. Ancak ikinci hükümetinin politikası üçüncü muhtırayla önceden belirlenmişti.

Bugün durum değerlendirmesi yapıldığında, radikal solun herhangi bir mensubunun 2015-2019 hükümetinin politikasının “olumlu yanlarından” bahsetmesi kelimenin tam anlamıyla ayıptır. Bu yıllarda, ücretlerin ve emekli maaşlarının yıllık GSYH içindeki payı tarihsel olarak düşük bir düzeye ulaşmış, bu durum çalışanların sömürülme oranının maksimize edildiğini göstermektedir. “Esnek” (yarı zamanlı, mevsimlik, güvencesiz) istihdam oranı da rekor seviyeye ulaşmış, esnek “sözleşmeler” kamu hastanelerinden okullara, hatta Çalışma Müfettişliği kadrolarına kadar uzanmıştır! Dönemin bakanı Yorgos Katrugalos’un imzaladığı yasa, emeklilik maaşlarındaki sert düşüşü kurumsallaştırmış, muhtıradaki kesintileri (“istisnai” ve “geçici” olarak dayatılan) “emeklilik maaşlarını hesaplamanın yeni bir yöntemi”ne dönüştürmüş, böylece bu kesintileri meşru ve kalıcı olarak bütünleştirmiştir.

Ancak zarar sadece ekonomik alanla sınırlı kalmadı. Bu yıllarda Amerikan Büyükelçisi Jeffrey Pyatt ile yapılan “dostça” işbirliği, Yunan devletinin daha da derin bir NATO yanlısı “dönüşünün” temellerini attı. Netanyahu ile (Çipras ‘ın sevgiyle “Bibi” diye çağırdığı) yakın işbirliği, Yunanistan-İsrail “ekseninin” derinleşmesinin temellerini attı. Kıbrıs meselesinde, Rum Yönetimi Başkanı Nikos Anastasiadis’le işbirliği yapılarak en olmayacak geri dönüşler yapıldı (örneğin, müzakereleri başlatma girişimi ve Crans-Montana’da bu müzakerelerin aniden baltalanması gibi). Devletin baskı ve yargı mekanizmaları bozulmadan kaldı ve sistematik olarak korundu.

2018 yılında alacaklılarla yapılan ve yanlış bir şekilde “muhtıralardan çıkış” olarak sunulan rızaya dayalı anlaşma bu gelişmeyi taçlandırdı. Sermayenin bu dört yıl boyunca elde ettiği kazanımları özetleyerek, memorandumun “işadamları”, büyük gruplar, kapitalist şirketler ve bankalara ilişkin tüm taahhütlerini “yumuşattı”. Tam tersine, işçiler için memorandum kesintileri uzatılmış ve 2060 yılına kadar “karşılıklı yarar” denetimine tabi tutulmuştur! Çipras’ın “Ülkeyi muhtıralardan çıkardığı” ile övünmesinden altı yıl sonra, 13. ve 14. maaş ve emeklilik aylığının yeniden tesis edilmesi, gerçek toplu sözleşmelerin varlığı ve uygulanması, muhtıradaki (sözde olağanüstü) vergilerin azaltılması vb. işçi hareketinin ve toplumun çoğunluğunun hâlâ iddia edip savunacağı hedefler var.

Uluslararası alanda benzer deneyimlerde (örneğin Lula’nın Brezilya’sında) yaşananların aksine, sol hızlı tepki verdi ve zamanında hükümetle bağlarını kopararak öne çıktı. 2015’te referandum mücadelesinin ardından Sol Platform ve diğer “eğilimlerin” önde gelen isimleri, partinin 2015 öncesi üyelerinin önemli bir yüzdesiyle birlikte SYRIZA’dan ayrıldı. Aramızda var olan veya hâlâ var olan siyasal veya taktiksel görüş ayrılıklarına rağmen, bu yoldaşlara olan saygımızı vurgulamak istiyoruz: Sistemin onlara “işe alma” kırmızı halısını serdiği bir dönemde, onlar zor yolu seçtiler ve mücadele eden kitle kesimleriyle ilişkilerine saygı gösterdiler. SYRIZA’dan ayrılanların ve ANTARSYA’dan ayrılan güçlerin oluşturduğu Halk Birliği’nin evrimi ve görünür ve etkili bir alternatif inşa edememesi başka bir yazının konusu olacak.

Sonuçlar

Bu tercihler, SYRIZA ve Aleksis Çipras’ı 2019’da siyasi ve seçimsel bir yenilgiye sürükledi ve Kiriakos Miçotakis liderliğindeki Yeni Demokrasi’yi (ND) yöneten katı neoliberal kanatla karşı karşıya getirdi.

Sorumluluklar ağırdır. Sermayenin neoliberal saldırganlığını hızlandırmak için ekonomik ve sosyal politika, uluslararası yönelim, ama aynı zamanda devlet aygıtı da “anahtar teslimi” sağa teslim edildi.

Çipras’ın belli bir süre muhalefette kalmasının SYRIZA’yı yeniden inşa etmesine olanak sağlayacağını düşünenlerin olup biteni anlamadıkları ortaya çıktı.

Muhtıra kapsamında iktidarda kalınan dört yıl, köklü bir dönüşümü beraberinde getirdi. SYRIZA kendisini “radikal sol” olarak adlandırmaya devam edebilir, ama gerçekte, uluslararası sosyal demokrasinin sosyo-liberal yozlaşmasının yaşandığı bir çağda, kendisini sosyal demokrat bir parti olarak adlandırmak bile büyük bir ruh cömertliği gerektirir. 2019-2023 döneminde Kasselakis faciasına yol açan ahlak ve geleneklerin gelişimine tanık olduk. Stefanos Kasselakis, “Normal bir partide asla cumhurbaşkanı adayı olamam” derken, aslında kısmen doğruyu söylüyor.

SYRIZA’da ardı ardına yaşanan bölünmeler ve yaşanan kriz, PASOK için siyasal fırsatlar yarattı. Sözde “taktik sihirbazı” Aleksis Çipras, Yunanistan’da sağın yeniden canlanmasına yardımcı olduktan sonra (ki 2015 yazında %17’lere ulaşmıştı…), şimdi PASOK etrafında “bağımsız ve özerk bir yeniden yapılanma”nın kendini gösterme olasılığıyla karşı karşıya. PASOK, memoranduma karşı hareketin yol açtığı krizin, onu tanımlamak için yeni bir uluslararası siyasi terim olan “Pasokifikasyon” icat etmeyi gerektirecek kadar ciddi olduğu bir parti.

2015 yenilgisinin daha geniş sonuçları oldu. Eylül 2015 seçimlerinde erken ortaya çıkan hayal kırıklığı ve kopuş daha kalıcı oldu. Mayıs 2012 ile Eylül 2015 arasında çoğunluğu işçi sınıfı mahallelerinden gelen 900 binden fazla insan siyasetten ve seçimlerden umudunu kesti. Sol bir hükümete dair umut dalgasının zirve yaptığı Ocak 2015’ten, Aleksis Çipras’ın parti liderliğinden istifa etmek zorunda kaldığı 2023 seçimlerinin ikinci turuna kadar SYRIZA 1.300.000 seçmen kaybetti; bu kayıp, 2024 Avrupa seçimlerindeki çöküşün de kanıtladığı gibi, geçici olarak elinde tutmayı başardığı 900.000’i çok aştı.

2015 yenilgisiyle birlikte SYRIZA’nın toparlanması ve teslimiyeti, anti-Memorandum dönemindeki büyük yükseliş mücadele döngüsünü sonlandırdı ve kelimenin tam anlamıyla Miçotakis’in önünü açtı. Bu siyasi trajedinin kahramanları hâlâ kendilerine siyasi ve seçimsel rol arıyorlar. Ama onlar, tıpkı Angelos Elefantis’in (eski bir Avrokomünist aydın) zamanında PASOK için söylediği gibi, bir kez ve sonsuza dek, “sosyalizm ve işçi sınıfı açısından tamamen kayıtsız” olacaklar.

22 Mayıs 2025

Kaynak: https://alencontre.org/europe/dix-ans-plus-tard-loccasion-manquee-et-la-defaite-de-2015.html

Çeviri: İmdat Freni Çeviri Kolektifi

Otto Bauer ve Avusturya Marksizmi: Az Bilinen Bir Hikaye – William Smaldone 

Avusturyalı sosyalist Otto Bauer, çoğu zaman ihmal edilen sözde “Avusturya Marksist” okulunun diğer isimleri gibi, parlamenter demokrasiyi fethedebilecek ve daha sonra sosyalist bir cumhuriyet kurabilecek kitlesel bir işçi hareketi inşa etmeyi amaçlıyordu. Bu yolun başarısızlığı, bu geleneğin katkılarını tanımada başarısızlığa ve ortaya koyduğu stratejik sorulara -Otto Bauer ve Avusturyalı sosyalist liderlerin kendilerini içinde buldukları çıkmazları analiz etmek de dahil- yanıt bulmada başarısızlığa yol açmamalıdır.

***

Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesi büyük bir tarihi dönüm noktası oldu. Bir zamanlar güçlü olan Rus, Alman, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı imparatorluklarının çöküşü, bu felaketli çatışmayı sona erdirirken, paradoksal bir biçimde yeni bir yangının yolunu açtı. Derinden yeniden şekillenen Orta ve Doğu Avrupa’da halklar, galip İtilaf Devletleri’nin dayattığı düzene meydan okumaya çalıştılar.

Bu mücadelede Almanya ve Sovyet Rusya’nın baskın rol oynaması ve bunun da II. Dünya Savaşı’na yol açması, bölgedeki küçük devletlerin tarihinin çoğu zaman arka planda kalmasına neden oldu. Dönemin büyük anlatılarının gölgesinde kalan ve büyük güçlerin siyasetinde salt birer piyon ya da ikincil oyuncu konumuna düşen bu ülkeler, uluslararası alanda büyük ölçüde bilinmiyor.

Bu az bilinen devletlerden biri de Birinci Avusturya Cumhuriyeti’ydi. Bir zamanlar 55 milyonluk büyük bir çokuluslu imparatorluğun güç merkezi olan Avusturya, 1918’de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun dağılmasının ardından 6 milyona düşen vatandaşlarıyla, nüfusunun üçte birini eski imparatorluk başkenti Viyana’da yoğunlaştırdı. 1938’de Nazi Almanyası tarafından acımasızca ilhak edilmesinin dışında, bu cumhuriyet büyüleyici olmasına rağmen yabancı tarihçilerin pek ilgisini çekmedi.

Bu nedenle Otto Bauer’in klasik eseri Avusturya Devrimi’nin Walter Baier ve Eric Canepa tarafından çevrilmesi, Avusturya tarihi hakkındaki İngilizce literatüre değerli bir katkıdır. 1923 yılında yayımlanan bu kitap, cumhuriyetin ilk yıllarını Avrupa sosyalizminin önemli bir teorisyeni ve Avusturya’nın önde gelen isimlerinden birinin gözünden ele alıyor. Yazarının somut siyasi deneyimlerinden derinden etkilenen bu eser, güncel olayları anlamak için Marksist bir yaklaşıma olan bağlılığını yansıtır.

Otto Bauer’in Siyasi Hayatı

Otto Bauer (1881-1938) çok sayıda ilgi alanına ve yeteneğe sahip bir aydındı. 1881 yılında liberal ve zengin bir Yahudi ailede doğdu. Viyana Üniversitesi’nde hukuk okudu ve burada Sosyalist Öğrenci Birliği üyesi olarak, daha sonra “Avusturya-Marksist okulunun” kurucuları sayılan genç aydınların arasına katıldı. Görevleri “Marx ve Engels’in toplumsal kuramını derinleştirmek, eleştiriye tabi tutmak ve çağdaş entelektüel düşünceye yerleştirmekti.” Çeşitli disiplinlerdeki uzmanlıklarına rağmen, Karl Renner (1870-1950) (hukuk), Max Adler (1873-1937) (felsefe) ve  Rudolf Hilferding (1877-1941) (siyasi ekonomi) gibi arkadaşları, Marksist teoriye dogmatik olmayan bir yaklaşım benimsediler.

Bauer başlangıçta, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda büyük bir sorun olan “milliyetler sorunu” üzerinde yoğunlaştı. Bu imparatorlukta Çekler, Slovaklar, Hırvatlar, İtalyanlar, Ukraynalılar, Macarlar ve Polonyalılar gibi halklar, Alman kökenli Avusturyalıların egemen olduğu yarı-mutlakiyetçi bir sistemde kendilerine yer edinmeye çalışıyordu. 1907’de, henüz yirmi altı yaşındayken, imparatorluğun sayısız milliyetinin kültürel ve yasal haklarını garanti altına alırken, sosyal demokrasinin bölgeler arası ve etnik gruplar arası bir işçi hareketi inşa etme çabalarını teorileştirmeyi amaçlayan Milliyet Sorunu ve Sosyal Demokrasi adlı eserini yayınladı. Bu hırs başarısızlıkla sonuçlansa da, Otto Bauer’i döneminin en etkili sosyalist düşünürlerinden biri haline getirdi.

Bu arada, Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin (SDAP) bir üyesi olan Otto Bauer, siyasi çalışma konusunda muazzam bir kapasite sergiledi. Bauer, 1907 yılında Parti’nin başlıca teorik dergisi olacak olan Der Kampf‘ı (Mücadele) kurdu. Ayrıca SDAP’nin amiral gemisi gazetesi olan  Die Arbeiter-Zeitung‘da  ( İşçi Gazetesi ) hemen her gün çok çeşitli konularda yazılar yazmaktaydı. 1914’te Parti Sekreteri oldu ve kendisini partinin yaşlanan lideri Victor Adler’in doğal halefi olarak kabul ettirdi. (1852-1918)

SDAP liderliği Ağustos 1914’te imparatorluk hükümetinin Sırbistan’a savaş ilanını desteklemeye karar verdiğinde (bu karar Birinci Dünya Savaşı’nı tetikledi), Bauer buna karşı çıkmadı. Esir alındı, Çar’ın devrilmesinden sonra serbest bırakıldı ve Eylül 1917’de Avusturya’ya döndü, bu dönemde devrimci Petrograd’da kaldı. Bu deneyimden dolayı radikalleşen, ancak Bolşevizme bağlı kalmayan Bauer, imparatorluğun çöküşünde etnik kökenlerin önemli bir rol oynadığı Viyana’ya döndü. Victor Adler’in ölümü üzerine fiilen Parti’nin başına geçti.

Kasım 1918’de Avusturya Geçici Ulusal Meclisi, Sosyal Demokratların çoğunlukta olduğu bir hükümet kurdu. Karl Renner (1870-1950) Şansölye, Bauer ise Dışişleri Bakanı oldu. Daha sonra yeni Avusturya Cumhuriyeti’nin doğuşuna yakından tanık oldu, ama aynı zamanda çok uzun vadeli sonuçları olan bir karara da tanık oldu: Zorla imzalanan  Saint-Germain-en-Laye Antlaşması. Bu antlaşma, Avusturya’nın, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun savaşı başlatma suçunu üstlenmesini gerektiriyor, ona ağır bir tazminat yükü yüklüyor ve yeni Alman Cumhuriyeti ile herhangi bir birleşmeyi yasaklıyordu.

Sadece sınırlarıyla kısıtlı bir Avusturya’nın ekonomik olarak sürdürülebilir olmadığına inanan Bauer, Almanya ile birliği dış politikasının temel direği haline getirdi. Ancak hükümetin antlaşmayı Eylül 1919’da onaylamasının ardından istifa etti ve kendini tamamen Parti işlerine ve parlamento siyasetine adadı.

Avusturya Devrimi

Bauer’in öyküsü, hem umut dolu hem de derin ekonomik ve siyasal krizlerle dolu olan Avusturya Demokratik Cumhuriyeti’nin ilk yıllarını konu alıyor ve yeni parlamenter düzenin sınırlarını hızla ortaya koyuyor.

Beş kronolojik bölüme ayrılan eserinin ilk bölümünde milliyetler sorunu ve bunun savaş ve devrimle bağlantısı ele alınıyor. Bauer, dört ayrıntılı bölümde, savaş öncesi Habsburg monarşisi ile onun otoritesi altındaki etnik gruplar arasındaki gerginliğin nasıl 1914’te savaşa ve dört yıl sonra da Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun çöküşüne yol açtığını analiz ediyor. Ona göre, Habsburglar’ı Sırbistan’a savaş açmaya iten şey, uzun süre Almanlar, İtalyanlar, Macarlar ve Türklerin egemenliği altında “kölelik, parçalanma ve tarihi sessizlik” durumunda tutulan Güney Slavlarının ulusal özlemlerinden duydukları korkuydu.

Çatışma başlangıçta İmparatorluk içindeki etnik ve sosyal bölünmeleri belirsizleştiriyor gibi görünse de aslında onlarca yıldır devam eden ulusal devrim sürecini hızlandırdı. 1918’e gelindiğinde, dört yıl süren büyük insan kayıpları, yoksunluklar ve askeri başarısızlıkların ardından İmparatorluk tüm meşruiyetini yitirmişti ve artık demokratik reform ve ulusal bağımsızlık güçlerini kontrol altında tutacak araçlara sahip değildi.

Alman Avusturyalılar için ulusal sorun farklı bir şekilde ortaya konuyor. Bauer, “Almanlığımız ile Avusturyalılığımız arasındaki çatışma, Germania-Avusturya’nın yakın tarihinin tamamında yaşanmaktadır” diyor. Farklı Alman-Avusturyalı toplumsal sınıfların iki yönelim arasında gidip gelmelerini analiz ediyor: Almanya ile birlik olmak ya da kendi egemenlikleri altında çok etnikli bir imparatorluğun varlığını sürdürmek.

1914’te burjuvazi bu ikilemin çözüldüğünü düşünüyordu: Almanya ve Avusturya-Macaristan, vatansever ve savunmacı bir savaşta birleşmişlerdi. Bu tutuma, enternasyonalist taahhütlerine rağmen Rusya’nın zaferinden korkan işçi hareketi de katılıyor.

Ancak savaş çabasına verilen bu destek zamanla azaldı. Çatışma uzadıkça, özellikle işçi hareketi içinde savaş karşıtı duygular büyüdü. Bauer, SDAP’ın başlangıçta savaşa destek vermekten, ona karşı düşmanca bir tutum takınmaya ve en sonunda İmparatorluk halkları için kendi kaderini tayin hakkını savunmaya nasıl evrildiğini ayrıntılı bir şekilde anlatıyor.

Ekim 1918’in sonuna doğru Habsburg rejimi çöktü. İkinci bölümde Bauer, savaş çabasının çöküşünü ve Alman Avusturyası da dahil olmak üzere eski imparatorlukta yeni ulusal devletler yaratan halk isyanlarının zaferini anlatıyor. Bauer’e göre, ulusal, demokratik ve toplumsal bir devrimci süreç burada gerçekleşti.

Avusturya demokratik devriminin 12 Kasım 1918’de Geçici Ulusal Meclis’in kurulmasıyla sona erdiğini yazıyor. Ama toplumsal devrim bir süre daha devam etti. Savaş sonrası parlamento seçimlerinde yenilgiye uğrayana kadar iki yıl boyunca SDAP bu organda egemen oldu. Bauer’in “işçi sınıfı hegemonyası” olarak adlandırdığı bu dönemde devlet, işçilerin lehine önemli reformlar uyguladı:

• Sekiz saatlik iş günü

• Toplu sözleşme hakları

• İşyerinde işçi konseyleri

Ancak Avusturya toplumunun dönüşümü hem içeriden hem dışarıdan pek çok engelle karşı karşıyaydı. Birçok Sosyal Demokrat lider gibi Bauer de kendini sosyalist devrimci olarak görüyordu ancak devrimin getirebileceği kaos ve şiddetten korkuyordu.

Viyana olaylarını analiz ettiğinden Bolşevik coşkusunu paylaşmadığı açıkça ortaya çıkıyor. Radikalleşmiş askerler askeri disiplini bozduklarında, özel mülklere ve devlet erzaklarına el koyduklarında ve bir “Kızıl Muhafız” yaratmaya çalıştıklarında, Bauer bu eylemleri “Bolşevizmin devrimci romantizmi” olarak adlandırır. Askerlerin çoğunun eve dönmesinden memnun oldu ve çoğunluğu Sosyal Demokrat işçilerden oluşan Volkswehr adlı yeni bir ordunun kurulmasını destekledi. Ona göre, bu, “ülkeyi anarşi ve dış tehditlerin kaçınılmaz tehlikesinden kurtarıyor”du.

Otto Bauer’e göre, fabrika konseyleri gibi yeni kurumlarla güçlendirilen parlamenter çerçeve, sosyalizme doğru ilerlemenin temelini oluşturur. Toplumsal devrimin, askerlerin subaylarına karşı ayaklandığı Viyana garnizonunun kışlalarında başladığını, daha sonra cumhuriyet lehine harekete geçen işçi sınıfına yayıldığını düşünüyor. Bu hareketi, işçi sınıfını demokratik bir kültüre oturtmak için sosyal demokratların onlarca yıldır sürdürdüğü çabaların doruk noktası olarak görüyor. “Ulusal devrim,” diye yazıyordu, “proletaryanın işi haline geldi ve proleter devrim, ulusal devrimin itici gücü oldu.”

12 Kasım 1918 olayları, muhafazakâr kırsal kesimlerde bile geniş bir destek gördü. Ancak Bauer ısrar ediyor: Cumhuriyetin kan dökülmeden kurulmasını sağlayan, her şeyden önce birleşik solun ortak eylemiydi. İşçi konseyleri gibi kurumlar tarafından yapılandırılan parlamenter düzenin, Bolşevizmin “şiddetinden” kaçınarak kademeli bir sosyalist geçiş için istikrarlı bir çerçeve sunduğuna inanmaktadır.

Sosyal Demokratlar İktidarda

Otto Bauer, eserinin üçüncü bölümünde Sosyal Demokrat hükümetin (SDAP) işçilerin koşullarını iyileştirme çabalarını inceliyor ve yeni bir sosyalist ekonominin örgütlenmesine ilişkin düşüncelerini ortaya koyuyor.

Ancak bu hedeflerin önündeki önemli engelleri de göz ardı etmiyor:

• Avusturya’nın uluslararası alanda siyasi izolasyonu,

• Özellikle anti-sosyalist Katolik köylüler, kentsel burjuvazi ve sosyalistlerin kazandığı sanayi merkezleri arasındaki iç bölünmeler,

• Hızla artan enflasyon ve gıda, yakıt ve hammadde sıkıntısıyla belirginleşen akut ekonomik kriz.

Bauer, sol hükümetin bu tuzakları nasıl aşmak zorunda kaldığını, Avusturya topraklarına göz diken komşularla savaştan kaçınmak, komünist devrimin yayılmasından endişe eden Batılı güçlerin müdahalesini savuşturmak ve  Mart 1919’da Sovyet Cumhuriyeti’nin kurulmasının başarılı bir karşı devrimle sonuçlanan bir çatışmayı tetiklediği Macaristan’daki devrimci huzursuzluktan uzak durmak zorunda kaldığını anlatıyor.

Bauer, bu patlayıcı ortamda işçi hareketinin görevinin Bolşevik tarzda bir “proletarya diktatörlüğü” kurmak değil, devrimin “freni” rolünü oynamak olduğuna inanmaktadır. Ona göre işçiler güçlerini dikkatli kullanmalı ve sosyal demokrasinin felaketle sonuçlanacak aceleci eylemleri önlemesi gerekiyor. Bu amaçla SDAP hükümetinin, Ulusal Meclis tarafından kabul edilebilecek reformlar önermek amacıyla işçi hareketinin başlıca sivil toplum kuruluşları olan sendikalar, işçi ve asker konseyleriyle sürekli diyalog halinde olduğunu yazıyor.

Ancak bu uzlaşma politikası tehlikeli ve istenmeyen bir politika oldu. Çileden çıkan işçiler hükümetin sunabileceğinden fazlasını talep ediyordu. Bauer yine de işçi sınıfının siyasal eğitimi ve toplumsal bilincinin yükseltilmesi açısından bu sürecin önemini vurgular. Ona göre SDAP, özellikle zor bir ortamda elinden gelen her şeyi yaptı.

Ancak Bauer, SDAP’nin ideolojik hegemonyasını dayatma yeteneğini abartıyor. “Salt entelektüel mücadeleler yoluyla [işçilerin] ufuklarını genişlettiklerini, entelektüel çevikliklerini keskinleştirdiklerini ve kendi kaderini tayin etme iradelerini güçlendirdiklerini” ileri sürmektedir. Diğer Avusturya Marksistleri gibi o da siyasal eğitimi sosyalist aydınların temel misyonu olarak görür. Ancak SDAP’nin daha sonra seçimlerde çoğunluğu elde edememesi, bu yaklaşımın sınırlılıklarını ve işçi sınıfı ile diğer toplumsal kesimleri sürdürülebilir bir şekilde kazanma konusundaki yetersizliğini ortaya koymaktadır.

Dördüncü ve beşinci bölümlerde Bauer, Avusturya toplumsal sınıfları arasındaki değişen güç dengesini ve bunların siyaset sahnesinde karşı karşıya gelme veya işbirliği yapma biçimlerini analiz ediyor. 1920 sonbaharında, SDAP’ın parlamento seçimlerini Hıristiyan Sosyalistlere (eski koalisyon ortağı) kaybetmesinden önce bile, köylülüğün ve burjuvazinin devrim şokundan kurtulduğu ve artık sosyalistlerle uzlaşmak istemediği açıktı.

Pan-Cermen milliyetçilerle aynı fikirde olmayan Hıristiyan Sosyalistler, parlamentoda mutlak çoğunluğa sahip değiller. Bauer, “sınıf güçlerinin dengesinin” işçi hareketinin SDAP, sendikalar ve diğer örgütler aracılığıyla iktidarı elinde tutmasını sağlayacağına inanmaya devam ediyor. Oysa 1922’de Hıristiyan Sosyalistlerin, uluslararası yüksek finans çevrelerinin de yardımıyla, köylülüğü, küçük burjuvaziyi ve bütün sanayi ve finans elitlerini bir araya getiren bir koalisyon kurmayı başardıklarını kaydetti. Burjuvazi daha sonra cumhuriyet üzerinde yavaş yavaş egemenliğini kurdu.

Ancak bu kontrol henüz tam olarak sağlanabilmiş değildi. Bauer, SDAP’nin Cumhuriyetçi orduda ve “Kızıl Viyana“da güçlü bir varlığını sürdürdüğünü, Partinin burada sürekli olarak mutlak çoğunluğu elde ettiğini ve geniş kapsamlı kentsel ve toplumsal reformlar uyguladığını belirtiyor. Bu kazanımların güçlenen bir burjuva hükümeti tarafından tehdit edilebileceğini biliyor, ancak SDAP’nin toparlanabileceğine inanıyor. Ona göre, sağ, sosyal demokratlara, çalışanları ve küçük esnafı kendi davaları etrafında toplama, burjuva hükümetini devirme ve işçi iktidarını yeniden ele geçirme fırsatı verecek olan ekonomik ve toplumsal krizleri çözmede başarısız olacaktı.

Bu radikal söyleme rağmen Bauer, burjuvazi cumhuriyetçi anayasayı ortadan kaldırmaya çalışmadığı sürece kitle eyleminin kullanılmasını reddetti. Zaferin parlamento siyaseti çerçevesinde elde edilmesi gerekirdi.

Demokratik Sosyalizmin İkilemi

Olaylar Bauer’in umduğu gibi gelişmedi. Sosyal demokrasi asla iktidarı geri kazanamadı, Sosyal Hıristiyanlar ise 1934’te devrilen cumhuriyetin düşüşünü sistematik bir şekilde hazırladılar. Avusturya işçi hareketi silahlı direniş gösterse de, Bauer de dahil olmak üzere liderleri, ancak sonuç kesinleştikten sonra mücadele çağrısında bulundular ve bu da müdahalelerini etkisiz kıldı.

Bauer’in Avusturya Devrimi adlı yapıtı  ondan on yıl önce yayımlanmış olmasına rağmen, devrime ve devrimden ortaya çıkan sisteme ilişkin analizi onun siyasi vizyonunu şekillendirir. Bu, cumhuriyetin başarısızlığında önemli bir rol oynamış ve  Peter Gay’in (1923-2015) “demokratik sosyalizmin ikilemi ” olarak adlandırdığı durumu gözler önüne sermiştir.

Nüfusun %10’una denk gelen 600 bin üyeli bir partinin başına geçen ve parlamento seçimlerinde oyların %40’ından fazlasını alan Bauer, komünist rekabete karşı SDAP’nin birliğini korumak zorundaydı. Bu amaçla sık sık devrimci söylemlere başvurdu, sınıf mücadelesini yüceltti ve kapitalist toplumun kökten dönüştürülmesini istedi.

Ancak pratikte parlamento yoluna sıkı sıkıya bağlı kaldı ve başka stratejileri değerlendirmeyi reddetti. Cumhuriyet karşıtı sağın, vicdansız şiddete başvurmaya hazır olması karşısında sonuç kaçınılmazdı: Cumhuriyet yok olmaya mahkûmdu.

Çeviri: İmdat Freni Çeviri Kolektifi

Kaynak: https://www.contretemps.eu/otto-bauer-austro-marxisme-socialisme-vienne/

Orijinal Kaynak: https://jacobin.com/2023/03/otto-bauer-austro-marxists-socialist-revolution-democracy-book-review

“Liberal Hegemonyanın Krizi Aşırı Sağa Yönelimin Nedenidir” – Ilya Budraitskis ile Söyleşi

Sürgündeki Rus siyaset bilimci ve aktivist İlya Budraitskis, bu röportajında ​​aşırı sağın yükselişinin nedenlerini, yeni faşistlerin peşinde koştuğu hedefleri ve radikal solun faşizme karşı mücadelede 20. Yy.’dan  çıkarması gereken dersleri anlatıyor. Son olarak, günümüzde anti-faşist bir politika için izlenecek yollara ilişkin önerilerde bulunmaktadır.

Söyleşiyi gerçekleştiren: Philipp Schmid (BFS/Sosyalizmi için Hareket- Zürih)

Avrupa’daki siyasi gelişmeler son derece endişe verici. Faşist Almanya İçin Alternatif (AfD) partisi, 2025 federal seçimlerinde oyların yüzde 20,8’ini aldı. Almanya’daki protesto gösterilerinde insanlar gece yarısına 5 dakika kaldığını değil, saatin 17.33 olduğunu söylüyor. Bu panik haklı mı?

Evet, bu korkuların haklı olduğunu düşünüyorum. Avrupa, ABD, Latin Amerika vb. ülkelerde aşırı sağcı partilerin etkisinin giderek arttığını gözlemliyoruz. Elbette bu küresel eğilim farklı ulusal bağlamlarda farklı şekillerde kendini gösteriyor, ancak tehlike gerçek. Aslında bu, seçkinci kesimlerin burjuva iktidarının siyasal yapılanmasını kökten değiştirme ve farklı bir siyasal rejim kurma arzusuyla bağlantılıdır. Bu Rusya’da zaten yaşandı, ABD’de de süreç devam ediyor. Batı Avrupa’da aşırı sağ önemli seçim başarıları elde etti, ancak siyasal iktidarın dönüşümü henüz gerçekleşmedi. Ancak giderek güçlenen yapısı göz önüne alındığında bu durum gelecek için olası bir senaryo olmaya devam ediyor.

Hangi siyasal düzeni hedefliyorlar?

Bu durum en çok ABD’de görülüyor. Trump’la birlikte aşırı sağ yeniden iktidara geldi. Senato, Temsilciler Meclisi ve Yüksek Mahkeme gibi devlet aygıtının en önemli çarklarını kontrol eder. Ve şimdi siyasal sistemi tepeden tırnağa yeniden yapılandırarak otoriter bir rejime doğru götürmeye çalışıyor. Bunun kapitalist bir işletme gibi örgütlenmesine girişiyorlar. Trump ve Musk’ın amacı bu. Bu, liberal demokrasinin ortadan kaldırılması ve onun yerine bir tür modern monarşinin getirilmesi anlamına gelir. Otoritenin demokratik meşruiyete değil, kişiselleştirilmiş güç ve otoriter lider ilkesine dayandığı bir rejimi arzuluyorlar.

Aşırı sağın, toplumun otoriter biçimde yeniden yapılandırılmasının dışında ideolojik programı nedir?

İdeolojik programlarının özünde liberal demokrasinin sonunun geldiği düşüncesi yatmaktadır. Bu, uluslararası hukuk ve hoşgörü gibi sahte ilkelerle yönlendirilen gizli bir küresel seçkinlerin arkasına saklandığı sahte bir hükümet, kukla bir hükümet olacaktır. Aşırı sağ, liberal elitlerin sözde ahlak ve değerlerini, güçlüyü değil zayıfı koruduğu gerekçesiyle eleştiriyor.

Aşırı sağa göre uluslararası politikanın tek ilkesi güçlünün hukuku olmalıdır. Toplumu yönetmenin “doğal” yolu budur. Trump ve Putin’in yönetim mantığı bu. Bunu Putin’in Ukrayna’ya verilen desteği eleştirmesinde görüyoruz: Ona göre, kendini savunamayan küçük ulusların var olma hakkı yoktur. Dolayısıyla egemenlikleri, yani bağımsız ülkeler olarak varlıkları aşırı sağın gözünde yapaydır.

Avrupa’da son on yılda aşırı sağ ve faşist güçlerin yükselişini nasıl açıklıyorsunuz?

Avrupa’da aşırı sağ partilerin giderek artan seçim başarısının birçok nedeni var. Bunlardan en önemlilerinden biri, son onyıllardaki neoliberal reformların ardından Avrupa toplumlarının geçirdiği dönüşümdür. Nüfusların giderek artan toplumsal atomizasyonu, sendikaların ve işçilerin diğer öz örgütlenme biçimlerinin dağıtılması, demokratik geleneklerin gerilemesiyle el ele gidiyor. Demokratik gelenekler yalnızca liberal kurumlar sistemi olarak değil, aynı zamanda toplumun kendini kolektif ve örgütlü bir biçimde savunma kapasitesi olarak da anlaşılmalıdır.

Bu, liberal elitlerin ideolojik krizinin maddi temelidir; çünkü vatandaşlar burjuva liberal demokrasisinden ve kurumlarından giderek daha fazla hayal kırıklığına uğruyorlar. Kendilerini temsil edilmediklerini ve duyulmadıklarını hissediyorlar. Aşırı sağ, bu yaygın duyguları ustalıkla kullanıyor.

Klasik Marksist faşizm analizi, faşizmi her zaman kapitalizmin krizine bir tepki ve burjuvazinin işçi hareketinin güçlenmesine verdiği bir yanıt olarak görmüştür. Bu analiz hala geçerli mi?

Tarihsel farklılıklara rağmen 1920’ler/1930’lar ile günümüz arasında benzerlikler de var. Weimar Cumhuriyeti’nin siyasal kurumlarındaki kriz, 1929’dan itibaren yaşanan Büyük Buhran ve buna eşlik eden büyük toplumsal çalkantılar, Alman faşizminin yükselişi ve iktidarı ele geçirmesi için verimli bir zemin hazırladı. Proleter devrim tehlikesi henüz ortada yokken, Alman işçi hareketi dünyanın en güçlü hareketlerinden biriydi. Sosyal demokrat SPD ve komünist KPD, faşistlerin nüfuz mücadelesi verdiği kitle partileriydi. Genel toplumsal kriz nedeniyle halk, burjuva liberal demokrasi sisteminden büyük ölçüde hayal kırıklığına uğramıştı. Bunu, kapitalist düzenin çoklu kriziyle karakterize olan mevcut durumda da gözlemleyebiliyoruz. Ancak temel bir fark var.

Nedir ?

1920’lerde ve 1930’larda faşistler, kapitalist sistemin geleceği için alternatif vizyonlar sunmak amacıyla işçi hareketiyle rekabet ettiler. Sınıf çatışmasının olmadığı, ulusal zaferin halkı birleştireceği bir gelecek vizyonunu yaydılar. Ve topluma milli dayanışma ruhuyla ve bir tür faşist kolektivizmle bağlı yeni bir insan yaratma hırsına sahiplerdi. İşte bu yüzden bu gerici faşist ütopya 1920’lerde ve 1930’larda Avrupa’daki birçok insana bu kadar çekici geliyordu. Ve bu yüzden sosyalist ütopyayla ve farklı bir insan ilişkileri sosyalist vizyonuyla rekabet ediyordu. Bugün geleceğe dair alternatif vizyonlar arasında bir rekabet görmüyorum.

Ama faşistler her zaman ulusal sınırları olan, homojen bir halktan oluşan ve cinsiyetlerin açıkça tanımlandığı farklı bir toplumu yaymazlar mı?

Evet, ama zamanın anlamı ve algısı, Avrupa’da yüz yıl öncesine göre çok farklı. O dönemde toplumsal özlemlerin merkezinde daha iyi bir gelecek ve toplumsal ilerleme meselesi yer alıyordu. 1980’lerden itibaren geç kapitalizmin egemenliği altında gelecek fikri ortadan kalktı. İnsanlar öncelikle şimdiki zamanla ve geçmişin bugünkü duruma yol açan yorumlarıyla ilgilenirler. Alternatif bir geleceğin düşünülemediği şu anda yaşıyoruz. İşte tam da bu, toplumun neoliberal yeniden örgütlenmesinin sonucudur. Margaret Thatcher’ın meşhur “Başka alternatif yok” (TINA) sözü, az çok toplumsal bir uzlaşı haline geldi. Trump’ın siyasi platformu bunu açıkça ortaya koyuyor. Somut öneriler getirmiyor, geleceğe dair net bir vizyon ortaya koymuyor. O, kendi tanımladığı bir “hakikat” adına, “liberal şimdiki zamanı” inkar ediyor.

Yeni aşırı sağın karakterizasyonuna dönelim. Faşizm konusunda tanınmış Marksist akademisyen Enzo Traverso, 2017 yılında yayınlanan Faşizmin Yeni Yüzleri (Ayrıntı, 2024) adlı kitabında yeni faşistleri tanımlamak için “post-faşizm” terimini öneriyor. Ne demek istiyor?

Enzo Traverso, günümüz post-faşist partilerinin, tarihsel modellerinden farklı olarak, burjuva liberal demokrasisinin mekanizmalarından kopmaya çalışmadığını düşünüyor. Tam tersine, nüfuzlarını genişletmek için demokrasi mekanizmalarını başarıyla kullanıyorlar. Onlar sadece sistemi kullanarak iktidara gelmek istiyorlar. İtalya örneği buna bir örnektir. Post-faşist Giorgia Meloni siyasal sistemi devirip yerine faşist bir rejim koymadı. Marine Le Pen veya AfD’nin Almanya’da Fransız hükümetine katılması durumunda da böyle bir senaryonun gerçekleşmesi pek mümkün görünmüyor. Aksine toplumların ve elitlerin zihniyetini yavaş yavaş değiştirmeye çalışacaklardır. Siyasal sistemi yeni bir otoriter faşizme dönüştürme konusunda iktidar çevrelerinde hâlâ bir fikir birliği yok. Ancak aşırı sağın sürekli baskısı altında bu durum değişebilir.

Zaten bugün liberal ve muhafazakâr hükümetler aşırı sağın taleplerini benimsiyorlar. Aşırı sağın liberal burjuva kurumlarını ve seçimlerini kullanmasının, tüm bu hareketler için nihai siyasal projelerini gerçekleştirme yolunda bir geçiş noktası oluşturabileceğini anlamamız gerekir. Bu nedenlerle, günümüz aşırı sağı ile tarihsel faşistler arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları anlatmak için “post-faşizm” teriminin yararlı olduğunu düşünüyorum.

Bu analizi Rusya ve Putin rejimi için de geçerli kılmak mümkün müdür?

Evet, Rusya tam da bu süreci yaşadı ve bugün aşırı otoriter bir rejime sahip. Putin’in iktidarının son 25 yılında Rus rejimi kökten değişti. İlk on yılda, 2000’li yıllarda Rusya daha çok otoriter, teknokrat ve neoliberal bir rejimdi. 2007/2008 küresel ekonomik krizi sadece Arap dünyasında değil, Rusya’da da genel bir siyasi krize yol açtı. Putin’in yeniden seçilmesine karşı 2011/2012’de Moskova ve diğer Rus şehirlerinde kitlesel protestolar yaşandı. Sivil toplumun bu protestoları politik ve ideolojik bir tehdit olarak algılandı ve Rus elitlerinin rejimlerinde otoriter bir dönüşümün gerekli olduğuna inanmasına yol açtı.

Bu dönüşümün etkisi ne oldu?

Tabandan gelen toplumsal hareketlerin bir hükümeti devirebileceği fikri, otokratik rejimler için varoluşsal bir tehdit oluşturmaktadır. İşte bu nedenle Putin’in 2012’de başkanlığa dönüşü, sözde geleneksel ve anti-demokratik değerlere doğru ideolojik bir yönelimi beraberinde getirdi. Bu antidemokratik unsurlar, Rus devletinin bir toplumsal sözleşmenin sonucu değil, tarihin bir meyvesi olduğu düşüncesine dayanıyordu. Rusya Federasyonu, Rus İmparatorluğu’nun ve Sovyetler Birliği’nin doğrudan devamıdır. Bu, Putin’in ülkeyi yönetmek için halk tarafından seçilmesine gerek olmadığı, kaderin onu yönlendirdiği anlamına geliyor. Putin kendisini Büyük Petro ve Stalin’in doğrudan halefi olarak görüyor. Bu fikirler nihayet 2020 yılında Rus Anayasası’nda yer aldı. Bu inançlar aynı zamanda 2013/2014 yıllarında Ukrayna’daki Maidan protestoları sırasında yaşanan olaylara verilen şiddetli tepkinin de temel sorumlusudur.

Ne için ?

Meydandaki Ukraynalılar Rus nüfuzuna karşı protesto gösterileri düzenliyor ve Ukrayna’nın ulusal egemenliğinden yana tavır takınıyorlardı. Protestolar Rus rejimi tarafından sadece “dışarıdan sahnelenmiş” olarak nitelendirilmekle kalmadı, aynı zamanda “tarihi Rusya’ya” yönelik bir iç tehdit olarak da algılandı. Putin’in iktidarının ikinci on yılında Ukrayna’ya askeri müdahaleler başladı ve bunlar arasında Kırım’ın ilhakı da vardı. Putin rejiminin otoriterleşmesi ve onun ömür boyu ülkenin başkanı olarak atanması da buna eşlik etti.

Demokrasiye bağlı Rus sivil halkı bu gelişmelere nasıl tepki verdi?

Putin, bir kez daha Rus toplumunun büyük bölümünde artan demokratik protesto hareketleriyle ve hoşnutsuzlukla karşı karşıya kaldı. Bu protesto dalgasında hem dış hem de iç tehditlerin bir bileşimini gördü. 1917 Rus Devrimi de dahil olmak üzere tüm devrimlerin, Rusya’nın dış düşmanları tarafından gizlice kontrol edildiği iddia ediliyordu. Batı’nın, Rus toplumunu, ister liberal ister sosyalist olsun, yanlış fikirlerle zehirlediği söyleniyor. Putin’in yeniden başlayan protestolara cevabı Şubat 2022’de Ukrayna’yı işgal etmek oldu. Putin için Ukrayna meselesi yalnızca Rus devletinin dünya sahnesindeki jeostratejik çıkarları meselesi değil. Sadece NATO ile rekabet kaygısı taşımıyordu, aynı zamanda kendi rejiminin varlığını da düşünüyordu. İşte bu yüzden Ukrayna’nın işgali bir dönüm noktası oldu. Putin savaşı, rejimi baskıcı bir diktatörlüğe dönüştürmek için kullandı.

Peki Putin rejimini bugün faşist olarak mı tanımlıyorsunuz?

Evet, neden olmasın? Elbette günümüz faşizmi, tarihi faşizmden birçok bakımdan farklıdır. Rusya’da, Almanya ve İtalya’dan farklı olarak faşizmin tarihsel bir modeli yoktur. Bilakis, Putin rejiminin ilham alabileceği çeşitli başka otoriter gelenekler de var. Örneğin Putin, Rus İmparatorluğu’nun aşırı muhafazakâr ve dinsel geleneğini, kendi otokrasisini meşrulaştırmak için kullanıyor. Stalinist geçmişten kalma baskıcı uygulamalar da benimsendi; bunu FSB gizli servisinin (KGB’nin halefi) rolünden anlayabiliriz. Bugün Rus rejiminin en etkili unsuru FSB’dir.

Batı’daki radikal sol kesimin bir kısmı Rusya’daki faşist rejimin oluşturduğu tehlikeyi görmezden geliyor, daha da kötüsü inkar ediyor.

Kesinlikle öyle, daha da trajik olanı ise kendi ülkelerinde faşizmin yükselişine tamamen hazırlıksız olmasıdır. Yeni faşizmin yükselişi sol için büyük bir meydan okumadır. Örneğin ABD’de Trump’ın yeniden seçilmesinden önce radikal sol, eleştirilerini ağırlıklı olarak Biden ve Demokrat Parti’ye yöneltmiş, Trumpizm’in yarattığı gerçek tehlikeyi unutmuştu. Bugün tamamen kaybolmuştur. Bu durum diğer ülkelerde de yaşanabilir. Tarih bize solun 20.yy’da  faşizmin yükselişine hazırlıksız olduğunu öğretiyor. Stalinist Komünist Enternasyonal, faşist tehdidi uzun süre önemsizleştirdi. Bugünkü fark, radikal solun yüz yıl öncesine göre çok daha zayıf olmasıdır.

Anti-faşist direnişten başka hangi dersler çıkarılabilir ?

Tarihin en önemli dersi, faşizmin her zaman militarizasyona ve savaşa yol açtığıdır. Avrupalı ​​anti-faşistler, 1920’lerde ve 1930’larda faşistlerin iktidara yükselişinin başlangıcında bunu fark etmemişlerdi. Bugün bu durum çok daha belirgindir ve bu nedenle anti-militarist ve anti-emperyalist propagandamızı anti-faşist propagandayla birleştirmeliyiz. Sol, sadece askeri harcamalardaki artışı eleştirmekle yetinmemeli. Putin gibi bir rejim her türlü barışçıl bir arada yaşamayı reddediyor ve savaşı ülkeyi yönetmenin ve nüfuzunu genişletmenin bir aracı olarak yüceltiyor. “Çok kutuplu dünya” kavramının ardındaki mantık budur; artık evrensel hakların veya kuralların olmadığı, ancak en güçlü ulusun üstün geldiği bir dünya.

(Post-)faşizmle daha etkili bir şekilde mücadele edebilmek için  21. yüzyıl anti-faşizminin temelinde ne olmalı ?

Aşırı sağın yükselişine karşı geniş koalisyonlar oluşturmalıyız. Ancak bunlar liberal burjuva kurumlarının savunulması anlamına gelmemelidir. Bu bizim görevimiz değil ve boşuna olur. Zira liberal hegemonyanın krizi, pek çok insanın mevcut yapılara olan güvenini kaybetmesinin ve aşırı sağa yönelmesinin nedenlerinden biridir.

Bana göre radikal sol iki saldırı hattı izlemeli: Birincisi, toplumsal hoşnutsuzluğa yanıt vermeli, ama alternatif çözümler önermeliyiz. Aşırı sağ, insanların tüm sorunlarının sebebinin göç olduğuna inanmasını istiyor. Bunun nesnel olarak doğru olmadığını, AfD’nin 2025 federal seçimlerinde göçmen oranının en düşük olduğu seçim bölgelerinde en fazla oyu almış olması gerçeği ortaya koyuyor. Bu, solun insanların gerçek sorunlarının gerçek nedenlerini öne çıkararak doldurması gereken potansiyel bir siyasi boşluk yaratıyor.

Ve ikincisi?

İkincisi, burjuva demokratik kurumlar ve bunların işleyişiyle sınırlı “demokrasi”yi değil, “demokrasi”yi savunmaya odaklanmalıyız. “Demokrasi”nin savunulmasını eşitlik ve katılım talebiyle birleştirmeliyiz, çünkü 18. ve  19. yy’larda  demokrasinin ortaya çıkışının bütün anlamı budur: halk sınıflarının siyasal nüfuz ve temsil için mücadelesi. Demokrasiyi “aşağıdan gelen güç” olarak gören böylesi sol veya sosyalist bir anlayış, sol partileri, sendikaları ve çeşitli feminist, ırkçılık karşıtı, ekolojik ve mahalle öz-örgütlenmelerini bir araya getiren geniş bir anti-faşist koalisyon için ortak bir temel oluşturabilir. Post-faşistlerin ve neo-faşistlerin yıkmak istedikleri projeler tam da bunlardır, çünkü bunlar kapitalist bir işletme gibi yapılandırılmış hiyerarşik bir devlet düzeni fikrine aykırıdır.

15 Mayıs’ta Socialismus‘ta yayınlandı.

Kapak Görseli: 11 Mayıs’ta Paris’te düzenlenen neo-faşist eylem.

Çeviri: İmdat Freni Çeviri Kolektifi

Keşmir, Hindistan, Pakistan: Savaş Halinin Tarihi ve Enternasyonalizm üzerine – Pierre Rousset

Bu makale, Hindistan ile Pakistan arasında Keşmir sorunu nedeniyle yaşanan son “sıcak” krizi değerlendirmeyi amaçlamaktadır. Dikkat edilmesi gereken birçok faktör var. Son olaylar, şüphesiz, 1947’de İngiliz emperyalizminin alt kıtaya dayattığı felaketli bölünmeye dayanan uzun bir askeri gerginlik ve savaşlar tarihinin parçasıdır. Ancak son dönemde, ilgili ülkeleri, jeopolitik ortamı, bölgesel su kaynaklarının yönetimini ve kullanılan silahları etkileyen derin değişiklikler yaşandı. Dolayısıyla tarihin neredeyse aynı şekilde tekerrür edeceğini varsayamayız. Belki de bize sorulan en önemli soru şudur: Ne var ne yok? Buna yanıt vermek ise öncelikle bölgedeki sol örgütlerin görevidir. Yazıyı revize etmem gerekse bile, analiz veya hipotez unsurlarını tartışma ve eleştiri için sunacağım.

1947’deki bölünme, yaklaşık 15 milyon insanı dinsel nedenlerle büyük bir zorunlu göçe zorladı. Müslümanlar, Pakistan’ın batısında (İndus Havzası’nda) ve doğusunda (Ganj Havzası’nda, 1971 bağımsızlık savaşından sonra Doğu Pakistan’ın Bangladeş olmasıyla) toplanmışlardı. Ancak bugün Hindistan’ın Haydarabad eyaletinde hâlâ çok büyük bir Müslüman nüfusu bulunmaktadır. “Müslüman” topraklarında yaşayan Hinduların çoğu o zamandan beri Hindistan’a taşındı, ama hepsi değil.

Keşmir, Britanya İmparatorluğu sınırları içinde yer alan bir Himalaya ülkesidir. Nüfusunun büyük çoğunluğu Müslümandır. 1947’deki “tamamlanmamış” bölünme ve ardından gelen Birinci Hindistan-Pakistan Savaşı ile parçalandı. Kendi kaderini tayin hakkı konusunda oylama yapılacağı vaat edildi, ama tabii ki bu hiçbir zaman gerçekleşmedi. Pakistan bugün Azad Keşmir ve Gilgit-Baltistan topraklarını işgal ediyor; Hindistan Jammu ve Keşmir ve Ladakh topraklarını; Çin Aksai Çin ve Şaksgam Vadisini.

Sürekli gerginlik ve üç savaş

Emperyalizmin “böl ve yönet” politikasının sonuçları hâlâ hissediliyor, ama esas olarak yönetici seçkinler bunları sürekli canlandırdığı için. Düşük yoğunluklu savaşın bu gizli hali, Pakistan ve Hindistan rejimleri tarafından muhalefeti dışlamak veya susturmak, ulusal birlik çağrısı yapmak (değişen başarı oranlarıyla), toplumsal sorunlardan dikkati uzaklaştırmak, askeri bütçelerin büyüklüğünü meşrulaştırmak vb. için kullanılıyor.

Üç yüksek yoğunluklu savaş yaşandı. İlki 1947-1949 yılları arasında, bölünmenin ardından. BM himayesinde Keşmir’i ikiye bölen bir kontrol hattının oluşturulmasıyla sonuçlandı (tanınan bir sınır değil). İkincisi 1965-1966’da, üçüncüsü ise 1999’da Kargil tepelerinde yaşandı ve her iki taraftan da binlerce kişi öldü. Çatışmalar çok zor şartlar altında, yüksek irtifada gerçekleşiyor.

Hindistan, Himalaya sınırında Çin ile de çatışma içinde olmasına rağmen 1974 yılında Çin’e tepki olarak nükleer silah edinmişti. Pakistan uygun teknolojiyi ithal etti ve ilk testlerini 1998 yılında gerçekleştirdi (bu teknolojiye sahip olan tek Müslüman ülkedir). Ancak, Avrupa’da olduğu gibi “dehşet dengesi” askeri çatışmalara son veremedi, durum Kore yarımadasındakinden çok farklı olsa bile, burada “kayma” riskleri göz ardı edilemez. Fransa ise, “taktik” bir silah olan tehlikeli bir duman bulutu üzerindeki araştırmalarını öne sürerek, bu silahın kullanılması fikrini siyasi olarak “normalleştirmeye” çalışıyor. Evrensel nükleer silahsızlanma birincil acil durum olmaya devam ediyor.

Mevcut krizin seyri

22 Nisan’da, dini bir silahlı grup, Keşmir’in doğu kesiminde (Hindistan işgali altında) bulunan Pahalgam’da bir saldırı gerçekleştirdi. Hindistan Pakistan’ı kınadı.

7 Mayıs’ta Yeni Delhi Sindoor Operasyonu’nu başlattı. Keşmir Kontrol Hattı’nın her iki yakasına yönelik olağan topçu ateşinin yanı sıra, uçaklar ve insansız hava araçlarıyla Pakistan topraklarındaki çok sayıda hedefi vuruyor.

Çatışma giderek tırmanıyor ve Pakistan, Hindistan’ın iç kesimlerindeki havaalanları da dahil olmak üzere hedefleri yok etmek için insansız hava araçları gönderiyor.

Her iki ülkede de medya savaşçı milliyetçiliği körüklüyor. Ancak özellikle insansız hava araçlarının yaygın kullanımının durumu değiştirdiği açık. Hindistan burjuvazisi vatanseverlik histerinin bir parçasıydı, ayıldı ve Başbakan Narendra Modi’nin ateşkesi kabul etmesini talep etti. Hindistan, uluslararası sermayeyi çekmek için Washington-Pekin anlaşmazlığını fırsata çevirmeye çalışıyor. Müslüman karşıtı ideolojinin ateşini körüklemek, ülkenin hoşgörüsüz “Hindulaştırılmasını” tamamlamayı amaçlayan BJP’nin (Modi’nin partisi) etno-milliyetçi politikaları için iyi olabilir; ancak askeri güvensizlik iş dünyası için kötüdür.

Hindistan hükümeti her zaman Pakistanlı komşusuna karşı bir üstünlük duygusu hissetmiştir. Demografi, stratejik derinlik (doğudan batıya 1.600 km), ekonomik imkânlar ve günümüzde ırkçı bir ideoloji bu hissiyatı körüklüyor. Stratejik olarak Pakistan’ın bu avantajları bulunmuyor. Ordunun gizli servislerinin Afgan Taliban’ıyla kuzeybatı sınırında uzun süredir sürdürdüğü bağların amacı, onu “dost” bir ülke haline getirmek ve böylece ona belli bir stratejik derinlik kazandırmaktı. Afgan Talibanı artık Pakistan Talibanı’nı destekleyerek onun başlıca düşmanı haline geldi.

Ancak Pakistan’ın savunması beklenenden daha etkili oldu. Pilotlarının, daha büyük komşusuna göre daha iyi eğitimli olduğu söyleniyor. Çin hava kuvvetlerine ve saldırganı çok uzaklardan vurabilecek füzelere sahip. Fransız Rafale’nin de aralarında bulunduğu beş Hint uçağının, füze karşı tedbir kabiliyetlerinin etkili olmadığı veya etkinleştirilmediği gerekçesiyle düşürüldüğü bildirildi.

Ancak İslamabad’ın sürdürülebilir bir savaş çabasını sürdürmesi mümkün değil. Ülke borç batağında ve IMF’nin yoğun baskısı altında. Her iki ülke de zaferini ilan ederken, 10 Mayıs’ta ateşkes anlaşması imzalandı ve 12’sinde ilan edildi. Bu sadece bir ateşkes, barış değil. Bu ateşkesi anlamayan BJP taraftarlarını kızdırdıktan sonra Narendra Modi, Sindoor Operasyonu’nun bitmediğini, hatta hükümetin kalıcı politikası haline geldiğini ilan etti. Böylece, özellikle Bihar eyaletinde, komşusuna ve Hindistan’ın Haydarabad eyaletindeki büyük Müslüman cemaatine karşı “Müslüman karşıtı nefreti” körüklemeye devam ederek önemli seçim olaylarına hazırlanıyor. Hıristiyanlar aynı zamanda Hindu üstünlükçülüğünün (Hindutva) taraftarı olan Hindu kökten dincilerinin de hedefidir.

Pahalgam saldırısını kim gerçekleştirdi?

Hindistan işgali altındaki Keşmir’in Pahalgam kentinde 22 Nisan’da düzenlenen ve 26 masum insanı öldüren terör saldırısını gerçekleştiren köktendinci silahlı grup kimdir? Hindistan, Leşker-i Tayyibe’yi derhal kınadı ve Leşker-i Tayyibe’nin Pakistan ordusuyla bağlantılı olması nedeniyle doğrudan İslamabad’ı suçlamasına izin verdi. Ancak bunun böyle olduğuna dair bir kanıt yok.

Hindistan rejimini desteklemeyi ve dinamik bir ulusal birliğe entegre olmayı reddederken (ki iki büyük sol parti olan Hindistan Komünist Partisi ve Marksist Komünist Partisi bunu yaptı), Hintli yoldaşlarım Pahalgam saldırısının gerçekten Pakistan servisleri tarafından emredildiğine ikna olmuş görünüyorlar. Bana garip gelen, terörist niteliği itibarıyla kesinlikle kınanması gereken bir eylemin, tamamen Keşmirli bir grup tarafından gerçekleştirilmesi ihtimalinin, hatta olasılığının bile görünüşte dikkate alınmamış olmasıdır. Ancak bu hipotez ciddiye alınmayı hak ediyor.

Bu grup, sınır çizgisinden uzakta, gelişmiş araçlar kullanmadan, gerillanın sahip olması gereken temel silahlarla (otomatik silahlar, ancak yüksek kaliteli patlayıcılar değil) ve uzun mesafeli seyahatin tehlikeli olduğu aşırı militarize bir bölgede faaliyet gösteriyordu. Jammu ve Keşmir’deki durum halk açısından hem sosyal hem de dini açıdan kötüleşmeye devam ediyor. Bölgenin “sahip olduğu” özerk statü pratikte pek bir şey ifade etmedi, ancak 2019’da yürürlükten kaldırılması, Yeni Delhi’nin önderlik ettiği sömürgeci mülksüzleştirme politikasının acımasızca sertleşmesinin habercisi oldu ve yönetimin Hindulaştırılması dinamiğini harekete geçirdi, vb. “Kayıp kişiler” o kadar çok ki, kocalarının ölü mü diri mi olduğunu bilmeyen “yarı dul” kadınlardan bahsediyoruz. Hintli yoldaşlarımın açıkça kınadığı baskıcı bir durum. Bu koşullar altında yerel bir direniş grubunun oluşmaması şaşırtıcı olurdu.

Pakistan yönetimindeki Keşmir topraklarında ise koşullar çok daha az sert.

Jammu ve Keşmir’de faaliyet gösteren terör örgütlerinin ordu ve askeri istihbarat servisleri (Inter-Service Intelligence, ISI) tarafından eğitildiği ve yönlendirildiği konusunda şüphe yoktur. Ancak son zamanlarda durum değişti. Pakistan’da konuşlanan köktendinci oluşumların önemli bir kısmının özerkleştiği ve artık kendi amaçlarının peşinde koştuğu anlaşılıyor. Afgan Talibanı ise, Pakistan Talibanı’nı (Tehreek Taliban Pakistan, TTP) destekliyor… Orduyla savaşan ve toprakların bir kısmını kontrol eden. 2021 yılında ülkeden aceleyle kaçan ABD ve yerel müttefiklerinin geride bıraktığı stoklardan aldıkları ağır silahları onlara teslim ettiler.

Pakistan uzun süre doğrudan veya dolaylı askeri rejimler altında yaşadı (bugünkü gibi, göstermelik Şehbaz Şerif hükümetiyle) ve demokratik dönemler sadece ara dönemlerdi. Ancak muhtemelen eşi benzeri görülmemiş bir rejim krizi yaşıyor. Pakistan ordusu, bir zamanlar koruması altına aldığı ve çok güçlenen ama şaşırtıcı derecede popülerliğini koruyan İmran Han’ı hapse attığından beri derin bir şekilde popülerliğini yitirdi. Üst düzey bir Pakistanlı subay, imajını düzeltmek için saldırıdan sonra övünebilir; ancak askeri kastın ardındaki ulusal birlik çağrısı, askeri tesislerin yanı sıra artık köktendinci eğitim merkezleri olmayan medreseler ve camileri de hedef alan Sindoor Harekatı saldırılarının ardından halk arasında duyulan öfke ne olursa olsun, şimdilik ölü bir mektup gibi görünüyor.

Su ve enerjinin jeopolitiği

Modi hükümetinin İndus Antlaşması’nı askıya alma kararıyla bölgesel gerginlik önemli ölçüde arttı. Pakistan için suların adil bir şekilde paylaşılması hayati önem taşıyor; özellikle ülkenin geçim kaynağı olan Pencap’taki tarımsal sulamaya katkı sağlaması gerekiyor. 1960 yılında imzalanan bu anlaşma, iki ülke arasında istikrarlı bir işbirliği mekanizması oluşturuyor ve ender rastlanacak nitelikte. Pahalgam saldırısından sonra alınan bu uzaklaştırma tam bir düşmanlık eylemidir. Bildiğimiz üzere küresel ısınmanın yaşandığı çağımızda su kaynaklarının kontrolü geçmişe oranla daha da stratejik bir konu haline geliyor.

Türkiye ve Yakın ve Ortadoğu ülkeleri, çatışmaların durdurulması için arabulucu olarak devreye girdi. Aynı zamanda Endonezya ile birlikte dünyanın en büyük Müslüman ülkelerinden biri olan ve kendilerine nükleer silah sağlama imkânı verebilecek olan Pakistan’ı da savunacaklar. Ancak asıl önemli olan iki güç ABD ve Çin’dir. Trump’ın yarın ne yapacağını kim tahmin edebilir? Geriye Pekin kalıyor.

“Pakistan Koridoru” Çin rejimi için büyük önem taşıyor; Hindistan’ı batıya atlayarak okyanusa ulaşmasını sağlıyor. Gwadar limanına giden kuzey-güney güzergahı (inşa halinde) Pakistan yönetimindeki Keşmir’den (Gilgit-Baltistan) başlıyor ve çeşitli bağımsızlık direniş hareketlerinin faaliyet gösterdiği (bazen Hindistan tarafından da destekleniyor?) ve Pakistan ordusunun sözünü esirgemediği (burada da insanlar “kayboluyor”) bir çatışma bölgesi olan Belucistan’da son buluyor. Çin’in yatırımları önemli ve silahlı kuvvetleri, Çin şirketlerinin güvenlik servislerinin koruması altında koridorun her yerinde bulunuyor. Pekin’in etkisi o kadar belirgin ki, Pakistan elitleri arasında bazı karışıklıklara yol açmış durumda, ancak bu durum tamamen bitmiş gibi görünüyor.

Bu, Modi rejiminin göz ardı edemeyeceği bir gerçektir.

Yeniyi hesaba katın, bakış açınızı değiştirin, enternasyonalist gibi davranın

Yeni şeyler düşünmemiz gerekiyor. Burada bizi ilgilendiren durumda, “yeni”nin önemli olduğu görülüyor: Hindistan’da, Hindutva’nın dışlayıcı dinamiği (Modi, eski Britanya İmparatorluğu’nun sınırlarının tamamı üzerinde hak iddia ediyor); Bölgecilik ve silahlı çatışmaların pençesindeki Pakistan’da büyük bir rejim krizi yaşanıyor; köktendinci hareketlerin coğrafyasında bir çalkantı; iklim krizinin hızlanan etkileri; bilinmeyen jeopolitik sorunların yeniden canlanması, ABD’nin içine battığı ve sonuçları küresel olacak bir başka rejim krizinin geleceğini temsil ediyor…

Her örgütün bölgesel krizin durumunu ilk başta kendi ülkesinden, kendi siyasal yönelimlerinden analiz etmesi doğaldır. Ancak analizi ilerletmek ve birlikte hareket etmek için, sınırların ötesine geçerek, krize dahil olan diğer ülkelerin (ve birlikte hareket etmek istediğimiz diğer kuruluşların) durumunu gözlemleyerek bakış açımızı değiştirme çabasını göstermeliyiz.

Bu Avrupa için de geçerlidir (Batı Avrupalılar Ukrayna savaşını Doğu Avrupa’da yaşandığı gibi görüyorlar) veya uzak bir Asya krizini anlamaya çalışan bir Avrupalı ​​için…

Enternasyonalizm, askeri bir çatışma durumunda solda yer aldığını iddia eden güçler için açıkça bir ölçüttür. Söz konusu ülkelerdeki yoldaşlarımın büyük çoğunluğu, bu dengeyi akıntıya karşı ve yoğun baskılara rağmen korumuş, ulusal birlik ve militarizme karşı tavırlarını korumuş, Keşmirlilerin kendi kaderini tayin hakkının tam olarak tanınması için çabalamış, bu, Pakistanlı, Hintli ve Çinli militanların öncelikli görevidir.

Bu kendi kaderini tayin hakkını hayata geçirmek kolay değil, özellikle de her Keşmir topraklarının onlarca yıl ayrılık deneyimi yaşamış olması göz önüne alındığında. Ancak Keşmirlilerin bu kendi kaderini tayin hakkı tanınmadığı sürece, devlet veya devlet dışı birçok yerleşik güç tarafından istismar edilen bölgesel krize kalıcı bir çözüm bulunamayacaktır.

Çeviri: İmdat Freni

Kaynak: https://internationalviewpoint.org/spip.php?article8999

Almanya’da Rosa Luxemburg Vakfı’nın 6. Sendika Konferansı Başarıyla Gerçekleştildi – MİCHAEL SANKARİ 

Rosa Luxemburg Vakfı’nın (RLS) 6. Sendika Konferansı 2-4 Mayıs 2025 tarihleri ​​arasında Berlin’de gerçekleştirildi. 3.000’den fazla katılımcıyla, sol görüşlü sendika üyelerinin on yıllardır gerçekleştirdiği en büyük buluşmaydı; giderek şiddetlenen karşı rüzgarlara karşı bir karşı güç örgütleme iradesinin etkileyici bir göstergesiydi.

Katılım o kadar fazlaydı ki salonlar tamamen doluydu. Ancak katılımcıların çoğu bu organizasyon kusurunu sabırla ve iyi niyetle karşıladı. Ortam sıcak olsa da herkes daha zor günlerin bizi beklediğinin farkındaydı; bunun tek nedeni yeni hükümet değildi.

Sadece bir buluşmadan daha fazlası

Bu konferans, sendika emekçilerinin bir araya gelmesinden çok daha fazlasıydı. Siyasi bir mesaj gönderdi: Taban canlı, örgütleniyor ve toplu sözleşmelerin içeriğinin ve bunların yenilenmesi etrafındaki mücadelelerin ötesine geçen sorular soruyor. Etkisi geleneksel Sol Parti tabanının ötesine geçti ve sendikalarda aktif olan çok sayıda insanı kendine çekti; partiye yakın olsunlar ya da olmasınlar, örgütlü olsunlar ya da olmasınlar.

Göçten etkilenen iş dünyası aktivistleri ve sendikal hareketin çeşitli kesimlerinden gelen mücadeleler, önceki konferanslara göre daha da görünür hale geldi. Platform, sendika liderlerinin ve resmi çevrelerin önde gelen temsilcileri tarafından değil, Tesla, Charité Tesis Yönetimi (CFM), perakende sektörü ve diğerlerinden şirket anlaşmazlıklarına karışan meslektaşları tarafından domine ediliyordu.

Umut ve endişe arasında

Ortam heyecan verici, neredeyse coşkuluydu; umut, yenilenme ve mücadele duygusunun bir karışımıydı; aynı zamanda her zamankinden daha ciddi ve endişeliydi; mevcut duruma uygundu. Özellikle mücadeleci konuşmalara sık sık alkışlar, sloganlar, tezahüratlar ve hatta gözyaşları eşlik etti. İşçilerin maruz kaldığı aşağılanma ve kötü muamelenin toplumda sıradanlaştığı bir dönemde, saygı ve onur özlemi duyuluyordu.

Kenarlarda ise her zamanki gibi abartılar ve eleştiriler vardı. Bazı mezhepçi gruplar kendilerini talihsiz bir şekilde ortaya koydular: Die Linke’ye yönelik “eleştirileri” -örneğin, “sadece AfD’nin hâlâ bir barış partisi olduğu” iddiası- birçok kişide anlaşılmazlığa yol açtı. Hem analitik açıdan hatalı hem de etkisi tehlikeli olabilecek bir abartı. Bir şey netleşti: Anti-militarist mücadelenin ayrıştırıcı değil, birleştirici bir temele ihtiyacı var.

Ve konferans tam da bunu öneriyordu, bu konuda da: Filistin’le ve Almanya’daki dayanışma hareketiyle dayanışma göstermekten çekinmemek. Tam tersine, hiç kimse bugün sendikal hareketin uluslararası dayanışmanın en gelişmiş ifadesi olduğunu tartışmayacaktır.

Bu konferansın gerçekleştirilmesinde sol kanadın önemli katkıları bulunan aygıtların rolü daha eleştirel bir şekilde incelenmeyi hak ediyor. Çünkü sendika bürokrasisinin tam da bu kesimi, sendika yapılarını dönüştürmeye yönelik her türlü harekete karşı her zaman açıkça düşmanca olmasa da temel bir şüphecilikle yaklaşmaktadır.

Oryantasyon ve hedefler

Konferansın teması “daha fazla çatışmaya, daha fazla demokrasiye, daha fazla siyasete doğru ilerlemek” idi ve pek çok tartışmanın odağında tam da bu çizgi vardı. Merkezi temalardan biri şuydu: Bu konferansların mevcut formatı sendikaların derin bir şekilde siyasallaşmasını teşvik etmeye yeterli mi?

Açık olan şeylerden biri de sendikanın nasıl örgütlendiğinin her şeyden çok daha fazla fark yarattığıdır. Şirket içi fiyat mücadeleleri ve toplu sözleşmelerin yenilenmesiyle sınırlı örgütlenme yöntemleri yeterli değildir. Şirket içindeki günlük işlerle toplumun siyasallaşması arasında stratejik bir bağ kurulmalı; vekaleten siyaset yapılmadan, tek seferlik olaylar yaratılmadan. İşte bu bağlamda “görünmez arka plan çalışması” (” Kleinarbeit “) kavramı anahtar sözcük haline geldi. Propagandanın bittiği, örgütlenmenin başladığı an. Sözde “ilerici” çevrelere odaklanmak yerine “kitlelere” yönelmek. Çatışma kültürünü gizli ama sürekli bir biçimde geliştirmek. Gürültü yapmadan, reklam peşinde koşmadan – ama her gerçek hareketin merkezine çatışmayı koyarak. Bu konu üzerinde özel bir düşüncenin geliştirilmesi gerekmektedir.

Uygulama teoriyle buluştuğunda: stratejik öğrenme alanları

Labor Notes (ABD) ‘dan Keith Brown ile birlikte organize edilen ve Violetta Bock liderliğindeki çalıştay , siyasi eğitimin pratik ölçütlere bağlanmasının güzel bir örneğiydi. 200’ü aşkın katılımcıyla konferansın en çok katılım alan etkinliklerinden biri oldu.

Karışım mükemmeldi: ABD’deki örgütlenme pratiklerine dair örnekler , Trump’a karşı mücadele ve sendika kırma konusunda detaylı bilgiler  ve aynı zamanda kişinin kendi işyerinde örgütlenmesi için araçlar. Birçok kişi atölyeden şu duyguyla ayrıldı: Yarın başlayabilirim.

Hatta IGBCE (Kimya-Enerji-Maden) sendikasının bile ekiplerine yeni bir canlılık kazandırmak için örgütlenmeyi keşfetmesi, bu yaklaşımların artık sendikal yenilenmenin ne kadar merkezinde yer aldığını gösteriyor.

Yeniden silahlanmayla barış olmaz

Kapanış oturumunda yeniden silahlanmaya ve savaş endüstrisine karşı net bir duruş sergilenirken, yönetimin uyum sağlama çizgisine karşı mücadele etmek için önümüzdeki sendika kongrelerinde birleşme çağrısı yapıldı. Bu mücadeleye kaç meslektaşımızın katılacağını bilmek için henüz çok erken. Ama çağrı yapıldı.

Konferansın eş organizatörü Fanny Zeise, sendika yenilenmesinin üç temel unsurunu belirledi: “Çatışmaya daha fazla açıklık, daha fazla demokrasi ve daha fazla siyaset – neoliberalizmin giderek artan karşı rüzgarının bizden talep ettiği şey budur.”

Fanny, cumartesi akşamı yaptığı konuşmada, gelecekteki federal hükümetin mevcut sorunlara değinmediğini söyledi. Tam tersine, 100 yıl önce zorlu mücadelelerle kazanılan sekiz saatlik işgününe saldırıyor. Söz konusu olan, halkla ve özellikle işçilerin greve hazır olduğu işyerlerinde direniş oluşturmaktır.

Teşvikten daha fazlası: stratejik bir an

6. Sendika kongresi sadece cesaretlendirme toplantısı değildi. Bu, durağan kalmayıp çatışmayı, siyasi netliği ve insanları bir araya getirmek için nasıl örgütleneceğini yeniden düşünmek isteyen bir hareket için bir dayanak noktası, hatta belki de bir dönüm noktasıydı. Böylece Rosa Luxemburg Vakfı sadece alan sağlamakla kalmamış, aynı zamanda umut ediyoruz ki sol görüşlü sendikal hareketin gelecekte güvenebileceği sürdürülebilir bir yapıyı da güçlendirmiştir.

6 Mayıs 2025