Hükümetler ve patronlar Koronavirüsle savaşta olduklarını iddia ediyorlar. Gerçekteyse bu savaş, toplumsal sınıfımıza karşı yürüttükleri bir savaş. Kârları uğruna bize karşı açtıkları bir savaş!
Küresel sağlık krizi büyük bir ölçüde kapitalist sistemin bir sonucudur
Elbette bu virüsün kapitalizm tarafından yaratıldığını söylemiyoruz. Fakat deneyimlediğimiz bu insanlık felaketinin kendisi kapitalizmden kaynaklanıyor.
Tüm dünyadaki hükümetler biraz farklar bulunsa bile benzer seçimler yaptılar: salgının boyutunu hafife almakla başladılar üstelik bunun nedeni bilgisizlik değil, nedeni sermayenin, hissedarların, kapitalistlerin kârlarını koruma önceliğini benimsemiş olmalarıydı. Milyarlarca insanın sağlığına karşı bir azınlığın kârları!
Kriz bir kez gerçekleştiğinde, kapitalizmin zararı bize kesilir
Sağlığın her alanındaki altyapı, kadro ve kaynak eksikliği: dünyanın bir kısmında kamu hizmetlerinin yıkımının, kalan kısmında ise bunların neredeyse hiç var olmamasının sonuçlarıdır bunlar.
Koruyucu ekipman eksikliği: maske, hidroalkolik jel, tarama testi, solunum cihazı vb. Ama fabrikalar silah üretmeye devam ediyorlar. Kapitalistler sadece kendi çıkarlarını gözetiyorlar, halkın çıkarlarını değil.
Birçok ülkede, araştırmacılar son yıllarda virüs üzerine yürütülen bilimsel çalışmaların bütçeye dayalı nedenlerle kesildiğini ifade ediyorlar. Kapitalistler, bu alandaki kuralları belirleyen çokuluslu ilaç şirketlerine yatırım yapmayı tercih ediyorlar.
Sağlık krizi boyunca işler devam ediyor!
Konu iş dünyası olunca kapitalistler acımasızdır:
Halkın yaşamı için gereklilik arz etmeyen çok sayıda şirketin, içine bulunduğumuz tehdit gibi sağlık risklerine rağmen çalışmasına izin veriyorlar. Kapitalistler, para kazanmaya devam etmek için dünya üzerindeki milyonlarca işçinin hayatını ve sağlığını büyük riske atıyorlar.
Gerçekten gerekli sektörlerde (ki bunlar doğrudan sağlık, beslenme ve gaz, su, elektrik gibi ihtiyaçlara erişim sağlanmasıyla ilgili sektörlerle sınırlı olmalıdır) işverenler enfeksiyon kapmamak için “önleyici davranışlar”ı öne çıkararak sorumluluğu bireylere devrediyor. Ancak bir yandan birçok şirket enfeksiyon riskini azaltmak için “önleyici davranışları” uygulanabilir kılmak adına hiçbir şey yapmıyor, öte yandan bu önlemler zaten yeterli değil. Herkesin sağlığı göz önünde bulundurularak tüm iş organizasyonunun gözden geçirilmesi gerek. Ve bunu yapmak için kapitalistlerin pek doğru bir yerde durdukları söylenemez çünkü çalışanlar kendileri değil. Bunu bizler yapmalıyız, her departmanda, kuruluşta, şirkette, faaliyette. Çünkü bu gerçekten gerekli.
Kapitalistler bu sağlık krizini; toplumsal kazanımlarımızı, haklarımızı daha da kısıtlamak için kullanıyorlar. Her ülkede acil durum önlemlerinin büyük bir kısmı çalışma saatlerine, izinlere, maaşlara, grev hakkına dönük saldırılardan oluşuyor.
Durum sömürgeciliğin doğrudan kurbanı olan bölgelerde çok daha kötü, halihazırda sefalet içinde yaşayan halklar için sağlık krizi korkunç sonuçlar doğurabilir.
Direnişler örgütleniyor!
Bildiğimiz bağlamda direnişleri örgütlemek kolay değil.
Uluslararası Sendikal Dayanışma ve Mücadele Ağı üyeleri yalnızca “radikal” görünmenin hazzı adına sloganları, şiarları art arda dizmek istemiyor. İstediğimiz şey, yaşam ve çalışma alanlarımızdan başlamak üzere özgürce birleşmek, uluslararası düzeyi de içerek şekilde koordine olarak direniş ve kazanım için kitlesel bir halk hareketi inşa etmektir.
-Dünyanın tüm bölgelerindeki mücadeleleri destekleyelim ve bilinir kılalım.
-Mesleki sektörlerimize göre örgütlenelim ama aynı zamanda özgül hakları (kadınlar, göçmenler, ırkı nedeniyle ezilenler vd) savunarak ve toplumsal eşitliğe ulaşmak için de örgütlenelim.
-Bu sağlık krizinin faturasının en güvencesiz, en yoksul olana kesilmesine izin vermeyelim.
-Tüm emekçilerin (ücretli çalışanlar, serbest meslek sahibi, işsizler, geçici işçiler, mevsimlik işçiler vb.) durumlarına bakılmaksızın gelirlerinin %100’ü garanti edilmelidir, herkes için ülkelerindeki yaşam maliyetine dayalı asgari düzeyde bir garanti sağlanmalıdır.
-Çalışma alanlarımızda ve hayatlarımızda gidişatımızı kendi ellerimize alalım. Hükümetler, kamu yetkilileri ve devletler kapitalizmin hizmetindeki araçlardır.
-Acil sağlık duruma müdahale edebilmek için gerekli şirketler, hizmetler, mağazalar, halka açık alanlar kamulaştırılsın!
Artık kapitalistlerin küresel felaketler yaratmasına izin vermeyelim!
Air Crew Committee, CGT (İspanya), CUB, SOS Handling, SUD Aérien gibi bir dizi havacılık sendikası havayolları ve havaalanı sektörlerinde Covid-19 krizi sırasındaki çalışma koşullarını mahkûm ederek sadece acil durum uçuşlarına izin verilmesi ve kritik bir öneme sahip havayolu şirketleri ile havaalanlarının kamulaştırılması talebini yineledi. Metnin bütünü şöyle:
Havayolu ve havaalanı sektörlerindeki işçiler ve sendika aktivistleri olarak, öncelikle, koronavirüsün (Covid-19) ortaya çıkmasına rağmen, yetersiz güvenlik ekipmanlarıyla ve üstelik daha uzun süre çalışmaya zorlanan, hem kendilerinin hem de ailelerinin sağlığını riske atan, tüm çalışma arkadaşlarımıza enternasyonalist destek ve dayanışmamızı sunmak istiyoruz. Dayanışmamızı herkese, özellikle bu kriz nedeniyle işlerini kaybeden güvencesiz çalışanlara gönderiyoruz.
Karar vermesi gereken piyasa değil!
Havacılık ve havaalanı sektörlerinin yaşadığı ağır krizin farkındayız. Covid-19 nedeniyle havayolları şirketleri faaliyetlerini %95 oranına kadar düşürmek durumunda (ve daha krizin ortalarındayken) kaldı.
İlk olarak Çin’in Wuhan bölgesinde patlak veren acil durumun başından itibaren faaliyetlerde bir azalma söz konusu oldu.
Havaalanlarının ticari trafiğe kapatılması gündeme gelene kadar güvenlik ekipmanları (maske ve eldiven) için talep vardı.
Sesimiz duyulmadı ve hala duyulmuyor: bugün havayolu trafiğinde güçlü bir düşüş varsa bu, virüsün (Covid 19) yayılmasını durdurmak için ticari uçuşları durdurma politikasından değil, sadece piyasa talebindeki düşüşten (bilet satışları) kaynaklanmaktadır.
Çalışmaya devam edemezsiniz!
Sağlık çalışanlarına olan tüm saygımızla, havacılık-havaalanı sektörü çalışanları olarak, en başından beri herhangi bir korunma olmaksızın çalışıyoruz, havaalanı ve uçakların içinde binlerce yolcuyla doğrudan temas kurmaya devam ederken, maske ve eldiven kullanımının tamamen yasaklandığı bazı durumlarda çalışıyoruz.
Tüm bunlar sorumsuzca ve kabul edilemez!
İşçilerin ve yolcuların sağlığının korunmasını sağlayacak, sağlık ve güvenlik hususunda çeşitli hükümetler tarafından yeni kanunlar yapılacak:
Yalnızca acil durum uçuşları (gıda transferi, ilaç, hasta insanlar, vb.) ile aile birleşmeleri ve geri dönüş uçuşlarının yapılması güvenceye alınarak, ticari trafiğin tamamen durdurulması sağlık korumasını garanti edebilir.
Krizin bedelini işçiler ödememeli
Açıkça görülüyor ki, bu acil sağlık durumunun azami süresi boyunca, hava trafiğinin geçici olarak askıya alınmasının bedeli, havacılık-havaalanı sektörü işçileri veya tedarik sektöründeki (kafeterya, temizlik, mağazalar, barlar, vs.) çalışma arkadaşlarımız tarafından ödenmemelidir.
Bu krizin bedeli, onlarca yıldır, her yıl sadece küçük bir kısmının işçilere ulaştığı milyarlarca Avro’luk gelir elde eden, sürekli büyüyen bir sektörden kazanç elde edenler tarafından ödenmelidir. Krizin bedeli, bu topyekûn kriz döneminde ve tekrar yola çıkmaya hazır olduğumuzda, sektördeki tüm çalışanlar için istikrarı ve tam ücretleri garanti etmesi gereken patronlar ve hükümetler tarafından ödenmelidir.
Havacılık-havaalanı sektörü hayati önemdedir: ulusal şirketler ve havaalanları kamulaştırılsın!
Bu kriz, her ülkede, havacılık-havaalanı sektörü gibi hayati bir sektör üzerinde kontrole sahip olmanın önemini ortaya koydu; koronavirüs krizi gibi birçok dış faktöre karşı koyabilecek bir sektördür bu.
İlk zorlukta işçileri işten çıkarıp, yolcuları ortada bırakacak olan özel çıkarlar ve fırsatçılar tarafından denetlenemez!
Biz her zaman temel ulusal şirketlerin ve gerçek birer müşterek olarak kabul edilen havaalanlarının kamulaştırılmasını talep ettik, böylece bunları işçilere ve gezegenin tüm yaşamı için elzem olan çevre ve iklime saygılı biçimde toplumun hizmetine sunabiliriz.
HER ŞEYDEN ÖNCE İŞÇİLERİN SAĞLIĞINA VE YAŞAMINA SAYGI!
HEMEN UÇUŞ SINIRLAMASI-SADECE ACİL UÇUŞLAR!
TAŞIMACILIK ŞİRKETLERİ VE HAVAALANLARI KAMULAŞTIRILSIN!
KRİZİN BEDELİ PATRONLAR VE HÜKÜMETLER TARAFINDAN ÖDENMELİ!
KADRO AZALTIMINA HAYIR!
ACİL DURUM BOYUNCA %100 MAAŞ GARANTİSİ VERİLSİN!
İmzacı sendikalar:
Air Crew Committee, CGT (İspanya), CUB, SOS Handling, SUD Aérien
Tüm Taşıma İşçileri Sendikası (TÜMTİS) ve Aras Kargo arasındaki toplu iş sözleşmesi (TİS) görüşmeleri anlaşmayla sonuçlandı. Toplam 51 ilde, 880 şubede, 51 aktarma merkezinde örgütleme çalışması yapan TÜMTİS, işçilerin sendikayı sahiplenmesi sonucunda büyük kazanımlar elde etti. Sendikanın hedefi, şirketlerin işçi, yemek ve fazla mesai ücretleri üzerinden rekabete girmelerini önlemek. Aras Kargo işçileri tüm bu süreci İmdat Freni için anlattı.
Aras Kargo ile masaya
oturmalarının 5 yıl sürdüğüne dikkat çeken işçiler mücadelelerinin kargo işçisi
sendikalı olamaz algısını kırdığını belirtti.
“Aras Kargo 1000 kişilik
fabrika değil, 800 tane farklı noktanın bulunduğu bir yer. Sendika bu işin bize
kolay olmayacağını, uzun yıllar süreceğini belirtti. Biz yıllardır sürünüyoruz,
işveren bizi kendi boyunduruğu altında eziyor, buna son vermek istiyoruz. Ama
uzun sürecekti; bunun kanunu, yasası var. Müdürler, yöneticiler, işverenin
adamları var. Ama biz birbirimizle kenetlenerek bu işi başardık”
“Dünyadaki tedarik
zincirini çeviren, sanayinin ham maddesini ileten, aynı zamanda da bir çocuğun
oyuncağını dağıtanlar kargo işçileridir.”
“Eskiden nasıl çöp
kamyonları toplanmadığı zaman hayat duruyorsa, ulaşım engelleniyorsa; biz kamyonları
oynatmazsak hiçbir şey bir yerden bir yere gitmez. Gerçekten burada da öyle.
Dünyadaki tedarik zincirini çeviren, sanayinin ham maddesini ileten, aynı zamanda
da bir çocuğun oyuncağını dağıtanlar kargo işçileridir. Bu durum aynı zamanda
örgütlenmeyi de zorlaştıran bir sisteme sebep oluyor. Biz örgütlenmeye
başladığımız zaman herkes ‘Kargo şirketlerinde örgütlenme olmaz. Çünkü çok
dağınık’ diyordu. ‘Yapamazsınız! Beceremezsiniz.! Bunlar Türkiye devi!’ diye
söylüyorlardı. İşçi arkadaşlar ‘Sendika olmaz. Biz hamalız, hamalın sendikası
mı olur?’ diyorlardı. UPS ve DHL örneklerini gördükçe umutlandık. UPS ve
DHL’deki işçi arkadaşlarımız da bu süreci anlatarak bizi yüreklendirdiler. UPS
ve DHL işçileri de bu sürece katıldılar. Sadece para için değil, işverene karşı
işçilerin söyleyecek sözü olmasının tek yolu sendikadır. Ne siyasi parti, ne
yöre derneği! Yasa ve kanun sendikaya yetki vermiş. İşçinin işçinin ağzından
duyması çok başka. Aras Kargo işçileri artık 9-6 çalışıyor. Fazlasını çalışırsa
da mesai alıyor. ‘Yoruluyorum ama para kazanıyorum.’ diyoruz
“Aras Kargo, Türk
Telekom’dan sonra örgütlenebilmiş en dağınık iş yeridir.”
“UPS ve DHL deneyiminden
sonra kargo işçilerinin kafasında bir ışık yandı ve kargo şirketlerinde
sendikal örgütlülüğün olabileceğini düşündük. Aras Kargo’da sadece masaya
oturmak bile 5 sene sürdü. Çoğunluğu yakalamak ise 2 yıl sürdü. İşveren
yetkiye, çoğunluğa itiraz etti. 15 Temmuz’dan sonra 2-3 kere hâkim değişti.
Örgütlülüğü bu süreçte devam ettirmek çok zordu. Patronun aynı zamanda
dedikoduları oluyordu; ‘Sendika sizi sattı, geçmişte de sizi satmıştı” diyordu.
Mahkeme sürecini biz de izledik. Örgütlendiğimizi üst kademeye asla duyurmadık.
Patron, şüphelendiği sendikalı arkadaşlarımızı işten attı ama işçi
arkadaşlarımız bunu asla açık etmedi. Çoğunluk belgesi gelince patron müdürleri
toplamış ve ‘Hiç mi adamınız yok, siz bunu nasıl duyamazsınız?’ diye müdürlere
kızmış. Aras Kargo, Türk Telekom’dan sonra örgütlenebilmiş en dağınık iş
yeridir. Aras Kargo’nun 28 tane aktarma merkezi 880 tane şubesi var. Her gün bir
yerde işçi arkadaşımızla görüşsek 880 gün sürer. Bizim olmadığımız yerde Aras
Kargo işçisini UPS işçisi örgütledi. 51 ilde örgütlüyüz. Artvin’de 3 üyemiz
var.
‘DHL, UPS ve Aras Kargo
başka nakliye şirketlerinin de mallarını taşıyor. Ne kadar ucuza taşırsa o
kadar çok paket alıyor. Şirketler birbiri ile rekabeti işçi üzerinden
yapıyorlar. Bütün kargo şirketlerini örgütleyerek emek üzerinden rekabet
yapılmamasını, hizmet üzerinden rekabet yapılmasını hedefliyoruz. Kim daha az
mesai verirse, kim daha az yemek parası verirse müşteriyi o kapıyor. Bütün
nakliye işçileri el ele vererek bu düzeni ortadan kaldıracağız”
İsmini vermek istemeyen
bir diğer Aras Kargo işçisi sendikaya üye olduktan sonra işçilerin arasında
kenetlenmenin başladığını anlattı
“Ben işe başladığım zaman bize, 8:30
gibi işe başlayacağımızı söylediler. Ama resmi olarak 8.30 görünmesine rağmen
çalışmaya hep 8:00’de başlıyorduk. Akşam çıkışlarımız hiç belli olmuyordu.
Normal şartlarda sabit mesai veriyorlardı. Ama işe yeni başlamışsın, geldiğinde
zaten bir düzen var. Çalışmaya, ekmek kazanmaya gelmişsin. Bu durumda mecburen o
ortama ayak uyduruyorsun, sen de 8’de başlıyorsun ya da ‘Bu benim işime gelmez’
diyecek, çıkıp gideceksin. Ama çalışıyorsun bir şekilde, mecbur kalıyorsun.
Başlangıçta sabit mesai var diyerek, paydos saatinin de 19:00 olduğunu
söylemişlerdi. Asıl paydos saati ise 18:00’di. Akşamları ister 20:00’ye ister
21:00’e kadar çalış her güne 1 saat mesai verirlerdi. Hep 19:00’da çıkmış gibi
sayılırdık. Mesela sendika
öncesinde her gün farklı bir acenteye, farklı bir şubeye gönderirlerdi. Sabit bir
yerdesin, düzenini oturtturmuşsun çalışıyorsun ama itirazlara rağmen sürekli
başka yere göndermek istiyorlar”
“Sendikadan önce dağınık bir görüntü
vardı işçiler arasında, kimse kimseye karışmıyordu. Uzun süren mesailere itiraz
edecek olsan, yalnız kalıyordum. Ya da bir haksızlık yapılıyordu, mesela, ‘Bu
adamı yetkili yapmışsınız ama bu adam diğer çalışanları ezmeye çalışıyor,
küfürlü konuşuyor. Buna hakkı yok.’ diyorduk. Yine yalnız kalıyorduk. Ama
sendikadan sonra kenetlenme oldu. Böyle bir konu olduğunda arkadaşlar da destek
oluyor, bu davranışlara karşı çıkıyorlar.
“Senin sendikalı olduğunu duyduk, sendikadan
çıkacaksın yoksa seni işten atarız”
“Aras Kargo’da eskiden doğru düzgün yemek
ücreti yoktu. Hala da yeterli değil tabi ama şu an başlangıç aşamasında
olduğumuzdan, 15TL’lik günlük yemek ücretini kabul ettik. Bu konularda adım
adım gidilecek. Mesela UPS’te yemek ücreti 21TL’ydi, şimdi daha da zamlandı. Elbette
daha iyi olmalı, bizce de yeterli değil ama zamanla bu da iyileşecek. Yurtiçi Kargo’da,
MNG’de 13TL veriyorlar. Sendika geldiği zaman, zam sürecindeydik. 12TL yemek
parası alıyorduk. ‘50 kuruş zam yapılacak’, dendi. Sendikanın da gelmesiyle
beraber masaya oturduk ve yemek parası 15TL’ye yükseldi. Zaten sendikanın çok
faydası oldu. Aras Kargo ve TÜMTİS’in çalışmaları çok sıkı devam ediyordu.
Benim bu süreçler içinde duyduğum, yaşadığım çok şey var. Mesela burada
müdürler, kimi arkadaşların yakalarına yapışıp; ‘Senin
sendikalı olduğunu duyduk, sendikadan çıkacaksın yoksa seni işten atarız’
şeklinde mobbing uygulamışlar.”
“Sendikadan sonra, insan yerine
konulduğumuzu anladık.”
Sendikada yetki mücadelemiz
mahkemeye taşındı. Sendika yetkilileri ile mahkeme sonrasında konuşuyoruz, diyor
ki; ‘Duruşmayı 4 ay sonraya ertelediler.’ ‘Niye?’ diye soruyoruz haklı olarak. Her
şeyimiz hazır, tüm belgelerimiz tam ama yine de sonuçlanmıyor. Arkadaşlarla
aramızda konuşurken ‘acaba Aras Kargo TÜMTİS’e para mı yediriyor?’ diye söz
açılıyordu. Kendi açımdan bir güvensizliğim yok ama birçok arkadaşımızın da
aklından bunlar geçiyordu. İşçisin, asgari ücretle çalışıyorsun. Bir gün işe
gelmemen bile sıkıntılıyken, mahkemeleri günleri seni mümkün değil
göndermezler. ‘Daha sendikalı değilsin, sendika mahkemesi için nereye
gidiyorsun’ derler. Diyelim ki sendikanın mahkemesine gidiyorum demedin, işim
var dedin yine gidemezsin. Göndermiyorlar yani… Gitmek mi istedin, adam gelip
‘Sana tutanak tutarım.’ diyor. O zamanlar çalışanların birçoğu; ‘Eyvah tutanak tutuldu
beni işten atarlar’ diyordu.
“Sendikadan sonra, en önemlisi insan
yerine konulduğumuzu anladık. Onun dışında yemek paramızda artış oldu,
çalıştığımız kadar mesai almaya başladık. Senelik yakacak parası alıyoruz, her
çocuk başına okuduğu için ayrıyeten para alıyoruz, 6 ayda 1 olmak üzere senede
1 maaş da ikramiye alıyoruz. Bunlar artık yapılan senelik zamlara göre günden
güne artıyor. Bu sene yemek paramız enflasyona göre arttı ama mesela belki bir
sonraki sözleşmede enflasyonun üzerinde bir rakamda olacağız giderek daha da
iyi olacağını düşünüyorum.”
“Sendikaya karşı olan insanlar sendikaya üye olmaya başladı”
“Çalıştığımız yerde, patronlara
yakınlığı olanlar vardı. Onlar da bizim gibi çalışan insanlar ama gelip, ‘Sendikalı
olmayın, sizi işten çıkarırlar’ falan diyorlardı. Hatta içimize girip,
sendikalı olup olmadığımızı öğrenip, müdürlere söylüyorlardı. Müdürler de öğrenince,
bana bakış açıları farklı oluyordu. Ama sonradan bunları gelip söyleyen o
insanlar bile sendikalı olmak için sıraya girdi.
Sendikadan sonra, 70 saatlik mesaim
kırpılmadan 70 saat olarak hesabıma yatırılmış. Önceden o kadar mesaim de olsa ücret
sabitti. Mesaimiz 25 saat ya da maksimum 30 saat olarak yatırılırdı. Hiçbir
hakkın yokken bir örgütlenmenin içine giriyorsun ve yemek paran artıyor, mesailerini
tam alıyorsun, senede 1 ikramiyen yatıyor, yakacak paran var… Bunlar çok
önemli, çok büyük avantajlar.”
TİS’te Aras Kargo işçi ne kazandı?
01.09.2018-31.12.2020
dönemini kapsayan TİS ile ücret ve sosyal haklara birinci yıl yüzde 40
oranında, ikinci yıl enflasyon oranında zam alındı.
Sendika
üyesi işçilerin 01.09.2018 ile 31.12.2018 tarihinde almış oldukları ücretlerine
yüzde 9 oranında, 31.12.2018 tarihinde almış oldukları ücretlerine de
yüzde 22 oranında zam alındı. Ücretlere ek olarak bir aylık ücretleri tutarında
ikramiye alındı.
İmzalanan
TİS ile yakacak, öğrenim, doğum, evlenme yardımlarını içeren sosyal maddelerde
artış sağlandı.
12
TL olan yemek ücretleri 15 TL’ye çıkarıldı.
Fazla
mesai ücretleri yüzde 60’a çıkarıldı. Mevcut yıllık izinlere birer gün ilave
alındı.
İş
güvencesini içeren maddelerde önemli kazanımlar sağlandı. Sendika üyeliği ve
sendika temsilciliği için ek güvenceler getirildi. Disiplin kurulu kararı
olmaksızın işçi çıkarılamayacağı TİS ile güvence altına alındı.
İşçi sınıfının günlük hayatına dair taleplerini siyasi birer tartışma konusu olmaktan çıkarıp, adeta yer çekimi gibi karşı konulamaz doğanın kanunu olan teknik tartışmaların bir sonucu olarak göstermek, neoliberalizmin belki de en büyük başarısıdır.
Her yıl tam da bu dönemler hiç şaşmaz, asgari ücret
tartışmaları başlar. Adeta bir ritüelmişçesine hiç yeni bir şey yapmadan her
yıl birbirinin aynı şekilde sürdürdüğümüz bu asgari ücret tartışmalarında
açıkçası tartışılan pek bir şey de olmadığından, artık daha çok bir anma veya
yıl dönümü etkinliği halini aldığını söyleyebiliriz.
Sendikalar çeşitli vesilelerle yaptıkları açıklamalarda milyonlarca
işçinin asgari ücretten etkilendiğini belirtiyorlar, ancak asgari ücret
müzakereleri sırasında, öncesinde veya sonrasında yapılan birkaç sönük eylemin
veya görev savma kabilinden yapılan açıklamaların bu asgari ücretten etkilenen
milyonların ne kadarını etkilediğini düşünüyorlar, orası tartışmalı.
İşçi sınıfının günlük hayatına dair taleplerini siyasi birer tartışma konusu olmaktan çıkarıp, adeta yer çekimi gibi karşı konulamaz doğanın kanunu olan teknik tartışmaların bir sonucu olarak göstermek, neoliberalizmin belki de en büyük başarısıdır. Bu durum, işçi sınıfının, ne olursa olsun bir şeyin değişmeyeceği umutsuzluğunu, kendi mücadelesi ile bir şeyleri değiştirebileceğine dair özgüven kaybını ve bunların sonucunda tartışmalara dair ilgisizliğini de doğuruyor. Asgari ücret tartışmaları da tam da böyle gelişti, bir yandan milyonların doğrudan hayatını etkileyen, en çok canını yakan, en fazla dert yandığı gündem olmasına rağmen işçi sınıfının geniş kitleleri bu tartışmalara müdahil olacak bir kanal bulamadılar. Ne siyasi örgütler, ne de sendikalar ise, bu durumu tersine döndürecek, asgari ücretten doğrudan veya dolaylı etkilenen milyonları bu tartışmaya dahil edecek herhangi bir çaba içine giriştiler.
Asgari ücretin 8 milyona yakın kişiyi doğrudan ilgilendirdiği söyleniyor ancak aslında bu rakam çok daha yüksek. Çünkü Türkiye’de toplam 17 milyon kayıtlı çalışanın 8 milyonunun ücreti asgari ücret üzerinden bildiriliyorken, geri kalan ücretli çalışanların ücretlerinin belirlenmesinde ise asgari ücret miktarı çok önemli bir rol oynuyor. Türkiye’de tüm ücretler asgari ücretin civarında kümelenmiş durumda, bu konuda en önemli göstergelerden biri asgari ücretin ortalama ücrete oranıdır. OECD ülkeleri içerisinde bu oranın en yüksek olduğu ülke Türkiye’dir, yani ortalama ücret, asgari ücrete çok yakındır. Bu durum, asgari ücret artışının neredeyse tüm ücretlerin artışını belirlemesine neden oluyor. Bu nedenle, sendikalar açıklamalarında sık sık asgari ücret görüşmeleri için en büyük toplu sözleşme benzetmesini kullanıyorlar. Ancak bu çok da gerçekçi bir benzetme değil, sözleşme kelimesi, bir şekilde içinde geçen “söz” veren tarafların iradelerini bildirmeleri anlamını taşır. Masada her ne kadar patronların iradesi güçlü bir şekilde temsil edilse de, işçiler için pek aynı şeyi söyleyemeyiz. Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, ev sahibinizle kira sözleşmesi yaptığınızda, her ne kadar koşullardan memnun olmasanız bile en azından koşulları bilip sizin de kabul etmeniz gerekir. Burada bu durum geçerli değil.
Görüşmelerde işçileri temsil ettiği iddia edilen Türk iş, bu
sefer geçmiş dönemlerden farklı davranarak, daha masaya oturmadan bir kişinin
yaşam maliyeti olarak hesap ettikleri, 2578 TL’nin altında bir rakamı kesinlikle
kabul etmeyeceklerini duyurdu. DİSK ise, sürecin başından itibaren 3200 TL’nin
asgari ücret olarak belirlenmesini talep etti. Erdoğan ise, “Aile, Çalışma ve
Sosyal Hizmetler Bakanı yaptıkları çalışmaları bize getirsin ardından biz de
jestimizi yaparız” diyerek tüm bu tartışmalara dahil oldu.
Patronları temsilen asgari ücreti belirleyen komisyonda yer
alan TİSK ise utanmasa sonunda işçiyi borçlu çıkaracak bir hesapla, asgari
ücretin belirlenmesi sırasında işgücü maliyetleri, rekabet gücü, yatırımlar, hedef
işsizlik ve hedef enflasyonun göz önünde bulundurulması gerektiğinden
bahsederek, 2020’de asgari ücret desteğinin 200 TL’ye yükseltilmesini, yüzde 2
olan işsizlik sigortası işveren payının alınmamasını, yüzde 5 olan SGK işveren
desteğinin yüzde 6’ya yükseltilmesini, Toplu İş Sözleşmesi olan işyerlerinde
ise bunun yüzde 7’ye yükseltilmesini talep etti.
Tüm bu sürecin sonunda patronların istedikleri oldu, 2020
yılında asgari ücret, yüzde 15 arttırılarak, 2324 TL olarak belirlendi, yani
patronların önerdikleri rakamdan sadece 62 TL daha yüksek oldu. Türk İş ise
buna tepkisini çok sert koydu ve masadan tamı tamına 10 dakika erken kalktı ama
kalkılan masa zaten müzakere masası değildi, görüşmeler bittikten sonra yapılan
basın açıklamasıydı. Bu sert tepki karşısında gerek Hükümet, gerekse patronları
temsil eden TİSK, ne yapacaklarını şaşırmış olmalılar ki, bir şey de
yapmadılar.
Bu dönemin bir diğer farkı ise, müzakereleri yürüten Türk
İş’in diğer iki Konfederasyonu da yanına alarak bir anlamda kendi suçuna ortak
etmeye çalışması oldu ve bunda hiç zorlanmadı da. Kamu işçilerinin toplu
sözleşmesinde alınan çok düşük zam ve ardından açık unutulan mikrofon ile
yapılan gaf nedeniyle, Türk İş yönetimi çok yıpranmış olsa gerek ki, asgari
ücret görüşmelerinde bu sefer tek başına bu yükü üstlenmek istemedi. Bu
stratejisi başarıya ulaşmış da görünüyor. Zaten yapacak bir şey yoktu hissiyatı
kabul görmüş olsa gerek ki, gerçekten de bu süreci hasarsız atlatmış görünüyor.
DİSK, bu durumu fırsata çevirebilirdi. Yıllardır müzakerelerin parçası olmadığı
için, haklı olarak asgari ücretin belirlenmesi yönteminin değiştirilmesini
talep eden DİSK, bu sefer, mevcut durumu avantaja çevirip Türk İş’i kendi eylem
programı etrafında sürükleyebilirdi. Ancak bunu yapmak yerine kendisi sürüklenmiş
oldu. Ne asgari ücret görüşmeleri sırasında, ne de sonrasında, sadece kendi
üyelerini değil ama asgari ücretten etkilenen milyonlarca işçinin de
katılabileceği bir ortak eylem takvimi önerisi geliştiremedi. Dolayısıyla, işi
sınıfının önemli bir kısmında artık kanıksanmış hale gelen yenilgi ve bir
şeyleri kendisinin değiştirebileceğine dair umutsuzluk, bu asgari ücret
görüşmeleri döneminde de pekiştirilmiş oldu.
Siyaseten böylesi kurak bir dönemde önümüzdeki en önemli görevlerden birisi de sınıfın kaybolan özgüvenini yeniden inşa edecek mücadelelere girişmek ve onlardan kısmi zaferler yaratmak olmalıdır. Asgari ücret müzakereleri bunun için önemli bir fırsat teşkil ediyordu. Çünkü geçmiş yıllardaki asgari ücret artış oranları gösteriyor ki, AKP ne zaman bu konuda karşısında bir direnç görse, geri adım atıp, taviz vermeye zorlanıyor. Bu dönem kaçmış bir fırsat olsa da, önümüzdeki dönemde işçi sınıfının geniş kesimlerinin dahil olabileceği kampanyalarla, asgari ücret mücadelesini sahiplenmesine ve bu vesileyle sınıfın özgüveninin yeniden tesis edilmesine çalışmak gerekir. Aksi halde eğer rutin prosedür sürdürülecekse, ne asgari ücretin yükseltilmesi mücadelesinden, ne de bir müzakereden bahsedilebilir, yapılan bu birkaç açıklama ve çabaya olsa olsa asgari ücretin yıldönümü etkinlikleri denebilir.
Bilgi Üniversitesi’nde görevli temizlikçiler, güvenlikçiler, akademisyenler, okutmanlar 2009 yılında DİSK’e bağlı Sosyal İş Sendikası’nda örgütlenmeye başlar. 2018 yılında toplu sözleşme için yeter sayıya ulaşan işçiler Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na başvurarak yetki talebinde bulunur. İşveren yetki itirazı için mahkemeye gider ve Kasım ayında İstanbul 35. İş Mahkemesi itirazı karara bağlar: Sosyal İş Sendikası Bilgi Üniversitesi’nde toplu iş sözleşme yapmaya yetecek sayıya ulaşmıştır. Laueate tarafından Can Holding’e satılan Bilgi Üniversitesi’nde.
Süreç başarıya ulaştığı takdirde Türkiye’de ilk defa bir vakıf üniversitesinde işçiler toplu sözleşme hakkına sahip olacaklar. Süreci Bilgi Üniversitesi İşyeri temsilcisi Beyhan Sunal süreci anlattı.
Neoliberal dönemde işletmelerde taşeronlaştırma süreçleri çevre çeper ilişkisi çerçevesinde yürür, asıl hizmet verilen alanlarda, yani çevrede taşeronlaşma gerçekleşmez, çeper denilen yan hizmet alanlarında taşeronlaşma başlar. Bilgi Üniversitesi’nde yaşanan taşeronlaşma saldırısının temizlik ve mutfak bölümlerinde çalışan işçilere yönelik olduğu görüyoruz. Ancak burada çevreden yoğun bir itiraz yükselir ve bu saldırı püskürtülür. Bu itiraz akademisyenlerden gelir.
“2007 yılında Bilgi Üniversitesi Laureate Education isimli
kuruluşa
satıldı ama Laureate’in yönetime geçmesi 2009 yılını buldu. Okulu devraldıkları
yıl okuldaki destek, temizlik ve mutfak işlerine bakan personeli taşerona
devretmek istediler. Akademisyenler de böyle bir şeyin olmaması gerektiğini
düşündüler ve buna karşı bir çıkış gelişti. Bilgi Üniversitesinde aslında çok
güzel bir ortam var; çalışanlar kendi aralarında aile gibiler. Şimdi düşünün
ki, o temizlik işçisi sizden önce geliyor, çay ocağı çalışanı çayı demliyor,
sizin ofisinizi temizliyor. Geldiğinizde çay demlenmiş, kahve hazır oluyor.
Aslında görevi olmadığı halde daha erken geliyor. Çalışanlara malınızı ve
canınızı emanet ediyorsunuz gerçekten, ilaç içmeyi unutursunuz, size
hatırlatır, nasıl çay ve kahve içtiğinizi bilirler. Çok özenli ve güzel
ilişkileri var personelin birbiriyle. Bu ilişkiler içinde taşeron demek bizim
açımızdan güvencesiz çalışma koşulları, hak ettiğinin altında para kazanmak,
çalışan olarak da hak edilen değeri görmemek anlamına geliyor. Bu yüzden
akademisyenler bir dilekçe hazırladılar. ‘Biz bir aileyiz ve ailemizin bazı
üyelerinin taşeronlaştırılmasını doğru bulmuyoruz’ dediler. Yaklaşık 260
akademisyen bu dilekçeye imza attı. Okul
yönetimi geri adım attı, taşeronlaşma durdu. Onun üzerine de hak aramak dilekçeyle, ricayla
olmayacak, hak aramayı nasıl kalıcı hale getirebiliriz diye düşünüp
sendikalaşmaya karar vermişler. Kararı alır almaz hızlı bir şekilde
örgütlenmeye başladık”**
Ana
akım medyanın sendikalar hakkında pompaladığı olumsuz algı, olumsuz ve kötü
sendikal deneyim yaşayan işçilerin deneyimleri işçileri sendikaya üye olmaktan
geri durdurmaz. Süreç ile beraber yaşanan kazanımlar, yoldaşlık ilişkisi,
kolektif bilinç ve kolektif hareket etmenin getirdiği faydalar işçilerin
zihninde yer edinmeye başlar ve sendika sahiplenilir. Akademisyenler,
temizlikçiler, güvenlikçiler ve mutfak işçileri aynı sendikada örgütlenir.
“Başlar
başlamaz çok hızlı bir şekilde örgütlenmeye başladık. Sendikacılar okula
giremiyordu. Okulun yanında bir kebapçı vardı, sendika kebapçının üst katını
kiralamıştı. Sendikaya üyelikler burada yapıldı. İnsanlar eskiden notere
başvurarak sendikaya üye oluyorlardı, haftada 2 gün noter geliyorsa önünde
kuyruklar oluyordu, o derece yoğunluk vardı. Bu arada sendikalaşırsak işimizi kaybederiz,
elebaşı oluruz, işten atarlar korkusu da vardı. Sendikalı olmaktan ve sendikalı
görünmekten kaçan insanlar vardı. Ama sendikalaşma sürecinin yarattığı ortam, ‘ben
üye oldum, sen de üye ol, haydi üye olalım, toplu sözleşme hakkı elde edelim’ çağrısı
okul yönetimine karşı çalışanların dayanışmasını dalga dalga büyüttü ve hızlıca
örgütlendik. Fakat toplu sözleşmeyi
yapacak yeterli sayıya ulaşamadık çünkü o zaman yüzde 50’ydi sınır, yüzde 40
değildi.
“Herkesin
kafasında farklı sendika algıları var, sendikayla ilgili herkesin bagajında bir
sürü olumsuz şey var, olumlu şey çok az. Bilgi’de herkes sendikanın ne olduğunu
yaşayarak öğreniyor. Bir araya geliyoruz, hakkımızı alıyoruz, ‘Sendika buymuş
demek ki, dayanışmaymış, birbirine destekmiş, aradaki ilişkilerin daha fazla
kaynaşmasıymış, daha içten ve sıcak hale gelmesiymiş’ diyoruz. Destek
personeller sıkıntı yaşadıkları zaman bunları akademisyenlere açıyorlar ve
burada böyle bir ilişki gelişiyor. Sendikalaşma dalgası çalışanlar arasında
başka bir iş arkadaşlığı hukuku yarattı. Bilgi Üniversitesi’nin sendikal
yapısında şöyle bir şey var herkes aynı işkolunda ve işçi olduğu için
profesörlerle temizlik işçisi aynı sendika çatısı altında örgütleniyor.
“Malum, bu tür yapılar içinde olan tartışmalar, karşılıklı olumsuzluklar yaşandı. Kendi iç tartışmamız ve okul yönetiminin birkaç sendikalının üzerine gidişi, onları işten çıkarması bir duraklama yarattı. Ama biz sendikayı ve sendikalı olmayı bırakmadık. Fiili sendikacılık dönemini başlattık. Personelin taleplerini okul yönetimine ilettik. Özel üniversitelerde kamusal alanda görünürlük ve onun yarattığı marka değeri önemli. Başlangıçta, kamuoyunda sendika karşıtı bir üniversite olarak görünmek istemediler. Ama sonra şunu farkettiler ki hepimiz aynı gemideyiz ve biz de zaten üniversiteyi olumsuz etkileyecek bir şey yapmıyoruz. Okul yönetimi de şunu gördü; biz orada hak aramak için varız başka bir şey için yokuz. Ama tabii bu aşamaya gelene kadar pek çok şey yaşandı.”
İşveren sert tepki gösterir, öncü işçiler işten atılır. Bilgi
Üniversitesi işçileri bu yönteme karşı mücadeleyi daha görünür hale getirecek
bir yöntem belirler
“İşverenin ilk tepkisi çok sert oldu; yönetim o zaman bu
sendikal örgütlenmeyi yürüten ahşap atölyesinin şefi bir arkadaşımız vardı, onu
işten çıkardı. Onunla beraber ahşap atölyesindeki 3 işçiyi daha işten çıkardı.
Ve bu arkadaşlar okulun bahçesinde çadır kurdular, işe iadelerini talep
ettiler.3 aydan fazla bir zaman okulun bahçesinde o çadır kaldı, öğle yemeklerinde
idari personel olarak biz ziyaret ettik, dışarıdan ziyaretçiler geldi, çadır
eylemi kamuoyunun gündeminde baya bir yer edindi. Bundan öteye geçip bir dertleşme, dayanışma
ve destek olmaya da dönüştü ilişki. Bu eylemi yapan arkadaşlar daha sonra geri
alındılar. Yaklaşık 6 buçuk yıl fiili sendikacılık yaptık, arkadaşlarımız
geldiler, sordular, bize aktardılar, biz gittik okul yönetimine aktardık. Dedik
ki asgari ücretten dolayı mağdur olan arkadaşlarımız var, yıllardır aldıkları
zam oranı artık geçinmelerine yetmeyen arkadaşlarımız var, şurada işten atılmak
üzere olan ama aslında haksız muameleye uğrayan arkadaşımız var, burada
mobbinge uğrayan bir insan var.
“Rica ve dilekçeyle olmaz; örgütlenmek lazım!”
“Günü geldikçe, sorunlar biriktikçe yönetimden randevu
alıp gidip doğrudan mütevelli heyeti başkanına, yardımcısına sorunlarımızı
aktardık ve gerçekten büyük ölçüde sorunlar da çözüldü. Mesela 2016 yılında
destek personele 2 kere maaş düzenlemesi yapıldı. Böyle fiili sendikacılık
yaptık. Ama tabii şöyle bir şey oluyor, her seferinde gidip yönetime rica
ediyorsunuz, yetkiniz yok, karşınızdaki insana bağlı bir ilişkiye dönüşüyor. Kabul
eder ya da etmez, ‘Laureate bütçeyi kabul etmiyor’ diyor, reddediliyor
taleplerimizin bir kısmı, bir kısmı kabul ediliyor, sürekli bir pazarlık. Son
iki yıldır sürekli okulun satılacağı söylentileri vardı. Tabii bu çalışanlarda
bir gerginlik yarattı, yönetim gelince ne kadar hak kayıplarına uğrayacağız,
kaç kişi işten atılacak, maaşımız ne olacak diye. Bundan 1,5 yıl önce dedik ki
bu fiili sendikacılığın da bir sonunun gelmesi lazım biz tekrar bir örgütlenme
çalışması yapalım. Gerçekten kapı kapı gezdik. Aktivistlerimizin sayısını
genişlettik. Daha fazla insana açıldık, o insanlar başkalarına açıldı. Bugün 3
üye oldu, bugün 5 üye oldu”
Sosyal İş Bilgi Üniversite’sinde görünür olmaya başlıyor
“Okulun bahçesinde standlar kurduk, insanlara sendikayı
anlattık, görünür olduk. Bu arada dönemde işçi haklarıyla ilgili eğitimler
düzenledik, mobbingle, işyeri içinde iletişimle ilgili eğitimler düzenledik.
Personel bizden destek istedikçe sendika uzmanlarımız geldi okul bize yer
verdi, eğitimler düzenledik. Her yıl geleneksel olarak mayıs ayında piknik
düzenledik. O pikniğe bütün personeli davet ettik. Çok da eğleniyorduk ve bunu
özellikle okulun bahçesinde yaptık.”
Örgütlenme sürecinde Sosyal İş’in karnesi
“Sosyal İş sendikası, başlangıçta klasik sendika olarak
geldi, ‘Sınıf kardeşiyiz. Herkes yanındakini örgütlesin burada büyüyelim
gelişelim, toplu sözleşme imzalayalım’ dedi. Ama tabii bizim okulun çalışan
profili böyle değil. Zaten teorik olarak bu konuları bilen insanlar vardı
orada. Ama onların da örgütlenme deneyimleri yoktu. Başlangıçta biraz birbirimizi anlamakta
zorlandık karşılıklı. Mesela sendikacılar “bayan arkadaşlar” diyordu, biz
‘bayan değil, kadın’ diyorduk. Bu erkek dili erkek sendikacılığı klasik
sendikacılık, hepsine itiraz ettik ama Sosyal-İş bize güzel yaklaştı. ‘Tamam
biz kendi reflekslerimizi bırakıyoruz, sizi anlamaya çalışıyoruz’ dediler. Biz de
onlara karşı fazla titiz davrandık. Yönetimle anlaşırlar mı kaygısı vardı
başlarda. Yönetimle görüşmeye
giderlerken mutlaka yanlarında olmak istedik. Yazılı her şeyi tek tek gözden
geçirdik. Mümkünse metinleri biz yazdık”
“Sosyal İş yüksek
notlu karneyle mezun oldu”
Sosyal-İş herkesin kaygılarını giderecek açıklamalar
yaptı, daha doğrusu aslında biz Sosyal-İş’ten
öğrendik, onlar da bizden öğrendiler. Valla karnesi gayet iyi (gülüyor). Bilgi’de biraz üyeden üyeye örgütlenme yaptık,
sendika girip örgütlemedi, üyeler birbirini örgütledi ama sendikanın çok önemli
desteği var. Tam taban hareketi oldu, öyle bir şey olunca da artık sendikaya
güvenmeyi öğrendik, onlar da bazı şeyleri bize bırakmayı öğrendiler. Eskiden
mesela ben bir metin yazacağım, bizim hocalar, sendika ne yazmış ‘tek tek cümle
cümle bakalım’ diyerek bir akademisyen titizliğiyle metinleri incelerdi. Sendikada
da ‘bir dakika bunu başkana sormam lazım, ona sormam buna sormam lazım’
deniyordu. Şimdi, ‘tamam sen bize bir şey yaz yolla öyle bakalım’ diyorlar
çünkü artık birbirimizi tanıdık, ne yapacağımızı, neye tepki göstereceğimizi
biliyoruz”
Mahkeme son noktayı koydu: Sosyal İş yetkili sendikadır
“2018 yılının 4 Eylül’ünde yeter sayıyı tutturduk ve
yetki için başvurduk. Bakanlık yetkili sendika olduğumuza karar verdi. Okul
itiraz etti. Ancak sendikanın toplu iş sözleşmesi yapmak için yeterli üye
sayısına sahip olduğu mahkemenin atadığı bilirkişilerce de tespit edildi. “Esas mahkemesinin kararı bizden yana.
Üniversitenin karara itiraz etme hakkı var. Yönetim sendikayı tanımıyor, onun da her
işveren gibi bagajında sendikayla ilgili bir sürü önyargı var, dolayısıyla yeniden
istinaf mahkemesine gidilebilir. İstinaf sürecinde hakkımızda olumlu karar
çıkacaktır, çünkü yeterli üyeye sahibiz. Daha da önemlisi, mahkeme karanının
okulda çalışanlar arasında yarattığı olumlu bir hava var. Haziran ya da temmuz ayında
yargı sürecinin sonuçlanmasını ve toplu sözleşme görüşmelerine başlayabilmeyi
umuyoruz.”
“İşçiler olarak bu süreci nasıl atlatacağımızı biliyoruz”
“Gerçekten şu an ciddi bir belirsizlik, gerginlik var.
Yönetimden de bunu yumuşatacak, bunun aksi olacağına dair bir açıklama yok.
Mesela Laureate, Bilgi Üniversitesi’ni satın aldığında eski yönetim bize
açıklama yapmıştı. ‘Biz okulu Laureate’e şu koşullarla devrediyoruz” diyerek
bilgi vermişlerdi. O zaman bize söylenenler sonradan gerçekleşti mi, hayır. Ama
yine de açıklama yapılmış olması önemliydi. Yeni yönetimle ilgili de pek çok belirsizlik
var. Herkes tedirgin; ne olacağını hiç kimse bilmiyor. Biz bu süreci okula ve
çalışanlarına zarar vermeden nasıl atlatacağımızı biliyoruz. Keşke bize
sorsalar, keşke çalışanlarla diyalog içinde olsalar. Bu yetkiye itiraz edebilirler,
ama çalışanları ve sendikayı bir muhatap olarak kabul etmeleri gerekir. Çünkü
Bilgi çalışanları bu süreci daha önce yaşadı, bu süreci sancısız, sıkıntısız
nasıl atlatırız hepimiz biliyoruz. Zaten
Bilgi Üniversitesi’nde aslında sendika demek, bilgi çalışanları demektir. 10
yıl bekledik, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine kadar gideriz, gittiği yere
kadar. Çünkü biz sayıyı tamamladık o açıdan şüphemiz yok. Yasal olarak biz
haklıyız, bu sadece süreci uzatır, çalışanları üzer, okulu yıpratır”