İmdat Freni

güvencesiz emek

Geç Kapitalizm ve Kendimize Yaptığımız “Yatırımlar” – Emre Tansu Keten

“Zaten doğuştan hakkımız olduğu halde
Kapısından bile zor girilen
Adına özgürlük denen bu müzayededeki mafiş parçaları
Fahiş fiyatlara satın alabilme hakkına erişebilmek için
Çalış baba çalış her gün
Sürün anam sürün her an
Boğul ruhum boğul
Bir kaşık suya düşmeyi
Borç içinde öğrendik yüzmeyi
Hayatlarımıza kara sular indi
Sabah sekiz akşam beş
Hayallerinle helalleş”

Lalalar, Yalnız Ölü Balıklar Akıntıyı Takip Eder

Matematik öğretmeni İnan Avşar, geçtiğimiz haftalarda Youtube’ta bir video paylaştıktan sonra aracında intihar etti. Avşar, videosunda kısa süreli çalıştığı birçok özel okulda yaşadıklarını, karşılaştığı mobbingleri, esnek çalışma saatlerine mecbur bırakılmasını, yöneticilerinin üzerinde kurduğu performans baskısını anlatıyordu. Bunun yanında Avşar, dizi ve sinema sektöründe de bir şeyler yapmak için çabalamış, ancak her girişimi hüsranla sonuçlanmıştı. Bir işçi olarak eğitim sektöründe, bir girişimci olarak dizi/sinema sektöründe kendisinden beklenenleri yerine getiremediğini düşünüyor, “başka insanlar gibi” olamadığını söylüyor ve artık insanlara güveninin kalmadığından yakınıyordu. Avşar’ın intiharı, AKP’nin kurduğu cendereyle yakından ilişkili olsa da, neoliberal tasallutun insanların hayatlarına ettikleriyle de bir o kadar ilgiliydi.

Geç kapitalizmin, özellikle son 30-40 sene içerisinde, iletişim teknolojilerinin efektif bir şekilde kullanılmasıyla, geçirdiği dönüşüm birçok Marksist tarafından başka terimlerle ifade ediliyor: bilişsel kapitalizm, iletişimsel kapitalizm, gösterge-kapitalizmi vs. Adına ne dersek diyelim, kapitalizmin mevcut yapısı, bilhassa gezegenin Kuzey yarısında çalışma biçimlerinde köklü bir dönüşüme önayak oldu. Hatta bu dönüşüm, sadece iş ve iş yeriyle kurulan bağla sınırlı kalmadı, hegemonik bir kültürel hatla da kendini var etti. Bu hattın temelini güvencesizlik oluştururken, sevimsiz bir kavram olan güvencesizliğin üstü kendini gerçekleştirme, kendine yatırım yapma, iyi bir takım oyuncusu olma, sosyal becerileri yükseltme, girişimcilik gibi kavramlarla boyandı. Çağ pozitif olma çağıydı. Kişisel gelişim, geçmişte dinin üstlendiği işlevi devraldı, herkes evrenden torpil alma peşinde koşmaya başladı.

Max Haiven, geç kapitalizmin etkili bir veçhesi olan finansallaşmanın, ekonomik bir kumar sahası olmanın ötesinde, zamanın ruhu haline geldiğini şu sözlerle anlatıyor: “Finansallaşma çerçevesinde, sağlıktan tutun da eğitime ve dine varıncaya dek her şey giderek finansal merceklerle görülür. İnsan, vücuduna yatırım yapmak için egzersiz yapmalı ve (eğer karşılayabilirse) doğru beslenmelidir; dünyanın en hızlı artan hastalıklarından biri olan obezite, kötü beslenme yatırımı kararlarının sonucu olarak görülür. Eğitim, bireyin topluma katkıda bulunmasına olanak tanımak adına üstlendiği bir kamu yararı olmaktan çıkmıştır artık; bireyin kredi borçlarını geri ödemek için ihtiyaç duyduğu işi kapabilmesine olanak tanımak için bir ehliyete yapılan kişisel bir yatırım haline gelmiştir. Gönüllülük ve toplum hizmeti, manevi ve sosyal karşılık sağlamakla kalmayan, aynı zamanda sosyal sermaye kanıtı olarak özgeçmişte sunulabilecek bir etkinliğe yapılan zaman yatırımı olarak görülür hale gelmiştir”.[1]

Finans, gerçekten şu anda mevcut bir değere yönelik bir iddiayı değil, gelecekte el konulacak artık değerin payını temsil ediyorsa, zamanımızın işçisi de, şu an içerisinde bulunduğu güvencesiz, esnek ve düşük maaşlı işleri dert etmeyip gelecekte yaratacağı özgeçmişinin hayaliyle çalışmalıdır. Yani, bir beyaz yakalının şu an için sömürüye sunduğu emek, gerçek karşılığını çok sonraları alabileceği bir yatırım olarak değerlendirilmelidir. Ancak bir yerde çalışıyor olmak, gelecekteki kariyer hayalleri için yeterli olmamaktadır. Kendisini her alanda daha fazla geliştirmeli, yüksek lisanslar, sertifika programları, kurslar arasında gidip gelmeli, sosyal ağını geliştirmeli, LinkEdin’de yıldızını parlatmalıdır. İşe arzu katılmıştır. Bu, ileride alınacak daha yüksek bir maaşla erişilebilecek bazı metalara yönelik bir arzu değil, kişinin geleceğinde görmek istediği benliğine yönelik bir arzudur. Potansiyel benliğe yönelik bu arzu, kolektif davranmanın ve sınıf dayanışmasının, çalışanlar arası rekabetin hırsı altında ezilmesiyle büyüyor.

Bu dönem, iş ile iş olmayan arasındaki sınırın yok olmaya yüz tuttuğu, işi yöneten resmi kuralların ya da teamüllerin aşındığı bir çağdır.[2] İletişim teknolojilerinin yardımıyla 7/24 kapitalizme geçtiğimizden beri, zamanımızın emekçisinden beklenen, sürekli iletişime açık olması, mesai saatleri dışında da ihtiyaçlara cevap vermesidir. Sürekli meşgul, temas halinde, etkileşim içinde, tepki veren birey için sabit ve istikrarlı mesleki bir kimlik imkânsız hale geliyor (Son direniş kalesi Twitter’daki avukatlar sanırım). Klasik “ne iş yapıyorsun” sorusunun cevabının karmaşıklaşması bu nedenledir. Tıpkı, birkaç sektöre birden yatırım yapan sermayedarlar gibi, işimizin rast gideceği birkaç alana birden yatırım yapıyor, emeğimizi birkaç farklı sektörün hizmetine sunuyoruz.

Nick Dyer-Witheford cep telefonunun geç kapitalizm için anahtar bir araç olduğunu söylüyor. “Kendi işinin patronu” olanları tanımlayan gig ekonomisinin birinci şartı olmasının yanı sıra akıllı telefonlar, şirketlerin çalışanları sürekli iş içerisinde tutabilmesine, mesai dışında ya da uzak bir bölgede dahi olsa onları toplantılara ya da ortak çalışmalara katabilmesine olanak sağlıyor. “Bir aygıta tabi olan öznenin onu doğru biçimde kullanması imkânsızdır. Benzer savları yaymaya devam edenler, kısılıp kaldığı medya aygıtının ürününden başka bir şey değildir”[3] diyor Agamben. Bu “araç mesajdır” klişesiyle özdeşleştirilebilecek teknolojik determinist bir açıklama değil. Araçlara tabiyeti ve araçların insanların biyolojik ritmini denetlemesini motive eden kapitalist üretim ilişkileridir. Enformasyon diyeti türü, iletişim araçlarıyla insanların ilişkisini, insan lehine, düzenleme girişimleri işin bu yanını atlıyor.

İnsan sermayesi ve yaratıcı emek retorikleri bizleri hepimizin gitgide daha fazla sömürülen güvencesiz işçiler değil de, özünü gerçekleştiren girişimciler olduğumuza ikna ediyor. Bir girişimci olarak başarısızlığa uğramanın sonuçları ise tahmin edilebilir. Ancak sadece başarısız olmak değil, aksine başarılı olmak da insan sağlığını olumsuz etkiliyor. Depresyon ve tükenmişlik sendromu dünyanın en yaygın sağlık sorunları olarak karşımıza çıkıyor. Atomize edilmiş bir toplumda, başarısızlık kadar başarının da bedelleri var.

Orta sınıf miti, güvencesiz bir ekonomik alanda var olmaya çalışan insanları, sadece kültürel tüketimleri üzerinden bir torbaya sıkıştırmaya çalışıyor. Oysa, bütün bu şatafatın ardında vahşi sömürüden başka bir şey yok. Üstelik bu sömürü, mesai saatleri içerisinde harcanan emeğin değil, bütün bir yaşamın, arzuların, hayallerin, duyguların sömürülmesini ve işe koşulmasını getiriyor. Prekarya, kognitarya vs. gibi kavramsallaştırmaların, insanların iş ile olan ilişkilerindeki dönüşümleri anlamak açısından birçok işlevi olsa da, Dyer-Witheford’un vurguladığı gibi, proletarya kavramı olmakta olan’ı açıklamak için en kullanışlı kavram hala. Bizler proleteriz, hayatta kalmak için emeğini satmak zorunda olanlarız, yüzde 99’uz.


[1] Max Haiven, Hayali Sermaye – Popüler Kültürde ve Gündelik Yaşamda Finansallaşma, çev. Yasin Emre Kara, Koç Üniversitesi Yayınları, s. 60

[2] Ursula Huws, Küresel Dijital Ekonomide Emek, çev. Cemre Şensesen, Yordam Kitap, s.25

[3] Agamben’den aktaran Jonathan Crary, 7/24: Geç Kapitalizm ve Uykuların Sonu, çev. Nedim Çatlı, Metis Yayınları, s. 53