İmdat Freni

sınıf

Cumhuriyet ve Sosyalizm – Masis Kürkçügil

“Proletaryanın tarihsel meselesi Monarşi-Cumhuriyet’te değil, Emperyalizm-Sosyalizm antitezinde ifadesini bulur.” Troçki, Ekim 1916, Savaş ve Devrim, Cilt II, s.188.  

Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar kitabının sonunda (Belge Yayınları, 1992, s. 192-193) Nicos Poulantzas, Fransız, İngiliz ve Alman burjuva devrimlerinin bir model oluşturmadığını ve “her örnekte” ortak noktanın burjuvazinin kendi devrimini politik olarak yönlendirmedeki acizliği olduğunu vurgular. Öte yandan, farklı formasyonlardaki geçişlerin söz konusu ülkelerdeki işçi hareketinde “ciddi yanılsamalara” yol açtığını ekler; o kadar ki “var olan sisteme karşı isyanı bile egemen ideolojinin empoze ettiği tarza göre yürütülür.” Burada açıkça işçi hareketinin kendine bir hayrı olmayan taklit yoluyla kendi kendini kösteklediği söz konusudur. İngiltere’de “sendikacılık”, Fransa’da Jakobenizm ve Almanya’da Lassalcılık olarak beliren “devleti, sosyalist devrimin ‘tepeden inme’ bir etkeni olarak görme” diye özetlenebilecek bir husustur.  

Türkiye’ye göre oldukça gelişmiş işçi ve sosyalist hareketlere sahip olmuş olan bu ülkelerde geçmişten devralınan ve bugüne kadar ne kadar aşıldıkları da tartışmalı olan egemen ideolojiden kopamama halinin muhakkak ki her ülkede farklı tezahürleri vardır. Bunun yalnızca burjuva devrimleri veya ulus devletlerin inşasının dönemiyle sınırlı olmayıp çağımız için de bir anlam ifade edip etmediğine dair olası tartışmaları bir yana bırakarak, en azından bugüne kadarki gelişimi içinde bir hesaplaşma; geleceğin bağımsız hayali açısından kaçınılmazdır.  

Türkiye’nin Avrupa Birliği genişleme süreciyle ilişkilendirilmeye başlamasıyla, özellikle sosyalist solda ulusötesi bir devletle ulusal devlet arasında bir “geçiş” tartışması gündeme oturdu. Ulusal devletin sosyalistler açısından ne tür bir mücadelenin konusu olduğuna ilişkin bir ortaklık söz konusu değilken, AB kurumlarının öne çıkması kimileri için bu ulusal devlet açmazından bir kurtuluş, kimileri içinse eldeki kazanımların boşa gitmesi olarak görüldü. AB saflaşması ilginç bir biçimde eldeki kazanımların sorgulanmasına, mana ve önemlerine de bir yeniden bakışı gerektirmekte. Ama bu saflaşmanın kendisine dahil olarak değil, bu saflaşmanın taraflarını sorgulayarak. Neredeyse yüzyıllık bir macerası olan ulusal devletin monarşiye göre tarihsel olarak ileri bir adım olarak sunulmasının ardından, bu kez ulusötesi bir oluşumun tarihsel olarak ulusal devletten daha ileri bir adım olarak sunulması, her ikisi kendi içinde tutarlı bir bütünlük arz etse bile, sosyalist mücadele açısından bu ardışık gelişmeler arasında sıkışmanın, saf tutmanın değil bir kopuşun, bir sıçramanın şart olduğu atlanmamalıdır.  

Tartışmaya bir başlangıç olarak, cumhuriyet ile sosyalizm arasındaki ilişkilere kaynak oluşturduğu için kısaca Fransız Devrimi’nin Marksizm içindeki yerine bir göz atmak gerekiyor.    

Marx ve Fransız Devrimi  

1844’te Fransız Devrimi’ne dair bir kitap yazmayı düşünen Marx’ın böyle bir kitap yazmadığı gibi Fransız Devrimi’ne ilişkin yoğun bir okuma ve pek çok göndermeye rağmen bütünlüklü bir görüş belirtmediği, belirtilenlerin kimi tutarsızlıklar ve çelişkilerle dolu olduğu da söylenebilir. Buna rağmen Michael Löwy, “fenomenin özünü tanımlamayı mümkün kılan bazı güçlü satırlar bulabiliriz; öyle güçlü satırlar ki sosyalist tarih yazımına bir buçuk yüzyıldır ilham kaynağı olmuşlardır” demektedir (Dünyayı Değiştirmek Üzerine, Ayrıntı Yayınları, s. 153). Marx, Babeuf, Buonarotti ve Moses Hess’in komünist eleştirilerinin yanı sıra restorasyon döneminde hiç de solcu olmayan ancak sınıfsal analizler sunan tarihçilerin değerlendirmelerini harmanlayarak Fransız Devrimi’nde sınıf çıkarının nasıl olayların mantığına hâkim olduğunu sergiler. Burjuvazinin çeşitli alanlardaki zaferini ifade eden 1789-1794 devrimini Marx için yaşanmakta olan devrim, gündemdeki devrimle birlikte ele alındığında önem kazanır ve devlet aygıtının akıbeti öne çıkar. Fransız Devrimi’nde bu asalak aygıta müdahale edilmemesi, burjuva sınırlılığını gösterirken, ikinci imparatorluk döneminde bağımsız gibi görünen devletin, burjuvazinin doğrudan denetimi olmaksızın onun sınıf çıkarlarına hizmet ettiğini belirtir.  

Fransız Devrimi’nde burjuvaziye yapılan övgüler hakkında Löwy’nin belirttiği bir husus oldukça önemlidir: “Bunların neredeyse hepsi Fransız burjuvazisini Ren Nehri’nin ötesindeki toplumsal eşdeğer, yani 19. yüzyıl Alman burjuvazisi ile karşılaştıran yazılardır. Bu karşılaştırmanın mantıki sonucu Fransız burjuvazisinin “korkak,” “çekingen” Alman burjuvazisine karşı “övgüye” mazhar olmasıdır. “Prusya burjuvazisi, 1789 Fransız burjuvazisi gibi, eski toplumun, monarşinin ve soyluların temsilcileri karşısında modern toplumun tümünü temsil eden sınıf değildi… halka ihanet etmeye ve eski toplumun saray temsilcileriyle uzlaşmaya tamamen eğilimli… bir tür toplumsal kast düzeyine düşmüştü.” (Seçme Yazılar, Burjuvazi ve Karşı Devrim, s. 172-173, Sol Yayınları, 1976). Löwy bu karşılaştırmadan çıkan sonuçlar hakkında şu notu düşer: “Fransız burjuvazisinin devrimci erdemlerinin bu şekilde kutsanması daha sonra Marksizmin içindeki belirli akımlara, tarihsel ilerlemenin çizgisel ve mekanik görünümleri için (özellikle yirminci yüzyılda) esin kaynağı oluşturacaktı.”  

Ancak, bu karşılaştırmada olayların ruhunu okumaya başlayınca iş değişir. Burada halkın baskısı altında hareket eden bir burjuvazi resmedilir. Örneğin “Ulusal Meclis, bu adımı atmak zorundaydı, çünkü arkasında duran büyük halk kitleleri tarafından ileri itiliyordu.” Veya daha açık bir şekilde “çekingen burjuvazi kalsa, bu görev on yıllarca yerine getirilemezdi. Bunu hazırlayan sadece halkın kanlı eylemiydi.” Jakobenizm de dahil olmak üzere terör hakkında açık, tutarlı, bütünlüklü görüşler olmasa da dalgalanmalar içinde parıltılar eksik değildir: “burjuvazinin politik egemenliğinin” koşulları kendi iktidarı için olgunlaşmadan proletaryayı yıkarsa, zaferi sadece geçici olacaktır. Burada gönderme açıkça 1794 yılınadır. Yani 1794’ü Marx, proletaryanın bir zaferi, ancak geçici bir zaferi olarak görür. Bir adım atılırsa, “Jakobenizmden sosyalizme doğru düz bir çizgi olduğu” fikri reddedilir (Löwy). Yani Jakobenlerle Bonaparte’ı burjuva toplumunun kurucuları olarak aynı kategoriye koyar.  

Ayrıca, Jakobenlerin analizine ilişkin doyurucu düşüncelere rastlanmamaktadır. Daniel Guérin’in yukarda küçük burjuvalar ve tabanda halk olarak değerlendirmesine benzer bir tahlil yoktur. Michael Löwy’nin satırlarını alıntılayarak devam edelim: “Ne olursa olsun şu açıktır: Marx’a göre, 1793, hiçbir şekilde geleceğin proletarya devriminin bir paradigması değildi. Marx’ın bir Robespierre’in ya da bir Saint-Just’ün tarihsel büyüklüğüne ve devrimci enerjisine duyduğu hayranlık ne kadar büyük olursa olsun, Jakobenizm sosyalist devrimci praksisin bir modeli ya da ilham kaynağı olarak reddedilir.” Bu geleneğin “boş inancını,” “bilgiçlerini,” “1793 geleneği cumhuriyetçilerinin yanılsamalarını” ve “1793 duygularını ve ‘yurtsever’ formüllerinin afyonuyla sarhoş olan” herkesi en açık bir biçimde suçlar.  

Devrim Örnekleri ve Yukarıdan Değişimler  

Türkiye’de sınıfların konumlandırılması, Fransız ve İngiliz devrimleriyle aynı bağlamda ele alınmamıştır. Ancak İngiliz terminolojisine göre değerlendirme, solda genellikle kabul görmemiş olsa da Fransız terminolojisine göre değerlendirme yaygın olarak kabul edilmiştir. Fransız değerlendirmesindeki en büyük talihsizlik, Türkiye’deki solun Fransız Devrimi’ni sol olarak değil, burjuva olarak okumasından kaynaklanmaktadır. Eski rejime karşı bir “birleşik cephe” içinde ele alınan sol, aslında her ikisi de köhnemiş dünyanın egemenleri olan militarizm, dinsel egemenlik ve burjuva egemenliğinden bağımsız bir geçmişe sahiptir. Bu geçmiş, Fransız Devrimi içinde kolektivizasyon fikrini ilk defa açıkça önermiş Gracchus Babeuf’ün Eşitler Suikastı veya jakobenlerin en radikal hiziplerinde görülen küçük burjuva radikalizminin aşırı soludur. Bunu sadece uçuk, zamanından önce düşünceler olarak ele almamak gerekir. Çünkü buna karşılık gelen sosyal hareketler de söz konusudur. İngiltere’de Chartist hareket, Ludistler bu aşağıdan gelen hareketi temsil ederken Fransa’da Lyon ipek işçileri, Almanya’da Silezya dokuma işçileri sayılabilir.  

Doğrusu, işçi ve sosyalist hareketin radikal kanadı, eski rejime karşı mücadelesinde asla kendini yeni rejimin temsilcilerine tabi kılmamış, kendi siyasi bağımsızlığını korumaya çalışmış ve yeni rejimin temsilcilerinin kendi çıkarları doğrultusunda yaptırımlarına karşı da mücadele etmiştir. Elbette somut, belirli hedeflerle sınırlı ittifaklar olmuştur. Ancak bunu bir döneme yaymak, en azından devrim tarihini atlamak anlamına gelir. Marx’ın 1848 gibi devrimlerin patlak verdiği bir anda işçi sınıfının siyasi bağımsızlığına ısrarla vurgu yapması, burjuvazinin devrimci potansiyelini yitirmesinin yanı sıra devrimin burjuvaziye bırakılmayacak kadar ciddi bir mesele olduğunun bilincinde olmasındandır.  

Avrupa’daki ve daha sonra dünyanın diğer köşelerindeki çeşitli sosyalist hareketlerin bu “sınıf bağımsızlığı” meselesine ne kadar gerçekleştirebildikleri su götürür. Önemli bir ideolojik-siyasal geri düşünün ürünü olan bu durumun sebeplerinden biri paradoksal bir biçimde demokratik hakların gerçekleşmesi yolundaki mücadeledir. Bu mücadelenin gereklerini yerine getirirken burjuva kurumlar ve dolayısıyla devlet, cumhuriyet ve de millet adına savunulmuştur. Cumhuriyetçi olmayan sağ, muhafazakârlık karşısına zaten egemen sınıflarca yerleştirilmiş kurumsal çerçeve içinde sıkışıp kalmanın bedeli, özellikle halk hareketi bu çerçeveyi her zorlayışında aldığı büyük yenilgilerdir.  

Demokrasinin bu türden özdeşleştirilmesi, sosyalist hareketin bağımsızlığını zedelemiş ve kendisini en fazlasından mevcut müesses nizamdaki kazanımların sol bekçisi haline getirmiştir. Siyasal iktidarın fethedilmesindeki emekçilerin küçük burjuvazi ve köylülükle ittifakı “diğer toplumsal sınıflarla” stratejik bir ittifak olarak ne kadar gerekliyse yukarıda sözü edilen türden ittifakların da sosyalizmi gündemden ve hatta bilinmeyen bir geleceğin dışında her şeyden uzaklaştırdığı kesindir.  

Fransız Devrimi ile sosyalizm arasındaki ilişkinin oldukça tartışmalı olduğu bir gerçektir. Burjuva devrimi ile sosyalist devrim arasındaki ilişki, güç ilişkileri, tarihsel özne, nesnel koşullar vb. bir dizi açıdan, kimilerince oldukça kesik (“aşamalı”) ve kimilerince demokratik görevlerin inkarıyla öne çıkan bağlantısız bir biçimde ele alınmıştır. Ayrıntılı bir sürekli devrim kuramına girmeden söylen, bilinç ve örgütlülüklerini geliştirecek eylemliliğin esas olduğudur. Zaten görevler arasındaki geçişkenliğin hayat bulduğu alan da budur. Alman Cumhuriyeti, bir anlamda imparatorluğun devrimden kurtarılması için ilan edildi denilebilir. (Marx, Fransa’da Sınıf Savaşları’nda “Proletaryaya karşı savaşıma ancak cumhuriyet adına geçilebilirdi” derken benzer bir duruma işaret ediyordu.) Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda devrimci durumun ufku, böyle bir cumhuriyet değil proleter devrimiydi. Tabii ki bu proleter devrim, bir imparatorluk değil cumhuriyet olmak durumundaydı. Ancak sosyalizmle cumhuriyet arasındaki doğrusal ilişkiyi kuranlar, cumhuriyetin esas olarak monarşiye karşı olmakla birlikte onunla aynı toplumsal temel üzerinde barınabileceğini atlamaktadır.  

Cumhuriyet ve devrim arasındaki geçtiğimiz yüzyıldaki en önemli karşılaşma İspanyol Devrimi’nde gerçekleşmiştir. Kraliyetten Cumhuriyete geçen ülkede faşizme karşı cumhuriyetçi cephenin sözcüleri aslında ilk başta devrimci kesimleri dizginlemişlerdir. Yani Stalinistler, sosyal demokratlar ve cumhuriyetçiler, cumhuriyetin kurtarılmasının ilk adımı olarak devrimi boğmuşlardır. Hobsbawm İspanya İç Savaşı’nı bir devrim ve karşı devrimin cereyan ettiği bir olay olarak değil, “faşizm ve anti-faşizm arasında geçen bir Avrupa savaşı” olarak görür. (Mesele dergisi Mart 2007 sayısı) Daniel Bensaid ise onun tarihçiliğini “… olayların büyük dönüm noktalarındaki olası seçenekleri keşfetmeye eğilimli eleştirel ya da stratejik bir tarih anlayışından çok “tarihçinin tarihi” perspektifine sahiptir.” (Köstebek ve Lokomotif, s.167, Yazın Yay, 2006) diye değerlendirirken, bu “tarihçinin tarihi” perspektifinin ne yazık ki azımsanmayacak derecede eylem adamları tarafından da sahiplendiğini unutmamalıyız.  

Fransız Devrimi’nden veya Cumhuriyetin tarih sahnesine çıkmasından bu yana aşağıdakilerin özgürlük mücadelesinde cumhuriyet, ancien régime’e göre bir ilerleme olmasına karşın, nihai kurtuluş yolunda çelişkili, kendi içinde devrim ve karşı devrim mücadelesini içeren bir durağı temsil eder. Denis Berger, Fransız Devrimi için Daniel Guérin’in yolundan giderek açıkça iki devrimden söz eder: “İlki kapitalist modernleşmenin devrimi” ve “ikinci devrim, yarı yolda duramayacak olan kitlelerin devrimi.” (Permanence de la Révolution, La Breche, 1989, s. 204)  

Kim Muhafazakâr, Kim Solcu, Terakkiperver mi, Terakkici mi? 

Türkiye sosyalist hareketi, Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren kendisine ait olmayan, kendisini de kapsamayan hayali bir ittifaka yazılmıştır. İttihatçılık konusunda olduğundan daha fazla Kemalizm ve daha geniş bir tabirle “Cumhuriyetçilik” sosyalist hareketimizin mecburi bir durağı olarak kabul edilmiştir. Gündüz Aktan’ın popülerleştirdiği bir Cumhuriyetçilik denmese de Marksizmde tarifi olmayan bir “irtica” karşısında, kendi bağımsız eyleminden ziyade kurulu düzene ve onun bekçilerine görev biçen, kendisine de hasbelkader bir müttefik rolü biçen bu zihniyet, karanlık dönemler dahil olmak üzere sosyalist hareketin geniş halk yığınları tarafından CHP içinden gelebilecek düzeyde “ilerici” olarak algılanmasına neden olmuştur.  

Fransız Büyük Devrimi’nin ürünü olarak sunulan Cumhuriyetçilerle işçi hareketi arasındaki “tarihsel uzlaşmanın” tarihinin nerede başlayıp nerede bittiği de belirsizdir. Sözde “eski rejime” (“ancienne régime”, devr-i sâbık) karşı çıkan burjuvazi ve küçük burjuvazinin fiili önderliğinde terakki, ilim-irfan ve kalkınma bayrağı altında olmadık-olmayan güçler toplanmıştır. Osmanlı-Türk toplumundaki siyasal mücadelelerdeki saflaşmalar illa da birtakım modellere/örnekliklere göre açıklanacaksa neden İran veya Çin’dekine göre değilse de, Alman toplumundaki saflaşmalara göre açıklanmasın? Esas olarak, 1848 Devrimi’nin yenilgisinin, dolayısıyla her ne kadar yukardan devrim olarak sunulsa da karşı devrimin ürünü olan Bismarckçılık, neden Jakobenlikten daha anlamlı bir saflaşmanın-benzerliğin anahtarı olmasın? Sosyalizmin ise eski ve yeni rejim gibi saflaşmaların ayrılmaz bir parçası olduğu doğru değildir. En azından Babeuf ve Fransız devrimindeki radikal kesimlerle birlikte işçi hareketinin bağımsızlığı başlı başına bir ilke haline gelmiştir. Aynı dönemin ürünü olarak görülebilecek halk hareketlerinde de bu husus her zaman öne çıkmıştır. Ancak, demokrasi için mücadeledeki önemli yanılgılardan biri Ulus veya Cumhuriyet’in savunulmasının adıyla burjuva devlet ve kurumlarının savunulmasının öne çıkarılmasıdır. Solun eski rejime karşı mücadeleyle, laiklikle sınırlanması, onun ayırt edici yönü olan “insan türünün” kurtuluşu için sömürü ve baskıya karşı mücadeleyi gölgelemektedir.  

Hangi Miras veya Kimin Mirası? 

Bir diğer “batılı” örnekte, 19. yüzyılda İngiltere’deki siyasal saflaşmalar açısından mesele alındığında ise muhafazakârlar ve liberallerin varlığında işçi sınıfının liberaller safına yazıldığı söylenebilir. Fransa’da sağ-sol ayrımı eski rejime karşı olan cumhuriyetçi cephe ile o dönemde Marksist olmaktan ziyade Prudhoncu olan işçi sosyalizmi arasında pek de istikrarlı olmayan bir uzlaşma olarak takdim edilmekte. İngiltere’de ise bunun karşılığı bilindiği üzere Tories (muhafazakârlar) ve Whigs (liberaller). Bir yanda aklın, ilerlemenin ve ekonomik gelişmenin, öte yanda eski askeri-ilahi rejimin savunucuları…  

Türkiye’deki terminoloji Fransız Devrimi’ne göre kurulmuş olsa da siyasal mücadelelerin içeriğine bakıldığında İngiliz örneğinin dikkate alınması halinde ilginç saflaşmalar ortaya çıkacaktır. Liberalleri –ne kadarsa o kadar– temsil eden çizginin Terakkiperver Fırka, Serbest Fırka, Demokrat Parti ve Adalet Partisi olduğu göz önüne alınırken, işçi sınıfının –ne kadarsa o kadar– bu siyasal çizgiye destek verdiği bir gerçektir.   Geriye muhafazakârların kimler olduğu sorusu kalır! Gerçi Şerif Mardin’in aynı sorunsal çerçevesinde olmamakla birlikte “Jön Türk düşüncesi ‘radikal’ değil ‘muhafazakârdır” demesinin üzerinden az zaman geçmedi! Taha Parla buna “bürokratik muhafazakârlığı” eklemekte. (Bkz: Şerif Mardin’e Armağan, İletişim Yayınları, 2005, s. 17) Cumhuriyetin devraldığı fikir mirasına ilişkin ciddiye alınabilecek çalışmalarda hiç de Fransız Devrimi değil, kabaca sosyal darwinizm belirleyici olmuştur. (Bkz; Atila Doğan, Osmanlı Aydınları ve Sosyal Darwinizm, Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2006). Şükrü Hanioğlu, mirası veciz bir biçimde özetlemektedir: “…son dönem Osmanlı ve ilk dönem Cumhuriyet entelektüel mahfilinde etkisi tartışılamayacak Büchner, Vogt, Moleschott materyalizminin, yarım yamalak anlaşılan bir pozitivizm ve Sosyal Darwinizm ile karıştırılarak “tavşanın suyunun suyu” derecesinde popülerleştirilen mesajları bu düşünceleri ilk aktaranların gördüğü temel eksiklikleri yani “felsefesiz” ve “ahlâkî ilkeleri yeni bilimsel gelişmelerin ortaya koyacağı gerçekler çerçevesinde şekillenecek bir düşünce sistemi olma” hususiyetlerini fazlasıyla ihtiva ediyorlardı. (Şükrü Hanioğlu, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Zihniyet, Siyaset ve Tarih, Bağlam Yayınları, 2006, s. 39)  

1908 Osmanlı İnkılabında sokaklarda çeşitli dillerden hürriyet, kardeşlik, eşitlik sloganları atılmışsa da bunun kıymeti harbiyesini abartmamak gerekir. Hatta “hürriyetin” Fransız Devrimi’ne yakın düşen anlamı “gayr-ı milli” unsurların talebiydi esas olarak. Devletin “inhilâle doğru” yürüyüşünü durdurmak isteyen “İttihatçılar, memleketi sadece kesif bir merkeziyetle idareyi değil, hatta fütuhatı bile hayâl ilâvesi yaptılar. Keza henüz yarı bir müstemleke devlet iken, başka illerdeki Türkleri kurtarmak vehmine bile kapıldılar.” (Hasan Amca, Doğmayan Hürriyet, s. 41, 1958) Burada bir Napolyanvari burjuva devriminin neferi keşfedilebilir; zaten kaşındaki beyaz lekeden cihangirliği mistik bir dayanak bulmuş olan Enver Paşa da kendini Napolyon’a benzetmeye bayılırdı! Biz ise Marx’ın “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik!” sloganlarının yerine, açık seçik, belli anlamları olan “Piyade, Süvari, Topçu” terimlerini koymayı meslek edinenleri hatırlatmasına kulak vermeyi tercih ederiz. Ayrıca, Marx Napolyon için “köylüler için bir adam değil bir programdır” derken, Osmanlı köylüsü için Enver’in ne ifade ettiği üzerinde herhalde kimsenin kuşkusu yoktur!  

Ziya Gökalp’ta billurlaşacak, ancak genel olarak Jön Türk ideolojisinde bulunan cahil kitleler karşısında yönlerini değiştiren seçkinlerin mühendisliği Cumhuriyet döneminde de devam edecektir. (Şükrü Hanioğlu, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Zihniyet, Siyaset ve Tarih, Bağlam Yayınları, 2006, s. 75) Bugünle bağlantıyı Şükrü Hanioğlu, “İttihad Terakki’nin kendisini “cemiyet-i mukaddes” olarak görüp “kendisine yönelik eleştirileri vatan hainliği, ülkenin satılması çabalarıyla eşanlamlı kabul etmesinden hareketle “ 19. Yüzyıl materyalizminin ırk kuramları ve Sosyal Darwinizm’le desteklenerek “bilimsellik” kazandırılan ve günümüze kadar gelen “millet-i hâkime fikri bu tedafüî milliyetçi söyleme değişik bir boyut kazandırmıştır” diye ifade eder.   Le Bon’un değerli fikirlerinin özellikle kimler tarafından değerlendirildiğine (Şükrü Hanioğlu, age, s.95) bakmak pek keyifli olmasa da en azından Fransız İhtilali’ne ve (diğerlerine) duyulan nefreti 1908 Osmanlı İnkılabında fotoğraflarda görünen sloganların ne İttihatçı ne de cumhuriyetçi ideolojide yer almadığını anlamak gerekir. Hilmi Ziya Ülken’in “Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi” adlı çalışmasının önsözünde ise “…tanzimat ve Meşrutiyet’in olduğu kadar Cumhuriyet’in fikir tarihinin de yüzeyde olduğunu belirtmek lâzım” der. (s.4, Selçuk Yayınları, 1966)  

Cumhuriyetin Temel Belirsizlikleri  

İlk bakışta cumhuriyet, halkın demokratik özlemleriyle burjuva devleti kurumlarının karmaşık bir ürünü olarak belirdiğinden işçi hareketi için bazı tuzaklar da içermektedir. Cumhuriyet adına özellikle Batı dünyasında ilan edilen savaşlar ve istilaları hatırlamak yeterli olacaktır. Dolayısıyla, soldan bakıldığında cumhuriyet egemen sınıfların ve reformist solun siyaset yapma alanıdır ve hatta bu alan olmazsa olmaz olarak ilan edilir. Sınıf iş birliğinin zemini bu cumhuriyettir ve tarihsel açıdan bakıldığında, 1848 ihtilali gibi toplumsal ve kitlesel bir ihtilal “mülk sahiplerinin cumhuriyeti” adına kanla bastırılmıştır. Marx’ın Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’inde “Her parti, cumhuriyeti kendine göre yorumladı” derken “cumhuriyetçi burjuva kesiminin, üç renkli cumhuriyetçiler, katıksız cumhuriyetçiler, siyasal cumhuriyetçiler, biçimci cumhuriyetçiler vb.” diye açıklamasına dikkat etmek gerekir. Hele hele parlamenter veya anayasal cumhuriyetin bir tek parti rejimi olarak sürdürülmesinin emekçi kitleler açısından ne demeye tercih edilebilir olduğunu açıklamak da henüz kimseye nasip olmamıştır.   Sosyalizm tarihindeki, demokratik burjuva devleti şemsiyesi altında yapılan burjuva hükümetine katılım (bakanlardan başlayarak) Batı Avrupa’da örneğin İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminde direnişi silahsızlandırarak Fransa’da ve İtalya’da burjuva devletinin yeniden yerleştirilmesi sırasında öne çıkmıştır. İspanyol devrimi tarihsel olarak cumhuriyet ve karşı kamp arasındaki çatışmanın bir başka çatışma ile, devrim ve karşı devrimle birlikte yaşandığı en gelişkin örnek olarak sunulabilir. Cumhuriyetin savunusu İspanyol devriminde ilkin devrimin boğazlanmasıyla açılmış ve sonunda Franco’nun zaferine varmıştır.   Buradaki temel bir ayrıma geliyoruz. Jaurès gibi geleneksel Marksist damardan ziyade radikal cumhuriyetçilikten gelme bir sosyalist bile “Devlet bir güçler ilişkisidir” demiş. Yani tarafsız olmayan siyasal bir oluşum. Devlet bir güçler ilişkisidir demek toplumsal olarak burjuva veya proleter herhangi bir muhtevaya kendini uyarlayabilecek bir oluşum anlamına gelmez. Herkes devletin egemen sınıfların bir aracı olduğunu söylemekte ancak cumhuriyet ve devlet arasındaki ilişki egemen sınıflar dolayımı ile değil sınıf üstü bir değerler, kazanımlar zemini olarak sunulmakta.  

Devlet kurumlarını, kapitalist mülkiyeti sorgulamadan çeşitli türden (bonapartist, milliyetçi) cumhuriyetçilerle saf tutmaya çağrılan işçi hareketinin kendi gündemini oluşturmasını sürekli çarpıtmıştır. Üstelik yüz yıllık geçmişte devrimci durumların cumhuriyetçi geleneğin sorunsallarından değil kapitalist sistemden kopuş yönündeki aşağıdan gelen dalgaların ürünü olduğu atlanmamalıdır.   Toplumsal ve demokratik kazanımların savunulmasıyla cumhuriyetin savunulması her toplumda örtüşmemektedir. Genel oy, kamu hizmetleri, laiklik (sekülarizm) önemli olmakla birlikte bunun siyasal özgürlükler ve kapitalist sistemden kopuş dinamikleri de hesaba katılmalıdır. Hele hele neoliberal karşı reformların çökerttiği bir toplumda radikal bir toplumsal dönüşüm perspektifiyle donanmış bir kazanımlar takıntısından kurtulmak gerekmektedir. Sosyalizm cumhuriyetin radikalleşmesinin bir ürünü olmayacaktır. Her ikisi arasında eski devlet aygıtının parçalanmasını başta olmak üzere kırılmalar kaçınılmazdır.  

Geleneksel olarak burjuva demokratik cumhuriyetin iddiası çoğunluğun iktidarını olmasıdır. Üretim araçlarının ve toprağın özel mülkiyetinin yürürlükte olduğu bir zeminde bunun mümkün olup olmaması tartışması bir yana bırakılsa bile bizdeki örneğinin sürekli olarak “çoğunluk” (cumhur-ahali) ile bir sorun yaşaması bile yeterince anlamlı olmalıdır. Kaba bir ayrım mutlakiyetçilikle cumhuriyet arasında birinin akılcı diğerinin akıl dışı olması falan değildir. Mesele felsefi değil siyasi olduğuna göre doğuştan rüştünü ispatlamış olan ahalinin iradesinin siyasete yansıtılması babında, bunun siyasal şekli şemaili olarak cumhuriyet “çoğunluk”la sorunlu olduğu takdirde kendi kendini bir diktatörlük olarak ilan edebilir. Mustafa Kemal otuzlu yılların başlarında tam da bu kelimeyi, “istibdat”ı kullanıyordu. “Ben öldükten sonra arkamda kalacak müessese bir istibdat müessesesidir.” (Atatürk, Okyar ve Çok Partili Türkiye, Osman Okyar-Mehmet Seyitdanlıoğlu, s.104, İş Bankası, 2006)  

Cumhuriyet ile sosyalist hareket arasındaki reformlar için mücadelede de önemli farklılıklardan biri yöntem meselesidir. Cumhuriyet sınıf mücadelesi yöntemlerini en şiddetli bir biçimde ezmeyi meslek edinmişken sosyalist hareket kalıcı kazanımların ancak bu yöntem sayesinde elde edilebileceğinden hareket eder. Cumhuriyet yasaları (iş ve ceza), işçi hareketinin verdiği özgürlük mücadelesinin önündeki önemli engeller olarak karşısına dikilmiştir.   Bizde demokratik parlamenter cumhuriyet zaten cumhuriyetin kollayıcısı için oldukça netameli iken, diğer türler (Bonapartist, başkanlık) emekçiler için haydi haydi netamelidir. Genel oy temelinde seçilen meclisler, yerel meclisler demokrasinin bir gereği olmakla birlikte emekçiler bu meclisleşmeyi, demokratikleştirmeyi iş yeri meclislerine kadar taşımışlardır. Tarihin garip bir cilvesi ise bizde zaten görülmemiş olan ahali için kazanımların cumhuriyet tarafından temsil edildiğine ilişkin yanılsamanın neoliberal dönemde artık bir iddia olmaktan da çıkmıştır. Militarizmin bu boyutta olduğu bir ülkede ancak neoliberal politikalarla finanse edilen kurumların cumhuriyet bekçiliği herhangi bir yanılsamaya yol açmayacak kadar anti-popülerdir.  

Cumhuriyet Neden? 

Bir vatandaş harbine benzer rütbe ve mevkilerin hakkı yeksan edildiği bir Millî Mücadele yaşanmamıştır. 1919-22 döneminde veya Sabahattin Selek’in yaptığı gibi bunun ilk yıllarını İstiklal Harbi’nden ayırt edecek bir dilimleme yapılsa, ikinci dilimde de 1789-1793 dönemiyle herhangi bir benzerlik aramak abestir. Misak-ı Milli sınırlarının çizildiği meclis herkesin bildiği gibi Padişah meclisidir. Millî Mücadele meclisi bir meşruti monarşi meclisidir (yanına da hilafeti eklemek kaydıyla). Kuruluşta kimsenin saltanat ve hilafete karşı bir söylemi ve tabii ki reddi söz konusu değildir. İttihat ve Terakki nasıl imparatorluğu kurtarmak için mücadele ediyorsa, Millî Mücadele de hilafet ve saltanat abartmalı gözükse de vatan için mücadele ediyordu. Burada Fransız İhtilali’nin kurucu unsurlarını aramak abesle iştigal etmek demektir. Zaten kimsenin de bu mücadeleye siyasal ve toplumsal başka bir anlam yüklediği yoktu. Bir diğer iddia ise İstiklal Harbi’ne başlanmadan önce 1919 ve 1920 yıllarında Sabahattin Selek’in tabiri ile Anadolu İhtilali’nde iç güçlerle yapılan çatışmalardır. Bu iç güçler tabiri bir vatandaş harbini çağrıştırmaktadır. Padişah yanlısı güçlere karşı yapılan bu çatışmaların esas olarak daha sonra vatan haini ilan edilecek olan örneğin Ethem Bey tarafından yürütülmüş olması bir kenara koysak bile bunun bir vatandaş harbi olması için farklı toplumsal ve siyasal programlar çerçevesinde cereyan etmesi gerekirdi. Saray’ı “feodal” ve “karşı devrimci” dolayısıyla Ankara’yı “inkılapçı” (herhalde “burjuva”) ilan etmek Fransız Devriminin aşırı çarpıtılmış bir bakış açısından okumayı gerektiriyordu. Aslında Saray’ın etrafında ciddiye alınabilir bir güç birikiminin olmadığı, sözü edilen vatandaş harbine katılımın alabildiğine düşük olduğu bir gerçektir. Kitlelerin katılmadığı bir “devrim ve karşı devrim mücadelesi” esas olarak devrimin sınırları dışında kurumsal çerçeve içinde cereyan etmiştir.   Millet Meclisi meşruiyetini Osmanlı meclisinin İstanbul’da basılması ve kapatılmasından almaktadır. Rütbeler ve mevkiler Osmanlı’dır. Ortada ahaliyi heyecana gark edecek devrimci bir düşünsel ve de örgütsel faaliyet bulunmamaktadır. 1908’deki coşkulu gösteriler ve ona öngelen halkın vergi isyanlarına benzer, kendiliğinden ve doğrudan katılımlar gözükmemektedir. Ömrünü tüketmiş Saray aslında Ankara’ya karşı cansiperane bir mücadele de yürütmemiş, kaderine razı olmuşçasına gün doldurmuştur. İttihat ve Terakki’den sonraki İstanbul hükümetlerinin özellikle Damat Ferit hükümetleri dönemi hariç Ankara ile zaman zaman çok sıkı zaman zaman mesafeli bir ilişkisinin ötesinde düşmanca davrandığını söylemek mümkün değil. Milliyetçilerle Saray efradı arasında tabii ki köklü bir fark vardır, ancak bu farkı iki düşman sınıf gibi algılamak, devrim ve karşı-devrim saflaşması olarak takdim etmek yirminci yüzyılın yirmili yılları için çok zorlama bir tarih anlayışıdır. Yakınlardaki İran’da uzaklardaki Çin’de aynı yıllarda çok daha radikal saflaşmalar tarihin ne tür alternatiflerle cebelleştiğini gösterirken siyasal demokrasi, toplumsal kazanımlar açısından bir bilanço çıkarmadan Fransız Devrimi’nin giysilerini ona buna giydirmeye kalkışmanın karşılığı yoktur.  

Sosyalistler açısından daha vahimi Millî Mücadele’de yer alan toplumsal kesimlerin kazanımlarının ne olduğunu irdelemeden devrimin devam ettiğine kanaat getirip yeni rejimden yana saf tutmalarıdır. İzmir İktisat Kongresi bir gösteri olarak cereyan etmiş olsa bile orada dile getirilen işçi talepleri, hiç de değilse kurulu düzen çerçevesi içinde kimi talepleri dile getirmekteydi. Yani bir sistem meselesini tartışma konusu haline getirmeden, başka toplumsal tabakaların canını yakmadan bir takım “haklar” talep edilmekteydi. Oysa devrim dönemi diye takdim edilen ve üzerinde yaygın bir uzlaşma bulunan ilk 15 yılda emekçilerin payına düşenin bir dökümü çıkarıldığında harf devrimi, güneş dil teorisi gibi karın doyurmayacak safsatalar ve fakat iş hukuku açısından gayet somut engeller görülür. İşçi hareketi ile cumhuriyet arasındaki ilişkinin tarihi yalnızca hilafete ve saltanata karşı olma babında ele alındığında oldukça basite indirgenmiş olur. Nihayetinde cumhuriyet de yeni bir egemenlik ilişkisinin kurumsallaşması olarak belirmiştir. Cumhuriyet dışında ne gibi seçeneklerin bulunduğuna ilişkin bir tartışma özellikle Saray’ın meşruiyetini yitirmiş olması nedeniyle fazla anlamlı değil. Millî Mücadele döneminde sarayın yaptığı hataların Ankara’nın önünü açtığı en Kemalist tarihçiler tarafından bile rahatlıkla söylenmektedir. Cumhuriyet’in kuruluş sürecinin ne kadar nesnel bir eğilim üzerine oturduğunun bir örneği, Millî Mücadele’nin önde gelen simaları henüz bu meseleyi tartışmazken; Çiçerin’in Lenin’e gönderdiği bir raporda bulunabilir (16 Mayıs 1920): “Büyük Millet Meclisi’nde partiler faaliyet göstermiyor ve iç siyasete dair bir program oluşturmuş değil. Ancak, cumhuriyet ilan edilmesi çok büyük bir olasılık.” (A. Avagyan: Kemalistler, İttihatçılar ve Bolşevikler, Toplumsal Tarih, Mart 2007, s. 19)  

En önemlisi geniş halk kitlelerinin yeni rejimin oluşumuna katkılarının ne olduğudur. Birinci Dünya Savaşı’ndan Osmanlı’nın nasıl çıktığı üzerine fazla durmaya gerek yok: Mevcut ordudan daha fazlası firarda (300 bin), köyler harap olmuş, zanaatkârlık “tehcire” tabi tutulmuştur. Kitleler için yorgun kelimesi bile hafif kalırdı. Zaten, siyaset sahnesine bir dinamizm kazandırmaktan uzak olan kitlelerin dayatması, bastırması ve rızasıyla bir cumhuriyetin ilan edildiğini kimsenin söylediği yok. Doğan Avcıoğlu, Millî Mücadele’de sınıfların mevzilenmesi açısından birçoklarından daha gerçekçidir. “Anadolu köylüsünün pasifliği, güvensizliği ve geleneksel egemen sınıflara bağlılığı karşısında, bir kurtuluş savaşı nasıl yürütülebilecekti?… Köylünün güvensizlikle baktığı milliyetçi subay ve aydınların dayanabilmeyi ümit edebilecekleri görünürdeki güç, Anadolu eşrafı, aşiret reisleri ve din adamlarıydı.” (Türkiye’nin Düzeni, s. 137-138, 1969) Bu gücün azımsanmayacak bir bölümünün varlığını Ermeni katliamına borçlu olduğu da hesaba katılabilir. Bu durumda ortaya çıkacak devrimin sınıf muhtevası, siyasal katılım konusunda hayal kurmaya gerek yoktur. Buradan bir tür Cumhuriyet çıkar, bu ne kızıl ne parlamenter ne sosyal ne de küçük burjuva demokrat olabilir ancak. Köylünün veya genel olarak emekçilerin, ezilenlerin durumunu sorgulayanlar da gerçekten “geleneksel sınıflara” bağlılıktan mı yoksa İttihatçıların bu kesimlere yönelik politikalarından ötürü mü “pasif” ve “güvensiz” olduklarını derin derin düşünmelidirler. Savaş içinde yürütülen ekonomik ve siyasal “milli” politikaların ahaliyi kırarken, birilerini palazlandırdığı anlaşıldığında hamaset alanında çıplak volta atılır. Ancak her halükârda bu satırlar “Çılgın Türklerin” sanıldığından çok daha makul (pragmatik) olduğunu göstermektedir.  

Yine de bu dönemin sonunda toplumsal manzara umumiyedeki değişimlerin pek de iç açıcı olmadığını söylemek gerek. Anlamlı bir hamle yapılamadığı gibi iktidar bloğunun bileşiminden ötürü toprak reformu gibi önemli bir atılım sürekli askıda kalmıştır. Kürt isyanlarını dikkate alırsak toprak reformundan ahali isyan eder veya feodal beyler Vendée ayaklanmasına yol açar diye bir beklenti olduğu iddiası da ciddiye alınabilir olmaktan çıkar. Geriye ucuz bir jakoben söylemin ara sıra dillenmesinden başka bir şey kalmaz. Ancak, bu söylemin sağı değil de solu tarafından yankılanmasının nedenleri olmalıdır. Bu nedenlerin toplumsal olmasına imkân yok, çünkü çalışan sınıflar açısından böylesi bir yanılsama söz konusu değil (başka türlüsü olabilir). İşçiler, köylüler veya ezilen ulus, eski rejime karşı bu cumhuriyeti desteklemek lazım, hani şu ve bu somut nedenlerle bizim de çıkarımızadır diye bir gösteride bulunmamışlardır.   Zaten cumhuriyetçi hareket de eski rejimden, kurulu düzenden hoşnutsuz olanların bir ortak cephesi olarak tezahür etmiyor. Yeni kurulan rejimin sınıf karakterinde çalışan sınıflardan bir nebze bulmak mümkün değil. Başlangıçta birlikçi bir tutum geliştirildiği iddiası havada kalsa da diyelim ki böyle bir durum vardı, kısa zamanda farklı toplumsal kesimlerin talepleri çatışacak ve örneğin köylüler kendi talepleriyle ortaya çıkacaklardı. Egemen olma imkanına nesnel olarak sahip olan kesimlerin öne çıkması tabii gözükse de bir toplumsal alt üst oluşta kolektif güçleriyle alt sınıflar da kendi deneyimlerini yaşarlar. Ne kadar fakir olsa da Cumhuriyeti hazırlayan bir düşünsel temel var. Bu düşünsel temelin ne olduğuna dair tartışmaların merkezinde en yetkili kişinin ağzından 1919-1927’nin bir tür kademeli iktidar mücadelesinin resmi değerlendirmesi bulunmaktadır. Mustafa Kemal, Nutuk’ta açıkça vatanın kurtuluşunu amaçlayan Millî Mücadele’nin başarılar elde ettikçe “safha safha” gerçekleştirildiğini belirtir. Bu dokuz yıllık dönemde kendi ifadesine göre uygulamada herhangi bir “sapma” olmamıştır. Birlikte yola çıkanların bir kısmının fikri ve ruhi sınırlılığı olayların gelişiminde kendini göstermiştir. Yani Mustafa Kemal parmakla sayılabilecek özel görüşmeler dışında (Mazhar Müfit Kansu gibi) aleni bir biçimde mücadelenin nereye yöneldiğini ne Meclis’e ne de yakın mesai arkadaşlarına bildirmiştir. Mesafe kazandıkça birileri terki siyaset etmek zorunda kalmıştır. Mustafa Kemal’in safha safha ilerleyişinde devrimci bir programın değil, alabildiğine elverişli şartların önemli olduğunu eklemek gerek.  

Hareketin oluşumunda asker kökenlilerin ağırlıkta olduğu ve bunlara bir de memurların eklenebileceği bilinmektedir. Bu iki unsurun farklı bileşimleri döneme göre öne çıksa da askerlerin ağırlıklı olduğu kabul edilmektedir. Böylece emir komuta mekanizmasının ve kaybolacak mesleğin akıbetinin ağırlıklı bir zihniyet dünyası ile karşı karşıya gelinmektedir. Hareketin herhangi bir gelişim evresinde toplumsal bir meseleden ötürü eski rejime baş kaldıran bir çevrenin adı geçmemektedir. Hem işgale karşı çıkan hem de farklı bir gelecek tahayyülüyle mücadele eden bir kesimin bulunmaması nedeniyle sorun olarak görülmemektedir.   Gerçekte ortada bir devrimci durum yoktur. Çünkü devrimci durum toplumsal ve ekonomik koşullara göre geniş bir özerkliğe sahip olur. Mücadelelerin kendi mantığı vardır ve devrimci durumda yapısız tahlillerle sınırlı kalındığı takdirde anlaşılamayacak siyasal ve pratik bir dizi tezahürü vardır. Oysa kuruluş döneminde herhangi bir yanılsamaya yer verecek bir hareketlilik söz konusu olmamıştır. Ankara’nın zayıf ve güçlü bütün sınıf ve toplumsal tabakaları demesek de en azından eski rejime karşı olan sınıf ve tabakaları tatmin edecek bir programa sahip olduğunu söylemek için de elde herhangi bir veri yoktur. Tabii Cumhuriyet’in kuruluşu da açık seçik bir siyasal ve toplumsal program çerçevesinde yürütülen bir mücadelenin ürünü olmamıştır; Millî Mücadele’nin önde gelen azımsanmayacak kadroları bile fenersiz yakalanmışlardır. Ahalinin ise bu durumdan uzaktan yakından ilgisi olmamıştır.  

Cumhuriyet ve İşçi Hakları  

Doğrudan sınıfsal bir temelde yürütülecek bir tartışma bu meseleyi çok daha açık bir şekilde gözler önüne serebilir. Türkiye’de işçi sınıfının cumhuriyetle kazanımları, örneğin mütareke dönemine göre veya 1908 Osmanlı inkılabına göre –meşruti monarşi– pek hayırlı olmamıştır. Cumhuriyet işçi sınıfının örgütlenme ve bilinçlenme faaliyetine bir kolaylık sağlamadığı gibi aksini iddia etmek hiç de zor almayacaktır. Özü itibariyle burjuva devletinin inşası, egemen sınıfın kendisini biçimlendirdiği siyasal çerçevedir. Fransız devriminden arta kalan kimi ifadeler ise cumhuriyetten önce 1908’in çok daha yüksek sesle ifade ettiği hususlardır. (Kardeşlik, eşitlik ve hürriyet herhangi bir düzenleme olmadan geniş kesimler tarafından, farklı dillerde ve salonlarda veya kürsülerde değil sokak gösterilerinde dile getirilmiştir.)  

Dolayısıyla her hal ve şerait altında cumhuriyetin savunusu cumhuriyetten yana mücadele dinamiğinin tuttuğu özgül yer ve cumhuriyetin toplumsal bileşimi ve belli tarihsel konjonktürdeki politikalar kimi zaman çelişkili durumlar yaratmaktadır. Cumhuriyetten “ilerici” ögeleri tarihsel-geçici niteliklerini pekiştirdikçe kelimenin kökündeki –cumhur– halkçı özelliklerini yitirmekte ve böylece sultana karşı, mutlakiyete karşı kazanılmış mevziler arkaik kalmaktadır. Özellikle Batı Avrupa tarihindeki “cumhuriyetçi kamp” diye nitelenebilecek bileşim böylesi bir saflaşmanın belirgin özelliklerini sunmaktadır: Halkçı radikal ayaklanma ve onunla sarmalanmış bir cumhuriyetçilik. 1793 ve tabii ki 1848 Fransız İhtilali buna örnek gösterilebilir. Cumhuriyetin Osmanlı’dan devraldığı sınıfsal bileşimde “emeğin” konumu hakkında çok kesin bilgiler bulunmamakta. 20. yüzyılın başında yapılan bir nüfus sayımında amelenin 186 bin olduğu bildirilmiş. 27 milyonluk nüfusun 15 milyonu işgücüne dahil olduğu söylendiğine göre emekçilerin oranı 1,24%. Ancak ücretli emeğin dışındaki, Osmanlı toplumsal yapısı içindeki zanaatkârlardan yoksul, topaksız köylülüğe geniş bir kesimindeki emek kategorilerinin bu hesaba dahil edilmediği eklenmeli.  

Cumhuriyetin imparatorluğa göre çalışma düzenlemeleri açısından hemen hemen bir süreklilik arz edip emekçiler için anlamlı bir değişimin olmadığı bilinmekte. Bu sürekliliğin timsali olarak 1909’da çıkarılmış olan kamu kesiminde sendika kurulmasını yasaklayan meşhur Tatil-i Eşgal kanunu bulunmaktadır. Tatil-i Eşgal kanunu 1908 rüzgarına mütevazi bir sınıfsal ve toplumsal içerik kazandıran grevlere karşı çıkarılmıştır. Ücretli emeğin azımsanmayacak bir kesiminin kamu kesiminde bulunduğu bir ülkede bu yasaklamanın hayati bir önemi olduğu hatırlanmalıdır. Bu yetmezmiş gibi aynı yıl (1909) çıkarılan Cemiyetler Kanunu da diğer çalışanların örgütlenmelerine ilişkin sınırlamalar ve en önemlisi de derneklere hükümet denetimi getirmekteydi. (1919 ve 1923’te yapılan değişikliklerle bu yasa ağırlaştırılmıştır.) 1908 yılı grevleri bir başına sonraki yılların kat bek kat üstünde olurken, İttihatçıların 1913’teki kesin iktidarının belirmesiyle güçlenen milliyetçiliğin işçi hareketinde karşılığının ne olduğunu hatırlamak yeterli.  

Mütareke yıllarında yeniden gelişen ve canlanan işçi hareketi, cumhuriyetin nimetlerini de 1925’te Takrir-i Sükûn kanunuyla tatmıştır. 1922 yılında İstanbul’da kurulan İstanbul Umum Amele Birliği iki yıl sonra hükümetin çıkardığı zorluklar karşısında kendini feshetmiştir. Keza 1924’te çeşitli derneklerin katılımıyla kurulan Amele Tali Cemiyeti 1928’de hükümetçe kapatıldı. O dönemin sosyalist hareketin hali pür melalini bilenler, bu tür örgütlenmelerin arkasında bir örgüt de bulamazlar. Zaten böyle bir durum olsaydı hükümet anında icabına bakardı. Cumhuriyet döneminde işçi örgütlenmelerinin bu yasal sınırlamalarının karakterinin “ilerici”, “devrimci” gibi nitelenmesi ne kadar uygun düştüğü bilinmez, ama erbabınca en hafif deyimiyle “otoriter” olarak değerlendirilmektedir (Ahmet Makal; Türkiye’de Tek Partili Dönemde Çalışma İlişkileri: 1920-1946, s. 43, İmge yay, 1999). Cumhuriyetin anayasasına koyulan halkçılığın bir yönü sınıf mücadelesinin reddi ise diğer yönü bu reddeden kârlı çıkanların milletin bütünü olmayıp iktidar bloğunda yer alan kesimlerle bunlara ek olarak İttihatçılıktan devralınan her türlü yoldan milli burjuvazi yaratılmasından nasibini alanlar olmuştur. Bu milli burjuvazi yaratma hayali, millet içindeki eşitsizlikleri gidermeyi değil, bir bütün olarak milleti var etmeyi ve bunun içinde sömürü ilişkilerini geliştirmeyi gerektirmektedir.  

Bu milletin modern kapitalist bir sisteme dayanacağı bilinci, sınıfların varlığını reddetmekte, nereye kadarıysa oraya kadar kapitalist ilişkilere gelişene kadar aşağıdan bir çatışmayı engellemeyi hedeflemektedir. Cumhuriyet dönemi ekonomi politikasını halkçılık prensibini de millet yaratma hedefini de “sınıfsız veya her sınıfa eşit mesafede” bir proje olarak değerlendirmeyeceğine göre bu milletleşme süreci de emekçilerin sırtından yürütülecektir. Genellikle rejimin anti kapitalistliğine gerekçe olarak gösterilen alıntılar, yeterli bir sınıfsal gelişmişliğin bulunmadığından yakarlar: Yeterli sanayi, tüccar ve hatta büyük arazi sahibi yoktur! Toplumsal saflaşmada büyük arazi sahiplerini bile yetersiz görüp, “arazi sahipleri de himaye edilecek insanlardır” (Makal, age, s. 97) dedikten sonra anti kapitalizm bir yana burjuva demokratik devrimin asli unsurlarından sayılan tarım reformunun bile gereksiz addedildiği bir rejimde emekçilerin payına düşecek olan bellidir. Zaten resmi söylemde en az yer tutan amelenin durumu vaziyetidir.  

Cumhuriyet dönemindeki devletçilik ve de milliyetçilik gibi kutsanan değerlerden işçi sınıfının payına düşen her türlü haktan mahrumiyet olmuştur. 1936 İş Kanunu’nda taçlanacak olan bu durumun “sonradan”, “Kemalizm’in özünde olmayan” bir husus olarak takdim edilmesi, geçmişle taşıdığı süreklilik göz önüne alındığında geçerli değildir. Taha Parla İş Kanunu’nun faşist korporatizme oldukça yaklaştığını belirtir. (Bu konuda ayrıntılı bilgilenme ve tartışmalar için bkz. Ahmet Makal; Türkiye’de Tek Partili Dönemde Çalışma İlişkileri: 1920-1946, İmge yay, 1999) Sosyalistler için tarihte temel meselelerden biri ve en önemlisi, işçi sınıfı başta olmak üzere emekçilerin kendi deneyimlerini yaşayabilmesi, kendi tarihlerini yapabilmesidir. Cumhuriyetin çalışma hayatına ilişkin düzenlemeleri ise esas olarak işçilerin bir sınıf olma yolundaki mücadelelerini herhangi bir demokratik yanılsamaya yer bırakmayacak şekilde bastırmaya, daha doğrusu yatağında boğmaya yöneliktir. Zorlama tartışmalara gerek olmamakla birlikte Mussolini İtalya’sında sendikalar varken, sendikaların bulunmadığı, cemiyetler kanunu ile sendikaların yasaklandığı bir ülkede yönetimin değil devrimciliğinden ilericiliğinden söz etmek bile alay etmekten beterdir.  

Çok özel tarihsel durumlar dışında stratejik bir ittifak devlet kurumlarını dokunulmaz kıldığı gibi özel mülkiyetten hareket eden bir toplumsal eleştiri yolunun da önünü tıkamaktadır. Belki de cumhuriyetçi geleneği bir bütün olarak değil yukardan ve aşağıdan diye tanımlamak burada da anlamlıdır. Örneğin kitlelerin kendi iradeleriyle tarih sahnesine çıktığı eylemleri geleneksel cumhuriyetçi çerçeve içinde tasavvur etmek mümkün değildir.   Cumhuriyet “doğası gereği” demokratik olmak durumunda değildir, ancak genel oy, kamu hizmeti, laiklik gibi demokratik, toplumsal kazanımlar varsa savunusu tabii ki göz ardı edilemez. Ancak bunların savunusu, cumhuriyetin tüm kurumlarının savunusu anlamına gelmemelidir. Açıkçası toplumun radikal bir dönüşümü için geçişsel bir perspektifle bağlantısı kurulamadığı takdirde bunlar bir tıkaç haline gelir. Örneğin nihayetinde demokratik kazanımların derinleştirilmesinin devlet kurumlarıyla birlikte var olmayacağı bir gerçektir. Aynı şey mevcut durumdaki devlet ve din ayrılığı, laiklik meselesinde de geçerlidir. Dinin ve devletin alanlarının karşılıklı olarak tanımlanması ve ayrılması değil bunların aşılması gerekmektedir; edebi ve ezeli kılınması değil. Sosyalizmi cumhuriyetin değerlerinin mantıksal sonucu gibi kavrayan bir yaklaşım özellikle Türkiye sosyalist tarihinde oldukça baskındır. Bunun tersi de doğrudur, sosyalizmi sınıfsal bir zeminde kavrayan yaklaşım da oldukça zayıf olmuştur oldum olasına. Cumhuriyetin mantıksal sonucu derken onun bir tür radikalleştirilmesi de denebilir. Ancak cumhuriyet, her çubuğu bükme girişiminde böylesi bir radikalleştirmeye yatkın olmadığını dipten ve derinden gelen devlet refleksiyle göstermiştir.  

1930’lu Yıllarda… 

Cumhuriyetin işçi sınıfıyla ilk kitlesel imtihanı kendiliğinden, işçi sınıfının kendi siyasal seçeneğini oluşturmasını değil CHP’nin yanı sıra bir siyasal parti üstelik “yukardan” kurdurulunca ortaya çıktı. 1930’de Serbest Fırka’nın (SF) kısa ömründe ortaya çıkan husus bu partinin emekçilere, yoksullara bir şeyler vaat etmek üzerine kurulmamış olmasına rağmen özellikle işçi sınıfının oluşturduğu kentlerde büyük destek görmesi ve hatta İzmir’de grevlerin yapılmasıydı. Bu desteğin Cumhuriyet Halk Fırkası’na (CHF) duyulan tepkiye bağlanmasa da böylesi bir eğilimin bulunması dahi sınıf siyasetinin işçi sınıfının gelişmemişliği üzerine ahkam kesmekten çok daha anlamlı bir biçimdevarlığının mümkün olduğunu göstermektedir. Ancak cumhuriyetin oluşum tarzı Fransız Devrimi’nin ünlü üçlemesini içermediğinden işçi hareketini ikili bir mücadeleyle karşı karşıya bırakmamıştır. Her ve hal şartta cumhuriyetin savunusu veya her verili durumda cumhuriyet için mücadelenin mana ve ehemmiyetine uygun bir tutum sergilemek söz konusu değildi.   Cumhuriyetçilik bizde İspanya İç Savaşı’nda, Nazi işgaline karşı direnişte, faşizme karşı mücadelede olduğu gibi bir “itici güç” olarak da belirmemişti. Cumhuriyetin öznesi zaten buna imkân vermezdi. Bağımsız siyasal varlığıyla kendini ifade edememiş olan işçi sınıfının örneğin Serbest Fırka (SF) seçimlerinde veya 1950 seçimlerindeki pozisyonu ise Cumhuriyetçi kesimi hoşnut etmemişti. Hoş anılar Serbest Fırkanın zaten Gazi tarafından da Ali Fethi tarafından da Halk Fırkasının solunda takdim etmekte. (Bkz. Gazinin Akşam gazetesine dikte ettirdiği haber, Atatürk, Okyar ve Çok Partili Türkiye, s. 131 ve öncesi için 105-106) SF’nin sağ bir parti olduğu iddiası CHP’yi illa de solcu, devrimci takdim etmeye meraklı kapıkullarının sevdası. Sovyet dış politikasının gereklerini sosyalist mücadelenin başlıca ilkesi olarak görenler Serbest Fırkanın Pravda tarafından “[CHF’ye] karşı sol cenah fırkası olacaktır” (Cemil Koçak, İktidar ve Serbest Cumhuriyet Fırkası, s. 184, İletişim, 2006) dendiğinden bile haberdar değillerdi herhalde. Aynı günlerde Vreme gazetesi ise “Mahiyeti hakikîyesi askerî bir otokrasiden başka bir şey olmayan Türkiye idaresi” ibaresini kullanmış.  

Cumhuriyetin dönemselleşmesinde kabaca iki tarih önemli addedilir: 1938 ve 1950. Kimilerine göre ilk durakta karşı devrim galebe çalmıştır, kimilerine göre ise ikinci durakta. Nedense bu dönemselleştirmede kurucu dönem için çok merak olunan Fransız Devrimi terminolojisi kullanılmaz (örneğin Thermidor, restorasyon vb.). Oysa aşağıdan bir tarih anlatımı hiç değilse Serbest Fırka olayının açığa çıkarttıklarına bakarak yeni rejimden kimlerin nasiplenip kimlerin huzursuz kaldığı anlaşılabilir. Öte yandan “gelişmekte olan” sınıf ve katmanların SF’yi desteklemesi ve onlarla bir tür kader birliği yapan aşağıdakilerin de aynı mecraya sürüklenmeleri sanki tarihin genel olarak tanık olduğu bir seyir değil de “gerici” ve hatta nankör, hastalıklı bir yaklaşım gibi algılanmıştır.  

Sosyalist Gelenekte Cumhuriyet 

Türkiye sosyalist hareketinin oluşumunda özel bir yeri bulunan – kurucular adı altında anılan Mustafa Suphi veya Şefik Hüsnü – Jean Jaurès’in fikirlerinin ne kadar içerildiğini anlamak zor olmakla birlikte Jön Türk geleneğinden gelen bu iki kurucunun Jaurès’den proleter bir toplumsal temelde siyasal dönüşümden ziyade onun Cumhuriyetçiliğinden ve tabii ki emperyalist saldırıya karşı duruşundan etkilendiği söylenebilir. Ancak, bu anlayış 1925 yılında her şey cumhuriyet için şiarlarına dönüştürdüğünde, kendi ipini de çekecektir.  

Tarihte kendini misafir gören bir zihniyetle devletin kırmızı çizgilerini (Kürt meselesi, din meselesi vb.) makul görerek siyaset yapmanın — yani dünyayı değiştirmeye çalışmanın garabeti solun “ideolojik” dünyasını karartmıştır. Cumhuriyetin ideolojik olarak eski rejimin yerine geçmesinin ne kadar ileri bir hamle olduğuna dair solun gösterdiği gerekçeler neredeyse Kemalistleri bile zorda bırakmıştır. Bir önceki döneme göre daha mı baskıcı yoksa daha mı demokratik olduğuna dair bir tartışma gündelik hayatın içinden verilebilecekken, bundan kesinlikle kaçınılmış ve hapisteyken bile kurulu düzenin neferliğine soyunulmuştur. 1908’le açılan dönemde çok partililik, millet meclisinde farklı seslerin varlığı, yayın dünyasında ziyadesiyle çeşitlilik gözlenirken; Cumhuriyetin ilanından iki yıl sonra, Mütareke yıllarını bile aratacak bir kapalılığa girilmiştir.  

Gelecekte Kemalistlerin bile üzerinde uzun uzadıya durmayacağı bir güzelleme sevdası solu yakın zamana kadar uğraştırmış ve Kemalistlere karşı da 1920’lere atfedilen “misyon” neredeyse savunulur olmuştur. Aslında devletten fazla devletçi bu yaklaşımın toplumsal pratik açısından körleştirici yanı her alanda kendini ortaya koymuştur. Kemalizm’in toplumsal hafıza kayıtlarını silen yaklaşımına paralel olarak kendi hafızasını oluşturamayan ve yaşadığı toplumda başka bir tarih yaratmak için bir başka tarihsel belleğe bir türlü sahip olamayan sol, sonunda Kemalizm’in sorunsallarının etrafında dolanıp durmuştur.  

Bu tarihe nereden ve nasıl kök salınırdı sorusuna verilecek cevaplar oldukça sınırlı olabilir. Üst üste gelen yıkımlardan bir bellek oluşturmak ne kadar mümkündü? Savaşın neredeyse egemenliği altında cereyan eden on yıllık bir dönemden nelerin dert edilmesiyle bir gelecek için bilinç oluşturabilirdi? Gündelik politikanın haklı kılınmasına büyük miktarda gerekçe sağlayan muhakemeler; çalkantılı altüst oluş dönemlerinde sosyalist hareketin kendisini şekillendirmesinin imkansızlığına kadar vardırılmaktadır. Bu duruma nesnel bir gerekçe 1960’lı yılların sonlarına dek aranır: İşçi sınıfının objektif yokluğu! Bir başka deyişle kapitalizmin gelişmişliğini dünya ve yerel ölçeklerinde değerlendirerek mücadele için “yeterince olgunlaşmamışlık” veya “olgunlaşmamışlık” tartışmaları, darbeciliğin pazarlanmasının sözde Marksist gerekçesi haline getirilir.  

Meksika’daki Zapata devriminin Birinci Dünya Savaşı öncesinde gerçekleştiği hatırlanırsa, aradan geçen onlarca yıldan sonra tarihin açtığı patikaları anlamamak için özel bir yetenek gerektirirdi. İşçi sınıfının Avrupai bir gelişmişlik düzeyinde olmaması, hükümet politikalarının meşrulaştırılmasına bir gerekçe olarak gösterilirken, her nedense toplumsal alanda genel olarak kapitalist sistemin yarattığı tahribata karşı herhangi bir politika gütmek ve buradan bir hareket inşa etme perspektifine sahip olunmamıştır. Troçki’nin Çin Üzerine yazılarında Çin’in Batı’ya değil, Rusya’ya göre daha az gelişmiş olmasından çıkardığı sonuç, bağımsız bir sosyalist faaliyetin imkansızlığı olmamıştır. Bilakis, Troçki kırsal kesimdeki yoksulların desteğinde bir proleter hareketinin gerekliliğini savunmuştur. Yani emekçi kitlelerin kendi iç bileşimindeki değişim, siyasi hedeflerde birtakım değişiklikler yapmamakta ve izlenecek yolu değiştirmektedir…  

1920 ve 30’lu yıllarda kurulu düzenden hoşnut olmayan ve hoşnutsuzluklarını siyasal düzeyde ifade etme arzusunda olan geniş bir kesimin var olmadığını iddia etmek veya Kemalist rejimden yalnızca “gerici” Kürtlerin ve “mürtecilerin” müşteki olduğunu söylemek, bu beceriksizliği mazur göstermekten ibarettir. Cumhuriyetin mecburi olmanın ötesinde neredeyse kalıcı bir durak olarak görülmesi, aynı yıllarda hiç de gericilik ana başlığı toplanamayacak, örneğin Serbest Fırka’nın kurulması sonrasında gelişen olaylarda çok açık bir biçimde görülebilirdi. Ancak, yeterince gelişmemiş bir ülkenin ne zaman, nasıl gelişeceği açık olmayınca ve rejim ne yaparsa yapsın “gericiliğe” karşı desteklenirse bağımsız siyasal bir tutum geliştirmek mümkün olmaz. Gündüz Aktan ulus devlet sürecinin Türkiye’de halen daha tamamlanmadığını belirtmektedir. Şimdi bize garip gelen bu ifade uzun süre sosyalist solda makbul addedilmiştir.  

Uluslaşma üzerine 1960’lı yıllarda Yön ve Mihri Belli çevresinde yazılıp çizilenler bir tür milliyetçiliğin sol versiyonu olarak kabul görebilir ki günümüz ulusalcı solu ve yurtseverliğiyle rahatlıkla örtüşür. Tarihe yukardan bakma sevdası öylesine derinlere işlemiştir ki Mihri Belli 1968 gibi simgesel bir tarihte bile şöyle yazabilmiştir: “…bugün emperyalizmin ve işbirlikçilerinin fedaisi olarak ortaya çıkan yobazın, asker-sivil aydın zümreyle mücadelesi çok eskidir. Türkiye’nin 150 yıllık tarihi aydın-yobaz çatışması biçiminde tezahür etmiştir… Evet, yobazla bürokrasinin görülecek bir hesabı vardır Türkiye’de” (Türk Solu 1968, s.39, Aktaran, Özgür Mutlu Ulus; Uygun Adım Devrim: Türkiye’de Sol’un Orduya Bakışı, Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi içinde, s. 186, Dipnot, 2006). Devletin labirentlerinde sözüm ona karşıdevrime yapılan darbeler, karşı devrimcileri değil sosyalistleri ve geniş emekçi kitleleri vurmuştur. Anti-emperyalizmin elifbası dün olduğu gibi bugün de emperyalizmin militarist merkezlerine karşı olmaktan geçmektedir. Dünyanın en güçlü ordusuyla stratejik birlik içinde olan bir kurumun anti-emperyalistliğinden dem vuranlar “mürteci” olmayabilirler; ancak bunun sosyalizmle zerre kadar ilişkisi yoktur.   Emekçilerin kurtuluşu kendi eserleri olacaksa – olmayacaksa zaten insanların kurtuluşu da söz konusu olmayacaktır – cumhuriyet, yurtseverlik, ulusalcılık, ulus devlet vb. duraklar mecburi değildir. “İrtica”, cumhuriyet, ilericilik, ilimcilik gibi hususlar yukardan üretilmiş olup emekçilerin, ezilenlerin mücadelesine zerre kadar katkısı olmayıp, aksine bütün çatışmalarına rağmen aynı zeminde birbirlerini yeniden üretirler. Örneğin, günümüzde devletin en sağlam kurumlarıyla “ılımlı İslam’ın” neoliberalizm mabedinde ortak ayin yapmasını besleyen aynı dünyanın meseleleridir. Buradan siyaset üretmeye çalışmak sosyalist hareket için de işçi hareketi için de kısa vadeli ve kolay beklentilerin payı büyük olmuş, geniş kitlelerin siyasal uzaklaşmasında, solun mevzi kaybetmesinde etkili olmuştur.  

Yukardakilerin tepişmesinde saf tutarak aşağıdan siyaset yapmak, yazının başında sözünü ettiğimiz “ciddi yanılsamaların” esas kaynağıdır. Sistemin çok yakıcı diye empoze ettiği meselelerin karşısına kendi meselelerini çıkarabilenler geleceğin türküsünü yakabilirler.  

Hamalın Sendikası Olurmuş: Aras Kargo’ya Sendika Girdi – Seyithan Kaya

Tüm Taşıma İşçileri Sendikası (TÜMTİS) ve Aras Kargo arasındaki toplu iş sözleşmesi (TİS) görüşmeleri anlaşmayla sonuçlandı. Toplam 51 ilde, 880 şubede, 51 aktarma merkezinde örgütleme çalışması yapan TÜMTİS, işçilerin sendikayı sahiplenmesi sonucunda büyük kazanımlar elde etti. Sendikanın hedefi, şirketlerin işçi, yemek ve fazla mesai ücretleri üzerinden rekabete girmelerini önlemek. Aras Kargo işçileri tüm bu süreci İmdat Freni için anlattı.

Aras Kargo ile masaya oturmalarının 5 yıl sürdüğüne dikkat çeken işçiler mücadelelerinin kargo işçisi sendikalı olamaz algısını kırdığını belirtti.

“Aras Kargo 1000 kişilik fabrika değil, 800 tane farklı noktanın bulunduğu bir yer. Sendika bu işin bize kolay olmayacağını, uzun yıllar süreceğini belirtti. Biz yıllardır sürünüyoruz, işveren bizi kendi boyunduruğu altında eziyor, buna son vermek istiyoruz. Ama uzun sürecekti; bunun kanunu, yasası var. Müdürler, yöneticiler, işverenin adamları var. Ama biz birbirimizle kenetlenerek bu işi başardık”

“Dünyadaki tedarik zincirini çeviren, sanayinin ham maddesini ileten, aynı zamanda da bir çocuğun oyuncağını dağıtanlar kargo işçileridir.”

“Eskiden nasıl çöp kamyonları toplanmadığı zaman hayat duruyorsa, ulaşım engelleniyorsa; biz kamyonları oynatmazsak hiçbir şey bir yerden bir yere gitmez. Gerçekten burada da öyle. Dünyadaki tedarik zincirini çeviren, sanayinin ham maddesini ileten, aynı zamanda da bir çocuğun oyuncağını dağıtanlar kargo işçileridir. Bu durum aynı zamanda örgütlenmeyi de zorlaştıran bir sisteme sebep oluyor. Biz örgütlenmeye başladığımız zaman herkes ‘Kargo şirketlerinde örgütlenme olmaz. Çünkü çok dağınık’ diyordu. ‘Yapamazsınız! Beceremezsiniz.! Bunlar Türkiye devi!’ diye söylüyorlardı. İşçi arkadaşlar ‘Sendika olmaz. Biz hamalız, hamalın sendikası mı olur?’ diyorlardı. UPS ve DHL örneklerini gördükçe umutlandık. UPS ve DHL’deki işçi arkadaşlarımız da bu süreci anlatarak bizi yüreklendirdiler. UPS ve DHL işçileri de bu sürece katıldılar. Sadece para için değil, işverene karşı işçilerin söyleyecek sözü olmasının tek yolu sendikadır. Ne siyasi parti, ne yöre derneği! Yasa ve kanun sendikaya yetki vermiş. İşçinin işçinin ağzından duyması çok başka. Aras Kargo işçileri artık 9-6 çalışıyor. Fazlasını çalışırsa da mesai alıyor. ‘Yoruluyorum ama para kazanıyorum.’ diyoruz

“Aras Kargo, Türk Telekom’dan sonra örgütlenebilmiş en dağınık iş yeridir.”

“UPS ve DHL deneyiminden sonra kargo işçilerinin kafasında bir ışık yandı ve kargo şirketlerinde sendikal örgütlülüğün olabileceğini düşündük. Aras Kargo’da sadece masaya oturmak bile 5 sene sürdü. Çoğunluğu yakalamak ise 2 yıl sürdü. İşveren yetkiye, çoğunluğa itiraz etti. 15 Temmuz’dan sonra 2-3 kere hâkim değişti. Örgütlülüğü bu süreçte devam ettirmek çok zordu. Patronun aynı zamanda dedikoduları oluyordu; ‘Sendika sizi sattı, geçmişte de sizi satmıştı” diyordu. Mahkeme sürecini biz de izledik. Örgütlendiğimizi üst kademeye asla duyurmadık. Patron, şüphelendiği sendikalı arkadaşlarımızı işten attı ama işçi arkadaşlarımız bunu asla açık etmedi. Çoğunluk belgesi gelince patron müdürleri toplamış ve ‘Hiç mi adamınız yok, siz bunu nasıl duyamazsınız?’ diye müdürlere kızmış. Aras Kargo, Türk Telekom’dan sonra örgütlenebilmiş en dağınık iş yeridir. Aras Kargo’nun 28 tane aktarma merkezi 880 tane şubesi var. Her gün bir yerde işçi arkadaşımızla görüşsek 880 gün sürer. Bizim olmadığımız yerde Aras Kargo işçisini UPS işçisi örgütledi. 51 ilde örgütlüyüz. Artvin’de 3 üyemiz var.

‘DHL, UPS ve Aras Kargo başka nakliye şirketlerinin de mallarını taşıyor. Ne kadar ucuza taşırsa o kadar çok paket alıyor. Şirketler birbiri ile rekabeti işçi üzerinden yapıyorlar. Bütün kargo şirketlerini örgütleyerek emek üzerinden rekabet yapılmamasını, hizmet üzerinden rekabet yapılmasını hedefliyoruz. Kim daha az mesai verirse, kim daha az yemek parası verirse müşteriyi o kapıyor. Bütün nakliye işçileri el ele vererek bu düzeni ortadan kaldıracağız”

İsmini vermek istemeyen bir diğer Aras Kargo işçisi sendikaya üye olduktan sonra işçilerin arasında kenetlenmenin başladığını anlattı

 “Ben işe başladığım zaman bize, 8:30 gibi işe başlayacağımızı söylediler. Ama resmi olarak 8.30 görünmesine rağmen çalışmaya hep 8:00’de başlıyorduk. Akşam çıkışlarımız hiç belli olmuyordu. Normal şartlarda sabit mesai veriyorlardı. Ama işe yeni başlamışsın, geldiğinde zaten bir düzen var. Çalışmaya, ekmek kazanmaya gelmişsin. Bu durumda mecburen o ortama ayak uyduruyorsun, sen de 8’de başlıyorsun ya da ‘Bu benim işime gelmez’ diyecek, çıkıp gideceksin. Ama çalışıyorsun bir şekilde, mecbur kalıyorsun. Başlangıçta sabit mesai var diyerek, paydos saatinin de 19:00 olduğunu söylemişlerdi. Asıl paydos saati ise 18:00’di. Akşamları ister 20:00’ye ister 21:00’e kadar çalış her güne 1 saat mesai verirlerdi. Hep 19:00’da çıkmış gibi sayılırdık. Mesela sendika öncesinde her gün farklı bir acenteye, farklı bir şubeye gönderirlerdi. Sabit bir yerdesin, düzenini oturtturmuşsun çalışıyorsun ama itirazlara rağmen sürekli başka yere göndermek istiyorlar”

“Sendikadan önce dağınık bir görüntü vardı işçiler arasında, kimse kimseye karışmıyordu. Uzun süren mesailere itiraz edecek olsan, yalnız kalıyordum. Ya da bir haksızlık yapılıyordu, mesela, ‘Bu adamı yetkili yapmışsınız ama bu adam diğer çalışanları ezmeye çalışıyor, küfürlü konuşuyor. Buna hakkı yok.’ diyorduk. Yine yalnız kalıyorduk. Ama sendikadan sonra kenetlenme oldu. Böyle bir konu olduğunda arkadaşlar da destek oluyor, bu davranışlara karşı çıkıyorlar.

 “Senin sendikalı olduğunu duyduk, sendikadan çıkacaksın yoksa seni işten atarız”

“Aras Kargo’da eskiden doğru düzgün yemek ücreti yoktu. Hala da yeterli değil tabi ama şu an başlangıç aşamasında olduğumuzdan, 15TL’lik günlük yemek ücretini kabul ettik. Bu konularda adım adım gidilecek. Mesela UPS’te yemek ücreti 21TL’ydi, şimdi daha da zamlandı. Elbette daha iyi olmalı, bizce de yeterli değil ama zamanla bu da iyileşecek. Yurtiçi Kargo’da, MNG’de 13TL veriyorlar. Sendika geldiği zaman, zam sürecindeydik. 12TL yemek parası alıyorduk. ‘50 kuruş zam yapılacak’, dendi. Sendikanın da gelmesiyle beraber masaya oturduk ve yemek parası 15TL’ye yükseldi. Zaten sendikanın çok faydası oldu. Aras Kargo ve TÜMTİS’in çalışmaları çok sıkı devam ediyordu. Benim bu süreçler içinde duyduğum, yaşadığım çok şey var. Mesela burada müdürler, kimi arkadaşların yakalarına yapışıp; ‘Senin sendikalı olduğunu duyduk, sendikadan çıkacaksın yoksa seni işten atarız’ şeklinde mobbing uygulamışlar.”

“Sendikadan sonra, insan yerine konulduğumuzu anladık.”

Sendikada yetki mücadelemiz mahkemeye taşındı. Sendika yetkilileri ile mahkeme sonrasında konuşuyoruz, diyor ki; ‘Duruşmayı 4 ay sonraya ertelediler.’ ‘Niye?’ diye soruyoruz haklı olarak. Her şeyimiz hazır, tüm belgelerimiz tam ama yine de sonuçlanmıyor. Arkadaşlarla aramızda konuşurken ‘acaba Aras Kargo TÜMTİS’e para mı yediriyor?’ diye söz açılıyordu. Kendi açımdan bir güvensizliğim yok ama birçok arkadaşımızın da aklından bunlar geçiyordu. İşçisin, asgari ücretle çalışıyorsun. Bir gün işe gelmemen bile sıkıntılıyken, mahkemeleri günleri seni mümkün değil göndermezler. ‘Daha sendikalı değilsin, sendika mahkemesi için nereye gidiyorsun’ derler. Diyelim ki sendikanın mahkemesine gidiyorum demedin, işim var dedin yine gidemezsin. Göndermiyorlar yani… Gitmek mi istedin, adam gelip ‘Sana tutanak tutarım.’ diyor. O zamanlar çalışanların birçoğu; ‘Eyvah tutanak tutuldu beni işten atarlar’ diyordu.

“Sendikadan sonra, en önemlisi insan yerine konulduğumuzu anladık. Onun dışında yemek paramızda artış oldu, çalıştığımız kadar mesai almaya başladık. Senelik yakacak parası alıyoruz, her çocuk başına okuduğu için ayrıyeten para alıyoruz, 6 ayda 1 olmak üzere senede 1 maaş da ikramiye alıyoruz. Bunlar artık yapılan senelik zamlara göre günden güne artıyor. Bu sene yemek paramız enflasyona göre arttı ama mesela belki bir sonraki sözleşmede enflasyonun üzerinde bir rakamda olacağız giderek daha da iyi olacağını düşünüyorum.”

“Sendikaya karşı olan insanlar sendikaya üye olmaya başladı”

“Çalıştığımız yerde, patronlara yakınlığı olanlar vardı. Onlar da bizim gibi çalışan insanlar ama gelip, ‘Sendikalı olmayın, sizi işten çıkarırlar’ falan diyorlardı. Hatta içimize girip, sendikalı olup olmadığımızı öğrenip, müdürlere söylüyorlardı. Müdürler de öğrenince, bana bakış açıları farklı oluyordu. Ama sonradan bunları gelip söyleyen o insanlar bile sendikalı olmak için sıraya girdi.

Sendikadan sonra, 70 saatlik mesaim kırpılmadan 70 saat olarak hesabıma yatırılmış. Önceden o kadar mesaim de olsa ücret sabitti. Mesaimiz 25 saat ya da maksimum 30 saat olarak yatırılırdı. Hiçbir hakkın yokken bir örgütlenmenin içine giriyorsun ve yemek paran artıyor, mesailerini tam alıyorsun, senede 1 ikramiyen yatıyor, yakacak paran var… Bunlar çok önemli, çok büyük avantajlar.”

TİS’te Aras Kargo işçi ne kazandı?

  • 01.09.2018-31.12.2020 dönemini kapsayan TİS ile ücret ve sosyal haklara birinci yıl yüzde 40 oranında, ikinci yıl enflasyon oranında zam alındı.
  • Sendika üyesi işçilerin 01.09.2018 ile 31.12.2018 tarihinde almış oldukları ücretlerine yüzde 9 oranında, 31.12.2018 tarihinde almış oldukları ücretlerine de yüzde 22 oranında zam alındı. Ücretlere ek olarak bir aylık ücretleri tutarında ikramiye alındı.
  • İmzalanan TİS ile yakacak, öğrenim, doğum, evlenme yardımlarını içeren sosyal maddelerde artış sağlandı.
  • 12 TL olan yemek ücretleri 15 TL’ye çıkarıldı.
  • Fazla mesai ücretleri yüzde 60’a çıkarıldı. Mevcut yıllık izinlere birer gün ilave alındı.
  • İş güvencesini içeren maddelerde önemli kazanımlar sağlandı. Sendika üyeliği ve sendika temsilciliği için ek güvenceler getirildi. Disiplin kurulu kararı olmaksızın işçi çıkarılamayacağı TİS ile güvence altına alındı.

Asgari Ücretin Yıl Dönümü Etkinlikleri – Eyüp Özer

İşçi sınıfının günlük hayatına dair taleplerini siyasi birer tartışma konusu olmaktan çıkarıp, adeta yer çekimi gibi karşı konulamaz doğanın kanunu olan teknik tartışmaların bir sonucu olarak göstermek, neoliberalizmin belki de en büyük başarısıdır.

Her yıl tam da bu dönemler hiç şaşmaz, asgari ücret tartışmaları başlar. Adeta bir ritüelmişçesine hiç yeni bir şey yapmadan her yıl birbirinin aynı şekilde sürdürdüğümüz bu asgari ücret tartışmalarında açıkçası tartışılan pek bir şey de olmadığından, artık daha çok bir anma veya yıl dönümü etkinliği halini aldığını söyleyebiliriz.

Sendikalar çeşitli vesilelerle yaptıkları açıklamalarda milyonlarca işçinin asgari ücretten etkilendiğini belirtiyorlar, ancak asgari ücret müzakereleri sırasında, öncesinde veya sonrasında yapılan birkaç sönük eylemin veya görev savma kabilinden yapılan açıklamaların bu asgari ücretten etkilenen milyonların ne kadarını etkilediğini düşünüyorlar, orası tartışmalı.

İşçi sınıfının günlük hayatına dair taleplerini siyasi birer tartışma konusu olmaktan çıkarıp, adeta yer çekimi gibi karşı konulamaz doğanın kanunu olan teknik tartışmaların bir sonucu olarak göstermek, neoliberalizmin belki de en büyük başarısıdır. Bu durum, işçi sınıfının, ne olursa olsun bir şeyin değişmeyeceği umutsuzluğunu, kendi mücadelesi ile bir şeyleri değiştirebileceğine dair özgüven kaybını ve bunların sonucunda tartışmalara dair ilgisizliğini de doğuruyor. Asgari ücret tartışmaları da tam da böyle gelişti, bir yandan milyonların doğrudan hayatını etkileyen, en çok canını yakan, en fazla dert yandığı gündem olmasına rağmen işçi sınıfının geniş kitleleri bu tartışmalara müdahil olacak bir kanal bulamadılar. Ne siyasi örgütler, ne de sendikalar ise, bu durumu tersine döndürecek, asgari ücretten doğrudan veya dolaylı etkilenen milyonları bu tartışmaya dahil edecek herhangi bir çaba içine giriştiler.

Asgari ücretin 8 milyona yakın kişiyi doğrudan ilgilendirdiği söyleniyor ancak aslında bu rakam çok daha yüksek. Çünkü Türkiye’de toplam 17 milyon kayıtlı çalışanın 8 milyonunun ücreti asgari ücret üzerinden bildiriliyorken, geri kalan ücretli çalışanların ücretlerinin belirlenmesinde ise asgari ücret miktarı çok önemli bir rol oynuyor. Türkiye’de tüm ücretler asgari ücretin civarında kümelenmiş durumda, bu konuda en önemli göstergelerden biri asgari ücretin ortalama ücrete oranıdır. OECD ülkeleri içerisinde bu oranın en yüksek olduğu ülke Türkiye’dir, yani ortalama ücret, asgari ücrete çok yakındır. Bu durum, asgari ücret artışının neredeyse tüm ücretlerin artışını belirlemesine neden oluyor. Bu nedenle, sendikalar açıklamalarında sık sık asgari ücret görüşmeleri için en büyük toplu sözleşme benzetmesini kullanıyorlar. Ancak bu çok da gerçekçi bir benzetme değil, sözleşme kelimesi, bir şekilde içinde geçen “söz” veren tarafların iradelerini bildirmeleri anlamını taşır.  Masada her ne kadar patronların iradesi güçlü bir şekilde temsil edilse de, işçiler için pek aynı şeyi söyleyemeyiz. Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, ev sahibinizle kira sözleşmesi yaptığınızda, her ne kadar koşullardan memnun olmasanız bile en azından koşulları bilip sizin de kabul etmeniz gerekir. Burada bu durum geçerli değil.

Görüşmelerde işçileri temsil ettiği iddia edilen Türk iş, bu sefer geçmiş dönemlerden farklı davranarak, daha masaya oturmadan bir kişinin yaşam maliyeti olarak hesap ettikleri, 2578 TL’nin altında bir rakamı kesinlikle kabul etmeyeceklerini duyurdu. DİSK ise, sürecin başından itibaren 3200 TL’nin asgari ücret olarak belirlenmesini talep etti. Erdoğan ise, “Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı yaptıkları çalışmaları bize getirsin ardından biz de jestimizi yaparız” diyerek tüm bu tartışmalara dahil oldu.

Patronları temsilen asgari ücreti belirleyen komisyonda yer alan TİSK ise utanmasa sonunda işçiyi borçlu çıkaracak bir hesapla, asgari ücretin belirlenmesi sırasında işgücü maliyetleri, rekabet gücü, yatırımlar, hedef işsizlik ve hedef enflasyonun göz önünde bulundurulması gerektiğinden bahsederek, 2020’de asgari ücret desteğinin 200 TL’ye yükseltilmesini, yüzde 2 olan işsizlik sigortası işveren payının alınmamasını, yüzde 5 olan SGK işveren desteğinin yüzde 6’ya yükseltilmesini, Toplu İş Sözleşmesi olan işyerlerinde ise bunun yüzde 7’ye yükseltilmesini talep etti.

Tüm bu sürecin sonunda patronların istedikleri oldu, 2020 yılında asgari ücret, yüzde 15 arttırılarak, 2324 TL olarak belirlendi, yani patronların önerdikleri rakamdan sadece 62 TL daha yüksek oldu. Türk İş ise buna tepkisini çok sert koydu ve masadan tamı tamına 10 dakika erken kalktı ama kalkılan masa zaten müzakere masası değildi, görüşmeler bittikten sonra yapılan basın açıklamasıydı. Bu sert tepki karşısında gerek Hükümet, gerekse patronları temsil eden TİSK, ne yapacaklarını şaşırmış olmalılar ki, bir şey de yapmadılar.

Bu dönemin bir diğer farkı ise, müzakereleri yürüten Türk İş’in diğer iki Konfederasyonu da yanına alarak bir anlamda kendi suçuna ortak etmeye çalışması oldu ve bunda hiç zorlanmadı da. Kamu işçilerinin toplu sözleşmesinde alınan çok düşük zam ve ardından açık unutulan mikrofon ile yapılan gaf nedeniyle, Türk İş yönetimi çok yıpranmış olsa gerek ki, asgari ücret görüşmelerinde bu sefer tek başına bu yükü üstlenmek istemedi. Bu stratejisi başarıya ulaşmış da görünüyor. Zaten yapacak bir şey yoktu hissiyatı kabul görmüş olsa gerek ki, gerçekten de bu süreci hasarsız atlatmış görünüyor. DİSK, bu durumu fırsata çevirebilirdi. Yıllardır müzakerelerin parçası olmadığı için, haklı olarak asgari ücretin belirlenmesi yönteminin değiştirilmesini talep eden DİSK, bu sefer, mevcut durumu avantaja çevirip Türk İş’i kendi eylem programı etrafında sürükleyebilirdi. Ancak bunu yapmak yerine kendisi sürüklenmiş oldu. Ne asgari ücret görüşmeleri sırasında, ne de sonrasında, sadece kendi üyelerini değil ama asgari ücretten etkilenen milyonlarca işçinin de katılabileceği bir ortak eylem takvimi önerisi geliştiremedi. Dolayısıyla, işi sınıfının önemli bir kısmında artık kanıksanmış hale gelen yenilgi ve bir şeyleri kendisinin değiştirebileceğine dair umutsuzluk, bu asgari ücret görüşmeleri döneminde de pekiştirilmiş oldu.

Siyaseten böylesi kurak bir dönemde önümüzdeki en önemli görevlerden birisi de sınıfın kaybolan özgüvenini yeniden inşa edecek mücadelelere girişmek ve onlardan kısmi zaferler yaratmak olmalıdır. Asgari ücret müzakereleri bunun için önemli bir fırsat teşkil ediyordu. Çünkü geçmiş yıllardaki asgari ücret artış oranları gösteriyor ki, AKP ne zaman bu konuda karşısında bir direnç görse, geri adım atıp, taviz vermeye zorlanıyor. Bu dönem kaçmış bir fırsat olsa da, önümüzdeki dönemde işçi sınıfının geniş kesimlerinin dahil olabileceği kampanyalarla, asgari ücret mücadelesini sahiplenmesine ve bu vesileyle sınıfın özgüveninin yeniden tesis edilmesine çalışmak gerekir. Aksi halde eğer rutin prosedür sürdürülecekse, ne asgari ücretin yükseltilmesi mücadelesinden, ne de bir müzakereden bahsedilebilir, yapılan bu birkaç açıklama ve çabaya olsa olsa asgari ücretin yıldönümü etkinlikleri denebilir.

Bilgi’de Toplu Sözleşmeye Doğru: Beyhan Sunal’la Söyleşi – Uğur Şahin Umman

Bilgi Üniversitesi’nde görevli temizlikçiler, güvenlikçiler, akademisyenler, okutmanlar 2009 yılında DİSK’e bağlı Sosyal İş Sendikası’nda örgütlenmeye başlar. 2018 yılında toplu sözleşme için yeter sayıya ulaşan işçiler Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na başvurarak yetki talebinde bulunur. İşveren yetki itirazı için mahkemeye gider ve Kasım ayında İstanbul 35. İş Mahkemesi itirazı karara bağlar: Sosyal İş Sendikası Bilgi Üniversitesi’nde toplu iş sözleşme yapmaya yetecek sayıya ulaşmıştır. Laueate tarafından Can Holding’e satılan Bilgi Üniversitesi’nde.

Süreç başarıya ulaştığı takdirde Türkiye’de ilk defa bir vakıf üniversitesinde işçiler toplu sözleşme hakkına sahip olacaklar. Süreci Bilgi Üniversitesi İşyeri temsilcisi Beyhan Sunal süreci anlattı.

Neoliberal dönemde işletmelerde taşeronlaştırma süreçleri çevre çeper ilişkisi çerçevesinde yürür, asıl hizmet verilen alanlarda, yani çevrede taşeronlaşma gerçekleşmez, çeper denilen yan hizmet alanlarında taşeronlaşma başlar. Bilgi Üniversitesi’nde yaşanan taşeronlaşma saldırısının temizlik ve mutfak bölümlerinde çalışan işçilere yönelik olduğu görüyoruz. Ancak burada çevreden yoğun bir itiraz yükselir ve bu saldırı püskürtülür. Bu itiraz akademisyenlerden gelir.

“2007 yılında Bilgi Üniversitesi Laureate Education isimli kuruluşa satıldı ama Laureate’in yönetime geçmesi 2009 yılını buldu. Okulu devraldıkları yıl okuldaki destek, temizlik ve mutfak işlerine bakan personeli taşerona devretmek istediler. Akademisyenler de böyle bir şeyin olmaması gerektiğini düşündüler ve buna karşı bir çıkış gelişti. Bilgi Üniversitesinde aslında çok güzel bir ortam var; çalışanlar kendi aralarında aile gibiler. Şimdi düşünün ki, o temizlik işçisi sizden önce geliyor, çay ocağı çalışanı çayı demliyor, sizin ofisinizi temizliyor. Geldiğinizde çay demlenmiş, kahve hazır oluyor. Aslında görevi olmadığı halde daha erken geliyor. Çalışanlara malınızı ve canınızı emanet ediyorsunuz gerçekten, ilaç içmeyi unutursunuz, size hatırlatır, nasıl çay ve kahve içtiğinizi bilirler. Çok özenli ve güzel ilişkileri var personelin birbiriyle. Bu ilişkiler içinde taşeron demek bizim açımızdan güvencesiz çalışma koşulları, hak ettiğinin altında para kazanmak, çalışan olarak da hak edilen değeri görmemek anlamına geliyor. Bu yüzden akademisyenler bir dilekçe hazırladılar. ‘Biz bir aileyiz ve ailemizin bazı üyelerinin taşeronlaştırılmasını doğru bulmuyoruz’ dediler. Yaklaşık 260 akademisyen bu dilekçeye imza attı.  Okul yönetimi geri adım attı, taşeronlaşma durdu.  Onun üzerine de hak aramak dilekçeyle, ricayla olmayacak, hak aramayı nasıl kalıcı hale getirebiliriz diye düşünüp sendikalaşmaya karar vermişler. Kararı alır almaz hızlı bir şekilde örgütlenmeye başladık”**

Ana akım medyanın sendikalar hakkında pompaladığı olumsuz algı, olumsuz ve kötü sendikal deneyim yaşayan işçilerin deneyimleri işçileri sendikaya üye olmaktan geri durdurmaz. Süreç ile beraber yaşanan kazanımlar, yoldaşlık ilişkisi, kolektif bilinç ve kolektif hareket etmenin getirdiği faydalar işçilerin zihninde yer edinmeye başlar ve sendika sahiplenilir. Akademisyenler, temizlikçiler, güvenlikçiler ve mutfak işçileri aynı sendikada örgütlenir.

“Başlar başlamaz çok hızlı bir şekilde örgütlenmeye başladık. Sendikacılar okula giremiyordu. Okulun yanında bir kebapçı vardı, sendika kebapçının üst katını kiralamıştı. Sendikaya üyelikler burada yapıldı. İnsanlar eskiden notere başvurarak sendikaya üye oluyorlardı, haftada 2 gün noter geliyorsa önünde kuyruklar oluyordu, o derece yoğunluk vardı.  Bu arada sendikalaşırsak işimizi kaybederiz, elebaşı oluruz, işten atarlar korkusu da vardı. Sendikalı olmaktan ve sendikalı görünmekten kaçan insanlar vardı. Ama sendikalaşma sürecinin yarattığı ortam, ‘ben üye oldum, sen de üye ol, haydi üye olalım, toplu sözleşme hakkı elde edelim’ çağrısı okul yönetimine karşı çalışanların dayanışmasını dalga dalga büyüttü ve hızlıca örgütlendik.  Fakat toplu sözleşmeyi yapacak yeterli sayıya ulaşamadık çünkü o zaman yüzde 50’ydi sınır, yüzde 40 değildi.

“Herkesin kafasında farklı sendika algıları var, sendikayla ilgili herkesin bagajında bir sürü olumsuz şey var, olumlu şey çok az.   Bilgi’de herkes sendikanın ne olduğunu yaşayarak öğreniyor. Bir araya geliyoruz, hakkımızı alıyoruz, ‘Sendika buymuş demek ki, dayanışmaymış, birbirine destekmiş, aradaki ilişkilerin daha fazla kaynaşmasıymış, daha içten ve sıcak hale gelmesiymiş’ diyoruz. Destek personeller sıkıntı yaşadıkları zaman bunları akademisyenlere açıyorlar ve burada böyle bir ilişki gelişiyor. Sendikalaşma dalgası çalışanlar arasında başka bir iş arkadaşlığı hukuku yarattı. Bilgi Üniversitesi’nin sendikal yapısında şöyle bir şey var herkes aynı işkolunda ve işçi olduğu için profesörlerle temizlik işçisi aynı sendika çatısı altında örgütleniyor.

“Malum, bu tür yapılar içinde olan tartışmalar, karşılıklı olumsuzluklar yaşandı. Kendi iç tartışmamız ve okul yönetiminin birkaç sendikalının üzerine gidişi, onları işten çıkarması bir duraklama yarattı. Ama biz sendikayı ve sendikalı olmayı bırakmadık. Fiili sendikacılık dönemini başlattık. Personelin taleplerini okul yönetimine ilettik.  Özel üniversitelerde kamusal alanda görünürlük ve onun yarattığı marka değeri önemli. Başlangıçta, kamuoyunda sendika karşıtı bir üniversite olarak görünmek istemediler. Ama sonra şunu farkettiler ki hepimiz aynı gemideyiz ve biz de zaten üniversiteyi olumsuz etkileyecek bir şey yapmıyoruz. Okul yönetimi de şunu gördü; biz orada hak aramak için varız başka bir şey için yokuz. Ama tabii bu aşamaya gelene kadar pek çok şey yaşandı.”

İşveren sert tepki gösterir, öncü işçiler işten atılır. Bilgi Üniversitesi işçileri bu yönteme karşı mücadeleyi daha görünür hale getirecek bir yöntem belirler

“İşverenin ilk tepkisi çok sert oldu; yönetim o zaman bu sendikal örgütlenmeyi yürüten ahşap atölyesinin şefi bir arkadaşımız vardı, onu işten çıkardı. Onunla beraber ahşap atölyesindeki 3 işçiyi daha işten çıkardı. Ve bu arkadaşlar okulun bahçesinde çadır kurdular, işe iadelerini talep ettiler.3 aydan fazla bir zaman okulun bahçesinde o çadır kaldı, öğle yemeklerinde idari personel olarak biz ziyaret ettik, dışarıdan ziyaretçiler geldi, çadır eylemi kamuoyunun gündeminde baya bir yer edindi.  Bundan öteye geçip bir dertleşme, dayanışma ve destek olmaya da dönüştü ilişki. Bu eylemi yapan arkadaşlar daha sonra geri alındılar. Yaklaşık 6 buçuk yıl fiili sendikacılık yaptık, arkadaşlarımız geldiler, sordular, bize aktardılar, biz gittik okul yönetimine aktardık. Dedik ki asgari ücretten dolayı mağdur olan arkadaşlarımız var, yıllardır aldıkları zam oranı artık geçinmelerine yetmeyen arkadaşlarımız var, şurada işten atılmak üzere olan ama aslında haksız muameleye uğrayan arkadaşımız var, burada mobbinge uğrayan bir insan var.

“Rica ve dilekçeyle olmaz; örgütlenmek lazım!”

“Günü geldikçe, sorunlar biriktikçe yönetimden randevu alıp gidip doğrudan mütevelli heyeti başkanına, yardımcısına sorunlarımızı aktardık ve gerçekten büyük ölçüde sorunlar da çözüldü. Mesela 2016 yılında destek personele 2 kere maaş düzenlemesi yapıldı. Böyle fiili sendikacılık yaptık. Ama tabii şöyle bir şey oluyor, her seferinde gidip yönetime rica ediyorsunuz, yetkiniz yok, karşınızdaki insana bağlı bir ilişkiye dönüşüyor. Kabul eder ya da etmez, ‘Laureate bütçeyi kabul etmiyor’ diyor, reddediliyor taleplerimizin bir kısmı, bir kısmı kabul ediliyor, sürekli bir pazarlık. Son iki yıldır sürekli okulun satılacağı söylentileri vardı. Tabii bu çalışanlarda bir gerginlik yarattı, yönetim gelince ne kadar hak kayıplarına uğrayacağız, kaç kişi işten atılacak, maaşımız ne olacak diye. Bundan 1,5 yıl önce dedik ki bu fiili sendikacılığın da bir sonunun gelmesi lazım biz tekrar bir örgütlenme çalışması yapalım. Gerçekten kapı kapı gezdik. Aktivistlerimizin sayısını genişlettik. Daha fazla insana açıldık, o insanlar başkalarına açıldı. Bugün 3 üye oldu, bugün 5 üye oldu”

Sosyal İş Bilgi Üniversite’sinde görünür olmaya başlıyor

“Okulun bahçesinde standlar kurduk, insanlara sendikayı anlattık, görünür olduk. Bu arada dönemde işçi haklarıyla ilgili eğitimler düzenledik, mobbingle, işyeri içinde iletişimle ilgili eğitimler düzenledik. Personel bizden destek istedikçe sendika uzmanlarımız geldi okul bize yer verdi, eğitimler düzenledik. Her yıl geleneksel olarak mayıs ayında piknik düzenledik. O pikniğe bütün personeli davet ettik. Çok da eğleniyorduk ve bunu özellikle okulun bahçesinde yaptık.”

Örgütlenme sürecinde Sosyal İş’in karnesi

“Sosyal İş sendikası, başlangıçta klasik sendika olarak geldi, ‘Sınıf kardeşiyiz. Herkes yanındakini örgütlesin burada büyüyelim gelişelim, toplu sözleşme imzalayalım’ dedi. Ama tabii bizim okulun çalışan profili böyle değil. Zaten teorik olarak bu konuları bilen insanlar vardı orada. Ama onların da örgütlenme deneyimleri yoktu.  Başlangıçta biraz birbirimizi anlamakta zorlandık karşılıklı. Mesela sendikacılar “bayan arkadaşlar” diyordu, biz ‘bayan değil, kadın’ diyorduk. Bu erkek dili erkek sendikacılığı klasik sendikacılık, hepsine itiraz ettik ama Sosyal-İş bize güzel yaklaştı. ‘Tamam biz kendi reflekslerimizi bırakıyoruz, sizi anlamaya çalışıyoruz’ dediler. Biz de onlara karşı fazla titiz davrandık. Yönetimle anlaşırlar mı kaygısı vardı başlarda.   Yönetimle görüşmeye giderlerken mutlaka yanlarında olmak istedik. Yazılı her şeyi tek tek gözden geçirdik. Mümkünse metinleri biz yazdık”

 “Sosyal İş yüksek notlu karneyle mezun oldu”

Sosyal-İş herkesin kaygılarını giderecek açıklamalar yaptı, daha doğrusu aslında biz  Sosyal-İş’ten öğrendik, onlar da bizden öğrendiler. Valla karnesi gayet iyi (gülüyor).  Bilgi’de biraz üyeden üyeye örgütlenme yaptık, sendika girip örgütlemedi, üyeler birbirini örgütledi ama sendikanın çok önemli desteği var. Tam taban hareketi oldu, öyle bir şey olunca da artık sendikaya güvenmeyi öğrendik, onlar da bazı şeyleri bize bırakmayı öğrendiler. Eskiden mesela ben bir metin yazacağım, bizim hocalar, sendika ne yazmış ‘tek tek cümle cümle bakalım’ diyerek bir akademisyen titizliğiyle metinleri incelerdi. Sendikada da ‘bir dakika bunu başkana sormam lazım, ona sormam buna sormam lazım’ deniyordu. Şimdi, ‘tamam sen bize bir şey yaz yolla öyle bakalım’ diyorlar çünkü artık birbirimizi tanıdık, ne yapacağımızı, neye tepki göstereceğimizi biliyoruz”

Mahkeme son noktayı koydu: Sosyal İş yetkili sendikadır

“2018 yılının 4 Eylül’ünde yeter sayıyı tutturduk ve yetki için başvurduk. Bakanlık yetkili sendika olduğumuza karar verdi. Okul itiraz etti. Ancak sendikanın toplu iş sözleşmesi yapmak için yeterli üye sayısına sahip olduğu mahkemenin atadığı bilirkişilerce de tespit edildi.  “Esas mahkemesinin kararı bizden yana. Üniversitenin karara itiraz etme hakkı var.  Yönetim sendikayı tanımıyor, onun da her işveren gibi bagajında sendikayla ilgili bir sürü önyargı var, dolayısıyla yeniden istinaf mahkemesine gidilebilir. İstinaf sürecinde hakkımızda olumlu karar çıkacaktır, çünkü yeterli üyeye sahibiz. Daha da önemlisi, mahkeme karanının okulda çalışanlar arasında yarattığı olumlu bir hava var. Haziran ya da temmuz ayında yargı sürecinin sonuçlanmasını ve toplu sözleşme görüşmelerine başlayabilmeyi umuyoruz.”

“İşçiler olarak bu süreci nasıl atlatacağımızı biliyoruz”

“Gerçekten şu an ciddi bir belirsizlik, gerginlik var. Yönetimden de bunu yumuşatacak, bunun aksi olacağına dair bir açıklama yok. Mesela Laureate, Bilgi Üniversitesi’ni satın aldığında eski yönetim bize açıklama yapmıştı. ‘Biz okulu Laureate’e şu koşullarla devrediyoruz” diyerek bilgi vermişlerdi. O zaman bize söylenenler sonradan gerçekleşti mi, hayır. Ama yine de açıklama yapılmış olması önemliydi.  Yeni yönetimle ilgili de pek çok belirsizlik var. Herkes tedirgin; ne olacağını hiç kimse bilmiyor. Biz bu süreci okula ve çalışanlarına zarar vermeden nasıl atlatacağımızı biliyoruz. Keşke bize sorsalar, keşke çalışanlarla diyalog içinde olsalar. Bu yetkiye itiraz edebilirler, ama çalışanları ve sendikayı bir muhatap olarak kabul etmeleri gerekir. Çünkü Bilgi çalışanları bu süreci daha önce yaşadı, bu süreci sancısız, sıkıntısız nasıl atlatırız hepimiz biliyoruz.   Zaten Bilgi Üniversitesi’nde aslında sendika demek, bilgi çalışanları demektir. 10 yıl bekledik, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine kadar gideriz, gittiği yere kadar. Çünkü biz sayıyı tamamladık o açıdan şüphemiz yok. Yasal olarak biz haklıyız, bu sadece süreci uzatır, çalışanları üzer, okulu yıpratır”