İmdat Freni

neoliberalizm

Neo-liberalizm Kendi Kendini Yok Eder Mi? Hiç Güvenmeyin – Gilbert Achcar

Kuzey Amerika’da ve Avrupa’da hükümetler, ekonominin tüm sektörlerini kurtarmak ve genel bir iktisadi çöküşün önüne geçmek için merkez bankalarıyla birlikte, kamu fonlarını kullanarak yüzyıl başından bu yana ikinci kez yoğun biçimde müdahale etmekteler. Covid-19 küresel salgınının gerekli kıldığı süregelen kurtarma operasyonları, 2007-2008 finansal krizinde uygulananlardan çok daha büyük bir ölçeğe şimdiden ulaşmış durumda. Bu operasyonlar, kuralsızlaştırma ve piyasada “en uygun olanın hayatta kalması” neoliberal ideolojinin özüyken, devletin piyasayı dizginleyen yoğun bir düzenleyici müdahalesi olmaları bakımından neoliberalizmin temel ilkeleriyle çatışıyor.

Bu operasyonlar ayrıca mali kemer sıkmayla da çatışıyor ancak bu son kural tüm neoliberal hükümetlerce paylaşılmıyor. Bu kural, Britanya neoklasik neoliberalizminin Alman ordoliberalizmiyle harmanlandığı Avrupa’da, hikmetinden sual sorulmaz bir ilkeyken, bir zamanlar Cumhuriyetçiler tarafından Keynesci “vergilendir, harca” taraftarları olmakla suçlanan Demokratların neoliberal çağda paradoksal tarzda mali disiplinin ödünsüz savunucuları hâline geldiği, Cumhuriyetçilerin ise Ronald Reagan’dan beri, devasa bütçe açıklarına yol açan tuhaf bir “(zenginden alınan) vergileri azalt, (askeri) harcamayı arttır” politikası geliştirdiği ABD’de neoliberal fikir birliğinin bir parçasını oluşturmuyor.

Her halükârda, Batılı neoliberal hükümetlerin kendi doktrinlerini, her biri kendilerine yapıştırılan 1929’da ABD’de başlayan “Büyük Buhrandan beri en beteri” yaftasını hak edecek büyüklükte, ardı ardına gelen iki kriz vesilesiyle, ikincisinde çok daha genişletilmiş bir ölçekte olmak üzere iki kez ihlal etmiş oldukları gerçeği değişmiyor. IMF’nin Covid-19 küresel salgınının sonuçlarından kaynaklanan devasa ekonomik krizi adlandırmak için benimsediği lakabı kullanacak olursak, süregelen bu Büyük Karantina şimdiden, yine IMF’nin bir önceki kriz için 2009’da kullanmaya başladığı isimle Büyük Durgunluktan çok daha büyük derinliklere batmış durumda.[1] Şu anda can alıcı soru şu: Cari kriz dip noktasına ne zaman varır ve dünyanın bu krizin ardından toparlanması ne kadar zaman alır?[2]

Devam eden iktisadi felaket o kadar büyük ki bu, bu felaketin ekonomik politikalarda ve önceliklerde önemli bir küresel değişmeye yol açması umudunu canlandırmış ve güçlendirmiş bulunuyor. Naomi Klein bu bağlamda, Keynesciliğin baş düşmanlarından ve aynı zamanda neoliberal değişmeye en büyük katkıyı yapanlardan biri olan Milton Friedman’dan alıntı yapıyor. Yakın zamanda çekmiş olduğu “Coronavirus Capitalism—and How to Beat It” (Korona Virüs Kapitalizmi ve Onu Nasıl Yenmeli)  başlıklı videonun başında ve sonunda, Friedman’ın 1962 tarihli Capitalism and Freedom (Kapitalizm ve Özgürlük) adlı kitabından, kendi The Shock Doctrine adlı kitabında iki kez (s. 6, 140) kullanmış olduğu aynı alıntıyı paylaşıyor: “Gerçek değişmeyi yalnızca – gerçek veya algılanan – bir kriz yaratır. O kriz meydana geldiğinde atılacak adımlar dolaşımda olan fikirlere bağlıdır.”

Klein bu alıntıyı kitabında “şok doktrini” olarak adlandırdığı şeyin bir göstergesi olarak kullanmış olsa da videoda onaylayarak alıntılar ve şu yorumda bulunur: “Tarihin en aşırı serbest piyasa iktisatçısı olan Friedman birçok şey hakkında yanılmıştı ama bu konuda haklıydı. Görünüşte imkânsız fikirler, kriz zamanlarında birdenbire mümkün hâle gelir. Krizin, Klein ve Bernie Sanders tarafından savunulanlar gibi ilerici görüşleri haklı çıkardığı fikri gerçekten de yaygınlık kazanmış durumda. O kadar ki Financial Times’da bile yazı işleri müdür yardımcısı Janan Ganesh 18 Mart tarihinde “The Sanders worldview wins even as Bernie loses” (Bernie Kaybetse Bile Sanders Dünya Görüşü Kazanıyor) başlıklı bir makale kaleme aldı. Bir gün öncesinde ise Muhafazakâr eğilimli Britanya dergisi The Spectator Boris Johnson’ı “Corbyn’in başucu kitabından bir şeyler ödünç almaya” davet etmekteydi.[3]

Bir önceki ekonomik krizi hatırlayan herhangi biri için bu bir déjà vu duygusu yaratmış olmalı. Şu andaki kriz çok daha büyük olsa da beklenti o zamanlar gerçekten epeyce güçlüydü çünkü Büyük Durgunluk neoliberal çağın ilk önemli küresel şokuydu ve neoliberal hükümetlerin krizi durdurmak için ilk kez yoğun devlet müdahalesine başvurmasına vesile olmuştu. Newsweek 2009 Şubat’ında “Şu anda Hepimiz Sosyalistiz” diyen bir kapakla çıkmıştı.[4] Bu makaleyi bugün yeniden okumak epeyce eğlencelidir: Makale, “Temsilciler Meclisi Cumhuriyetçi Konferansı Başkanı, Başkan Obama’nın yaklaşık 1 trilyon $’lık teşvik yasa tasarısının amansız düşmanı Indiana Kongre üyesi Mike Pence ile onu hakiki sahte haberin kusursuz örneği Fox News’ta ağırlayan ve tasarıyı “sosyalist” olarak tanımlayan televizyoncuyu alıntılayarak başlar.

Newsweek makalesi bu suçlamanın “tuhaf biçimde isabetsiz göründüğü” yorumunda bulunur: ”ABD hükümeti – muhafazakâr Cumhuriyetçi bir iktidar yönetiminde – zaten daha önceden bankacılık ve ipotek kredisi sektörlerini fiilen kamulaştırmıştı”. Makale, paradoksu geliştirmeye devam eder: “Tarih bir mizah duygusuna sahip çünkü Obama’nın bugün yönettiği dünyanın temellerini atan kişi, geçen sonbahar finans sektörünü 700 milyar $’lık bir paketle kurtaran George W. Bush’un kendisidir. Bush Reagan Çağını kapatmıştı; Obama ise şimdi daha da ileri giderek Bill Clinton’ın devleti küçültme politikasını tersine çeviriyor.”

Bu yanılsama, The Spectator’un ifadesine gönderme yapacak olursak, Keynesçi reçetelerden pragmatik ve geçici bir ödünç alma ile uzun vadeli ekonomik ve sosyal politikalarda radikal bir değişmenin birbirine karıştırılmasından kaynaklanmaktaydı. Bu yanılsama FT yazarı Ganesh’in saptamadan edemediği gibi o zamanlar uzun sürmemişti:

Tarihin iktisadi düşüncede dönemsel süreksizliklerinden birinin ilk aşamalarında bulunuyoruz. Bu belki de 1970’lerde serbest piyasacıları yükseltmiş olan OPEC petrol krizinden bu yana en keskini. Okuyucular 2008’deki çöküş diyeceklerdir ki bunun hemen ardından John Maynard Keynes’in bir biyografı “üstadın dönüşü” nü ilan etmişti. İyi de bu kısa ömürlü olmuştu. Batı dünyasında çok geçmeden mali kısıtlamalara gidilmişti. ABD’de Çay Partisi hareketi ortaya çıkmış, Başkan Obama Cumhuriyetçi bir Kongre tarafından iktidarsızlaştırılmış ve halefi bürokratik devlete savaş açmıştı.

Ganesh “Bu sefer farklı” diye ekliyor. Fakat bunun kendisi de tekrarlanan bir duygu. En yakın tarihli örnek, küresel salgının patlamasından kısa bir süre önce, Dünya Bankası’nın tanınmış eski Baş Ekonomisti Joseph Stiglitz (sayısız başka isimden sonra) “neoliberalizmin sonu” nu müjdelediğinde ortaya çıktı.[5] “Eğer 2008 finansal krizi dizginsiz piyasaların işlemediğini anlamamızı sağlayamadıysa, iklim krizi bunu kesinlikle başarmalıdır: Neoliberalizm uygarlığımıza kelimenin tam anlamıyla son verecektir” dediğine göre Stiglitz de “bu sefer farklı” demiş olabilirdi.

Süregelen Covid-19 ekonomik krizi iklim krizinden çok daha az tarihsel öneme sahip olsa da bu krizin daha akut olması anlaşılır biçimde neoliberalizmin, ne yazık ki hepsi hayli vakitsiz birçok yeni ölüm ilanını da beraberinde getirdi. İş dergisi Forbes’un gayretli neoliberal bir yazarı bunları kapitalizmin ölüm ilanlarıyla karıştırarak “sol entelektüellerin memnun” olmasından şikâyet edip onları Schadenfreude (habis bir sevinç) olduğuna inandığı şeyle suçlamıştı.[6] Yine de (ona göre kapitalizm demek olan) neoliberalizmin sol eleştirisinin yıllar içinde zemin kazanmış olduğunu teslim ederek, neoliberal dostlarını “çok daha uyanık” olmaya davet etmişti:

Antikapitalistler on iki yıl önce finansal krizi – hatalı olarak – kapitalizmin bir krizi olarak tanımlamakta başarılı oldular. Finansal krizin piyasa başarısızlığının ve kuralsızlaştırmanın sonucu olduğu yolundaki yanlış anlatı nüfusun genelinin zihninde sağlam biçimde yerleşmiş bulunuyor. Sol entelektüeller bugün de Corona krizini, her şeye kadir devlet çağrılarını gerekçelendirmek üzere yeniden tanımlamak için yine ellerinden geleni yapmaktalar. Bunda başarılı olma şansları da ne yazık ki gerçekten çok yüksek.

Bu ateşli neoliberal “her şeye kadir devletin” gelişi konusunda aşırı kötümser miydi? David Harvey’e göre pek de değildi. Harvey, Jacobin dergisinde 20 Mart’ta yayımlanan uzun yazısını oldukça şaşırtıcı bir distopyacı perspektifle, bir sosyalist refah devleti perspektifiyle değil, Trumpçı bir Behemot perspektifiyle sonlandırır:

Cari ekonomik krizden çıkışın yükü şimdi Birleşik Devletlere doğru kayıyor ve ironinin büyüğü de burada: Hem iktisadi hem de siyasi bakımdan işe yarayacak yegâne politikalar Bernie Sanders’ın önerebileceklerinden çok daha sosyalizandır ve bu kurtarma planları, muhtemelen Making America Great Again maskesi altında Donald Trump himayesinde başlatılmak zorunda olacaktır. 2008 kurtarma operasyonuna o denli gönülden karşı çıkmış olan bütün o cumhuriyetçiler ya tükürdüklerini yalamak ya da Trump’a kafa tutmak zorunda kalacaklardır. Trump da eğer kafası çalışıyorsa olağanüstü hâl ilan edip seçimleri iptal edecek, sermayeyi ve dünyayı “isyan ve devrimden” kurtarmak için emperyal bir başkanlığın başlangıcını ilan edecektir.[7]

Bir hafta sonra Costas Lapavitsas, o kadar ağır bir kıyamet senaryosu öngörmemekle birlikte, neoliberalizmin sonunun ufukta görünmesine dair hiçbir yanılsamaya kapılmadan, yersiz sol iyimserliği yalanlamakta Harvey’in izinden gider:

Neoliberal ideolojinin son kırk yıldaki bayat sloganları hızla bir kenara süpürüldü ve devlet muazzam bir güce kumanda eden ekonominin düzenleyicisi olarak ortaya çıktı. Soldaki çoğu kişinin bunun “Keynesçiliğin geri dönüşü”ne ve neoliberalizmin ölüm çanına delalet ettiğini düşünerek, bu tür bir devlet müdahalesini hoş karşılaması zor olmadı. Ama bu tür sonuçlara varmak acelecilik olacaktır.

Bir kere ulus devlet, kritik anlarda seçici müdahalelerle hâkim şirket ve finans bloğunun sınıf iktidarını teminat altına alarak her zaman neoliberal kapitalizmin merkezinde olmuştur. Üstelik bu müdahalelere son derece otoriter önlemler – insanları kitlesel biçimde evlerine kapatmak ve devasa metropolleri karantinaya almak – eşlik etmiştir… Devletin muazzam gücü ve gerek ekonomiye gerek de topluma müdahale etme yeteneği mesela denetimli kapitalizmin şirket ve finansal elitin çıkarlarının her şeyin üzerinde olduğu daha otoriter bir biçimine yol açabilir.[8]

Radikal solun geleneksel olarak aralarında salınıp durduğu iyimserlik / kötümserlik, ütopya / distopya zıt kutuplarıyla işte yeniden karşı karşıyayız. Doğrusu şu ki bunlar esas itibarıyla, kendileri de değişen siyasi deneyimlere göre salınan müstakbel bireysel ve/veya kolektif eğilimlere dair kestirimlerdir. Nitekim ABD solu arasındaki ruh hâli, 3 Marttaki Super Tuesday arifesinden, Biden’ın Demokrat Parti önseçimlerinde zaferi garantilediği ertesi güne şüphesiz değişmiştir – tıpkı Britanya solu arasındaki ruh hâlinin 12 Aralık 2019 arifesiyle, ertesi gün yani Boris Johnson’ın seçim zaferi sonrasında değişmiş olduğu gibi.

Gerek ütopya gerek de distopya, kötümserlik / iyimserlik, ihtiyatlılık / iradecilik, faşist geçmişin hortlaması endişesi / dünyayı daha iyi ve daha adil kılmak için çabalayanları motive eden gerçekten demokratik sosyalist bir gelecek umudu manyetik kutuplarını sürdürmeleri kaydıyla solun dünya görüşünün yararlı bileşenleridir. Bununla birlikte, gerçek dünyada ibrenin ütopyayı distopyadan ayıran uzun skalada nerede durduğunu nesnel koşullar belirlemez. Bunlar yalnızca sınıflar ve kesimler arası mücadelelerin içerisinde cereyan etmeleri gereken parametreleri oluştururlar. Hükümet politikaları alanındaki büyük değişmeler her şeyden önce mevcut şartlar bağlamında toplumsal mücadele tarafından belirlenir.

Milton Friedman da işte bu noktada yanılmıştır. Kriz meydana geldiğinde, atılacak adımlar “dolaşımda olan fikirlere bağlı” değildir. Somut siyasi önerilere tahvil edilmiş fikirler etrafındaki mücadele kuşkusuz önemlidir. Ayrıca sonunda uygulamaya konan siyasi-iktisadi önlemler de şüphesiz, toplumun genelinde olmasa bile devleti yöneten toplumsal grup içinde hüküm süren fikirlere bağlıdır. Savaş sonrası Keynesci fikir birliğinden neoliberalizme kayma ile Thomas Kuhn’un  “paradigm shift” dediği şey arasındaki analoji bu noktada biter. Çünkü iktisattaki paradigma değişmeleri, bilgideki ilerlemelerin sonucu olan bilimsel devrimlerin tersine, teorik ya da hatta basitçe pragmatik bir kolektif entelektüel kararın ürünü değildir.

Ernest Mandel’in neoliberal çağın başlarında, 1980’de Long Waves of Capitalist Development başlıklı kitabında (2. Baskı s. 77-8) yazmış olduğu gibi:

Akademik iktisadın anti-Keynesçi karşı devrime doğru dümen kırması, sürekli enflasyonun uzun vadeli tehditlerinin gecikmeli olarak farkına varılmasıyla pek de alakalı değildi. Bu tehditler Keynescilik burjuva ve reformist hükümetlerin ekonomi danışmanları arasında hegemonyasını kaybetmeden çok önce gayet iyi bilinmekteydi. Hatta bu esas itibarıyla enflasyonun önlenemez ivmelenmesinin bir ürünü de değildi… Bu esas itibarıyla kapitalist sınıfın sınıf mücadelesi önceliklerindeki temel bir değişmenin ürünüydü.

Monetaristlerin akademik iktisat alanındaki “anti-Keynesci karşı devrimi” değişen bu önceliğin ideolojik ifadesinden başka bir şey değildir. Kronik yapısal işsizliğin uzun vadeli restorasyonu olmadan, “bireysel sorumluluk duygusu” nun (yani sosyal güvenlikte ve sosyal hizmetlerde ağır kesintilerin) restorasyonu olmadan, genelleşmiş kemer sıkma politikaları (yani reel ücretlerde durgun seyir veya azalma) olmadan, kâr oranının sert ve hızlı restorasyonu mümkün olmaz: Yeni iktisadi akıl işte budur. Bunun çok “bilimsel” olan bir yanı yoktur ama bu, nesnel bilime tüm referanslara rağmen çok büyük ölçüde kapitalist sınıfın acil ve uzun vadeli ihtiyaçlarına tekabül etmektedir.

Neoliberal paradigma değişmesini Batılı ülkelerde sınıf güçleri arasındaki dengede 1970’ler boyunca meydana gelen istikrarlı bir bozulma mümkün kılmıştı: 1973-75 durgunluğuyla birlikte yükselişe geçen işsizlik, Ronald Reagan ile Margaret Thatcher’ın 1980’lerin başında işçi hareketine yönelttikleri muzaffer saldırılar. “Anti-Keynesci karşı devrim” in o zamandan beri farklı ülkelerde uygulanma derecesi, entelektüel fikir ayrılıklarına değil, her ülkedeki toplumsal güçler dengesine bağlı olmuştur. Kamu sağlığı konusunda yerinde bir örnek için, kabaca aynı nüfusa ve GSYH’ye sahip iki ülke olan Britanya ile Fransa’yı karşılaştırmak yeter.

Sağlık maliyetleri her iki ülkede benzer düzeydedir ki bu düzey ABD sağlık harcamalarını şişiren aşırı abartılı maliyetlerden çok uzaktır. Doktorların yıllık ortalama kazancını gösterge alacak olursak, bu rakam şu anda Fransa’da dolar cinsinden 108.000, Birleşik Krallıkta (BK) ise 138.000 (ABD’de 313.000). Fransa ile BK’de kayıtlı hemşireler ortalama olarak kabaca eşit yıllık ücret almaktadırlar.[9] Fransa’da ardı ardına iktidara gelen neoliberal hükümetler sağlık harcamalarını kısmen hastalara yüklemeye çalışmakla eleştirilmiş olsalar da Fransa BK’ye göre kamu sağlığı bakımından çok daha iyi bir konumdadır.

OECD verilerine göre, hükümetin sağlık harcamaları ve zorunlu planlar son on yılda Fransa’da GSYH’nin %8,5’i ila %9,5’i aralığında, Britanya’da ise %6,9’u ila %7,8’i aralığında dalgalanmıştır. 2010-2017 arasında Fransa her yıl GSYH’sinin %0,6 ila %0,7’sini sağlık sisteminde yatırıma (brüt sermaye oluşumuna) ayırırken, bu oran BK’de %0,3 ila %0,4 olmuştur.[10] 2017’de Fransa’da hastane sayısı 3 binin üzerinde, hastane yatak sayısı yaklaşık 400 bin iken, bu rakamların BK’de sırasıyla 2 binden az ve 168 bin civarında olması bu nedenle şaşırtıcı değildir. BK’de bu rakamlar son on yılda Muhafazakâr hükümetlerin iktidarında aşağı gitmeye devam etmiştir.[11] Doktor sayılarına gelince; bu rakam 2017’de Fransa’da 211 binden fazlayken, BK’de 185.700’dü. Bin kişilik nüfusa düşen faal hemşire sayısı Manş’ın karşı kıyısında 10,8, Britanya’da ise 7,8’di.[12]

Bu rakamlar Boris Johnson’ın Brexit kampanyasında NHS’yi (Ulusal Sağlık Sistemi) temel argüman olarak kullanıp, bu şekilde Britanya sağlık sisteminin zayıf hâlinin sorumluluğunu AB’ye yüklemesinin ne kadar ikiyüzlü ve aldatıcı olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte, Fransa ile BK arasında kamu sağlığının durumundaki fark Manş’ın iki yakasındaki iktidar sahipleri arasındaki ideolojik farklardan kaynaklanmamaktadır. Fransa’da birbirinin yerini alan hükümetlerin neoliberal yolda daha ileri gitmelerinin önüne geçen, daha büyük toplumsal direnişten başka bir şey değildir.

Kamu hizmetlerinin – muhafazakârların enerji ve taşımacılık sektörlerinde yapmayı başardıkları gibi – toptan özelleştirilmesinin oy kaygısı veya iktisadi sebeplerle mümkün olmadığı BK’de pek az direnişle karşılaşan değişik taktikler kullanılmıştır. Kamu sağlığı alanında, bir yandan kamu harcaması azaltılırken, bir yandan da nüfusun varlıklı kesimleri kamu hizmetini bırakıp özel sağlık sigortası planlarına geçmeye özendirilmiş ve böylelikle gitgide ABD’deki gibi iki katmanlı bir sağlık sisteminin yerleşmesi amaçlanmıştır. Yüksek öğrenimde ise bu, kamu fonlarının yerini kayıt harçlarında muazzam bir artışın alması yoluyla yönetimin özelleştirilmesiyle (şirketleşmeyle) sonuçlandı ki bu da süreç içinde, yine ABD’de olduğu gibi, profesyonel hayata önemli bir borç yüküyle adım atan bir kuşak yarattı.[13]

Şu andaki küresel salgın bağlantılı ekonomik krizin sonucunu da aynı şekilde küresel güç dengesi bağlamında her ülkedeki yerel toplumsal güç dengeleri belirleyecektir. En muhtemel yakın sonuç, neoliberalizmin kendiliğinden post-Keynesçilik lehine terk edilmesi ile Trumpçı bir Behemot’un oluşturduğu iki karşıt seçenekten biri olmayacaktır. Bu daha ziyade, neoliberal hükümetlerin şu anda üstlenilen devasa borç yükünü, tıpkı Büyük Durgunluk ertesinde yaptıkları gibi, işçilerin sırtına yükleme girişimleri olacaktır ki bu da Adam Tooze’un uyardığı gibi halkın satın alma gücünü ve harcama eğilimini azaltarak dünyayı mevcut sürekli durgunluğun önemli ölçüde kötüleşmesine sürükleyecektir.[14]

Tarihçi haklı olarak şu sonuca varır: “Bunun yerine krizden çıkış için daha etkin, daha vizyon sahibi bir hükümet çağrısında bulunmak aklı selim gereğidir. Ama elbette mesele bunun hangi biçimi alacağı ve bunu hangi siyasi güçlerin kontrol edeceğidir.” Mesele gerçekten de budur. Hayatlarımız devam eden ikili kriz tarafından paramparça edilmişken ve muhtemelen küresel salgından çok daha uzun sürecek ekonomik kriz yaşanırken, en yakın ve yakıcı mesele krizin devasa insani ve iktisadi maliyetini kimin ödeyeceğinin belirlenmesidir: Kamu sağlık sisteminin ve refah devletinin on yıllar boyu neoliberal tahribiyle ve finansal kârlara öncelik verilmesiyle bu maliyetin büyüklüğünden en başta sorumlu olanlar mı, yoksa geri kalanımız, yani halkın büyük çoğunluğu mu?

Neoliberallerin, sağlık ürünü imalatçısı dostlarının bundan fayda sağlaması teminat altında oldukça, kamu sağlığı harcamalarının artırılması konusunda hemfikir olacaklarını güvenle öngörebiliriz. Bunu refah devletinin erdemlerine aniden iman ettikleri ya da halkı umursadıkları için değil, yeni bir küresel salgının ya da şu andakinin ikinci dalgasının iktisadi sonuçlarından dehşete kapıldıkları için yapacaklardır. Mesele şu ki doğal olarak bunu kamu yararının eğitim, emeklilik, işsizlik yardımları gibi başka yanlarından kısarak yapmak ve ekonomilerin business as usual ‘a (her zamanki işlerine) geri dönmesinin bedelini – ücret dondurma ya da hatta ücret indirme gibi önlemelerle – ücretlilere ödetme eğiliminde olacaklardır.

Bu nedenle en acil mücadele, Fransız işçilerinin 1995’te ve 2019’da kendi neoliberal hükümetlerinin gelirlerine ve emeklilik planlarına saldırılarına karşı çıkarken yaptıkları şekilde, yani grev ve genel grev tehdidine başvurarak onların bunu yapmasına engel olmayı hedeflemelidir. Bu mücadele, neoliberallerin, Fransa’da sendikal hareketin, BK’de İşçi Partisinin ve ABD’de Sanders’ın kampanyasının arkasında duran toplumsal ve siyasi güçler tarafından yenilgiye uğratılmasına zemin hazırlamak açısından son derece önemli olacaktır. Neoliberalizmin kalıcı bir biçimde son bulması ancak o zaman vuku bulacaktır.  

Kaynak: http://internationalviewpoint.org/spip.php?article6582

Türkçesi: Osman S. Binatlı


[1] IMF, 14 April 2020 “World Economic Outlook, April 2020 : The Great Lockdown” and IMF, 18 May 2009 ”“Overcoming the Great Recession…”->https://www.imf.org/en/News/Articles/2015/09/28/04/53/sp051809].

[2] Robert Peston, The Spectator, 17 March 2020 “Boris must borrow from Corbyn’s playbook to prevent a coronavirus crash”.

[3] Robert Peston, The Spectator, 17 March 2020 “Boris must borrow from Corbyn’s playbook to prevent a coronavirus crash”.

[4] Newsweek, 6 February 2009 “We Are All Socialists Now”.

[5] Social Europe, 26 November 2019 “The end of neoliberalism and the rebirth of history”.

[6] Forbes, 30 March 2020 “Left-Wing Intellectuals Are Thrilled: Corona And Dreams Of The End Of Capitalism”.

[7] Jacobin, 20 March 2020 “Anti-Capitalist Politics in the Time of COVID-19”.

[8] Jacobin, 27 March 2020 “This Crisis Has Exposed the Absurdities of Neoliberalism. That Doesn’t Mean It’ll Destroy It”.

[9] Salary Expert “Registered Nurse Salaries by Country”.

[10] OECD Stats “Health expenditure and financing”.

[11] The Guardian, 25 November 2019 “Hospital beds at record low in England as NHS struggles with demand ”.

[12] Nurses.co.uk “Number of practising nurses in UK considerably lower than other high-income countries”.

[13] Bu bağlamda Birleşik Krallıktan bahsetmek yanıltıcı olabilir. Mesela İskoçya’da üniversiteler İskoç ve AB yurttaşları için ücretsizdir. (IVP)

[14] FP, 9 April 2020 “The Normal Economy Is Never Coming Back”

Geç Kapitalizm ve Kendimize Yaptığımız “Yatırımlar” – Emre Tansu Keten

“Zaten doğuştan hakkımız olduğu halde
Kapısından bile zor girilen
Adına özgürlük denen bu müzayededeki mafiş parçaları
Fahiş fiyatlara satın alabilme hakkına erişebilmek için
Çalış baba çalış her gün
Sürün anam sürün her an
Boğul ruhum boğul
Bir kaşık suya düşmeyi
Borç içinde öğrendik yüzmeyi
Hayatlarımıza kara sular indi
Sabah sekiz akşam beş
Hayallerinle helalleş”

Lalalar, Yalnız Ölü Balıklar Akıntıyı Takip Eder

Matematik öğretmeni İnan Avşar, geçtiğimiz haftalarda Youtube’ta bir video paylaştıktan sonra aracında intihar etti. Avşar, videosunda kısa süreli çalıştığı birçok özel okulda yaşadıklarını, karşılaştığı mobbingleri, esnek çalışma saatlerine mecbur bırakılmasını, yöneticilerinin üzerinde kurduğu performans baskısını anlatıyordu. Bunun yanında Avşar, dizi ve sinema sektöründe de bir şeyler yapmak için çabalamış, ancak her girişimi hüsranla sonuçlanmıştı. Bir işçi olarak eğitim sektöründe, bir girişimci olarak dizi/sinema sektöründe kendisinden beklenenleri yerine getiremediğini düşünüyor, “başka insanlar gibi” olamadığını söylüyor ve artık insanlara güveninin kalmadığından yakınıyordu. Avşar’ın intiharı, AKP’nin kurduğu cendereyle yakından ilişkili olsa da, neoliberal tasallutun insanların hayatlarına ettikleriyle de bir o kadar ilgiliydi.

Geç kapitalizmin, özellikle son 30-40 sene içerisinde, iletişim teknolojilerinin efektif bir şekilde kullanılmasıyla, geçirdiği dönüşüm birçok Marksist tarafından başka terimlerle ifade ediliyor: bilişsel kapitalizm, iletişimsel kapitalizm, gösterge-kapitalizmi vs. Adına ne dersek diyelim, kapitalizmin mevcut yapısı, bilhassa gezegenin Kuzey yarısında çalışma biçimlerinde köklü bir dönüşüme önayak oldu. Hatta bu dönüşüm, sadece iş ve iş yeriyle kurulan bağla sınırlı kalmadı, hegemonik bir kültürel hatla da kendini var etti. Bu hattın temelini güvencesizlik oluştururken, sevimsiz bir kavram olan güvencesizliğin üstü kendini gerçekleştirme, kendine yatırım yapma, iyi bir takım oyuncusu olma, sosyal becerileri yükseltme, girişimcilik gibi kavramlarla boyandı. Çağ pozitif olma çağıydı. Kişisel gelişim, geçmişte dinin üstlendiği işlevi devraldı, herkes evrenden torpil alma peşinde koşmaya başladı.

Max Haiven, geç kapitalizmin etkili bir veçhesi olan finansallaşmanın, ekonomik bir kumar sahası olmanın ötesinde, zamanın ruhu haline geldiğini şu sözlerle anlatıyor: “Finansallaşma çerçevesinde, sağlıktan tutun da eğitime ve dine varıncaya dek her şey giderek finansal merceklerle görülür. İnsan, vücuduna yatırım yapmak için egzersiz yapmalı ve (eğer karşılayabilirse) doğru beslenmelidir; dünyanın en hızlı artan hastalıklarından biri olan obezite, kötü beslenme yatırımı kararlarının sonucu olarak görülür. Eğitim, bireyin topluma katkıda bulunmasına olanak tanımak adına üstlendiği bir kamu yararı olmaktan çıkmıştır artık; bireyin kredi borçlarını geri ödemek için ihtiyaç duyduğu işi kapabilmesine olanak tanımak için bir ehliyete yapılan kişisel bir yatırım haline gelmiştir. Gönüllülük ve toplum hizmeti, manevi ve sosyal karşılık sağlamakla kalmayan, aynı zamanda sosyal sermaye kanıtı olarak özgeçmişte sunulabilecek bir etkinliğe yapılan zaman yatırımı olarak görülür hale gelmiştir”.[1]

Finans, gerçekten şu anda mevcut bir değere yönelik bir iddiayı değil, gelecekte el konulacak artık değerin payını temsil ediyorsa, zamanımızın işçisi de, şu an içerisinde bulunduğu güvencesiz, esnek ve düşük maaşlı işleri dert etmeyip gelecekte yaratacağı özgeçmişinin hayaliyle çalışmalıdır. Yani, bir beyaz yakalının şu an için sömürüye sunduğu emek, gerçek karşılığını çok sonraları alabileceği bir yatırım olarak değerlendirilmelidir. Ancak bir yerde çalışıyor olmak, gelecekteki kariyer hayalleri için yeterli olmamaktadır. Kendisini her alanda daha fazla geliştirmeli, yüksek lisanslar, sertifika programları, kurslar arasında gidip gelmeli, sosyal ağını geliştirmeli, LinkEdin’de yıldızını parlatmalıdır. İşe arzu katılmıştır. Bu, ileride alınacak daha yüksek bir maaşla erişilebilecek bazı metalara yönelik bir arzu değil, kişinin geleceğinde görmek istediği benliğine yönelik bir arzudur. Potansiyel benliğe yönelik bu arzu, kolektif davranmanın ve sınıf dayanışmasının, çalışanlar arası rekabetin hırsı altında ezilmesiyle büyüyor.

Bu dönem, iş ile iş olmayan arasındaki sınırın yok olmaya yüz tuttuğu, işi yöneten resmi kuralların ya da teamüllerin aşındığı bir çağdır.[2] İletişim teknolojilerinin yardımıyla 7/24 kapitalizme geçtiğimizden beri, zamanımızın emekçisinden beklenen, sürekli iletişime açık olması, mesai saatleri dışında da ihtiyaçlara cevap vermesidir. Sürekli meşgul, temas halinde, etkileşim içinde, tepki veren birey için sabit ve istikrarlı mesleki bir kimlik imkânsız hale geliyor (Son direniş kalesi Twitter’daki avukatlar sanırım). Klasik “ne iş yapıyorsun” sorusunun cevabının karmaşıklaşması bu nedenledir. Tıpkı, birkaç sektöre birden yatırım yapan sermayedarlar gibi, işimizin rast gideceği birkaç alana birden yatırım yapıyor, emeğimizi birkaç farklı sektörün hizmetine sunuyoruz.

Nick Dyer-Witheford cep telefonunun geç kapitalizm için anahtar bir araç olduğunu söylüyor. “Kendi işinin patronu” olanları tanımlayan gig ekonomisinin birinci şartı olmasının yanı sıra akıllı telefonlar, şirketlerin çalışanları sürekli iş içerisinde tutabilmesine, mesai dışında ya da uzak bir bölgede dahi olsa onları toplantılara ya da ortak çalışmalara katabilmesine olanak sağlıyor. “Bir aygıta tabi olan öznenin onu doğru biçimde kullanması imkânsızdır. Benzer savları yaymaya devam edenler, kısılıp kaldığı medya aygıtının ürününden başka bir şey değildir”[3] diyor Agamben. Bu “araç mesajdır” klişesiyle özdeşleştirilebilecek teknolojik determinist bir açıklama değil. Araçlara tabiyeti ve araçların insanların biyolojik ritmini denetlemesini motive eden kapitalist üretim ilişkileridir. Enformasyon diyeti türü, iletişim araçlarıyla insanların ilişkisini, insan lehine, düzenleme girişimleri işin bu yanını atlıyor.

İnsan sermayesi ve yaratıcı emek retorikleri bizleri hepimizin gitgide daha fazla sömürülen güvencesiz işçiler değil de, özünü gerçekleştiren girişimciler olduğumuza ikna ediyor. Bir girişimci olarak başarısızlığa uğramanın sonuçları ise tahmin edilebilir. Ancak sadece başarısız olmak değil, aksine başarılı olmak da insan sağlığını olumsuz etkiliyor. Depresyon ve tükenmişlik sendromu dünyanın en yaygın sağlık sorunları olarak karşımıza çıkıyor. Atomize edilmiş bir toplumda, başarısızlık kadar başarının da bedelleri var.

Orta sınıf miti, güvencesiz bir ekonomik alanda var olmaya çalışan insanları, sadece kültürel tüketimleri üzerinden bir torbaya sıkıştırmaya çalışıyor. Oysa, bütün bu şatafatın ardında vahşi sömürüden başka bir şey yok. Üstelik bu sömürü, mesai saatleri içerisinde harcanan emeğin değil, bütün bir yaşamın, arzuların, hayallerin, duyguların sömürülmesini ve işe koşulmasını getiriyor. Prekarya, kognitarya vs. gibi kavramsallaştırmaların, insanların iş ile olan ilişkilerindeki dönüşümleri anlamak açısından birçok işlevi olsa da, Dyer-Witheford’un vurguladığı gibi, proletarya kavramı olmakta olan’ı açıklamak için en kullanışlı kavram hala. Bizler proleteriz, hayatta kalmak için emeğini satmak zorunda olanlarız, yüzde 99’uz.


[1] Max Haiven, Hayali Sermaye – Popüler Kültürde ve Gündelik Yaşamda Finansallaşma, çev. Yasin Emre Kara, Koç Üniversitesi Yayınları, s. 60

[2] Ursula Huws, Küresel Dijital Ekonomide Emek, çev. Cemre Şensesen, Yordam Kitap, s.25

[3] Agamben’den aktaran Jonathan Crary, 7/24: Geç Kapitalizm ve Uykuların Sonu, çev. Nedim Çatlı, Metis Yayınları, s. 53

Acid Communism: Psikedelik Maddeler ve Sınıf Bilinci – Mark Fisher

Yetmişli yılların ABD’deki en ilginç hareketlerinin bünyesinde –Black Power, karşı-kültür, sendikalar vs.- yeni demokratik sosyalizm biçimleri ortaya çıkıyordu. Bu nedenle neoliberalizm demokratik sosyalizm veya liberter komünizm hayaletinin önünü kesmek için örgütlendi. Neoliberalizme giden yoldaki kilit dönemeç Şili’deki Allende hükümetinin ezilişi olmuştur. Neden? Çünkü sermayenin korktuğu her şeyi temsil ediyordu, çünkü artık söz konusu olan bürokratik, yukarıdan aşağıya örgütlenmiş ve hazin Stalinist modda işleyen o stereotipik Sovyetik yekpare yapı değildi. Şili’de ademi merkeziyetçi bir iktidarı amaçlayan, emekçilerin iktidarını ve iş yerlerinde demokrasiyi hedefleyen sosyalist internet ağı Cybersyn vücut bulmuştu.

Kapitalizm ve bilinçten bahsedeceğim. Aranızda Kapitalist Gerçekçilik[1] kitabımı okuyanlar vardır. Neydi burada sözü edilen? Kapitalizmin tek gerçekçi iktisadi sistem olduğuna dair bir kavrayış, daha doğrusu bir inanç. Aslında tam olarak bu da değil çünkü gündelik hayatta insanlar ne kapitalizmle ne de tek sürdürülebilir sistem olduğu fikriyle ilgileniyor. Esasında kapitalist gerçekçiliği düşünmenin tek yolu bilinç daralması çerçevesinde mümkün.

Biraz şematik ve kabataslak ifade etme pahasına kapitalist gerçekçiliğin yükselişini şöyle sunabilirim: kapitalist toplumsal ilişkilerin, kapitalist kavramların ve öznellik biçimlerinin kaçınılmaz olduğu, bunlardan kurtulmanın imkânsız olduğuna dair giderek artan bir kavrayış. Bunun yaygınlaşması ise doğrudan bilinç kavramının, bizzat kültürün bünyesinde yaşadığı gerilemeyle alakalı. Dolayısıyla neoliberalizmi, kendisini sunduğu gibi bireysel özgürlükler çerçevesinde değil, o belirleyici 68 döneminde yükselişe geçen bilinç biçimlerinin doğrudan yıkımını hedefleyen bir strateji olarak değerlendirmek gerekir.

O dönem üç bilinç biçimi hayranlık uyandırıcı, üretken ve sermaye açısından feci tehlikeli şekilde etkileşim içindeydi.

Sınıf Bilinci

İlki sınıf bilinci. Zamanda yolculuk ederseniz, yetmişli yıllardan bugüne sınıfların, birer temel kavram olarak siyaset sahnesinden kaybolduğunu görürsünüz. Oysa Avrupa’da ve ABD’de hâkim sosyopolitik modellerin içine kazınmıştı bu kavram. Britanya ve Avrupa sosyal-demokrasisi sermaye ile emek arasındaki bir çeşit anlaşmayı yansıtıyordu, ki bu da farklı sınıf çıkarlarının var olduğunu ima ediyordu: bunlar şu ya da bu biçimde uzlaştırılmalıydı. ABD’deki New Deal de bunu ifade ediyordu.

Fakat o zamandan bu yana sınıf kavramının, daha doğrusu sınıf bilincinin tasfiyesine tanık olduk. Ama elbette bunun sınıf ilişkilerinin tasfiyesiyle bir ilgisi yok. Bu yeni verili durumu Wendy Brown şu şekilde ifade ediyor: “sınıf bilinçsiz sınıf hıncı”. Meseleyi gayet iyi saptamış olan Owen Jones’ın Apaçiler. İşçi Sınıfının Şeytanlaştırılması (2012) kitabının yarattığı yankıda da bunu görebiliriz. Esasında sınıfsal nefret, aşağılama, tabi kılma biçimleriyle karşı karşıyayız ancak bunlarla mücadele etmek için önceleri var olan araçlardan ve bunlara set çekebilecek çaptaki sınıf bilinci biçimlerinden mahrumuz.

Bu tertibatlar yetmişli yıllara kadar son derece yaygındı. Hiç şüphesiz sendikaları kastediyorum ama bunların dışında da işçi sınıfı için başka sosyalleşme ve kendini eğitme mekanizmalarını da. Eğitimin metalaşması ve un ufak olması tam da yükselişe geçmiş olan bu mekanizmaları soğurmaya katkıda bulunmuştur. Neoliberalizm ise, ortaya çıktığı vakit, bireyciliği geliştirmek üzere sınıf bilincini ve sendikalar gibi onun taşıyıcısı olan temel araçları imha etmeyi hedefliyordu. Bunun sonucu olarak da bir çeşit sosyallik yitimi meydana geldi. Bunu halkın buluşma mekanları olan pub’larda da gözlemleyebiliriz. Her bireysel iç mekân yoğun biçimde dışarısıyla bağlantı içinde olduğu ölçüde (uydu kanalları, akıllı telefonlar vs.) dış kamusal alanlar patolojik olarak algılanmaya başladı.

Sınıf bilincinde, taşıyıcı kadrolarında ve altyapılarındaki bu gerileme kaza eseri meydana gelmiş bir olay değil, kararlı bir siyasetin sonucu. David Graeber[2], yeni mali ürünlerden de çok İngiltere’nin başlıca ihracat kalemlerinden birini oluşturan ve küresel liderlerin vurgu yaptığı sınıfsal baskı yöntemlerinin altını çizmekte haklıdır.

Asit Bilinç

68 döneminde, psikedelik bilinç, diğerleriyle etkileşim içinde en yoğun olarak gelişen bilinç biçimlerinden biridir. O yılların dünyasının özgül karakterini düşünmek lazım. Halüsinojen maddelerin, özellikle de LSD ve “asit”in kullanımıyla bağlantılı olan, ancak bunları kullananların bir hayli ötesine de yayılmış olan bir bilinç türüdür. Burada deneyim ve düşünce arasında bir ilişki söz konusuydu. İnsanları olabildiğince çok deneyimde bulunmaya teşvik eden Beatles’ın da bunun yaygınlaşmasında rolü olmuştur -ki hiçbir şey Beatles’tan daha popüler olmamıştır.

Psikedelik bilinç açısından anahtar kavram gerçekliğin plastikiyetidir (yoğrukluk), yani gerçekliğin sabitliğinin, sürekliliğinin ve değişmezliğinin tam tersi. Bu sabit gerçeklik karşısındaki tek seçenek, tam da kapitalist gerçekçiliğin istediği gibi ona uyum sağlamaktır: Sevseniz de sevmeseniz de yapacak bir şey yok, kabulleneceksiniz. Olası tek farklılaşma durumun daha da kötüleşmesidir. İşinizi korumak istiyorsunuz, o halde daha uzun mesai saatlerini ve daha fazla sorumluluk almayı kabul etmeniz lazım. Bu hoşunuza gitmiyor mu? Kimsenin gitmiyor ama bunu kabullenmek lazım. Bu türden çözüm biçimlerini düzenleyen patron, kapitalizmin güncel aşamasındaki manager’ın tam prototipidir.

Son derece yaygın olan ve sistemik düzeyde üretildiği için kimsenin tam olarak sorumlusu olmadığı bu kadercilik ve boyun eğme türü gerçekliğin plastikiyetine dair bilinci yok etmeyi hedefliyor. Oysa psikedelik uyuşturucuların yardımıyla yaşanan “trip”ler tam da şeylerin bu olağanüstü plastikiyetine kapı açıyordu. Kullanıcıları o günün hâkim gerçekliğinden çıkarıp onu geçici olarak gösteriyor, gerçekliğin mümkün olan örgütleniş biçimlerinden yalnızca biri olarak gösteriyordu. Elbette ki bu uyuşturucuların yaygın kullanımı devrime götürmüyor fakat bir çeşit sabırsızlığı kışkırtıyordu. Altmışlı yılların karşıt-kültürüyle birlikte hâkim gerçeklikten hızla kaçabiliyor, mevcut düzenin sürmeyeceğini ve yeni yolların açılacağını düşünebiliyordunuz.

Bugün ihtiyacımız olan devrimci sabırdır, halbuki o zaman hâkim olan sabırsızlıktı. O güne dek insan hayatına egemen olmuş tüm katmanlaşmış tarihsel yapıların bir kuşakta eriyip çözülebileceği düşünülüyordu. Ne var ki, olaylar böyle gerçekleşmedi çünkü bu yapılar çok daha dayanıklı çıktı. Sağ ise, bu yapıların en zararlı olanlarına oynadı ve bunların daha da kemikleşmesi sonucu sökülüp atılmaları için daha da uzun bir süreç gerekecektir.

Bilinç Kuvözü

68 döneminde gelişmeye başlayan ve neoliberalizmin kökünü kazımak durumunda kaldığı üçüncü bir bilinç biçimi ise sosyalist feminizm tarafından kuramsallaştırılıp pratiğe döküldü. Bunu aynı zamanda kolektif bilinçlenme teorileri ve pratikleri başlığının altına koyabiliriz. İnsanlar hınçlarından söz etmeye teşvik edildi ama bu hıncı yapılarla ilişkisi içerisinde ortaya koydu. Böylece bir araya gelerek ortak sorunları olduğunu ve bunların sorumluluğu kendilerine atfediliyorsa ve kendilerini çözüm bulmaktan aciz hissediyorlarsa, bu aslında söz konusu problemlerin ataerkiyle, kapitalizmle bağlantılı yapılardan kaynaklandığını hızla anladılar. Üstelik bu yapıların iç içe geçişi hayatın birçok yönünü ilgilendiriyordu.

Bunun üzerinden, önemi azalmaya başlayan fakat radikal solun siyasal çalışmalarında hala melankolik bir yer işgal eden madun emeğe, fabrikada çalışan ücretliler vs.’ye odaklanmaya yönelen standart Leninist modelin ötesinde bir devrimci faaliyeti tasarlamak mümkün hale geliyordu. Bu yeni bilinçlenme perspektifinde emek meselesi çok daha kapsayıcı bir anlam kazanıyor ve meta üretiminin ötesinde ev içi emeği, toplumsal yeniden üretimi ve kolektif varlığın devamı için gerekli olan her şeyi kapsıyordu. Bilinç kuvözlerinin sahip olduğu güçlerin bir kısmı moleküler salgınlarında yatıyordu: Herhangi bir insan topluluğu böylesi süreçlere angaje olabilirdi.

Yetmişli yılların ABD’deki en ilginç hareketlerinin bünyesinde –Black Power, karşı-kültür, sendikalar vs.- yeni demokratik sosyalizm biçimleri ortaya çıkıyordu. Bu nedenle neoliberalizm demokratik sosyalizm veya liberter komünizm hayaletinin önünü kesmek için örgütlendi. Neoliberalizme giden yoldaki kilit dönemeç Şili’deki Allende hükümetinin ezilişi olmuştur. Neden? Çünkü sermayenin korktuğu her şeyi temsil ediyordu, çünkü artık söz konusu olan bürokratik, yukarıdan aşağıya örgütlenmiş ve hazin Stalinist modda işleyen o stereotipik Sovyetik yekpare yapı değildi. Şili’de ademi merkeziyetçi bir iktidarı amaçlayan, emekçilerin iktidarını ve iş yerlerinde demokrasiyi hedefleyen sosyalist internet ağı Cybersyn vücut bulmuştu[3]. Aynı zamanda ABD’de, Avrupa’da ve başka yerlerde demokratik sosyalizm yönünde atılımlar vardı. Basit birer proje olsalar da bunlar kesinlikle durdurulmalı, ortadan kaldırılmalıydılar.

Şimdiye kadar bilinçle ilgili sözünü ettiğim her şey onun dönüştürücü gücüyle ilgiliydi. Bilincin artması yalnızca mevcut olguların kavranmasına yol açmaz. İnsanlar bir topluluk bilinci, bir sınıf bilinci geliştirdiğinde var olan bir şeyi pasif olarak algılamakla kalmıyor, kendilerini bir topluluk olarak inşa ediyor ve böylece “dünyayı” değiştirmeye başlıyorlar bile. Bilinçleri anında dönüştürücü bir nitelik kazanıyor ve hareket eden bir bilinç başka değişimlerin de motoru haline geliyor.

Karşı-kültür, söyleminin merkezine çalışma nefretini yerleştirmişti: Hiç kimse için artık o sefil pazartesiler olmamalıydı. “Çalışmaya niyetim yok ve bunun için endişelenmeyi bırakmalıyım” fikri karşı-kültürün anahtar unsuruydu. Kapitalistlerin çekindiği işçi sınıfının geniş kesimlerinin hippie’leşmesiydi, ve bu ciddi bir tehlikeydi.

Gerçeklik mühendisliği

Böylesi bilinçlenme mekanizmaları yalnızca belirli toplulukların pratikleriyle ilişkili değil. Halkçı kültürler, özellikle de 68’lerin karşı-kültürü de bilinçlenme araçları oluşturdu. Sermayenin, benim “insan mühendisliği” veya “gerçeklik mühendisliği” olarak adlandırdığım stratejiyi geliştirmesi de kısmen bu nedenledir. Bu, sermayenin yetmişli ve seksenli yıllarda yayılmakta olan bilinç alanlarını kapatmak için yoğun biçimde geliştirdiği halkla ilişkiler, reklam, marka stratejisi gibi mekanizmaları içerir. Hiç kimse, gerçekten hiç kimse halkla ilişkilerin işlevine ikna olmamışken ne işe yarayabilirdi ki bunlar? Hakikaten buna inanmak için ahmak olmak gerekirdi. Fakat yine de bu mekanizmalar kendi rollerini oynadı.

Bize diyorlar ki “Upper Crust sandviçlere tutkuyla bağlı”[4]. Elbette ki kimse sandviçlere tutkuyla bağlı değildir ve kimse buna kanmaz ancak slogan, işlevi her ne olursa olsun, iş yapıyor. Upper Crust sandviçlerinden beteri var. Bir gara gittiğinizde bir sandviç için sizden 6 pound istiyorlar. Daha önceki deneyimlerinizden yola çıkarak bu sandviçin kuru ve rezil olduğunu düşünüyorsunuz ve her seferinde de öyle çıkıyor, ama yine de alıyorsunuz çünkü güzelmiş gibi görünüyor. İyi olduğuna inanmıyoruz ama bildiğimizden de şüphe ediyoruz. Oysa bilinç hissettiğimize güvenmediğimizde gelişemez. Duygularımızda takılıp kalmadan ama onları somut nedenlerine bağlayarak bildiğimizi hissedebilir ve hissettiğimizi bilebiliriz.

Bilinç yitimini tanımlamanın en iyi yollarından biri kaygıdır, kaygının üretimidir. Kaygılıysanız, bu sizi denetlemek için yeterlidir. Sermayenin, bilhassa karşı-kültür tarafından açığa çıkarılmış olan kilit meselesi insanları nasıl işe göndereceğidir. Karşı-kültür, söyleminin merkezine çalışma nefretini yerleştirmişti: Hiç kimse için artık o sefil pazartesiler olmamalıydı. “Çalışmaya niyetim yok ve bunun için endişelenmeyi bırakmalıyım” fikri karşı-kültürün anahtar unsuruydu. Kapitalistlerin çekindiği işçi sınıfının geniş kesimlerinin hippie’leşmesiydi, ve bu ciddi bir tehlikeydi.

Neoliberalizmle birlikte zorlayıcı bir bireycilik ufku demokratik sosyalizmin yerini aldı. Ancak bu bireycilik yeni bir bilinç yükselişini engellemek için daimî bir denetim gerektiriyor. Gerçekten de insanlar yan yana geldiğinde kendilerini çevreleyen bu azap verici sefil bireyciliği aşarak kolektif bir bilinç geliştirme imkânı ortaya çıkıyor. Şu anda bulunduğumuz tam da böylesi bir yol ayrımıdır.

Sömürü ve Benliğin Pazarlanışı

Esasen artık yalnızca metaya dayalı olmayan bir kapitalist sömürü biçimi yaşadığımızı düşünüyorum. Dolayısıyla salt meta sömürüsünün olduğu dönemi belirli bir nostaljiyle anabiliriz. Çünkü kapitalizmin meta sömürüsüne bağlı olduğu vakitlerde, metanın mecburi olarak emekçileri de işin içine soktuğu diyalektik bir sömürü biçimi söz konusuydu. Emekçiler üretmeliydi ve üretmek için onlar sömürülmeliydi. Meta emekçilerden ayrılıyor, onların emeklerinden elde edilip çıkarılıyordu. Bugün ise daha doğrudan bir sömürü biçimine tanık oluyoruz, meta değil pazarlama biçimini alan bir sömürü bu.

Neden herhangi bir karşılık almadan çalışılır, özellikle de kültür sektöründeysen? Çünkü kendini pazarlayabilirsin: ücret olarak pazarlama. Ve kendimizi her an pazarlamaya dönük bu buyruk, yarı özümsenmiş ikinci bir doğa halini alıyor, bilhassa da sosyal ağlar aracılığıyla. Bu üzerine düşündüğümüz bir şey değil. Bu mekanizma bizi sermayenin fantezisine götürür: Kendisi insanlara iş sunup yardımcı olduğundan emekçilerden tümüyle kurtulma fantezisi. Çalışmanın kendisi “ün sermayesi”ni büyütmeyi sağladığından, kapitalistler bizlere iş vererek hizmet ediyor. Bir de üstüne para kazanmayı beklememek lazım.

Açıkçası günümüzde hâkim olan mantık bu, uzun süre ayakta kalabileceğini düşünmesem de. Belirli bir zirveye ulaştı çünkü, bir çeşit distopik düzeye varıldı ve birkaç yıl içinde bugün içinden geçmekte olduğumuz dönemin ne kadar ürkütücü olduğunun farkına varacağız. Yeni teknik gelişmelerin mümkün kılmasıyla birlikte sermayenin zamanımızın ve bilincimizin üzerine kurduğu tahakküm seviyesine bakmak yeter. Akıllı telefonlar yokken sermaye bizleri 7/24 yönetemez ve denetleyemezdi. Bunu mümkün hale getiren bu platformlardır.

Elbette ki akıllı telefonun tek işlevi bu değildir fakat sermaye bize bunu neredeyse karşılıksız veriyor çünkü insanların hiçbir zaman çalışmadan, çalışmanın hayaletinden veya kaygının hayaletinden kurtulamadığı bu aşırı-sömürü biçimine olanak sağlıyor. Elbette, bu herkesin bir işe sahip olduğu anlamına gelmiyor; bu mekanizmanın anahtarı çalışmanın kendisinden ziyade çalışmanın hayatiyetinde yatıyor. Böylece işi olmayan ile çalışan arasındaki fark azalmaya yöneliyor.

Neden herhangi bir karşılık almadan çalışılır, özellikle de kültür sektöründeysen? Çünkü kendini pazarlayabilirsin: ücret olarak pazarlama. Ve kendimizi her an pazarlamaya dönük bu buyruk, yarı özümsenmiş ikinci bir doğa halini alıyor, bilhassa da sosyal ağlar aracılığıyla. Bu üzerine düşündüğümüz bir şey değil. Bu mekanizma bizi sermayenin fantezisine götürür: Kendisi insanlara iş sunup yardımcı olduğundan emekçilerden tümüyle kurtulma fantezisi. Çalışmanın kendisi “ün sermayesi”ni büyütmeyi sağladığından, kapitalistler bizlere iş vererek hizmet ediyor. Bir de üstüne para kazanmayı beklememek lazım.

Bir Şeyi Kaçırma Korkusu

Bilinç meselesi zaman meselesine bağlıdır. Oysa son dönemde -özellikle de bu konunun ustası olan İngiltere’de- sermaye tarafından zamana dayalı bir kaygı paniği biçimi oluşturuldu. Bir çoğumuz giderek artan biçimde hiçbir şey yapacak zamanı bulamadığımızı hissediyoruz. Sürekli acelemiz var, sürekli hareket halindeyiz. Başka bir şey yapmamız gerektiği konusunda kaygılı olmadığımız tek an, başka bir şey yapmamız gerektiğini bildiğimiz an oluyor. Akıllı telefonların dijital “spazm”ları ve “bir şeyi kaçırma korkusu” (FOMO- fear of missing out) bunun post-hedonik karşılıklarıdır[5].

Diğer karşılığı ise kimi zorunlulukları unutmuş olma korkusu. Psikedelik karşı-kültürün stereotipleştirilmiş zaman imgesini düşünün: zaman genleşiyor, aciliyetler söndükçe yavaşlıyor ve bir uzgörü zamanına, çeşitli “seyahat” biçimlerine açılıyor. Peki bugün 2016’nın Britanya’sında yaşadığımız bu kâbusun ideolojik doğası nedir? Aciliyetlerin tahakkümü altında daimî bir kaygı kâbusu. Kaygı kâbusları neye benzer peki? Yapmanız gereken şeyler vardır ve bunları yapmadıkça başka herhangi bir şey düşünemez olursunuz. Ve elbette, bu işleri yerine getirdiğinizde yenileri tepenize yığılır ve bir öncekilerin ne olduğunu unutursunuz bile. Ve tüm hayatınız birbiri içine geçmiş bir aciliyetler dizisi halini alır.

Bu zaman biçiminin dayattığı stratejik hedef de budur zaten: işlevden yoksun aralıksız bir faaliyet. Kimi insanların göreviyse bize bunu sevdirmek: onlara “kalite” yöneticisi deniyor. Esasında bu sürmenaj herhangi bir ekonomik amaç gütmüyor. Neoliberalizmin ekonomik bir strateji değil, her şeyden önce siyasal bir strateji olduğunu söylerken David Graeber yine haklı. Çünkü bugüne musallat olan hayalet, emekçileri kendisine tabi kılmayı ve zamanın her türden -cömert ve baskısız- alternatif kullanımını yok etmeyi hedefliyor. Bunun karşılığında da emekçiler işlerine karşı o denli nefretle doluyorlar ki işsizliği tercih eder hale geliyorlar.

Buna karşılık sermaye de insanların sosyal yardımlara karşı öfkesini örgütlüyor ki bu kaygı dolu katlanılamaz kâbusun ötesinde bir yaşam imkânı hiçbir yerde gün yüzü bulamasın. İçinde bulunduğumuz 21. yüzyılın başında İngiltere bu yönde öylesine ilerleme kaydetti ki, tarihteki herhangi bir toplumdan da fazla bu imkânı söküp atmayı başardı. Sağın ilerlemesinin motoru budur işte, insanları kendi çıkarlarına karşı örgütleyebilmek. Bu, elbette ki, kötü haber.

Yeni bir dalganın şafağı

Sermaye, neoliberalizm bize şöyle diyor: “Bunlar sizin hatanız”. Medyanın taşıdığı mesaj da bu: Ne istiyorsanız onu olabilirsiniz ve eğer işsiz veya yoksul iseniz bu yeterince çalışmadığınızdandır, dolayısıyla sizin hatanızdır. Kapitalizmin dayatmaya çalıştığı egemen zihinsel terapi biçimlerinin mesajı da budur: Eğer kendinizi depresif hissediyorsanız, bu yeterince çalışmadığınızdandır.

İyi haber ise tüm bunların çökmekte olduğu ve bu çöküşün semptomlarını etrafımızda görüyor oluşumuz. Kesinlikler, iyisiyle kötüsüyle siliniyor. Siyasal merkez buharlaşıyor ve kapitalistlerin derin bir paniğe kapılmasının sebebi de bu. Bir yerlerde, daimî bir dayanak noktası olarak tasarladıkları merkezin yıkıldığını ve bir daha geri gelmeyeceğini biliyorlar. En kötüsü ise bu zelzelenin aşırı sağın ortaya çıkışına yol açmış olması. Bilhassa da “göçmen krizi” Avrupa tarihinde yaşanmış en kötü dönemin o dehşet verici hayaletini geri getirdi.

Bununla birlikte Yunanistan’da, İspanya’da, İskoçya’da ve hatta Jeremy Corbyn’le Britanya’da meydana gelen, toplumsal bağların radikal biçimde dağıtılmış olduğu koşullardan bir kopuş teşkil ediyor. Corbyn fenomeninin açığa çıkardığı, kendi evlerinin dışında toplanmayı seven insanlardı. Böylesi gelişmelerle bilincimiz tekrar toparlanıp üste çıkıyor. Eğer boktan hayatlarımız olduysa bunun bizim hatamız olmadığını söylemeye başlıyoruz. Bu noktadan itibaren insanlar kendi stratejilerini ve yeni yapıları geliştiriyorlar.

Yepyeni bir şey meydana geliyor: 2008’den beri sol bir şeyler öğrendi, halbuki sağ herhangi bir şey öğrenmiş görünmüyor. Tüm hayatım boyunca sağ hep birkaç adım önde olmuştu. Oysa yedi veya sekiz yıldan beri hiçbir şey öğrenmedi. Solda yeni siyasal güçler, fikirler, örgütler doğuyor. Syriza beceremedi ve yenildi. Corbyn de yenilebilir. Fakat bu olguların birbiriyle bağlantılı olduğundan emin olabiliriz. Syriza olmasaydı Corbyn olmazdı ve eğer Corbyn mağlup olursa başka bir şey zuhur edecektir. Yeni bir dalganın eşiğindeyiz ve kapitalizm sonrasına yönelmek için bu dalganın üzerinde sörf yapabiliriz.

Çeviri: Uraz Aydın

23 Şubat 2016’da Londra’da yapılan konferanstan Fransızcaya tercüme ve metne aktarım Jean Batou ve Stéfanie Prezioso tarafından gerçekleştirildi. Kaynak: http://revueperiode.net/acid-communism-drogues-et-conscience-de-classe/

Video: https://www.youtube.com/watch?v=deZgzw0YHQI


[1] Mark Fisher, Kapitalist Gerçekçilik. Başka Alternatif Yok Mu?, çeviri: Gül Çağalı Güven, Habitus, 2011.

[2] David Graeber, Occupy Wall Street hareketinde aktif olmuş bir antropolog ve Londralı bir anarşist militandır. Türkçede Kuralların Ütopyası (çeviri: Muammer Pehlivan, Everest, 2016) ve Değer Teorisi -Antropolojik Bir Giriş (çeviri: Başak Kıcır, Sel Yayıncılık, 2017) gibi kitapları yayımlanmıştır.

[3] Cybersyn projesi bir bilgisayar kullanımı aracılığıyla yeni millileştirilmiş şirketlerin yönetim koşullarını yaratmayı hedefliyordu: Eden Medina: “The Cybersyn Revolution”, Jacobin, Nisan 2015.

[4] Bir sandviççi zinciri

[5] FOMO sosyal medya kullanıcılarında görülen ve önemli bir olayı kaçırma korkunu içeren bir toplumsal kaygı sendromuna gönderme yapar.

Asgari Ücretin Yıl Dönümü Etkinlikleri – Eyüp Özer

İşçi sınıfının günlük hayatına dair taleplerini siyasi birer tartışma konusu olmaktan çıkarıp, adeta yer çekimi gibi karşı konulamaz doğanın kanunu olan teknik tartışmaların bir sonucu olarak göstermek, neoliberalizmin belki de en büyük başarısıdır.

Her yıl tam da bu dönemler hiç şaşmaz, asgari ücret tartışmaları başlar. Adeta bir ritüelmişçesine hiç yeni bir şey yapmadan her yıl birbirinin aynı şekilde sürdürdüğümüz bu asgari ücret tartışmalarında açıkçası tartışılan pek bir şey de olmadığından, artık daha çok bir anma veya yıl dönümü etkinliği halini aldığını söyleyebiliriz.

Sendikalar çeşitli vesilelerle yaptıkları açıklamalarda milyonlarca işçinin asgari ücretten etkilendiğini belirtiyorlar, ancak asgari ücret müzakereleri sırasında, öncesinde veya sonrasında yapılan birkaç sönük eylemin veya görev savma kabilinden yapılan açıklamaların bu asgari ücretten etkilenen milyonların ne kadarını etkilediğini düşünüyorlar, orası tartışmalı.

İşçi sınıfının günlük hayatına dair taleplerini siyasi birer tartışma konusu olmaktan çıkarıp, adeta yer çekimi gibi karşı konulamaz doğanın kanunu olan teknik tartışmaların bir sonucu olarak göstermek, neoliberalizmin belki de en büyük başarısıdır. Bu durum, işçi sınıfının, ne olursa olsun bir şeyin değişmeyeceği umutsuzluğunu, kendi mücadelesi ile bir şeyleri değiştirebileceğine dair özgüven kaybını ve bunların sonucunda tartışmalara dair ilgisizliğini de doğuruyor. Asgari ücret tartışmaları da tam da böyle gelişti, bir yandan milyonların doğrudan hayatını etkileyen, en çok canını yakan, en fazla dert yandığı gündem olmasına rağmen işçi sınıfının geniş kitleleri bu tartışmalara müdahil olacak bir kanal bulamadılar. Ne siyasi örgütler, ne de sendikalar ise, bu durumu tersine döndürecek, asgari ücretten doğrudan veya dolaylı etkilenen milyonları bu tartışmaya dahil edecek herhangi bir çaba içine giriştiler.

Asgari ücretin 8 milyona yakın kişiyi doğrudan ilgilendirdiği söyleniyor ancak aslında bu rakam çok daha yüksek. Çünkü Türkiye’de toplam 17 milyon kayıtlı çalışanın 8 milyonunun ücreti asgari ücret üzerinden bildiriliyorken, geri kalan ücretli çalışanların ücretlerinin belirlenmesinde ise asgari ücret miktarı çok önemli bir rol oynuyor. Türkiye’de tüm ücretler asgari ücretin civarında kümelenmiş durumda, bu konuda en önemli göstergelerden biri asgari ücretin ortalama ücrete oranıdır. OECD ülkeleri içerisinde bu oranın en yüksek olduğu ülke Türkiye’dir, yani ortalama ücret, asgari ücrete çok yakındır. Bu durum, asgari ücret artışının neredeyse tüm ücretlerin artışını belirlemesine neden oluyor. Bu nedenle, sendikalar açıklamalarında sık sık asgari ücret görüşmeleri için en büyük toplu sözleşme benzetmesini kullanıyorlar. Ancak bu çok da gerçekçi bir benzetme değil, sözleşme kelimesi, bir şekilde içinde geçen “söz” veren tarafların iradelerini bildirmeleri anlamını taşır.  Masada her ne kadar patronların iradesi güçlü bir şekilde temsil edilse de, işçiler için pek aynı şeyi söyleyemeyiz. Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, ev sahibinizle kira sözleşmesi yaptığınızda, her ne kadar koşullardan memnun olmasanız bile en azından koşulları bilip sizin de kabul etmeniz gerekir. Burada bu durum geçerli değil.

Görüşmelerde işçileri temsil ettiği iddia edilen Türk iş, bu sefer geçmiş dönemlerden farklı davranarak, daha masaya oturmadan bir kişinin yaşam maliyeti olarak hesap ettikleri, 2578 TL’nin altında bir rakamı kesinlikle kabul etmeyeceklerini duyurdu. DİSK ise, sürecin başından itibaren 3200 TL’nin asgari ücret olarak belirlenmesini talep etti. Erdoğan ise, “Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı yaptıkları çalışmaları bize getirsin ardından biz de jestimizi yaparız” diyerek tüm bu tartışmalara dahil oldu.

Patronları temsilen asgari ücreti belirleyen komisyonda yer alan TİSK ise utanmasa sonunda işçiyi borçlu çıkaracak bir hesapla, asgari ücretin belirlenmesi sırasında işgücü maliyetleri, rekabet gücü, yatırımlar, hedef işsizlik ve hedef enflasyonun göz önünde bulundurulması gerektiğinden bahsederek, 2020’de asgari ücret desteğinin 200 TL’ye yükseltilmesini, yüzde 2 olan işsizlik sigortası işveren payının alınmamasını, yüzde 5 olan SGK işveren desteğinin yüzde 6’ya yükseltilmesini, Toplu İş Sözleşmesi olan işyerlerinde ise bunun yüzde 7’ye yükseltilmesini talep etti.

Tüm bu sürecin sonunda patronların istedikleri oldu, 2020 yılında asgari ücret, yüzde 15 arttırılarak, 2324 TL olarak belirlendi, yani patronların önerdikleri rakamdan sadece 62 TL daha yüksek oldu. Türk İş ise buna tepkisini çok sert koydu ve masadan tamı tamına 10 dakika erken kalktı ama kalkılan masa zaten müzakere masası değildi, görüşmeler bittikten sonra yapılan basın açıklamasıydı. Bu sert tepki karşısında gerek Hükümet, gerekse patronları temsil eden TİSK, ne yapacaklarını şaşırmış olmalılar ki, bir şey de yapmadılar.

Bu dönemin bir diğer farkı ise, müzakereleri yürüten Türk İş’in diğer iki Konfederasyonu da yanına alarak bir anlamda kendi suçuna ortak etmeye çalışması oldu ve bunda hiç zorlanmadı da. Kamu işçilerinin toplu sözleşmesinde alınan çok düşük zam ve ardından açık unutulan mikrofon ile yapılan gaf nedeniyle, Türk İş yönetimi çok yıpranmış olsa gerek ki, asgari ücret görüşmelerinde bu sefer tek başına bu yükü üstlenmek istemedi. Bu stratejisi başarıya ulaşmış da görünüyor. Zaten yapacak bir şey yoktu hissiyatı kabul görmüş olsa gerek ki, gerçekten de bu süreci hasarsız atlatmış görünüyor. DİSK, bu durumu fırsata çevirebilirdi. Yıllardır müzakerelerin parçası olmadığı için, haklı olarak asgari ücretin belirlenmesi yönteminin değiştirilmesini talep eden DİSK, bu sefer, mevcut durumu avantaja çevirip Türk İş’i kendi eylem programı etrafında sürükleyebilirdi. Ancak bunu yapmak yerine kendisi sürüklenmiş oldu. Ne asgari ücret görüşmeleri sırasında, ne de sonrasında, sadece kendi üyelerini değil ama asgari ücretten etkilenen milyonlarca işçinin de katılabileceği bir ortak eylem takvimi önerisi geliştiremedi. Dolayısıyla, işi sınıfının önemli bir kısmında artık kanıksanmış hale gelen yenilgi ve bir şeyleri kendisinin değiştirebileceğine dair umutsuzluk, bu asgari ücret görüşmeleri döneminde de pekiştirilmiş oldu.

Siyaseten böylesi kurak bir dönemde önümüzdeki en önemli görevlerden birisi de sınıfın kaybolan özgüvenini yeniden inşa edecek mücadelelere girişmek ve onlardan kısmi zaferler yaratmak olmalıdır. Asgari ücret müzakereleri bunun için önemli bir fırsat teşkil ediyordu. Çünkü geçmiş yıllardaki asgari ücret artış oranları gösteriyor ki, AKP ne zaman bu konuda karşısında bir direnç görse, geri adım atıp, taviz vermeye zorlanıyor. Bu dönem kaçmış bir fırsat olsa da, önümüzdeki dönemde işçi sınıfının geniş kesimlerinin dahil olabileceği kampanyalarla, asgari ücret mücadelesini sahiplenmesine ve bu vesileyle sınıfın özgüveninin yeniden tesis edilmesine çalışmak gerekir. Aksi halde eğer rutin prosedür sürdürülecekse, ne asgari ücretin yükseltilmesi mücadelesinden, ne de bir müzakereden bahsedilebilir, yapılan bu birkaç açıklama ve çabaya olsa olsa asgari ücretin yıldönümü etkinlikleri denebilir.