İmdat Freni

faşizm

Faşizm. Faşistleşme. Antifaşizm. – Ugo Palheta

Ugo Palheta son yıllarda faşizmin güncel görünümleri, kendi ifadesiyle “neofaşist dinamik” üzerine çalışmalarıyla özellikle Fransa’da, ama bilhassa da aşağıda aktardığımız metniyle (ve daha önceki bazı yazılarıyla) uluslararası alanda sesi duyulmaya başlayan bir marksist sosyolog. Palheta aynı zamanda kağıda basılı hali Daniel Bensaid tarafından kurulan ve İmdat Freni‘nin de başlıca ilham kaynaklarından olan Contretemps sitesinin editörlerinden. Daha önce Enzo Traverso’nun aşağıdaki yazı hakkında kaleme aldığı eleştiri metnini sitemizde aktarmıştık. Burada da Express dergisi için Gencer Çakır ve Ulus Atayurt tarafından tercüme edilmiş olan ve “22 Maddede Faşizm ve Antifaşizm. Zehir ve Panzehir” adıyla basılan metni 1+1 Express’in müsaadesiyle yayımlıyoruz. Son olarak Palheta’nın bu metniyle ilgili bir diğer değelendirme olan David Renton’un “Şiddet üzerine” yazısını da textumdergi.net‘ten okumak mümkün.

1) Faşizm üzerine

Klasik olarak faşizm bir ideoloji, bir hareket ve bir rejim olarak tanımlanabilir.

Bu niteliğiyle, öncelikle, hayali bir topluluğun –genellikle ulusun[1]– “yeniden canlanmasını” hedefleyen bir siyasi projeyi belirtir. Bu proje, engin bir arınma operasyonunu, ya da faşist bakış açısına göre kendi fantazmagorik homojenliğini engelleyen, düşsel birliğine sekte vuran, hayali özünden uzaklaştıran ve derin kimliğini eriten her şeyin yok edilmesini içerir.

Bir hareket olarak faşizm, kendisini hem “sistem”e meydan okumaya hem de aynı zamanda “kanun ve nizam”ı yeniden tesis etmeye muktedir bir güç olarak sunarak gelişir ve geniş kitlelere ulaşır. Özlemleri ve çıkarları taban tabana zıt toplumsal kesimleri cezbedebilmesini sağlayan da reaksiyoner isyanın bu derinden çelişkili boyutu, sahte yıkım ile aşırı muhafazakârlığın patlayıcı karışımıdır.

Faşizm iktidarı fethetmeyi ve bir rejim (ya da daha doğrusu bir istisna hali) görünümüne bürünmeyi başardığında, “sistem karşıtı” ve hatta kimi zaman “devrimcilik” iddialarına rağmen, mutlaka toplumsal düzeni daimi kılmaya yönelir.

Bu tanım, iki savaş arası dönemdeki tarihsel faşizm ile neo-faşizm olarak adlandıracağımız günümüz faşizmi arasında bir devamlılık kurmamızı sağlıyor. Böyle bir devamlılıktan söz etmek bağlamdaki farklılıklara gözümüzü kapamak anlamına gelmiyor.

2) Hegemonya krizi –1

Faşizmin yükselişi kapitalizmin yapısal krizi, ekonomik istikrarsızlık, halkın yoksunlukları, toplumsal karşıtlıkların (sınıf, ırk ve cinsiyet temelli) derinleşmesi ve kimlik paniği üzerinde gerçekleşiyorsa da, siyasal krizin artık yerleşik siyasal egemenlik biçimleri çerçevesinde aşılamaz hale geldiği bir yoğunluk düzeyine ulaşmasıyla faşizm gündeme gelir. Başka bir deyişle faşizm, egemen sınıfın toplumsal ve siyasal düzenin istikrarını liberal demokrasinin olağan yöntemleriyle ve siyasal kadrosunun sıradan bir yenilenmesiyle temin etmesinin artık mümkün olmadığı aşamada gündeme gelir.

Gramsci’nin hegemonya krizi (ya da “organik kriz”) dediği şey budur. Bu krizin merkezi unsuru burjuvazinin çoğunluk rızası üreterek siyasi egemenliğini dayatma kapasitesini giderek artan biçimde yitirmesidir. Her ne kadar belli koşullar altında hegemonya krizi devrimci ya da devrim-öncesi bir duruma yol açabilse de, bu krizi belirleyen temel unsur kapitalist devlet içinde derin çatlaklar yaratan bir ayaklanma şöyle dursun, yoksul kesimlerin mücadelelerinin kayda değer bir yükselişi olmadığı için, bu türden bir siyasi kriz devrimci bir kriz olarak nitelendirilemez.

Burjuvazinin bu yetersizliği özellikle temsil edenler ile temsil edilenler arasındaki bağların veya daha doğrusu, siyasi iktidar ile yurttaşlar arasındaki aracılığın zayıflamasında başgösterir. Neo-faşizm söz konusu olduğunda, bu zayıflama geleneksel kitle örgütlerinin (siyasi partiler, sendikalar, dernekler) gerilemesiyle kendisini gösterir. Bu da bireylerin yalıtılmışlığını teşvik ederek onları güçsüzlüğe mahkûm eder, böylece onları yeni siyasi etkilere, yeni aidiyetlere, yeni eylem biçimlerinde kullanılmaya açık hale getirir. Neo-faşistler için kitlesel milisler oluşturmayı büyük ölçüde gereksiz kılan bu zayıflama bizzat burjuva politikalarının ve kaçınılmaz olarak yarattıkları toplumsal krizin ürünüdür.

3) Hegemonya krizi –2

Günümüz faşizmi (neo-faşizm), Batı burjuvazilerinin 1968 ve müteakip devrimci dalgaya verdiği bir tepki olarak ortaya çıkan, her yerde –ülkeden ülkeye değişen boyutlarda– derin siyasi krizlere yol açarak (seçimlere katılımın giderek azalması, iktidar partilerinin tedricen aşınması ya da aniden çöküşü) faşist bir hareketlenme için gerekli koşulları yaratan ve 1980’lerden itibaren yürürlüğe sokulan “neoliberal” politikaların kümülatif bir sonucudur.

Yönetici sınıf, örgütlü işçi hareketine karşı saldırı başlatıp sınıflar arası belirli bir ilişkiye (görece zayıflamış bir burjuvazi ile örgütlü ve mobilize olmuş bir işçi sınıfı) dayalı savaş sonrası “toplumsal mutabakat”ın temellerini metodik olarak aşındırarak karma ve hegemonik bir toplumsal blok inşa etmekte giderek yetersiz kaldı. Buna, dünya ekonomisinin derin istikrarsızlığı ve ulusal ekonomilerin karşılaştığı zorluklar da eklenmeli. Bu zorluklar egemen sınıfların kendi halkları arasındaki itibarını ve halkların ekonomik sisteme olan güvenini derinden ve kalıcı bir şekilde zayıflatıyor.

4) Hegemonya krizi –3

Neoliberal saldırı grevler vasıtasıyla işyeri örgütlenmesini zorlaştırdığı, sendikaları zayıflattığı, güvencesizliği artırdığı ölçüde, hoşnutsuzluk kendisini başka yerlerde ve farklı biçimlerde ifade etme eğilimi gösteriyor. 

–Her yerde (kutuplaşma şartlarında yapılanlarda daha seyrek olsa da) seçimlere katılım azalıyor, daha önce hiç görülmemiş seviyelere düşüyor.

–Birçok hâkim kurumsal parti tedricen ya da aniden zayıflıyor (ya da ABD’de Cumhuriyetçi Parti’den neşet eden Çay Partisi ve Trump örneklerinde görüldüğü gibi, içlerinden yeni hareket ve figürler çıkıyor).

–Yeni politik hareketler ortaya çıkıyor ya da daha önce marjinal olan güçler yükseliyor.

–Geleneksel yapıların, yani esasen örgütlü işçi hareketinin dışında toplumsal hareketler ortaya çıkıyor (bu, söz konusu hareketlerin siyasi sol ve sendikalarla bir bağı olmadığı anlamına gelmiyor).

Bazı ulusal bağlamlarda, neo-faşistler geniş toplumsal hareketlere (Brezilya) eklemlenmeyi ya da bizzat kitlesel bir hareket yaratmayı (Hindistan) başarıyor. Neo-faşistlerin fikirleri, söz konusu hareketlerin çeperlerinde de etki yaratabilir. Ancak bu durum, en azından bu aşamada, neo-faşist örgütlerin militan kitle hareketleri haline gelmesi için genellikle yeterli olmuyor. Dolayısıyla parlamento dışı mücadeleler, neo-faşizmden ziyade toplumsal ve politik özgürleşmeye yönelik fikirlere (anti-kapitalizm, ırkçılık karşıtlığı, feminizm vb.) meylediyor. Bu mücadeleler stratejik bütünlükten, ortak bir siyasal ufuktan, hatta bazen ortak taleplerden yoksun olsalar da, genellikle toplumsal düzenden kopuş hedefine ve özgürleştirici bir ilerlemenin pratik olasılığına işaret ediyorlar.

Her durumda, siyasi düzen had safhada istikrarsız. Tam da böyle bir ortamda faşist hareketlerin gerek egemen sınıfların hegemonik kapasitesinin düşüşüne (en azından bu aşamada) seçimlerle verilebilecek bir tepki, gerekse geleneksel siyasal oyuna bir alternatif olarak gözükebileceği açık.

5) Alternatifin krizi

Faşizm, sadece burjuvazinin eli kulağındaki bir devrimci tehdide karşı verdiği gözükara bir tepki değil, aynı zamanda mevcut düzene alternatifsizliğin ve karşı-hegemonik güçlerin yenilgisinin de ifadesidir. Faşistlerin soldan ve toplumsal hareketlerden duyulan korkuyu harekete geçirdiği doğru olsa da, sağın politik bir alternatif olarak farklı sosyal gruplarca kabul görmesini sağlayan, daha ziyade sömürülen sınıfın (proletarya) ve ezilen grupların kendilerini devrimci siyasi özneler olarak oluşturmaktaki ve (sınırlı kalsa da) bir toplumsal dönüşüm deneyine girişmekteki yetersizliğidir.

Mevcut durumda, tıpkı iki dünya savaş arası dönemde olduğu gibi, faşizm tehlikesiyle yüzleşmek sadece otoriter sertleşmeye, göç karşıtı politikalara, ırkçı fikirlerin serpilmesine vb. karşı defansif mücadeleleri değil, aynı zamanda (ve daha derinlemesine) sömürülen ve ezilen madunların toplumsal düzen ile bir kopuş projesi etrafında siyasal açıdan birleşebilmesini ve hegemonya krizinin sunduğu fırsatı değerlendirmesini de kapsar.

6) Faşist dinamiğin iki ânı

Güç biriktirmeye başladığı ilk aşamada, faşizm propagandasına yıkıcı bir biçim vermeye ve kendisini mevcut düzene karşı bir isyan olarak göstermeye çalışır. Gerek egemen sınıfların, gerekse hükmedilen sınıfların geleneksel siyasi temsilcilerine meydan okuyarak ilerler. Hepsi sözde (hayali bir şekilde neredeyse değişmez bir öze sahip oluğu varsayılan) “ulus”un demografik ve kültürel parçalanmasına katkıda bulundukları varsayımıyla suçlu addedilir.

Faşizm, “ulus”u tüm illetlerin çaresi haline getirerek “anti-sistemik” bir güç ve bir “üçüncü yol” olduğunu iddia eder: Ne sağ ne sol, ne kapitalizm ne de sosyalizm. Sağın iflası ve solun ihanetleri, siyasi açıdan birleşmiş (yani gerçekte faşistlerin kontrolü altında), ideolojik açıdan hemfikir (yani, herhangi bir protesto biçimini açıkça ifade etme araçlarından yoksun bırakılmış) ve etnik-ırksal açıdan “saflaştırılmış” (yani özünde “genetik açıdan farklı”, “asimile edilemez”, “aşağı” ama “tehlikeli” kabul edilen gruplardan arındırılmış) olduğu için nihayet “yeniden ayağa kaldırılmış” bir “ulus” bünyesinde, siyasal bölünmelerin ve toplumsal düşmanlıkların feshedilmesine ilişkin faşist ideale itibar kazandırır.

Bununla birlikte, ikinci aşamada, (faşizmin özgünlüklerinden biri ve en azından söylemde asla tamamen vazgeçmediği bir karakteri olan) “plebci-avamcı” ya da “anti-burjuva” an diye adlandırılabilecek eşik aşıldığında, faşist liderler, bir yandan sermayeye tüm muhalefetin yok edilmesini vaat ederken, diğer yandan da (tüm faşist deneyimlerin ve aşırı sağ figürlere karşı yargı hükümlerinin sürekli gösterdiği gibi, siyasi amaçlar yanında kişisel zenginleşme adına da) iktidara erişimlerini sağlama almak ve devleti kendi çıkarları adına  kullanmak için burjuvazinin temsilcileriyle –genellikle burjuva siyasi partilerinin veya liderlerinin arabuluculuğuyla– bir ittifak kurmaya çalışır. Faşizm kapitalizmin bir tiranlık rejimi altında işleyebilmesini önerdiği için, “üçüncü yol”a yönelik iddialardan geriye eser kalmaz.

7) Faşizm ve baskı ilişkilerinin krizi

Toplumsal düzenin krizi, özellikle çağdaş faşizm (neo-faşizm) söz konusu olduğunda, akut bir boyut kazanan baskı ilişkileri krizi olarak da tezahür eder. Öte yandan, ırkçılık karşıtı, feminist ve LGBTİ+ hareketlerin (ülkeden ülkeye epey değişkenlik gösterse de) küresel ölçekte yükselişiyle beyaz egemenliğinin yayılımı, kadınlara ve cinsel azınlıklara yönelik baskı kesintiye uğradı ve hatta sonlanma tehlikesiyle yüzleşti. Kolektif örgütlenme, ırkçı ve hetero-ataerkil düzene isyan vasıtasıyla, seslerini yükselten beyaz-olmayanlar, kadınlar ve cinsel azınlıklar kendilerini giderek özerk siyasi özneler haline getiriyor. (Ancak tüm bunlar özellikle farklı madun grupları birleştirecek siyasi bir gücün yoksunluğunda bölünmelere engel oluşturmuyor.)

Çeşitli biçimler alan ve farklı istikametlerde ilerleyen, ama nihayetinde siyasi ahengini faşist projede edinen ırkçı ve erkekçi radikalleşme nezdinde bu süreç kaçınılmaz bir tepki uyandırır. Bu proje, baskıcı grupların ne pahasına olursa olsun egemenliklerini sürdürme konusundaki fanatik arzularıyla, hezeyanlarla çoktan tersine çevrildiğine vehmedilen hâkimiyet ilişkilerinin (“Yahudi egemenliği”, “büyük ikame”, “tersine sömürgeleştirme”, “beyaz karşıtı ırkçılık”, “toplumun kadınsılaştırılması” gibi çeşitli mitolojilerle) temsilini birbirine bağlar.

Aşırı sağcılar her yerde feminist hareket ve söylemlere karşı çıkar, cinsiyet rollerine ilişkin özcü bir anlayışı asla terk etmezken, siyasi ihtiyaçlara ve ulusal bağlamlara göre, ara sıra kadınların ve cinsel azınlıkların haklarını savunan bir retoriği benimseyebilirler. Hatta, milliyetçi söylemlerinin kapsamını yeni tınılarla zenginleştirmek için bazı geleneksel pozisyonlarını (kürtaj yasağı, eşcinselliğin suç sayılması vb.) yumuşatacak kadar ileri gidebilirler: Bu yolla, kadınların ve eşcinsellerin maruz kaldığı şiddetten “yabancılar”[2] ve/veya “Müslümanlar” sorumlu tutulur. Femo-milliyetçilik ve homo-milliyetçilik, yeni seçmen kesimlerini hedeflemeyi, politik saygınlık kazanmayı ve bu arada hetero-ataerkilliğin herhangi bir sistemik eleştirisini saptırmayı mümkün kılar.

8) Faşizm, doğa ve çevre krizi

Mevcut düzenin krizi sadece ekonomik, sosyal ve politik değil. Özellikle süregiden iklimsel çöküş göz önüne alındığında, çevresel bir kriz şeklini de alıyor. 

An itibarıyla, neo-faşizm, kapitalosen çağı ile ilişkili dehşetengiz hadiseler karşısında bölünmüş gözüküyor. Neo-faşist hareketlerin geniş bir kesimi, ideologlar ve liderler özütlemenin yoğunlaşmasını (“karbo-faşizm” veya “fosil faşizm”) savunarak küresel ısınmayı alenen küçümsüyor (hatta tamamen reddediyor).

Diğer yandan, eko-faşist diye nitelendirilebilecek bazı akımlar, çevre krizine bir yanıt sunduklarını iddia etseler de, aslında geleneksel roller, (cinsiyet gibi) hiyerarşiler ve (“ırk saflığı” adına veya “kültürlerin uyuşmazlığı” bahanesiyle) kapalı organik topluluk fikirleri üzerinden “doğal düzen”in eski reaksiyoner ideolojilerini “ekoloji” kisvesinde diriltip yeniden tedavüle sokmaktan öteye geçmiyor. Benzer şekilde, felâketin aciliyetini aşırı otoriter (eko-diktatörlük) ve (neo-Malthusçu) ırkçı çözümler talep etmek için araçsallaştırıyorlar.

İkinci grup, birincisine kıyasla büyük ölçüde azınlıkta, ama kitlesel siyasi akımlar oluşturmasa bile, fikirleri inkâr edilemez bir şekilde neo-faşist sağduyuya nüfuz ediyor. Böylece kimlikçi bir ekoloji ortaya çıkarken, çevre anti-faşistler için kritik bir mücadele alanına dönüşüyor. Bu bölünme aynı zamanda “klasik” faşizme içkin, ağır sanayiyi ve teknolojiyi (ekonomik ve askeri) ulusal gücün simgesi ve kaldıracı olarak yücelten bir hiper-modernizm ile toprağı ve doğayı ulusun kendi özünü bulması için yeniden bağlantılanması gereken otantik değerlerin yuvası olarak idealleştiren bir anti-modernizm arasındaki gerilime işaret ediyor.

9) Faşizm ve toplumsal düzen

Faşizm özellikle ortaya çıkıp gelişirken, mevcut düzene bir alternatif (bunda en azından kısmen başarılı olur), hatta bazen (ulusal) bir “devrim” olarak görünmek ister. Ancak iktidara gelince, faşizm sadece mevcut ilişkiler bütününün bir stepnesi olmakla kalmaz, aynı zamanda eko-kırıma, ırkçı ve ataerkil kapitalizme karşı tüm muhalefeti bastırma aracı, başka bir deyişle otantik bir karşı-devrim olarak tezahür eder.

Faşizmin tüm ideolojisi ve iktidar pratiği, kriminal yöntemlerle sömürü ve baskı ilişkilerinin tahkim edilmesine ve güçlendirilmesine yöneliktir.

Daha derin bir düzeyde, faşist proje, bu ilişkileri son derece (sınıf ve toplumsal cinsiyet açısından) hiyerarşik, (cinsellikler ve cinsiyet kimlikleri açısından) normalleştirilmiş ve (etno-ırksal açıdan) homojenleştirilmiş bir toplumsal gövde üretecek şekilde yoğunlaştırmaktan ibarettir. Bu yüzden hapsetme ve kitlesel suç (soykırım) faşizmin istenmeyen sonuçları değil, bizzat özünde bulunan potansiyellerdir.

10)  Faşizm ve toplumsal hareketler

Faşizmin toplumsal hareketlerle ikircikli bir ilişkisi vardır. Başarısı, “sistem karşıtı” bir güç gibi görünme yeteneğine bağlı olduğu ölçüde, sola ve protesto hareketlerine cepheden karşı çıkmakla yetinemez. Gerek “klasik”, gerekse çağdaş faşizmler güçlü bir siyasi ve kültürel sentez elde etmek için retoriklerinin bir kısmını sürekli toplumsal hareketlerden devşirirler.

Bu anlamda üç ana taktik kullanılır:

a) Eleştirel ve programlı söyleme dair ögeleri kısmen sahiplenmek, ancak herhangi bir sistemik boyuttan ya da devrimci amaçtan yoksun bırakmak. Örneğin, kapitalizm bir sömürü ilişkisine (sermaye/emek) dayandığı, üretim araçlarının özel mülkiyeti ve piyasa düzenini şart koştuğu için, temellerine yönelik bir eleştiriye tabi tutulmaz, sadece küreselleşmiş ya da finansallaşmış veçhesi eleştirilir (bu da, nüfusun bir kısmına hitap etmeye devam eden klasik faşist söylemin eski anti-semitik klişeleriyle oynamayı mümkün kılar). Bu açıdan, kapitalizmden kopuş hedefiyle tutarlı bir şekilde birleştirilmediği takdirde, serbest ticaretin eleştirisinin, daha yüksek ihtimalle “korumacılık” çağrılarının ideolojik açıdan aşırı sağı güçlendirmemesi için bir sebep yoktur.

b) “Yabancılara”, yani aslında ırksal azınlıklara karşı bir silah olarak kullanmak için solun ve toplumsal hareketlerin söylemini gasp etmek. Bu, yukarıda bahsedilen femo-milliyetçiliğin ve homo-milliyetçiliğin, ama aynı zamanda laikliğin “milliyetçi” savunusunun da mantığıdır.

Aşırı sağ, tarihi boyunca kadın ve LGBTİ+ haklarının yanısıra laiklik ilkesine de karşı çıkmış olsa da, an itibarı ile bazı sağ akımlar (özellikle Fransa’nın Ulusal Cephe’si ve Hollanda aşırı sağı) laikliğin en sıkı savunucusu olduklarını iddia ediyorlar. Bu da laikliğin Müslümanlara karşı, sözde Müslüman “bölücülüğü” veya “cemaatçiliği” tarafından tehdit edilen başlıca cumhuriyetçi ilkeleri savunmak kisvesinde, açıkça dile getirilmeyen (ayrılmaz biçimde etno-ırksal ve dini) ayrımcılıkları da içerecek şekilde, saldırganca yeniden tanımlanması anlamına geldi.

c) Feminist ya da ırkçılık karşıtı eleştiriyi ters yüz edip ezilenlerin zalimlere dönüştüğünü iddia etmek. Bu nedenle ırkçılığın ve cinsiyetçiliğin ortadan kalktığını öne sürmekle yetinmeyen, kadınlar, beyaz olmayanlar ve LGBTİ+’ların bir yandan erkekleri, beyazları ve heteroseksüelleri tahakküm altına alırken, diğer yandan da şeylerin doğal düzeniyle çeliştiklerini iddia eden gerici bir ideolog grubunun varlığına tanık oluyoruz. Bu tür bir söylem, beyaz ya da eril, “yeniden fetih” amaçlı üstünlükçü harekât çağrısını üstü kapalı ifade etmenin en iyi yoludur.

11) Faşizm ve liberal demokrasi

Liberal ve faşist rejimler, demokrasi ve tahakküm arasındaki ilişkinin aksine, birbirine karşıt değildir. İki durumda da proleterlerin, kadınların ve azınlıkların boyun eğmesi başarılmıştır. İki vakada da iç içe geçmiş sömürü ve tahakküm ilişkileri, kaçınılmaz ve yapısal olarak bu ilişkilerle bağlantılı bir dizi şiddet biçimiyle birlikte uygulanır ve yaygınlaştırılır. İki durumda da sermayenin tüm toplum üzerindeki diktatörlüğü korunur. Gerçekte ikisi de burjuva siyasi egemenliğinin farklı biçimleri, başka bir deyişle, madun grupların boyun eğdirildiği ve devrimci bir dönüşüme kalkışmalarının engellendiği iki farklı yöntemdir.

Faşist yöntemlere geçişten önce, liberal demokrasinin bazı temel boyutları bizzat egemen sınıf tarafından peşpeşe terk edilir.

Yasama yetkisi yürütme tarafından tekelleştirildiği ve hükümet yöntemleri daha da otoriterleştiği için (kanun hükmünde kararnameler, talimatnameler vb.) parlamento alanı giderek marjinalleşmekte ve devre dışı bırakılmaktadır. Ancak, liberal demokrasiden faşizme geçişin bu aşaması, her şeyden önce örgütlenme, toplanma ve ifade özgürlükleri ile grev hakkına yönelik artan kısıtlamalarla, aynı zamanda devletin keyfiliğinin ve polis vahşetinin gelişmesiyle kendisini gösterir.

Bu otoriter sertleşme açıkça ilan edilmeden gerçekleşebilir, siyasi iktidarı giderek daha çok baskıcı devlet aygıtlarının destek ve sadakatine dayandırır ve onu anti-demokratik bir sarmala sürükler: işçi sınıfı ve göçmen mahallelerinde devriyelerin giderek sıklaştırılması, gösterilerin yasaklanması, engellenmesi veya sert şekilde bastırılması, keyfi tutuklamalar, göstericilerin toplu yargılanması ve hapis cezalarının yaygınlaşması, grevcilerin giderek daha sık işten çıkarılması, sendikal eylemin kapsam ve olanaklarının daraltılması vb…

Liberal demokrasi ile faşizm arasındaki karşıtlığın burjuva egemenliğinin siyasi biçimleri arasında olduğunu dile getirmek, anti-faşizmin, toplumsal hareketlerin ve solun kamusal özgürlüklerde ve demokratik haklarda yaşanan gerilemeye kayıtsız kalması gerektiği anlamına gelmez.

Bu özgürlükleri ve hakları savunmak, toplumsal karşıtlıkların tarafsız hakemleri olarak bir devlet ya da cumhuriyet yanılsaması üretmek anlamına gelmez; bu, 19. ve 20. yüzyıllarda halk sınıflarının temel kazanımlarından birini, yani sınıf bilincinin, feminist ve ırkçılık karşıtı bilincin gelişiminde zaruri bir temel olan sömürülen ve ezilen sınıfların temel çalışma ve yaşama koşullarını savunmak için örgütlenme ve seferberlik hakkını savunmak anlamına gelir. Ama aynı zamanda bu, neoliberal projenin özünü oluşturan demokrasinin lağvedilmesine bir alternatif sunmak anlamına da gelir.

12) Faşizm ve liberal demokrasi –2

Faşizm, karakteristik olarak devrimci veya reformist, radikal veya ılımlı, küresel veya kısmi tüm protesto biçimlerini ezerek ilerler. Faşizmin iktidar pratiği, yani bir siyasi rejim haline geldiği her yerde, birkaç yıl, bazen sadece birkaç ay içinde siyasal soldan, sendikal hareketten veya azınlık örgütlenmelerinden, yani istikrarlı, kalıcı ve kristalize her nevi direniş biçiminden geriye pek bir şey kalmaz.

Liberal rejim, madunların bazı temsilcileriyle işbirliği yaparak, onların bazı örgütlerini (sesi çıkmayan küçük ortak olarak) koalisyonlara veya müzakerelere (sendikaların veya derneklerin yardakçı rolü oynadığı sözde “sosyal diyaloğa”) dahil ederek, hatta bazı taleplerini bünyesine katarak onları kandırma eğilimindeyken, faşizm faşist devlet tarafından asimile edilemeyen her türlü örgütü yok etmeyi, hatta faşist veya faşistleşen örgütsel kadroların dışında kolektif örgütlenme arzusunu ortadan kaldırmayı hedefler. Bu anlamda faşizm kendisini, ezilenlerin öz-savunma kapasitesinin neredeyse tamamen yok edilmesinin ya da moleküler, pasif, gizli direniş biçimlerine indirgenmesinin siyasi biçimi olarak ortaya koyar.

Bununla birlikte, bu yıkım faaliyetiyle faşizmin, sadece kimi günah keçilerini hedef alan baskıcı araçlar ya da söylemler vasıtasıyla, toplumsal yapının geniş bir kısmını edilgen hale getiremeyeceği de not edilmelidir. Faşizm ancak belirli grupların (işsiz emekçiler, yoksullaşmış serbest meslek sahipleri, memurlar vb.) ya da en azından bu grupların içinde, faşistlerce “gerçekten milli” olarak kabul edilenlerin acil maddi çıkarlarını fiiliyatta tatmin ederek hâkimiyetine istikrar sağlar. Çalışan sınıfların sol tarafından terk edildiği bir durumda, istihdamı ve sosyal yardımları “gerçekten milli” olanlara (altı ne kadar çizilse azdır: faşist veya neo-faşist tasavvurda bu grup hukuki bir uyruğa değil, etno-ırksal köken kriterine göre tanımlanır) yönlendirmeyi vaat eden bir söylemin çekim gücü küçümsenemez.

13)  Faşizm, “halk” ve kitlesel eylem

Faşizm bazen “halka” çekici geldiği veya “kitleleri” harekete geçirerek (işçi hareketiyle yüzeysel bir analoji içinde) ilerlediği için hatalı bir şekilde “devrimci” diye tanımlanıyorsa, bunun nedeni “halk” ve “eylem” terimleri kapsamında çok farklı şeylerin birbirine karıştırılmasıdır.

Faşistlerin anladığı şekliyle “halk” terimi, (sosyolojinin halk sınıflarından bahsettiği anlamda) belirli varoluş koşullarını paylaşan bir grubu ya da ortak bir aidiyet iradesi ile birleşenleri kapsayan bir siyasi topluluğu değil, (halka ait olma kriteri ister sözde-biyolojik isterse sözde-kültürel olsun) “gerçekten buradan” olanları bir araya getiren katı tanımlı bir etno-ırksal topluluğu ifade eder. Bu da temelde toplumsal yapının “yabancı parti” (deyiş 19. yüzyıl anti-semitik polemikçisi Édouard Drumont’un izinden giden, önde gelen Fransız neo-faşist ideologlardan Eric Zemmour’a ait) saflarında yer alan sözde düşmanlardan ve hainlerden (sol) arındırılması anlamına gelir.

Faşist eylem ise silahlı birlikler (halihazırda özerk veya özerk hale gelme sürecinde olan devlet dışı çeteler ya da baskıcı devlet aygıtı parçaları)[3] öncülüğündeki cezalandırıcı seferler, askeri nizamda yürüyüşler ve plebisit seçimler arasında mükemmel şekilde salınır.

İlki düşmanın moralini bozmak ve faşizmin yerleşmesi adına ön temizlik babında toplumsal mücadelelere ve daha genel olarak ezilenlere (grevci işçilere, etno-ırksal azınlıklara, mücadele eden kadınlara vb.) saldırırken, ikincisi lider, hareket ya da rejim lehine duyguları harekete geçirmek için kitlesel ölçekte sembolik ve psikolojik bir etki yaratmayı hedefler. Üçüncü ise bir grup atomize bireyin liderin veya hareketin iradesine pasifçe icazet vermesini amaçlar.

Faşizmin böyle bir kitlesel çekiciliği varsa, bu asla belirli çıkarlar temelinde özerk eylemi teşvik ederek, örneğin insanların topluca tartıştığı ve eylediği doğrudan demokrasi biçimlerini yüreklendirerek ortaya çıkmaz. Aksine, faşist liderlere desteği artırıp iktidar yolunda burjuvaziyle yapacakları pazarlıkta onların ellerini hatırı sayılır ölçüde güçlendirerek sağlanır.

Bununla birlikte, başlangıç aşamasında, faşizme şok tugayları sağlayan, onun burjuva karşıtı vaatlerini ve sözde anti-kapitalizmini ciddiye alan faşist plebyen gruplarca örgütlenen aşağıdan seferberlik biçimlerine de rastlanabilir. Buna rağmen, siyasi kriz derinleştiğinde ve faşistlerin burjuvaziyle ittifakı kesinleştiğinde, bu plebyen gruplar ile faşist hareketin önderliği arasında gerilim kaçınılmaz olarak yükselir. Bunun üzerine, faşist önderlik bir yandan kaçınılmaz şekilde milis liderlerinden kurtulmaya çalışırken,[4] diğer yandan da onları kuruluş halindeki faşist devlete entegre ederek yönlendirir.

Faşizmin hiçbir zaman kitlelere eylem yönünde bir önerisi olmadı. Aksine faşist liderlerin arzularına sesli ya da sessiz rıza göstermek ile Manganello,[5] yani baskı (ki faşist rejimlerde, bu sıklıkla rejimin en ateşli destekçilerinden bazılarına karşı bile işkence ve cinayet anlamına gelir) arasında seçim yapmaya zorladı.

14)  Ölüm sonrası ve önleyici bir karşı-devrim

Faşizm “ölüm sonrası ve önleyici” bir karşı-devrimi yerleştirir.[6] Siyasal sol ve toplumsal hareketlerin tarihsel bağlamın gerektirdiği düzeye çıkamamasından, kendilerini siyasal krize bir çözüm olarak kurgulayamamasından ve devrimci bir dönüşüm deneyimine girişememesinden beslendiği mânâsıyla ölüm sonrasıdır.

Gelecekteki bir devrimci deneyimi besleyebilecek ve hazırlayabilecek her şeyi önceden yok etmeyi hedeflediği için de önleyicidir. Sadece devrimci örgütleri değil, sendikal direnişi, ırkçılık karşıtı, feminist ve LGBTİ+ hareketleri, özyönetime dayalı yaşam alanlarını, bağımsız gazeteciliği, başka bir deyişle şeylerin düzenine dair en ufak itiraz biçimini yok etmeyi hedefler.

15)  Faşizm, neo-faşizm ve şiddet

Kitlesel paramiliter örgütlenme şeklindeki şiddetin faşistlerin yükselişinde önemli bir rol oynadığı yadsınamaz. Bu unsur onları kitleleri askeri nizamda örgütlemeye çalışmayan diğer reaksiyoner hareketlerden ayırır.

Yine de, en azından şu aşamada, neo-faşist hareketlerin büyük çoğunluğu kitlesel milisler temelinde inşa edilmiyor ve bu türden milislere sahip değil. (Hindistan’daki BJP ve kitlesel açıdan daha kısıtlı ölçüde Macaristan’daki Jobbik ve Yunanistan’daki Altın Şafak örnekleri hariç.)

Neo-faşistlerin neden bu tür milisler inşa edemediklerini veya etmeyi arzulamadıklarını açıklamak için çeşitli hipotezler öne sürülebilir:

– Özellikle Batı toplumlarında siyasal şiddetin, paramiliter yapılara sahip siyasi partileri seçimlerde marjinal konuma mahkûm edecek şekilde gayrimeşrulaştırılması.

– Faşistlere silahlı faşist milislere katılmaya ve şiddet uygulamaya istekli yığınlar sağlayacak, Birinci Dünya Savaşı sırasında kitlelerin acımasızlaşmasına benzer bir deneyimin, yani şiddet uygulama itiyadının mevcut olmayışı. 

– İşçi hareketlerinin halk sınıflarını sendikalarda ve siyaseten yapılandırma ve örgütleme kapasitesinin zayıflaması, günümüz faşistlerinin artık kendilerini cebren, şiddet yoluyla dayatmak ve bu amaçla kitlesel bir şiddet aygıtı kuşanmak zorunda kalacakları gerçek bir düşmana sahip olmadığı anlamına gelir.

– Devletlerin bugün çok daha güçlü olduğu ve iki savaş arası dönemle kıyaslanamayacak ölçüde sofistike gözetim ve baskı araçlarını tasarruflarında bulundurduğu göz önüne alındığında, günümüz faşistleri, devlet şiddetinin gerekirse her türlü muhalefeti imha etmek için epey yeterli olduğunu düşünüyor olabilir.

– Neo-faşistlerin stratejik açıdan kritik önemi haiz, kendilerini tarihsel faşizmin en görünür devamlılık biçimlerinden, özellikle devlet-dışı şiddetin bu boyutundan ayrıştırma mecburiyeti. Bu bağlamda, Fransa’nın Ulusal Cephe’si ya da Avusturya Özgürlük Partisi (FPÖ) gibi partilerin, İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi egemenliğiyle çok aktif işbirliğine gitmiş bednam faşistler tarafından geliştirilmiş ve uygulamaya konmuş “saygınlaştırma” stratejileri temelinde kurulduğunu akılda tutmalıyız.

Bu varsayımlardan yola çıkarak faşist hareketler için kitlesel milis oluşumlarının iki savaş arası dönemin özel bağlamında gerekli ve mümkün hale geldiği sonucuna varabiliriz.

Klasik faşizmin en belirgin boyutu olan milis güçler, onları örgütlenmenin gelişimine ve siyasi iktidarın yasal yollardan fethine yönelik ihtiyaçlara göre taktiksel açıdan kullanan faşist liderliğin stratejilerine tabidir (ki bu da iki savaş arası dönemde olduğu gibi bugün de söz konusu güçlerin bir nebze saygın gözükmelerini ve dolayısıyla en aleni şiddet biçimleriyle mesafelenmelerini gerektirir). Faşist veya neo-faşist hareketlerin gücü, tarihsel konjonktüre bağlı olarak, (Gramsci’nin kategorileriyle) hem “mevzi savaşı” hem “manevra savaşı” hem yasal hem de şiddet içeren taktikleri kullanma becerileriyle ölçülür.

16)  Faşizm ve faşistleşme süreci

Faşizmin zaferi siyasi durumun ellerinden kayıp gittiği korkusu yaşayan egemen sınıfın tüm bileşenlerinin radikalleşmesinin ve faşist hareketin, fikirlerin ve duygulanımların toplumsal tahkimatının ortak ürünüdür. Egemen sınıfları ve liberal demokrasileri faşistlerin iktidara gelişindeki sorumluluklarından azade kılmaya oldukça elverişli genel anlatının aksine, faşist hareketler siyasal iktidarı bir silahlı gücün bir kaleyi ele geçirmesinde olduğu gibi salt harici bir eylemle fethetmez. Genelde iktidarı yasal yollarla elde etmeyi başarırlarsa, ki bu kan dökülmediği anlamına gelmez, bunun nedeni fethin, faşistleşme denebilecek bütün bir tarihsel dönem tarafından hazırlanmış olmasıdır.

Faşizm ancak bu faşistleşme süreciyle (1945’ten beri “faşizm” ve “faşist” kelimelerini kuşatan evrensel aşağılama göz önüne alındığında elbette bugün adını koymadan ve kılıfına uydurarak) hem nüfusun çeşitli kesimlerine bir alternatif hem de politik açıdan çaresiz bir yönetici sınıfa bir çözüm gibi görünür. İşte tam o zaman, faşizm bir küçük burjuva hareketi olmaktan çıkıp gerçek bir kitlesel, sınıflar-arası harekete dönüşebilir.

17)   Faşistleşme biçimleri

Faşistleşme çok çeşitli biçimlerde, geniş bir yelpazede (yine Gramsci’nin ifadesiyle) “marazi belirtiler” ile kendini gösterse de, iki ana rotanın altı çizilebilir: devletin sertleşen otoriterleşmesi ve ırkçılığın yükselişi.

İlki esasen baskıcı devlet aygıtlarında kendisini gösterirken “aşırı merkez”in siyasi liderlerinin asli sorumluluğunu gözden kaçırmamalıyız. Dahası, eğer polis şiddeti (genellikle en ırkçı ve otoriter unsurları kucaklayan) polis kurumunun ve kapitalist devletin uzun tarihinin bir parçasıysa, hegemonya krizi, yani burjuvazinin siyaseten güç kaybetmesi de onu polis gücüne giderek daha fazla bağımlı kılar ve baskıcı devlet aygıtlarının gücünü ve özerkliğini artırır.

Irkçılığın yükselişi, aynı zamanda, özellikle de sömürgeci ve ırksal baskının merkezi bir yer işgal etmeye devam ettiği eski emperyal güçler söz konusu olduğunda, devletin uzun tarihini siyasal alanın yakın tarihiyle birleştirir. Bir hegemonya kriziyle karşı karşıya kalan aşırı sağ ve ana akım sağın farklı kesimleri, farklı sınıf fraksiyonlarını temsil etmeleri koşuluyla, burjuva hegemonyası altında, beyaz olmayan insanları sistematik bir şekilde dışlayarak etno-ırksal temelde bir toplumsal mutabakat biçimi oluşturmaya kadir, beyaz bir blok tahkim etmeyi hedefler. Başka bir deyişle, bu kesimler bir ırksal tercih yapar.

Burada Aimé Césaire’in egemen sınıfın “vahşileşmesi” dediği, her şeyden önce etno-ırksal azınlıkları, ardından da toplumsal hareketleri hedef alan baskı yöntemleri ve mekanizmalarıyla görünür hale gelen duruma işaret edebiliriz. 

18) Devletin faşistleşmesi ne anlama geliyor?

Devletin faşistleşmesi hiçbir koşulda, özellikle faşistlerin siyasi iktidarı ele geçirmesinden önceki ilk aşamada, yasa ve düzen aygıtlarında (polis, ordu, adalet ve hapishanelerde) ayırt edilebilir faşist unsurların yükselişine veya entegrasyonuna indirgenmemelidir. Aksine, yaklaşık otuz yıldır burjuva partileri tarafından yapılan (sosyolog Loïc Wacquant’ın kategorileriyle, “sosyal devlet”in külleri üzerinde bir “ceza devleti”nin inşasına yönelik) siyasi tercihlerin sonucu olarak söz konusu aygıtların içsel dönüşümleri ile örgütlü aşırı sağın –bu aşamada esasen ideolojik ve seçimlere yönelik– politik gücü arasında bir diyalektik işlevi görür.

Polis gücünün faşistleşmesi, esasen aralarında faşist militanların varlığıyla veya polisin yekvücut halinde aşırı sağa oy vermesiyle değil, aksine polislerin desteklenmesi ve yetkilendirilmesiyle açıklanabilir. Başka bir deyişle, polis giderek devletten ve yasadan, yani her türlü dış denetimden (varolmayan kamu denetimini saymaya bile gerek yok) azade hale geliyor.

Dolayısıyla polisin işlevi faşist örgütler tarafından tedricen tahrip edildiği için faşistleşmiyor. Tam tersine, polisin tüm işleyişi faşistleştiği için (elbette alana bağlı olarak farklı seviyelerde) aşırı sağın fikirlerini yayması ve polisler arasında kabul görmesi çok kolaylaşıyor.

19) Çelişkili ve istikrarsız bir süreç

Esasen hegemonya krizinden ve sertleşen toplumsal çatışmalardan kaynaklandığı ölçüde faşistleşme süreci son derece çelişkili ve dolayısıyla hayli istikrarsızdır. Faşist hareketin yürüdüğü yol engebelerle doludur.

Egemen sınıf, bazı tarihsel koşullarda, yeni siyasi temsilcilerin ortaya çıkmasını, ezilenlerin belirli taleplerinin sisteme dahil edilmesini ve böylece yeni bir toplumsal mutabakatın koşullarını oluşturmayı (bu da ekonomik gücünü korumak için siyasal iktidarı faşistlere bırakmak zorunda kalmamasını sağlar) gerçekten de başarabilir.[7] Yine de mevcut bağlamda, işçi sınıfı açısından daha az olumsuz yeni bir güç dengesi dayatacak bir dizi yüksek yoğunluklu mücadele olmaksızın, egemen sınıfların yeni toplumsal tavizleri kabul etmeye yönlendirilmeleri pek ihtimal dahilinde değildir.

Faşistleşme süreci illa da faşizme yol açmıyorsa, bu hem faşist hareketin hem de egemen sınıfların politik sol ve toplumsal hareketlerle karşı karşıya kalmasından da kaynaklanır. Faşistlerin başarısı ya da başarısızlığı, nihayetinde, madunların siyasi mücadelenin tüm alanlarını başarıyla işgal etme, kendilerini özerk siyasi özneler olarak kurma ve devrimci bir alternatif dayatmadaki becerilerine –ya da tam tersine, yetersizliklerine– bağlıdır.

20) Faşistlerin seçim zaferinin ardından: üç senaryo

Faşistlerin siyasi iktidarı –tekrar altını çizelim, genellikle yasal yollardan– ele geçirmesi onlar adına çok önemli bir zafer olsa da, hikâyenin bittiği anlamına gelmez bu. Zaferin ardından mecburi bir mücadele dönemi başlar. Bu dönem –siyasi ve sosyal güç dengesine, verilen ya da verilmeyen mücadelelere, galip ya da mağlup olmalarına bağlı– aşağıdaki neticelerden herhangi biriyle sonuçlanabilir:

a) Faşist veya askeri-polis tipi bir diktatörlüğün inşası (halk hareketleri tarihsel bir yenilgiye uğradığında ve burjuvazi siyasi açıdan çok zayıfladığı ya da bölündüğünde).

b) Burjuva normalleşmesi (faşist hareket alternatif bir siyasi iktidar kurmak için çok zayıf kaldığında ve güçlü, ancak savunma zaferinin ötesine geçmeye yetmeyecek güçte bir halk tepkisi hasıl olduğunda).

c) Devrimci bir gelişme (halk hareketi, büyük toplumsal ve politik güçleri bir araya getirecek, burjuva güçler ve faşist hareketle bir restleşmeye gidecek kadar güçlü olduğunda).

21) Günümüzde anti-faşizm –1

Anti-faşizm öncelikle ve mecburen faşizmin gelişimine bir tepki, dolayısıyla savunma ya da özsavunma (işçi sınıfı, ırkçılık karşıtı, feminist) eylemi olarak ortaya çıksa da, faşist gruplarla göğüs göğüse mücadeleye indirgenemez; çünkü faşist hareket inşa taktikleri günümüzde kitlesel şiddete –Hindistan belki bunun dışında tutulabilir– “klasik” faşizme kıyasla daha az yer veriyor (bkz. tez 15).

Anti-faşizm, aşırı sağ hareketlere karşı siyasi mücadeleyi mücadelesinin merkezi haline getirirken, ezilenlerin ortak eylemini destekleme ve faşistleşme sürecini durdurma görevini de üstlenmelidir. Başka bir deyişle, anti-faşizm faşist hareketlerin gelişebileceği, kökleşebileceği ve büyüyebileceği siyasi ve ideolojik koşulların altını oymalı ve faşist zehrin toplumsal bedende yayılmasını teşvik eden her şeyi işlemez hale getirmelidir.

Bu çifte anti-faşizm görevi sadece örgütlü aşırı sağa karşı, diğerlerinden (sendikal, anti-kapitalist, feminist, ırkçılık karşıtı, ekolojik vb. mücadeleler) bağımsız verilen bir mücadele olarak değil, aksine sosyal ve politik özgürleşme mücadelesinin ya da Daniel Bensaïd’in deyişiyle, ezilenlerin politikasının tamamlayıcı bir parçası olarak düşünülmelidir.

22) Bugün anti-faşizm üzerine –2

Meselenin anti-faşist cephenin oluşmasını eksiksiz ve kesin bir siyasi programa katılma koşuluna bağlı kılmak olmadığı aşikârdır. Bu, herhangi bir birleştirici perspektiften feragat etmek anlamına gelecektir, çünkü farklı güçlerin diğerlerine kendi politik ve stratejik projesini dayatması sorunu ortaya çıkacaktır.

Faşistleşme dinamikleriyle savaşmayı arzulayanlardan devrimci militanlıklarını kanıtlamalarını talep etmek daha da akılsızca olacaktır. Anti-faşizm sadece sağ örgütleri değil, aynı zamanda ve en önemlisi faşist fikirlerin yayılımını ve sınırları aşan etkilerini de tesirsiz hale getirmek istiyorsa, başkaldırının tek pusulası aşırı sağcı örgütlere muhalefet olmaz. Anti-faşist mücadele ile ırksal, ataerkil, eko-kırım yönelimli kapitalizminden kopma ihtiyacı ve farklı bir toplum hedefi (bunu eko-sosyalist diye adlandırıyoruz) arasındaki bağlantıdan feragat edilemez.

Bu karmaşık bir mesele, çünkü neo-faşizmin reaksiyoner karakterini görünür kılmak için anti-faşizmin feminizmi veya ırkçılık karşıtlığını teyit etmesi, neoliberalizmi eleştirmesi ya da “sekülerizmi” savunması yeterli değildir. Aşırı sağ, anti-neoliberal söylemin en azından bir kısmını sahiplendiği, kadın haklarını savunma retoriğini benimseme eğilimi gösterdiği, “beyazları” savunmak adına sözde ırkçılık karşıtlığını kullandığı ve kendini sekülerizmin koruyucusu olarak yansıttığı ölçüde, anti-faşizm bu konularda muğlak formüllerle yetinemez. Anti-faşizmin, kendi feminizminin ve ırkçılık karşıtlığının politik içeriğini netleştirmesi ve “sekülerizm”den ne kastettiğini açıklaması bir zorunluluktur.

Aksi takdirde, neo-faşistlerin eksiksiz işgal edecekleri kör noktalar (“femo-milliyetçilik”, “anti-beyaz ırkçılık”la itham ya da sahte/araçsallaştırılmış sekülerizm) bırakacak ve (yüzde 1’in “feminizm”ini, karşılıklı hoşgörü kisvesi altında “ahlâki ırkçılık karşıtlığı”nı savunan) neoliberallerin peşine takılma riskiyle yüzleşecektir. Benzer şekilde, neoliberalizme dönük muhalefetinin siyasi ufkunu ya da Avrupa Birliği’ne yönelik eleştirilerini de somutlaştırmalıdır. Bu eleştiri de doğru dürüst düzenlenmiş, “iyi” bir ulusal kapitalizm olamaz.

Dahası, son birkaç yıl, otoriter baskıya karşı siyasi savaşa tam anlamıyla dahil olma gerekliliğini gün yüzüne çıkardı. Bu savaş birleştirici olmak zorunda. 

Şimdi, anti-faşist mücadelenin sadece farklı hedeflere angaje aktivistler arasında, paydaşlarını dönüştürmeyen ittifaklar kurmaktan ibaret olmadığını, aksine anti-faşizmi sendikal, anti-kapitalist, ırkçılık karşıtı, feminist ya da ekolojik mücadelelerde ortaya çıkan perspektiflerden hareketle yeniden tanımlayıp zenginleştirirken, bu alanları da anti-faşist perspektifle beslemek olduğunu görebiliriz. Anti-faşizm ancak bu takdirde parçalı, özgül bir mücadele yöntemi ya da soyut bir ideoloji olmaktan çıkıp tüm özgürleşme hareketlerine nüfuz eden ve onları kapsayan bir aklıselim mahiyetinde yenilenip ilerleyebilecektir.  

(Historical Materialism, 7 Ocak 2021)

Çeviren: Gencer Çakır, Ulus Atayurt


[1] Uygarlık da –“beyaz” ya da “Avrupalı”–  Avrupa Yahudilerinin soykırımı ile siyaseten kitlesel ölçekte savunulamaz hale getirilmiş olsa da, tıpkı (Nazi ideolojisindeki “Aryan”)  ırk gibi, bu rolü üstlenebilir.

[2] Bu kategori, söz konusu ülkenin uyruğuna sahip olsun ya da olmasın, gerçek yerli (Fransa örneğinde, “yerli Fransız”, “hakiki Fransız” vb.) kabul edilmeyen herkesi içerdiği için fazlasıyla genişletilebilir.

[3] Örneğin, günümüz Fransa’sında “suçla mücadele tugayları”.

[4] Bu bağlamda Bertolt Brecht’in Arturo Ui’nin Önlenebilir Tırmanışı kitabını tekrar okuyunuz.

[5] İtalyan faşistlerin işçi sınıfı militanlarını ya da onlara muhalif herkesi dövdüğü kulübün adı. Manganello kulübü faşist İtalya’da bir tür külttü.

[6] Burada Angelo Tasca’nın İtalyan Faşizminin Yükselişi (1918-1922) adlı klasik kitabındaki formülü ele alıyoruz.

[7] Örneğin, ABD’de Roosevelt yönetimince 1930’larda hayata geçirilen Yeni Düzen politikası, ABD kapitalizminin krizini aşmada başarısız olurken (kriz ancak savaşla aşılacaktı), siyasal krizi erteledi.

Evrensel Faşizm? – Enzo Traverso

İmdat Freni tarafından bir dizi yazısı yayımlanmış ve çok sayıda çalışması Türkçeye kazandırılmış olan Marksist tarihçi Enzo Traverso’nun Halil Can İnce tarafından çevrilip textumdergi.net sitesinde yayımlanan güncel faşist hareketler bağlamındaki bu önemli tartışma metnini sitemizde de aktarmayı gerekli gördük. İyi okumalar.

Ugo Palheta’nın Historical Materialism‘de yayımlanan “Faşizm, faşistleşme, anti-faşizm” başlıklı makalesine yanıt olarak kaleme aldığı bu yazısında Enzo Traverso, son yıllarda küresel ölçekte yükselen aşırı sağ hareketlerin “post-faşist” olarak nitelediği özgün yanlarını anlatıyor. Evrensel bir “faşistleşme” dalgasına karşılık Traverso, ulusal bağlamların çeşitliliğini gözeten bir anti-faşist mücadeleye olan ihtiyacı vurguluyor.

Son yıllarda aşırı sağ hareketlerin küresel ölçekteki belirgin yükselişi, faşizm meselesini politik gündemin merkezine yerleştirdi. Faşizm geri dönüyor: Kimse onun yalnızca tarihsel bir inceleme nesnesi olarak geçmişte kaldığını iddia edebilecek bir durumda değil -ki İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden bu yana kamusal alanda bu denli yoğun bir şekilde tartışıldığı da olmamıştı. Bu mühim tartışmanın terimlerine açıklık kazandırmasından ötürü Ugo Palheta’ya bir teşekkür borçluyuz. Palheta’nın metni,[1] bu yeni “faşist” dalganın hem nedenleri hem de özelliklerine ilişkin analitik boyutunun yanı sıra, onunla savaşmanın yolları üzerine programatik bir sonucu da içeriyor. Palheta’nın teşhisine birçok yönden katılıyorum, ancak kimi çekincelerim de yok değil. Burada, başka katkıları da teşvik etmesi umuduyla, gerekçelerimi açıklamaya çalışacağım.

Ugo Palheta’ya göre faşizm, homojen etnik ve ırksal özellikler etrafında inşa edilmiş hayalî bir topluluk olan ulusu “yeniden canlandırma” projesinden başka bir şey değildir. Bu hayalî topluluğun kendi “olumlu” ve olumsuz mitleri vardır. Bunlar, düşmanlara karşı savunulacak veya yeniden tesis edilecek sözde hakiki bir saflığa işaret eder. Göç (“büyük yer değiştirme”), “beyaz karşıtı ırkçılık”, geleneksel değerlerin feminist ve LGBTQI yozlaşması, İslam ve onun müttefikleri (“İslami-solculuk”), ve benzerleri ise bu “hakiki saflığın” düşmanlarıdır. Palheta, bu neo-faşist dalganın ortaya çıkmasının temellerinin, küresel seçkinlerin “hegemonya krizinde” yattığını savunuyor. Ona göre, bu küresel seçkinlerin eskimiş ulus-devletlerden miras aldıkları yönetim araçları artık hükmünü yitirmiştir ve giderek de etkisiz gibi görünmektedir. Gramsci’nin Machiavelli’ye referansla ifade ettiği üzere tahakküm, baskı aygıtları ile kültürel hegemonyanın bir bileşimidir. Siyasi bir rejimin gaddar ve baskıcı değil de meşru ve yararlı görünmesini sağlayan da bu bileşimdir. Egemen sınıflar, onlarca yıldır uygulanan neoliberal politikaların ardından zenginliklerini ve iktidarlarını muazzam ölçüde genişletirken aynı zamanda önemli bir meşruiyet ve kültürel hegemonya kaybına da uğradılar. Neo-faşizmin yükselişinin temel dayanakları da burada yatmaktadır: Bir yanda egemen sınıfların giderek artan bir biçimde “vahşiliğe kapılması” (vahşileşme), diğer yanda bu sınıfların tahakkümünün doğurduğu genel otoriter eğilimler (faşistleşme). Buna binaen Palheta, faşizmin yapısal bir çelişkiyle şekillendiğine dikkat çekiyor: Faşizm, neoliberalizme bir alternatif sunuyor olma iddiasındayken aynı zamanda tehdit altındaki bir düzenin yeniden inşasını istiyor. Tıpkı kendini kapitalizmin ve sosyalizmin, liberal demokrasinin ve Bolşevizmin karşısında bir “üçüncü yol” olarak tanımlayan klasik faşizm gibi neo-faşizm de kendini “müesses nizama” karşı mücadele ediyormuş gibi sunuyor, ama aynı zamanda kanun ve nizamı yeniden tesis etmek istiyor. Tarihsel olarak bu, Muhafazakâr Devrimin özelliklerinden biriydi.

Palheta’nın ulusu “yeniden canlandırma” projesi olarak faşizm tanımına katılıyorum, ancak bu tanım faşizmin kurucu unsurlarının bütününü kavramadığı sürece bana tam veya tatmin edici gelmiyor. Tarihsel merceklerle bakıldığında faşizm, bir radikal milliyetçilik biçiminden ve ırkçı bir ulus fikrinden daha fazlasıydı. O aynı zamanda bir siyasi şiddet pratiği, militan bir anti-komünizm ve demokrasinin tümden imhasıydı. Şiddet, bilhassa da Sola ve komünizme karşı şiddet, onun siyasi eyleminin ayırt edici biçimiydi; iktidara geldiği her yerde –ister İtalya ve Almanya’da olduğu gibi yasal yollarla isterse de İspanya’da olduğu gibi askerî bir darbe yoluyla olsun- demokrasiyi yok etti. Bu açıdan bakıldığında radikal Sağdaki yeni hareketler, hem şiddetle hem de demokrasiyle farklı bir ilişki kuruyorlar. Bu yeni hareketler silahlı milislere sahip değiller; yeni bir siyasi düzen talepleri yok ve geleneksel kurumların istikrarına yönelik bir tehlike de arz etmiyorlar. Elitlere karşı “halkı” savunuyor ve düzeni yeniden tesis ediyormuş gibi görünseler de yeni bir düzen yaratmak konusunda istekli değiller. Avrupa’da, AB’nin kurumlarını yok etmekten ziyade, onun içinde kalarak otoriter ve milliyetçi eğilimleri uygulamakla daha çok ilgileniyorlar. Macaristan’da Victor Orban’ın ve Polonya’da Mateus Morawiecki’nin duruşunun yanı sıra nihayetinde Euro’yu kabul etmiş üç siyasal gücün, İspanya’da Vox’un, Fransa’da Marine Le Pen Ulusal Birliği’nin ve İtalya’da Matteo Salvini’nin Lega’sının yönelimleri de bu yöndedir. İtalyan Lega, geçtiğimiz günlerde, finansal seçkinlerin temsilcisi ve neoliberalizmin vücut bulmuş hâli olan eski Avrupa Merkez Bankası direktörü Mario Draghi liderliğindeki bir koalisyon hükümetine katıldı. Euro’dan en çok yararlanan ülkeler olan Avusturya, Hollanda ve Almanya’da aşırı sağ elbette yabancı düşmanı ve ırkçı; fakat özel olarak AB, Euro veya neoliberalizm karşıtı değil. Bu hareketler siyaseten daha ziyade kültürel muhafazakârlığa yaslanıyor. Hindistan, Brezilya ve Amerika Birleşik Devletleri’nde de aşırı sağ liderler iktidara geldiler ve kendi devletlerinin kurumsal çerçevesini hesaba katmaksızın otoriter ve yabancı düşmanı eğilimler geliştirdiler. Bolsonaro ve Trump, parlamentoyu feshetmeyi başaramadıkları gibi ya yetkilerine son verildi ya da çeşitli görevden alma prosedürleriyle karşı karşıya kaldılar.

Son ayların en çok dikkat çeken ve tartışılan vakası olan Donald Trump özellikle öğretici. Trump’ın faşist gidişatı, başkanlığı sona erdiğinde yenilgisini kabul etmeyi reddedip seçim sonucunu geçersiz kılmaya çalıştığı zaman açık bir biçimde ortaya çıktı. ABD Kongre Binası’nı (Capitol) işgal eden Trump yandaşlarının folklorik “kalkışması” başarısız bir faşist darbe değildi; demokrasinin en temel kurallarını açık bir biçimde çiğneyen -ki bu, onun faşist olduğunu söylemeyi mümkün kılıyor- ancak siyasi bir alternatif gösterme kudretinden de yoksun olan bir liderin seçimleri geçersiz kılmaya yönelik umutsuz bir girişimiydi. Capitol olayları, Amerika Birleşik Devletleri’nde kitlesel bir faşist hareketin varlığını tartışmasız bir şekilde ortaya koymuş olsa da bu hareket iktidarı ele geçirmekten henüz oldukça uzak. Yaşanan olayların dolaysız sonucu, Cumhuriyetçi Parti’yi derin bir krize sokması oldu. Trump; 2016 seçimlerini ekonomik seçkinlerin, tek derdi vergi indirimleri olan üst orta sınıfların, muhafazakârların, tutucu Hristiyanların, ve ötekileştirilmiş ve yoksullaştırımış beyazların müesses nizama duyduğu tepkiye yaslanarak, son kertede Cumhuriyetçi Parti’nin bir adayı olarak kazanmıştı. Onun artık böyle bir kitleye hitap ettiğini söylemek zor. Geldiğimiz noktada beyaz ırkçılar ve gerici milliyetçilerden oluşan bir hareketin lideri olan Trump’ın tekrar seçim kazanması pek mümkün görünmüyor. Şüphesiz ki Trump’ın arkasındaki faşist hareket, Black Lives Matter [Siyah Yaşamlar Değerlidir, BLM] ve diğer sol hareketlere karşı şiddetli çatışmalara yol açabilecek bir siyasi istikrarsızlık kaynağıdır, ancak bu hareket kendi özel bağlamında anlaşılmalıdır. 1920-1925’teki faşist milisler veya 1930-1933’teki SA, savaş sonrası İtalya ve Almanya’da devletin şiddet üzerindeki tekelinin çöküşünün birer işaretçisiydi. Öte yandan Trump’ın milisleri, bireysel silahları yüzyıllardır siyasi özgürlüğün temel bir özelliği olarak gören ABD tarihinin mirasıdır.

Klasik faşizm, topyekûn savaşın harap ettiği bir kıtada doğdu; bir iç savaş ikliminde, son derece istikrarsız ve keskin siyasi çatışmalarla kurumsal olarak felç olmuş devletler içinde büyüdü. Radikalizmi ise ona “devrimci” karakterini veren Bolşevizm ile çatışmasından doğdu. Faşizm, “Yeni İnsan” ve ulusal büyüklük mitini yaratan ütopyacı bir ideoloji ve tahayyüldü. Yeni aşırı sağ hareketler ise bu dayanakların tümünden yoksundur: Avrupa’nın 1930’lardaki çöküşüyle kıyaslanamayacak bir “hegemonya krizinden” doğuyorlar; radikalizmleri “devrimci” hiçbir şey içermiyor ve muhafazakârlıkları da (geleneksel değerlerin, geleneksel kültürlerin, tehdit altındaki “ulusal kimliklerin” ve cinsel “sapkınlıklara” karşı bir burjuva saygınlığının savunulması) faşist ideolojileri ve ütopyaları bu kadar derinden şekillendiren bir gelecek fikrine sahip değil. Onları “post-faşist” olarak nitelemenin daha uygun olacağını düşünmemin nedeni de bu.

Palheta, çağdaş radikal sağ hareketlerin ideolojisini ve propagandasını göz önünde bulundurarak, bu hareketlerin faşist anti-Semitizmin kimi unsurları ile devamlılık da içeren güçlü anti-kozmopolit eğilimlerini yerinde bir şekilde vurguluyor. Bu, gayet esaslı bir tespit olmakla birlikte son yirmi yılda meydana gelen ve bu hareketleri klasik faşizmden önemli ölçüde ayıran büyük bir değişimi garip bir biçimde ihmal ediyor. Bu hareketlerin başlıca hedefi artık Yahudiler değil, daha ziyade Müslümanlardır –ki aşırı sağ hareketin çoğunun İsrail ile ilişkileri çok iyi. İslamofobi, post-faşist retorikte anti-Semitizmin yerini aldı: Yahudi-Bolşevizme karşı mücadele mantrası yerini “İslami-solculuk” ve “dekolonyal” veya anti-kolonyal hareketlerin reddedilmesi söylemine bıraktı. Çağdaş sol hareketlerin -bilhassa da ırkçılık karşıtı, feminist ve LGBTQI olanların- kayda değer bir etkiye sahip oldukları tartışmasız olsa da bu etki, alternatifin SSCB tarafından somutlaştığı iki savaş arası yıllardaki Bolşevizm’in etkisiyle kıyaslanamayacağından, post-faşizm akla tarihsel faşizmden daha ziyade “kültürel karamsarlığı” (Kulturpessimismus) getiriyor.

Yeni aşırı sağ hareketlerden bir “karşı devrim” olarak söz etmek -ister devrimin ardından gelen, ister de devrimi engellemek niyetinde olan bir karşı devrim- bana pek kullanışlı yahut açıklayıcı gelmiyor, çünkü ondan bu şekilde söz etmek, tarihsel faşizmi mevzubahis ideolojik ve politik niteliğinden arındırılmış alelade bir hareketler toplamına dönüştürüyor. 1920’li ve 1930’lu yıllar söz konusu olduğunda, faşizmi bir karşı devrim olarak ele almak anlamlıydı zira bu yıllar; Ekim Devrimi, İtalyan biennio rosso (1919-20 fabrika işgalleri), Ocak 1919’da Berlin’deki Spartakist ayaklanması, 1920’de Bavyera’da ve Macaristan’daki iç savaşlar ve 1930’larda İspanya İç Savaşı tarafından karakterize olmuştu. Hâlbuki mevzubahis Marine Le Pen, Matteo Salvini, Victor Orban, Jair Bolsonaro ve hatta Donald Trump olduğunda bu ifade neredeyse anlaşılmaz bir slogana dönüşüyor. Devrimin olmadığı yerde karşı devrim de olmaz.

Palheta, toplumsal denetim ve gözetim teknolojilerinin güçlendirilmesi ve polis baskısının kapsamının genişletmesi eğilimlerine dikkat çekmekte haklı. Ona göre bu eğilim, çağdaş devletlerin çoğunu biçimlendirmesinin yanı sıra egemen sınıfın genel bir “vahşete kapılmasının” (vahşileşmesinin) ifadesidir. Ne var ki bu değişimler, en liberal demokrasilerde vuku bulmaktadır, dolayısıyla faşizmin yükselişiyle ilişkilendirilemezler. Amerika Birleşik Devletleri’nde Obama, Trump’tan daha fazla kayıtsız göçmeni sınır dışı etmişti. Üstelik artan ırkçı polis şiddeti, Donald Trump’ın seçilmesinden üç yıl önce, 2013’te, Black Lives Matter eylemlerinin doğmasına yol açmıştı. Fransa’da ise 2015’teki terör saldırılarının ardından OHAL yasaları Hollande’ın başkanlığında yürürlüğe girerken, 2017’de Macron’un seçilmesinden bu yana başta Sarı Yelekliler olmak üzere toplumsal hareketlere yönelik polis şiddetinde çarpıcı bir artış yaşanmıştı. Bütün bu eğilimler bir “faşistleşme dinamiğinin” değil, daha ziyade otoriter neoliberalizmin yeni biçimlerinin ortaya çıkışının bir yansımasıdır. Aşırı sağ partiler bu uygulamaları, birçok durumda, üzerinde hiçbir söz hakları olmamasına rağmen destekliyorlar. 1930’larda Avrupalı sanayi, finans ve ordu seçkinleri faşizmi bölgesel siyasi krizlere, kurumsal çöküşe bir çözüm olarak, ama en başta da Bolşevizme karşı bir savunma amacıyla desteklediler. Bugün egemen sınıflar, “ulusal egemenliklere” dönmeyi vadeden popülist, milliyetçi ve neo-faşist hareketlerden ziyade AB’yi destekliyor. ABD’de ise egemen sınıflar, Demokrat Parti’nin geleneksel bir alternatifi olarak Cumhuriyetçi Parti’yi destekleyebilirler, fakat Joe Biden’ın karşısında beyaz üstünlüğü yanlılarına arka çıkmayacaklardır. Demokrasiye inandıklarından değil, müesses nizamı savunmak konusunda Biden, beyaz üstünlüğü savunucuları ile kıyaslanamayacak denli etkili olduğu için.

Peki, bu, faşist bir tehlike olmadığı anlamına mı geliyor? Asla. Aşırı sağ hareketlerin, partilerin ve hükümetlerin dikkat çeken yükselişleri, özellikle de genel bir ekonomik kriz, ABD ekonomisinin uzun süreli depresyonu veya Euro’nun çöküşü bağlamında düşünüldüğünde, faşizmin bir alternatif olabileceğini çok açık bir biçimde gösteriyor. Bu tür gelişmeler, sözü edilen hareketlerin faşizme doğru radikalleşmelerine neden olabileceği gibi onlara geniş kitle desteği de sağlayabilir. Bu hareketlerin egemen sınıflarla ilişkisinin değişmesi kaçınılmazdır, keza 1930’larda yaşanan da buydu. Ne var ki böylesi bir eğilim bugün için hâkim olmaktan uzaktır. Pandeminin bir yabancı düşmanlığı dalgasına veya günah keçisi arayışına yol açmadığını gözlemlemek ilginç. Pandemi, ABD’de Trump’ın seçim yenilgisine (Trumpizmin radikalleşmesine rağmen); Brezilya’da Bolsonaro için artan zorluklara; Avrupa’da ise beklenmedik neo-Keynesçi politikalar benimseyerek alışılagelen neoliberalizmi tahfif eden AB’nin güçlenmesine neden oldu. “Faşizm ihtimali” devam ediyor, ancak pandeminin yol açtığı ekonomik kriz bu ihtimali pekiştirmiş değil. İtalya’da, pandemi gibi bir acil sağlık durumunun en beter aylarında tanık olduğumuz şey mültecilere ve göçmenlere yönelmiş bir nefret değildi; tam tersine, bitkin meslektaşlarına yardım etmek için gelmiş Çinli, Arnavut ve Afrikalı doktorların içten dayanışmalarına, ve İtalyan halkının bu doktorları bağrına basmasına tanık olduk. Bu eğilim elbette bu şekilde sürecek diye bir şey yok, ancak tüm bunlar önlenemez bir faşistleşme süreciyle karşı karşıya olmadığımızı gösteriyor.

Şu an için görünen o ki, neo-faşist ve post-faşist hareketler, Palheta’nın sözünü ettiği çelişkiye hapsolmuş durumdalar: ya “sistem karşıtı” bir alternatif olarak görülüyor ve iktidardan dışlanıyorlar ya da kuralları ve kurumlarıyla “sistemi” kabul ederek, kanun ve nizamın yeniden inşasına iştirak ediyorlar. Lakin bu durumda, evvelinde reddettikleri müesses nizamın bir parçası oluyorlar. Palheta da neoliberalizmin mevcut “hegemonya krizinin” olası bir sonucu olarak “burjuva normalleşmesini” işaret ediyordu. Oysa “burjuva normalleşmesi”, genel bir “faşistleşmedinamiği” ile bağdaşmaz. Böylesi bir gidişat -bazı akademisyenlerin “Bonapartist” dönüş ya da defaşizasyon dediği şey- genellikle faşist bir rejimin kurulmasından sonra meydana gelmiştir (geç Frankoculuğu anımsayın). Şayet bu “normalleşme”, iktidarı ele geçirmeden önce bir faşist hareketi biçimlendiriyorsa, bir “faşistleşme dinamiği” de oluşmamış demektir. İtalya’da Lega’nın “burjuva normalleşmesi”, herhangi bir “güçlü halk tepkisi” olmaksızın gerçekleşti –ki bu, Palheta’nın böyle bir “normalleşme” için belirttiği koşuldur. Faşizm heyulası aynı zamanda diğer ülkelerdeki elitlerin kendi “hegemonya krizlerini” idare etmesine yarayabilir. Bu heyula; Biden, Macron ve Merkel için herhangi bir sol muhalefeti susturmanın elverişli bir bahanesi olabilir.

Palheta’nın sonuç olarak önerdiği strateji, antifaşizmden başka bir şey değildir; “parçalı bir mücadele, özgül bir mücadele yöntemi veya soyut bir ideoloji” olarak değil, sol siyasetin merkezî bir boyutu olarak, “tüm özgürleşme hareketlerine nüfuz eden ve onları kapsayan” bir şey olarak tasarlanan bir antifaşizm. Tarihsel bilince ve geçmişin belleğine sahip bir Sol, bu önermeye katılmadan edemez. Palheta, monolitik bir antifaşist ideolojiden ziyade heterojen bir antifaşist ethos’a ihtiyaç duyulduğu konusunda ısrar etmekte haklı; ne var ki ortaya koyduğu faşizm tahlili, bugün karşı karşıya olduğumuz özgün post-faşist dinamikleri gözden kaçırmamıza sebep olabilir. Antifaşizm, evrensel ‘faşistleşme süreci’ için evrensel bir reçete değildir. Yapılması gereken, antifaşizmi ulusal bağlamların çeşitliliğine uygun biçimde uyarlamak ve ortaya koymaktır.


[1] Çevirmenin notu: Ugo Palheta’nın “Faşizm, faşistleşme, anti-faşizm” başlıklı makalesi, Gencer Çakır ve Ulus Atayurt çevirisiyle, Express’in 176. sayısında yayımlanmıştır.


*”Universal Fascism? A Response to Ugo Palheta” başlığıyla 31 Mart 2021 tarihinde Historical Materialism’in web sitesinde yayımlanan Enzo Traverso’nun bu yazısı, Halil Can İnce tarafından Türkçeye çevrildi.

Faşistler ve Üniversiteler – Balkan Yücel

80 öncesi akademisyenleri öldürerek üniversite fikrini yok etmeye çalışanlar, bugün akademisyen kadrolarını doldurarak aynı şeyi yapmaya çabalıyor.

İki olay üst üste geldi. Birincisi, Ankara Üniversitesi Cebeci Kampüsü’nde bir kantinde oturan iki solcu öğrenciye silah ve palalarla saldıran ülkücülerin ödüllendirilmesi, diğeri ise yine aynı kampüste elinde silah ile poz veren bir ülkücünün SBF’ye araştırma görevlisi olarak alınması. İdeolojik halay çektiği için okuldan atılan öğrencilerin ya da barış bildirisini imzaladığı için kamu görevinden men edilen akademisyenlerin olduğu bir ülkede, bu iki garip olay haklı bir tepki çekti. Olayın peşini bırakmayan sosyal medya ahalisi, üniversite yönetimini açıklama yapmak zorunda bıraktı.

Ancak tarihsel olarak baktığımızda bunlar bir anomali değil, bir sürekliliğin ürünü. Tarihteki bütün faşist hareketler, saldırı planlarının en başına üniversiteleri yazmıştır. Nazi ve İtalyan faşizmi örneklerinde üniversitelere yönelik saldırı en bilinenleridir. Faşist öğrencileri solcu öğrencilerin üzerine salan iktidarlar, akademisyenleri ise devlet imkânlarıyla uzaklaştırmaya çalışmıştır. Yani, faşistlerin üniversitelere yönelik hep özel bir ilgisi olmuştur.

Türkiye’de de, erken Cumhuriyet döneminin akademisyen kovuşturmalarının ardından, 1960’ların sonuna doğru, üniversitelerde gelişen sol fikirleri şiddet aracılığıyla susturma görevi faşist komandolara devredilmiştir. Dünyanın birçok ülkesinde, CIA desteğiyle ortaya çıkan paramiliter güçlerin öğrenci hareketine saldırısıyla eş zamanlı bir şekilde, ülkücü faşistler öğrencilere terör saldırısı düzenlemiştir. Bu saldırı furyası, tabii ki, 1970’lerin ikinci yarısıyla birlikte doruğuna çıkmış, ülkücü faşistler tarafından birçok katliam düzenlenmiştir.

Bu dönem ülkücü terörün muhatabı olan sadece öğrenciler olmamıştır. Akademisyenler Saffet Müftüoğlu, Bedrettin Cömert, Bedri Karafakioğlu, Fikret Ünsal, Necdet Bulut, Ümit Doğanay ve Cavit Tütengil ülkücüler tarafından katledilmiştir. Server Tanilli, Yalçın Sanalan, Gürel Ataman, Korel Göymen, Uğur Ersoy başta olmak üzere birçok akademisyen ise faşist saldırılarda ağır yaralanmıştır. AKP iktidarının da uzun bir dönemdir ele geçirmeye çalıştığı ODTÜ’ye 1970’lerin sonunda yüzlerce ülkücü işçi olarak alınmış, bu “işçiler” akademisyenlere yönelik yaklaşık on bombalı saldırının faili olmuştur. Bu saldırıların bir kısmı, darbeye ortam hazırlamak için girişilen provokasyonlarken, bir kısmı doğrudan üniversitedeki sol düşünceye yönelik terör eylemleridir. Akademisyenlerin bu dönem çeşitli sendikalar aracığıyla örgütlendiği ve toplumsal mücadeleye omuz verdiği unutulmamalıdır.

12 Eylül darbesinin ardından, eline silah tutuşturulan faşistlerin bir kısmının ellerindeki silahlar alınmış, yerine ise kalem tutuşturulmuştur. Bu dönemde Aydınlar Ocağı, 1402’likler olarak anılan akademisyen ihraçları ve buna tepki olarak gelen istifalar ile boşalan kadrolara İslamcı ve faşist isimlerin doldurulmasında bir koordinasyon merkezi gibi çalışmıştır. Üniversitelerin günümüzde üniversiteden başka her şeye benzemesinin temel nedenlerinden birisi de Aydınlar Ocağı’dır desek çok da yanılmış olmayız.

Ancak bütün bunlara rağmen, istenilen üniversite bu dönemde yaratılamamıştır. 1980 ve 1990’ların sonunda yükselen öğrenci hareketleri ve akademiye çok daha güçlü bir şekilde dönen 1402’likler ve onların öğrencileri faşistlerin hevesini kursağında bırakmıştır. Tam da bu ortamda, 70’lerdeki kadar yoğun bir şekilde olmasa da faşist terör ülkü ocakları eliyle yeniden tırmandırılmıştır. 70’lerin sembolü silah ve bomba ise bu dönemin simgesi satır olmuştur. İstanbul ve Ankara’daki üniversitelerde solun gücün kırmak için 1982’de kurulan Marmara ve Gazi Üniversiteleri, tıpkı arzulandığı gibi, faşist örgütlenmelerin merkezleri haline gelmiş, bu üniversitelerde diğer üniversitelere saldırılar düzenlenmiştir.

1998’de Bolu’da üniversite öğrencisi Kenan Mak faşistler tarafından katledilirken, o günden bu yana yüzlerce öğrencinin ağır yaralandığı saldırılar gerçekleşmiştir. 2005 yılında Marmara Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nden bir öğretim görevlisi bıçaklanırken, 2017 yılında Marmara Üniversitesi’nden ihraç edilen akademisyenler ülkücülerin saldırısına uğramıştır.

1980 öncesi ABD’nin, 1980 sonrası derin devletin ve mafyanın çıkarları için eline silah alan faşistler, bir süredir saray rejiminin salahiyeti için kan döküyor. Perinçek’in TGB’si ile birlikte, AKP’nin üniversiteyi tasfiye etme projesinin paramiliter ayağını oluşturuyor. Bunun karşılığında ise ödüllendiriliyor, birçok faşist kamu dairelerinde işe alınıyor, savcı yapılıyor, akademisyen olarak atanıyor.

80 öncesi akademisyenleri öldürerek üniversite fikrini yok etmeye çalışanlar, bugün akademisyen kadrolarını doldurarak aynı şeyi yapmaya çabalıyor.

Entelektüeller ve Antifaşizm: Eleştirel Bir Tarihselleştirme – Enzo Traverso

Günümüzde paradoksal ve sarsıcı bir fenomenle karşı karşıyayız: Avrupa’da (Fransa’dan İtalya’ya, Belçika’dan Avusturya’ya) faşizmden esinlenen siyasal hareketlerin yükselişine eşlik eden ve entelektüel çevrelerde gelişen ve bütün bir anti-faşist geleneği kötülemeye yönelik geniş bir kampanya yürütülüyor. İtalya’da medya, anti-faşizmi ‘birinci Cumhuriyet’in felaket getiren savrulmalarının sorumlusu olarak gösterirken, Mussolini’nin başlıca biyograficisi Renzo De Felice, savaş sonrası tarihyazımının ana sorunu olarak gördüğü ‘anti-faşist paradigma’yı altetmek üzere yürütülen mücadelenin başını çekmekte.1 Almanya’da birleşmeden itibaren ‘anti-faşist’ sıfatı, Demokratik Alman Cumhuriyeti’nin resmi ideolojisine dönüşmeden önce, Hitler rejimine karşı mücadele ve Alman sürgünleri için neleri temsil etmiş olduğu unutularak âdeta bir küfür olarak kullanılıyor.2Fransa’da anti-faşizme karşı kampanya, birkaç yıl önce, Annie Kriegel’in Commentair’deki bir makalesiyle başladı.3 En düşük seviyesine Jean Moulin’i Sovyet ajanı olarak gösteren bir broşürle,4 en parlak seviyesine ise daha yüksek bir kültür düzeyinde, François Furet’nin anti-faşizmi Sovyet totalitarizminin Batı kültürüne sızmasına yol açan büyük bir mistifikasyon kertesine indirgeyen Le passé d’une illusion adlı kitabıyla ulaştı.5Burada söz konusu edilen şey önemlidir: Entelektüellerin anti-faşist bağlılıklarından bugün geriye kalan nedir? Günümüzde kendimize anti-faşist diyebilir miyiz? Anti-faşizmin tarihsel değeri ve siyasal önemi hakkında benim gibi olumlu düşünenler ve dolayısıyla bu konuda zararlı bir revizyonizm biçimine karşı mücadele etmenin gerekliliğine inananlar, bu sorulara cevap ararken kendilerini geçmişin apolojetik bir idealizasyonunun arkasına gizleyemezler. Bu sorulara, anti-faşizmin silinmesiyle İtalya’nın 1922 ile 1945 yılları arasında, Almanya’nın 1933 ile 1945 yılları arasında, Fransa’nın 1940 ile 1945 yılları arasında ve İspanya ile Portekiz’in neredeyse kırk yıllık bir dönemde ortaya koyabildiği yegâne onurlu yüzün ortadan kaldırmış olunacağı şeklinde cevap verilebilir. Ancak, ne kadar elzem de olsa, bu cevap yeterli değildir. Anti-faşizmi, kelimenin en soylu anlamında bir ‘örnek’ an ve geçmişin hâlâ yaşayan bir dersi olarak savunma noktasından, onun sık sık büyüklüğüyle el ele giden zaafları ve sınırlarını da göz önünde bulunduran eleştirel bir tarihselleştirmesine ilerlemek gerekir. Entelektüellerin anti-faşizmle ilişkilerini anlamak için de bu ilginin kaynaklarına inmek gerekir.

George Orwell’in son denemelerinden olan “Yazarlar ve Leviathan”, 1930’lar Avrupa’sında entelektüeller ile siyaset arasında oluşan ilişkiye dairdir. Bu denemede Orwell, kendi deneyimlerinden de hareketle, siyasetin kültüre neredeyse kaçınılmaz dahlini ele alır. Artık yazarların, eski dünyayı parçalara ayıran çatışmalardan kendilerini ayırarak evrensel ve estetik değerlere yönelmeleri mümkün olmaktan çıkmıştı. Orwell, “Artık kimse kendisini bir Joyce ya da Henry James gibi tek taraflı olarak edebiyata adayamaz,” diye yazıyordu.6 Aynı saptama ondan birkaç yıl önce, savaştan hemen evvel, sanat ve kültürdeki siyasallaşma ve sanatçı ve entelektüellerin siyasete katılmaları ile faşizmin siyaseti estetikleştirilmesi arasında bir karşılaştırma yapılması gerektiğini vurgulayan Walter Benjamin tarafından yapılmıştı:

Fiat ars, pereat mundus: Bu, Marinetti’nin de kabul ettiği üzere, teknolojinin değişime uğrattığı estetik bir anlayışın sanatsal tatminini savaştan bekleyen faşizmin komuta sözcüğüdür. Bu, açıkçası ‘sanat sanat içindir’in mükemmel bir gerçekleşme biçimidir. Homeros zamanında insanlık kendisini Olympos tanrıları için bir temaşaya dönüştürdü; şimdiyse kendisini kendisinin bir temaşasına dönüştürüyor. İnsanlık, kendi yok oluşunu birinci sınıf bir estetik keyif olarak yaşamayı becerecek kadar kendisine yabancılaşmıştır. Faşizmin siyaseti estetize etme biçimi böyle bir şeydir. Komünizmin cevabı ise sanatı siyasallaştırmaktır.7

Başka bir deyişle, entelektüel, bir fosil gibi katılaşmak, zamanının dışında yaşayan anakronistik ve faydasız bir figüre dönüşmek istemiyorsa, bir şekilde ‘militan’ olmalı, zamanının güçlükleriyle yüzleşmeli ve ‘boynunu dışarıya uzatmalıdır.’

Entelektüel Seferberlik

Batı dağarcığına kesinlikle Dreyfus olayı sırasında giren ‘entelektüel’, edebiyat ile siyaset arasında 20. yüzyılın bütün tarihine damgasını vuracak olan karşılıklı ilişkiye işaret eder. Elbette, bu figürün, Aydınlanma filozoflarından çok sayıda münevverin dahil olduğu 1848 devrimlerine kadar bir dizi parlak önceli vardır. Fakat ancak yüzyıl dönümüyle birlikte bu fenomen yeni boyutlar kazanır ve iki savaş arası dönemde de Avrupa ve Batı kültürünün önemli bir öğesi halini alır. Entelektüellerin İhaneti adlı eserinde Julien Benda, siyasi olarak angaje münevverin görünümünü ideal ve tipik bir tanımla yakalamaya çalışır: “İşlevleri, çıkarların üstünde olan adalet ve akıl gibi evrensel değerleri savunmak olan insanlar.”8

Oysa daha yakından baktığımızda entelektüellerin siyasete dahil olmalarının her zaman böylesi değerlere dayanmadığını görürüz. Bizzat Dreyfus hadisesi entelektüeller arası bir tartışmaydı: Maurice Barrès Emile Zola’ya, Edouard Drumont Bernard-Lazare’a karşıydı. Başka bir ifadeyle, milliyetçiliğe karşı evrenselcilik, anti-semitizme karşı eşitlik, militarizme karşı cumhuriyet. 1920’ler ve 1930’larda bu çatışmalar daha büyük bir ağırlık kazanacaktı: Demokrasiyi savunmaya girişen entelektüellerin yanında, onu yok etmeye çalışanlar da vardı. Avrupa kültürünün önemli bir kısmı, 1789’un devrimci geleneğine karşıt değerlere bağlıdır. Milliyetçilik, anti-semitizm, ‘muhafazakâr devrim’, anti-demokratik elitizm ve faşizm İtalya, Almanya ve Fransa’da, hatta İngiltere gibi liberalizmin geleneksel ocağında çok sayıda entelektüeli cezbetti.9 Onları çoğu zaman unutmaya meyilliyizdir. Bu geçmişe dönük unutkanlık, Gramsci’nin İtalyan kültüründe ancak savaşın sonunda ve faşizmin yıkılışından sonra önemli bir figür haline geldiğini, Maurras ve Drieu la Rochelle’in 1930’lar Fransa’sında en az Malraux ve Gide kadar popüler olduklarını ve Weimar Cumhuriyeti sırasında Ernst Jünger’in en az Erich Maria Remarque kadar meşhur olduğunu, Oswald Spengler’in de Walter Benjamin ya da Ernst Bloch’tan çok daha fazla okunduğunu çoğu zaman gizler.

Bu ikiliğin edebi bir resmi -bir yanda demokratik, akılcı ve anti-faşist entelleküel ile, diğer yanda moderniteye karşı isyan eden romantik ve apokaliptik nihilist- Thomas Mann tarafından 1920’lerin başında Büyülü Dağ’da çizilmiştir. Romanın iki kahramanı, Settembrini ve Naphta, Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda ‘muhafazakâr devrim’in Siyasi Olmayan Bir İnsanın Düşünceleri adlı bir manifestosunu yayınlayan, daha sonraysa Amerika Birleşik Devletleri’nde sürgündeyken BBC tarafından yayınlanan ve Nasyonal Sosyalizm rejiminin suçlarını ifşa eden “Almanlara Çağrılar” adlı konuşmalarıyla ülkesinin demokratik bilincini temsil eden yazarın iki ruhu olarak yorumlanmıştır. Başkaları bu eserde Mann’ın Settembrini’nin hümanist pozitivizmine yakın bir felsefi pozisyonu savunan kardeşi Heinrich’le girdiği diyalogun bir edebi formunu görürler. Daha yakın zamanda, yazar tarafından Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde İsviçre Alplerine yerleştirilen bu edebi çatışma, başka bir meşhur felsefi tartışmanın temsili olarak görülmüştür. Bu seferki tartışma tamamen gerçektir: Davos’ta 1929 yılında Alman Aydınlanmasının son temsilcisi neo-Kantçı Ernst Cassirer ile, Varlık ve Zaman adlı eserin genç yazarı, onu birkaç yıl sonra Nazi rejimini kabule götürecek yeni bir siyasal ontolojinin mucidi Martin Heidegger arasında gerçekleşen tartışma.10

Avrupa entelijansiyasının iki savaş arası dönemdeki parabolü, bu gerçekten de birbirine karşıt olan, ancak bazen ortak yanları da bulunan iki felsefi ve siyasal kutup arasındadır. Bazı eleştirmenler, Thomas Mann’ın nihilist Naphta karakterini, Ruh ve Form’un yazarı olup, savaşın sonunda, 1919’da Bela Kun önderliğindeki kısa süreli Macar Sovyet Cumhuriyeti’nde Eğitim Halk Komiserliği’ni üstlenecek kadar komünizme tutulan genç Georg Lukàcs’tan ilham aldığı hipotezini dahi formüle etmişlerdir.11 Bir romantik olarak Naphta, çift başlı Janus gibidir; bir yanıyla muhafazakâr hatta gerici, diğer yanıyla devrimci. Bu metaforik figür bize savaş sonrası siyaset felsefesini canlandırmada önemli rol oynayacak olan, birçoğu Yahudi ve anti-faşist çok sayıda entelektüelin Heidegger’in öğrencileri olduğunu hatırlatır. Burada Hannah Arendt ve Hans Jonas’ı ve hatta Marksist Herbert Marcuse ve Günther Anders’i hatırlamak yeterlidir. Gerçek şudur ki, Naphta’nın 1930’larda bir seçim yapması gerekmektedir: Zivilisation’u reddi, ya Nasyonal Sosyalizm’in beslediği, kan ve toprak mistisizmine varacak tötonik mitolojilere götürecekti, ya da faşizmde cisimleşen modernitenin radikal bir eleştirisine.12 Sartre’ın birkaç yıl sonra yapacağı tanıma göre -Benda’nın isyancı hümanist olarak portresini çizdiği- ‘çağının içindeki angaje entelektüel’, yüzyılın ilk yarısında bütün olan biteni kavramaktan son derece uzak olsa da 1930’larda popülaritesinde ciddi bir artış yaşamıştır.

Entelektüellerin siyasete dahil olmalarında esas dönüm noktası, 1917 Ekim Devrimi değil, Hitler’in Almanya’da iktidara geldiği 1933 yılıdır. Doğru, bu angaje olma durumu çoğu zaman komünizmin çekim alanına girmelerine tesadüf eder; ancak bu onların çıkış noktası değil, sadece radikalleşmelerinin bir sonucudur. Rusya’daki sovyetlerin onun gözünde ‘dünyayı sarsacağı’ 1917’nin John Reed’i bir istisnadır. Diğer yandan, 1934’te Heinrich Mann Hatred’i yayınladığında izole olmaktan çok uzaktır. Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda, geleceğin Stalin övgücüsü ve Fransız komünizminin resmi şairi Louis Aragon, Ekim Devrimi’ni basit bir ‘bakanlık krizi’ olarak görüyordu. Oysa kimse Nazizme karşı benzer bir üstünkörü tepki veremeyecektir. 1933 sonrasında entelektüellerin anti-faşist seferberliği kitlesel boyutlu olacaktır. Nazizm, çoğu 1919-1920’deki Torino, Berlin ve Budapeşte’deki işçi ayaklanmalarına karşı ilgisiz kalan ya da kuşkularını gizlemeyen entelektüellerin birçoğunu, Avrupa’daki kara vebanın yükselişine karşı bir barikat olarak algıladıkları Sovyetler Birliği’ne yakınlaştıracaktır.

Sürgünde Anti-faşizm

Anti-faşist seferberlik, 1935-1937 yılları arasında, kültürün savunulmasına adanan iki uluslararası konferansla damgalanacaktır. Söz konusu konferansların birincisi Paris’te, ikincisi Valencia’da, Cumhuriyetçi İspanya’da gerçekleştirildi ve bunlara zamanın en önemli kültür simaları iştirak etti.13 Bu seferberlik, Cumhuriyeti savunmanın Avrupa kültürünü savunmakla özdeşleştirildiği İspanya İç Savaşı’nda doruğa varır. George Orwell’dan Ernest Hemingway’e, André Malraux’dan Arthur Koestler’e, W.H. Auden’den Stephen Spender’a, Benjamin Péret’den Octavio Paz’a çok sayıda yazar, uluslararası tugaylara katıldılar ya da Cumhuriyet’i desteklemek üzere İspanya’ya gittiler. Anti-faşist entelijansiyayla komünizm arasındaki ittifak, 1939 yılının Alman-Rus paktıyla zayıflasa da, 1941’de canlanıp direnişle güç kazanarak uzun bir zaman boyunca geçerli olacaktır. 1945’te Avrupa kültürü büyük oranda anti-faşizm bayrağı altına girmişti.

Entelektüeller açısından bu siyasal dönüm noktasının kaynağında bir dizi etken bulunmaktaydı.14 Her şeyden önce Hitler’in Almanya’da iktidara gelmesi ve hemen ardından Dolfuss’un Avusturya’daki klerik-faşist darbesi ve sonra da Franco’nun İspanya’daki pronunciamiento’su, gerçek bir travma olarak yaşandı. İtalya’daki faşizm tecrit olmuş, bilinmeyen ve yanlış anlaşılmış bir ulusal fenomen olarak kaldıysa ve hatta İtalyan kültürünün D’Annunzio’dan Gentile’ye, hatta avangardlara (fütüristler) bir kısmını peşinden sürükleyebildiyse de, Almanya’da Nasyonal Sosyalizmin yükselişi, faşizme, sadece işçi hareketine değil, genel olarak kıtanın bütününde demokrasi ve kültüre karşı korkunç bir tehdit görünümü veren Avrupa çapında bir boyut kazandırdı. Bu tehdit sadece siyaset alanına yönelik değildi; zira görünüşe bakılırsa bütün bir medeniyet tehdit altındaydı. Aydınlanma geleneğinin tehlikede olduğunu anlamak için Nazi liderlerinin konuşmalarını dinlemek yeterliydi. Goebbels, 1789 yılının tarih kayıtlarından silineceğini ilan etmişti.15

Anti-faşizm keza, Birinci Dünya Savaşı’nın yaralarının hâlâ açık olduğu ve siyasal dengelerin gittikçe daha kırılgan göründüğü bir kıtada, barış mücadelesiyle özdeşleşmişti. İtalya’nın Etyopya’ya saldırısı, Rhineland’in yeniden silahlandırılması, İspanya’daki savaş, Çin-Japon savaşı, sonra Münih ve en sonunda yeni savaş: Bu yükseliş, giderek artan ve sanat ve kültürde yankısını bulan bir gerginliğe sebep oldu. Son olarak faşizm, göç etmek zorunda bıraktığı binlerce yazar, gazeteci, bilimci, akademisyen ve sanatçının da tanıklık ettiği üzere, entelektüelleri favori hedeflerinden biri haline getirmişti. Anti-faşist kültür de büyük ölçüde bir göçmen kültürüydü. Birliğini sağlayan, yok olma tehlikesi altındaki hümanist bir Avrupa’nın elçileri misali, bir ülkeden diğerine göç eden bir kaçak sürüsüydü. Anti-faşizm kendisine; Paris, Londra, Prag, Zürih, Amsterdam, Moskova ve New York gibi şehirlerde Orta Avrupa kökenli ve çoğu Yahudi olan göçmenlerce çıkartılan Almanca dergilerde ifade kanalı buluyordu. Peter Gay’in ifade ettiği üzere, bütün bu entelektüeller Weimar’a “gerçek ruhunu verdi: Sürgün”.16

Çoğu eleştirmen, cömert olduğu kadar da kör olan bu anti-faşist bağlanmanın sınırlarına işaret etmiştir. Stalinizmin tiranca yönlerini göremeyenler, sadece ‘organik’ entelektüeller ve komünizmin yol arkadaşları değildi. Hepsi 1936 ile 1940 arasında yayınlanmış olan André Gide’in SSCB’den Dönüş’ü, George Orwell’in Katalonya’ya Selam’ı, Victor Serge’in Yüzyılın Geceyarısı ve Arthur Koestler’in Günortasında Karanlık’ı, hep basıldıktan sonra gözden kaçmış ya da Gide’ın kitabında olduğu gibi yüzeysel bir sansasyonun ardından unutulmuşluğa terk edilmiş istisnalardır. Anti-faşizmin Sovyet rejimine ilişkin genel duruşu, eleştirisiz bir hayranlık ya da en azından kesin bir tatmin duygusuydu. 1935’teki Paris Kongresi sırasında Magdeline Paz ve Henri Poulaille, Sibirya’ya tehcir edilen Victor Serge lehine bir önerge sunmakta zorlandılar.17 SSCB’yle ilgili egemen tavır, Gide ya da Orwell’inki değil, komünist geleneğe, kültüre ve coşkuya tamamen yabancı olsalar da Sovyet Komünizmi: Yeni Bir Uygarlık (1935) adlı kitabı yayınlayan Fabyan sosyalisti Sidney ve Beatrice Webb’inki, ya da Moskova duruşmalarında bulunup onları Moskova 1937 adlı eserinde coşkuyla onaylayan Alman yazar Lion Feuchtwanger’inkiydi. Ancak 1933 sonrasında SSCB’yi savunmak için illa ki Stalin kültüne bağlanmak gerekmiyordu. Anti-faşizm basitçe Sovyet komünizminin bir varyantına indirgenemez. Diğer yandan, Bir Yanılsamanın Yok Oluşu adlı çalışmasında François Furet, “Komintern’in 1935’teki dönüşü”nün ürünü olan “anti-faşizmin tamamen negatif düşüncesi”ne işaret eder. Böylece, zekice bir mistifikasyonla, Rus totalitarizmi demokrasinin müdafii görünümünü alabilmiştir.18

Bu tez tarihsel gerçekliği en az iki sebeple basite indirgemektedir. Bir yandan anti-faşist kültür içinde etkin olan bütün Stalinist olmayan, hatta açıkça anti Stalinist eğilimleri yok sayar. Diğer yandan, Batı Avrupa’da komünistleri ve Sovyetler Birliği’ni karşısına alarak ya da onun desteği olmaksızın faşizme karşı mücadele edilemeyeceği gerçeğini yok sayar. Bu gerçekleri göz ardı etmek, liberal anti-faşizmin aydınlık örneklerinden olan Norberto Bobbio’nun yakın zamanda işaret ettiği gibi, insanı tehlikeli yan yollara saptırabilir: “Tarihsel revizyonizmin bu son yıllarında anti-komünizm adına anti-faşizmin reddedilmesinin, çoğu zaman anti-faşizmle faşizm arasında aşağılık bir eşitlemeye yol açabileceğini endişeyle gözledim.”19

Komintern çizgisinde 1935’te gerçekleşen değişim, işçi hareketinde olduğu kadar entelektüel camiada da bir dönüm noktasını tayin etmekten çok, zaten 1933’te başlayan bir dönüşüme denk düşüyordu. Fransa’da faşizme karşı ilk eylem birliği çağrısı 6 Şubat 1934’te birkaç günlük bir ayaklanmaya dönüştü. Bu çağrı, sürrealistler (André Breton, René Crevel ve Paul Eluard) ile Jean-Richard Bloch ve André Malraux gibi komünizme yakın yazarlarca imzalanmıştı. Birkaç gün sonra, felsefeci Alain ve etnolog Paul Rivet ile Paul Langevin tarafından imzalanan benzer bir çağrıya birkaç ay içinde birkaç bin imza eklendi. Böylece, Comité de vigilance des intellectuels antifascistes (CVIA)20 kurulmuş oldu. Kısacası, entellektüellerin anti-faşizminin, Komünist Parti ve SFIO (Section française de l’internationale ouvrière) tarafından benimsenen Halk Cephesi siyasetinin bir yan ürünü olmaktan ziyade onu öncelediği akılda tutulmalıdır.

Avrupa kültürünün temsilcileriyle komünizm arasındaki ittifak faşizmin eseridir. Stalinizmin gerçek yüzünü görmekteki beceriksizlik, faşizm tehdidi büyük, acil ve korkunç olduğunda daha da belirginleşmiştir. Avrupa’daki anti-faşistler arasında, Stalin’in suçlarını mahkûm etmeye hazır olan ya da komünistler faşizme karşı mücadelede müttefik olsalar da siyasetlerinin desteklenmemesi gerektiğini anlayanlar ve üstelik Sovyet despotizminin, mahkemelerin, infazların, göçe zorlamaların, kampların (ve dönemin en azgın anti-komünist edebiyatı tarafından bile göz ardı edilen zorla kolektifleştirmenin) faşizme karşı ortak mücadeleyi zaafa uğratacağını anlayanlar çok azdı. Bunu yapabilenler, 1936’da Moskova duruşmalarını ?açık bir polis imalatı? şeklinde mahkûm eden sürrealistler ve New York’ta Partisan Review etrafında toplanan ve göstermelik duruşmaların gerçek yüzünü ifşa etmeye dönük John Dewey başkanlığındaki bir araştırma komisyonunu destekleyen Troçki etkisindeki entelektüel gruptu.21 Bu listeye, Paul Nizan’dan Manes Sperber’e, Arthur Koestler’den Willy Münzenberg’e Stalinizmle yollarını ayıran komünistleri de ekleyebiliriz.

1935’teki Kültür İçin Özgürlük Kongresi sırasında, o dönemde Amerika Birleşik Devletleri’nde sürgün olan İtalyan anti-faşist Gaetano Salvemini, Stalinizme ilişkin rezervlerini açık bir biçimde ortaya koydu ve böylece kendinden önce konuşan Breton gibi salonda hazır bulunanların büyük tepkisini çekti: “Bir Sovyet polis mahkemesi olduğunu unutmuş olsaydım,” diye vurguladı, “Gestapo ve faşist Ovra’yı protesto etme hakkım olamazdı. Almanya’da toplama kampları, İtalya’da sürgün alanlarına çevrilmiş adalar var; Sovyetler’de de Sibirya.”22

Dahası, ilk önce bazı eski komünist yazarlar (Franz Borkenau) ya da bazı muhafazakâr liberaller (Eric Voegelin ve Waldemar Gurian, sonra da Friedrich Hayek ve başkaları) tarafından ortaya atılan ve Stalin Rusya’sı ile Hitler Almanya’sını yeni mutlakçılığın iki biçimi olarak yan yana koyan totalitarizm teorisi, daha aktif ve açık bir siyasal bağlanmadan ziyade entelektüellerin kuşkucu bir pasifliğe ve kudretsiz bir karamsarlığa gerilemesi olarak düşünülüyordu. Totalitaryanizm teorisyenleri, Stalin rejiminin despotik doğasını gerçekten kavramışlardı; ancak tezlerinin mantıki sonucu, yani SSCB’yle ittifakın imkânsızlığı, 1941 sonrasında tamamen gerçek dışıydı. Raymond Aron’dan başlayarak bizzat kendileri, böyle bir sonuç çıkarmayı reddettiler. Soğuk Savaş’ın başlangıcına kadar, ‘hür dünya’yı Sovyet komünizmine karşı korumaya ilişkin totalitarizm anlayışı, Batı dünyasında meşruluk kazanmadı. İkinci Dünya Savaşı sırasında böylesi bir yaklaşımın benimsenmesi mümkün değildi.

Faşizm ile Stalinizm arasındaki bu şeytani diyalektik, çok sayıda entelektüelin Staliznimin suçları karşısındaki sessizliğini meşrulaştırmasa da açıklar. Önce faşizm tehdidi ve sonra da Birinci Dünya Savaşı sırasında SSCB’nin elde ettiği muazzam prestij ve tarihi meşruiyet, Batı kültürünün önemli bir bölümünü Sovyet rejiminin niteliğini yadsımaya, göz ardı etmeye, küçümsemeye, hatta meşrulaştırmaya sevk etti. Sürrealistler, New York entelektüelleri ve başka bağımsız sosyalistlere dair yukarda andığımız örnekler, aynı zamanda hem anti-faşist hem de anti-Stalinist olmanın, ayrıca o dönemde Stalinizm ve anti-faşist entelijensiyanın cazibesine direnmenin mümkün olduğunu göstermektedir.

Diğer yandan, Furet, totalitarizmin gerçek antitezi, tarihsel olarak masum ve siyaseten de kâhince olan liberalizmin erdemlerini entelektüellerin anti-faşizmiyle kıyaslamaya girişmiştir. Anti-faşizm anlayışı tek taraflı olduğu gibi liberalizm övgüsü de tarihdışıdır. Entelektüellerin siyasal bakımdan radikalleşmelerinin ve komünizme bağlanmalarının koşullarından birisi de, iktisadi buhran ve faşizmin yükselişi bağlamında tam da klasik liberalizmin tarihsel krizidir. Birinci Dünya Savaşı’ndan sarsılmış ve zayıflamış olarak çıkan, keza milliyetçi baskılar altında yıpranmış olan liberal-muhafazakâr kurumlar, faşizme direnmekte bütünüyle yetersizdi. Faşizm, eski liberal-muhafazakâr düzenin çöküşünden doğmuşsa, bu canavarla mücadele etmek için insanların bu düzenle özdeşleşmelerini nasıl bekleyebilirdiniz?

Faşizm liberal demokrasiyi mezara gömmüşse bunu, önce sola, işçi hareketine, sonra Yahudilere ve diğer ‘ulus karşıtı unsurlar’a saldırarak yaptı; güçlerini liberal kurumlardaki yerleşik konumlarından alan geleksel eliti sorgulayarak değil. İtalyan muhafazakâr liberalizminin bütün ana güçlerinin, monarşinin, burjuvazinin, hatta entelektüellerin önemli bir kısmının (Vilfredo Pareto ve Giovanni Gentile, hatta 1925’e kadar Benedetto Croce) faşizme taraftar olduğunu unutabilir miyiz? Winston Churchill’in Mussolini hakkındaki övgülerini unutabilir miyiz? 1930-1933 yılları arasında Prusya elitinin liberal yüzlerini bir kenara atarak, Weimar demokrasisini nasıl bir titizlikle iğdiş ettiklerini ve bu suretle Hitler’in iktidara gelişini hazırlamış olduklarını unutabilir miyiz? Böyle bir bağlamda, Batı Avrupa’da SSCB, faşizmi durdurmak için günahı bol bir liberalizmin geleneksel güçlerinden çok daha güçlü bir bariyer olarak görünüyordu.23

Elbette, anti-faşist entelektüellerin bir kısmını, SSCB’ye dair mitleri sahiplenip kendilerine yalan söyleyerek, kendilerini despotik bir rejimin propagandacıları kılmak yerine eleştirel bilincini muhafaza etmeleri gereken anti-faşist hareketin kandırılmasına yol açtıkları için eleştirebiliriz. Ancak Nazi tehdidine karşı kitlesel bir seferberliğin eski muhafazakâr önderliğin rehberliğinde gerçekleşmesinin mümkün olmadığına kesinlikle emin olabiliriz.

Faşizme karşı mücadelenin bir umuda, özgürleştirici ve evrensel nitelikte bir mesaja ihtiyacı vardı ve 1917 devriminin ülkesi bunu sağlıyor görünüyordu. Stalin’in totaliter diktatörlüğü milyonların gözünde bu değerleri temsil edebiliyorduysa -komünizmin 20. yüzyıldaki trajedisi de budur- bu, onun doğası ve kökeninin faşizmden tamamen farklı olmasıyla ilgilidir. Liberal totalitarizm karşıtlığının anlamaya hiçbir şekilde muktedir olmadığı şey tam da budur.

Anti-faşizm ve Anti-Semitizm

Kavranması daha güç olan şeyse, anti-faşist entelektüellerin 20. yüzyıldaki bir başka kırılma noktasıyla, Auschwitz’le ilgili sessizlikleridir. Avrupa’da Yahudilerin soykırıma uğratılması -istisnası olmayan, tam anlamıyla topyekûn bir ortadan kaldırma- öngörülebilir değildi. Birçok tarihçi, Hitler’in bu hususta baştan ortaya konmuş detaylı bir stratejik plana göre hareket etmekten ziyade, onun radikal anti-semitizminin doğu cephesindeki savaşın dehşetengiz koşulları altında bir soykırım planına dönüştüğünü iddia etmektedir. Yine de, felaketli sonuçlarını önceden tam anlamıyla tahmin etmek güç olsa da, 1933’ten itibaren Yahudilerin büyük tehdit altında olduğu açıktı. Hitler’in iktidara gelişiyle savaşın başlaması arasında Orta Avrupa’dan 400 bin kadar Yahudinin göç etmesi, bu ölümcül tehdidin boyutlarını açıkça ortaya koyar.

Ancak 1930’lar boyunca, anti-semitizm, anti-faşist entelektüeller tarafından Nazi sisteminin kurucu bir unsuru, hatta merkezi bir teması olarak dahi düşünülmedi. Anti-semitizm daha çok demokrasi, liberalizm, Marksizm ve işçi hareketi gibi Nazizmin düşmanlarına saldırma için kullandığı bir propaganda yöntemi olarak değerlendiriliyordu. Çok az sayıda entelektüel, Hitler’in iktidara gelişinden üç ay sonra, Filistin’den Fransa’da sürgün olan arkadaşı Walter Benjamin’e yazdığı mektupta Nazizmin yükselişini ‘dünya çapında tarihsel bir felaket’ olarak tanımlayan Gershon Scholem’in kâhince öngörülerini paylaşmaktaydı: “Sosyalist ve komünist hareketin yenilgisinin boyutları gözümüzde tehdit edici ve sarsıcı bir hadisedir,” diye yazıyordu, “ancak Alman Yahudiliğinin yenilgisi her türlü kıyaslamanın ötesindedir.”24 Benjamin’e hitap eden bir başka mektupta, Şubat 1940’da, şu kritik soruyu yöneltmekteydi Scholem: “Yahudilerin yok edilmesinden sonra Avrupa’ya ne olacak?”25

Savaştan hemen sonra, nihai çözüm, tarihteki trajik sayfalardan bir başkası olarak görüldü ve entelektüel söylemde sadece marjinal bir yer edindi. Hakim davranış şekli, sessizlikti. Auschwitz ne Dreyfus olayı, ne İspanya İç Savaşı, ne de Vietnam savaşıydı. Bunlar entelektüelleri tartışmaya çeken ve ‘sorumluluklarını üstlenme’ye çağıran hadiselerdi. Sartre’ın 1946’da basılan Réflexions sur la question juive adlı eseri, Auschwitz karşısında ‘alimlerin körlüğü’nün çok açıklayıcı bir örneğidir. Sartre, Yahudilerin savaşın unutulan kurbanları olduğunu vurgular; ancak soykırımı hiçbir zaman düşüncesinin merkezine yerleştirmez. Nazi toplama kamplarından sonra dahi, onun gözünde ‘Yahudi sorunu’, Dreyfus hadisesi ve III. Cumhuriyet’in Fransız anti-semitizmi olarak kalır. Gaz odalarının nadiren ve gayet marjinal biçimde anıldığı bu ünlü deneme, Avrupa kültürünün yüzyılın en büyük trajedilerinden birine karşı olan körlüğünün en önemli tanığı olarak yorumlanabilir rahatlıkla. Ancak Sartre’ın örneği tekil olmaktan çok uzaktır.26

Bu körlüğün, savaşın genel bağlamından (özgül boyutları bir yana, Yahudilerin felaketi neredeyse bütün uluslara bir şekilde değen büyük bir katliamın ortasında yaşandı ve harabe halindeki bir kıtada belirgin bir şekilde görülmüyordu) Nazi anti-semitizminin doğasına dair eski bir anlayış eksikliğine (bu, reaksiyoner modernizmin bir biçimi olarak görülmekten ziyade, karanlıkçı bir Ortaçağ kalıntısı olarak değerlendiriliyordu) kadar birçok önemli sebebi bulunmaktaydı. Köklerini 19. yüzyılın sosyalist kültüründe bulan bir klişeye göre, anti-semitizm, ‘aptalların sosyalizmi’ydi. Yani, basit bir propaganda silahıydı. Endüstriyel ve bürokratik bir soykırım, anti-faşist kültürde tahmin edilmesi çok zor olan mutlak bir yenilikti.27

Mussolini ve Hitler rejimleri sadece ‘geriye dönük’, negatif karakteristik özellikleriyle anlaşıldı: anti-liberalizm, anti-komünizm, bireycilik karşıtlığı, parlamentarizm karşıtlığı, akılcılık karşıtlığı. Faşizm böylece sadece reaksiyoner boyutlarına indirgenmiş oldu. Faşist hareketin kökenlerini endüstriyel toplumda, kitle seferberliğinde, teknoloji kültünde arayanlar, yani faşizmi modernitenin reaksiyoner bir varyantı olarak görenler azınlıktaydı. İdeolojik düzeyde, muhafazakârlıkla öjenizmin, fütürizmle neo-klasisizmin, kültürel kötümserlik ile ‘muhafazakâr devrim’in, spiritualizm ile anti-semitizmin, geriye dönük romantizm ile teknokratik totalitaryanizmin hepsinin bir arada bulunabildiği bir nebula olan faşit hareketler kadar karışık bir şey yoktur. Başka bir ifadeyle, içerisinde Georges Valois ve Alfred Rosenberg’i, Filippo T. Marinetti ve Arno Brecker’i, Julius Evola ve Albert Speer’i, Oswald Spengler ve Ernst Jünger’i, Giovanni Gentile ve Carl Schmitt’i bulduğumuz eklektik bir magma.

Bu çelişkili duyarlılıklar karmaşası, liberal ve demokratik moderniteyi reddi, geçmişte kalmış bir devre dönüşü değil, hiyerarşik, otoriteryan, eşitlik karşıtı, milliyetçi, hatta ırkçı bir yeni düzeni kurmaya yönelik olan faşist rejimlerin ‘devrimci’ doğasını gizler. Faşizm gerici değildir: Faşist mistisizm biyolojiyle meczedilir, teknoloji kültü estetize edilir, demokrasiye karşı küçümseyişi kitlelerin seferberliğinden kaynaklanır ve bireyciliği reddi de savaşın damgasını taşıyan bir ‘halk cemaati’ adınadır.

Ancak faşizmin modernliğini, tarihi insanlığın aklın kaçınılmaz zaferine doğru ilerleyen bir evrim süreci olarak anlayan bir tarih felsefesine dayanarak anlamak imkânsızdır. Anti-faşizmin, Stalinizmle ilgili tatminini ve Yahudi soykırımına karşı körlüğünü de açıklamamıza yardımcı olan önemli bir karakteristiği, onun 19. yüzyıl Avrupa kültüründen devralınan büyük kategorilerden biri olan ilerleme fikrini inatla savunmasıydı. James D. Wilkinson, Avrupa’da Entelektüel Direniş adlı eserinde, “direnişin erkek ve kadınları” diye yazıyordu, “18. yüzyıldaki ruhsal atalarına, filozoflara benziyorlar?.28 1945 sonrasında yeni ya da yeniden çıkmaya başlayan çok sayıda dergi (Fransa’da Esprit, Les Temps modernes, Critique, Almanya’da Der Ruf ve Der Anfang, İtalya’da Il Ponte, Belfagor ve Nuovo Politecnico) Lessing, Voltaire ve Cattaneo’da vücut bulan bu hümanist rasyonalizmi takip etme hedefini ilan ediyordu. Bağımsızlık ve demokrasiye dönüş, Aydınlanma’nın, akıl ve yasanın yeni bir zaferi olarak görüldü. Böylece, faşizm de tarihte kısa bir parantez, geçici bir gerileme, barbarlığa anakronistik ve absürd bir geri dönüş, insanlığın barış ve ilerlemeye dönük yürüyüşünü durdurmaya dönük başarısız bir girişim olarak değerlendirilebilirdi.

Tarihin nihayet yeniden rotasına oturur göründüğü geleceğe dönük bu güven ikliminde, Nazi toplama kamplarından kurtulanlar adına kimse endişelenmedi. Kimse onların hikâyelerini dinlemek istemedi ve Primo Levi Bunlar da mı İnsan’ı yayınlamak istediğinde büyük güçlükle karşılaştı. Kitabın basımı, 1947’de İtalya’ın en prestijli anti-faşist yayınevlerinden olan Einaudi tarafından reddedildi. Diğer yandan Sovyetler Birliği, Üçüncü Reich’ı fethetmek için ödediği bedelden kazançlı çıkmıştı. İlerleme uğruna mücadele, sosyalizmin anavatanını savunmakla özdeşleştirilmişti. Zamanın ruhu, felsefeci Alexandre Kojève tarafından ortaya konmuştu. Savaşın hemen öncesinde Kojève, Roger Caillois’le bir sohbetinde, Stalin’i, Hegel daha önce Jena’daki Napolyon’u nasıl görmüşse öyle gördüğünü, yani dünyanın ruhu, tarihin sonu olan adam olarak gördüğünü belirtmişti.29

Ancak Theodor Adorno’ya göre, Nasyonal Sosyalizm, Hegel’in tarih felsefesinin bir reddiyesiydi. 1944’te, kendisi de dünyanın ruhuna (Weltgeist), at sırtında ya da tank üstünde olmasa da Hitler’in V-2 robot bombalarının şahsında temas ettiğini düşünmüştü; zira bu bombalar, tıpkı faşizm örneğinde olduğu gibi, “mutlak bir körlükle gelişmiş teknolojik mükemmeliyeti birleştiriyordu”.30 Adorno’nun felsefi konumu, Alman anti-faşist sürgünlerinin en önemli hareketlerinden birini oluşturan Frankfurt Okulu’yla aynıdır. Ülkeleri ve bağlılıkları ‘olmayan’ ve hala kıyıda kalmalarına rağmen anti-faşist harekete katılan Yahudiler ve onların liderleri, yenilmesini rağmen Nazizmin yüzyılın ve insanlığın bütün çehresini değiştirdiğinin çok iyi farkındaydı. Orta Avrupa’nın Yahudi dünyasının nihai yokoluşunun yarattığı hissiyat, Alman Yahudi sürgünlerin bütün yazılarına sirayet eder. Auschwitz, onlara tarihte bir kopuş olarak görünüyordu. “Batı tarihinin, insanların bildiği iki bin yıllık kesintisiz akışında gerçekleşen yarı mutlak bir kırılma”31 diye yazıyordu Hannah Arendt, Totalitarizmin Kökenleri’nde.

Frankfurt Okulu’nun entelektüellerine göre, Auschwitz’in uygarlıkta bir kırılma olarak anlaşılması, ilerleme düşüncesine dönük radikal bir eleştiri girişiminden ayrı tutulamaz. Nazizm, Aydınlanma’nın hümanist geleneğini ortadan kaldırmaya çalıştıysa da, onu, diyalektik olarak, artık kurtuluşçu hedeflerinden tamamen arınmış ve bir hakimiyet tasarımına dönüşmüş olan teknolojik ve araçsal aklıyla, bizzat Batı uygarlığının bir sonucu olarak da anlamak gerekir. Bu bakış açıyla, Auschwitz ne bir ‘gerileme’ ne de bir parantez olarak değerlendirilebilir. O, Batı’nın otantik bir ürünü, yıkıcı yüzünün temayüz edişi olarak anlaşılmalıdır. 1944’te Horkheimer ve Adorno, Auschwitz’i “aklın kendi kendini yok etmesi”nin bir sembolü saydılar.32 Amerika Birleşik Devletleri?nde sürgün olan Günther Anders, Fransa’da Albert Camus ve Georges Bataille’yla birlikte, Hiroşima’yı insanlığın kaçınılmaz olarak kendi kendini imha etmeyle karşı karşıya olduğu yeni bir dönemin kurucu olayı olarak ilk görenlerdendi.33 Aydınlanma’nın yeni bir zaferini kutlamaktan uzak olan bu tecrit olmuş figürler, savaşı ilerlemenin zaferlerle dolu eposunun bir parçası olarak görmüyorlardı. Teknolojiyi bir ‘dekadans fetişi’ne çeviren (Benjamin) uygarlık gösterisinin karşısında mümkün olan tek duygu, utançtır. Felaketin boyutları kadar büyük bir “Prometeusçu utanç” (Anders).

Bilanço

Entelektüellerin 1930’lar ve 1940’lardaki anti-faşist bağlanmalarının eleştirel bir bilançosunu çıkartmaya çalıştığımızda, bana bugün en ilginç ve aydınlık görünen, marjinal olduğu Avrupa kültürüne diyalektik, melankolik ve umutsuz uyumsuzluk boyutlarını katan bu kökten kötümser düşünce biçimidir. Bu entelektüellerin yaklaşımının önemi, onları tecrit edilmiş olmalarının bir sonucuydu da. Bunun bedeli, ancak mevcut umutsuzluklarını pekiştirebilecek neredeyse mutlak bir görünmezlik ve güçsüzlüktü.

Sürgünün de yardım ettiği bu berraklık, eleştirel bir mesafeyi, bir tür bağımsızlığı gerektiriyordu. Avrupa’da olup da mücadeleye katılmak durumunda olanların edinemedikleri bir şans. Anti-faşist mücadelenin yeni bir dünya adına umuda dönüştüğü burada, entellektüellerin zihni dünyası farklıydı. Gerçekte bu mücadelede ne en kalabalık ne de en fedakâr olanlardı. Partizanların gerilla savaşı -hatırlatmaya ihtiyaç var mı?- proleterlerce gerçekleştirildi, nadiren yazarlar tarafından. Bu ikinciler, yani yazarlar arasından bazıları işbirliğini seçtiler, diğerleri ‘uyum sağlama’nın şu ya da bu yollarını buldular;34 ancak anti-faşit direnişe katılımlarının düzeyi küçümsenebilir bir düzeyde değildi. Gerçekten de direniş kültürüne biçim veren, basınına yazan ona üslûp ve rengini kazandıranlar yazarlardı. Kısa bir süre için, bütün dünyanın gözünde -Benda’nın on beş yıl önce belirttiği gibi- adalet ve akıl değerlerini gerçekten onlar cisimleştirdiler. Bu nedenle, faşizme karşı kalemiyle ve sık sık silahıyla mücadele etmeyi seçenlerin hatırası her zaman muhafaza edilmelidir. Komünist ya da değil, ünlü ya da değil, savaşta, hapiste ya da toplama kamplarında ölen binlerce entelektüelin yaşadığı Avrupa’dan daha özgür bir Avrupa’da yaşıyorsak eğer, bu onların sayesindedir.

Demokrasiyi basit bir prosedür kuralı olarak -Hans Kelsen ve Norberto Bobbio’nun vizyonlarına göre- değil de tarihsel bir fetih olarak düşünürsek, günümüzde aynı zamanda anti-faşist olmadan demokrat olabilmenin mümkün olmadığı sonucunu çıkarırız. ‘Anti-faşist olmayan’ bir demokrasi çok kırılgan olacaktır; Hitler, Mussolini ve Franco’yla aşina bir kıta Avrupası adına riski çok büyük bir lüks.35 Entelektüel anti-faşist direnişin bize öğretmesi gereken ders, kesinlikle ve açıkça bu olmalıdır.

1) Bkz. Renzo De Felice, Rosso e nero (Torino: Baldini and Castoldi, 1995). 2) 22 Temmuz 1991 tarihli bir başyazısında Frankfurter Allgemeine Zeitung, “Suçlu olmayan bir anti-faşizm yok,” diye yazdı ve 1990’leri bir ‘anti-antifaşizm’ dönemi olarak ilan etti (krş. Wolfgang Schneider, “Deutschland erwacht,” Konkret, 1991, No. 10, s. 30-34). Ayrıca bkz. Antonia Grünberg, Antifaschismus: Ein deutsches Mythos (Hamburg: Rowohlt, 1993). 3) Annie Kriegel, “Sur l’antifascisme,” Commentaire, No. 50, 1990. 4) Thierry Wolton, Le grand recrutement (Paris: Grasset, 1993). B eser hiç değilse Pierre Vidal-Naquet’nin cevabını kışkırtmış olma erdemine sahiptir: Le trait empoisonné: Réflexions sur l’affaire Jean Moulin (Paris: La Découverte, 1993). 5) François Furet, Le passé d’une illusion: Essai sur l’idée communiste au XXe siècle (Paris: Laffont/Calmann-Lévy, 1983), s. 126. Deborah Furet tarafından gerçekleştirilen İngilizce çeviri: The Passing of an Illusion: The Idea of Communism in the Twentieth Century (Chicago: University of Chicago Press, 1999). 6) George Orwell, Collected Essays, Cilt 4 (Londra: Penguin Books, 1986), s. 409. Deneme online olarak şu adreste görülebilir: http://www.orwell.ru/library/articles/leviathan/e/e_wal.htm 7) Walter Benjamin, “L’oeuvre d’art á l’époque de sa reproductibilité technique,” Essais 1935-1940 (Paris: Denoel-Gonthier, 1983), s. 126. İngilizce çeviri: “The Work of Art in the Age of Its Technological Reproducibility,” Selected Writings: Vol. 4, 1938-1940 içinde, ed. Howard Eiland ve Michael W. Jennings (Cambridge: Belknap Press, 2003). 8) Julien Benda, La Trahison des clercs (Paris: Grasset, 1975). İngilizce çevirisi: The Treason of the Intellectuals (New York: Norton, 1969). 9) Krş. Alastair Hamilton, The Appeal of Fascism: A Study of Intellectuals and Fascism, 1919-1945 (New York: William Morrow & Co., 1976). 10) Krş. Rüdiger Safranski, Martin Heidegger: Between Good and Evil, çev. Ewald Osers (Cambridge: Harvard University Press, 1999). 11) Bu hipotez Judith Marcus’un eserinin ikinci bölümünün konusudur. Bkz. Georg Lukàcs and Thomas Mann: A Study in the Sociology of Literature (Amherst: University of Massachusetts Press, 1987). Romantizmin kapsamlı bir analizi için bkz. Michael Löwy ve Robert Sayre, Romanticism Against the Tide of Modernity (Post-Contemporary Interventions), çev. Catherine Porter (Durham: Duke University Press, 2002). 12) Krş. Jeffrey Herf, Reactionary Modernism: Technology, Culture, and Politics in Weimar and the Third Reich (New York: Cambridge University Press, 2002). 13) 1935 Paris Kogresi için bkz. Michel Winock, Le siècle des intellectuels (Paris: Le Seuil, 1997), bölüm 27, ve Herbert R. Lottman, The Left Bank: Writers, Artists, and Politics from the Popular Front to the Cold War (Chicago: University of Chicago Press, 1998), bölüm 6. Valencia Kongresi için bkz. Andrés Trapiello, Las armas y las letras: Literatura y guerra civil (1936-1939) (Barcelona: Planeta, 1994), Bölüm 10. 14) Eric J. Hobsbawm, “Gli intellettuali e l’antifascismo,” Storia del marxismo, Cilt 3, no. 2 (Torino: Einaudi, 1981), s. 441-490. İngilizce çeviri: The History of Marxism (Bloomington: Indiana University Press, 1982). 15) Akt. Karl D. Bracher, La dictature allemande: Naissance, structure et conséquences du national-socialisme (Toulouse: Privat, 1986), s. 31. İngilizce çeviri: The German Dictatorship: The Origins, Structure, and Effects of National Socialism by (Jean Steinberg, New York: Praeger Publishers, 1970). 16) Peter Gay, Le suicide d’une république: Weimar 1918- 1933 (Paris: Calmann-Lévy, 1993), s. 180; Weimar Culture: The Outsider as Insider (New York: Norton, 2001.) 17) Lottman, The Left Bank, s. 178-184 (Fransızca baskı). 18) François Furet, Le passé d’une illusion, s. 193. 19) Norberto Bobbio, De Senectute (Turin: Einaudi, 1996), s. 8-9. 20) Krş. Pascal Ory ve Jean-François Sirinelli, Les intellectuels en France, de l’Affaire Dreyfus á nos jours (Paris: Armand Colin, 1986), s. 98-99; Lottman, The Left Bank özellikle Kısım II’deki Bölüm 5, Fransızca baskıda: s. 148-158. 21) Krş. Alan Wald, The New York Intellectuals: The Rise and Decline of the Anti-Stalinist Left from the 1930s to the 1980s (Chapel Hill: University of North Carolina Press, 1987), özellikle bölüm 5, s. 128-162. 22) Bkz. Marcello Flores, L’immagine dell’URSS: L’Occidente e la Russia di Stalin (1927-1956) (Milano: Il Saggiatore, 1990), s. 214. 23) Faşizme karşı mücadele eden İtalya’daki Giustizia e libertá hareketi gibi liberaller, komünistlerle işbirliği yapmayı seçtiler. Bu konuda, söz konusu hareketin liderlerinden olan Norberto Bobbio’nun tanıklığına bakabilirsiniz (Dal fascismo alla democrazia, Turin: Baldini & Castoldi, 1997). 24) 13 Nisan 1933 tarihli mektup. Bkz. Gershom Scholem ve Walter Benjamin, Briefwechsel (Frankfurt: Suhrkamp, 1980). İngilizce çeviri: Correspondence of Walter Benjamin and Gershom Scholem, 1932-1940 (New York: Shocken Books, 1989). 25) Scholem ve Benjamin, Briefwechsel, s. 319. Keza bkz. Gershom Scholem, Walter Benjamin: Histoire d’une amitié (Paris: Calmann- Lévy, 1981), s. 247. İngilizce çeviri: Walter Benjamin: Story of a Friendship, Lee Siegel (New York: New York Review of Books, 2003). 26) Bu konuda bkz. Enzo Traverso, L’Histoire déchirée: Essai sur Auschwitz et les intellectuels (Paris: éditions du Cerf, 1997), Bölüm 1. 27) Dan Diner, “Antifaschistische Weltanschauung: Ein Nachruf,” Kreisläufe: Nationalsozialismus und Gedächtnis (Berlin: Berlin Verlag, 1995), s. 91. 28) James D. Wilkinson, The Intellectual Resistance in Europe (Cambridge: Harvard University Press, 1981), s. 276. 29) Denis Hollier, ed., Le collège de philosophie 1937- 1939 (Paris: Folio-Gallimard, 1995), s. 67-68. Keza bkz. Lutz Niethammer, Posthistoire: Ist die Geschichte zu Ende? (Hamburg: Rowohlt, 1989), s. 77. 30) Theodor Adorno, Minima moralia, Réflexions sur la vie mutilée (Paris: Payot, 1991), s. 53. İngilizce çeviri: Minima Moralia: Reflections from a Damaged Life by E. F. Jephcott (New York: Verso Books, 1996). 31) Hannah Arendt, Les origines du totalitarisme (Paris: Fayard, 1982), s. 11. The Origins of Totalitarianism (San Diego: Harcourt Brace Jovanovich, 1979). 32) Max Horkheimer ve Theodor Adorno, Dialectique de la raison (Paris: Gallimard, 1974), s. 15. İngilizce çeviri: Dialectic of Enlightenment: Philosophical Fragments, çev. Edmund Jephcott (Stanford: Stanford University Press, 2002). 33) Günther Anders, “Über die Bombe und die Wurzeln unserer Apokalypse-Blindheit”, Die Antiquiertheit des Menschen. I. über die Seele im Zeitalter der zweiten industriellen Revolution (Münih: C.H. Beck, 1985). Keza bkz. Albert Camus, “8 août 1945,” Actuelles: écrits politiques (Paris: Folio- Gallimard, 1997), s. 67-69. Bataille’ın Hiroşima sonrası düşünceleri için bkz. Michel Surya, Georges Bataille, la mort á l’oeuvre (Paris: Gallimard, 1992), s. 437-442. İngilizce çeviri: Georges Bataille: An Intellectual Biography, çev. Krzysztof Fijalkowski ve Michael Richardson (New York: Verso Books, 2002). 34) Philippe Burrin, La France á l’heure allemande 1940- 1944 (Paris: Le Seuil, 1995), adlı çalışmasında Alman işgali sırasında Fransız entelektüelerinin ‘uyum sağlama’ yollarını irdeler (Bölüm 21, s. 321-345). İngilizce çeviri: Living with Defeat: France under the German Occupation, 1940-1944, Janet Lloyd (Londra: Arnold, 1996). 35) Marco Revelli’ye göre, “Anti-faşist paradigma, bir biçimde, demokratik paradigmanın tarihselleştirilmiş, bağlamsallaştırılmış, kitle totalitaryanizmleri ve diktatörlüklere adapte edilmiş biçimidir”, Giovanni De Luna ve Marco Revelli, Fascismo, antifascismo (Floransa: La Nuova Italia, 1995), s. 30.