80 öncesi akademisyenleri öldürerek üniversite fikrini yok etmeye çalışanlar, bugün akademisyen kadrolarını doldurarak aynı şeyi yapmaya çabalıyor.
İki olay üst
üste geldi. Birincisi, Ankara Üniversitesi Cebeci Kampüsü’nde bir kantinde
oturan iki solcu öğrenciye silah ve palalarla saldıran ülkücülerin
ödüllendirilmesi, diğeri ise yine aynı kampüste elinde silah ile poz veren bir
ülkücünün SBF’ye araştırma görevlisi olarak alınması. İdeolojik halay çektiği
için okuldan atılan öğrencilerin ya da barış bildirisini imzaladığı için kamu
görevinden men edilen akademisyenlerin olduğu bir ülkede, bu iki garip olay
haklı bir tepki çekti. Olayın peşini bırakmayan sosyal medya ahalisi,
üniversite yönetimini açıklama yapmak zorunda bıraktı.
Ancak tarihsel
olarak baktığımızda bunlar bir anomali değil, bir sürekliliğin ürünü. Tarihteki
bütün faşist hareketler, saldırı planlarının en başına üniversiteleri
yazmıştır. Nazi ve İtalyan faşizmi örneklerinde üniversitelere yönelik saldırı
en bilinenleridir. Faşist öğrencileri solcu öğrencilerin üzerine salan
iktidarlar, akademisyenleri ise devlet imkânlarıyla uzaklaştırmaya çalışmıştır.
Yani, faşistlerin üniversitelere yönelik hep özel bir ilgisi olmuştur.
Türkiye’de de,
erken Cumhuriyet döneminin akademisyen kovuşturmalarının ardından, 1960’ların
sonuna doğru, üniversitelerde gelişen sol fikirleri şiddet aracılığıyla
susturma görevi faşist komandolara devredilmiştir. Dünyanın birçok ülkesinde,
CIA desteğiyle ortaya çıkan paramiliter güçlerin öğrenci hareketine
saldırısıyla eş zamanlı bir şekilde, ülkücü faşistler öğrencilere terör
saldırısı düzenlemiştir. Bu saldırı furyası, tabii ki, 1970’lerin ikinci yarısıyla
birlikte doruğuna çıkmış, ülkücü faşistler tarafından birçok katliam
düzenlenmiştir.
Bu dönem
ülkücü terörün muhatabı olan sadece öğrenciler olmamıştır. Akademisyenler
Saffet Müftüoğlu, Bedrettin Cömert, Bedri Karafakioğlu, Fikret Ünsal, Necdet
Bulut, Ümit Doğanay ve Cavit Tütengil ülkücüler tarafından katledilmiştir. Server
Tanilli, Yalçın Sanalan, Gürel Ataman, Korel Göymen, Uğur Ersoy başta olmak
üzere birçok akademisyen ise faşist saldırılarda ağır yaralanmıştır. AKP
iktidarının da uzun bir dönemdir ele geçirmeye çalıştığı ODTÜ’ye 1970’lerin
sonunda yüzlerce ülkücü işçi olarak alınmış, bu “işçiler” akademisyenlere
yönelik yaklaşık on bombalı saldırının faili olmuştur. Bu saldırıların bir
kısmı, darbeye ortam hazırlamak için girişilen provokasyonlarken, bir kısmı
doğrudan üniversitedeki sol düşünceye yönelik terör eylemleridir. Akademisyenlerin
bu dönem çeşitli sendikalar aracığıyla örgütlendiği ve toplumsal mücadeleye
omuz verdiği unutulmamalıdır.
12 Eylül
darbesinin ardından, eline silah tutuşturulan faşistlerin bir kısmının
ellerindeki silahlar alınmış, yerine ise kalem tutuşturulmuştur. Bu dönemde Aydınlar
Ocağı, 1402’likler olarak anılan akademisyen ihraçları ve buna tepki olarak
gelen istifalar ile boşalan kadrolara İslamcı ve faşist isimlerin
doldurulmasında bir koordinasyon merkezi gibi çalışmıştır. Üniversitelerin
günümüzde üniversiteden başka her şeye benzemesinin temel nedenlerinden birisi
de Aydınlar Ocağı’dır desek çok da yanılmış olmayız.
Ancak bütün
bunlara rağmen, istenilen üniversite bu dönemde yaratılamamıştır. 1980 ve 1990’ların
sonunda yükselen öğrenci hareketleri ve akademiye çok daha güçlü bir şekilde
dönen 1402’likler ve onların öğrencileri faşistlerin hevesini kursağında
bırakmıştır. Tam da bu ortamda, 70’lerdeki kadar yoğun bir şekilde olmasa da
faşist terör ülkü ocakları eliyle yeniden tırmandırılmıştır. 70’lerin sembolü
silah ve bomba ise bu dönemin simgesi satır olmuştur. İstanbul ve Ankara’daki
üniversitelerde solun gücün kırmak için 1982’de kurulan Marmara ve Gazi
Üniversiteleri, tıpkı arzulandığı gibi, faşist örgütlenmelerin merkezleri
haline gelmiş, bu üniversitelerde diğer üniversitelere saldırılar
düzenlenmiştir.
1998’de Bolu’da
üniversite öğrencisi Kenan Mak faşistler tarafından katledilirken, o günden bu
yana yüzlerce öğrencinin ağır yaralandığı saldırılar gerçekleşmiştir. 2005
yılında Marmara Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nden bir öğretim görevlisi
bıçaklanırken, 2017 yılında Marmara Üniversitesi’nden ihraç edilen
akademisyenler ülkücülerin saldırısına uğramıştır.
1980 öncesi
ABD’nin, 1980 sonrası derin devletin ve mafyanın çıkarları için eline silah
alan faşistler, bir süredir saray rejiminin salahiyeti için kan döküyor.
Perinçek’in TGB’si ile birlikte, AKP’nin üniversiteyi tasfiye etme projesinin
paramiliter ayağını oluşturuyor. Bunun karşılığında ise ödüllendiriliyor,
birçok faşist kamu dairelerinde işe alınıyor, savcı yapılıyor, akademisyen
olarak atanıyor.
80 öncesi akademisyenleri öldürerek üniversite fikrini yok etmeye çalışanlar, bugün akademisyen kadrolarını doldurarak aynı şeyi yapmaya çabalıyor.
Bilgi Üniversitesi’nde görevli temizlikçiler, güvenlikçiler, akademisyenler, okutmanlar 2009 yılında DİSK’e bağlı Sosyal İş Sendikası’nda örgütlenmeye başlar. 2018 yılında toplu sözleşme için yeter sayıya ulaşan işçiler Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na başvurarak yetki talebinde bulunur. İşveren yetki itirazı için mahkemeye gider ve Kasım ayında İstanbul 35. İş Mahkemesi itirazı karara bağlar: Sosyal İş Sendikası Bilgi Üniversitesi’nde toplu iş sözleşme yapmaya yetecek sayıya ulaşmıştır. Laueate tarafından Can Holding’e satılan Bilgi Üniversitesi’nde.
Süreç başarıya ulaştığı takdirde Türkiye’de ilk defa bir vakıf üniversitesinde işçiler toplu sözleşme hakkına sahip olacaklar. Süreci Bilgi Üniversitesi İşyeri temsilcisi Beyhan Sunal süreci anlattı.
Neoliberal dönemde işletmelerde taşeronlaştırma süreçleri çevre çeper ilişkisi çerçevesinde yürür, asıl hizmet verilen alanlarda, yani çevrede taşeronlaşma gerçekleşmez, çeper denilen yan hizmet alanlarında taşeronlaşma başlar. Bilgi Üniversitesi’nde yaşanan taşeronlaşma saldırısının temizlik ve mutfak bölümlerinde çalışan işçilere yönelik olduğu görüyoruz. Ancak burada çevreden yoğun bir itiraz yükselir ve bu saldırı püskürtülür. Bu itiraz akademisyenlerden gelir.
“2007 yılında Bilgi Üniversitesi Laureate Education isimli
kuruluşa
satıldı ama Laureate’in yönetime geçmesi 2009 yılını buldu. Okulu devraldıkları
yıl okuldaki destek, temizlik ve mutfak işlerine bakan personeli taşerona
devretmek istediler. Akademisyenler de böyle bir şeyin olmaması gerektiğini
düşündüler ve buna karşı bir çıkış gelişti. Bilgi Üniversitesinde aslında çok
güzel bir ortam var; çalışanlar kendi aralarında aile gibiler. Şimdi düşünün
ki, o temizlik işçisi sizden önce geliyor, çay ocağı çalışanı çayı demliyor,
sizin ofisinizi temizliyor. Geldiğinizde çay demlenmiş, kahve hazır oluyor.
Aslında görevi olmadığı halde daha erken geliyor. Çalışanlara malınızı ve
canınızı emanet ediyorsunuz gerçekten, ilaç içmeyi unutursunuz, size
hatırlatır, nasıl çay ve kahve içtiğinizi bilirler. Çok özenli ve güzel
ilişkileri var personelin birbiriyle. Bu ilişkiler içinde taşeron demek bizim
açımızdan güvencesiz çalışma koşulları, hak ettiğinin altında para kazanmak,
çalışan olarak da hak edilen değeri görmemek anlamına geliyor. Bu yüzden
akademisyenler bir dilekçe hazırladılar. ‘Biz bir aileyiz ve ailemizin bazı
üyelerinin taşeronlaştırılmasını doğru bulmuyoruz’ dediler. Yaklaşık 260
akademisyen bu dilekçeye imza attı. Okul
yönetimi geri adım attı, taşeronlaşma durdu. Onun üzerine de hak aramak dilekçeyle, ricayla
olmayacak, hak aramayı nasıl kalıcı hale getirebiliriz diye düşünüp
sendikalaşmaya karar vermişler. Kararı alır almaz hızlı bir şekilde
örgütlenmeye başladık”**
Ana
akım medyanın sendikalar hakkında pompaladığı olumsuz algı, olumsuz ve kötü
sendikal deneyim yaşayan işçilerin deneyimleri işçileri sendikaya üye olmaktan
geri durdurmaz. Süreç ile beraber yaşanan kazanımlar, yoldaşlık ilişkisi,
kolektif bilinç ve kolektif hareket etmenin getirdiği faydalar işçilerin
zihninde yer edinmeye başlar ve sendika sahiplenilir. Akademisyenler,
temizlikçiler, güvenlikçiler ve mutfak işçileri aynı sendikada örgütlenir.
“Başlar
başlamaz çok hızlı bir şekilde örgütlenmeye başladık. Sendikacılar okula
giremiyordu. Okulun yanında bir kebapçı vardı, sendika kebapçının üst katını
kiralamıştı. Sendikaya üyelikler burada yapıldı. İnsanlar eskiden notere
başvurarak sendikaya üye oluyorlardı, haftada 2 gün noter geliyorsa önünde
kuyruklar oluyordu, o derece yoğunluk vardı. Bu arada sendikalaşırsak işimizi kaybederiz,
elebaşı oluruz, işten atarlar korkusu da vardı. Sendikalı olmaktan ve sendikalı
görünmekten kaçan insanlar vardı. Ama sendikalaşma sürecinin yarattığı ortam, ‘ben
üye oldum, sen de üye ol, haydi üye olalım, toplu sözleşme hakkı elde edelim’ çağrısı
okul yönetimine karşı çalışanların dayanışmasını dalga dalga büyüttü ve hızlıca
örgütlendik. Fakat toplu sözleşmeyi
yapacak yeterli sayıya ulaşamadık çünkü o zaman yüzde 50’ydi sınır, yüzde 40
değildi.
“Herkesin
kafasında farklı sendika algıları var, sendikayla ilgili herkesin bagajında bir
sürü olumsuz şey var, olumlu şey çok az. Bilgi’de herkes sendikanın ne olduğunu
yaşayarak öğreniyor. Bir araya geliyoruz, hakkımızı alıyoruz, ‘Sendika buymuş
demek ki, dayanışmaymış, birbirine destekmiş, aradaki ilişkilerin daha fazla
kaynaşmasıymış, daha içten ve sıcak hale gelmesiymiş’ diyoruz. Destek
personeller sıkıntı yaşadıkları zaman bunları akademisyenlere açıyorlar ve
burada böyle bir ilişki gelişiyor. Sendikalaşma dalgası çalışanlar arasında
başka bir iş arkadaşlığı hukuku yarattı. Bilgi Üniversitesi’nin sendikal
yapısında şöyle bir şey var herkes aynı işkolunda ve işçi olduğu için
profesörlerle temizlik işçisi aynı sendika çatısı altında örgütleniyor.
“Malum, bu tür yapılar içinde olan tartışmalar, karşılıklı olumsuzluklar yaşandı. Kendi iç tartışmamız ve okul yönetiminin birkaç sendikalının üzerine gidişi, onları işten çıkarması bir duraklama yarattı. Ama biz sendikayı ve sendikalı olmayı bırakmadık. Fiili sendikacılık dönemini başlattık. Personelin taleplerini okul yönetimine ilettik. Özel üniversitelerde kamusal alanda görünürlük ve onun yarattığı marka değeri önemli. Başlangıçta, kamuoyunda sendika karşıtı bir üniversite olarak görünmek istemediler. Ama sonra şunu farkettiler ki hepimiz aynı gemideyiz ve biz de zaten üniversiteyi olumsuz etkileyecek bir şey yapmıyoruz. Okul yönetimi de şunu gördü; biz orada hak aramak için varız başka bir şey için yokuz. Ama tabii bu aşamaya gelene kadar pek çok şey yaşandı.”
İşveren sert tepki gösterir, öncü işçiler işten atılır. Bilgi
Üniversitesi işçileri bu yönteme karşı mücadeleyi daha görünür hale getirecek
bir yöntem belirler
“İşverenin ilk tepkisi çok sert oldu; yönetim o zaman bu
sendikal örgütlenmeyi yürüten ahşap atölyesinin şefi bir arkadaşımız vardı, onu
işten çıkardı. Onunla beraber ahşap atölyesindeki 3 işçiyi daha işten çıkardı.
Ve bu arkadaşlar okulun bahçesinde çadır kurdular, işe iadelerini talep
ettiler.3 aydan fazla bir zaman okulun bahçesinde o çadır kaldı, öğle yemeklerinde
idari personel olarak biz ziyaret ettik, dışarıdan ziyaretçiler geldi, çadır
eylemi kamuoyunun gündeminde baya bir yer edindi. Bundan öteye geçip bir dertleşme, dayanışma
ve destek olmaya da dönüştü ilişki. Bu eylemi yapan arkadaşlar daha sonra geri
alındılar. Yaklaşık 6 buçuk yıl fiili sendikacılık yaptık, arkadaşlarımız
geldiler, sordular, bize aktardılar, biz gittik okul yönetimine aktardık. Dedik
ki asgari ücretten dolayı mağdur olan arkadaşlarımız var, yıllardır aldıkları
zam oranı artık geçinmelerine yetmeyen arkadaşlarımız var, şurada işten atılmak
üzere olan ama aslında haksız muameleye uğrayan arkadaşımız var, burada
mobbinge uğrayan bir insan var.
“Rica ve dilekçeyle olmaz; örgütlenmek lazım!”
“Günü geldikçe, sorunlar biriktikçe yönetimden randevu
alıp gidip doğrudan mütevelli heyeti başkanına, yardımcısına sorunlarımızı
aktardık ve gerçekten büyük ölçüde sorunlar da çözüldü. Mesela 2016 yılında
destek personele 2 kere maaş düzenlemesi yapıldı. Böyle fiili sendikacılık
yaptık. Ama tabii şöyle bir şey oluyor, her seferinde gidip yönetime rica
ediyorsunuz, yetkiniz yok, karşınızdaki insana bağlı bir ilişkiye dönüşüyor. Kabul
eder ya da etmez, ‘Laureate bütçeyi kabul etmiyor’ diyor, reddediliyor
taleplerimizin bir kısmı, bir kısmı kabul ediliyor, sürekli bir pazarlık. Son
iki yıldır sürekli okulun satılacağı söylentileri vardı. Tabii bu çalışanlarda
bir gerginlik yarattı, yönetim gelince ne kadar hak kayıplarına uğrayacağız,
kaç kişi işten atılacak, maaşımız ne olacak diye. Bundan 1,5 yıl önce dedik ki
bu fiili sendikacılığın da bir sonunun gelmesi lazım biz tekrar bir örgütlenme
çalışması yapalım. Gerçekten kapı kapı gezdik. Aktivistlerimizin sayısını
genişlettik. Daha fazla insana açıldık, o insanlar başkalarına açıldı. Bugün 3
üye oldu, bugün 5 üye oldu”
Sosyal İş Bilgi Üniversite’sinde görünür olmaya başlıyor
“Okulun bahçesinde standlar kurduk, insanlara sendikayı
anlattık, görünür olduk. Bu arada dönemde işçi haklarıyla ilgili eğitimler
düzenledik, mobbingle, işyeri içinde iletişimle ilgili eğitimler düzenledik.
Personel bizden destek istedikçe sendika uzmanlarımız geldi okul bize yer
verdi, eğitimler düzenledik. Her yıl geleneksel olarak mayıs ayında piknik
düzenledik. O pikniğe bütün personeli davet ettik. Çok da eğleniyorduk ve bunu
özellikle okulun bahçesinde yaptık.”
Örgütlenme sürecinde Sosyal İş’in karnesi
“Sosyal İş sendikası, başlangıçta klasik sendika olarak
geldi, ‘Sınıf kardeşiyiz. Herkes yanındakini örgütlesin burada büyüyelim
gelişelim, toplu sözleşme imzalayalım’ dedi. Ama tabii bizim okulun çalışan
profili böyle değil. Zaten teorik olarak bu konuları bilen insanlar vardı
orada. Ama onların da örgütlenme deneyimleri yoktu. Başlangıçta biraz birbirimizi anlamakta
zorlandık karşılıklı. Mesela sendikacılar “bayan arkadaşlar” diyordu, biz
‘bayan değil, kadın’ diyorduk. Bu erkek dili erkek sendikacılığı klasik
sendikacılık, hepsine itiraz ettik ama Sosyal-İş bize güzel yaklaştı. ‘Tamam
biz kendi reflekslerimizi bırakıyoruz, sizi anlamaya çalışıyoruz’ dediler. Biz de
onlara karşı fazla titiz davrandık. Yönetimle anlaşırlar mı kaygısı vardı
başlarda. Yönetimle görüşmeye
giderlerken mutlaka yanlarında olmak istedik. Yazılı her şeyi tek tek gözden
geçirdik. Mümkünse metinleri biz yazdık”
“Sosyal İş yüksek
notlu karneyle mezun oldu”
Sosyal-İş herkesin kaygılarını giderecek açıklamalar
yaptı, daha doğrusu aslında biz Sosyal-İş’ten
öğrendik, onlar da bizden öğrendiler. Valla karnesi gayet iyi (gülüyor). Bilgi’de biraz üyeden üyeye örgütlenme yaptık,
sendika girip örgütlemedi, üyeler birbirini örgütledi ama sendikanın çok önemli
desteği var. Tam taban hareketi oldu, öyle bir şey olunca da artık sendikaya
güvenmeyi öğrendik, onlar da bazı şeyleri bize bırakmayı öğrendiler. Eskiden
mesela ben bir metin yazacağım, bizim hocalar, sendika ne yazmış ‘tek tek cümle
cümle bakalım’ diyerek bir akademisyen titizliğiyle metinleri incelerdi. Sendikada
da ‘bir dakika bunu başkana sormam lazım, ona sormam buna sormam lazım’
deniyordu. Şimdi, ‘tamam sen bize bir şey yaz yolla öyle bakalım’ diyorlar
çünkü artık birbirimizi tanıdık, ne yapacağımızı, neye tepki göstereceğimizi
biliyoruz”
Mahkeme son noktayı koydu: Sosyal İş yetkili sendikadır
“2018 yılının 4 Eylül’ünde yeter sayıyı tutturduk ve
yetki için başvurduk. Bakanlık yetkili sendika olduğumuza karar verdi. Okul
itiraz etti. Ancak sendikanın toplu iş sözleşmesi yapmak için yeterli üye
sayısına sahip olduğu mahkemenin atadığı bilirkişilerce de tespit edildi. “Esas mahkemesinin kararı bizden yana.
Üniversitenin karara itiraz etme hakkı var. Yönetim sendikayı tanımıyor, onun da her
işveren gibi bagajında sendikayla ilgili bir sürü önyargı var, dolayısıyla yeniden
istinaf mahkemesine gidilebilir. İstinaf sürecinde hakkımızda olumlu karar
çıkacaktır, çünkü yeterli üyeye sahibiz. Daha da önemlisi, mahkeme karanının
okulda çalışanlar arasında yarattığı olumlu bir hava var. Haziran ya da temmuz ayında
yargı sürecinin sonuçlanmasını ve toplu sözleşme görüşmelerine başlayabilmeyi
umuyoruz.”
“İşçiler olarak bu süreci nasıl atlatacağımızı biliyoruz”
“Gerçekten şu an ciddi bir belirsizlik, gerginlik var.
Yönetimden de bunu yumuşatacak, bunun aksi olacağına dair bir açıklama yok.
Mesela Laureate, Bilgi Üniversitesi’ni satın aldığında eski yönetim bize
açıklama yapmıştı. ‘Biz okulu Laureate’e şu koşullarla devrediyoruz” diyerek
bilgi vermişlerdi. O zaman bize söylenenler sonradan gerçekleşti mi, hayır. Ama
yine de açıklama yapılmış olması önemliydi. Yeni yönetimle ilgili de pek çok belirsizlik
var. Herkes tedirgin; ne olacağını hiç kimse bilmiyor. Biz bu süreci okula ve
çalışanlarına zarar vermeden nasıl atlatacağımızı biliyoruz. Keşke bize
sorsalar, keşke çalışanlarla diyalog içinde olsalar. Bu yetkiye itiraz edebilirler,
ama çalışanları ve sendikayı bir muhatap olarak kabul etmeleri gerekir. Çünkü
Bilgi çalışanları bu süreci daha önce yaşadı, bu süreci sancısız, sıkıntısız
nasıl atlatırız hepimiz biliyoruz. Zaten
Bilgi Üniversitesi’nde aslında sendika demek, bilgi çalışanları demektir. 10
yıl bekledik, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine kadar gideriz, gittiği yere
kadar. Çünkü biz sayıyı tamamladık o açıdan şüphemiz yok. Yasal olarak biz
haklıyız, bu sadece süreci uzatır, çalışanları üzer, okulu yıpratır”