İmdat Freni

sendika

Covid-19: Evet Savaştalar… Ama Bize Karşı! – Uluslararası Sendikal Dayanışma ve Mücadele Ağı

Hükümetler ve patronlar Koronavirüsle savaşta olduklarını iddia ediyorlar. Gerçekteyse bu savaş, toplumsal sınıfımıza karşı yürüttükleri bir savaş. Kârları uğruna bize karşı açtıkları bir savaş!

Küresel sağlık krizi büyük bir ölçüde kapitalist sistemin bir sonucudur

   Elbette bu virüsün kapitalizm tarafından yaratıldığını söylemiyoruz. Fakat deneyimlediğimiz bu insanlık felaketinin kendisi kapitalizmden kaynaklanıyor.

   Tüm dünyadaki hükümetler biraz farklar bulunsa bile benzer seçimler yaptılar: salgının boyutunu hafife almakla başladılar üstelik bunun nedeni bilgisizlik değil, nedeni sermayenin, hissedarların, kapitalistlerin kârlarını koruma önceliğini benimsemiş olmalarıydı. Milyarlarca insanın sağlığına karşı bir azınlığın kârları!

Kriz bir kez gerçekleştiğinde, kapitalizmin zararı bize kesilir 

   Sağlığın her alanındaki altyapı, kadro ve kaynak eksikliği: dünyanın bir kısmında kamu hizmetlerinin yıkımının, kalan kısmında ise bunların neredeyse hiç var olmamasının sonuçlarıdır bunlar. 

   Koruyucu ekipman eksikliği: maske, hidroalkolik jel, tarama testi, solunum cihazı vb. Ama fabrikalar silah üretmeye devam ediyorlar. Kapitalistler sadece kendi çıkarlarını gözetiyorlar, halkın çıkarlarını değil. 

   Birçok ülkede, araştırmacılar son yıllarda virüs üzerine yürütülen bilimsel çalışmaların bütçeye dayalı nedenlerle kesildiğini ifade ediyorlar. Kapitalistler, bu alandaki kuralları belirleyen çokuluslu ilaç şirketlerine yatırım yapmayı tercih ediyorlar. 

Sağlık krizi boyunca işler devam ediyor!

   Konu iş dünyası olunca kapitalistler acımasızdır:

    Halkın yaşamı için gereklilik arz etmeyen çok sayıda şirketin, içine bulunduğumuz tehdit gibi sağlık risklerine rağmen çalışmasına izin veriyorlar. Kapitalistler, para kazanmaya devam etmek için dünya üzerindeki milyonlarca işçinin hayatını ve sağlığını büyük riske atıyorlar.

   Gerçekten gerekli sektörlerde (ki bunlar doğrudan sağlık, beslenme ve gaz, su, elektrik gibi ihtiyaçlara erişim sağlanmasıyla ilgili sektörlerle sınırlı olmalıdır) işverenler enfeksiyon kapmamak için “önleyici davranışlar”ı öne çıkararak sorumluluğu bireylere devrediyor. Ancak bir yandan birçok şirket enfeksiyon riskini azaltmak için “önleyici davranışları” uygulanabilir kılmak adına hiçbir şey yapmıyor, öte yandan bu önlemler zaten yeterli değil. Herkesin sağlığı göz önünde bulundurularak tüm iş organizasyonunun gözden geçirilmesi gerek. Ve bunu yapmak için kapitalistlerin pek doğru bir yerde durdukları söylenemez çünkü çalışanlar kendileri değil.  Bunu bizler yapmalıyız, her departmanda, kuruluşta, şirkette, faaliyette. Çünkü bu gerçekten gerekli. 

Kapitalistler bu sağlık krizini; toplumsal kazanımlarımızı, haklarımızı daha da kısıtlamak için kullanıyorlar. Her ülkede acil durum önlemlerinin büyük bir kısmı çalışma saatlerine, izinlere, maaşlara, grev hakkına dönük saldırılardan oluşuyor.

Durum sömürgeciliğin doğrudan kurbanı olan bölgelerde çok daha kötü, halihazırda sefalet içinde yaşayan halklar için sağlık krizi korkunç sonuçlar doğurabilir. 

Direnişler örgütleniyor!

   Bildiğimiz bağlamda direnişleri örgütlemek kolay değil. 

   Uluslararası Sendikal Dayanışma ve Mücadele Ağı üyeleri yalnızca “radikal” görünmenin hazzı adına sloganları, şiarları art arda dizmek istemiyor. İstediğimiz şey, yaşam ve çalışma alanlarımızdan başlamak üzere özgürce birleşmek, uluslararası düzeyi de içerek şekilde koordine olarak direniş ve kazanım için kitlesel bir halk hareketi inşa etmektir. 

   -Dünyanın tüm bölgelerindeki mücadeleleri destekleyelim ve bilinir kılalım.

   -Mesleki sektörlerimize göre örgütlenelim ama aynı zamanda özgül hakları (kadınlar, göçmenler, ırkı nedeniyle ezilenler vd) savunarak ve toplumsal eşitliğe ulaşmak için de örgütlenelim.  

   -Bu sağlık krizinin faturasının en güvencesiz, en yoksul olana kesilmesine izin vermeyelim.

   -Tüm emekçilerin (ücretli çalışanlar, serbest meslek sahibi, işsizler, geçici işçiler, mevsimlik işçiler vb.) durumlarına bakılmaksızın gelirlerinin %100’ü garanti edilmelidir, herkes için ülkelerindeki yaşam maliyetine dayalı asgari düzeyde bir garanti sağlanmalıdır.

   -Çalışma alanlarımızda ve hayatlarımızda gidişatımızı kendi ellerimize alalım. Hükümetler, kamu yetkilileri ve devletler kapitalizmin hizmetindeki araçlardır. 

   -Acil sağlık duruma müdahale edebilmek için gerekli şirketler, hizmetler, mağazalar, halka açık alanlar kamulaştırılsın!

Artık kapitalistlerin küresel felaketler yaratmasına izin vermeyelim!

Çeviren: Gizem Karaköçek

Kaynak: http://www.europe-solidaire.org/spip.php?article52610

Havacılık Sendikalarından Ortak Açıklama: Covid-19’un Ötesinde, Gerçek Virüs Kapitalizm!

Air Crew Committee, CGT (İspanya), CUB, SOS Handling, SUD Aérien gibi bir dizi havacılık sendikası havayolları ve havaalanı sektörlerinde Covid-19 krizi sırasındaki çalışma koşullarını mahkûm ederek sadece acil durum uçuşlarına izin verilmesi ve kritik bir öneme sahip havayolu şirketleri ile havaalanlarının kamulaştırılması talebini yineledi. Metnin bütünü şöyle:

Havayolu ve havaalanı sektörlerindeki işçiler ve sendika aktivistleri olarak, öncelikle, koronavirüsün (Covid-19) ortaya çıkmasına rağmen, yetersiz güvenlik ekipmanlarıyla ve üstelik daha uzun süre çalışmaya zorlanan, hem kendilerinin hem de ailelerinin sağlığını riske atan, tüm çalışma arkadaşlarımıza enternasyonalist destek ve dayanışmamızı sunmak istiyoruz. Dayanışmamızı herkese, özellikle bu kriz nedeniyle işlerini kaybeden güvencesiz çalışanlara gönderiyoruz.

Karar vermesi gereken piyasa değil!

Havacılık ve havaalanı sektörlerinin yaşadığı ağır krizin farkındayız. Covid-19 nedeniyle havayolları şirketleri faaliyetlerini %95 oranına kadar düşürmek durumunda (ve daha krizin ortalarındayken) kaldı.

İlk olarak Çin’in Wuhan bölgesinde patlak veren acil durumun başından itibaren faaliyetlerde bir azalma söz konusu oldu. 

Havaalanlarının ticari trafiğe kapatılması gündeme gelene kadar güvenlik ekipmanları (maske ve eldiven) için talep vardı. 

Sesimiz duyulmadı ve hala duyulmuyor: bugün havayolu trafiğinde güçlü bir düşüş varsa bu, virüsün (Covid 19) yayılmasını durdurmak için ticari uçuşları durdurma politikasından değil, sadece piyasa talebindeki düşüşten (bilet satışları) kaynaklanmaktadır.

Çalışmaya devam edemezsiniz!

Sağlık çalışanlarına olan tüm saygımızla, havacılık-havaalanı sektörü çalışanları olarak, en başından beri herhangi bir korunma olmaksızın çalışıyoruz, havaalanı ve uçakların içinde binlerce yolcuyla doğrudan temas kurmaya devam ederken, maske ve eldiven kullanımının tamamen yasaklandığı bazı durumlarda çalışıyoruz.

Tüm bunlar sorumsuzca ve kabul edilemez!

İşçilerin ve yolcuların sağlığının korunmasını sağlayacak, sağlık ve güvenlik hususunda çeşitli hükümetler tarafından yeni kanunlar yapılacak:

Yalnızca acil durum uçuşları (gıda transferi, ilaç, hasta insanlar, vb.) ile aile birleşmeleri ve geri dönüş uçuşlarının yapılması güvenceye alınarak, ticari trafiğin tamamen durdurulması sağlık korumasını garanti edebilir. 

Krizin bedelini işçiler ödememeli

Açıkça görülüyor ki, bu acil sağlık durumunun azami süresi boyunca, hava trafiğinin geçici olarak askıya alınmasının bedeli, havacılık-havaalanı sektörü işçileri veya tedarik sektöründeki (kafeterya, temizlik, mağazalar, barlar, vs.) çalışma arkadaşlarımız tarafından ödenmemelidir.

Bu krizin bedeli, onlarca yıldır, her yıl sadece küçük bir kısmının işçilere ulaştığı milyarlarca Avro’luk gelir elde eden, sürekli büyüyen bir sektörden kazanç elde edenler tarafından ödenmelidir. Krizin bedeli, bu topyekûn kriz döneminde ve tekrar yola çıkmaya hazır olduğumuzda, sektördeki tüm çalışanlar için istikrarı ve tam ücretleri garanti etmesi gereken patronlar ve hükümetler tarafından ödenmelidir. 

Havacılık-havaalanı sektörü hayati önemdedir: ulusal şirketler ve havaalanları kamulaştırılsın!

Bu kriz, her ülkede, havacılık-havaalanı sektörü gibi hayati bir sektör üzerinde kontrole sahip olmanın önemini ortaya koydu; koronavirüs krizi gibi birçok dış faktöre karşı koyabilecek bir sektördür bu.

İlk zorlukta işçileri işten çıkarıp, yolcuları ortada bırakacak olan özel çıkarlar ve fırsatçılar tarafından denetlenemez!

Biz her zaman temel ulusal şirketlerin ve gerçek birer müşterek olarak kabul edilen havaalanlarının kamulaştırılmasını talep ettik, böylece bunları işçilere ve gezegenin tüm yaşamı için elzem olan çevre ve iklime saygılı biçimde toplumun hizmetine sunabiliriz. 

HER ŞEYDEN ÖNCE İŞÇİLERİN SAĞLIĞINA VE YAŞAMINA SAYGI!

HEMEN UÇUŞ SINIRLAMASI-SADECE ACİL UÇUŞLAR!

TAŞIMACILIK ŞİRKETLERİ VE HAVAALANLARI KAMULAŞTIRILSIN!

KRİZİN BEDELİ PATRONLAR VE HÜKÜMETLER TARAFINDAN ÖDENMELİ!

KADRO AZALTIMINA HAYIR!

ACİL DURUM BOYUNCA %100 MAAŞ GARANTİSİ VERİLSİN!

İmzacı sendikalar:

Air Crew Committee, CGT (İspanya), CUB, SOS Handling, SUD Aérien

Çeviri: Bilge Certel

Kaynak:http://www.europe-solidaire.org/spip.php?article52559

Hamalın Sendikası Olurmuş: Aras Kargo’ya Sendika Girdi – Seyithan Kaya

Tüm Taşıma İşçileri Sendikası (TÜMTİS) ve Aras Kargo arasındaki toplu iş sözleşmesi (TİS) görüşmeleri anlaşmayla sonuçlandı. Toplam 51 ilde, 880 şubede, 51 aktarma merkezinde örgütleme çalışması yapan TÜMTİS, işçilerin sendikayı sahiplenmesi sonucunda büyük kazanımlar elde etti. Sendikanın hedefi, şirketlerin işçi, yemek ve fazla mesai ücretleri üzerinden rekabete girmelerini önlemek. Aras Kargo işçileri tüm bu süreci İmdat Freni için anlattı.

Aras Kargo ile masaya oturmalarının 5 yıl sürdüğüne dikkat çeken işçiler mücadelelerinin kargo işçisi sendikalı olamaz algısını kırdığını belirtti.

“Aras Kargo 1000 kişilik fabrika değil, 800 tane farklı noktanın bulunduğu bir yer. Sendika bu işin bize kolay olmayacağını, uzun yıllar süreceğini belirtti. Biz yıllardır sürünüyoruz, işveren bizi kendi boyunduruğu altında eziyor, buna son vermek istiyoruz. Ama uzun sürecekti; bunun kanunu, yasası var. Müdürler, yöneticiler, işverenin adamları var. Ama biz birbirimizle kenetlenerek bu işi başardık”

“Dünyadaki tedarik zincirini çeviren, sanayinin ham maddesini ileten, aynı zamanda da bir çocuğun oyuncağını dağıtanlar kargo işçileridir.”

“Eskiden nasıl çöp kamyonları toplanmadığı zaman hayat duruyorsa, ulaşım engelleniyorsa; biz kamyonları oynatmazsak hiçbir şey bir yerden bir yere gitmez. Gerçekten burada da öyle. Dünyadaki tedarik zincirini çeviren, sanayinin ham maddesini ileten, aynı zamanda da bir çocuğun oyuncağını dağıtanlar kargo işçileridir. Bu durum aynı zamanda örgütlenmeyi de zorlaştıran bir sisteme sebep oluyor. Biz örgütlenmeye başladığımız zaman herkes ‘Kargo şirketlerinde örgütlenme olmaz. Çünkü çok dağınık’ diyordu. ‘Yapamazsınız! Beceremezsiniz.! Bunlar Türkiye devi!’ diye söylüyorlardı. İşçi arkadaşlar ‘Sendika olmaz. Biz hamalız, hamalın sendikası mı olur?’ diyorlardı. UPS ve DHL örneklerini gördükçe umutlandık. UPS ve DHL’deki işçi arkadaşlarımız da bu süreci anlatarak bizi yüreklendirdiler. UPS ve DHL işçileri de bu sürece katıldılar. Sadece para için değil, işverene karşı işçilerin söyleyecek sözü olmasının tek yolu sendikadır. Ne siyasi parti, ne yöre derneği! Yasa ve kanun sendikaya yetki vermiş. İşçinin işçinin ağzından duyması çok başka. Aras Kargo işçileri artık 9-6 çalışıyor. Fazlasını çalışırsa da mesai alıyor. ‘Yoruluyorum ama para kazanıyorum.’ diyoruz

“Aras Kargo, Türk Telekom’dan sonra örgütlenebilmiş en dağınık iş yeridir.”

“UPS ve DHL deneyiminden sonra kargo işçilerinin kafasında bir ışık yandı ve kargo şirketlerinde sendikal örgütlülüğün olabileceğini düşündük. Aras Kargo’da sadece masaya oturmak bile 5 sene sürdü. Çoğunluğu yakalamak ise 2 yıl sürdü. İşveren yetkiye, çoğunluğa itiraz etti. 15 Temmuz’dan sonra 2-3 kere hâkim değişti. Örgütlülüğü bu süreçte devam ettirmek çok zordu. Patronun aynı zamanda dedikoduları oluyordu; ‘Sendika sizi sattı, geçmişte de sizi satmıştı” diyordu. Mahkeme sürecini biz de izledik. Örgütlendiğimizi üst kademeye asla duyurmadık. Patron, şüphelendiği sendikalı arkadaşlarımızı işten attı ama işçi arkadaşlarımız bunu asla açık etmedi. Çoğunluk belgesi gelince patron müdürleri toplamış ve ‘Hiç mi adamınız yok, siz bunu nasıl duyamazsınız?’ diye müdürlere kızmış. Aras Kargo, Türk Telekom’dan sonra örgütlenebilmiş en dağınık iş yeridir. Aras Kargo’nun 28 tane aktarma merkezi 880 tane şubesi var. Her gün bir yerde işçi arkadaşımızla görüşsek 880 gün sürer. Bizim olmadığımız yerde Aras Kargo işçisini UPS işçisi örgütledi. 51 ilde örgütlüyüz. Artvin’de 3 üyemiz var.

‘DHL, UPS ve Aras Kargo başka nakliye şirketlerinin de mallarını taşıyor. Ne kadar ucuza taşırsa o kadar çok paket alıyor. Şirketler birbiri ile rekabeti işçi üzerinden yapıyorlar. Bütün kargo şirketlerini örgütleyerek emek üzerinden rekabet yapılmamasını, hizmet üzerinden rekabet yapılmasını hedefliyoruz. Kim daha az mesai verirse, kim daha az yemek parası verirse müşteriyi o kapıyor. Bütün nakliye işçileri el ele vererek bu düzeni ortadan kaldıracağız”

İsmini vermek istemeyen bir diğer Aras Kargo işçisi sendikaya üye olduktan sonra işçilerin arasında kenetlenmenin başladığını anlattı

 “Ben işe başladığım zaman bize, 8:30 gibi işe başlayacağımızı söylediler. Ama resmi olarak 8.30 görünmesine rağmen çalışmaya hep 8:00’de başlıyorduk. Akşam çıkışlarımız hiç belli olmuyordu. Normal şartlarda sabit mesai veriyorlardı. Ama işe yeni başlamışsın, geldiğinde zaten bir düzen var. Çalışmaya, ekmek kazanmaya gelmişsin. Bu durumda mecburen o ortama ayak uyduruyorsun, sen de 8’de başlıyorsun ya da ‘Bu benim işime gelmez’ diyecek, çıkıp gideceksin. Ama çalışıyorsun bir şekilde, mecbur kalıyorsun. Başlangıçta sabit mesai var diyerek, paydos saatinin de 19:00 olduğunu söylemişlerdi. Asıl paydos saati ise 18:00’di. Akşamları ister 20:00’ye ister 21:00’e kadar çalış her güne 1 saat mesai verirlerdi. Hep 19:00’da çıkmış gibi sayılırdık. Mesela sendika öncesinde her gün farklı bir acenteye, farklı bir şubeye gönderirlerdi. Sabit bir yerdesin, düzenini oturtturmuşsun çalışıyorsun ama itirazlara rağmen sürekli başka yere göndermek istiyorlar”

“Sendikadan önce dağınık bir görüntü vardı işçiler arasında, kimse kimseye karışmıyordu. Uzun süren mesailere itiraz edecek olsan, yalnız kalıyordum. Ya da bir haksızlık yapılıyordu, mesela, ‘Bu adamı yetkili yapmışsınız ama bu adam diğer çalışanları ezmeye çalışıyor, küfürlü konuşuyor. Buna hakkı yok.’ diyorduk. Yine yalnız kalıyorduk. Ama sendikadan sonra kenetlenme oldu. Böyle bir konu olduğunda arkadaşlar da destek oluyor, bu davranışlara karşı çıkıyorlar.

 “Senin sendikalı olduğunu duyduk, sendikadan çıkacaksın yoksa seni işten atarız”

“Aras Kargo’da eskiden doğru düzgün yemek ücreti yoktu. Hala da yeterli değil tabi ama şu an başlangıç aşamasında olduğumuzdan, 15TL’lik günlük yemek ücretini kabul ettik. Bu konularda adım adım gidilecek. Mesela UPS’te yemek ücreti 21TL’ydi, şimdi daha da zamlandı. Elbette daha iyi olmalı, bizce de yeterli değil ama zamanla bu da iyileşecek. Yurtiçi Kargo’da, MNG’de 13TL veriyorlar. Sendika geldiği zaman, zam sürecindeydik. 12TL yemek parası alıyorduk. ‘50 kuruş zam yapılacak’, dendi. Sendikanın da gelmesiyle beraber masaya oturduk ve yemek parası 15TL’ye yükseldi. Zaten sendikanın çok faydası oldu. Aras Kargo ve TÜMTİS’in çalışmaları çok sıkı devam ediyordu. Benim bu süreçler içinde duyduğum, yaşadığım çok şey var. Mesela burada müdürler, kimi arkadaşların yakalarına yapışıp; ‘Senin sendikalı olduğunu duyduk, sendikadan çıkacaksın yoksa seni işten atarız’ şeklinde mobbing uygulamışlar.”

“Sendikadan sonra, insan yerine konulduğumuzu anladık.”

Sendikada yetki mücadelemiz mahkemeye taşındı. Sendika yetkilileri ile mahkeme sonrasında konuşuyoruz, diyor ki; ‘Duruşmayı 4 ay sonraya ertelediler.’ ‘Niye?’ diye soruyoruz haklı olarak. Her şeyimiz hazır, tüm belgelerimiz tam ama yine de sonuçlanmıyor. Arkadaşlarla aramızda konuşurken ‘acaba Aras Kargo TÜMTİS’e para mı yediriyor?’ diye söz açılıyordu. Kendi açımdan bir güvensizliğim yok ama birçok arkadaşımızın da aklından bunlar geçiyordu. İşçisin, asgari ücretle çalışıyorsun. Bir gün işe gelmemen bile sıkıntılıyken, mahkemeleri günleri seni mümkün değil göndermezler. ‘Daha sendikalı değilsin, sendika mahkemesi için nereye gidiyorsun’ derler. Diyelim ki sendikanın mahkemesine gidiyorum demedin, işim var dedin yine gidemezsin. Göndermiyorlar yani… Gitmek mi istedin, adam gelip ‘Sana tutanak tutarım.’ diyor. O zamanlar çalışanların birçoğu; ‘Eyvah tutanak tutuldu beni işten atarlar’ diyordu.

“Sendikadan sonra, en önemlisi insan yerine konulduğumuzu anladık. Onun dışında yemek paramızda artış oldu, çalıştığımız kadar mesai almaya başladık. Senelik yakacak parası alıyoruz, her çocuk başına okuduğu için ayrıyeten para alıyoruz, 6 ayda 1 olmak üzere senede 1 maaş da ikramiye alıyoruz. Bunlar artık yapılan senelik zamlara göre günden güne artıyor. Bu sene yemek paramız enflasyona göre arttı ama mesela belki bir sonraki sözleşmede enflasyonun üzerinde bir rakamda olacağız giderek daha da iyi olacağını düşünüyorum.”

“Sendikaya karşı olan insanlar sendikaya üye olmaya başladı”

“Çalıştığımız yerde, patronlara yakınlığı olanlar vardı. Onlar da bizim gibi çalışan insanlar ama gelip, ‘Sendikalı olmayın, sizi işten çıkarırlar’ falan diyorlardı. Hatta içimize girip, sendikalı olup olmadığımızı öğrenip, müdürlere söylüyorlardı. Müdürler de öğrenince, bana bakış açıları farklı oluyordu. Ama sonradan bunları gelip söyleyen o insanlar bile sendikalı olmak için sıraya girdi.

Sendikadan sonra, 70 saatlik mesaim kırpılmadan 70 saat olarak hesabıma yatırılmış. Önceden o kadar mesaim de olsa ücret sabitti. Mesaimiz 25 saat ya da maksimum 30 saat olarak yatırılırdı. Hiçbir hakkın yokken bir örgütlenmenin içine giriyorsun ve yemek paran artıyor, mesailerini tam alıyorsun, senede 1 ikramiyen yatıyor, yakacak paran var… Bunlar çok önemli, çok büyük avantajlar.”

TİS’te Aras Kargo işçi ne kazandı?

  • 01.09.2018-31.12.2020 dönemini kapsayan TİS ile ücret ve sosyal haklara birinci yıl yüzde 40 oranında, ikinci yıl enflasyon oranında zam alındı.
  • Sendika üyesi işçilerin 01.09.2018 ile 31.12.2018 tarihinde almış oldukları ücretlerine yüzde 9 oranında, 31.12.2018 tarihinde almış oldukları ücretlerine de yüzde 22 oranında zam alındı. Ücretlere ek olarak bir aylık ücretleri tutarında ikramiye alındı.
  • İmzalanan TİS ile yakacak, öğrenim, doğum, evlenme yardımlarını içeren sosyal maddelerde artış sağlandı.
  • 12 TL olan yemek ücretleri 15 TL’ye çıkarıldı.
  • Fazla mesai ücretleri yüzde 60’a çıkarıldı. Mevcut yıllık izinlere birer gün ilave alındı.
  • İş güvencesini içeren maddelerde önemli kazanımlar sağlandı. Sendika üyeliği ve sendika temsilciliği için ek güvenceler getirildi. Disiplin kurulu kararı olmaksızın işçi çıkarılamayacağı TİS ile güvence altına alındı.

Asgari Ücretin Yıl Dönümü Etkinlikleri – Eyüp Özer

İşçi sınıfının günlük hayatına dair taleplerini siyasi birer tartışma konusu olmaktan çıkarıp, adeta yer çekimi gibi karşı konulamaz doğanın kanunu olan teknik tartışmaların bir sonucu olarak göstermek, neoliberalizmin belki de en büyük başarısıdır.

Her yıl tam da bu dönemler hiç şaşmaz, asgari ücret tartışmaları başlar. Adeta bir ritüelmişçesine hiç yeni bir şey yapmadan her yıl birbirinin aynı şekilde sürdürdüğümüz bu asgari ücret tartışmalarında açıkçası tartışılan pek bir şey de olmadığından, artık daha çok bir anma veya yıl dönümü etkinliği halini aldığını söyleyebiliriz.

Sendikalar çeşitli vesilelerle yaptıkları açıklamalarda milyonlarca işçinin asgari ücretten etkilendiğini belirtiyorlar, ancak asgari ücret müzakereleri sırasında, öncesinde veya sonrasında yapılan birkaç sönük eylemin veya görev savma kabilinden yapılan açıklamaların bu asgari ücretten etkilenen milyonların ne kadarını etkilediğini düşünüyorlar, orası tartışmalı.

İşçi sınıfının günlük hayatına dair taleplerini siyasi birer tartışma konusu olmaktan çıkarıp, adeta yer çekimi gibi karşı konulamaz doğanın kanunu olan teknik tartışmaların bir sonucu olarak göstermek, neoliberalizmin belki de en büyük başarısıdır. Bu durum, işçi sınıfının, ne olursa olsun bir şeyin değişmeyeceği umutsuzluğunu, kendi mücadelesi ile bir şeyleri değiştirebileceğine dair özgüven kaybını ve bunların sonucunda tartışmalara dair ilgisizliğini de doğuruyor. Asgari ücret tartışmaları da tam da böyle gelişti, bir yandan milyonların doğrudan hayatını etkileyen, en çok canını yakan, en fazla dert yandığı gündem olmasına rağmen işçi sınıfının geniş kitleleri bu tartışmalara müdahil olacak bir kanal bulamadılar. Ne siyasi örgütler, ne de sendikalar ise, bu durumu tersine döndürecek, asgari ücretten doğrudan veya dolaylı etkilenen milyonları bu tartışmaya dahil edecek herhangi bir çaba içine giriştiler.

Asgari ücretin 8 milyona yakın kişiyi doğrudan ilgilendirdiği söyleniyor ancak aslında bu rakam çok daha yüksek. Çünkü Türkiye’de toplam 17 milyon kayıtlı çalışanın 8 milyonunun ücreti asgari ücret üzerinden bildiriliyorken, geri kalan ücretli çalışanların ücretlerinin belirlenmesinde ise asgari ücret miktarı çok önemli bir rol oynuyor. Türkiye’de tüm ücretler asgari ücretin civarında kümelenmiş durumda, bu konuda en önemli göstergelerden biri asgari ücretin ortalama ücrete oranıdır. OECD ülkeleri içerisinde bu oranın en yüksek olduğu ülke Türkiye’dir, yani ortalama ücret, asgari ücrete çok yakındır. Bu durum, asgari ücret artışının neredeyse tüm ücretlerin artışını belirlemesine neden oluyor. Bu nedenle, sendikalar açıklamalarında sık sık asgari ücret görüşmeleri için en büyük toplu sözleşme benzetmesini kullanıyorlar. Ancak bu çok da gerçekçi bir benzetme değil, sözleşme kelimesi, bir şekilde içinde geçen “söz” veren tarafların iradelerini bildirmeleri anlamını taşır.  Masada her ne kadar patronların iradesi güçlü bir şekilde temsil edilse de, işçiler için pek aynı şeyi söyleyemeyiz. Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, ev sahibinizle kira sözleşmesi yaptığınızda, her ne kadar koşullardan memnun olmasanız bile en azından koşulları bilip sizin de kabul etmeniz gerekir. Burada bu durum geçerli değil.

Görüşmelerde işçileri temsil ettiği iddia edilen Türk iş, bu sefer geçmiş dönemlerden farklı davranarak, daha masaya oturmadan bir kişinin yaşam maliyeti olarak hesap ettikleri, 2578 TL’nin altında bir rakamı kesinlikle kabul etmeyeceklerini duyurdu. DİSK ise, sürecin başından itibaren 3200 TL’nin asgari ücret olarak belirlenmesini talep etti. Erdoğan ise, “Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı yaptıkları çalışmaları bize getirsin ardından biz de jestimizi yaparız” diyerek tüm bu tartışmalara dahil oldu.

Patronları temsilen asgari ücreti belirleyen komisyonda yer alan TİSK ise utanmasa sonunda işçiyi borçlu çıkaracak bir hesapla, asgari ücretin belirlenmesi sırasında işgücü maliyetleri, rekabet gücü, yatırımlar, hedef işsizlik ve hedef enflasyonun göz önünde bulundurulması gerektiğinden bahsederek, 2020’de asgari ücret desteğinin 200 TL’ye yükseltilmesini, yüzde 2 olan işsizlik sigortası işveren payının alınmamasını, yüzde 5 olan SGK işveren desteğinin yüzde 6’ya yükseltilmesini, Toplu İş Sözleşmesi olan işyerlerinde ise bunun yüzde 7’ye yükseltilmesini talep etti.

Tüm bu sürecin sonunda patronların istedikleri oldu, 2020 yılında asgari ücret, yüzde 15 arttırılarak, 2324 TL olarak belirlendi, yani patronların önerdikleri rakamdan sadece 62 TL daha yüksek oldu. Türk İş ise buna tepkisini çok sert koydu ve masadan tamı tamına 10 dakika erken kalktı ama kalkılan masa zaten müzakere masası değildi, görüşmeler bittikten sonra yapılan basın açıklamasıydı. Bu sert tepki karşısında gerek Hükümet, gerekse patronları temsil eden TİSK, ne yapacaklarını şaşırmış olmalılar ki, bir şey de yapmadılar.

Bu dönemin bir diğer farkı ise, müzakereleri yürüten Türk İş’in diğer iki Konfederasyonu da yanına alarak bir anlamda kendi suçuna ortak etmeye çalışması oldu ve bunda hiç zorlanmadı da. Kamu işçilerinin toplu sözleşmesinde alınan çok düşük zam ve ardından açık unutulan mikrofon ile yapılan gaf nedeniyle, Türk İş yönetimi çok yıpranmış olsa gerek ki, asgari ücret görüşmelerinde bu sefer tek başına bu yükü üstlenmek istemedi. Bu stratejisi başarıya ulaşmış da görünüyor. Zaten yapacak bir şey yoktu hissiyatı kabul görmüş olsa gerek ki, gerçekten de bu süreci hasarsız atlatmış görünüyor. DİSK, bu durumu fırsata çevirebilirdi. Yıllardır müzakerelerin parçası olmadığı için, haklı olarak asgari ücretin belirlenmesi yönteminin değiştirilmesini talep eden DİSK, bu sefer, mevcut durumu avantaja çevirip Türk İş’i kendi eylem programı etrafında sürükleyebilirdi. Ancak bunu yapmak yerine kendisi sürüklenmiş oldu. Ne asgari ücret görüşmeleri sırasında, ne de sonrasında, sadece kendi üyelerini değil ama asgari ücretten etkilenen milyonlarca işçinin de katılabileceği bir ortak eylem takvimi önerisi geliştiremedi. Dolayısıyla, işi sınıfının önemli bir kısmında artık kanıksanmış hale gelen yenilgi ve bir şeyleri kendisinin değiştirebileceğine dair umutsuzluk, bu asgari ücret görüşmeleri döneminde de pekiştirilmiş oldu.

Siyaseten böylesi kurak bir dönemde önümüzdeki en önemli görevlerden birisi de sınıfın kaybolan özgüvenini yeniden inşa edecek mücadelelere girişmek ve onlardan kısmi zaferler yaratmak olmalıdır. Asgari ücret müzakereleri bunun için önemli bir fırsat teşkil ediyordu. Çünkü geçmiş yıllardaki asgari ücret artış oranları gösteriyor ki, AKP ne zaman bu konuda karşısında bir direnç görse, geri adım atıp, taviz vermeye zorlanıyor. Bu dönem kaçmış bir fırsat olsa da, önümüzdeki dönemde işçi sınıfının geniş kesimlerinin dahil olabileceği kampanyalarla, asgari ücret mücadelesini sahiplenmesine ve bu vesileyle sınıfın özgüveninin yeniden tesis edilmesine çalışmak gerekir. Aksi halde eğer rutin prosedür sürdürülecekse, ne asgari ücretin yükseltilmesi mücadelesinden, ne de bir müzakereden bahsedilebilir, yapılan bu birkaç açıklama ve çabaya olsa olsa asgari ücretin yıldönümü etkinlikleri denebilir.

Bilgi’de Toplu Sözleşmeye Doğru: Beyhan Sunal’la Söyleşi – Uğur Şahin Umman

Bilgi Üniversitesi’nde görevli temizlikçiler, güvenlikçiler, akademisyenler, okutmanlar 2009 yılında DİSK’e bağlı Sosyal İş Sendikası’nda örgütlenmeye başlar. 2018 yılında toplu sözleşme için yeter sayıya ulaşan işçiler Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na başvurarak yetki talebinde bulunur. İşveren yetki itirazı için mahkemeye gider ve Kasım ayında İstanbul 35. İş Mahkemesi itirazı karara bağlar: Sosyal İş Sendikası Bilgi Üniversitesi’nde toplu iş sözleşme yapmaya yetecek sayıya ulaşmıştır. Laueate tarafından Can Holding’e satılan Bilgi Üniversitesi’nde.

Süreç başarıya ulaştığı takdirde Türkiye’de ilk defa bir vakıf üniversitesinde işçiler toplu sözleşme hakkına sahip olacaklar. Süreci Bilgi Üniversitesi İşyeri temsilcisi Beyhan Sunal süreci anlattı.

Neoliberal dönemde işletmelerde taşeronlaştırma süreçleri çevre çeper ilişkisi çerçevesinde yürür, asıl hizmet verilen alanlarda, yani çevrede taşeronlaşma gerçekleşmez, çeper denilen yan hizmet alanlarında taşeronlaşma başlar. Bilgi Üniversitesi’nde yaşanan taşeronlaşma saldırısının temizlik ve mutfak bölümlerinde çalışan işçilere yönelik olduğu görüyoruz. Ancak burada çevreden yoğun bir itiraz yükselir ve bu saldırı püskürtülür. Bu itiraz akademisyenlerden gelir.

“2007 yılında Bilgi Üniversitesi Laureate Education isimli kuruluşa satıldı ama Laureate’in yönetime geçmesi 2009 yılını buldu. Okulu devraldıkları yıl okuldaki destek, temizlik ve mutfak işlerine bakan personeli taşerona devretmek istediler. Akademisyenler de böyle bir şeyin olmaması gerektiğini düşündüler ve buna karşı bir çıkış gelişti. Bilgi Üniversitesinde aslında çok güzel bir ortam var; çalışanlar kendi aralarında aile gibiler. Şimdi düşünün ki, o temizlik işçisi sizden önce geliyor, çay ocağı çalışanı çayı demliyor, sizin ofisinizi temizliyor. Geldiğinizde çay demlenmiş, kahve hazır oluyor. Aslında görevi olmadığı halde daha erken geliyor. Çalışanlara malınızı ve canınızı emanet ediyorsunuz gerçekten, ilaç içmeyi unutursunuz, size hatırlatır, nasıl çay ve kahve içtiğinizi bilirler. Çok özenli ve güzel ilişkileri var personelin birbiriyle. Bu ilişkiler içinde taşeron demek bizim açımızdan güvencesiz çalışma koşulları, hak ettiğinin altında para kazanmak, çalışan olarak da hak edilen değeri görmemek anlamına geliyor. Bu yüzden akademisyenler bir dilekçe hazırladılar. ‘Biz bir aileyiz ve ailemizin bazı üyelerinin taşeronlaştırılmasını doğru bulmuyoruz’ dediler. Yaklaşık 260 akademisyen bu dilekçeye imza attı.  Okul yönetimi geri adım attı, taşeronlaşma durdu.  Onun üzerine de hak aramak dilekçeyle, ricayla olmayacak, hak aramayı nasıl kalıcı hale getirebiliriz diye düşünüp sendikalaşmaya karar vermişler. Kararı alır almaz hızlı bir şekilde örgütlenmeye başladık”**

Ana akım medyanın sendikalar hakkında pompaladığı olumsuz algı, olumsuz ve kötü sendikal deneyim yaşayan işçilerin deneyimleri işçileri sendikaya üye olmaktan geri durdurmaz. Süreç ile beraber yaşanan kazanımlar, yoldaşlık ilişkisi, kolektif bilinç ve kolektif hareket etmenin getirdiği faydalar işçilerin zihninde yer edinmeye başlar ve sendika sahiplenilir. Akademisyenler, temizlikçiler, güvenlikçiler ve mutfak işçileri aynı sendikada örgütlenir.

“Başlar başlamaz çok hızlı bir şekilde örgütlenmeye başladık. Sendikacılar okula giremiyordu. Okulun yanında bir kebapçı vardı, sendika kebapçının üst katını kiralamıştı. Sendikaya üyelikler burada yapıldı. İnsanlar eskiden notere başvurarak sendikaya üye oluyorlardı, haftada 2 gün noter geliyorsa önünde kuyruklar oluyordu, o derece yoğunluk vardı.  Bu arada sendikalaşırsak işimizi kaybederiz, elebaşı oluruz, işten atarlar korkusu da vardı. Sendikalı olmaktan ve sendikalı görünmekten kaçan insanlar vardı. Ama sendikalaşma sürecinin yarattığı ortam, ‘ben üye oldum, sen de üye ol, haydi üye olalım, toplu sözleşme hakkı elde edelim’ çağrısı okul yönetimine karşı çalışanların dayanışmasını dalga dalga büyüttü ve hızlıca örgütlendik.  Fakat toplu sözleşmeyi yapacak yeterli sayıya ulaşamadık çünkü o zaman yüzde 50’ydi sınır, yüzde 40 değildi.

“Herkesin kafasında farklı sendika algıları var, sendikayla ilgili herkesin bagajında bir sürü olumsuz şey var, olumlu şey çok az.   Bilgi’de herkes sendikanın ne olduğunu yaşayarak öğreniyor. Bir araya geliyoruz, hakkımızı alıyoruz, ‘Sendika buymuş demek ki, dayanışmaymış, birbirine destekmiş, aradaki ilişkilerin daha fazla kaynaşmasıymış, daha içten ve sıcak hale gelmesiymiş’ diyoruz. Destek personeller sıkıntı yaşadıkları zaman bunları akademisyenlere açıyorlar ve burada böyle bir ilişki gelişiyor. Sendikalaşma dalgası çalışanlar arasında başka bir iş arkadaşlığı hukuku yarattı. Bilgi Üniversitesi’nin sendikal yapısında şöyle bir şey var herkes aynı işkolunda ve işçi olduğu için profesörlerle temizlik işçisi aynı sendika çatısı altında örgütleniyor.

“Malum, bu tür yapılar içinde olan tartışmalar, karşılıklı olumsuzluklar yaşandı. Kendi iç tartışmamız ve okul yönetiminin birkaç sendikalının üzerine gidişi, onları işten çıkarması bir duraklama yarattı. Ama biz sendikayı ve sendikalı olmayı bırakmadık. Fiili sendikacılık dönemini başlattık. Personelin taleplerini okul yönetimine ilettik.  Özel üniversitelerde kamusal alanda görünürlük ve onun yarattığı marka değeri önemli. Başlangıçta, kamuoyunda sendika karşıtı bir üniversite olarak görünmek istemediler. Ama sonra şunu farkettiler ki hepimiz aynı gemideyiz ve biz de zaten üniversiteyi olumsuz etkileyecek bir şey yapmıyoruz. Okul yönetimi de şunu gördü; biz orada hak aramak için varız başka bir şey için yokuz. Ama tabii bu aşamaya gelene kadar pek çok şey yaşandı.”

İşveren sert tepki gösterir, öncü işçiler işten atılır. Bilgi Üniversitesi işçileri bu yönteme karşı mücadeleyi daha görünür hale getirecek bir yöntem belirler

“İşverenin ilk tepkisi çok sert oldu; yönetim o zaman bu sendikal örgütlenmeyi yürüten ahşap atölyesinin şefi bir arkadaşımız vardı, onu işten çıkardı. Onunla beraber ahşap atölyesindeki 3 işçiyi daha işten çıkardı. Ve bu arkadaşlar okulun bahçesinde çadır kurdular, işe iadelerini talep ettiler.3 aydan fazla bir zaman okulun bahçesinde o çadır kaldı, öğle yemeklerinde idari personel olarak biz ziyaret ettik, dışarıdan ziyaretçiler geldi, çadır eylemi kamuoyunun gündeminde baya bir yer edindi.  Bundan öteye geçip bir dertleşme, dayanışma ve destek olmaya da dönüştü ilişki. Bu eylemi yapan arkadaşlar daha sonra geri alındılar. Yaklaşık 6 buçuk yıl fiili sendikacılık yaptık, arkadaşlarımız geldiler, sordular, bize aktardılar, biz gittik okul yönetimine aktardık. Dedik ki asgari ücretten dolayı mağdur olan arkadaşlarımız var, yıllardır aldıkları zam oranı artık geçinmelerine yetmeyen arkadaşlarımız var, şurada işten atılmak üzere olan ama aslında haksız muameleye uğrayan arkadaşımız var, burada mobbinge uğrayan bir insan var.

“Rica ve dilekçeyle olmaz; örgütlenmek lazım!”

“Günü geldikçe, sorunlar biriktikçe yönetimden randevu alıp gidip doğrudan mütevelli heyeti başkanına, yardımcısına sorunlarımızı aktardık ve gerçekten büyük ölçüde sorunlar da çözüldü. Mesela 2016 yılında destek personele 2 kere maaş düzenlemesi yapıldı. Böyle fiili sendikacılık yaptık. Ama tabii şöyle bir şey oluyor, her seferinde gidip yönetime rica ediyorsunuz, yetkiniz yok, karşınızdaki insana bağlı bir ilişkiye dönüşüyor. Kabul eder ya da etmez, ‘Laureate bütçeyi kabul etmiyor’ diyor, reddediliyor taleplerimizin bir kısmı, bir kısmı kabul ediliyor, sürekli bir pazarlık. Son iki yıldır sürekli okulun satılacağı söylentileri vardı. Tabii bu çalışanlarda bir gerginlik yarattı, yönetim gelince ne kadar hak kayıplarına uğrayacağız, kaç kişi işten atılacak, maaşımız ne olacak diye. Bundan 1,5 yıl önce dedik ki bu fiili sendikacılığın da bir sonunun gelmesi lazım biz tekrar bir örgütlenme çalışması yapalım. Gerçekten kapı kapı gezdik. Aktivistlerimizin sayısını genişlettik. Daha fazla insana açıldık, o insanlar başkalarına açıldı. Bugün 3 üye oldu, bugün 5 üye oldu”

Sosyal İş Bilgi Üniversite’sinde görünür olmaya başlıyor

“Okulun bahçesinde standlar kurduk, insanlara sendikayı anlattık, görünür olduk. Bu arada dönemde işçi haklarıyla ilgili eğitimler düzenledik, mobbingle, işyeri içinde iletişimle ilgili eğitimler düzenledik. Personel bizden destek istedikçe sendika uzmanlarımız geldi okul bize yer verdi, eğitimler düzenledik. Her yıl geleneksel olarak mayıs ayında piknik düzenledik. O pikniğe bütün personeli davet ettik. Çok da eğleniyorduk ve bunu özellikle okulun bahçesinde yaptık.”

Örgütlenme sürecinde Sosyal İş’in karnesi

“Sosyal İş sendikası, başlangıçta klasik sendika olarak geldi, ‘Sınıf kardeşiyiz. Herkes yanındakini örgütlesin burada büyüyelim gelişelim, toplu sözleşme imzalayalım’ dedi. Ama tabii bizim okulun çalışan profili böyle değil. Zaten teorik olarak bu konuları bilen insanlar vardı orada. Ama onların da örgütlenme deneyimleri yoktu.  Başlangıçta biraz birbirimizi anlamakta zorlandık karşılıklı. Mesela sendikacılar “bayan arkadaşlar” diyordu, biz ‘bayan değil, kadın’ diyorduk. Bu erkek dili erkek sendikacılığı klasik sendikacılık, hepsine itiraz ettik ama Sosyal-İş bize güzel yaklaştı. ‘Tamam biz kendi reflekslerimizi bırakıyoruz, sizi anlamaya çalışıyoruz’ dediler. Biz de onlara karşı fazla titiz davrandık. Yönetimle anlaşırlar mı kaygısı vardı başlarda.   Yönetimle görüşmeye giderlerken mutlaka yanlarında olmak istedik. Yazılı her şeyi tek tek gözden geçirdik. Mümkünse metinleri biz yazdık”

 “Sosyal İş yüksek notlu karneyle mezun oldu”

Sosyal-İş herkesin kaygılarını giderecek açıklamalar yaptı, daha doğrusu aslında biz  Sosyal-İş’ten öğrendik, onlar da bizden öğrendiler. Valla karnesi gayet iyi (gülüyor).  Bilgi’de biraz üyeden üyeye örgütlenme yaptık, sendika girip örgütlemedi, üyeler birbirini örgütledi ama sendikanın çok önemli desteği var. Tam taban hareketi oldu, öyle bir şey olunca da artık sendikaya güvenmeyi öğrendik, onlar da bazı şeyleri bize bırakmayı öğrendiler. Eskiden mesela ben bir metin yazacağım, bizim hocalar, sendika ne yazmış ‘tek tek cümle cümle bakalım’ diyerek bir akademisyen titizliğiyle metinleri incelerdi. Sendikada da ‘bir dakika bunu başkana sormam lazım, ona sormam buna sormam lazım’ deniyordu. Şimdi, ‘tamam sen bize bir şey yaz yolla öyle bakalım’ diyorlar çünkü artık birbirimizi tanıdık, ne yapacağımızı, neye tepki göstereceğimizi biliyoruz”

Mahkeme son noktayı koydu: Sosyal İş yetkili sendikadır

“2018 yılının 4 Eylül’ünde yeter sayıyı tutturduk ve yetki için başvurduk. Bakanlık yetkili sendika olduğumuza karar verdi. Okul itiraz etti. Ancak sendikanın toplu iş sözleşmesi yapmak için yeterli üye sayısına sahip olduğu mahkemenin atadığı bilirkişilerce de tespit edildi.  “Esas mahkemesinin kararı bizden yana. Üniversitenin karara itiraz etme hakkı var.  Yönetim sendikayı tanımıyor, onun da her işveren gibi bagajında sendikayla ilgili bir sürü önyargı var, dolayısıyla yeniden istinaf mahkemesine gidilebilir. İstinaf sürecinde hakkımızda olumlu karar çıkacaktır, çünkü yeterli üyeye sahibiz. Daha da önemlisi, mahkeme karanının okulda çalışanlar arasında yarattığı olumlu bir hava var. Haziran ya da temmuz ayında yargı sürecinin sonuçlanmasını ve toplu sözleşme görüşmelerine başlayabilmeyi umuyoruz.”

“İşçiler olarak bu süreci nasıl atlatacağımızı biliyoruz”

“Gerçekten şu an ciddi bir belirsizlik, gerginlik var. Yönetimden de bunu yumuşatacak, bunun aksi olacağına dair bir açıklama yok. Mesela Laureate, Bilgi Üniversitesi’ni satın aldığında eski yönetim bize açıklama yapmıştı. ‘Biz okulu Laureate’e şu koşullarla devrediyoruz” diyerek bilgi vermişlerdi. O zaman bize söylenenler sonradan gerçekleşti mi, hayır. Ama yine de açıklama yapılmış olması önemliydi.  Yeni yönetimle ilgili de pek çok belirsizlik var. Herkes tedirgin; ne olacağını hiç kimse bilmiyor. Biz bu süreci okula ve çalışanlarına zarar vermeden nasıl atlatacağımızı biliyoruz. Keşke bize sorsalar, keşke çalışanlarla diyalog içinde olsalar. Bu yetkiye itiraz edebilirler, ama çalışanları ve sendikayı bir muhatap olarak kabul etmeleri gerekir. Çünkü Bilgi çalışanları bu süreci daha önce yaşadı, bu süreci sancısız, sıkıntısız nasıl atlatırız hepimiz biliyoruz.   Zaten Bilgi Üniversitesi’nde aslında sendika demek, bilgi çalışanları demektir. 10 yıl bekledik, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine kadar gideriz, gittiği yere kadar. Çünkü biz sayıyı tamamladık o açıdan şüphemiz yok. Yasal olarak biz haklıyız, bu sadece süreci uzatır, çalışanları üzer, okulu yıpratır”