İmdat Freni

Asgari Ücretin Yıl Dönümü Etkinlikleri – Eyüp Özer

İşçi sınıfının günlük hayatına dair taleplerini siyasi birer tartışma konusu olmaktan çıkarıp, adeta yer çekimi gibi karşı konulamaz doğanın kanunu olan teknik tartışmaların bir sonucu olarak göstermek, neoliberalizmin belki de en büyük başarısıdır.

Her yıl tam da bu dönemler hiç şaşmaz, asgari ücret tartışmaları başlar. Adeta bir ritüelmişçesine hiç yeni bir şey yapmadan her yıl birbirinin aynı şekilde sürdürdüğümüz bu asgari ücret tartışmalarında açıkçası tartışılan pek bir şey de olmadığından, artık daha çok bir anma veya yıl dönümü etkinliği halini aldığını söyleyebiliriz.

Sendikalar çeşitli vesilelerle yaptıkları açıklamalarda milyonlarca işçinin asgari ücretten etkilendiğini belirtiyorlar, ancak asgari ücret müzakereleri sırasında, öncesinde veya sonrasında yapılan birkaç sönük eylemin veya görev savma kabilinden yapılan açıklamaların bu asgari ücretten etkilenen milyonların ne kadarını etkilediğini düşünüyorlar, orası tartışmalı.

İşçi sınıfının günlük hayatına dair taleplerini siyasi birer tartışma konusu olmaktan çıkarıp, adeta yer çekimi gibi karşı konulamaz doğanın kanunu olan teknik tartışmaların bir sonucu olarak göstermek, neoliberalizmin belki de en büyük başarısıdır. Bu durum, işçi sınıfının, ne olursa olsun bir şeyin değişmeyeceği umutsuzluğunu, kendi mücadelesi ile bir şeyleri değiştirebileceğine dair özgüven kaybını ve bunların sonucunda tartışmalara dair ilgisizliğini de doğuruyor. Asgari ücret tartışmaları da tam da böyle gelişti, bir yandan milyonların doğrudan hayatını etkileyen, en çok canını yakan, en fazla dert yandığı gündem olmasına rağmen işçi sınıfının geniş kitleleri bu tartışmalara müdahil olacak bir kanal bulamadılar. Ne siyasi örgütler, ne de sendikalar ise, bu durumu tersine döndürecek, asgari ücretten doğrudan veya dolaylı etkilenen milyonları bu tartışmaya dahil edecek herhangi bir çaba içine giriştiler.

Asgari ücretin 8 milyona yakın kişiyi doğrudan ilgilendirdiği söyleniyor ancak aslında bu rakam çok daha yüksek. Çünkü Türkiye’de toplam 17 milyon kayıtlı çalışanın 8 milyonunun ücreti asgari ücret üzerinden bildiriliyorken, geri kalan ücretli çalışanların ücretlerinin belirlenmesinde ise asgari ücret miktarı çok önemli bir rol oynuyor. Türkiye’de tüm ücretler asgari ücretin civarında kümelenmiş durumda, bu konuda en önemli göstergelerden biri asgari ücretin ortalama ücrete oranıdır. OECD ülkeleri içerisinde bu oranın en yüksek olduğu ülke Türkiye’dir, yani ortalama ücret, asgari ücrete çok yakındır. Bu durum, asgari ücret artışının neredeyse tüm ücretlerin artışını belirlemesine neden oluyor. Bu nedenle, sendikalar açıklamalarında sık sık asgari ücret görüşmeleri için en büyük toplu sözleşme benzetmesini kullanıyorlar. Ancak bu çok da gerçekçi bir benzetme değil, sözleşme kelimesi, bir şekilde içinde geçen “söz” veren tarafların iradelerini bildirmeleri anlamını taşır.  Masada her ne kadar patronların iradesi güçlü bir şekilde temsil edilse de, işçiler için pek aynı şeyi söyleyemeyiz. Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, ev sahibinizle kira sözleşmesi yaptığınızda, her ne kadar koşullardan memnun olmasanız bile en azından koşulları bilip sizin de kabul etmeniz gerekir. Burada bu durum geçerli değil.

Görüşmelerde işçileri temsil ettiği iddia edilen Türk iş, bu sefer geçmiş dönemlerden farklı davranarak, daha masaya oturmadan bir kişinin yaşam maliyeti olarak hesap ettikleri, 2578 TL’nin altında bir rakamı kesinlikle kabul etmeyeceklerini duyurdu. DİSK ise, sürecin başından itibaren 3200 TL’nin asgari ücret olarak belirlenmesini talep etti. Erdoğan ise, “Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı yaptıkları çalışmaları bize getirsin ardından biz de jestimizi yaparız” diyerek tüm bu tartışmalara dahil oldu.

Patronları temsilen asgari ücreti belirleyen komisyonda yer alan TİSK ise utanmasa sonunda işçiyi borçlu çıkaracak bir hesapla, asgari ücretin belirlenmesi sırasında işgücü maliyetleri, rekabet gücü, yatırımlar, hedef işsizlik ve hedef enflasyonun göz önünde bulundurulması gerektiğinden bahsederek, 2020’de asgari ücret desteğinin 200 TL’ye yükseltilmesini, yüzde 2 olan işsizlik sigortası işveren payının alınmamasını, yüzde 5 olan SGK işveren desteğinin yüzde 6’ya yükseltilmesini, Toplu İş Sözleşmesi olan işyerlerinde ise bunun yüzde 7’ye yükseltilmesini talep etti.

Tüm bu sürecin sonunda patronların istedikleri oldu, 2020 yılında asgari ücret, yüzde 15 arttırılarak, 2324 TL olarak belirlendi, yani patronların önerdikleri rakamdan sadece 62 TL daha yüksek oldu. Türk İş ise buna tepkisini çok sert koydu ve masadan tamı tamına 10 dakika erken kalktı ama kalkılan masa zaten müzakere masası değildi, görüşmeler bittikten sonra yapılan basın açıklamasıydı. Bu sert tepki karşısında gerek Hükümet, gerekse patronları temsil eden TİSK, ne yapacaklarını şaşırmış olmalılar ki, bir şey de yapmadılar.

Bu dönemin bir diğer farkı ise, müzakereleri yürüten Türk İş’in diğer iki Konfederasyonu da yanına alarak bir anlamda kendi suçuna ortak etmeye çalışması oldu ve bunda hiç zorlanmadı da. Kamu işçilerinin toplu sözleşmesinde alınan çok düşük zam ve ardından açık unutulan mikrofon ile yapılan gaf nedeniyle, Türk İş yönetimi çok yıpranmış olsa gerek ki, asgari ücret görüşmelerinde bu sefer tek başına bu yükü üstlenmek istemedi. Bu stratejisi başarıya ulaşmış da görünüyor. Zaten yapacak bir şey yoktu hissiyatı kabul görmüş olsa gerek ki, gerçekten de bu süreci hasarsız atlatmış görünüyor. DİSK, bu durumu fırsata çevirebilirdi. Yıllardır müzakerelerin parçası olmadığı için, haklı olarak asgari ücretin belirlenmesi yönteminin değiştirilmesini talep eden DİSK, bu sefer, mevcut durumu avantaja çevirip Türk İş’i kendi eylem programı etrafında sürükleyebilirdi. Ancak bunu yapmak yerine kendisi sürüklenmiş oldu. Ne asgari ücret görüşmeleri sırasında, ne de sonrasında, sadece kendi üyelerini değil ama asgari ücretten etkilenen milyonlarca işçinin de katılabileceği bir ortak eylem takvimi önerisi geliştiremedi. Dolayısıyla, işi sınıfının önemli bir kısmında artık kanıksanmış hale gelen yenilgi ve bir şeyleri kendisinin değiştirebileceğine dair umutsuzluk, bu asgari ücret görüşmeleri döneminde de pekiştirilmiş oldu.

Siyaseten böylesi kurak bir dönemde önümüzdeki en önemli görevlerden birisi de sınıfın kaybolan özgüvenini yeniden inşa edecek mücadelelere girişmek ve onlardan kısmi zaferler yaratmak olmalıdır. Asgari ücret müzakereleri bunun için önemli bir fırsat teşkil ediyordu. Çünkü geçmiş yıllardaki asgari ücret artış oranları gösteriyor ki, AKP ne zaman bu konuda karşısında bir direnç görse, geri adım atıp, taviz vermeye zorlanıyor. Bu dönem kaçmış bir fırsat olsa da, önümüzdeki dönemde işçi sınıfının geniş kesimlerinin dahil olabileceği kampanyalarla, asgari ücret mücadelesini sahiplenmesine ve bu vesileyle sınıfın özgüveninin yeniden tesis edilmesine çalışmak gerekir. Aksi halde eğer rutin prosedür sürdürülecekse, ne asgari ücretin yükseltilmesi mücadelesinden, ne de bir müzakereden bahsedilebilir, yapılan bu birkaç açıklama ve çabaya olsa olsa asgari ücretin yıldönümü etkinlikleri denebilir.