İmdat Freni

1968

Acid Communism: Psikedelik Maddeler ve Sınıf Bilinci – Mark Fisher

Yetmişli yılların ABD’deki en ilginç hareketlerinin bünyesinde –Black Power, karşı-kültür, sendikalar vs.- yeni demokratik sosyalizm biçimleri ortaya çıkıyordu. Bu nedenle neoliberalizm demokratik sosyalizm veya liberter komünizm hayaletinin önünü kesmek için örgütlendi. Neoliberalizme giden yoldaki kilit dönemeç Şili’deki Allende hükümetinin ezilişi olmuştur. Neden? Çünkü sermayenin korktuğu her şeyi temsil ediyordu, çünkü artık söz konusu olan bürokratik, yukarıdan aşağıya örgütlenmiş ve hazin Stalinist modda işleyen o stereotipik Sovyetik yekpare yapı değildi. Şili’de ademi merkeziyetçi bir iktidarı amaçlayan, emekçilerin iktidarını ve iş yerlerinde demokrasiyi hedefleyen sosyalist internet ağı Cybersyn vücut bulmuştu.

Kapitalizm ve bilinçten bahsedeceğim. Aranızda Kapitalist Gerçekçilik[1] kitabımı okuyanlar vardır. Neydi burada sözü edilen? Kapitalizmin tek gerçekçi iktisadi sistem olduğuna dair bir kavrayış, daha doğrusu bir inanç. Aslında tam olarak bu da değil çünkü gündelik hayatta insanlar ne kapitalizmle ne de tek sürdürülebilir sistem olduğu fikriyle ilgileniyor. Esasında kapitalist gerçekçiliği düşünmenin tek yolu bilinç daralması çerçevesinde mümkün.

Biraz şematik ve kabataslak ifade etme pahasına kapitalist gerçekçiliğin yükselişini şöyle sunabilirim: kapitalist toplumsal ilişkilerin, kapitalist kavramların ve öznellik biçimlerinin kaçınılmaz olduğu, bunlardan kurtulmanın imkânsız olduğuna dair giderek artan bir kavrayış. Bunun yaygınlaşması ise doğrudan bilinç kavramının, bizzat kültürün bünyesinde yaşadığı gerilemeyle alakalı. Dolayısıyla neoliberalizmi, kendisini sunduğu gibi bireysel özgürlükler çerçevesinde değil, o belirleyici 68 döneminde yükselişe geçen bilinç biçimlerinin doğrudan yıkımını hedefleyen bir strateji olarak değerlendirmek gerekir.

O dönem üç bilinç biçimi hayranlık uyandırıcı, üretken ve sermaye açısından feci tehlikeli şekilde etkileşim içindeydi.

Sınıf Bilinci

İlki sınıf bilinci. Zamanda yolculuk ederseniz, yetmişli yıllardan bugüne sınıfların, birer temel kavram olarak siyaset sahnesinden kaybolduğunu görürsünüz. Oysa Avrupa’da ve ABD’de hâkim sosyopolitik modellerin içine kazınmıştı bu kavram. Britanya ve Avrupa sosyal-demokrasisi sermaye ile emek arasındaki bir çeşit anlaşmayı yansıtıyordu, ki bu da farklı sınıf çıkarlarının var olduğunu ima ediyordu: bunlar şu ya da bu biçimde uzlaştırılmalıydı. ABD’deki New Deal de bunu ifade ediyordu.

Fakat o zamandan bu yana sınıf kavramının, daha doğrusu sınıf bilincinin tasfiyesine tanık olduk. Ama elbette bunun sınıf ilişkilerinin tasfiyesiyle bir ilgisi yok. Bu yeni verili durumu Wendy Brown şu şekilde ifade ediyor: “sınıf bilinçsiz sınıf hıncı”. Meseleyi gayet iyi saptamış olan Owen Jones’ın Apaçiler. İşçi Sınıfının Şeytanlaştırılması (2012) kitabının yarattığı yankıda da bunu görebiliriz. Esasında sınıfsal nefret, aşağılama, tabi kılma biçimleriyle karşı karşıyayız ancak bunlarla mücadele etmek için önceleri var olan araçlardan ve bunlara set çekebilecek çaptaki sınıf bilinci biçimlerinden mahrumuz.

Bu tertibatlar yetmişli yıllara kadar son derece yaygındı. Hiç şüphesiz sendikaları kastediyorum ama bunların dışında da işçi sınıfı için başka sosyalleşme ve kendini eğitme mekanizmalarını da. Eğitimin metalaşması ve un ufak olması tam da yükselişe geçmiş olan bu mekanizmaları soğurmaya katkıda bulunmuştur. Neoliberalizm ise, ortaya çıktığı vakit, bireyciliği geliştirmek üzere sınıf bilincini ve sendikalar gibi onun taşıyıcısı olan temel araçları imha etmeyi hedefliyordu. Bunun sonucu olarak da bir çeşit sosyallik yitimi meydana geldi. Bunu halkın buluşma mekanları olan pub’larda da gözlemleyebiliriz. Her bireysel iç mekân yoğun biçimde dışarısıyla bağlantı içinde olduğu ölçüde (uydu kanalları, akıllı telefonlar vs.) dış kamusal alanlar patolojik olarak algılanmaya başladı.

Sınıf bilincinde, taşıyıcı kadrolarında ve altyapılarındaki bu gerileme kaza eseri meydana gelmiş bir olay değil, kararlı bir siyasetin sonucu. David Graeber[2], yeni mali ürünlerden de çok İngiltere’nin başlıca ihracat kalemlerinden birini oluşturan ve küresel liderlerin vurgu yaptığı sınıfsal baskı yöntemlerinin altını çizmekte haklıdır.

Asit Bilinç

68 döneminde, psikedelik bilinç, diğerleriyle etkileşim içinde en yoğun olarak gelişen bilinç biçimlerinden biridir. O yılların dünyasının özgül karakterini düşünmek lazım. Halüsinojen maddelerin, özellikle de LSD ve “asit”in kullanımıyla bağlantılı olan, ancak bunları kullananların bir hayli ötesine de yayılmış olan bir bilinç türüdür. Burada deneyim ve düşünce arasında bir ilişki söz konusuydu. İnsanları olabildiğince çok deneyimde bulunmaya teşvik eden Beatles’ın da bunun yaygınlaşmasında rolü olmuştur -ki hiçbir şey Beatles’tan daha popüler olmamıştır.

Psikedelik bilinç açısından anahtar kavram gerçekliğin plastikiyetidir (yoğrukluk), yani gerçekliğin sabitliğinin, sürekliliğinin ve değişmezliğinin tam tersi. Bu sabit gerçeklik karşısındaki tek seçenek, tam da kapitalist gerçekçiliğin istediği gibi ona uyum sağlamaktır: Sevseniz de sevmeseniz de yapacak bir şey yok, kabulleneceksiniz. Olası tek farklılaşma durumun daha da kötüleşmesidir. İşinizi korumak istiyorsunuz, o halde daha uzun mesai saatlerini ve daha fazla sorumluluk almayı kabul etmeniz lazım. Bu hoşunuza gitmiyor mu? Kimsenin gitmiyor ama bunu kabullenmek lazım. Bu türden çözüm biçimlerini düzenleyen patron, kapitalizmin güncel aşamasındaki manager’ın tam prototipidir.

Son derece yaygın olan ve sistemik düzeyde üretildiği için kimsenin tam olarak sorumlusu olmadığı bu kadercilik ve boyun eğme türü gerçekliğin plastikiyetine dair bilinci yok etmeyi hedefliyor. Oysa psikedelik uyuşturucuların yardımıyla yaşanan “trip”ler tam da şeylerin bu olağanüstü plastikiyetine kapı açıyordu. Kullanıcıları o günün hâkim gerçekliğinden çıkarıp onu geçici olarak gösteriyor, gerçekliğin mümkün olan örgütleniş biçimlerinden yalnızca biri olarak gösteriyordu. Elbette ki bu uyuşturucuların yaygın kullanımı devrime götürmüyor fakat bir çeşit sabırsızlığı kışkırtıyordu. Altmışlı yılların karşıt-kültürüyle birlikte hâkim gerçeklikten hızla kaçabiliyor, mevcut düzenin sürmeyeceğini ve yeni yolların açılacağını düşünebiliyordunuz.

Bugün ihtiyacımız olan devrimci sabırdır, halbuki o zaman hâkim olan sabırsızlıktı. O güne dek insan hayatına egemen olmuş tüm katmanlaşmış tarihsel yapıların bir kuşakta eriyip çözülebileceği düşünülüyordu. Ne var ki, olaylar böyle gerçekleşmedi çünkü bu yapılar çok daha dayanıklı çıktı. Sağ ise, bu yapıların en zararlı olanlarına oynadı ve bunların daha da kemikleşmesi sonucu sökülüp atılmaları için daha da uzun bir süreç gerekecektir.

Bilinç Kuvözü

68 döneminde gelişmeye başlayan ve neoliberalizmin kökünü kazımak durumunda kaldığı üçüncü bir bilinç biçimi ise sosyalist feminizm tarafından kuramsallaştırılıp pratiğe döküldü. Bunu aynı zamanda kolektif bilinçlenme teorileri ve pratikleri başlığının altına koyabiliriz. İnsanlar hınçlarından söz etmeye teşvik edildi ama bu hıncı yapılarla ilişkisi içerisinde ortaya koydu. Böylece bir araya gelerek ortak sorunları olduğunu ve bunların sorumluluğu kendilerine atfediliyorsa ve kendilerini çözüm bulmaktan aciz hissediyorlarsa, bu aslında söz konusu problemlerin ataerkiyle, kapitalizmle bağlantılı yapılardan kaynaklandığını hızla anladılar. Üstelik bu yapıların iç içe geçişi hayatın birçok yönünü ilgilendiriyordu.

Bunun üzerinden, önemi azalmaya başlayan fakat radikal solun siyasal çalışmalarında hala melankolik bir yer işgal eden madun emeğe, fabrikada çalışan ücretliler vs.’ye odaklanmaya yönelen standart Leninist modelin ötesinde bir devrimci faaliyeti tasarlamak mümkün hale geliyordu. Bu yeni bilinçlenme perspektifinde emek meselesi çok daha kapsayıcı bir anlam kazanıyor ve meta üretiminin ötesinde ev içi emeği, toplumsal yeniden üretimi ve kolektif varlığın devamı için gerekli olan her şeyi kapsıyordu. Bilinç kuvözlerinin sahip olduğu güçlerin bir kısmı moleküler salgınlarında yatıyordu: Herhangi bir insan topluluğu böylesi süreçlere angaje olabilirdi.

Yetmişli yılların ABD’deki en ilginç hareketlerinin bünyesinde –Black Power, karşı-kültür, sendikalar vs.- yeni demokratik sosyalizm biçimleri ortaya çıkıyordu. Bu nedenle neoliberalizm demokratik sosyalizm veya liberter komünizm hayaletinin önünü kesmek için örgütlendi. Neoliberalizme giden yoldaki kilit dönemeç Şili’deki Allende hükümetinin ezilişi olmuştur. Neden? Çünkü sermayenin korktuğu her şeyi temsil ediyordu, çünkü artık söz konusu olan bürokratik, yukarıdan aşağıya örgütlenmiş ve hazin Stalinist modda işleyen o stereotipik Sovyetik yekpare yapı değildi. Şili’de ademi merkeziyetçi bir iktidarı amaçlayan, emekçilerin iktidarını ve iş yerlerinde demokrasiyi hedefleyen sosyalist internet ağı Cybersyn vücut bulmuştu[3]. Aynı zamanda ABD’de, Avrupa’da ve başka yerlerde demokratik sosyalizm yönünde atılımlar vardı. Basit birer proje olsalar da bunlar kesinlikle durdurulmalı, ortadan kaldırılmalıydılar.

Şimdiye kadar bilinçle ilgili sözünü ettiğim her şey onun dönüştürücü gücüyle ilgiliydi. Bilincin artması yalnızca mevcut olguların kavranmasına yol açmaz. İnsanlar bir topluluk bilinci, bir sınıf bilinci geliştirdiğinde var olan bir şeyi pasif olarak algılamakla kalmıyor, kendilerini bir topluluk olarak inşa ediyor ve böylece “dünyayı” değiştirmeye başlıyorlar bile. Bilinçleri anında dönüştürücü bir nitelik kazanıyor ve hareket eden bir bilinç başka değişimlerin de motoru haline geliyor.

Karşı-kültür, söyleminin merkezine çalışma nefretini yerleştirmişti: Hiç kimse için artık o sefil pazartesiler olmamalıydı. “Çalışmaya niyetim yok ve bunun için endişelenmeyi bırakmalıyım” fikri karşı-kültürün anahtar unsuruydu. Kapitalistlerin çekindiği işçi sınıfının geniş kesimlerinin hippie’leşmesiydi, ve bu ciddi bir tehlikeydi.

Gerçeklik mühendisliği

Böylesi bilinçlenme mekanizmaları yalnızca belirli toplulukların pratikleriyle ilişkili değil. Halkçı kültürler, özellikle de 68’lerin karşı-kültürü de bilinçlenme araçları oluşturdu. Sermayenin, benim “insan mühendisliği” veya “gerçeklik mühendisliği” olarak adlandırdığım stratejiyi geliştirmesi de kısmen bu nedenledir. Bu, sermayenin yetmişli ve seksenli yıllarda yayılmakta olan bilinç alanlarını kapatmak için yoğun biçimde geliştirdiği halkla ilişkiler, reklam, marka stratejisi gibi mekanizmaları içerir. Hiç kimse, gerçekten hiç kimse halkla ilişkilerin işlevine ikna olmamışken ne işe yarayabilirdi ki bunlar? Hakikaten buna inanmak için ahmak olmak gerekirdi. Fakat yine de bu mekanizmalar kendi rollerini oynadı.

Bize diyorlar ki “Upper Crust sandviçlere tutkuyla bağlı”[4]. Elbette ki kimse sandviçlere tutkuyla bağlı değildir ve kimse buna kanmaz ancak slogan, işlevi her ne olursa olsun, iş yapıyor. Upper Crust sandviçlerinden beteri var. Bir gara gittiğinizde bir sandviç için sizden 6 pound istiyorlar. Daha önceki deneyimlerinizden yola çıkarak bu sandviçin kuru ve rezil olduğunu düşünüyorsunuz ve her seferinde de öyle çıkıyor, ama yine de alıyorsunuz çünkü güzelmiş gibi görünüyor. İyi olduğuna inanmıyoruz ama bildiğimizden de şüphe ediyoruz. Oysa bilinç hissettiğimize güvenmediğimizde gelişemez. Duygularımızda takılıp kalmadan ama onları somut nedenlerine bağlayarak bildiğimizi hissedebilir ve hissettiğimizi bilebiliriz.

Bilinç yitimini tanımlamanın en iyi yollarından biri kaygıdır, kaygının üretimidir. Kaygılıysanız, bu sizi denetlemek için yeterlidir. Sermayenin, bilhassa karşı-kültür tarafından açığa çıkarılmış olan kilit meselesi insanları nasıl işe göndereceğidir. Karşı-kültür, söyleminin merkezine çalışma nefretini yerleştirmişti: Hiç kimse için artık o sefil pazartesiler olmamalıydı. “Çalışmaya niyetim yok ve bunun için endişelenmeyi bırakmalıyım” fikri karşı-kültürün anahtar unsuruydu. Kapitalistlerin çekindiği işçi sınıfının geniş kesimlerinin hippie’leşmesiydi, ve bu ciddi bir tehlikeydi.

Neoliberalizmle birlikte zorlayıcı bir bireycilik ufku demokratik sosyalizmin yerini aldı. Ancak bu bireycilik yeni bir bilinç yükselişini engellemek için daimî bir denetim gerektiriyor. Gerçekten de insanlar yan yana geldiğinde kendilerini çevreleyen bu azap verici sefil bireyciliği aşarak kolektif bir bilinç geliştirme imkânı ortaya çıkıyor. Şu anda bulunduğumuz tam da böylesi bir yol ayrımıdır.

Sömürü ve Benliğin Pazarlanışı

Esasen artık yalnızca metaya dayalı olmayan bir kapitalist sömürü biçimi yaşadığımızı düşünüyorum. Dolayısıyla salt meta sömürüsünün olduğu dönemi belirli bir nostaljiyle anabiliriz. Çünkü kapitalizmin meta sömürüsüne bağlı olduğu vakitlerde, metanın mecburi olarak emekçileri de işin içine soktuğu diyalektik bir sömürü biçimi söz konusuydu. Emekçiler üretmeliydi ve üretmek için onlar sömürülmeliydi. Meta emekçilerden ayrılıyor, onların emeklerinden elde edilip çıkarılıyordu. Bugün ise daha doğrudan bir sömürü biçimine tanık oluyoruz, meta değil pazarlama biçimini alan bir sömürü bu.

Neden herhangi bir karşılık almadan çalışılır, özellikle de kültür sektöründeysen? Çünkü kendini pazarlayabilirsin: ücret olarak pazarlama. Ve kendimizi her an pazarlamaya dönük bu buyruk, yarı özümsenmiş ikinci bir doğa halini alıyor, bilhassa da sosyal ağlar aracılığıyla. Bu üzerine düşündüğümüz bir şey değil. Bu mekanizma bizi sermayenin fantezisine götürür: Kendisi insanlara iş sunup yardımcı olduğundan emekçilerden tümüyle kurtulma fantezisi. Çalışmanın kendisi “ün sermayesi”ni büyütmeyi sağladığından, kapitalistler bizlere iş vererek hizmet ediyor. Bir de üstüne para kazanmayı beklememek lazım.

Açıkçası günümüzde hâkim olan mantık bu, uzun süre ayakta kalabileceğini düşünmesem de. Belirli bir zirveye ulaştı çünkü, bir çeşit distopik düzeye varıldı ve birkaç yıl içinde bugün içinden geçmekte olduğumuz dönemin ne kadar ürkütücü olduğunun farkına varacağız. Yeni teknik gelişmelerin mümkün kılmasıyla birlikte sermayenin zamanımızın ve bilincimizin üzerine kurduğu tahakküm seviyesine bakmak yeter. Akıllı telefonlar yokken sermaye bizleri 7/24 yönetemez ve denetleyemezdi. Bunu mümkün hale getiren bu platformlardır.

Elbette ki akıllı telefonun tek işlevi bu değildir fakat sermaye bize bunu neredeyse karşılıksız veriyor çünkü insanların hiçbir zaman çalışmadan, çalışmanın hayaletinden veya kaygının hayaletinden kurtulamadığı bu aşırı-sömürü biçimine olanak sağlıyor. Elbette, bu herkesin bir işe sahip olduğu anlamına gelmiyor; bu mekanizmanın anahtarı çalışmanın kendisinden ziyade çalışmanın hayatiyetinde yatıyor. Böylece işi olmayan ile çalışan arasındaki fark azalmaya yöneliyor.

Neden herhangi bir karşılık almadan çalışılır, özellikle de kültür sektöründeysen? Çünkü kendini pazarlayabilirsin: ücret olarak pazarlama. Ve kendimizi her an pazarlamaya dönük bu buyruk, yarı özümsenmiş ikinci bir doğa halini alıyor, bilhassa da sosyal ağlar aracılığıyla. Bu üzerine düşündüğümüz bir şey değil. Bu mekanizma bizi sermayenin fantezisine götürür: Kendisi insanlara iş sunup yardımcı olduğundan emekçilerden tümüyle kurtulma fantezisi. Çalışmanın kendisi “ün sermayesi”ni büyütmeyi sağladığından, kapitalistler bizlere iş vererek hizmet ediyor. Bir de üstüne para kazanmayı beklememek lazım.

Bir Şeyi Kaçırma Korkusu

Bilinç meselesi zaman meselesine bağlıdır. Oysa son dönemde -özellikle de bu konunun ustası olan İngiltere’de- sermaye tarafından zamana dayalı bir kaygı paniği biçimi oluşturuldu. Bir çoğumuz giderek artan biçimde hiçbir şey yapacak zamanı bulamadığımızı hissediyoruz. Sürekli acelemiz var, sürekli hareket halindeyiz. Başka bir şey yapmamız gerektiği konusunda kaygılı olmadığımız tek an, başka bir şey yapmamız gerektiğini bildiğimiz an oluyor. Akıllı telefonların dijital “spazm”ları ve “bir şeyi kaçırma korkusu” (FOMO- fear of missing out) bunun post-hedonik karşılıklarıdır[5].

Diğer karşılığı ise kimi zorunlulukları unutmuş olma korkusu. Psikedelik karşı-kültürün stereotipleştirilmiş zaman imgesini düşünün: zaman genleşiyor, aciliyetler söndükçe yavaşlıyor ve bir uzgörü zamanına, çeşitli “seyahat” biçimlerine açılıyor. Peki bugün 2016’nın Britanya’sında yaşadığımız bu kâbusun ideolojik doğası nedir? Aciliyetlerin tahakkümü altında daimî bir kaygı kâbusu. Kaygı kâbusları neye benzer peki? Yapmanız gereken şeyler vardır ve bunları yapmadıkça başka herhangi bir şey düşünemez olursunuz. Ve elbette, bu işleri yerine getirdiğinizde yenileri tepenize yığılır ve bir öncekilerin ne olduğunu unutursunuz bile. Ve tüm hayatınız birbiri içine geçmiş bir aciliyetler dizisi halini alır.

Bu zaman biçiminin dayattığı stratejik hedef de budur zaten: işlevden yoksun aralıksız bir faaliyet. Kimi insanların göreviyse bize bunu sevdirmek: onlara “kalite” yöneticisi deniyor. Esasında bu sürmenaj herhangi bir ekonomik amaç gütmüyor. Neoliberalizmin ekonomik bir strateji değil, her şeyden önce siyasal bir strateji olduğunu söylerken David Graeber yine haklı. Çünkü bugüne musallat olan hayalet, emekçileri kendisine tabi kılmayı ve zamanın her türden -cömert ve baskısız- alternatif kullanımını yok etmeyi hedefliyor. Bunun karşılığında da emekçiler işlerine karşı o denli nefretle doluyorlar ki işsizliği tercih eder hale geliyorlar.

Buna karşılık sermaye de insanların sosyal yardımlara karşı öfkesini örgütlüyor ki bu kaygı dolu katlanılamaz kâbusun ötesinde bir yaşam imkânı hiçbir yerde gün yüzü bulamasın. İçinde bulunduğumuz 21. yüzyılın başında İngiltere bu yönde öylesine ilerleme kaydetti ki, tarihteki herhangi bir toplumdan da fazla bu imkânı söküp atmayı başardı. Sağın ilerlemesinin motoru budur işte, insanları kendi çıkarlarına karşı örgütleyebilmek. Bu, elbette ki, kötü haber.

Yeni bir dalganın şafağı

Sermaye, neoliberalizm bize şöyle diyor: “Bunlar sizin hatanız”. Medyanın taşıdığı mesaj da bu: Ne istiyorsanız onu olabilirsiniz ve eğer işsiz veya yoksul iseniz bu yeterince çalışmadığınızdandır, dolayısıyla sizin hatanızdır. Kapitalizmin dayatmaya çalıştığı egemen zihinsel terapi biçimlerinin mesajı da budur: Eğer kendinizi depresif hissediyorsanız, bu yeterince çalışmadığınızdandır.

İyi haber ise tüm bunların çökmekte olduğu ve bu çöküşün semptomlarını etrafımızda görüyor oluşumuz. Kesinlikler, iyisiyle kötüsüyle siliniyor. Siyasal merkez buharlaşıyor ve kapitalistlerin derin bir paniğe kapılmasının sebebi de bu. Bir yerlerde, daimî bir dayanak noktası olarak tasarladıkları merkezin yıkıldığını ve bir daha geri gelmeyeceğini biliyorlar. En kötüsü ise bu zelzelenin aşırı sağın ortaya çıkışına yol açmış olması. Bilhassa da “göçmen krizi” Avrupa tarihinde yaşanmış en kötü dönemin o dehşet verici hayaletini geri getirdi.

Bununla birlikte Yunanistan’da, İspanya’da, İskoçya’da ve hatta Jeremy Corbyn’le Britanya’da meydana gelen, toplumsal bağların radikal biçimde dağıtılmış olduğu koşullardan bir kopuş teşkil ediyor. Corbyn fenomeninin açığa çıkardığı, kendi evlerinin dışında toplanmayı seven insanlardı. Böylesi gelişmelerle bilincimiz tekrar toparlanıp üste çıkıyor. Eğer boktan hayatlarımız olduysa bunun bizim hatamız olmadığını söylemeye başlıyoruz. Bu noktadan itibaren insanlar kendi stratejilerini ve yeni yapıları geliştiriyorlar.

Yepyeni bir şey meydana geliyor: 2008’den beri sol bir şeyler öğrendi, halbuki sağ herhangi bir şey öğrenmiş görünmüyor. Tüm hayatım boyunca sağ hep birkaç adım önde olmuştu. Oysa yedi veya sekiz yıldan beri hiçbir şey öğrenmedi. Solda yeni siyasal güçler, fikirler, örgütler doğuyor. Syriza beceremedi ve yenildi. Corbyn de yenilebilir. Fakat bu olguların birbiriyle bağlantılı olduğundan emin olabiliriz. Syriza olmasaydı Corbyn olmazdı ve eğer Corbyn mağlup olursa başka bir şey zuhur edecektir. Yeni bir dalganın eşiğindeyiz ve kapitalizm sonrasına yönelmek için bu dalganın üzerinde sörf yapabiliriz.

Çeviri: Uraz Aydın

23 Şubat 2016’da Londra’da yapılan konferanstan Fransızcaya tercüme ve metne aktarım Jean Batou ve Stéfanie Prezioso tarafından gerçekleştirildi. Kaynak: http://revueperiode.net/acid-communism-drogues-et-conscience-de-classe/

Video: https://www.youtube.com/watch?v=deZgzw0YHQI


[1] Mark Fisher, Kapitalist Gerçekçilik. Başka Alternatif Yok Mu?, çeviri: Gül Çağalı Güven, Habitus, 2011.

[2] David Graeber, Occupy Wall Street hareketinde aktif olmuş bir antropolog ve Londralı bir anarşist militandır. Türkçede Kuralların Ütopyası (çeviri: Muammer Pehlivan, Everest, 2016) ve Değer Teorisi -Antropolojik Bir Giriş (çeviri: Başak Kıcır, Sel Yayıncılık, 2017) gibi kitapları yayımlanmıştır.

[3] Cybersyn projesi bir bilgisayar kullanımı aracılığıyla yeni millileştirilmiş şirketlerin yönetim koşullarını yaratmayı hedefliyordu: Eden Medina: “The Cybersyn Revolution”, Jacobin, Nisan 2015.

[4] Bir sandviççi zinciri

[5] FOMO sosyal medya kullanıcılarında görülen ve önemli bir olayı kaçırma korkunu içeren bir toplumsal kaygı sendromuna gönderme yapar.

Bensaïd’in Marksizmi – Enzo Traverso

Bensaïd 1990’larda birçok yönden sınır aşan bir figüre dönüştü. İlk olarak, farklı siyasi gelenekler arasındaki sınırları aşıp Troçkizmi halihazırda skolastizme kodlanmış devrimci mirasın muhafazasından kurtarmayı başardı. Her şeyi sorgular ve yeniden değerlendirirken, o vakte dek itibar edilmeyen felsefi ve siyasi geleneklerin Alain Badiou, Jacques Derrida ve Toni Negri gibi temsilcileriyle verimli bir diyaloğa girdi. Bu klasik Marksizmin bu şekilde “lağvedilmesi” (Aufhebung) aslında onu yeni bir gerçekliğe kaydedip (önceleri düşmanlıkla ve küçümsemeyle bakılan) diğer siyasi kültürlerle birleştirerek kurtarma girişimiydi.

Bensaïd ekseriyetle ekonomi ve siyasete odaklanan Troçkizm ile felsefenin ve estetiğin alanına çekilen Batı Marksizmi arasındaki –Perry Anderson’ın on yıl önce parmak bastığı- boşluğu kapatmaya çalışıyordu. Troçkizm onun sayesinde Bourdieu’nün sosyolojisinden Frankfurt Okulu’na kadar eleştirel düşüncenin farklı akımlarıyla kaynaşmaya başladı. İkinci olarak, farklı aktivist kuşakları arasındaki sınırları aşıp, Mayıs 68’den geriye kalan insanların, siyaseti ve radikal angajmanı 1990’ların “küreselleşme karşıtı” hareketinde bulan yeni bir kuşakla buluşmasını sağladı. Partizan bağlantılar kurmayan, (Marksist olmayanlar da dahil olmak üzere) farklı gelenekler ve ve siyasi deneyimlerden pek çok genci ağırlayan dayanışmacı bir sol forum niteliğindeki Contretemps dergisini çıkardı. Dönemlerle fikirler arasındaki bu mübadelede Bensaïd’in rolü büyüktü.

Son olarak, farklı ülkelerin ve kıtaların sol hareketleri arasındaki sınırları aştı Bensaïd. Dördüncü Enternasyonal’in –sevecen ve kendini de tiye alan tabiriyle bu “bonsai cinsi Komintern’in”- önde gelen üyelerinden biriydi ve hem Avrupa’da hem de Latin Amerika’da çok sayıda arkadaşı vardı. […] Pek çok komünist yoldaşının saptığı şaibeli yollara rağmen, Gramsci’nin “organik aydın” mefhumu onu korkutmuyor, hatta Fransız LCR’sinin (Devrimci Komünist Birlik) organik aydını olmakla itham edilmekten adeta gurur duyuyordu. Diğer bir deyişle, siyasi duruşu kültür endüstrisinin imal ettiği medya entelektüelleriyle taban tabana zıttı.

[…] Bensaïd, Sartrecı manada aydın, yani adaletsizliği kınayan ve hatta bir tür “yasa koyuculuk” görevi üstlenip birtakım etik ve siyasi normlar dayatan bir yazar yahut araştırmacı da değildi. Elitizmin ayartısından uzak, “sağlıklı bir hakikat ilkesinden kopmamış, hem mütevazı (“eşitler toplumu içinde konuşup düşünüyoruz”), hem sorumluluk sahibi (“medya kahininden farklı olarak, bir militan, sözlerinin olası sonuçlarını hesap eder”) bir aktivist konumunu yeğliyordu. Son olarak, Bensaïd, Foucaultcu anlamda “spesifik” bir entelektüel de değildi: Ne “uzman” olma ne de bilimsel gerçekleri dile getirme iddiasında bulunmuştu hayatı boyunca.

Bu alıntılar Enzo Traverso’nun Solun Melankolisi (çev. Elif Ersavcı, İletişim Yayınları, 2018) kitabından aktarılmıştır.