İmdat Freni

daniel bensaid

Foucault’nun Siyaset(sizlik)leri – Daniel Bensaïd

Deleuze ve Foucault, her biri kendi tarzında, daha 1970’lerden itibaren modernitenin siyasal paradigmasının çöküşünü fark etmişti. Doğmakta olan bir stratejik krizi öngörerek, aslında onu büyütmeye de katkıda bulundular. Belki de bu gerekli bir olumsuzlama momentiydi. Machiavelli, Hobbes, Grotius, Rousseau’dan beri var olan kurucu kategoriler (halk, toprak, sınır, yurttaşlık, millet, egemenlik, savaş, kent, uluslararası hukuk) siyasal harekatların sahnesi iken artık problematik hale geliyordu ve üstelik yeni bir paradigmanın da çerçevesi henüz ortaya çıkmamışken. Bunun gerçekleşmesi için yeni deneyimlerin ağır ağır olgunlaşması ve kurucu hadiselerin şoku gerekiyordu. Fakat dönem henüz çözülmelerin ardından bir yeniden oluşum sürecinin yaşanmadığı ve alacakaranlıkta patlayan hadiselerin peşinden güneşin doğmadığı bir dönemdi.

Böylece Deleuze ve Foucault ilan edilmiş üçlü bir krizin habercileri olarak çıkıyor karşımıza: Modern tarihselliğin krizi, özgürleşim stratejilerinin krizi, eleştirel teorilerin krizi; yani eleştirinin silahlarıyla silahların eleştirisinin bir çeşit bileşik krizi diyebiliriz.

Deleuze’ün 1970’lerin sonunda “yeni filozoflar”ın medya tarafından pompalanması karşısındaki acımasız yargısını hatırlıyoruz: “martiroloji yapıyorlar”[1] ve “cesetlerden besleniyorlar”. Bu henüz doğum halinde olmakla birlikte her türden siyasetin olumsuzlanışıydı.[2] Bu keskin hüküm o zamandan bugüne acımasızca doğrulandı. Bununla birlikte, yeni filozofların karşıt kutbunda yer almakla birlikte Deleuze’ün söylemi bir dereceye kadar onlara simetrikti. Krizin gizli kökeni, onun gözünde, bir tarihsellik krizinde yatıyordu. Çözümü (ilerlemeci bir teleolojiye indirgenmiş olan) tarih ile oluş arasındaki bir radikal karşıtlıkta arıyordu: “Oluş demek bir diziyi takip ederek ilerlemek veya gerilemek anlamına gelmez […] Oluş bir köksaptır, tasnife veya soykütüğe dayalı bir ağaç değildir.” [3] Belirlenmiş bir (mutlu) sona ulaşacak vaat edilmiş bir tarihe karşı bu oluş yeni ve henüz görülmemiş olanı üretme, bir mümkünat çoğulluğuna açık olma avantajına sahipti. Öte yandan bu yaklaşım stratejik ufuktan yoksun bir mikro siyaseti, hedeften yoksun hareketin ve “kervan yolda düzülür” mantığına dayanan bir gidişatın övgüsünü meşrulaştırma eğilimini de taşıyordu.

Dolayısıyla Deleuze için “hadise yapmak” “tarih yapmanın zıddıydı”. Bu radikal karşıtlık, yapıların ve “tarihin yönünün” tiranlığına karşı özgürleştirici bir başkaldırı hamlesini teşkil ediyordu. Foucault’da da bir çeşit geçit açacak hadiseye yönelik benzer bir ilgi mevcuttu: “Hareket etmeyenle değil, hadiseyle ilgileniyorum”, ki bu hadise de o zamana dek “bir felsefi kategori” olarak düşünülmemişti. [4] Düzen içinde ilerlemenin masallarının ve destanlarının oluşturduğu tarihsel kaderciliğin altında nefessiz kalanlar için (Mayıs 68 patlamasının dayattığı) bu “hadisenin tarihin alanına geri dönüşü” tartışılmaz bir rahatlama sağlıyordu. Fakat mümkünat koşullarından koparılmış tarihsiz bir hadise hızla basit bir öznel arzuya veya soyut bir saf olumsallığa dönüşür, ki mucize de bunun teolojik biçiminden başka bir şey değildir. Bu durumda onu tam da nevi şahsına münhasır hale getiren özgünlüğu içinde düşünmek zorlaşır.

Foucault’nun “bugün sorun teşkil edenin” “devrimin arzu edilebilirliği” olduğuna dair formülü de böylece yüzyılın trajedilerini ve gizemlerini tüm toplumsal ve tarihsel boyutlarıyla kavramadaki bir yetersizlik olarak çıkıyor karşımıza. Devrim, böylece, bir arzu eden öznellik meselesine indirgeniyor. Esasında Foucault’nun gayet açık bir biçimde ifade ettiği şey, derin bir siyasal bozgundu: “Son 120 yıldan beri ilk defa yeryüzünde umut ışığının fışkıracağı tek bir nokta bile bulunmuyor. Artık bir yönelim[de bulunmak] söz konusu değil.”

Umut? Sıfır derecede!

Yönelim? Kerteriz noktaları karışmış halde!

Böylesi bir hayal kırıklığı, devrim beklentisinin devletçi görünümlerine yanılsamalı bir yatırımın mantıksal sonucuydu. Rusya’daki bürokratik karşı-devrimden sonra ne Çin ne de parçalanmış Hindiçini’nin bir özgürleşim siyasetini cisme kavuşturması mümkündü. “İşte bunu yapmak gerekir diye sahip çıkabileceğimiz tek bir ülke kalmadı” diyordu Foucault, acı acı. Böylece Avrupa devrimci düşüncesi tüm dayanak noktalarını kaybetmişti. Gerçekte var olmayan sosyalizmin yitik “vatanlarının” bir nostaljisi miydi bu? Ne var ki gelecekte zarların tekrar atılması tam da bu gerekli hayal kırıklığına ve ardından gözlerin açılması bağlıydı. 

Süreklilik halinde devrimin[5] kapsamının zamansal ve mekânsal bağlamda genişletilerek krizin üstesinden gelmeye çalışmak yerine bu anlayış seksenli yılların eşiğinde büzülmeye ve gündelik hayatın ve tekniklerin moleküler devrimlerine indirgenmeye yöneldi. Böylece Foucault bu yitik hayallerin ardından devrimi “sadece bir siyasal proje olarak değil, bir stil olarak, estetiğiyle, asetizmiyle, kendiyle ve başkalarıyla kurulacak özgül ilişki biçimleriyle bir var oluş tarzı” olarak düşünerek teselli buluyordu. Yani siyasal emelden yoksun bir stile ve estetiğe indirgenmiş bir minimalist devrim. Bu şekilde, minyatür isyanlara ve mütevazı postmodern hazlara da kapı aralanmış oluyordu.

Stratejik ufku karartmakla birlikte büyük harfli Devrim fetişine karşı bu meydan okuma bir kötü büyüyü bozma meziyetine de sahipti: “Ve Devrim çağı geldi. İki yüzyıldan beri tarihe hâkim oldu, zaman kavrayışımızı düzenledi, umutları kendinde topladı; isyanı akılcı ve yönetilebilir bir tarihin kalıbına sokmak için devasa bir çaba teşkil etti”. [6] Dolayısıyla mesele buydu: devrimin “o kadar da arzu edilebilir” olup olmadığı, gerçekten yapılacaklara “değip değmeyeceği”. Foucault “evrensel devrimin boş biçiminden” kopma çağrısında bulunuyordu; böylece kutsiyet atfedilmeyen devrimlerin çoğulluğunu daha iyi tasavvur etmek mümkün olacaktı çünkü “isyana yüklenen hayali muhtevalar devrim çıkıp geldiğinde buharlaşıp yok olmuyordu”. Böylece siyasi devrimin yerine plebçi ve teolojik büyük ayrışma hareketlerine, yeraltı heretik akımlara, inatçı direnişlere, Soljenitsin tarafından kutsanan mujiklerin otantikliğine bir geri dönüş söz konusu oluyor. Bu bağlamda İran devrimi Foucault için bir perspektif değişiminin tetikleyicisi ve tarihsel zamanların yeni bir semantiğini açığa vuran bir hadise halini alır.

“11 Şubat 1979’da devrim İran’da gerçekleşti” diye yazdı Foucault. [7] Ancak bu uzun şenlik ve yas dizisine “devrim demenin bizler için zor olduğunu” vurguladı. Yetmişli ve seksenli yılların kesişiminde kelimeler gerçekten de kesinliklerini yitirmişti. Ona göre İran devrimi yeni bir türdeki devrimlerin gelişini ilan ediyordu. Kendi klişelerine hapsolmuş bir Marksizm çeşidi, en azından ilk başlarda, yaşananları sınıf mücadelesinin “esas sahnesi” başlamadan önce dinin yalnızca “perde açılışında” oynadığı eski bir tarihin tekrarı olarak görmek istiyorken, Foucault tartışılmaz bir berraklıkla bakmasını bildi İran devrimine. Yeni olanı geçmişin eski püskü giysileri içinde düşünmekte direnen bu donuklaşmış tasavvur sahibi anlayış İmam Hümeyni’yi Papaz Gapon rolünde görüyor ve mistik devrimi geleceğine kesin gözle bakılan toplumsal devrimin prelüdü olarak düşünüyordu…. “Bu o kadar kesin mi?” diye soruyordu Foucault. Modern devrimlere dair normatif bir değerlendirme yapmaktan imtina ederek İslam’ın yalnızca bir din değil, “bir yaşam biçimi, bir tarihsel aidiyet ve devasa bir barut fıçısı oluşturabilecek bir medeniyet” olduğunun altını çiziyordu. [8]  

Bununla birlikte bu göreli basiretli bakışın başka bir boyutu da vardı. Foucault’nun İran devrimine olan ilgisi kendi fikri güzergahında bir parantez oluşturmaktan fersah fersah uzaktı. İlk olarak Şah rejimi tarafından gerçekleştirilen 8 Eylül 1978 katliamının ardından on günlüğüne gider İran’a. 5 Kasım’da Corriere della Sera gazetesinde “Çıplak elle yapılmış devrim” başlıklı yazısı yayımlanır. Ardından İtalya’da basılan bir dizi makalede Hümeyni’nin dönüşünü ve Mollaların iktidarının inşasını inceler; bilhassa da şubatta yayımlanan şu yazılarda: “İslam adı verilen barut fıçısı” ve “Başkaldırmak gereksiz mi?”.[9]

• Foucault İran devrimini “mükemmelen birleşmiş kolektif bir irade”nin ifadesi olarak algıladı. En gelişkin teknolojiyle “bin yıldır değişmemiş” yaşam biçimleri arasındaki nikahtan büyülenmiş biçimde okuyucularına endişelenmeye gerek olmadığına dair güvence veriyordu çünkü “bir Hümeyni Partisi” ve “Hümeynici bir hükümet” olmayacaktı. Aslında bugün kimilerinin karşıt-iktidar dediği şeyin bir ilk biçimi gibi görüyordu meydana gelenleri. Dolayısıyla bu “aşağıdan gelen muazzam çaptaki hareket”in, modernitenin ikili mantığından kopması ve Batı rasyonalitesinin sınırlarını ihlal etmesi bekleniyordu. Böylece “göğün ve yeryüzünün kesişiminde” meydana gelen bu devrim 1789’dan beri egemen olan devrimci paradigmalar karşısında bir dönüm noktası oluşturuyordu. İslam’ın müthiş bir “barut fıçısı” haline gelebilecek olması toplumsal, iktisadi veya jeostratejik nedenlerden değil, tam da bu özelliğinden kaynaklanıyordu: O sadece halkın afyonu değildi, aynı zamanda “ruhsuz bir dünyanın ruhu”ydu, radikal bir değişim arzusu ile kolektif irade arasındaki bağlantı noktasıydı.[10]

• Giderek yavanlaşan bir dünyada yeni bir maneviyat biçimi olduğu varsayılan bu olgunun ortaya çıkışı, diyalektik aklın başına gelen tersliklere ve özgürlükleri keşfederken bir yandan da disiplinleri icat eden Aydınlanma’nın pörsümesine bir yanıt oluşturma ihtimalini taşıması itibariyle Foucault’yu cezbediyor ve ilgilendiriyordu. Böylece modernleşme fikrinin bizzat kendisi (yani sadece ilerlemeye dair yanılsamalar değil) Foucault’nun gözünde arkaik hale geliyordu. Yetmişli yılların sonunda Şii tinselliğine ve İran devrimindeki şehitlik mitolojisine olan ilgisi benliğe dair kaygılar ve teknikler konusundaki araştırmaların da bir çeşit yankısı gibiydi. Aynı zamanda, II. Jean Paul’ün papalığı döneminde Hıristiyan aktivizminin yeniden canlanmasının, Polonya halk hareketinde Kilisenin rolünün veya Latin Amerika’daki kurtuluş teolojisinin etkisinin de yankısıydı. Öte yandan İran meselesinde Foucault meslektaşları arasında yalnız kaldı. Geleceğin tarihçilerinin bu devrimi sıradan bir toplumsal harekete indirgemesinden kaygılanıyordu halbuki mollaların sesi onun kulaklarında rahip Savonarola’nın (1452-1498) veya Münster isyanındaki Anabaptistlerin hitaplarının o sert vurgularıyla gürlüyordu. Böylece Şiiliği halk isyanının dili olarak algıladı, “binlerce memnuniyetsizliği, nefreti, sefaleti ve umutsuzluğu güce dönüştüren” bir dil. “Birbirinden ayrılmazcasına toplumsal ve dini nitelikteki yapıların siyasallaştırılması” için gösterilen çabayı hayranlıkla izlediğini söylüyordu. Bu (dinsel) maneviyat ile siyaset arasındaki kaynaşmayı amaçlayan ittifakın tetikleyebileceği muhtemel zararlar hakkındaki görüşlerini soran Claude Mauriac’a şöyle yanıt veriyordu: “Peki ya maneviyatsız siyaset hakkında ne diyeceğiz, sevgili Claude?”

• Sorunun kendisi meşruydu, ima edilen cevap ise endişe verici. Dinî bir hukukun hegemonyası altında toplumsal ve dinî yapıların birleşik siyasallaşması gerçekte siyasal ile toplumsalın, kamusal ile özelin birbiriyle kaynaşması anlamına geliyordu; bu da sınıfların ve devletin sönümlenmesi ile değil toplumsal ile siyasal olanın bir teokratik devlet, başka bir ifadeyle yeni bir totaliter biçimin bünyesinde massedilmesiyle meydana geliyordu. Öncü partiden azade bir devrimin büyüsü altında, Foucault Şii ruhban sınıfında plebin veya kaynaşma halindeki bir çokluğun genel iradesinin dolaysız cismanileşmesinden başka bir şey görmek istemiyordu. 

• Bu tek gözlü hatta belki de tamamen kör hayranlık, iki söylem ve iki toplum tipi arasında, Doğu ile Batı arasında indirgenemez bir fark olduğu fikrine dayanıyordu. Foucault’nun evrensellik-karşıtlığı burada kendi pratik testini buluyordu. Yetmişli yıllarının sonunun antitotaliter retoriği ise Nazi totalitarizmiyle “komünist” totalitarizm arasında bir “üçüncü yol” buluyordu kendine. O halde İran devrimi özgürleşimin nihayet keşfedilmiş (manevi) biçimi miydi? Bu yanıt hiç şüphesiz umutsuzluk barındırıyordu, ki bu da aslında insanlığın 1978’de “sıfır noktasına” geri döndüğüne dair hazin düşünceyle bir hayli uyumluydu. Tersine çevrilmiş bir tür şarkiyatçılıkla, selamet bundan böyle alt edilemez bir İran ötekiliğinde yatmaktaydı: İranlılar “bizimle aynı hakikat rejimine sahip değiller”. Olabilir. Fakat kültürel görelilik illaki değerler konusundaki bir göreliliğe düşmemize de izin vermez. Foucault Sartre’ın kendini evrenselin sözcülüğüne taşıma iddiasını şiddetle eleştirmişti. Ancak evrensellik ufku olmaksızın tekilliklerin sözcülüğüne soyunmak da daha az tehlikeli değildir. Köleliğin ya da kadınların ezilmesinin reddi bir iklim, zevk ya da gelenek-görenek meselesi değildir. Ve medeni, dini ve bireysel özgürlükler Tahran’da Londra veya Paris’te olduğundan daha az önemli değildir.

• Çeyrek yüzyıl sonra, Le Monde‘da Foucault’nun metinlerine örtük olarak yanıt veren Maxime Rodinson’un makalelerini yeniden okuduğumuzda güncel tartışmaların temellerinin ta o zamanda atıldığını görüyoruz. [11]“İslami köktenciliğin uyanışında”, “arkaik bir faşizm tipine” dönük tartışılmaz bir eğilimin var olduğunun altını çiziyordu Rodinson. Oysa bu kelimeler iki anlamda yanlış seçilmişti. O güne dek hiç görülmedik biçimde teknolojinin ve piyasacı küreselleşmenin çağında meydana gelen bir ruhban sınıfı diktatörlüğünü bilindik Avrupa faşizmi olgusuna bağlamak bu yeniliğin özgüllükleri hakkında düşünmeye pek yardımcı olmadı. Ve onu arkaik olarak tanımlamak, kurulu ilerleme normundan herhangi bir sapmanın geçmişe dönüş olarak değerlendirildiği kronolojik ölçeği yeniden üretiyordu; halbuki bu gayet de geleceğin tedirgin edici bir öncülü olabilecek ve her halükârda bugünün özgün bir ürününü teşkil ediyorken. Aralarında başka bir despotizm biçiminin hayalini kuran insanların bulunduğu bir kesimle Şah’ın despotizmine karşı “geçici (veya taktik) bir ittifak” imkanını reddetmemekle birlikte Rodinson bu mantığın taşıdığı siyasal riskler konusunda Foucault’dan daha bilinçli bir tutuma sahipti. [12]

Foucault’nun İran devrimi karşısındaki kuramsal talihsiz serüvenleri, bugün “toplumsal” [sociétale] olarak nitelendirilen bir dizi sorunu (delilik, eşcinsellik, hapishaneler) siyasallaştırmış ve böylece siyasi mücadele alanını genişletmiş olma noktasındaki meziyetini hiçbir şekilde azaltmaz. Bununla birlikte İran hakkındaki yazıları, her ne kadar konjonktürel olsa da fikriyatından bir sapma değil, aksine oluşum halindeki bir kuramsal bakışın pratiğe dökülme imtihanını teşkil ediyordu.

Foucault “reçete yazar gibi çözüm öneren kişi rolünü oynamayı kesinlikle istemiyorum” diyordu ısrarla: “Bugün entelektüelin rolünün yasa koymak, çözüm önermek, kehanette bulunmak olmadığını düşünüyorum, çünkü böylesi bir işlev görürken yalnızca belirli bir iktidar durumunun işleyişine katkıda bulunabilir […] Entelektüelin hem bir siyasal partinin sureti hem de onun mazereti olacağı bir işleyişi reddediyorum”. Böylece, entelektüelin temsillerine musallat olan simalardan -Yunan bilge, Romalı yasakoyucu, Yahudi peygamber- kurtulma niyetindeydi; mütevazı biçimde Sokratik bir “kesinlikleri yok etme” rolüyle yetinmeyi umuyordu (ki bu da sahte bir tevazu değil midir?). Dolayısıyla eleştirel filozof, alçakgönüllülükle kendini “olguların öfkesine kapılmış” bir “gazeteci” olarak görür. [13] Şatafattan yoksun bir formül sayılmaz bu. Büyük siyasi ve felsefi tutkulardan hayal kırıklığına uğramış haldeyken, dünyayı, onu açığa çıkaran küçük olguların ölçeğinde yani zeminle aynı hizada düşünmektir burada söz konusu olan. Ancak Foucault, “buluta meydan okuyan toz”a dair bu methiyenin ve küçük olguların somutluğu ile büyük fikirlerin soyutluğu arasındaki bu karşıtlığın demagojik karakterine kanmayacak kadar akıllıydı. Kavramdan azade olgu elbette ki bir ampirik yanılsamadır ve toz bulutları yalnızca temel parçacıkların hayali bir toplamı değildir. Gazeteciliğe has bir gündelikliğe geri çekilmek stratejik acziyetin itirafıdır.

Bu tartışmada üç mesele söz konusu: iktidar, sınıflar ve siyaset. Devlet ile iktidar arasında yaptığı asli ayrım noktasında Foucault’ya teşekkür borçluyuz. 1975’te onun etkisiyle “devletin parçalanması, iktidarın ise bozulması” gerektiğini yazıyorduk[14]. Öte yandan bu, iktidar tertibatları ve etkileri içinde devletin özgün yeri konusunda bize hiçbir söylemiyor. Böyle bir durumda iktidarı iktidar ilişkileri içinde, devrimci stratejiyi ise moleküler direnişlerin toplamı içinde çözündürmek mümkün hale geliyor. Foucault’nun ifade ettiği gibi “iktidar ilişkileri olmaksızın toplumun olamayacağı” doğruysa şayet, özgül bir tarihsel tahakküm formu olarak devlet için durum nedir? Özellikle de Foucault’nun kendisi de bu ilişkilerin nihayetinde “bir çeşit global figür şeklinde örgütlendiği” veya “iktidar ilişkilerinin, toplamda bir toplumsal sınıfın bir diğeri üzerinde tahakküm kurmasını mümkün kılan şekilde iç içe geçtiğini” kabul ediyorken[15]. Bir başka ifadeyle: Devlet meselesi iktidarın yayılımı içinde eriyip çözülebilir mi? Peki ya kapitalist sömürü biyopolitik denetim içinde buharlaşıp uçar mı? 

Foucault’cu eleştiri, hiç şüphesiz siyasal eylemi “her türden üniter ve bütünleştirici paranoya”dan kurtarma noktasında önemli bir katkıda bulunmuş olmak gibi bir meziyete sahipti. [16] Aynı zamanda, modernliğin büyük destanında bir kahraman aktör olarak kurgulanan büyük proleter öznenin çözünmesine de yardımcı oldu. Birer sosyolojik nesne olarak ele alınan haliyle sınıfların böylesi bir yapıbozuma uğratılması Foucault’ya onların stratejik statüsünü inceleme imkanını sağladı: “Sosyologlar, bir sınıfın ne olduğu ve kimin ona dahil olduğu konusundaki tartışmayı bitmek bilmeyen bir biçimde yeniden alevlendiriyorlar. Ancak şimdiye dek hiç kimse mücadelenin ne olduğu meselesini ne inceledi ne derinleştirdi. Sınıf mücadelesi derken mücadeleden kastımız ne? Marx’tan yola çıkarak tartışmak istediğim şey sınıflar sosyolojisinden ziyade mücadeleye ilişkin stratejik yöntemdir”[17]. Tam isabet! Ancak sınıf mücadelesini sosyolojik olarak değil de stratejik olarak düşünmek, Foucault’yu Marx’a tahmin ettiğinden daha da yakınlaştırıyordu.

Bununla birlikte, aklın sıklıkla karşımıza çıkardığı kurnazlıklarından biriyle, mücadele içindeki sınıflara dair bu stratejik okumanın önemsenmesi tam da stratejik düşüncenin bir tutulma yaşadığı ana denk geliyordu. Bu tutulma da kendini, başka görünümlerin yanı sıra, peygamberane bir gelecek kestiriminde bulunma işlevinin sistematik biçimde aşağılanmasıyla kendini gösteriyordu. Mesela Deleuze için peygamber, kâhinin aksine hiçbir yorumlamada bulunmaz, ihanete uğrama kaygısına ilişkin bir “sabit fikir” tarafından yön verilen bir “eylem hezeyanı”nın pençesindedir. Foucault da benzer biçimde Marx’ı, tarihsel analizlerinin sonuç kısımlarında, olgular tarafından hızla yalanlanacak peygamberane kehanet sözleri sarf etmekle eleştirir. Esasında kehanet diyerek reddettiği şey Marx’ın performatif (yani stratejik!) kelamından, geleceği önceden bilme anlamında değil programatik nitelikteki kelamından başka bir şey değildi[18]. Hakikaten de programı olmayan bir politikadan, önüne amaç koymayan bir hareketten, artık herhangi bir hedefe nişan almayan bir oktan ve bükülmüş yaydan geriye ne kalır? Chateaubriand daha aklıselim sahibiydi. “Peygamberden yoksun kaldığımızda kahinlerin peyda olacağını” çok iyi biliyordu. İşte o vakit şarlatanların ve falcıların zamanı gelir. 

Bu stratejik düşünce tutulmasına -mantıksal olarak- yeni bir işlev yüklenmiş olan klasik felsefe biçimlerine geri dönüş eşlik eder. Bu işlev bilginin ötesine geçme ve “siyasi rasyonalite tarafından gücün kötüye kullanılması”nı izleme görevidir. Felsefenin kendisinin basit bir “felsefeciliğin” karşısında giderek silindiğine dikkat çeken Henri Lefebvre’den farklı olarak Foucault, felsefeye “oldukça umut verici bir yaşam beklentisi” vaat ediyordu.[19] Dolayısıyla Aydınlanma’ya bir geri dönüştü bu, daha loş, daha kararmış bir Aydınlanma’ya elbette. Ama her şeye rağmen Aydınlanma’ya, çünkü son dönemindeki Foucault için artık söz konusu olan akılcılığı yargılamak değil, onun şiddetle bağdaşıklığını düşünmek ve Akıl’ın yüceliğine dair büyük felsefi anlatının karşısına çıkarılabilecek olumsal bir akılcılık tarihini tasarlamaktı. Kant’a bu nihai geri dönüş ancak ve ancak Marx’ın küllerinden geçebilirdi, yahut en azından bir çeşit Marksizmin. Bu Marksizm ise Foucault’nun teşhisine göre “tartışılmaz bir kriz içinde bulunuyordu” o günlerde, bu “devrim olarak anılan Batılı kavramın, insan ve toplum olarak ifade edilen Batılı kavramların kriziydi”. [20] Yani teorinin bünyesindeki bir krizdi.

Foucault gibi münevver bir okurun fazlasıyla kapsayıcı bir “Marksizm” terimi altında tanımladığı şeye dair eleştiriden bu denli uzak bir tarza sahip olmasını bugün hayretle karşılıyoruz: “Marksizm kendisini bir bilim olarak sundu”, “bilimi ideolojiden ayırmayı” ve “her türden bilgi biçiminin akılcılığının genel bir ölçütünü oluşturmayı” sağlayacak bir tür “akıl mahkemesi olarak öne sürdü”. Bu iddiaların hepsi çürütülebilir, tabii Marx’ın kuramını dogmatikleştirilmiş ve stalinistleştirilmiş “ortodoks” Marksizm ile veya Marx’ın kendisini Althusserci ekolün ona dair yaptığı bilimci yorumla karıştırmadığımız takdirde. Çünkü Marx’ın eleştirel teorisi o vakitler kaba bir pozitivizmin altında ezilip kalmıştı. Bu noktada Devlet ve Parti aklına tâbi hâkim Marksolojinin Foucault’da bıraktığı ve kendini bu konuda bir cehalet şeklinde açığa vuran (ağır) bir hasar görmek mümkün. 

Oysa konuya dair onda görülen bu can sıkıcı kafa karışıklığını, el yordamıyla hafiflettiği de oluyordu: “Dilediğim şey, Marx’ın tahrifattan kurtarılması, bir gerçek Marx’ın iade edilmesinden ziyade, esas olarak onu yıllar boyu hem hapseden hem de bayrak gibi sallayan parti dogmatiğinin ağırlığından kurtarmak, özgürleştirmektir”. Bunun mümkün hale gelebilmesi için hiç şüphesiz Berlin Duvarı’nın yıkılması ve “reel sosyalizm” yanılsamasının çökmesi gerekiyordu. Bin (bir) Marksizmin çiçek açabilmesi için gerekliydi bu. Fakat, Foucault kafasını o dönemin duvarlarına çarpıp duruyorken, eğer mesele o günlerin uçup geçici modalarına teslim olmadan “Marksist dogmanın dışına çıkan düşünme biçimleri” icat etmek idiyse, bu aynı zamanda Kantçı saf akla yahut Anglosakson liberal felsefesine bir geri dönüşten çok -Derrida’nın on yıl sonra yazacağı gibi- “Marx’sız” bir geleceğin imkansızlığı meselesiydi.

En başa dönmeden bir yeniden başlangıç yani.

Çünkü Deleuze’ün gayet haklı biçimde tekrar ettiği gibi, yeniden başlamak icap ettiğinde “hep ortadan başlarız”.

Ekim 2004

danielbensaid.org

Çeviri: Uraz Aydın

Kapak Görseli: AFP Michel Bancilhon


[1] Deleuze burada, ileride Fransız sağının düşünsel düzeydeki önemli figürleri haline gelecek olan Maoculuk’tan kopmuş “yeni filozofların” “komünizmin” yani SSCB’nin ve Gulag’ın “kurbanlarını”, “martirlerini”, ölülerini kutsadığını, siyasal argümanlarını bir çeşit “şehitlere” yakılan bu ağıt etrafında geliştirdiğini ifade ediyor [Ç.N.]. 

[2] Gilles Deleuze, Deux régimes de fous, Paris, Minuit, 2004, pp 128-132. [İki Delilik Rejimi, Bağlam yayınları, çev. Mahir Ender Keskin, 2009]

[3] Gilles Deleuze et Félix Guattari, Mille Plateaux, Paris, Minuit, 1980, p. 291 [Kapitalizm ve Şizofreni. Bin Yayla, Bağlam yayınları, çev. Ali Akay, 1990]

[4] Michel Foucault, Dits et Ecrits, II, Paris, Quarto Gallimard, 2001, p. 450. [Konuşmalar ve Yazılar]

[5] Bu Lev Troçki tarafından geliştirilerek “sürekli devrim” adını alacak olan yaklaşıma temel oluşturan ifadenin ilk halidir, Marx ve Engels’in Mart 1850 tarihli Merkez Komitenin Komünistler Birliğine Çağrısı bildirisinde kullanılır: “[Proletaryanın] savaş narası şu olmalıdır: Süreklilik halinde devrim!”. [Ç.N.]

[6] Michel Foucault, op. cit., p., 269

[7] Michel Foucault, « Une poudrière appelée Islam », in Dits et Ecrits II, op. cit., p. 759

[8] Michel Foucault, op. cit. p, 1397.

[9] Le Monde, 11-12 Mayıs 1979. Foucault’nun İran devrimi hakkındaki yazıları ve  Maxime Rodinson ile tartışmasının dosyası için bkz. Foucault Devrimi: Toplumsal Cinsiyet ve İslamcılığın Ayartmaları, Janet Afery ve Kevin Anderson, Boğaziçi Üniversitesi yayınları, 2012.

[10] Biz de [LCR-Devrimci Komünist Birlik/IV. Enternasyonal Fransa Seksiyonu olarak] Şah diktatörlüğüne karşı harekette bir toplumsal devrimin dinî başlangıcını görerek, Foucault tarafından eleştirilen Marksist şemayı büyük ölçüde destekledik. Fakat Michel Rovère yoldaşımızı haber-röportaj yapmak üzere İran’a göndermemiz (o dönemki Rouge gazetemizdeki yazılarına bakılabilir), sürgündeki İranlı yoldaşlarımızın uyarıları ve özellikle de Abadan’daki yoldaşlarımızın petrol sanayiindeki grevcileri destekledikleri için suçlu bulunup idam cezası talebiyle yargılanması İran devrimi konusundaki tutumumuzu hızla yeniden değerlendirmeye itti bizi. 1979’un Ağustos’undan itibaren Paris’te İran’daki baskılara ve mollaların diktatörlüğüne karşı gösteri yapıyorduk. 

[11] Rodinson’un metinlerinin referansları. [Burası Bensaïd tarafından eksik bırakılmış]

[12] Nouvel Observateur dergisinde (19-3-79) Jacques Julliard’ın “Manevi olanın önceliği” hakkındaki yazısına yanıt olarak Rodinson İslami kuralların uygulanmasının taşıdığı tehlikelere dikkat çekiyordu. Gerçekten de 8 Mart 1979’da Tahran’da başörtüsünü takmanın zorunlu tutulmasına ve Hümeyni’nin yerleşmekte olan diktatörlüğüne karşı feminist eylemler gerçekleşiyordu.

[13] Michel Foucault, Dits et Ecrits II, op. cit., p. 475.

[14] Daniel Bensaïd, La révolution et le pouvoir, Paris, Stock, 1975. [Devrim ve İktidar]

[15] Michel Foucault, Dits et Ecrits II, op. cit. p. 379

[16] Michel Foucault, Dits et Ecrits, op. cit., p. 135

[17] Michel Foucault, Dits et Ecrits, op. cit. p. 606

[18] Daniel Bensaïd kâhinin kehanetleriyle peygamberinkiler arasında bir ayrım yapıyor. Bunu çeşitli metinlerinde bulmak mümkün ama mesela okuduğunuz makalenin, Bensaïd’in Dünyevi Siyasete Methiye kitabında bulunan ve “Siyaset Tutulması” bölümünün geneline yedirilmiş, daha geç tarihli bir başka versiyonunda şöyle diyor: “Kâhinin aksine antik peygamber kendisini stratejistin siyaset-öncesi bir figürü olarak kavrayabilir. Onun koşullu öngörüsü alarm zilini çalar. Henüz vakit varken ilan edilen felaketi önlemek için eyleme çağırır”. (Eloge de la politique profane, Albin Michel/Idées, 2008, 171).[Ç.N.]

[19] Michel Foucault, Dits et Ecrits II, op. cit., p.954

[20] Michel Foucault, Dits et Ecrits, op. cit., p. 623. Marksizm ve krizleri hakkında bkz. Stathis Kouvélakis “Marksizmin Bunalımları ve Kapitalizmin Dönüşümü” in Çağdaş Marksizm için Eleştirel Kılavuz, çev. Şükrü Alpagut, Yordam, 2014.

Devrimciler Neden Melankoliktir? – Daniel Bensaïd

Tarihin a-modern bir temsili, ilerlemenin mekaniğine güvenden ziyade tehlike bilinci üzerinde durur. Söz konusu tehlike, yenilgilerin ebedi dönüşü ve yenilmişlerin sonsuz mahkumiyetidir. Komünün bastırılmasının ardından Taureau kalesine hapsedilen Blanqui’nin “cehennem vizyonu”, Benjamin tarafından da gelecek Holokost’un önsezisiyle hissedilen bu “tarihsel bilincin kabusunu” resmeder: “Dünyanın yüzü asla en yeni olana göre değişmez, bu aşırı yenilik her daim kendine özdeş kalır. Cehennemin ebediyetini yapan da budur”(1).

Blanqui’nin kozmik fantasmagoryasında dünyalar tekerrür eder ve tarih kekeler. Hapsedilmiş Blanqui’nin ikiz yıldızı Baudelaire’in şiiri “aynının ebedi geri dönüşünde yeniyi ve yeni-olanda aynının ebedi geri dönüşünü gösterir”. Moda, “kitle üretimiyle ilk defa duyular tarafından algılanabilir hale gelen” bu ikili hareketi sahneye koyar”(2). Hiçbir aşk, uçan Hollandalı efsanesinde olduğu gibi mahkûmu ebedi lanetlenişinden kurtarmaya gelmiyor. Oysa yalnızca bir aşk karşılaşması yahut devrim hadisesi ebediyetin büyüsünü bozabilir. Zamanda kırılma yaratan bu olaylar gerçekleşmediği taktirde “dünya cesametinden çok, ebediyeti ile ele geçirir aklı”.

Uzamsal baş dönmesi, zamansal baş dönmesi.

İlerleme yanılsaması “ebedileşmiş güncellik” içinde kaybolur: “Evren sonsuz biçimde tekerrür eder ve yeri eşeler. Aynı sözleri bıkıp usanmadan tekrarlayan bu ebediyet hiç şaşmadan sonsuzluk içinde aynı temsilleri oynar”. Bu kapalı gelecek ancak bir son yargı gününde yapılacak son özetle birlikte kavranabilir hale gelebilir.

Oysa belirsiz bir tarih içinde “çağrı sonsuza dek açık kalır”. (3)

Borges, “dünyadan da yoksul” bu hayranlık uyandırıcı ebediyetin melankolik yankısını duyar. Bu ebediyetin sıradan zamanı, düşmüş, konumunu yitirmiş bir biçimdir, “lime lime edilmiş bir yeniden üretimdir”. Günceli “geçmiş içinde çözülme yolundaki şimdiki anın can çekişmesine” indirgeyen bu “cehennem parçası” “usanmış bir umuttur”: “İnsanlar tarafından hayal edilmiş çeşitli ebediyetlerden hiçbiri geçmişin, bugünün ve geleceğin mekanik biçimde yan yana getirilişi değildir. Hem daha basit hem de daha büyülü bir şeydir: tüm zamanların eşanlılığıdır”(4). Zamanların bu iç içe geçişinde an ve ebediyet birbirine karışır. Köken ve son bir araya gelir. Ne öncesi ne de sonrası vardır artık, sanki uzam, yola koyulacak bir başka yer bırakmayarak tek bir mekânda birleşmiş gibi.

Lucretius’in ardından Borges de ebediyet arzusunun ikili karakterinin altını çizer; hem korkulan bir kesin istirahat dönemi, hem de bir aşk bolluğuna yönelik dindirilemeyen bir açlık: doymayan sevgililer “umutsuzca, aşık dişleri birbirine yapışırcasına, nafile” sıkı sıkı sarılırlar, çünkü “birbirlerinin içinde kaybolmayı veya tek bir varlık olmayı başaramayacaklardır”. Aşk ve devrim bu şiddetli mutlaklık arzusunu, bu dişe diş tutkulu ısırığı paylaşır. Ebediyetin umutsuzluk verici aynası olmaksızın, evrensel tarih, kibirlerinin dört bir yana dağılışı içinde sonsuza dek kaybolan zamandan başka bir şey değildir. Şimdinin hazzı içinde ebediyet mevcudiyeti ise tam tersine zamanların harmonisini [uyumunu] gerektirir. Onların müziği arzu simgesi altında yükselir, ki bu tam da ebediyetin “stilidir”.

Böylece Borges zamanın ve siyasetin erotiği arasında garip bir mütekabiliyet sezer. Devrim veya aşk hadisesi “gerçek vecd anı” ve “olası ebediyet kapısı” şeklinde ortaya çıkar.

Ebediyet, ceza ve vecd ebediyeti şeklinde iki yüze sahiptir. Borges sınırlı bir zaman içinde birincil unsurlar arasındaki bileşimlerin sınırlı sayısı tarafından matematikleştirilmiş ebedi geri dönüşün bu iki zıt boyutunu kavrar. Dünyaların evrensel tekerrürünün bu kaygı verici mitinde Blanqui, Stoacılığın veya Leibnizci Apokatastaz’ın paradokslarını görür. Hayal kırıklıkları bağlamında oluşan garip bir seçmeci yakınlıkla, Blanqui, çağdaşları olan Zamansız Düşünceler’in Nietzsche’si ve yenilmiş Komün’ün Rimbaud’suyla buluşur.

İlerleme hayranlığının karşıt kutbundaki bu üç şahsın ortak noktası felaketin geri gelişi hissiyatına sahip olmalarıdır. 1848’den beri Termidor hep kazandı ve “Termidor kümesinin tarihten hiçbir zaman yok olmayacağı” düşüncesine kapılmış bulur insanlar kendilerini. Bu, “burjuva biçiminin giderek tüm dünyaya yayılmasında her türden ilerlemenin nedenini ve sonunu gören herkesin fikridir” (5).

Blanqui’nin aksine, Nietzsche tarihin umuda açık olan tek bölümünden, “kavşaklar bölümü”nden bihaberdir. 1883 sonbaharında cehennemsi tekrarın umutsuzluğu mutlak hale gelmiştir. “Ay ışığında sürünen bu ağır kanlı örümcek ve kapının önünde kısık sesle konuşan, kısık sesle ebedi şeylerden konuşan sen ve ben, geçmişte daha önce var olmadık mı? Ve yeniden uzun yola, sallanan bu uzun yola gelmeyecek miyiz, ebedi olarak geri gelmeyecek miyiz?” Aynının bu özdeş geri dönüşü dehşetini önleyebilmek için Nietzsche’nin büyük bir fark yaratan o küçük sapmadan, o hafif esnemeden, döngüyü kıran ve onu otantik bir yeniliğe açan özgürleştirici clinamen’den bile umudu yoktur. “Uzak mutluluklar”a yönelik umuda hiçbir yer bırakmıyor. Onun için tek şans şimdiki zamanda yatıyor, bu zamanı “yeniden ve tüm ebediyet boyunca aynı şekilde yaşamayı arzulayacak” şekilde yaşamak için uğraşmakta yatıyor.

Bu satırları yazarken Nietzsche, Blanqui tarafından on yıl önce hücresinde ateşler içinde kaleme alınmış ebediyet kabusundan haberdar değildi. Büyük döngüsel öğretiler içinde Blanqui’nin astral ebediyeti, Borges’e göre “üzerinde en çok düşünülmüş ve en kompleks” olanıdır. Profesyonel fesatçı büyük tarihsel vaatlerin sözcüsü değildir: “Bizim tezimiz yüz sade cismin sonsuz özgün bileşimlerin oluşumuna elvermeyeceğini savunuyor. […] Özgün tiplerin sayısı sınırlı, taklitlerin veya tekrarlarınki sınırsızdır. Sonsuzluk bununla oluşur. Her tipin arkasında sayısı sınırsız olan bir tıpatıp benzerleri ordusu vardır”. Bu nedenle “bizler kopyanın bir parçasıyız”, her ne kadar “büsbütün bir benzerliğe”, “gerçek bir ikiz-dünyaya” rastlamadan önce milyarlarca çeşidi saymak gerekse de. Ve “dünyamızın her büyük olayının da bir karşılığının olması, özellikle de kader burada bir rol oynadıysa” bundan dolayıdır. “İngilizler belki de birçok kez düşmanlarının General Grouchy’nin hatasını işlemediği dünyalarda Waterloo muharebesini kaybetmiştir. Bu hatanın işlenmesi pamuk ipliğine bağlıydı. Buna karşılık, Bonaparte burada bir kaza olan Marengo zaferini başka yerlerde her zaman kazanmamıştır”.

Bileşimlerin sonsuz karmaşıklığı içinde, mümkünler çok sayıdadır ve muhtemel-olan da her seferinde kazanmaz. Bu, kimi zaman “pamuk ipliğine”, bir “kazaya” bağlıdır. Yeniden başlangıçları seyrinden saptıran kavşaklar bunlardır işte. Dolayısıyla yenilgilerin tekerrürü mutlak bir kader değildir.

Blanqui, Aşil’in “tekrar Truva’yı kuşatacağını”, “aynı dinlerin ve aynı törenlerin yeniden doğacağını”, “insanlık tarihinin tekerrür ettiğini”, “olmuş olanın tekrar olacağını”, “fakat özel değil yalnızca genel düzeyde” böyle olacağını 1616’da yazan Lucilio Vanini’ya (6); sınırlı partikül sayısının sınırsız sayıda bileşime yol açamayacağını fark ederek, sonsuz bir süre içinde tüm olası durum ve düzenlerin sınırsız sayıda gerçekleşeceği sonucuna varan Hume’a; “bireylerin hayatının ayrıntılarına kadar aynı koşullardan geçeceği bir zamanın mecburen geleceği” şekilde sınırlı sayıda işaretin sınırsız bileşiminin kaçınılmaz biçimde tekrar edeceği sonucuna ulaşan Leibniz’e göndermede bulunur.

Blanqui de, kendini, Taureau kalesindeki hücresinde “bir masada, bir kalemle, giysiler içinde, tümüyle benzer koşullarda” yazdıklarını tekrar ve tekrar, sonsuza dek yazar halde hayal eder. Bu trajik kader sonsuz kez yeniden gerçekleşebilir. Fakat bu, bir diğer mümkünün, istisnai bile olsa, bir kavşaktan geçerken meydana gelmesini, Grouchy’nin Waterloo’ya zamanında yetişmesini, Spartacus’ün Crassus’e üstün gelmesini, Münzer’in köylüleriyle başarıya ulaşmasını, Komün’ün Versailles’ı yenmesini engelleyemez.

Vanini daha o zamanlarda tarihsel yeniliğin girebilmesi için dar bir kapı tasarlar: yineleme özgün olanın üzerine özelde değil genelde biner. Tekrar eden bileşimler düşüncesi içinde Leibniz, çeşitli kopyalara rağmen kimi şeylerin “her daim söylenebilir fakat hiç söylenmemiş” olacağını, çünkü hiçbir dönüşün mükemmel olmadığını, ve “olayların, her ne kadar görünmez biçimde olsa da devrimler sonucu yavaş yavaş en iyiye doğru gelişebileceğini” yazar.

Gerçekten de tarih ve dil matematiksel bileşimlere indirgenemez. Tekrar kutusu hiç boşaltılmadığı taktirde, dünyamızın geleceğinin “milyonlarca kez yol değiştireceğini” ve geleceğin ancak yeryüzünün ölümüyle kapanacağını vurgular. Bu arada, her saniye tercih edilen yol ile tercih etmiş olabileceğimiz yol arasındaki kavşağı getirir karşımıza. Dolayısıyla yalnızca beklenmeyen hadise “umuda açıktır”, çünkü “burada olamadığımız her şeyi, başka bir yerde oluyoruz”.

1840’lı yıllarda, “modernlerin ölümcül hastalığı” olan sıkıntı, bir salgın gibi yayılır. Beklenti ufkunun çöküşü “sıkıntıyla astarlanmış bir evrende” taş üstünde taş bırakmaz. Musset, o kederli Olympio* fazla yaşlı bir dünyaya fazlasıyla geç geldiğini düşünür. Vigny Musa’nın Chanaan’ın eşiğindeki sonsuz bıkkınlığını hisseder. Nerval “melankolinin kara güneşini” yüceltir. İntihar telaşı içinde Poe “kendiyle çelişme ve çekip gitme” hakkını savunur. Kartaca’yı yeniden canlandıran Flaubert’in sonsuz kederini de ekleyelim. Hepsi kayıp bir geçmiş adına bugünün reddini, ama bunun yanı sıra da modernitenin kesinlikle modern bir eleştirisini ifade eder.

Romantizm, Lamartine’in gözünde zaten sıkılmakta olan 1839 Fransa’sının yankısını taşır. Baudelaire romantizmde “işsiz Herküller” için bir sıkılma teorisi görür. Büyük kahramanlar artık ölmüştür. Konvansiyon’unkiler gibi Roma’nın devleri de ölmüştür. Temmuz monarşisi döneminde Borsa mutluluk içindedir. Tüm toplum kumar düşkünlüğüyle kendinden geçer. Kracauer bu dönemle ilgili bir anekdot aktarır. Garip bir çöküntüye, kendinden ve diğerlerinden tiksinmeye kapılmış bir hasta doktora gider. Doktor da yeniden neşesini kazanması için Funambules’de çıkan pandomim oyuncusu Debureau’yu izlemesini salık verir. “Debureau benim” diye cevap verir hasta. Bu sıkıntı, bu “dünyanın ıstırabı,” Debureau’nun acısını çektiği bıkkınlığı saplantı haline getirmiş “insanların anlamdan yoksun boş zamanın, akıp giden ve yalnızca kendini sürükleyen zamanın mırıldanmasını dinlediği” bir dönemin işaretidir (7).

“Fikirlerin sonbaharı”nda, bu sıkılmış dünyayla boğuşurken – “melankolik valslar ve bitkin baş dönmeleri”– Baudelaire, nafile, “gençleşmiş güneşlerin” özlemini duyar. Pascal’de ve “onunla birlikte devinen girdabında” kendi benzerini görür. Keşişlerin ve münzevilerin derin kederi, kapalı kalmanın doğurduğu sinir zayıflığı, Petrarca’nın acedia’sı Walter Benjamin’e kadar aktarılır onun aracığıyla:

Alçak ve ağır gökyüzü bir kapak gibi

Uzun sıkıntılara yem olan iniltili ruhun üstüne biniyorken

Ve tüm çemberi kavrayan ufuktan

Gecelerden de kederli kara bir gün üstümüze boşalıyorken.

Yeryüzü nemli bir hücreye dönüştüğünde…

Oysa Saint-Just’ün ve Blanqui’nin özlü melankolisi bu romantik melankoliden farklıdır. Onlarınki Antikite’de gelecek için silahlar arayan, klasik bir melankoli, aktif bir melankolidir. Ne birinin ne de diğerinin Ortaçağ harabelerine merakı vardır.

“Yirmi yaşındayım; kötü yaptım; daha iyi yapabilirim” diye yazar soğuk bir biçimde Saint-Just Organ şiirinin önsözünde. Gençliği daha o zamandan iyileştirilemez bir yetersizlik duygusuyla örselenmiştir. “Her şeyin mümkün hale geldiği” bir zamanın karakteri, “dünyanın metamorfozunun” aktörü olarak, kral katlinin gerektirdiği cesaret ile “bir zorbayı yargılamanın dini bir şey olduğu” bir yüzyılın barbarlığı karşısındaki korku arasında bölünmüştür. Acele yaşamının izlerinde, “nafile şeylere dönük tiksintisi” ile itiraf edilemez “kederinin sırrını” sürükler.

Devrim hadisesi, kısa sürmesi itibariyle kendi boyutuna uygun tek eserdir. Saint-Just bir maceracı yahut sıradan bir eylem insanı değil, fakat daha nadir rastlanan bir türe aitti: bir “eylem düşünürü”dür. Eylem imkânsız hale geldiğinde susar, kesinkes. Malraux’nun kendisi için kullandığı “uyurgezer umursamazlığa” kapanır. Mantığın kurallarına dayalı bir infazın acı ve umarsız bekleyişi içinde “intiharın kanadı son gecesine uzanır”. Notlarının ve açıklamalarının sonunda her daim yer alan “… gerekiyor” sözleri gitgide ulaşılmaz hale gelerek “mantıklı bir çılgınlığa” varan askeri ve siyasi bir zorunluluğa işaret eder. Saint-Just “Devrim kabiliyeti”ne sahipti ve “kısa hayatı yalnızca muzaffer bir Kıyamet içinde akıyordu”(8).

Yüzyıl içinde Saint-Just’ün bu aldırmaz melankolisine, fesatla dolu hayatı “Baudelaire’in hayalinin kız kardeşi” gibi görünen bir diğer “eylem düşünürü”nün, Blanqui’nin eğilmez melankolisi karşılık gelir. Bu ikisi “III. Napolyon’un Haziran savaşçılarının umutlarını altına gömdüğü taşın üzerindeki birleşmiş eller” gibidir (9).

Devrimciler neden büyük melankoliklerdir?

Robespierre’in 8 Thermidor söylevindeki kabullenilmiş yenilgi tespiti şeklindeki nihai melankolisi: “Adaletin yalan olduğu […] bir düzende neden daha fazla kalınsın? Ölüm ölümsüzlüğün başlangıcıdır.”

Son mücadelesinde “bitlerin sosyalizmi alt edeceğine” kanaat getirmiş, hareketsizliğe mahkûm edilmiş bir diğer “eylem düşünürü”nün, Lenin’in melankolisi. Mayıs 1918: “Felaket bizi gözlüyor, çok yakında, eli kulağında.” Temmuz 1918: “Halk bayıltılmış, yarı ölü bir adama benziyor.” Ocak 1919: “Umutsuz bir krizden geçiyoruz.” Aralık 1920: “Durum dehşet verici.” Nisan 1921: “Bu durum çıkışsız görünüyor.” Haziran 1921: “Ülkenin yıkımı olağanüstü düzeyde.”

Tabii ki Benjamin’in intiharcı melankolisi, 1927’de hıçkırıklar içinde, valizi dizlerinde Moskova’yı terk ederken; 1933’te ilk kez kendini ortadan kaldırmayı denerken; ve 1940’ta bunu başardığında, Pireneler’in artık geçilmeyen geçidi önünde gözleri felaketin üzerine fal taşı gibi açılmış, yüzyılın bulantısı ve yorgunluğuyla bitap düşmüş haldeyken.

Tucholsky’nin uzak görüşlü ve yine intiharcı melankolisi: “Yalnızca artık var olmayacağı vakit kazanacak bir sosyal-demokrasi görüyorum –ve sadece alçak, gevşek ve çıkarcı olmasından ileri gelmez bu- fakat muharebeyi kaybetti çünkü öğretisinin hiçbir değeri yok […]. Sıfırdan başlamak gerekiyor. Sıfırdan başlamak ve sadece Papa’nın yapmasını bildiği gibi kendi yandaşlarına ihanet eden şu gülünç Stalin’i dinlememek lazım –bu kesinlikle özgürlüğü getirmeyecektir. Sıfırdan. Ta başından. Biz bunu göremeyeceğiz […]. Cesaretim mi kırılıyor acaba? Ama yanlış ve yanıltıcı umutları ortadan kaldırmak da az buz bir şey değildir” (10). O da “biz reddiyecilerin, nefretle ve aşkla mücadele etmek istediği” bir çağın çelişkisinin tutsağı. “İçi boş şekillerin ve esasında artık var olmayan şeylerin sıkıca tutunduğu” bir çağdır bu. Tüm bunlar bitti, “bitti – hissetmiyor musunuz?”. “Burjuva çağı gidiyor”, ve neyin geldiğini de “kimse bilmiyor”, “hiçbir şey birbirine tekabül etmiyor, eski kelimeler yeni hiçbir şeye tutunamadığı için yere düşüyor”. “Var olmayı bırakan bu yazar” için Kafka’nın Amerika’sındaki en güzel şey olmayı sürdüren “onu boydan boya kat eden derin melankolidir”.(11)

Mariategui’nin sebatkâr ve bitkin melankolisi; fiziksel olarak örselenmiş, daha yirmi bir yaşından itibaren “çok büyük ve belirsiz bir yorgunluğa” kapılmış, “imkânsız okşayışlar arzusunun” azabını çeken Mariategui. O zamanlar her şey ona “karanlık ve trajik” geliyor. İki sene sonra aynı can sıkıntısı ve “feci yorgunluk duygusu”ndan söz ediyor: “Sıkılıyoruz; monotonluk ve rutin hastası olarak uyanıyoruz; bitkinlik şeylere ve ruhlara nüfuz etmiş durumda…” Devasa bir tasarıya adanmış olsa da varlık ancak can çekişir halde olabilir: “Can çekişen, mücadeleyle yaşar, yaşamın kendisiyle mücadele eder, ve de ölümle.”(12)

Guevara’nın ironik melankolisi; ki o da klasik bir melankolidir, “bir sanatçı şevkiyle işlenmiş” iradesinden söz ettiği, Vietnam halkının trajik yalnızlığında “insanlığın mantığa aykırı bir uğrağını” gördüğü vakit. Bu mantıksızlığın sonucu, arzulanmış bir intihar değil, örnek olarak gerekli bir yenilginin kabulüdür: “Birçokları ölecek, kendi hatalarının kurbanı olarak.”

Ve son olarak Marcos’un melankolik mizahı; “ufkun karardığı”, her satırın son satır olabileceği, olayların gelişiminin pek iç açıcı görünmediği ve “son bulabileceği” anda “ishal ile nostalji” arasında kalan bir melankoli. Oysa bu varsayım karşısında nezaketle gülümser Marcos. Her şeye rağmen gülümser, “genelde gözyaşlarının ardında görünen o tebessümlerden biriyle”: “Devrimizin sonu yaklaşıyor. Size çok yoğun biçimde parlama, güneşin gözleri kamaşana kadar parlama sözü veriyoruz, sonsuza dek yok olmadan önce.”(13)

Hep bu aşırı yorgunluk duygusudur, Musa’nın Chanaan’ın eşiğinde, Saint-Just’ün uykusuz son gecesi boyunca, Benjamin’in kapanmış sınırın ayağında, Guevara’nın son yürüyüşünün şafağında hissettiği. “Her saniyesinin hayatı ve ölümü yazı turada oynadığı” o tereddüt anlarında hissedilen duygudur bu. Sanki, der Marcos, “her şeyi dışarıdan görüyormuş, çok yorgunmuş, sanki bu filmi pek çok kez izlemiş gibiyim, tarihte, hayatta, ölümde. Körelmiş gibiyim, diyorum”. Sürekli baştan başlayan filmin ve hiç tamamlanmayan görevin yorgunluğu bu. Tehlike karşısında hiçbir sahte pehlivanlık, hiçbir teselli edici zafer teminatı yok, yalnızca yapılması gerekeni yapmış olma duygusu: “Kaybedemeyiz. Yahut daha doğrusu kaybetmeyi hak etmiyoruz” (14). Hak etmek – adına düzenlenen o karanlık mahkemenin öylesine sıkça yanıldığı– bir tarih meselesi değil bir bilinç meselesidir.

Ya Troçki’nin öylesine titizce saklanmış, edeplice uysallaştırılmış melankolisi? Her daim aktif olan, umutsuzluğun eşiğinde pes etmeyen, silahlarını bırakmayan bir melankolidir bu. Troçki’nin melankolisi hiçbir yerde, Barbizon ve Oslo arasında, 1935’te, iki felaket arasında çiziktirilmiş Sürgün Günlüğü’nün birkaç özel sayfasındaki kadar dokunaklı değildir (15). 

Bu yine bir sürgün ve iltica çağıdır, yandaşların dört bir yana dağıldığı, ailenin parçalandığı bir dönemdir. İlk eşi Alexandra Sibirya’ya gönderilmiş; küçük oğlu Seryoja sürgün edilmiş; büyük oğlu Lyova Paris’te sürgün; ilk kızı Zina Berlin’de intihar etmiş; damadı Platon Volkov kayıp; sınırlar arasında gidip gelen yetim torunu Seva ise, Rusça, Türkçe ve Almancadan sonra Paris’te dördüncü dilini öğrenmekte…

En kötüsü ise henüz gerçekleşmemiştir.

Troçki günlük tutacak biri değildir. Sürgündeki yaşamın “hücrelerine kapatılmış tutuklularınkinden çok az farklılaştığı”, “günlerin bıkkınlık veren bir biçimde sürüp gittiği” (1 Haziran 1935) günlerde “geçmişin bugün hareket olasılığını kestiği” bir düşünürün (7 Şubat 1935) melankolisini birkaç okul defterine emanet etmesi için uykusuzluk ve had safhada sıkıntıyla dolu saatler gerekmiştir. Bu durumda, yıkım içindeki bu uzgörü, gelecek zorluklar hakkında yanılsamalarından kurtulmuş bu kavrayış dizginlenemez hale gelir, gökyüzündeki değişimlerden, mevsimlerin tonundan, saatlerin kararsızlığından sezilir.

21 Mart: “İlkbahar, güneş ortalığı ısıtıyor, menekşeler on gün oldu başlarını çıkaralı, köylüler bağlara gidip geliyorlar. Dün gece yarısına kadar Bordeaux’dan Walkyrie’yi dinledik. İki yıllık askerlik hizmeti. Almanya’nın yeniden silahlanması. Yeni bir “son” savaş hazırlığı. Köylüler sakin sakin asma kütükler arasında bağ buduyor, tarlalarını gübreliyorlar. Her şey doğal düzeni içinde.”

4 Nisan: “Son günlerde hava birdenbire değişti. Bahçenin çiçekler içerisinde olmasına karşın, sabahtan beri kar yağıyor bugün, her şeyi beyaz bir manto ile örttü önce, sonra da eridi, şimdi ise yeniden yağıyor ve yine çabucak eriyor. Gökyüzü gri, bulutlar dağlardan vadinin içinde doğru kayıyorlar, ev soğuk ve nemli. Ve Natalya yüreğinde zorlu bir ağırlık, kendini ev işine vermiş durumda… Yaşam kolay bir şey değil…”

Hep aynı sancılı hissiyat yayılır, ölümünden birkaç ay önce kaleme alınan vasiyetinin son satırlarına kadar. 27 Şubat 1940: “Tam şu anda, Natalya avlunun penceresi önüne geldi ve havanın odama daha serbestçe girmesi için, biraz daha açtı pencereyi. Buradan, duvar boyunca geniş yeşil çimen şeridini ve duvarın üstünden açık mavi gökyüzünü ve hepsinin üzerinde de güneşin ışığını görebiliyorum. Yaşam güzel. Gelecek nesiller onu bütün kötülüklerden, bütün baskılardan ve her tür şiddetten arındırsınlar, ve doyasıya tadını çıkarsınlar.”

Bu kimi zaman bir hastalık melankolisi. 29 Haziran 1935: “Hastalığı yıpratarak alt etmeye çalışıyorum, gölgede uzanmış halde kalıyor, hemen hiç okumuyor, hemen hiç düşünmüyorum.” Hareket fırsatlarının azaldığı bir yaşın ve geçen zamanın melankolisi. 25 Mart 1935: “Lenin ile (ya da daha doğrusu Turgenyev ile) elli beş yaşını geçmekten daha büyük bir kusur olmadığı konusunda hemfikirim. Benim, mirasın devredilmesini sağlamak için, en az bir beş yıl daha aralıksız çalışmam gerekiyor”. Tabii ki bir yalnızlık melankolisi: “Rakovski temelde benim eski devrimci kuşakla son bağımdı […], eski mücadele arkadaşları ile bir çeşit sembolik bağ […]. Şimdi artık hiç kimse yok.”

Özellikle de bir mağlubiyet melankolisi, Peguy’nin tespit ettiği bir “galip mağlubiyetler” melankolisi: “Bizler mağluplarız, bu en azından mutabık olacağımızı düşündüğüm bir nokta. Anlaştığımızı düşündüğüm bir nokta. Galip mağluplarız. Ve mağlubiyetleriyle, mağlup bir galibiyetle kalmak istemeyen, kalamayacak olan, mağlubiyeti kaldıramayacak olanlarız” (16). Son ve kesin bir mağlubiyetin değil, daha da kötüsü, “kaç kez yeniden başlanan” bir mağlubiyetin mağlupları onlar, henüz hiçbir şeyin sona ermediği, her şeyin hala olabileceği duygusuna sahip mağluplar.

Galipler ise pek de beğenilecek halde değiller. Çünkü yanına bile yaklaşılmayacak, hiçbir ateşkesin, hiçbir uzlaşmanın mümkün olmadığı bir galip türü ve tipi vardır. Richelieu, der Péguy, “galip gelen bir moderndir”. Tallien, Fouché, Thermidor’un galipleri de moderndir. Ve de Stalin tabii ki. O Stalin ki 1934 Kongresi’ne, büyük duruşmaların gölgesinin belirmeye başladığı bürokratik reaksiyonun kongresine “galipler kongresi” adını vermek gibi son derece anlamlı bir fikri ortaya atmıştır! Bunların hepsi “profesyonel kazananlar” diye yazar yine Péguy, ne pahasına olursa olsun her koşulda kazanç elde etmenin profesyonelleri, kazanmak için her şeye razı, kazanmak için özel tercihleri olmayan, kuralları kendi lehlerine yaratan ve değiştiren profesyoneller. Açıkça değil sinsice, dolaylı yoldan, her zaman “gişenin arkasından” mücadele eden kazananlar.

Troçki ve Péguy’nin ortak noktası “geçimsiz, huysuz bir karakter”e sahip olmaları, yenilgi önünde eğilmeyen, pes etmeyen, “başarı”nın, burjuvalaşmanın ve bürokratikleşmenin rahatlığından kuşku duyan, tehlikeli suç ortaklıkları ve işbirlikleri önünde boyun eğmeyi, Devlet aklına tümüyle teslim olmaya varacak tavizleri vermeyi ısrarla reddeden bir karakter.

Yanılsamadan arınmış bu direniş mecburen melankoliktir.

Tıpkı yenilgi melankolisi gibi. Bu, belirgin bir düşman karşısındaki açık ve görkemli yenilgi değil, vasatlık ve dar kafalılık karşısında, bürokratik entrika ve alçaklık karşısındaki yenilgidir. Bu içeriden gelen bir yenilgi, içten kemiren, aşındıran, çökerten, içini boşaltan ve bitap bırakan, fiziksel olmaktan da çok moral bir yenilgidir. Bizler, diyor Péguy, “kendi tarafımız içinde mağlup”, “kendi davamız içinde mağlubuz”. Bir yenilgiden de beter, bu bir “yıkım”, “umudun büyük tükenişi”, yılların ve ruhun devasa yorgunluğu, ebediyete kadar tekrar ve tekrar uyanmanın büyük bıkkınlığıdır.

Ses getiren, ışıltısıyla şerefini ve mesajını aktaran yıkımlar varken, bu yenilgiler unutulma, küçümsenme ve gülünç görünme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu mağluplar “en nankör yenilginin mağluplarıdır”. Bu nedenle ne teslim olma hakkına ne de imkanına sahiptirler. Çünkü mağlup olmak yine azdır, alt edilmiş, ezilmiş, küçük düşürülmüş olmamaktır önemli olan: “Güçsüz olacağız, az olacağız, yalnız olacağız; fakat ikinci kez de teslim olmayı reddedeceğiz” (17).

Çünkü ilk sefer önemli değildir. Bir ilk reddiye kendiliğinden gelir.

Önemli olan ikincisidir, ikincisiyle başlar sadakat.

İdam sehpasına giden, Fleurus’ün süvarisi Saint-Just.

Otuz yıl boyunca hapsedilen, çılgınlığın kıyısında gidip gelen Blanqui.

Sipariş üzerine öldürülen, silahsızlandırılmış peygamber Troçki.

İntihar eden Tucholsky. İntihar eden Benjamin. Katledilen Guevara.

Hepsi intihar eğilimli mi, yoksa toplumun intihara sürüklediği kişiler miydi bunlar?

Umutsuzluktan değil, mantıktandı intiharları. Bir çağın imkanlarının ve sonuçlarının sonuna kadar gittikleri için. Zamansallıkların uyumsuzlaşmasına maruz kalan, mümkün olanla gerekli olanın artık temas etmediği fakat imkansızın her şeye rağmen gerekli olmayı sürdürdüğü vakit artık şanslarının kalmadığının farkında olan “eylem düşünürleri”ydi hepsi.

Klasik melankoliklerdi hepsi, fakat kesinlikle romantik değillerdi.

O dönemin gazete yazılarında Blanqui’nin Club des Halles’ının Racine’in ve Corneille’in oyunlarının sergilendiği günlerdeki Comédie-Française’e benzediği anlatılır: “Seçkin” görünümlü, “kusursuz bir kıyafet giymiş”, “nazik, ince ve sakin bir fizyonomiye, verip veriştirmekten uzak dengeli bir dile” sahip bir konuşmacının söz aldığı “klasik fesadın ortodoks kültüne ayrılmış bir kilise”. Benjamin bu konuda “1830 fesatçılarının kesinlikle klasik bir kavrayışa sahip ve romantizmin azılı düşmanları” olduğunu hatırlatır. 29 Temmuz 1830 akşamı ünlü “Batmış romantikler!”ini sunarken, Blanqui örnek bir biçimde “bu tipe sadıktır” ve kararlı bir anti-ütopizmle tümüyle bugünün sefaleti içinde eylemektedir. (18)

Landauer, devrimciler arasında, “giderilemez bir yetersizlik” duygusunun içlerini kemirdiği fakat yine de görevlerinin gerekliliğine ikna olmuş “melankoliye varacak kadar özgür insanlara” sıkça rastlandığını belirtir. Bu insanlar üstesinden gelinemez bir zamanlar arası uyuşmazlık içinde hareket etmeye mahkumdur. Büyük ihtimalle melankolilerinin kökeninde de bu yatar. O melankoli ki hem “modernliğin felaketi içinde basiretin tohumudur”, hem de bir “uyanış kapasitesi” taşır.

Pierre Naville de “bir çeşit temel umutsuzluğun”, işlerini ciddiye alan zeki insanların, uğraştıkları konuya sertçe uyguladıkları bir donanım olduğunu ifade eder. Kötümserlikleri “tüm çağlar gibi bir uzlaşmaya dayalı olan bu çağın hükümsüzlükleri ve hayal kırıklıklarından kaçabilmek” için en uç araçların arayışında onlara rehberlik eder. Bu kötümserlik Hegel’in felsefesinin temelinde ve “Marx’ın devrimci yönteminin kaynağında” bulunur (19). Modern siyaset sahnesinin bir siması olan melankolik devrimci de eğlencesiz bir hükümdardır**. “Tümüyle kendi zamanlarının adamları” olan, dönemleriyle fevkalade uyumlu ve çağdaş olan bir Luther’in, Fouché’nin veya Stalin’in tersine kendi arzularının azabını çeken bu kişiler yersiz, anakronik, her daim hem erken gelip hem geç kalan, eğreti ve geçici varlıklardır, tıpkı kısa süren ve daha fazla uzayamayacak olan kiraz mevsimi gibi.

Onların karakteristik dandy’likleri***, Saint-Just’ün ve Blanqui’ninki, iki dirhem bir çekirdek Troçki’nin ve hırpani tarzıyla Guevara’nınki, bir elbirliğinin belirtisidir. Baudelaire ruhun bu zorlu disiplininden, “sıradan farklılığın norma yönelik saygıya dönüştüğü” bu farklılaşma sıçrayışından söz eder (20). “Bir ayna önünde yaşamaya ve uyumaya mahkûm” dandy’nin bu ince elenip sık dokunmuş özgünlüğü Baudelaire’e “çöküş dönemlerindeki son kahramanlık parıltısı”, iki felaket arasında “metafizik bir kahkaha”yla sarsılan bir çeşit negatif kahramanlık gibi görünür.

Klasik dandy, hiçbir şey yapmamaya özen gösteren romantik dandy’den eylemin keskinliği ve ayrıntının kusursuzluğuyla ayrılır: Saint-Just Strasbourg’ta Ren ordusuna ayakkabı giydirmekle uğraşırken, Blanqui, eldivenleri elinde, fesat arkadaşlarını gizlice teftiş ederken, Troçki zırhlı treninde kusursuz kıyafetleriyle, Guevara son bir kez Rossinante’ye binerken ve Marcos kar maskesinin özenli anonimliği içinde. 1848’in arifesinde Baudelaire’in kendisi de “eylem perisi”ne kapılır. Onun gözünde dandizmle devrim arasında, “yasaların dışında”, kendi de şaşırmadan şaşırtmanın tadını çıkaran “muğlak bir kurumun” garip işbirliği yatar: “dandizm özellikle demokrasinin henüz sonsuz gücüne kavuşmadığı, aristokrasinin ise kısmen sallantıda olduğu geçiş dönemlerinde ortaya çıkar”. (21)

Temmuz isyancılarının coşkun fedakarlığıyla Antikite’nin Stoacılarının ölçülü kararlılığının tam ortasında bulunur bu kahramanlık. Bu Stoacılar için söz konusu olan, tıpkı Marcus Aurelius gibi, “her şeyi, her an hayatını terk edebilecek biriymiş gibi yapmak, söylemek ve düşünmektir”. Marcus Aurelius’in sıkıntısının sınırlarının olmadığı söylenir. Katıldığı savaş konusunda kuşkuları olan fakat yine de “Quade’lar ve Marcoman’lara karşı tatsız seferler” sırasında bu savaşı bilinçli biçimde yürüten Aurelius “bizzat kendi zaferlerinden duyduğu şüpheyle, her şeyden kopar ve evrensel hiçliğin izlenimine dalardı”. Bir saltanatın sonu. Bir çağın sonu. Bir oyunun sonu.

Daha o zamanlardan her yerde hâkim olan “derin bir hüzün”dü (22).

Çoğu kez özlü, kimi zaman ironik, her daim keskin bakışlı olup dokunaklı iç dökmelere rağbet etmeyen klasik melankoli kendine masal anlatmaz. Ölümcül bir dengeyle “donuk bir çizgide” adım adım ilerler.

Gerekli olan ile mümkün olanın ayrıldığı, mutlak çabanın göreli bir inanca dayandığı, uzak geleceğe yönelik ihtirasın yakın geleceğin sefaletine çarparak kırıldığı, hayal ile gerçek arasında hiçbir ortak noktanın kalmadığı vakit klasik dandy’ler tarafından paylaşılan hüznün gizemi budur.

Devrimlerin klasik melankolisi bir haz açlığını değil, Saint-Just, Blanqui veya Guevara’da karakteristik olan bir azla yetinme ruhunu tercüme eder. Ve Benjamin’in Blanqui’de gördüğü “bastırılmış olağanüstü melankoli”nin yüceliğine sahiptir. Soğukkanlı ve uzgörülü olan, boyun eğmeyen ve vazgeçmeyen bu melankolinin büyüsünü yitirmiş bir dünyaya dair –yine romantik– estetikleştirmelerle, ereklilikten yoksun postmodern sızlanmalarla hiç ilgisi yoktur. Sonuç olarak, ihanete uğrayan bir hadisenin sonsuza dek yasını tutan şu devrimsiz melankolilerle hiç ilgisi yoktur. Lyotard, yüzyıl sonuna ait bu “iyileştirilemez melankoli”de büyük özgürleşme umutlarından kurtulmuş bir insanlığın yas işaretlerini görür. Ona göre bunca hayal kırıklığının ardından ulaşılamayanın devrimci melankolisi kaçınılmaz olanın güçsüz hüznüne dönüşür: “Zeitgeist’te bir çeşit hüzün” vardır, biten bir yüzyılın “siyaset fikrinin çöküşüne bağlı” hüznü. Hannah Arendt’in de, “siyasal kurumların ve toplumsal geleneklerin bozgunu”na bağlı “siyasal alan içindeki yalnız kalışı” veya “insani ilişkiler alanındaki perişanlığı” tespit ederek ifade etmek istediği buydu.

İşte o zaman somut bir örnek yaratarak ikna etme imkanı, gerekli olanla mümkün olan arasında yeni bir bağ ihtiyacı yeniden belirir.

Kısacası bir “geri-kuvvet” melankolisi ihtiyacı.

Ve sonunda her zaman öncü kuvvete yetişen bir geri-kuvvet.

Tıpkı sonunda Guermantes tarafının Méséglise tarafıyla buluştuğu gibi.**** 

Ekim 1997

1. Walter Benjamin, Paris capitale du XIX. Siècle, Paris, Cerf, 1989, s.560 ve 901.

2. Walter Benjamin, Charles Baudelaire, un poète lyrique à l’apogée du capitalisme, Paris, Payot, 1982, s.230, 236, 239.

3. Auguste Blanqui, L’Eternité par les astres, Paris, Futur antérieur, 1973, s.120, 169, 102. (Yıldızlardan Ebediyete, çeviri: Cemal Yardımcı, Metis, 2015)

4. Jorge Luis Borges, Histoire de l’éternité, Paris, UGE, coll. “10/18”, 1964, s.169.

5. Antonio Labriola, Essais sur la conception matérialiste de l’histoire, Paris, Giard et Brière, 1902, s.41. 

6. Lucio Vanini, De admirandis naturae arcanis.

7. Siegfried Kracauer, Jacques Offenbach ou le secret du Second Empire, Paris, Le Promeneur, 1994, s.108.

8. Bkz Dionys Mascolo, “Si la lecture de Saint-Just est possible”, in A la recherche d’un communisme de pensée, Paris, Fourbis, 1993; ayrıca bkz. André Malraux, Saint-Just et la force des choses, 1954.

9. Walter Benjamin, Baudelaire, op.cit., s.145.

10. Kurt Tucholsky, Adieu révolution allemande, Grenoble, Presses universitaires  de Grenoble, 1981, s.214.

11. Kurt Tucholsky, Chronique allemandes, Paris, Balland, 1982, s.46.

12. José Carlos Mariategui, 28 Temmuz 1915 tarihli mektup ve Invitacion a la vida héroica, Antologia, Lima, Instituto de Apoyo Agrario, 1989, s.263.

13. Sous-commandant Marcos, “Depuis les montagnes de Sud-Est mexicain”, 24 Mart 1994, in Ya Basta!, II, Paris, Dagorno, 1996.

14. Sous-commandant Marcos, “En cavale”, in Ya Basta!, I, Paris, Dagorno, 1994, s.218 ve 321.

15. Lev Troçki, Sürgün Günlüğü (1935), çeviren: Aslı Aydın. Yazın Yayıncılık, Ekim 1997, İstanbul.

16. Charles Péguy, Victor Marie, Comte Hugo, Paris, Gallimard, 1942.

17. Charles Péguy, Cahier de la quinzaine XII, 15 Mart 1904, Œuvres en prose, Paris, Gallimard, “Pléiade”, tome I, s.1356.

18. Bu karşıtlığın hiçbir gizemi yoktur. Nostaljik, restorasyonist romantizm, muhafaza etmek için dönüştürme yönündeki devrimci iradeye sırt çevirir. Bu ahlaki romantizm ne geçmişin geleneksel inancına ne de bugünün rasyonel inancına sahiptir, ve “kendine bir inanç yaratmaya yönelik kaygılı bir arzuyla kıvranan ve bunu gerçekleştirebilecek güce sahip olmayan bu inanç eksikliği” telafiyi bir Ortaçağ dininde veya “kendine özdeş ırk dininin” belirdiği “romantik maskaralıklarda” arar. 

19. Pierre Naville, La Révolution et les intellectuels, Paris, Gallimard, 1928.

20. Guy Hockenghem ve René Schérer, l’Âme atomique, Paris, Albin Michel, 1986, s.16.

21. Charles Baudelaire, Œuvres complètes, Paris, Laffont, coll. “Bouquins”, 1986, s.807.

22. Ernest Renan, Marc Aurèle ou la fin du monde antique, Paris, Livre de Poche, coll. “Biblio Essais”, 1984, s.156.

* Yazar, burada Victor Hugo’nun “Olympio’nun Kederi” şiirine göndermede bulunur. Ç.N.

**Bensaïd burada Pascal’ın “eğlencesiz bir kral” sözlerine atıfta bulunur. Ç.N.

***Dandy: Tavır ve giyimlerinde inceliğe ve aşırılığa önem veren 19. yüzyıl İngiliz “züppeleri” tanımlamak için kullanılan terim.Ç-N.

****Bkz. Marcel Proust, Guermantes Tarafı, Çeviri: Roza Hakmen, YKY, Ç-N.

Çeviren: Uraz Aydın

Yazarın Le pari mélancolique (Melankolik Bahis, Fayard, 1997) kitabından alınıp çevrilmiş olan bu yazı daha önce şu derlemede yayımlanmıştır: Daniel Bensaïd, Köstebek ve Lokomotif, Tarih, Devrim ve Strateji üzerine Denemeler, Çevirenler: Uraz Aydın, Erkal Ünal, Mutlucan Şahan, Yazın yayıncılık, 2006. 

Görsel: claude de garam, La melancolie anxieuse.

Auguste Blanqui, Heretik Komünist – Daniel Bensaïd, Michael Löwy

Aşağıda okuyacağınız metin Daniel Bensaïd ile Michael Löwy’nin ortaklaşa kaleme aldığı tek yazı. Esasında her ikisinin de kendi fikri gelişiminde çok kilit bir noktada bulunan Walter Benjamin üzerine bir kitap yazma düşüncesiyle başlamıştı bu süreç. Ancak, Benjamin’in de önemli kaynaklarından biri olan Auguste Blanqui hakkında, “İktidar sınavı karşısında Fransız sosyalizmleri. Solun melankolik bir eleştirisi” başlıklı, Philippe Corcuff ve Alain Maillard tarafından derlenen bir kitaba katkı olarak bu metin çıkar ortaya. Löwy, Daniel’in ölümünün ardından yazdığı yazılardan birinde Blanqui’ye yönelik bu ortak ilgiyi şöyle tarif ediyordu: “İkimiz de Blanqui’ye, burjuvazinin, pozitivist ideolojinin ve ilerleme öğretilerinin bu boyun eğmez hasmına hayranlık duyuyorduk. ‘Le Charbon’ café’sindeki dostane sohbetlerimiz sırasında Blanqui’nin metinlerinin yorumlanması konusunda mutabık kaldık. Esas ayrışma konumuz Blanqui’yi değil Marx’ı ilgilendiriyordu. Daniel bu kurucu babanın ‘sosyolojik yaklaşımı’ olarak değerlendirdiği şeyi eleştiriyordu: İşçilerin fabrikalarda yoğunlaşmasının mecburi olarak bilinçlenmeye ve örgütlenmeye yol açtığına dair inanç; ben ise Marx’taki praksis felsefesine göre sınıf bilincini yaratanın mücadele deneyimi olduğu noktasında ısrar ediyordum. Bir uzlaşma noktası bulduk…”[1]

Löwy’ye göre Bensaïd’in Blanqui, Benjamin ve Péguy ışığında yaptığı Marx okuması onun tarihi bir “çatallanmalar ve kavşaklar dizisi, sınıf mücadelesinin belirleyici bir yer tuttuğu fakat sonucunun öngörülemeyeceği bir mümkünler alanı olarak telakki etmesine yol açmıştı. Devrim fikri karşı konulmaz bir zamansallığın mekanik ilerleyişinin karşısında konumlandırır kendini”[2]. Michael Löwy yine çeşitli metinlerinde 2006’da yayımlanmış olan aşağıdaki yazı için başlık olarak seçtikleri “heretik komünist” kavramının Bensaïd’in fikriyatı için de geçerli olduğunu ifade eder: “ezilenlerin davasına inatçı biçimde sadık fakat her türden ortodoksluğa alerjik”ti onun için Bensaïd[3]. Nitekim Köstebek ve Lokomotif’in[4] yazarının ölümünün ardından kaleme aldığı ilk yazının başlığı, Osman S. Binatlı’nın titiz çevirisiyle okuyacağınız bu ortak metne apaçık bir gönderme teşkil eder: “Daniel Bensaïd, Heretik Komünist”[5]. Son olarak Michael Löwy’nin Daniel ile ilgili hem anılarını hem siyasal-felsefi değerlendirmelerini, geçtiğimiz yıl Bensaïd’in 10’uncu ölüm yıldönümü vesilesiyle İmdat Freni ve Yeniyol olarak düzenlediğimiz “Bir İmdat Freni olarak Devrim” toplantısının kaydından izlemek mümkün.

İmdat Freni

Fransız sosyalizminin tarihinde heretik[6], marjinalleştirilmiş, bastırılmış bir yeraltı akımı vardır. Bu akım, solda 19. Yüzyılın sonundan bugüne galebe çalmış olan – Jaurès-Guesde, Blum-Cachin, Mollet-Thorez, Mitterrand-Marchais rakip ve tamamlayıcı çiftleriyle temsil olunan – eğilimler arasında gizli kalmış bir duyarlılık oluşturur. Sosyalizm tarihine bir “Birinci” sol ile “İkinci” sol – biri merkeziyetçi, devletçi, antikapitalist, diğeri daha toplumsal, reformcu, demokratik – arasında kopuş açısından bakılacak olursa, burada yasamayı ve yürütmeyi içeren siyasal oyunun her zaman dışında kalmış çok daha radikal bir “Üçüncü sol” söz konusudur.

Örgütlü bir grup ya da eğilim değil, hele bir parti hiç değil, olsa olsa en görünür yıldızları Auguste Blanqui, Georges Sorel, Charles Péguy ve Bernard Lazare olan entelektüel ve siyasi bir takımyıldız söz konusudur. Fransız sosyalizminin, kimilerinin sessizliğiyle olduğu kadar, başkalarının da “çarpıtarak kendine mal etme” girişimleriyle – mesela “İkinci” solun (boşa çıkmış) Sorel’e sahip çıkma girişimi – hasıraltı edilmiş olan bu “saklı geleneğini” yeniden keşfetmeye çalışarak, zaten mevcut olanların yerine yeni bir ortodoksluk önermek niyetinde değiliz kesinlikle. Bu düşünürlerin aralarında yakınlıklar kadar farklılıklar da gösterdikleri dikkate alındığında bu zaten mümkün değildir.

Dört yazarımızın her birinin kendince ciddi sınırlılıklarını da göz ardı etmiyoruz: Blanqui’nin darbeci, Péguy ile Bernard Lazare’ın milliyetçi ayartılmaları, Sorel’in Action Française[7] ile kısa fakat cehennemî flörtü. Bu muğlaklıklar, faşizmin Sorel’e, Pétainciliğin de Péguy’e, düşüncelerinin korkunç biçimde çarpıtılması pahasına el koyma girişimlerini meşru kılmaksızın aydınlatır.

Herhangi bir yanlış anlamaya meydan vermemek için ayrıca bu takımyıldızı Marx’ın bir alternatifi olarak sunmanın da söz konusu olmadığını belirtelim. Kapital’in yazarını Duvar’ın enkazı altında kalan ölü bir köpeğe indirgeme iddiasındaki en son “hazır düşün” modasına karşı, (Sartre’ın meşhur ifadesini tekrar edecek olursak) Marksizmin “çağımızın aşılmaz ufku” olduğu kanısındayız. Onu “aşma” (veya olasılığı olmayan bir “post-Marksizm” uydurma iddiaları) onun ötesine geçmekle değil, hep gerisine – kadim dostlar Adam Smith (ile onun görünmez ve aynı zamanda o denli suçlu eline), Locke (ve onun aptallar sözleşmesine), Bentham (ve onun gayet iyi anlaşılmış olan fayda duygusuna) – dönmekle son  buluyor.

Dolayısıyla “muhalif sosyalistleri”, Marksizmi zenginleştirebilecekleri ve onu bir dizi çapaktan kurtarabilecekleri inancıyla eleştirel Marksistler olarak yeniden okuyoruz. Anılan dört yazar, apaçık çeşitliliklerine, heterojenliklerine, tikelliklerine rağmen bize onları bir küme olarak düşünmeye imkân veren bazı karakteristikleri eşitsiz biçimde paylaşıyor gibi görünüyor:

  • Pozitivizmin, bilimciliğin, mekanik determinizmin reddi.
  • “İlerleme” ideolojisinin, evrimci bir tarih felsefesinin ve tarihin çizgisel zamansallığının eleştirisi.
  • “Modernite”nin sebep olduğu hasara dair keskin bir algı.
  • Doğası gereği adaletsiz olduğu düşünülen kapitalizme uzlaşmaz karşıtlık.
  • Reformizmin, parlamenter ahmaklığın ve sıradan siyasetin uzlaşmalarının reddine götüren isyankâr bir duyarlılık.
  • Otoriterlik ve devletçilik karşıtı bir eğilim.
  • Geçmişin cemaatsel biçimlerinin cazibesine kapılmış, piyasa modernitesine karşı eleştirel, romantik bir duyarlılık. Péguy gençliğe özgü devrimci romantizm ile (inanç değiştirdikten sonra) muhafazakâr romantizm arasında tereddüt etse de, daha çok Stoacı ve Romalı antikiteden esinlenen Blanqui kararlı biçimde romantizm karşıtıdır.
  • Koşullu öngörülerle ve felaket tehlikesini savuşturmak için eylem çağrılarıyla ilerleyen, kelimenin kutsal kitap anlamında, “peygamberane” bir üslup.
  • Rutin siyasetin küçük hesapçı ve dar kafalı ufkunun aksine, siyasetin inançtan, tutkudan, ahlaktan esinlenen bir eylem olarak – dünyevî ve laik – “mistik” ve uzlaşmaz bir vizyonu.
  • Olayların, alternatiflere, çatallanmalara ve kopuşlara yer bırakan, çizgisel olmayan, birikimli olmayan “açık” bir kavranışı.

Bu on emrin tamamına yazarlarımızın her birinde rastlamak şart değildir: Şu ya da bu yön yazarlardan birinde merkezi bir yer işgal ederken, bir başkasında mevcut değildir. Yine de “seçmeli yakınlıkların” ince ilişkileriyle birbirine bağlı olan bu öğelerin çoğunu paylaşırlar. Yazılarına bu kaliteyi, bu sınır tanımayan etkili düşünce tarzını, çağdaşlarının çoğuyla tezat hâlindeki bu tonu veren de budur. Bu az bilinen sosyalist takımyıldız, cumhuriyetçi bir pozitivizmin baskın etkisi altında egemen akımları tarafından şekillendirildiği hâliyle Fransız solunun tarihinde bastırılmış olan bir katkıda, – tüm belirsizliklerine ve çelişkilerine rağmen – eşi benzeri olmayan değerli bir katkıda bulunmuş gibi görünmektedir. [8]

Auguste Blanqui, Peygamberane Komünist ve Düzenli Anarşist

Blanqui’ye sık sık yöneltilen siyasi suçlamalar üzerinde durmayı gereksiz kılacak kadar iyi bilinir: Darbecilik, devrimci elitizm, Alman düşmanlığı vb. Ancak hayali bir türlü gözümüzün önünden gitmez: O yalnızca bütün gericiliklerin değişmez kurbanını değil – Orleancılar, Bonapartçılar, Versaycılar, düzen cumhuriyetçileri onu hapiste tutmak için kuyruğa girmiştir – aynı zamanda yaşadığı yüzyılın çok daha ötesinde yankılanan kendi “tunç sesinin” (Walter Benjamin) mesajını da ete kemiğe büründürür.

Blanqui’nin siyasetini özetlemek gerekseydi, her şeyden önce, en tutarlı biçimde bir devrimci iradeciliğin, onun hem gücünün ve zayıflığının, hem de büyüklüğünün ve sınırlarının kaynağı olan bir devrimci iradeciliğin söz konusu olduğunu söylemek mümkün olurdu. Saint-Simoncuların, özellikle pozitivistlerin – yalnızca “güce saygılarıyla ve yenilmişlerle temas kurmaktan özenle kaçmalarıyla” temayüz eden ve sistemli biçimde toplumu doğaya benzetme eğiliminde olan bu sefillerin – tersine Blanqui, siyasetin sözüm ona “yasalarına” inanmaz. “Yasa” veya değişmez kural denilen şey akılla ve iradeyle bağdaşmadığından, ona göre yasa sözcüğünün, ancak doğaya ilişkin olduğunda bir anlamı vardır. İnsanın eylediği yerde yasaya yer yoktur[9]. Bu iradecilik Blanqui’yi kimi zaman başarısızlığa sürüklemiş olsa da – ki 1839’da ve 1870’de “silaha sarılma” bunun en iyi örnekleridir – aynı zamanda onu “bilimsel” determinizmin balçıklı bataklığından kurtarmıştır.

Alophe, ‘Hücresinde oturan Blanqui’, Vincennes, 1848

Akla ve iradeye bu iman şüphesiz, onun bütün düşüncesine işlemiş olan Aydınlanma felsefesinin bir mirasıdır. “Işık! Işık!” haykırışı, zamanın sosyalist hareketlerinin durmaksızın tekrarlanan, komünizmin “evrenselleştirilmiş öğretimin kaçınılmaz sonucu” olacağı yönündeki karakteristik aydınlanmacı yanılsamasının bir kısmıyla yakından ilişkili olarak La Critique sociale (Toplumsal Eleştiri) sayfalarında sık sık karşımıza çıkar. Aydınlığın ve onunla birlikte zorunlu olarak topluluğun[10] gelmesi için okullardan “Kara Ordu”yu (Kilise) kovmak ve öğretimi genelleştirmek yetecektir[11]. Bununla birlikte Blanqui, ilerleme ideolojilerine yönelik sert eleştirisiyle kendisini Aydınlanma’nın tek mirasından radikal bir şekilde ayırır. Bu konudaki ifadelerinden bazıları şaşırtıcı bir keskinliğe sahiptir. Bu ifadeler bunları neredeyse kelimesi kelimesine tekrar edecek olan Walter Benjamin’in şüphesiz dikkatini çekmiş ve ilgisini uyandırmıştır[12].

Blanqui bilimin ve sanayinin ilerlemesini hiçbir şekilde küçümsemez. Bununla birlikte, günümüz toplumunda bütün bilimsel ve teknik zaferlerin “Sermayenin elinde Emeğe ve Düşünceye karşı korkunç bir silaha dönüştüğü” kanısındadır[13]. Ayrıca, daha ileride göreceğimiz gibi Doğaya karşı da.  Daha genel olarak, Blanqui geçmişi, aydınlanmanın ve özgürlüklerin tedrici ve çizgisel bir birikimi olarak kavramaz: “İnsan soyunun tarihini boydan boya geçen sonu gelmez felaketler dizisini” unutmak mümkün değildir diye yazar. “İlerleme” adına her zaman galipleri meşrulaştıran konformist, pozitivist ve dar görüşlü tarihselciliği reddederek, geçmişin kurbanlarına “döşek doldurmaya” yarayan “kuru yaprak” muamelesi yapan bu “kinizm ve riyakârlık karışımını” teşhir eder. Bu ideologlar için, “Tarih kalın fırça darbeleriyle, büyük bir soğukkanlılıkla ceset ve harabe yığınlarıyla resmedilir. Hiçbir katliam bu vurdumduymaz başlarda kaşların kalkmasına sebep olmaz. Bir halkın katledilmesi mi dediniz? İnsanlığın evrimi… Barbarların istilası mı dediniz? Roma İmparatorluğunun yaşlı damarlarına genç ve taze kan verilmesi. (…) Felaketin yolunun üzerine çıkan ve yerle bir ettiği nüfusa ve şehirlere gelince… zorunluluk… ilerlemenin mukadder yürüyüşü”. Benjamin’in “Tarih Kavramı Üzerine” IX. Tezinde ilerlemenin meyvelerini gökyüzüne yükselen bir felaket enkazı yığını olarak betimlediği sırada aklında La Critique sociale’in bu pasajının olup olmadığını bilmek zordur ama Blanqui’nin imgeleriyle benzerlik açıkça ortadadır[14].

Mevsimler Derneği’nin kurucusu için tarihsel süreç önceden belirlenmiş bir evrim değil, her kritik uğrakta bir karar, yolların kesişiminde bir çatallanma biçimine bürünen açık bir harekettir.  Biyografisinin yazarı Gustave Geffroy’nın güzel bir imgesiyle “Blanqui bir Devrim kavşağına onun belirsizliğinin görünür ve çekici bayrağını dikiyordu”[15]. Demek ki insanlık tarihi felakete de, kurtuluşa da götürebilir: “İnsanlık hiçbir zaman durağan değildir. İlerler ya da geriye çekilir. İleriye yürüyüşü onu eşitliğe götürür. Geriye yürüyüşü ise mülkiyet hakkının son sözü olan kişisel köleliğe kadar, tüm ayrıcalık derecelerinden geçerek geriye döner. Oraya geri dönene kadar Avrupa uygarlığı kuşkusuz ortadan kalkmış olacaktır. Ama bu hangi felaketin sonucu olacaktır? Bu zaten, yarım yüzyıllık bir farkla, sonradan Rosa Luxemburg tarafından dile getirilecek olan “sosyalizm ya da barbarlık” alternatifi fikridir[16]. Blanqui Théophile Silvestre ile 1862 tarihli görüşmesinde tarihsel zamanın çizgisel kavranışlarının hepsinin reddini yeniden vurgular: “Ben, ilerlemenin garanti olduğunu, insanlığın geri gidemeyeceğini iddia edenlerden değilim. (…) Hayır, mukadderat diye bir şey yoktur; aksi hâlde saat saat yazılan insanlık tarihi, tamamen önceden yazılmış olurdu.”[17]

Blanqui, o “tarihin kadercileri”, o “oldu bittiye tapanlar” dediği pozitivistler tarafından ödünsüz savunulan “her halükârda ilerleme’nin, kesintisiz sağlık’ın uğursuz teorisine” işte bu nedenle kategorik olarak karşı çıkmaktaydı. Pozitivizm onun için ezenlerin bakış açısından anlatılan tarihtir: “Galibin tüm gaddarlıkları, suikastlarının uzun listesi, büyük bir duygusuzlukla doğanın evrimi gibi kaçınılmaz, olağan evrime dönüştürülür. (…) Ancak insanî şeylerin döngüsü hiçbir şekilde kainatınki gibi mukadder değildir. Her dakika değiştirilebilir.[18] Benjamin için Blanqui’nin büyüklüğü, ilerlemeye değil mevcut adaletsizliğe son verme kararına inanmasıdır. O, “insanlığı kendisini sürekli tehdit eden felaketten son anda kurtarma” konusunda bütün devrimcilerin en kararlısıdır[19].

Yukarıda tanımlanmış olan Eski Ahit anlamıyla onun peygamberane rolü olarak adlandırdığımız tam da budur. Bu peygamberane kehanet gücü 1848 yılı boyunca şaşırtıcı biçimde kendini gösterir. Mayıs ayından itibaren – kanlı Haziran günlerinden birkaç hafta önce – “felaketin öncü semptomlarını” gözlemlemekte ve gericilik güçlerinin cephe birlikleri sayesinde “Paris işçilerinin bir Saint-Barthélémy’sini (toplu kırımını)” gerçekleştirme niyetini vurgulamaktadır[20]. Kısa süre sonra hapse atıldığından Haziran’ın ümitsiz kavgalarına – modern burjuva toplumunun kurucu olaylarından biri – katılamayacak olsa da onun zihin berraklığı özellikle Fransa’da Sınıf Savaşları’nda Marx tarafından unutulmayacaktır: “Proletarya gitgide devrimci sosyalizm etrafında, burjuvazinin onun için Blanqui ismini icat ettiği komünizm etrafında kümeleniyor. Bu sosyalizm, devrimin sürekli ilanıdır[21].”

Belle-Ile-en-Mer kalesinde hapsedilen Blanqui, Londra’da sürgünde yaşayan dostlarına sonradan en ünlü broşürlerinden biri hâline gelecek bir selam gönderir. Marx ve Engels tarafından tercüme edilen bu metin İngiltere’de ve Almanya’da yaygın biçimde dağıtılacaktır. Bir yandan 1848’in “halkın vekili kılığına girmiş burjuvalarına” (Ledru-Rollin, Lamartine vb.) acımasız bir eleştiriyi, bir yandan da gelecek için peygamberane – koşullu – bir uyarıyı dile getirir: “Eğer, bir sonraki halk zaferi günü, kitlelerin unutkan hoşgörüsü, seçmenin verdiği vekaletin emrettiği görevleri yerine getirmeyen bu adamlardan birinin iktidara gelmesine izin verirse, yazıklar olsun bize!”. Sosyalist doktrinlere gelince, “onlar da eğer halk (…) kesinleşmiş yegâne pratik unsuru (güç, silahlar, örgütlenme) ihmal edecek olursa (…) olsa olsa acınası bir kürtajla sonuçlanacaktır”. Bu belgenin anahtar kelimesi “eğer”dir: Kaçınılmazı öngörmek değil, bir tehlikeye işaret etmek ve bir karar çağrısı yapmak söz konusudur. Selamlama şu sözcüklerle biter: “Bırakın halk karar versin”.[22]

Blanqui’nin bu metni Fransız sürgün çevrelerinde bir bomba etkisi yarattı ve tahmin edilebileceği gibi protestolara ve eleştirilere yol açtı. Yeniden kalemine sarılan Mahpus, “peygamber” unvanını ilk kez sahiplendiği bir bildirgede (“Halka Duyuruya Karşı Yaygara Koparanlara Dair”, Nisan 1851) yazdıklarını gerekçelendiriyordu. 1848’deki “öngörü doğruluğunu” hatırlatarak şunları saptıyordu: “Halk kesimlerinin saflarında kim bilir kaç kez ‘Blanqui haklıydı!’ diye feryat edildi (…) ‘Bunun böyle olacağını söylemişti!’ cümlesi sık sık tekrar edildi ki geç de olsa bu ayılma, bu pişmanlık ve tövbe ifadesi bir itibar iadesi, onurlu bir ceza olmuştu. Ama bakın işte peygamber yine konuşmaya başladı. Acaba bunu meçhul bir ufku göstermek, yeni bir dünyayı ortaya çıkarmak için mi yapıyor? Hayır, bunu kulübünün (siyasî partisinin) vaaz ettiklerini irdelemek için yapıyor. (…) Tıpatıp aynı şekilde yeniden doğmakla tehdit eden tehlikelerin karşısına alarm çığlığını çıkarıyor: Proleterler, tetikte olun!”[23]

Blanqui’nin zihnindeki peygamber imgesi kuşkusuz kutsal kitap esinlidir ancak bütünüyle dünyevî ve laik bir biçimdedir. Dahası, onun reddettiği ağlak peygamberlik (Yeremya gibi sürekli yakınma) denilen kadim bir peygamberlik tarzı vardır. Hakiki peygamberlik bir şikâyet değil, kurtarıcı eyleme bir çağrıdır. İşte onun ünlü Silaha Sarılma Yönergesi’nin (1868) sonuç bölümü: “Tepki vermek yerine ağıt yakmak zamanımızın aptalca alışkanlığıdır. Sızlanmak moda olmuştur. Bütün tavırlarda sahnede Yeremya var. Ağlıyor, kırbaçlıyor, dogmatikleştiriyor, hüküm sürüyor, esip gürlüyor, tüm belalar arasında kendisi de bir bela. Bu ağıtları özgürlüğün mezar kazıcılarına bırakalım. Bir devrimcinin görevi her zaman mücadele, yine de mücadele, yok olma noktasına kadar mücadeledir… “[24]

Blanqui’nin en etkileyici kehanetlerinden biri şimdiye kadar yorumcuların dikkatinden kaçmıştır. Bu kehanet, onun ilerleme ve bilimin Sermaye tarafından kullanılması konusundaki eleştirel görüşüne yakından bağlı olarak yeni bir tehlikeyi ifşa eder: Doğal çevrenin kapitalist uygarlık tarafından tahrip edilmesi. Uygar dünya “ ‘Benden sonra tufan’ diyor, bunu yüksek sesle söylemese de düşünüyor ve ona göre hareket ediyor. Doğanın biriktirdiği hazineler, hiçbir şekilde tükenmez olmayan ve kendisini yenilemeyecek hazineler acaba ölçülü ve tutumlu kullanılıyor mu? Kömür, geleceğin rezervi keşfedilmemiş yataklar bahanesiyle iğrenç biçimde israf ediliyor. Yakında ortadan kalkacak, torunlarımız için kayıp olacak güçlü kaynak balinanın soyu tüketiliyor. Şimdiki zaman ihtiyaçları için gelişigüzel yağmalıyor ve tahrip ediyor”. Aynı metnin başka bir paragrafında “vahşi” denilen kabilelerin Avrupa uygarlığının istilası tarafından yok edilmesine bir göndermeden sonra şöyle yazar: “Tiksinç ırkımız neredeyse dört asırdır insan, hayvan, bitki, mineral demeden karşısına ne çıkarsa acımasızca yok ediyor. Kör bir takip sonucu yok olacak balina yitip gidecek. Kınakına ormanları birbiri ardına düşüyor. Balta kesiyor, fidan diken yok. Geleceğin ateşinin yükselmesi kimsenin pek umurunda değil”.[25]

1869-1870 tarihli, 19. Yüzyıl sosyalizminde eşi olmayan – 20. Yüzyılın sosyalizminde de son yirmi yıla kadar benzerine nadiren rastlanan – bu uyarı 125 yıl sonra güncelliğinden bir şey kaybetmemiştir: 21. Yüzyılın eşiğinde yolumuzu gözleyen bazı ekolojik felaketlerin kesin bir tanımını bulmak için kömürün yerine petrolü, baltanın yerine buldozeri koymak yeter.  Blanqui vadeler konusunda şüphesiz yanılmıştır – ki bu çok sayıda peygamberane zihnin ortak kusurudur – ama kaygı verici tehdidi uzun zaman öncesinden öngörmüştür.

Blanqui her devrimci peygamber gibi siyasetin, bir inancın, bir ahlakın ve bir tutkunun esinlediği eylem olarak, (kelimenin Péguy’ci anlamında) “mistik” bir vizyonuna sahiptir. Bu devrimci iman burjuva klerikalizminin küçük ve hesapçı bencilliğine ve onun devlet ak(ılsızlığına)lına en radikal biçimde karşı çıkar. Din onun ölümcül düşmanı olmaya devam etse de devrimci biçimi ve içeriği ne olursa olsun, kendini altın buzağıya tapmaktan ayrı tuttuğu sürece samimi inanca saygı duyar: “İster cehaleti içinde dinin fanatizminin tutkusuyla dolu olsun, ister daha aydınlanmış, özgürlüğün coşkusuna kapılıp gitmiş olsun halk her zaman büyük ve cömerttir: Paranın aşağılık çıkarlarına değil, ruhun daha soylu tutkularına, daha yüksek bir ahlakın esinlediklerine itaat eder”.[26]

Blanqui dostu Maillard’a 1852’de yazdığı bir mektupta ezilen sınıflar açısından sosyalizmin ne anlama geldiğini açıklamak için – herhangi bir dinî ima içermeyen – “inançtan” bahsetmekten çekinmez: Sosyalist fikir, çoklu öğretilerinin çeşitliliğine ve çelişkilerine rağmen, “kitlelerin zihnini ele geçirdi, onların inancı, umudu, sancağı haline geldi. Sosyalizm nüfusların içinden geçip onları silkeleyen elektrik kıvılcımıdır. Bunlar yalnızca bu doktrinlerin (…), halkı cezbedip, fırtınanın ortasına atma ayrıcalığına sahip bu güçlü fikirlerin yakıcı nefesiyle harekete geçer, coşarlar. Yanlış anlamayın, sosyalizm devrim demektir. Sadece orada bulunur. Sosyalizmi ortadan kaldırın, halk alevi söner, tüm Avrupa’yı sessizlik ve karanlık kaplar”.[27]

Sömürülenlerin eyleminde maddi çıkarların rolünü yadsıyacak idealist bir tarih görüşü mü söz konusudur? Bu devrimci “din” – terim Blanqui’nindir ama kararlı biçimde ateist ve dünyevî bir anlamda tasarlanmıştır – materyalizme ve maddi refah gereğine karşıt olmak şöyle dursun, onun bilinçli ifadesidir: “Mazzini sosyalist doktrinlerin materyalizmi aleyhine, arzuların tatmininin ısrarla tavsiye edilmesi aleyhine, bencil çıkarlara çağrı aleyhine öfkeyle atıp tutuyor. (…) Devrim kitlelerin kaderinin iyileştirilmesi değilse nedir? Ayrıca çıkarlar doktrinine yönelik bu sövgüler ne menem bir aptallıktır! Bir bireyin çıkarları bir hiçtir, ama bütün bir halkın çıkarları bir ilke mertebesine yükselir; insanlığın tamamının çıkarları ise bir din hâline gelir”. Başka bir deyişle: Sosyalist peygamberlerin “mistik”i materyalist bir diyalektiği, tam tersine, dışlamaz[28].

Adaletsizliğe karşı bir mücadele olarak sosyalizmin ahlakî boyutu da Blanqui’nin gözünde kritik öneme sahiptir. Pozitivizme karşı başlıca eleştirilerinden biri onun olgular karşısında eleştirel/ahlakî mesafe yokluğudur: “Pozitivizm adalet fikrini dışlar. Yalnızca sürekli ilerleme yasasını, mukadderatı kabul eder. Mükemmelleşmeler dizisinde (ilerlemenin zincirleme sonuçları) yer aldığına göre her şey kendi zamanında mükemmeldir. Her şey her zaman en iyisidir. İyiyi veya kötüyü değerlendirecek hiçbir ölçüt yoktur”.[29]

Oysa Blanqui otoriter bir düşünür olma şöhretine sahiptir. Onun hâlâ karanlıklara gömülmüş hâldeki bir halkı “aydınlanmanın genel yaygınlaştırılması” sayesinde pedagojik olarak aydınlatmakla – ki bu 18. Yüzyıl Ansiklopedistlerinin ve onların 19. Yüzyıldaki sosyalist takipçilerinin tipik yaklaşımıdır – görevli (“on yıl boyunca”) “devrimci diktatörlük” veya “Paris diktatörlüğü” projeleri gerçekten de endişe vericidir. Bununla birlikte, aynı metinde, yine de, komünizmi yukarıdan kurmaya yönelik her türlü otoriter girişimi kınar: “Kendisini kararname ile dayatmak bir yana, komünizm ülkenin özgür kararlarına dayanarak gelişini beklemelidir”.[30]

Aslında, Blanqui’nin yazılarının merkezinde, otoriter aydınlanma ile derin bir liberter duyarlılık arasında istikrarsız bir denge bulunur. Bu ikincisi mesela onun sosyalist hareketin içindeki çeşitliliğe ve çoğulculuğa övgüsünde ifadesini bulur: “Proudhoncular ile komünistler karşılıklı sert eleştirilerinde eşit ölçüde gülünçtür ve doktrinlerdeki çeşitliliğin muazzam faydasını anlamamaktadırlar. Her nüansın, her okulun yerine getirecek bir misyonu, büyük devrimci dramda oynayacak bir rolü vardır ve şayet sistemlerin bu çokluğu size çok zararlıymış gibi görünseydi, hakikatlerin en tartışmasız olanını göz ardı etmiş olurdunuz: ‘Işık sadece tartışmadan doğar’ ”.[31]

Başka bir şaşırtıcı yön onun düşmana karşı tavrıdır: Blanqui sınıf savaşını ne kadar öğütlüyor, sömürücüleri ne kadar tutkuyla ifşa ediyor ve halkı ne kadar intikam almaya çağırıyorsa, terörden, giyotinden ve idam mangalarından da o kadar nefret eder. Karşı devrimciler, özellikle de kilisenin ajanları için önerdiği en ağır ceza Fransa’dan sınır dışı edilmektir. Bu bakımdan antikitenin Atina demokrasisine, (acımasız bir eleştirmeni olduğu) 1794’ün jakobenizminden daha yakındır. Kapitalistlere – “kan emiciler ırkı”na – gelince, halkın tamamının eğitimi onları güçsüz kılacak ve sonunda “yeni ortama razı olacaklardır”. Onlara karşı giyotin kullanmak söz konusu değildir: “Yanlış anlamayalım, kardeşlik, kardeşini öldürmenin imkansızlığıdır”.[32]

Bununla birlikte Blanqui bir ütopyacı değildir; gelecek için planlar önermeyi reddeder ve doktriner ütopyacıları “toplumsal yapıları gelecek kuşakları içine hapsetmek için maskeleyen” “fanatik izolasyon seviciler” olarak görür.  Gelecek kuşaklara yollarını seçme özgürlüğünü tanımak gerektiğine inanarak, Devrim’e yalnızca zemini temizleme, böylece “yeni düzene giden yolları, daha doğrusu çoklu patikaları açma” rolünü atfeder. Yeni düzene ilişkin olarak komünizmin en genel ilkelerinden bahsetmekle yetinir: Genel eğitim, eşitlik, (özel mülkiyeti yeniden üretecek paylaşma değil) ortaklaşma. Bu komünist geleceği, liberter bir ruhla, yurtlarında “hükümet denilen o iğrenç ve nefret edilen şeyden hiçbir parçanın burnunun ucunu dahi gösteremeyeceği” “yaban atları gibi ürkek” insanların oluşturduğu bir toplum; “otoritenin gölgesini, kısıtlamanın zerresini dahi kabul etmeyecek” özgür bireylerin oluşturduğu bir topluluk olarak tasavvur eder. Daha da açık bir şekilde, Kasım 1848 tarihli (sağlığında yayımlanmamış olan) bir el yazmasında şunu belirtir: “Düzenli Anarşi insanlığın geleceğidir.” (…) Toplumların nihaî amacı olan mükemmel hükümet, hükümetin yokluğudur (…). “[33]

Walter Benjamin yarım yüzyıl sonra, takipçileri tarafından sefil bir oyuncak otomat-kuklaya indirgenmiş bir Marksizme yeni bir devrimci ruh üflemek için Blanqui’den esinlenmişse, bu bir tesadüf değildir.

 Auguste Blanqui ya da Havı Tersine Taranmış Tarih

Cumhuriyetçi Babeufçülük, komplocu Karbonari ile modern sosyalist hareket arasındaki bir geçiş şahsiyeti olan Auguste Blanqui 1830’lardan itibaren cumhuriyetçiliğin sınırlarının bilincine varılmasının örneği olur. Söylemlerinden bazıları Marx’ın kendisinin liberal hümanizmden sınıf mücadelesini temel alan sosyalizme kabuk değiştirmesini önceden haber veriyor gibidir. Ondan daha acımasızca, hem Louis-Philippe’in sarayında saygı ve bağlılıklarını gösterip muktedirin gözüne girmeye çalışan Fouriercilerin “burlesk ütopyası”nı hem de Auguste Comte’un pozitivist klerikalizmini reddeder. Salt siyasî özgürleşmeyle sınırlı anlayışın dönüşüp biçim değiştirerek toplumsal ve insanî özgürleşme perspektifine yerini bırakacağını sezer. Bunun itici gücünün adını koyar: Proletarya -her ne kadar bu sözcük büyük ölçüde büyük sanayiden doğacağı hâliyle [adlandıracağı] şey’i önceliyor olsa da. Bununla birlikte 19 yaşından itibaren Fransız Karbonarisi üyesi olan Blanqui yüzyılın ilk yarısının, 1830 ve 1848 devrimlerinin bir devrimcisi olarak kalır.

Jakobenizm eleştirisi, kuşkusuz Babeufçü mirasından dolayı, ama aynı zamanda belirli bir burjuva cumhuriyetçiliğinin sınırlarının bilincine vardığı için o zaman için orijinal görünür. Nitekim, Robespierre’i Cloots’un kellesini alarak “Fransız Devrimine sığınmış asi tebaayı kurban ettiği” ve Chaumette’in kellesini alarak rahiplere teminatlar verdiği için sert bir dille eleştirir[34]Incorruptible’in[35] arkasında daha o zamandan Bonaparte’ı, “prematüre bir Napoleon”u, Yüce Varlık’ın arkasındaysa cumhuriyetçi bağnazlığı (ve hâlâ teolojik Devlet fetişizmini) görür[36].

25 Haziran 1848 saldırıdan önce Saint Maur sokağı barikatları

Demek ki henüz ismini almamış yeni bir devrim ufukta belirmektedir. Michelet’nin 93 yılının Enragé’lerinde[37] “bilinmeyen bir devrimin karanlık tohumu”nu algılayarak, Fransız Devriminin Tarihibaşlıklı kitabında romantik olarak adlandırdığı henüz hayalet hâlinde bir devrim: “Klasik cumhuriyetçilerin arkasında hızla yürüyen ve onları geçecek olan bir hayalet vardı: Günümüzde sosyalizm olarak adlandırdığımız yüz başlı, bin okullu romantik cumhuriyetçilik”. Blanqui onların, bir dereceye kadar, tümcesiz bir Cumhuriyet, başına bir sıfat eklenmemiş kısaca cumhuriyet fikrini, onun toplumsal içeriğini daha iyi belirlemek için aşmaya çalışan mirasçısıdır. Nitekim 1848’de şöyle yazar: “Cumhuriyet salt bir hükümeti bir başkasıyla ikame etmekten ibaret olsaydı, bir yalan olurdu. Kelimeleri değiştirmek yetmez, şeyleri de değiştirmek gerekir. Cumhuriyet işçilerin özgürleşmesi demektir, sömürü rejiminin son bulması demektir; o emeği Sermayenin tiranlığından kurtaracak yeni bir düzenin gelişi demektir”.

Bundan böyle cumhuriyet ya sosyal olacak ya da hiç var olmayacaktır. Siyasal devrimin toplumsal bakımdan derinleştirilmesi Marx’ın (1844’teki Yahudi Sorunu Üzerine başlıklı makalesinde) “insanın özgürleşmesi” adına salt “siyasal özgürleşme”nin ve toplumsal yabancılaşmaya dönüşmüş dinsel yabancılaşmanın eleştirisini yankılamaktadır. Blanqui’nin aklında Jean Baptiste Say’in derslerinden henüz yeterince kavramsallaştırılmamış bir sermaye eleştirisi kalmıştır. Nasıl Marx’a göre Hristiyanlık (özellikle Protestan formunda) özel ile kamusalı bencil çıkarın gemi azıya almasına izin vermek için birbirinden ayırmışsa, Blanqui de muzaffer protestanlıkta, “bencilliğin ve bireyciliğin dini” olarak, başka bir deyişle kapitalizmin ruhu olarak “bizim mutlak karşıtımızı” görür[38].

Yeni devrimi Fransız Devriminin dayandığı sınırların ötesine taşımaya hangi güç muktedir olacaktır? Halkın Dostları Derneği’nde 2 Şubat 1832 tarihinde yaptığı konuşma daha o zamandan sınıflar arası karşıtlığının ve bunun dinamiklerinin berrak bir analizini sunar: Temmuz Devriminden sonra “yüksek sınıf ezilmiştir, kavga sırasında saklanmış ve kavgayı onaylamamış olan orta sınıf ise ihtiyat sergilerken gösterdiği maharetle aynı ustalıkla, kendisine rağmen kazanılan zaferin meyvesini çalmıştır. Her şeyi yapmış olan halk ise önceki gibi sıfır kalmıştır. Ancak halk ele geçirdiği siyaset sahnesine bir gök gürültüsü gibi girmiş, neredeyse aynı anda sahneden kovulmuş olsa bile, yine de ustaca hareket ederek istifasını geri çekmiştir. Bundan böyle onunla orta sınıf arasında amansız bir savaş verilecektir. Savaş artık üst sınıflarla burjuvalar arasında değildir, hatta burjuvalar halka daha iyi direnebilmek için eski düşmanlarını yardıma çağırmaya ihtiyaç duyacaktır. Gerçekten de burjuvazi halka duyduğu nefreti uzun zaman gizlememiştir.[39]

Maillard’a 6 Haziran 1852 tarihli mektubunda, 1848 olaylarının ışığında bu karşıtlığı tekrar belirtir: “Bana, ben ne burjuvayım, ne proleterim diyorsunuz. Tanımsız kelimelere dikkat edin, bu entrikacıların favori enstrümanıdır”. O zamandan beri ne-o-ne-o’nun orta yolcu burjuva ideolojisinin ne denli karakteristik bir tiki olduğu biliniyor. Peki ama demokrat, sınıflar mücadelesini gizlemeye yarayan tümel bir maske değilse ne anlama gelir: “Hep yenilenen bu gizemlileştirme 1789’a dayanır. Orta sınıf halkı soyluluğa ve ruhban sınıfa karşı sahaya sürer, onları yere serer ve yerlerini alır. Eski rejim ortak çabayla yıkılır yıkılmaz, iki muzaffer müttefik Burjuvazi ile Proletarya arasında mücadele başlar”. Halk başlıklı eserinde Michelet daha 1846’da burjuvaziye maskesini indirip sınıf zulmünü göstermek için yarım yüzyılın yettiğini kaydediyordu. 1848’den sonra daha da sağlam gerekçelerle, kediye kedi demek zorunlu hâle gelmişti. Bununla birlikte, Blanqui toplumsal sınıf kavramının, Birinci Enternasyonale ve kooperatif hareketine işçi olduğu sosyolojik olarak doğrulanmış olanların dışında kimseyi kabul etmeyen bir Tolain’in (Fransız işçi hareketinin inatçı bir eğiliminin habercisi olan) uvriyerizminden daha geniş, daha açık bir anlayışına sahipti. Blanqui ise Tolain’in tam tersine oraya bütün toplumsal statüsünü kaybetmişleri [déclassés] (günümüzde dışlanmışlar ve prekarya derdik) kabul etme taraftarıydı. “Onlar”, diyordu “bugün kitleyi usulca kabartan ve onun atalete batmasını önleyen gizli mayadır. Yarın, devrimin yedek kuvvetlerini oluşturacaklardır.”

Buna karşılık sınıfsal karşıtlığın temellerinin açıklığa kavuşturulmasının önemli bir siyasî sonucu vardır: Yeni doğmakta olan işçi sınıfının sınırlarının belirlenmesi ve onun cumhuriyetçi burjuvazi karşısında siyasî bağımsızlığının olumlanması. Böylece, 1848 devrimi sırasında Blanqui Ledru Rollin’in adaylığına karşı Raspail’ın adaylığını destekler: “Seçim arenasında proletarya ilk kez siyasî parti olarak kendisini demokratik partiden tamamen ayırıyordu.[40]

Peki sınıflar mücadelesinde olgunlaşan bu bilinmeyen devrim için hangi siyaset gerekiyordu? Blanqui hem Produhon tarzı liberter ütopyayı, hem de “sermayenin en cüretkâr özürcüsü” Bastiat tarzı “rızaya dayalı piyasa”yı kategorik olarak reddeder. Henüz “piyasa sosyalizmi” olarak adlandırılmayan şey onun gözünde şeytanla bir anlaşmadan başka bir şey olamazdı çünkü kapitalist baskı “mülkiyetin kanlı zaferleri” üzerinde kurulmuştu. Ama komünizm de “kendisini ütopyanın cazibesinden sakınmalı ve siyasetten asla kopmamalıydı”. Blanqui mümkünün sağlam bir pratik duyusuna sahip olduğunu gösterir: Öyleyse “geleceği yönetmekten” sakınalım ve “bakışlarımızı gözü ve düşünceyi boşu boşuna yoran bu uzak ufuklardan çevirip, sofizmlere ve köleleştirmeye karşı mücadelemize devam edelim.[41]” Marx gibi, ütopyanın veya doktriner sosyalizmin tüm biçimlerinden nefret eder ve kurulu düzeni alaşağı edebilecek gerçek hareketin iç mantığını arar. Üretim, tüketim veya kredi kooperatif hareketine güvensizliği de bundan kaynaklanır. Özellikle de üretim kooperatifine; bu ona, başarısızlık hâlinde yılgınlığa ya da toplumu dönüştürmeden halkın en iyi unsurlarını ayıklamaya tabi tutacak bir toplumsal statü atlamaya (veya yeni üyelerin mevcutlar tarafından seçilmesine) yol açacak bir tuzakmış gibi görünür. Doğmakta olan bir işçi hareketinin toplumsal deneyleri karşısındaki bu düşmanlığına, siyasal iktidar meselesini bir çözüm getirmeden savuşturan Proudhoncular gibi kimi akımlarda yaygın olan “toplumsal yanılsamaların” yerinde eleştirisine eşlik eden inkâr edilmez bir sekterlik dozu da eklenir.

Aksine Blanqui için siyasî iktidarın zaptedilmesi toplumsal özgürleşmenin anahtarıdır. Dolayısıyla onun yaklaşımı, siyasî devrimi toplumsal reforma, hedefi de harekete tabi kılan ve bu bağlamda bu hedefi sürecin hayali tedrici değişimleri [gradualizm] içinde çözündürmeye varan Saint Simon veya Proudhon’un yaklaşımının tam tersidir. Blanqui “toplumsal meselenin ancak siyasî meselenin en enerjik ve en geri döndürülemez biçimde çözümünden sonra bizzat bu siyasi mesele tarafından ciddi biçimde tartışmaya ve pratiğe dâhil edilebileceğine” inanmaktadır. “Başka türlü davranmak, öküzleri kağnının arkasına koşmak olur. Bu daha önce bir defa denendi ve toplumsal mesele yirmi yıl boyunca yok edildi.[42]

Hiç kuşkusuz, amaç-araç, süreç-eylem diyalektiğini tersine çevirmekle yetinerek aşırı bir basitleştirmeye gitmekte ve hiçken nasıl her şey olunacağına[43] dair can alıcı sorununu çözmeyi reddetmekte midir? Onda bir hegemonya sorunsalı aramak boşunadır. Sendikal hareketin bürokratlaşmasıyla daha o zamandan beliren reformizm başlıca tehlike olsa da siyasî karar uğrağı üzerindeki işte bu tek taraflı ısrar Blanqui’ye ve daha da çok Blanquicilere, İkinci Enternasyonal içinde Rosa Luxemburg kadar ihtiyar Engels tarafından da yayılan darbeci şöhretine mal olmuştur. Ama aynı suçlamanın Lenin’e karşı da kullanılması Blanqui’nin biraz bulanık biçimde de olsa sosyalizmin bunaklık hastalığının ne olacağını gerçekten de algılamış olduğunu kanıtlar gibidir.

Blanqui’deki devrimci darbe konusundaki bu neredeyse her şeyi dışarıda bırakan saplantının bir diğer görünümü, gerçekleştirilecek ekonomik ve toplumsal dönüşümler ve bunların ritmi konusundaki son derece büyük, hatta aşırı ihtiyatlılık ve kaçamaklı belirsizliktir. Yine de unutulmamalıdır ki Marx ve Engels’in Komünist Parti Manifestosu’nda program yerini tutan on tedbir de zorunlu genellikler alanında kalır. “Mümkünün pratik olmayan duyusu” olarak ütopyanın tutarlı eleştirmenleri olan Marx ve Engels, tıpkı Blanqui gibi, geleceğin tencerelerini düşüncesizce kaynatmaktan sakınma niyetindedirler. Bununla birlikte bu durumda ve Manifesto’nun yazarlarından farklı olarak Blanqui 19. Yüzyılın ilk yarısında, Sermayenin eleştirisinin henüz inşa halinde olduğu bir devirde yetişmiş, bir geçiş zamanının devrimcisi gibi görünmektedir. Nitekim, çeşitli vesilelerle “sonsuz derecede karmaşık” olan iktisat alanının “elde iskandil” geçilmesi gerektiğini vurgular. Bu ihtiyat payı bilgelikten yoksun değildir. Onun ütopya eleştirisiyle ve ekonominin yönetiminde zorunlu bir çıraklığa inancıyla tutarlıdır. En kötüsü tamamen hayal mahsulü bir toplumsal organizma yaratacağını iddia etmek olacaktır. Blanqui için “büyük engel” cehalettir. Bu nedenle, siyasî iktidarın ele geçirilmesi ertesinde öncelik (ön koşul) daha önce de Konvansiyon üyelerinin takıntısı hâline gelmiş olan eğitim görevidir. Gelgelelim bu bilinçsiz “eğitim ütopyası” temel bir soruyu cevapsız bırakır. Halkın erginleşmesini beklerken hangi iktidar biçimi olacaktır? Aydınlanmış bir diktatörlük mü?  Böyle bir durumda Blanqui, Garrone’un betimlemesiyle geçiş için siyasî bir formül arayışında erdemli bir elit tarafından icra edilen istisnaî bir iktidardan başka bir çare düşünemeyen 19. Yüzyıl devrimcilerinin çıkmazlarından kendini kurtaramayacaktı[44].

Blanqui 1867’de burjuva devletini “yoksullara karşı zenginlerin jandarma teşkilatı” olarak tanımlıyordu. Dolayısıyla, Marx’ın Paris Komünü deneyimi ışığında tekrarlayacağı gibi yıkılması gereken bir aygıt söz konusuydu. Ne var ki Blanqui evrimci imgelerle darbenin aniliğini tuhaf bir biçimde karıştırıyordu. Devrimler diyordu, “bir krizalitin doğuşu” gibidir: “yırtılan kozanın içinde yavaş yavaş büyümüşlerdir”. Onlar aynı zamanda ani bir olay, bir kopuş, hatta bir coşku ve sarhoşluk anıdır: “Bir zafer ve iktidar saati, onca senelik kölelik için bir saat ayağa kalkma”. Bununla birlikte devrimi takip eden günler melankolik bir ayılmanın günleridir. “İnsanlar ve şeyler öncekiyle aynıdır. Sadece umut ve kaygı taraf değiştirmiştir”. Her şey hâlâyapılmayı bekliyordur. Bu sadece bir başlangıç, bir açılış, bir başlama vuruşu olmuştur. Öte yandan, krizalitin olgunluğu, sonuçta olayların gelişimini istenen yönde etkileyen bir eylemden başka bir şey olmayan darbeyi meşrulaştırır. O zaman cevap getirilmemiş stratejik sorun, onun 1868 tarihli ünlü Silahlara Sarılma İçin Yönerge’sinin örneklendirdiği gibi teknik aracılığıyla çözülür.

1830,1839, 1848 deneyimleri toplumsal devrimi pusuda bekleyen “demokratik karşı devrim” tehlikesini apaçık ortaya koymuştu: Burjuvazi o zaman halk hükümranlığına karşı kurumsal yasallığı oynar. Nisan 1849’daki Bourges davasında Blanqui, 1848 baharında seçimlerin ertelenmesi için verdiği mücadeleyi şöyle açıklıyor: “Seçimler devrimden hemen sonra yapılmış olsaydı, halkın devrik rejimin fikirlerine göre oy vermesi söz konusu olacaktı. Bu bizim meselemiz değildi; bu yargının işi değildi, zira mahkeme önünde savunma yaparken her iki taraf da sırayla söz alma hakkına sahiptir. Kararı verecek halk yargısı önünde, düşmanlarımızın sahip olmuş oldukları gibi,  bizim de sıramız geldiğinde söz söyleme hakkına sahip olmamız gerekiyordu ki bunun için zamana ihtiyaç vardı. Zaman gerekiyordu!” Geçici hükümetten seçimlerin ertelenmesini talep etmek için düzenlenen 17 Mart gösterisinin nedeni buydu. Ama belirsiz bir erteleme talep etmek de söz konusu olmadığından, Blanqui’nin karşı çıkmadığı 31 Mayıs önerisi ortaya çıktı.  Sürenin yetersiz olduğuna inanarak sessiz kalmakla yetinir: Zaman gerekiyordu ama ne kadar zaman… Nitekim, 14 Mart’ta şöyle yazmaktadır: “Halk bilmiyor. Bilmesi gerek. Bu bir güne ya da bir aya sığacak bir iş değildir. Seçimler yapılıp sonuçlandırıldığı takdirde gerici olacaktır. Bırakın halk cumhuriyetten doğsun.” Burada yine onun çok sevdiği eğitim ön koşulu fikrine rastlanır.

Fakat çelişki o zaman bir kısır döngü olarak ortaya çıkar. Devrime eğitimli bir halk gerekecektir ama bu eğitimi mümkün kılmak için halk önce iktidarı almalıdır. Bir hiçken nasıl her şey olunacaktır? Yine bu noktaya dönülür. Bu, modern devrimcilere musallat olmuş bir muammadır. Proletaryanın sömürü sürecinde maruz kaldığı fiziksel ve zihinsel sakatlanmayı berraklıkla betimleyen Marx’ın bizzat kendisi bunu cevaplamak için büyümenin ve sanayi proletaryasının temerküzünün, onun bilincinde ve örgütlenmesinde buna tekabül edecek bir ilerlemeyle sonuçlanmasına bel bağlar. Ancak Blanqui’nin bir seçim tarihi saptanması anındaki sessizliği, neredeyse tüm modern devrimlerde iş başında olan, sürekli icra edilen kurucu bir iktidarla kurulu iktidar kurumu arasındaki – Rusya’da Sovyetler (Şuralar) ile Kurucu Meclis arasındaki, Portekiz’de Komiteler Meclisi ile seçilmiş Ulusal Meclis arasındaki, sokakla Parlamento arasındaki, 68’de de Gaulle’ü dehşete düşüren “kargaşa” (veya “ayaktakımı”) ile saygılı parlamenter biçimler arasındaki – meşruiyetler çatışmasının habercisidir. “Kriz saatlerinde tehlikelerin en kötüsü” diye uyarmaktaydı 1870’te Sedan’daki teslim oluştan sonra Blanqui “müzakereyle karar alan bir meclistir (…) Müzakereci meclislerin feci prestijine son vermek gerekir”[45]. Elbette bir cevabı yoktu, yine de yeni bir yasal düzenin eski yasal düzenin devamında doğmadığına dair temel gerçeğe parmak basmaktaydı. Kopuş olmadan, olağanüstü hâlden geçmeden, eski hukuku askıya almadan, kurucu iktidarın hükümran icrası olmadan hakikî devrim olmaz.

Blanqui uzun zaman yayımlanmadan kalmış bir söylevinde daha 1836’da şöyle diyordu: “Yurttaşlar, yakın gelecekte siyasî bir değişmeyi toplumsal bir iyileştirmeden çok daha az mümkün görüyoruz. Siyasî hakların genişletilmesi, seçim reformu, genel oy hakkı mükemmel şeyler olabilir ama amaç olarak değil sadece araç olarak; bizim amacımız, toplumun yüklerinin ve kazançlarının eşit dağıtılmasıdır; eşitliğin saltanatının tam olarak kurulmasıdır. Bu radikal yeniden örgütlenme olmadan, hükümetteki bütün biçim değişiklikleri yalanlardan, bütün devrimler de birkaç muhterisin yararına oynanan komedyalardan başka bir şey olmayacaktır.[46]” 1848’de 1793’ün mücadelesinin “yeniden başladığını” ilan ediyordu. Zaman içinde üç renkli bayrak yıpratılmıştı, dolayısıyla rengi ilan etmenin, kızıl bayrağa geçmenin zamanı gelmişti. Burjuvazi o güzel “cumhuriyetçi” ismini ve devrimci şiarı bile gasp etmişti ama “neyse ki bayrağımızı geri çevirdi, bu bir hataydı: Bayrağımız bize kaldı. Yurttaşlar, Montagne ölmüştür! Onun tek mirasçısı sosyalizme![47]” [Tutsaklar için yeniden düzenlenmiş olan] Belle-Ile adasından  gönderilen ve Marx ile Engels’i coşturan bu selam, geçici hükümetin ve liberal burjuvaların sorumluluğunu ifşa ettiği sıradakiyle aynı mantığı takip ediyordu[48]. Yine de gerçekten olaydan dersler çıkaran bir kopuş metni söz konusudur: “Şubat hokkabazlarının Belediye binasından sonsuza kadar uzaklaştırılması yetmez. Yeni hainlere karşı önlem alıp kendimizi korumamız gerekir.” “Gericilik kendi kasaplık mesleğini icra etmekten başka bir şey yapmamıştır: Suç, onlara güvenip rehber kabul eden halkı gericiliğe teslim eden hainlerin suçudur.”

Paris Komünü Hatırası, Kartpostal

Bu meşhur selam uzun bir alıntıyı gerçekten hak eder: “Yarının Devrimini hangi tuzak tehdit ediyor?  Dünün devrimini hangi tuzak başarısızlığa uğrattıysa o tuzak: Halkın vekili kılığına girmiş burjuvaların üzücü popülerliği (…). Devrimi katletmiş olan Geçici Hükümet’tir, bütün felaketlerin, binlerce kurbanın kanının nihai sorumluluğu ona aittir. Gericilik kendi kasaplık mesleğini icra etmekten başka bir şey yapmamıştır. Suç, onlara güvenip rehber kabul eden halkı gericiliğe teslim eden hainlerin suçudur (…) Eğer, bir sonraki halk zaferi günü, kitlelerin unutkan hoşgörüsü, seçmenin verdiği vekaletin emrettiği görevleri yerine getirmeyen bu adamlardan birinin iktidara gelmesine izin verirse, yazıklar olsun bize! İkinci bir defa, Devrimin işini bitirecektir. Emekçiler bu lanetli isimlilerin listesinden hiç gözlerini ayırmasınlar ve bunlardan biri dahi ayaklanmadan çıkacak bir hükümette yer alacak olursa hep bir ağızdan bağırsınlar: İhanet! (…) Proleter kalkanlar üzerinde yükseltilip, şunları yapmaya hemen girişmeyen her hükümet bir hainler hükümeti olacaktır: 1. Burjuva muhafızların silahsızlandırılması; 2. Bütün işçilerin ulusal milis olarak silahlandırılması ve örgütlenmesi. Şüphesiz vazgeçilmez başka birçok önlem vardır ama bu önlemler bunların ön teminatı, halk için tek güvenlik garantisi olan ilk eylemden doğal olarak çıkacaktır (…) Ama kendilerinin sokaklarda gülünç gezintilerle, özgürlük fidanlarının dikilmesiyle, tok sesli avukatların cümleleriyle avutulmasına izin veren işçilerin payına önce kutsal su, sonra hakaretler, sonunda şarapnel; hep sefalet düşecektir. Bırakın halk karar versin!”[49]

Acaba burada Blanqui’ye yapılan darbeci yakıştırmaların doğrulanmasını mı görmek gerekir? Engels Fransa’da Sınıflar Savaşı’na 1895 tarihli Giriş’inde şöyle yazar: “Darbelerin, bilinçsiz kitlelerin başında bilinçli azınlıklar tarafından yapılan devrimlerin zamanı geçmiştir”. Rosa Luxemburg da Blanquizminden ötürü Lenin’i kınamıştı. “Günlük eylemin yerini toplumsal devrimden hemen önce olması gerekecek [iktidarı] devirme üzerine spekülasyonların aldığı” 1874 tarihli Komüncülere Blanquici manifestoyu sert bir şekilde eleştiriyordu. Troçki ve Daniel Guérin bu eleştirel yaklaşıma öz-özgürleşme bakış açısından seslerini eklediler. Elbette, Blanqui işçi hareketinin bir geçiş, doğuş ve çıraklık dönemini örnekler. Fakat onun aynı zamanda iki devir arasında bir bağ oluşturduğunu unutmak yanlış olacaktır. Sınırlarına ve kusurlarına rağmen, Marx tarafından kendisine daima saygılı davranılması tesadüf ya da hoşgörü eseri değildi. “Thiers çok iyi biliyordu” der Marx, serbest bırakılmış bir Blanqui ile “Komüne bir baş vermiş olacaktı”. Komün onunla belki doğru zamanda Versaille’ın üzerine yürüyecek, belki de Banque de France’ın rezervine el koymaya cüret edecekti. Karar anında cüret ve inisiyatif gereklidir. Marx 1848 ertesinde burjuvazinin komünizm ve devrimin sürekli ilanı için Blanqui ismini icat ettiğini yazdığında demek ki bu konuda yanılmıyordu. Mahpus’a bundan daha güzel saygı gösterilemezdi.

Blanqui ile henüz emekleme çağında olan şey, müstakbel devrimlerin stratejik aklıdır. Acemice, kendine hâlâ sona ermekte olan bir devrin teknik ve komplocu cevaplarını verdiği sorular sorar. 1830’da “silaha sarılmadan dehşete düşmüş bir iktidarı” devirmek için halkın coşkusunun rüzgârı yetmişti. Ama “eski usul bir Paris ayaklanmasının bugün artık hiçbir başarı şansı yoktur.” İhtiyar savaşçı 1868’deki Yönergeler’inde bu gerçeği teslim eder. 1848’de halk “1830’un yöntemi” ile galip gelmişti, ne var ki Haziran’da “organizasyon yokluğu nedeniyle” yenildi. Çünkü ordunun halk karşısında sadece iki üstünlüğü vardır: İğneli piyade tüfeği ve organizasyon. Artık Haussman’ın getirdiği değişikliklerden korkarak statik kalıp “saçmalıktan ölmeye gerek yoktu”. İnisiyatif alıp saldırıya geçmeye cüret etmek gerekiyordu”.

Blanqui’nin özünde anti-stratejik olan pozitivist sosyolojiden nefreti buradan gelir. “Geçmişin gelecek önündeki davalarında, tarih yargıç, karar da neredeyse hep adaletsizlik olurken”, “temyiz sonsuza kadar açıktır”. Düzen düşüncesinin ve düzen içinde ilerlemenin, devrimsiz ilerlemenin düşüncesi olan pozitivizm “tarihsel kaderciliğin” din hâline getirilmiş “nefret uyandıran bir doktrinidir”. Oysa, “Ancak insanî şeylerin döngüsü hiçbir şekilde kainatınki gibi mukadder değildir. Her dakika değiştirilebilir.” Her dakika! Mesih’in belirebileceği dar bir kapı olan her saniye diye ekleyecektir Benjamin. Blanqui için oldubittinin diktatörlüğüne karşı, sadece kavakşaklar bahsi umuda açık kalıyordu. Sürekli “ilerleme deliliğine” ve “sürekli gelişme çılgınlığına” karşı mümkün-olanın gerçekliğin içine bir hadise misali aniden akın edişine devrim deniyordu. Siyaset tarihi galebe çalarak artık mekanik, “homojen ve boş” olmayan, stratejik bir zamansallığın koşullarını ortaya koyuyordu.

Çeviri: Osman S. Binatlı

* P.Corcuff, A.Maillard, « Les socialismes français à l’epreuve du pouvoir », Textuel, 2006 içinde yayımlanmıştır.

Kapak görseli: Antoine Joseph Wiertz’in Louis- Auguste Blanqui’nin Portresi’nden detay


[1] Michael Löwy, “Daniel Bensaïd, un marxisme de la bifurcation”, https://blogs.mediapart.fr/michael-lowy/blog/230220/daniel-bensaid-un-marxisme-de-la-bifurcation

[2] M. Löwy, a.g.e.

[3] M. Löwy, “L’hérésie communiste de Daniel Bensaïd”, https://www.cairn.info/revue-lignes-2010-2-page-79.htm

[4] Daniel Bensaïd, Köstebek ve Lokomotif, Tarih, Devrim ve Strateji üzerine Denemeler, Derleyen: U. Aydın, Yazın yayıncılık, 2006,

[5] Türkçesi: M. Löwy, “Daniel Bensaïd, Aykırı Bir Komünist”, Çev. Yiğit Bener, Yeniyol Sayı 36, Kış 2010. 

[6] Dinlerde anaakım olmayan ve resmi anlayıştan sapan akımları ifade eden bu kavram rafızî, sapkın, zındık, aykırı gibi sözcüklerle çevrilebilir. (e.n.) 

[7] Aşırı sağcı, kraliyetçi ve milliyetçi akım. (e.n.)

[8]  “Sorel ve Lazare’la birlikte Péguy Fransız sosyalizminin o ağır manzarası içinde bir istisna oluşturur”. Daniel Bensaïd,  La discordance des temps. Essais sur les crises, les classes, l’histoire, Paris, Les Editions de la Passion, 1995, p. 206. [Zamanların Uyumsuzluğu. Krizler, Sınıflar, Tarih üzerine Denemeler]. Bu dört “heretik sosyaliste” dair değerlendirmem Bensaïd dostumun bu eserine ve sık sık Blanqui’nin bahsinin geçtiği bir sonrakine (Le pari mélancolique Paris, Fayard, 1997/Melankolik Bahis) çok şey borçludur. Bununla birlikte, bu durumlarda kullanılan formül uyarınca, muhtemelen hatalardan yalnızca ben sorumluyum. M. L. 

[9] Auguste Blanqui,  La Critique Sociale (C.S.), [Toplumsal Eleştiri]Paris, Alcan, vol. I, pp. 41-45 et Volguine, « Les idées politiques et sociales de Blanqui »,[Blanqui’nin siyasal ve toplumsal fikirleri] in A. Blanqui,  Textes Choisis (T.C.), Paris, Editions Sociales, 1955, pp. 29, 162.

[10] Kolektif, eşitlikçi, nitel değerlerin hâkim olacağı insan topluluğu/cemaati (e.n.)

[11] C.S. I, in T.C., pp. 148-152.

[12] W. Benjamin ve Blanqui arasındaki seçmeci yakınlıklar için Miguel Abensour’un şu güzel metnine bakınız, « W. Benjamin entre mélancolie et révolution. Passages Blanqui », dans Heinz Wismann (ed.),  Walter Benjamin et Paris, Paris, Ed. du Cerf, 1986. [“Melankoli ile devrim arasında W. Benjamin. Blanqui Pasajı”, Walter Benjamin ve Paris içinde]

[13] C.S. I, p.74.

[14] C.S. I, in T.C. p. 144, 158.

[15] G. Geffroy,  L’Enfermé, [Mahpus]Paris, Editions Crès, 1926, I, s. 65. Bu Walter Benjamin’in Blanqui hakkındaki başlıca kaynaklarından biriydi. 

[16] A. Blanqui, « Qui fait la soupe doit la manger », 1834, C.S. I, p. 128. [“Çorbayı yapan onu yemelidir”]

[17] Akt.  G. Geffroy,  L’Enfermé, II, pp.. 19-20.

[18] 1869 tarihli elyazması, “İlerlemeye karşı” adıyla şu kitapta yayınlanmıştır: A. Blanqui,  Instructions pour une prise d’armes, L’Eternité par les astres et autres textes, Miguel Abensour ve Valentin Pelosse tarafından derlenmiş, Paris, Edition de la Tête des Feuilles, 1972, ss. 103-105. [Silaha Sarılma Yönergesi, Ebediyetten Yıldızlara ve diğer yazılar]

[19] W. Benjamin, “Zentralpark”, Charles Baudelaire, Francfort, Suhrkamp Verlag, 1980, s. 40. M. Abensour ve V. Pelosse’nin Blanqui derlemesine yazdıkları sonsözde gayet iyi ifade ettikleri gibi Benjamin “sanki Blanqui tarafından pozitivizme karşı yapılmış silahları ele geçirip tarihselciliğin kerhanesinde iç dökenlere karşı darbe vurur gibidir”. Op.cit. s. 206.

[20] T. C. p. 119.

[21] K. Marx,  Les luttes de classes en France, Paris, Ed. Sociales, 1948, s. 114. [Fransa’da Sınıf Savaşları]

[22] T. C. ss. 122-124.

[23] T. C. p. 125.

[24] T. C. pp. 219-220.

[25] C.S. , I, in T. C. pp. 141-142, 159.

[26] « Discours à la Société des Amis du Peuple », 2 février 1832, in T. C. s. 93. [Halkın Dostları Derneği’ne Söylev, 2 Şubat 1832]

[27]« Lettre à Maillard, 6 juin 1852 », in T. C. , s. 129. [Maillard’a mektup, 6 Haziran 1852]

[28] Ibid. in T.C. ss. 138-139.

[29] Blanqui, « Contre le positivisme », in Instructions pour une prise d’armes, s. 110. [“Pozitivizme karşı” in Silaha Sarılma Yönergesi…]

[30] C.S. I, in T.C. pp. 166-167.

[31] « Lettre à Maillard », 1852, in T.C. s.130. [Maillard’a mektup]

[32] C.S. I, in T.C. p. 153.

[33] C.S. I, in T.C. ss. 156, 160 et C.S. Cilt II, ss. 115-116. 1848 pasajı M. Abensour ve V. Pelosse tarafından Silaha Sarılma Yönergesi’ne yazdıkları sonsözde aktarılır, s. 208-209.

[34] Anacharsis Cloots 1789’da Prusya’dan gelip Fransa’ya sığınır ve “evrensel bir cumhuriyeti” savunarak devrimci fikirlerin Avrupa’ya yayılmasına gayret eder. 1794’de Devrim Mahkemesi tarafından alınan karar sonucunda idam edilir. Pierre-Gaspard Chaumette, devrimci süreç boyunca Paris Komünü savcısı; “her türden ahlak anlayışını ve tanrısallık fikrini silip Fransız hükümetini ateist temeller üzerine kurmak” istediği için 1794’te idam edilir. (e.n.)

[35] “Namuslu/yoldan çıkarılamaz”, Robespierre’in lakabı. (e.n.)

[36] Bkz. Louis Auguste Blanqui, Ecrits sur la Révolution, présentés par Arno Munster, Paris, Galilée, 1977. [Devrim üzerine yazılar, sunan Arno Münster]

[37] Başlıca siması Jacques Roux olan, Fransız devriminin en radikal kanadını temsil eden “Öfkeliler”. (e.n.)

[38] In Veillées du Peuple dergisi, n°2, Mart 1850.

[39] In Ecrits sur la Révolution, op. cit., p. 91 ve devamı.

[40] Maurice Dommanget, Blanqui, Paris, EDI, 1979, p. 21.

[41] Akt. Maurice Dommanget, op. cit., p. 75.

[42] Maurice Dommanget’nin aktardığı Kasım 1879 tarihli mektup, op. cit., p. 54.

[43] Enternasyonal’in Fransızca sözlerine gönderme: “Hiçbir şeyken her şey olmalıyız”. (e.n)

[44] Alessandro Galante Garrone, Philippe Buonarotti et les révolutionnaires du XIXe siècle, Paris, Champ libre, 1975. [Philippe Buonarotti ve 19. Yüzyıl devrimcileri]

[45] Bu sözleri İmparatorluğun ardından gelen ulusal savunma hükümetinin bir “düzenli hükümet” kurmak için meclis toplamak istemesi üzerine söylüyordu. 

[46] A. Blanqui, Ecrits sur la RévollutionOp. cit., p. 75.

[47] Blanqui’nin tutsak bulunduğu Vincenne zindanından 28 Kasım 1848’de yapılan çağrı.

[48] Bkz. Marx’la Engels arasındaki 10 Şubat 1851 tarihli yazışma.

[49] Bkz. Maurice Dommanget, op. cit. s. 60-61.

Hegemonya ve Birleşik Cephe – Daniel Bensaïd

1970’li yıllarda hegemonya kavramı, “avrokomünist” partilerce proleterya diktatörlüğünün ciddi bir tartışma yapılmaksızın terk edilebilmesi açısından teorik bir bahane olarak iş gördü. Buna karşın, o dönemde Perry Anderson’ın da hatırlattığı üzere, Gramsci’de bu kavram devrimci kopuşun gerekliliğini ve stratejik savunmanın (mevzi savaşı) stratejik taarruza (manevra savaşı) dönüşmesini dışarıda bırakmıyordu.[1]
 
Sorunun Kökeni

Hegemonya kavramı ilk olarak Marx’ın 1848 devrimleri üzerine düşüncelerinde kendini göstermiştir. Marx’a göre Ledru Rollin demokratik küçük burjuvazinin ve Raspail devrimci proletaryanın öne çıkan isimleriydi. Burjuvazinin koalisyonu ile karşı karşıya kalan küçük burjuvazi ve köylülüğün devrimci unsurları hegemonik blok oluşturmak için devrimci proletarya ile ittifak kurmalıydı: “Fransız köylüsü Napolyon’un restorasyonundan uğradığı hayal kırıklığıyla küçük arazisine olan imanını terkediyor, bu küçük arazi üzerine kurulu devlet binası çöküyor ve proleter devrimi korosuna kavuşuyor; o koro olmazsa, tüm köylü ulusların arasında, proleteryanın solo şarkısı bir ölüm şarkısına dönüşecektir.”[2]. Muzaffer “koro” ile cenaze “solo”su arasındaki bu karşıtlık 1871’de karşımıza çıktı. Paris Komünü o dönemde “Fransız toplumunun tüm sağlıklı unsurlarının hakiki temsiliyeti” olarak tanımlanıyor ve “komün devrimi”, “toplumda başkalarının emeği üzerinden geçinmeyen tüm sınıfları” temsil ediyordu.

19. yüzyılın sonundan sonra, Rus devrimcileri hegemonya kavramını otokrasiye karşı kurulmuş bir köylü ve işçi ittifakında proletaryanın öncü rolünü ve burjuva demokratik devrimindeki ilişkisini karakterize etmek için kullandılar. 1898’den itibaren Parvus, proletaryanın sadece şehirlerdeki heterojen nüfus üzerindeki çoğunluk iktidarıyla yetinmeyip kendi “ahlaki hegemonya”sını da inşa etmesi gerektiğini düşünmekteydi. Tam da bu nedenle Lenin’e göre sosyal demokratlar, “toplumun tüm sınıflarına seslenmeliydi”; çünkü “eğer işçiler, hangi sınıfları etkiliyor olursa olsun, zorbalık, baskı, zor ve suistimalin her türlüsüne karşı tepki göstermede eğitilmemişlerse[…] işçi sınıfı bilinci, gerçek bir siyasal bilinç olamaz”dı. “Kim, işçi sınıfının dikkatini, gözlemini ve bilincini, tamamıyla hatta esas olarak işçi sınıfı üzerinde yoğunlaştırıyorsa, böylesi, sosyal-demokrat değildir; çünkü kendini iyi tanıyabilmesi için, işçi sınıfının, modern toplumun bütün sınıfları arasında karşılıklı ilişkiler konusunda tam bir bilgiye sahip olması gerekir” diyordu Lenin. Bu haliyle tutumu “halis sosyalizm”in avukatı Guesde’den ziyade Dreyfus davasındaki Jaures’e yakındır.

Hegemonya kavramı Jaures ve Guesde’nin Dreyfus davasında takındıkları pozisyonda görünür olmasa bile, kavramın mantığı bu ihtilafta yine de mevcuttur[3]. Bazı dönemlerde diye ifade eder Jaures, “Burjuvazinin kendi zihni ve ahlaki çöküşünün yaratacağı toplumsal şiddeti engellemek proletaryanın kısmi çıkarına olabilir […] ve işte tam da bu yüzden, proletarya kendine, medeniyete ve insanlığa karşı olan görevini gerçekleştirirken; burjuvazinin muhafaza etmeye gücünün yetmediği burjuva özgürlüklerinin savunuculuğunun vesayetini de üzerine alır.” Jaures haklıydı, ancak burjuva sınıfının egemen olduğu hükümete katılmanın olası sonuçlarına dair uyarılarda bulunan Guesde de tamamen haksız sayılmazdı. Jaures partinin toplumsal kapsamı genişledikçe, sorumluluğun da aynı ölçüde büyüdüğünü savunuyordu. “Burjuva hükümetlerindeki koltukların elde edileceği, burjuva toplumunun mekanizmalarının denetim altına alınacağı ve reformların hazırlanmasına olabildiğince katkıda bulunulacağı” zaman gelecekti ve ona göre bunlar “devrimin kurucu eserleri”ydi. Guesde’ye göreyse aksine burjuva hükümetindeki bir sosyalist rehineden başka şey değildi. Tarihin ironisi sonucu uzlaşmaz muhalif Guesde kendi serüvenini ulusal ve vatansever birlik hükümetinin bakanı olarak sonlandırırken, Jaures ise bu birliğin muhtemel engeli olacağı düşünülerek katledilecekti.

Gramsci, birleşik cephe sorununun kapsamını genişletir ve bunun hedefini modern ulusun inşa sürecinde siyasi ve kültürel hegemonyanın fethi olarak belirler: “Modern prens fikri ve manevi bir reformu geliştirip örgütlemek zorundadır. Bu da ulusal-halkçı bir kamusal çağdaş uygarlığın üstün ve topyekün bir biçimini gerçekleştirmek üzere, ilerideki gelişmesine yol açmak anlamına gelir.”[4] Bu yaklaşım, “Doğu”da devrimci mücadelenin karakteristik olarak manevra savaşından Batı’da ise ancak mevzi savaşından geçebileceğine ilişkin bir perspektif içinde yer alır. “Bana göre birleşik cephe bu anlama gelmektedir; ancak İlyiç’in (Lenin) bu formülü geliştirecek zamanı olmadı.”[5]

Hegemonyanın bu genişletilmiş kavranışı, devrimci durumun karşıt sınıfların bir bütün olarak karşı karşıya gelmelerine indirgenmez olduğu fikrini belirginleştirmeye olanak verir. Söz konusu olan, bir bütün olarak ulusun geleceğine ilişkin bir perspektif içinde, toplumun tüm bileşenleri arasındaki karşılıklı ilişkilerde açığa çıkan genel krizin çözülmesidir. İskra’yı, “tüm Rusya’nın gazetesi” haline dönüştürmek için mücadele veren Lenin’in bu savaşı sadece etkili bir kolektif örgütleyici için ısrar etmekle sınırlı kalmıyor, aynı zamanda tüm ülke sathında devrimci bir projeyi gerçekleştirmek noktasında engel teşkil eden komitacıların korporatif yerelciliğine de muhalefet ediyordu.

1923’teki Alman devriminin başarısızlığı ve akabinde gelen devrimci dalganın bozguna uğratılmasının ardından devrimci hedef artık, mevcut duruma ilişkin kesintisiz devrimci kalkışmalar ve sürekli taarruzlar ile bezeli beyanatların savunusunu yapmaktan ziyade; siyasal ve sendikal olarak ciddi anlamda bölünmüş, ezilen ve sömürülen Avrupa işçi sınıfı hareketlerini fethedecek bir hegemonyanın inşasında uzun erimli bir mücadeleyi üstlenmek anlamına geliyordu. “Birleşik işçi cephesi” taktiği bu hedefe cevap verecek birlik halinde bir seferberliğin yollarını aramalıydı. Gündelik kaygılardan yola çıkıp “geçiş taleplerine” doğru ilerleyen programatik tartışmaların siyasi iktidar sorusunu ortaya koyması, bu dönüşümün doğrudan bir sonucuydu. Aslında, bu tartışma, zamanında Komünist Enternasyonal’in Beşinci Kongresi’nde Buharin ve Thalheimer arasında gerçekleşen, öncelikle ikincil düzeyde öneme indirilen ve Sovyetler Birliği’nde ve Enternasyonal’deki başarılı tasfiyeler sonucunda giderek siyasi gündemden silinen bir polemiğin konusu olmuştu.

Proletarya diktatörlüğüne karşı çıkarak “hegemonya” kavramını basitçe parlamenter demokrasinin veya mevcut kurumların uzun vadede genişletilmesine indirgeyen avrokomünistler Hapishane Defterleri’ni sulandırmıştır. Oysa Gramsci, türlü akıntıların devrimci güç denemelerinde strateji düşüncesinin alanını genişleterek proletarya diktatörlüğünü hegemonya sorunsalına eklemlemişti. “Batı” toplumlarında, öncelikle hegemonya fethedilmeksizin iktidarın ele geçirilmesi tahayyül dahi edilemez. Başka bir deyişle yeni tarihsel bloğun içerisindeki egemen yahut öncü rolü muhafaza etme kabiliyetine sahip olmadan yalnızca belli bir sınıfın özgün çıkarlarını savunarak tüm toplumsal ilişkilerin krizine ilişkin bütünlüklü bir cevap geliştirilemez.

Devrim, artık yalnızca toplumsal devrim değil; aynı zamanda ve bundan ayrılmaz bir biçimde hem ulus hem halk düzeyinde bir iradeyi biçimlendirmeyi hedeflemiş “bir fikri ve manevi reform”dur. [6]. Bu perspektif, “devletin sönümlenmesi” kavramını taze bir solukla yeniden ele almayı gerektirir; artık devrimci moment devletin ortadan kaldırılmasına değil, eski tip korporatist devlete karşı yeni bir siyasi ve ahlaki devletin kurulmasına işaret etmektedir.

Böylece Gramsci için hegemonya kavramı;

  • ayrıştırılmamış hoşnutsuzluk kategorilerinin basit bir toplamı değil, yönetici bir sınıf etrafında tarihsel bloğun eklemlenmesi,
  • toplumsal ilişkiler bütününün ve ulusun tarihsel krizini çözme kabiliyetine sahip bir siyasal projenin formülasyonu anlamlarına gelir.

Bunlar, hegemonya kavramının daha az katı bazı kullanımlarıyla bugün kaybolmaya yüz tutmuş iki düşüncedir.
 
Hegemonya Postmodern Bulamaçta Eriyebilir mi?

1970’lerin sonunda hegemonya kavramına yapılan karmaşık geri dönüş yalnıza devrimci değişimin çağdaş koşullarına bir cevap verebileceğini değil, aynı zamanda yeterince tartışılmamış proletarya diktatörlüğü hedefinin tasfiye edilmesi ile açığa çıkan boşluğu dolduracağını da iddia ediyordu[7]. Devletin veya partinin ortodoks marksizminin soluğu da böylece kesilmiş oluyordu. Hegemonya sorunu 90’lı yıllarda farklı bir bağlamda tekrar ortaya çıkmaktaydı. Muzaffer neoliberalizmin daralttığı siyasi ufukta gedik açmaya çalışan Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe hegemonyayı, toplumsal faillerin birbiriyle kuvvetli ilişkilerle bağlı olmadığı ve ilkesel anlamda varsayılan başat çelişkiye toplumsal özneler olarak tabi olmayı reddettikleri bir kavrama eşitliyor ve eğreti bir yorumla yeniden tanımlıyorlardı. Bundan böyle ittifak kompozisyonu içerisindeki ayrıcalıklı sınıfın hegemonyasını “toplumsal öznelerin özdeş zinciri” ile ikame etmeyi uygun görüyorlardı: “Cinsiyetçiliğe, ırkçılığa, ekolojik tahribata ve her türlü dışlamaya karşı verilen mücadelelerin yeni bir sol hegemonik proje kurmak için işçi sınıfının mücadelesine eklemlenmek zorunda olduğunu savunuyoruz.” Bu eklemlenme kipliğinin barındırdığı zorluklara ilişkin yanıt arayan Bourdieu farklı sosyal alanlarda işleyen eşmantık (homoloji) kavramını öne sürmekteydi. Ancak, eğer alanların -ve tabi kendi kendine oluşan sermaye- kadir-i mutlak bir mantık tarafından topyekûn ve mütemadiyen inşa edildiği iddiasından feragat edilecekse, eşmantık ve eklemlenme fikri yalnızca öncü sınıfı yahut etik bir iradeciliği temsil edecektir. Bu durum, Laclau ve Zizek arasındaki ihtilafın da kalbinde yer almaktadır. Laclau, çoğul kimliklerin temsil edildiği yeni toplumsal hareketlerle uzlaşan sınıf kategorisini muhafaza eden bir strateji tasarlar ve sonsuz sayıdaki toplumsal özne zincirinin içine yerleştirir ( “Bizim eskide kalmış iyi huylu işçi hareketini unutmaksızın” ırk, toplumsal cinsiyet, etnik kimlik vb…)! İşçi sınıfının kendi ayrıcalıklı rolünden vazgeçse ve bu sonsuz sayıdaki zincirin içerisinde basit bir halka olmayı kabul etmek zorunda kalsa bile, marksist sınıf kavramını bu zincire eklemek yine de oldukça güçtür. İşçi sınıfını toplumsal yarıkları hesaba katmadan sadece ücretli emekçiler kategorisinin ergimesine tabi tutan veya sadece insanlar olarak tanımlayan bu alternatif stratejinin riskli arayışı böylece bu sınıfın stratejik işlevinin kaybına da sebep olacaktır.

Yeni toplumsal hareketler, işçi sınıfını temel alan sosyalizmin tanımını ve büyük D harfi ile yazılan Devrimi ciddi bir sınava tabi tutmaktadır. Slavoj Zizek, sınıf savaşımının merkeziliğini sözüm ona ikincil öneme düşürecek siyasi öznelliklerin çoğulluğu iddiasına karşın bu durumun küresel kapitalizmin somut bağlamında devam eden sınıf savaşının bir sonucu olduğu yanıtını verir. Başka bir deyişle sınıf savaşımı, kimlik ve komünitelerin kaleydeskopunda rengini yitirmez veya hegemonya kavramı Prévert tarzı bir eşitler çıkınının içerisinde eriyip gidemez.
 
Toplumsal Aktörlerin Siyasal Başkalaşımı

Amerikalı bir gazeteciye verdiği bir mülakatta Stalin, bir toplum için tek parti fikrini sınıflar arasındaki sınırların güya silinmekte olmasıyla gerekçelendirmiştir. Troçki, İhanete Uğrayan Devrim kitabında bu iddiaya cevaben şöyle der: “ Buradan anlaşılan şey sınıfların türdeş olduğu, sınıf çizgilerinin bir defada ve kesin olarak çizildiği, bir sınıfın bilincinin onun toplum içindeki yeri ile birebir çakıştığıdır. Partinin sınıf özelliği konusundaki marksist öğreti böylelikle bir maskaraya çevrilmektedir. Yönetimsel düzen çıkarları için siyasal bilinç dinamiği tarihsel sürecin dışında bırakılmaktadır. Gerçekte ise sınıflar türdeş değildir; iç uzlaşmazlıklarla kaynarlar ve ortak sorunlarında çözüme varmaları, ancak eğilimler, gruplar, partiler arasındaki iç mücadeleyle olur. Belli nitelendirmelerle ‘partinin sınıfın parçası’ olduğunu teslim etmek olanaklıdır. Ama sınıfın -kimi geriye kimi ileriye bakan- birçok ‘parçası’ olduğuna göre hep aynı sınıf birden fazla parti yaratabilir. Aynı nedenle bir parti değişik sınıfların parçalarına da dayanabilir. Bir sınıfa tekabül eden bir partinin siyasal tarihin tamamında örneği yoktur-kuşkusuz polis yalanını gerçeklik olarak kabul edecek olursanız.”[8] Böylelikle Troçki yeni bir siyasi güzergâha meyleder. Eğer ki sınıf, çoğul siyasi temsillere karşı fazlasıyla duyarlıysa, toplumsal ve siyasal arasında karşılıklı bir etkileşim olmalıdır.

1. Enternasyonal teorisyenleri sınıfların iktisadi bölünmüşlüğünün, aralarındaki bütünlüğün sağlanmasında engel teşkil ettiğini ve siyasi yeniden yapılanmayı gerekli kıldığını saptamışlardı; ancak bu tip bir yapılanmanın toplumsal aktörlerin sınıf karakterinin inşa edilmesi noktasında yetersiz kalacağından hayıflanmaktaydılar. Hegemonya kavramı, bu boşluğu kapatmak üzere müdahil olur. Mekanik ilerleme ve tek yönlü tarihsel zamansallık yanılsamalarından kopuşla tarihsel belirsizliğin göz önünde bulundurulmasını gerektirir. Ne mücadeleyi ne de onun kaynağını öngörebiliriz der Gramsci.

Hâlbuki siyasal ve toplumsal arasındaki mesafenin korunması, kendi içinde bölünmüş sınıfların eklemlenişini tasarlamak açısından bir belirli bir ihtimale imkân tanır. Troçki tam da bu yüzden muarızlarını kendilerini “tarihin canlı kuvvetlerinin değerini bilmek yerine kendini katı toplumsal kategorilere” hapsetmekle suçlamaktadır. Siyasetin, sosyolojinin formel kategorilerine sıvanmasının teorik bir pranga olduğunu hissetmiştir. Buna karşın (bonapartizm ve totalitarizme ilişkin kuvvetli sezgilerine rağmen) siyaseti kendine ait kategorilerle kavramaya kadar gitmenin yoksunluğuyla şu gizemli “canlı tarihsel güçler”e başvurmakla ve onları canlı olanın yaratıcılığına havale etmekle yetinir. Lenin için olduğu gibi, Troçki için de bu durumda Rus Devrimini bir anomali, ne pahasına olursa olsun Almanya’da ve Avrupa’da gerçekleşemeyecek olan devrimleri bekleme zorunluluğuna mahkum edilmiş zamansız bir devrim olarak görmekten başka çıkar yol yoktu.

Leninist söylemde hegemonya sınıfların ittifakı içerisinde bir siyasi liderlik anlamına geliyordu. Fakat siyasal alan, önceden varsayılan toplumsal çıkarların temsili, doğrudan ve tekanlamlı bir yansıması olarak doğrudan ve açık bir şekilde temsili olarak algılanmaya devam etti. Yine de Lenin (öğrenci mücadeleleri ve demokratik gösteriler gibi) sistemdeki çelişkilerin öngörülemez biçimlerde, beklenmedik bir yerde baş verdiği türden kaymalardan ve yoğunlaşmalardan oluşan bir oyun olarak icra edilen siyasetin, elverişli anların ve konjonktürün üstadıydı. Dünya Savaşı’nı basit bir sapma, iktidarı süpürecek olan sosyalizme doğru ilerleyen yürüyüşte üzücü bir duraksama olarak gören ortodoks sosyalistlerin aksine Lenin, savaşı özgül müdahale gerektiren ölümcül bir kriz olarak düşünme kabiliyetine sahipti. Tam da bu nedenle, toplumsal taban ile siyasal liderlik arasında doğal bir uyumun olduğunu iddia eden ortodoks sosyalistlerin tersine leninist hegemonya, “potansiyel olarak II. Enternasyonal geleneğindeki her şeyden daha demokratik” bir siyaset kavramı varsayar.[9]

Aslında parti ve işçi sınıfı arasındaki kurucu ayrım, göreceli bir özerklik ve çoğulcu siyaset perspektifine kapı açar. Parti sınıfa karışmadığı müddetçe, sınıf çoğul temsiliyete sahip olur. 1921 yılında yürütülen bir tartışmada Lenin, mantıki olarak devlet aygıtları ile olan ilişkisinde sendikaların bağımsızlığa sahip olması gerektiğini düşünenlerle aynı yerde saf tutmuştur. Bu pozisyonun tüm sonuçları tamamına erdirilmese bile, ortaya konulan problematik “karşıtlıkların çoğulluğunu ve kopuş noktalarını” tanıdığını ima etmiştir. Pratikte varolan ama nadasa bırakılmış hegemonya meselesi, “otoriter bir dönemeçe” ve sınıfın partiyle ikame edilmesine bu şekilde varabilmiştir. İşin esası, hegemonya kavramının muğlâklığı ya demokratik radikalleşmeye ya da otoriter pratiğe yönelecektir.

Demokratik anlamıyla hegemonya, bir karşıtlıklar çoğulluğunu derlemeye olanak verir. Öyleyse demokratik görevlerin yalnızca devrimci sürecin burjuva aşamasına özgü olmadığını kabul etmek gerekir. Hegemonya kavramının otoriter anlamında ise aksine her talebin sınıf doğası a priori bir biçimde (burjuva, küçük burjuva ve proletarya) ekonomik altyapı tarafından tespit edilir. Böylece hegemonya kavramı, koşulların akışına bırakılmış yüzergezer ve değişken ittifakların “oportunist” taktiğine indirgenmiş olur. Oysa eşitsiz ve bileşik gelişim kuramı “halis sosyalizm”in tahribatına karşı “hegemonik görevlerin durmaksızın genişletilmesini” gerektirir.
 
Hegemonya ve Toplumsal Hareketler

Gramsi’nin hegemonya kavramı, demokratik siyasi pratiği “tarihsel öznelerin çoğulluğu ile uyumlu bir şekilde” bütünleşecek bir zemini hazırlar. Bu, aynı zamanda Walter Benjamin’in de incelediği üzere geçmişin; evvelki zaman olarak sadece tarihsel bir şekilde çalışılmasından ziyade, siyasi kategorilerin de yardımıyla siyasileştirilmesi gerekir iması ile benzeşmektedir.[10] Siyaset artık, tarih yasalarının veya toplumsal belirlenimlerin güncellenmesi değil, belirli alandaki güçlerin karşılıklı çatışarak biçimlendirdiği bir alandır. Gramsci’nin hegemonya kavramı tam da bu siyasal çokluğu varsayar. Günümüzde, işçi sınıfının homojenliği ön kabulünü iddia etmek giderek güçleşmektedir. Kautsky ve Lenin’in çok önceden de idrak ettikleri üzere, sınıf, kendi bilincine bir anda (doğrudan) ulaşmaz, aksine sınıf bilinci, muhtelif kurucu tecrübeler ve ilişkilenmeler ile oluşur. Kautsky’e göre ilişkilenme, entelektüellerin kararlı müdahilliği ile proletaryaya bu bilimi dışarıdan taşımaları ile temsil edilirken, Lukacs’da bu görev, kendinde sınıftan kendi için sınıfa dönüştüren parti ile ikame edilir.

Hegemonya kavramının uygulanması sosyalist tasarı ile sosyalizmi gerçekleştirmeye yatkın toplumsal güçler arasındaki ilişkiyi değiştiren bir perspektifi içinde barındırır. Diğer yandan bir ulvi Özne mitinden ve onun kurtuluşu iddiasından feragat gerektirir. Aynı zamanda, “işçi sınıfının merkeziliğine” tabi olan “periferik” toplumsal hareketler kavramını değiştirerek, kendi özgün rollerinin, güçlerin bileşimindeki (ya da hegemonik eklemlenmedeki) yerlerine bağlı olan, ayrı aktörler olarak kavramsallaştırır. Son olarak bu pozisyon, birbiriyle uyumsuz, basit ve parçalı bir toplumsallık iddiasını teslim etmekten kaçınır ve böyle bir toplumsallık tarifini, sermayeyi, kendine ait tüm parçaları belirleyen yekpare bir sistem veya yapı olarak tahayyül eden bir teorik darbeyle ortadan kaldırmaya çalışır.

Muhakkak ki, sosyologların da söylediği üzere sınıf, “inşa edilmiş” veya Bourdieu’nun da iddia ettiği üzere “muhtemel sınıflar” tanımlarını içinde barındırır. Fakat sosyologların sınıfın “inşa” edildiği iddiasının geçerliliği nasıl bir zemin üzerinde yükselir? Neden sınıflar “muhtemel” olmak yerine, gayr-ı muhtemel değildir? Sınıfın imkânlılığı, gerçekliğini keskin bir inatla genel söylemin içerisine yerleştirdiği andan itibaren geçerlidir. Kategorilerin inşasını dil ile gerçekleştirme hususundaki ısrar, ırk ve etnik kökenin özcü temsillerine direnmek için yardımcı olabilir. Sınıfın inşa edilme biçimi için ise hala daha uygun bir malzemenin, yönteme dâhil edilmesi gereklidir, aksi takdirde iki yüzyıldır sınıfların süregelen kanlı ve hakiki mücadelesinin, siyasal alanının müdavimliğine nasıl da muktedir olduğunu anlamak güçleşecektir.

Laclau ve Mouffe, hegemonik öznelerin, toplumdaki başat sınıfların temeli üzerine kurulduğunu ve her hangi bir toplumsal oluşumun tek bir hegemonik merkezde inşa edildiğini iddia eden Gramsci’ye karşı mesafeli bir pozisyon aldıklarını kabul etmişlerdir. Aktörlerin çoğulluğu, farklı hegemonyaların varlığını kabul etmeyi mi zorunlu kılar? Böylesi parçalı bir hegemonya tarifi, bir tahakküm kurma ve meşruiyet aracı veyahut “önderlik kapasitesine” işaret eden hegemonya kavramının özgün stratejik muhteviyatı ile çelişir. Laclau ve Mouffe’un pozisyonuna göre, verili toplumsal oluşumda sayısız başat hegemonya ağları var olmalıdır. Laclau ve Mouffe, bütünlük ve çokluk, tekillik ve evrensellik arasındaki basitçe tahrip ettikleri ilişkilerde, çokluk kavramının artık herhangi bir açıklamasını yapmaya gerek duymaz veya bu kavramın genel bir toplumsal analizin neden çıkış noktası olduğuna ilişkin bir sorumluluğu barındırmazlar.
 
Toplumsalın Çokluğu veya Parçalı Toplum

Basit çelişkiler (halk/müesses nizam, burjuvazi/işçi sınıfı, dost/düşman) çağının geçişiyle birlikte, giderek karmaşıklaşan toplumlarda siyasi uzlaşmazlıkların başat mevzileri sağlamlığını yitirmektedir. Tam da bu nedenle sınıfların çelişkisi artık, tüm toplumsal yapının iki belirgin kamp içerisinde bölündüğü iddiasına izin vermemektedir. Dolayısıyla, yeni toplumsal hareketlerin, ortak yanı kendilerini işçi sınıfından ayrıştırarak, yeni tahakküm biçimlerine ve toplumsal yaşamın metalaşma sürecine karşı çıkmaya gayret göstermeleridir.

Sonuç ise özerk taleplerin çokluğu ve kuvvetli kültürel içerikle donatılmış yeni kimliklerin oluşturulmasıdır. Bu yeni “demokratik tahayyül” yeni bir eşitlikçiliğin de taşıyıcısı olarak “neo-muhafazakarların” gözlerinde endişe uyandırmalıdır. Laclau ve Mouffe’a göre, tekil bir özne mitinin reddi, belirli çelişkilerin tanınmasını mümkün kılacaktır. Bu reddiye, yeni bir radikal çoğulculuk algısının yeni çelişkileri, yeni hakları ve direnişlerin çoğulluğunu güncellemeye imkan verecektir. Örnek verecek olursak, feminizm veya ekoloji, çelişkinin söylemsel olarak inşa ediliş biçimine bağlı olarak muhtelif biçimler alır. Erkeklere karşı olan bir feminizm olduğu gibi, kadınlığı yeniden değerli kılmaya çalışan bir farklılık feminizmi ve kapitalizmin patriyarkadan ayrılamaz bir biçimde esas düşman olarak görüldüğü bir Marksist feminizm de mevcuttur. Dolayısıyla, kadının üzerindeki tahakkümün farklı açılarına dayanan çelişkilerin çoğulcu bir formülasyonu mevcuttur. Benzer bir şekilde, ekolojik mücadele de anti-kapitalist, üretim karşıtı, otoriter, sosyalist, muhafazakar vb. olabilir. Dolayısıyla bir karşıtlığın dile getiriliş biçimleri önceden tanımlanmış olmaktan uzak ve bir hegemonya mücadelesinin sonucudur. Ancak, böylesi bir çoğulculuk hoşgörüsünün arkasında evrensellik iddiasına asla erişemeyecek olan bir “çok-tanrılı değerler hayaleti” gezinmektedir. Tanrıların savaşı artık pek de uzakta değildir.

Mevcut çelişkileri toplumsal ilişkiler alanında birbirine bağlamak yerine, Laclau ve Mouffe, mülkiyet ve sömürü ilişkilerinin, o geniş sosyal kaleydoskopta diğer resimlerden sadece biri olduğu basit bir “demokratik genişleme” prensibine dayanırlar. Artık, solun görevi liberal demokratik ideoloji ile savaşmak değil, “radikal ve çoğulcu demokrasiyi genişletmek ve derinleştirmek” olmalıdır. Toplumsal ve ahlaki krizin kızıştırdığı farklı çelişkiler yine de dünyanın sıkıntılarıyla, genelleştirilmiş meta üretiminin sorunlarıyla, değerler yasasının düzensizleştirmeleriyle, kısmi rasyonelleşme iddiası altında daha fazla akıl dışılık üretilmesiyle alakalıdır. Sosyal forumlarda bir araya gelen farklı toplumsal hareketlerin yakınlaşmasının veya savaş karşıtı hareketin en büyük nedeni sermayenin ta kendisi değilse nedir?

Laclau ve Mouffe tezlerini doğal olarak, yeni bir iktidarın tesis edildiği ve toplumun rasyonel ölçütlerle yeniden organize edileceği diye anlamlandırdıkları bir devrim fikrinin eleştirisi ile neticelendirirler. Onlara göre, devrim fikri kendi özünde çoğulculuk iddiası ile uyuşmamaktadır. Hoş geldin çokluk, elveda devrim! Farklı feminist veya ekolojist söylemler arasında tercihi imkânlı kılacak kerteriz noktasını neye göre belirleyeceğiz ve bunları nasıl “eklemlenebilir” hale dönüştüreceğiz? Daha doğrusu neye eklemleyeceğiz? Toplumsal mücadelelerin ihtiva ettiği çokluğun biçemsiz bir magmada erime tehlikesini nasıl önleyeceğiz?

Radikal demokrasi projesi, Laclau ve Mouffe için, kendini kararlı bir biçimde toplumsallığın çokluğu fikrinin kutsanmasıyla sınırlı tutar. Dolayısıyla siyasetin özgün alanından, alanların ve toplumsal öznelerin sayısız çokluğundan elde edilecek fayda uğruna feragat edilir. Peki, birbiriyle zinhar ilişkiyle geçmeyen bu özerk toplumsal öznelerin karşılıklı bir özdeşliği beraberce inşa etmek yerine, bencilce kendi çıkarlarının öncelikli muhasebesini yapmasına nasıl mani olacağız? Böylesi bir “hegemonya mantığı” izlenerek ırkçılık, cinsiyetçilik ve kapitalizm karşıtlığı arasındaki eklemlenme içinde farklı cephelerin birbirilerini destekleyip, güçlendireceğini varsayılır. Yine de bu mantık, toplumsal hareketlere ait özerk alanların tek ve birbirine kenetlenmiş bir mücadele içerisinde silinip gitmesi tehlikesini de içinde taşımaktadır. “Özerklik veya özgüllük” iddiasının mantığı aksine, her bir toplumsal mücadelenin birbirinden uzaklaşmaya meylettiği ve yeni bir toplumsal kapanmanın gerçekleşmesi pahasına, toplumsal mücadelelerin özgünlüğünü savunmaktadır. Ancak, farklı toplumsal ilişkilerin özdeşliğini kuramayan bu özerklik iddiası, toplumsal kimlikler temelinde saptanan farklıları bir nevi korporatist yanyanalık içerisinde hizalamaya çalışmaktadır.

Stratejik düzeyde ele aldığımızda, hegemonya kavramını basit bir envantere veya birbirine eşitlenebilen toplumsal çelişkilere indirgeyemeyiz. Hegemonya kavramı, Gramsci için ilkesel olarak, çeşitli toplumsal güçlerin sınıf mücadelesi etrafında toplanmasıdır. Bu toplumsal çelişkilerin sınıf temelli ilişkilere eklemlenmesi; bunların hiyerarşik düzeyde birincil veya ikincil toplumsal çelişkiler olarak sınıflandırılması veya özerk toplumsal hareketlerin (feminist, ekolojist, kültürel) proletarya mücadelesinin merkeziyetine mutlak surette teslimiyeti iddia etmez. Eğer böyle olsaydı, Latin Amerika’daki yerli halkların mücadelesinin meşruiyetinden şüphe etmemiz gerekecekti. Tarihsel olarak, topraklarından edilmiş, kültürel olarak baskılanmış, konuştukları dil yasaklanmış, küresel ölçekte gerçekleşen metalaşma sürecinin dayattığı kültürel yalınkat bütünlüğün kurbanı olan bu halklar, bugün kendi geleneklerini savunmak, ekolojik tahribata karşı durmak ve toplumsal mülkiyetin savusunu yapmak için isyan ediyorlar. Küreselleşmenin vahşetine karşı direnen dini ve etnik temelli mücadeleler, modernitenin devrimci eleştirisini yapmakla eski günlerin nostaljisinden güç alan muhafazakâr bir kalkışma arasında gidip gelen yirminci yüzyılın romantik başkaldırıları ile benzer bir muğlâklığı ortaya koyuyorlar. Bu iki eleştiri arasındaki ortaklık, onların, emek ve sermaye arasındaki karşıtlıkla bütünleşmiş toplumsal çelişkilerle olan ilişkisi tarafından belirlenir. Bu, toplumsal hareketlerin, kendisi sürekli inşa halinde olan işçi sınıfına tabiyeti değil; bizzat sermayenin aktif ilkesi, büyük birleştirici öznesi olduğu bir yakınlaşma anlamına gelir.

Hegemonya kavramı bugün, özellikle çokluk halindeki toplumsal hareketleri bir araya getirme tasarılarını imkânlı kılabilmek için yardımcı bir kavramdır. Öte yandan, mevcut mücadele alanları ve iktidar biçimlerini zapt etmeye yardımcı olacağı varsayılan hegemonya perspektifinin mevcut alanları ve iktidarı tanımlayan bir eşdeğere indirgenmesi; kavramı bir sorunsala dönüştürmektedir.

Çeviri: Aykut T. Kılıç
 
[1]   Perry Anderson, “Gramsci Hegemonya Doğu Batı Sorunu ve Strateji”, Salyangoz Yayınları, İstanbul, 2007.

[2]  Karl Marx, “Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i”, İletişimYayınları, İstanbul, 2010, s. 170.

[3]  Le Monde, 16 Mayıs 2003

[4]  Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri, Belge Yayınları, İstanbul, 1986, s. 216.

[5]  a.g.e., s. 296

[6]  “Fikri ve manevi bir reform” düşüncesi kaynağını Renan ve Peguy’den alır ve İtalya’da yankısını Sorel aracılığıyla bulur.

[7]  Bkz. Etienne Balibar, Sur la dictature du prolétariat, Paris, Maspero, 1976; Louis Althusser and Etienne Balibar, Ce qui ne peut plus durer dans le Parti communiste, Paris, Maspero; Ernest Mandel, Critique de l’eurocommunisme, op. cit., and Réponse à Louis Althusser et Jean Ellenstein, Paris, La Brèche, 1979

[8]  Lev Troçki, İhanete Uğrayan Devrim, Yazın Yayıncılık, İstanbul, 1998, s. 248.

[9]  Erneto Laclau ve Chantal Mouffe, Hegemonya ve Sosyalist Strateji, Birikim Yayınları, İstanbul, 1992, s. 71. Bkz. Daniel Bensaïd, “La politique comme art stratégique”, in Un Monde à changer, Paris, Textuel, 2003.

[10]  Bkz. Benjamin, “Paris: Capital of the Nineteenth Century”, New Left Review, I/48, March-April 1968.

Kapak görseli: Toyen, Cache-toi guerre !, 1944

“Siyasetin Temel Etiği Militanlıktır”: Daniel Bensaïd ile Söyleşi

Aşağıda Daniel Bensaïd ile yapılıp 1999’da kitap şeklinde yayımlanan uzun bir söyleşinin giriş kısmının çevirisi bulunuyor. Söyleşi Philippe Petit tarafından yürütülmüş ve Éloge de la résistance à l’air du temps [Zamanın Ruhuna Direnişe Methiye] adıyla yayımlanmıştır (Textuel, Paris, 1999).

-20. yüzyıl, haklı olarak hem yeni bir çağ, büyük bir başlangıç, yeni İnsan’ın ve benzersiz bir siyasal dönüşümün yüzyılı, hem de her şeyin yıkımı ve sonu olarak değerlendiriliyor: metafiziğin, sanatın, ideolojilerin, tarihin, siyasetin sonu. Sizin fikriniz ne? Ve bu paradoks karşısında ne düşünüyorsunuz?

Yeni bin yılın arifesinde öncelikle kendimizi tam zamanına denk gelen tarihlere dair o sihirli yanılsamadan ve yaşadığımız zamana sahip olduğundan daha fazla önem atfetme eğiliminden korumamız gerek. Bir çağın sonu aynı zamanda bir diğerinin başlangıcıdır. Geçtiğimiz yıl Mayıs 68’in otuzuncu yıl dönümü vesilesiyle bu tartışmayı yürütmüştük: 19. Yüzyılın sona ermeye yüz tutmuş proleter saga’sının son fişekleri mi yoksa 21. Yüzyılın ücretliler toplumlarının ilk genel grevi mi? Muhtemelen ikisi de. Başlangıç her daim bir sondur. Son da bir başlangıçtır. Başlangıçlar her zaman yeniden başlayışlardır, her daim yeniden başlanan başlangıçlardır.

Sona ermekte olan yüzyılın laik inançların şevkiyle başladığı doğrudur. Margarethe von Trotta’nın Rosa Luxemburg hakkındaki filminde sosyalizmin büyük efsanevi simalarının 1900 yılının ilk gününü yakında kavuşulacak bir cennetin vaadi olarak kutladığını görürüz. Yeni çağ, belki de gelecek kuşak, sömürünün, savaşların sona erdiğini, kendisiyle barışmış bir toplumu görebilecekti. Bu kesindi. Tarih’in, İlerleme’nin, Bilim’in hareketini takip etmek kafiydi. Oysa birkaç sene sonra yelkenleri suya indirmek icap etti ve uygarlıklar kendi ölümcüllüklerini ve ölümlülüklerini keşfetti. Böylece III. Binyıl’a hayal kırıklığına uğramış, belki de daha doğru bir ifadeyle gözümüzü açmış biçimde gireceğiz. Ama adaletsizlikle kozlarımızı paylaşmaya bir o kadar da kararlı biçimde. 

En azından öyle umuyorum. 

Çünkü ilan edilmiş sonlar genelde kısa sürüyor. Şimdiden on yıl geçti bile: Sayın Fukuyama’nın kehanetlerini kim hatırlıyor? Tarihin sonu? Savaşlar, krizler, siyasal sarsıntılar: Tarih direniyor! 

Sanatın sonu? Kutsaldan dünyeviye, uzun ve zahmetli dönüşümünü tamamlıyor, çoğul hale geliyor (“sanatlar”): Fakat “ileriye dönük hayal” payını da muhafaza etmekten geri kalmıyor.

İdeolojilerin sonu? Bu en güzeli. Boynumuza kadar piyasa ve rekabet, gösteri ve görünüm, tarihin doğallaştırılışı, çatışmanın uzlaşmayla silinişinin ideolojisine batmış durumdayız. 1998 Noel’inde Avro’ya nasıl kutsal çocuk muamelesi yapıldığını görünce fetişizmin (paranın ve metanın fetişizminin) hiç bu denli güçlü olmadığını düşünmeden edemiyoruz. Medya makinelerimiz, vakti zamanında yüzlerce yıllık sembolik gebelik sonucu oluşandan daha fazla miti bir ayda üretiyor. İdeolojilerin sonu miti bunların en önemsizi değil.

Tüm bu ilan edilmiş sonların sona ermenin bir türlü sonuna gelemediğini fark ettiğimizde muhtemelen karşımıza sonların sonu hakkında son derece ideolojik bir best-seller çıkaracaklardır!

Siyasete gelince, o da diğerleri gibi değişiyor ve başkalaşıma uğruyor. Sönümlenmesi yahut dirilmesi tarihin amansız yasalarına değil, bizlerin siyasetle ne yapabileceğine bağlıdır. 

-Siyasete dair verebileceğiniz en minimal tanım ne olurdu? Pierre-Noel Giraud ve daha başkaları bunun bir mümkünler sanatı olduğunu söylüyor. Siz bu soruya nasıl bir yanıt verirdiniz?

Bu soru bizleri tanımların tuzaklı sahasına çekiyor. Siyasetin bir çeşit özünü veya tözünü aramaktan ziyade onu iktisatla, toplumsal örgütlenmeyle, kurumlar ve devlet aygıtlarıyla bir ilişki olarak düşünmeyi tercih ediyorum. Ve bu ilişkilerin tarihsel dönüşümü hakkında düşünmeyi. Böyle bakınca siyasetin çağlar ötesi bir geçerliliğe sahip olacak tek anlamlı ve nihai bir tanımından hayli uzağında buluruz kendimizi.

Fakat tanımların bu hileli oyununa her şeye rağmen girecek olursak, bir “mümkünler sanatı” olarak siyaset anlayışı çok da fena gelmiyor bana. Yeter ki imkân teriminin muğlaklığından kaçınabilelim. Eğer tarih programlanmış bir kaderin tamamlanışı değil de açık bir tarihse, o halde siyasal eylem de koşulları eklemleyen ve etkin, zengin ve somut bir imkânlar alanını belirleyen bir özgürlüğün ve sorumluluğun harekete geçirilmesidir (formel soyut imkân ise zayıf bir imkândır, ki bu da çelişkili bir ifade değildir).

Siyasal eylem, oluşan bu alandaki kimi mümkünleri ayırt edip seçer. Başkalarını ise terk eder veya onlardan vazgeçer.

Mümkünlerin bu güncelleştirilişi özgül bir siyasal zamansallığı belirler; burada, şimdiki zaman ne geçmişin basit bir uzantısı, ne geleneğin basitçe sürdürülüşü, ne de arzulanan bir geleceğin keyfî icadıdır (düşsel ütopyanın projeksiyonlarında olduğu gibi). O, mümkünlerin seçiminin sürekli belirlendiği uğraktır. Böylece siyasetin “şimdi” ve “mümkünat” kategorileriyle, belirli bir olumsallık ve zaruret, özgürlük ve zorlayıcılık fikriyle ilişkili olduğunu söyleyebiliriz. Bu, onun ilk belirlenim düzeyidir.

Fakat derhal bir ikincisi belirir. “Özgürlük” demek aynı zamanda ne türde bir insanlık haline gelmek istediğimize dair kolektif bir karar vermek demektir. Asil ve tutkulu bu siyaset anlayışı dine, tarihe (tarihin yasaları), metaya (paranın yasası) dayalı fetişizmlerin çeşitli biçimlerine maruz kalmanın reddiyesini ifade eder.

Bir de üçüncü bir belirlenim söz konusu, en hassas olanı belki de: (Bireysel bencilliğe karşı) bir yaşam tarzı ve dünyevi etik olarak siyaset. Bu, insanın kişisel yaşamının bir kamusal yaşam olarak tutarlı biçimde örgütlenişidir, bir çeşit kamusal ahlakilik biçimidir: Siyaseti yalnızca düşünmek değil aynı zamanda onu yapmaktır söz konusu olan. Biri olmadan diğeri olmaz. Bugün sahip olduğu kötü ünün aksine militanlık bana siyasetin temel etiğiymiş gibi geliyor. Onun sorumluluk ilkesi. Ve de tevazu ilkesi, çünkü militanlık yapmak mecburi olarak kolektif bir çerçeveye oturur. 

İlla ki partizan ve örgütlü bir militanlıktan söz etmiyorum bu arada, her ne kadar militanlığın bu boyutu toplumsal çatışmayı bir evrensellik ufkuna yerleştiren bir ortak çıkar ve genel irade anlayışına tekabül etse de. Çünkü siyaset, unutmamak gerekir ki, aynı zamanda ve belki de öncelikle bir çatışma sanatıdır, çatışmalı bir toplumsal ilişkinin uzamda ve zamanda örgütlenişidir. Çizgileri yerinden oynatmanın (güç ilişkilerini değiştirmenin) ve zaman çizgisini kırmanın sanatı. Burada “mümkünler sanatı” anlayışıyla buluşuruz, fakat idare-i maslahatçı bir realizmin “imkânlar dahilinde”ciliği anlamında değil, çeşitli açık uçlu gelecekler arasında – mecburen çatışma içeren- bir tercih anlamında.

Françoise Proust siyaseti bir “konjonktür ve beklenmediklik sanatı” olarak tanımlar. Bu formül bana da uygun geliyor. Onu benimsiyorum. 

Çeviri: Uraz Aydın

21. Yüzyılda Leninizm – Daniel Bensaïd

Lenin Marksist düşünceye emperyalizm, milli sorunlar, devrimci strateji ve sosyalist demokrasi adına önemli katkılarda bulundu. Fakat örgütler kendilerini “Leninist” olarak adlandırdıklarında genellikle örgütsel biçimleri kastederler. Bu tür örgütlerin oldukça çeşitli örgütsel deneyim ve pratiğe sahip olduklarını da görüyoruz. Leninizm’i örgütsel biçimiyle özgül kılan nedir?

Read More …

Komünizmin Güçleri – Daniel Bensaïd

“Toplumsal reformun kıtada gösterdiği ilerlemeler” üzerine 1843 tarihli bir makalede (yirmi yaşını daha yeni doldurmuş) genç Engels komünizmi “modern uygarlığın genel koşullarından kaçınılmaz olarak çıkarılması gereken zorunlu bir sonuç” olarak görür. Kısaca, işçilerin “İhtilal-i Kebirin capcanlı kaynaklarına ve incelemesine geri dönüp Babeuf’ün komünizmine hemen dört elle sarıldıkları” 1830 Devriminin ürünü mantıksal bir komünizm.

Buna karşılık bu komünizm genç Marx’a göre henüz “dogmatik bir soyutlama”dan, “hümanizm ilkesinin tuhaf [orijinal] bir dışavurumu”ndan başka bir şey değildi. Oluşum halindeki proletarya kendisini “kurtuluşunun doktrinerlerinin kollarına”, “sosyalist sektlere” ve “sınıf ilişkilerinin hayali ilgası” olarak “evrensel kardeşliğin milenyumu” üzerine “hümanistler olarak saçma sapan laflar eden” kafası karışık birtakım zihinlere bırakmıştı. Demek ki 1848 öncesinde bir hayaleti andıran ve sarih bir programı olmayan bu komünizm, eşitlikçi sektlerin ya da karusçu hülyaların “kötü yontulmuş” biçimlerine bürünmüş bir halde zamanın ruhunun yakasını bırakmamaktaydı.

Oysa soyut ateizmin aşılması şimdiden komünizmden başka bir şey olmayan yeni bir toplumsal maddeciliği zımnen ifade etmekteydi: “Tıpkı Tanrının yadsınması olarak ateizmin kuramsal hümanizmin gelişmesi olduğu gibi özel mülkiyetin yadsınması olarak komünizm de hakiki insan yaşamının hak davasıdır”. Her türlü bayağı [vülger] ruhban karşıtlığından uzak olan bu komünizm, kendisi için artık yalnızca dinsel yabancılaşmayla değil fakat aynı zamanda din ihtiyacını doğuran gerçek toplumsal yabancılaşma ve sefaletle savaşmanın söz konusu olduğu “pratik bir hümanizmin gelişmesi” idi.

1848’in kurucu deneyiminden Komün deneyimine kurulu düzeni ilga etmeye yönelen “gerçek hareket”, “sekter saplantıları” gidererek ve “bilimsel yanılmazlığın kahinane üslubu”nu gülünç duruma düşürerek biçim ve güç kazanıyordu. Diğer bir deyişle başlangıçta bir ruh hali ya da “felsefi bir komünizm” olan komünizm siyasi biçimini buluyordu. Felsefi ve ütopik beliriş tarzlarından, kurtuluşun nihayet keşfedilen siyasi biçimine deri değişimini bir çeyrek yüzyılda tamamlamıştı.

1. Kurtuluş sözcükleri geçen yüzyılın acı ve sıkıntılarından sağ salim çıkamadılar. Bunlar hakkında kıssadaki hayvanlar gibi bu hengâmede hepsi hayatını kaybetmemiş olmakla birlikte tümünün ağır bir darbe yediği söylenebilir. Sosyal demokrasi, devrim hatta anarşizm komünizmden daha iyi durumda değiller. Sosyal demokrasi gelişimi içinde kazandığı tüm içeriği kaybedecek raddede Karl Liebknecht ile Rosa Luxemburg’un katline, sömürge savaşlarına ve hükümet işbirliklerine bulaştı. Yöntemli bir ideolojik kampanya birçok kişinin nazarında devrimi şiddet ve terörle özdeşleştirmeyi başardı. Ama daha dün ileriye yönelik büyük umutların ve düşlerin taşıyıcısı olan bütün sözcükler arasında en fazla zarar gören, bürokratik devlet aklı tarafından ele geçirilmesi ve totaliter bir girişimin kölesi haline getirilmesi nedeniyle komünizm oldu. Buna karşın, tüm bu yara almış sözcükler arasında hâlâ onarılıp yeniden harekete geçirilmeye değer bir sözcük olup olmadığı sorusu orta yerde duruyor.

2. Bunun için XX. yüzyılda komünizmden ne hâsıl olduğunu düşünmek şarttır. Sözcüğün ve şeyin, zamanın ve maruz kaldıkları tarihsel sınavların dışında kalmaları mümkün olmayacaktır. Komünist sıfatının liberal otoriter Çin devletini tarif etmek için yoğun biçimde kullanımı çoğunluğun gözünde çok uzun zaman bir komünist hipotezin kırılgan kuramsal ve deneysel yeniden filizlenmelerinden çok daha ağır basacaktır. Eleştirel bir tarihsel envanterden kendini kurtarmanın iğvasına kapılma komünist fikri zamansallığa bağlı olmayan “sabitelere” indirgemeye, onu kurtuluşun kapitalist tahakküm çağındaki özgül biçimi olmaktan çıkarıp belirlenmemiş adalet ve kurtuluş fikirlerinin eşanlamlısı haline getirmeye yol açacaktır. Sözcük bu durumda etik ya da felsefi uzanımda kazandığını siyasi kesinlikte yitirir. Canalıcı sorulardan biri bürokratik despotizmin Ekim Devriminin meşru devamı mı, yoksa yalnızca davalar, temizlik hareketleri, toplu sürgünler tarafından değil, aynı zamanda Sovyet toplumunda ve devletinde otuzlu yıllardaki alt üst oluşlar tarafından da doğrulanan bürokratik karşı-devrimin ürünü mü olduğu sorusudur.

3. Kararnameyle yeni bir sözlükçe icat edilmez. Sözcük dağarcığı zaman içinde kullanımlar ve deneyimler aracılığıyla oluşur. Komünizmin Stalinci totaliter diktatörlükle özdeşleştirilmesini kabullenmek geçici galipler karşısında dize gelmek, devrimle karşı-devrimi birbirine karıştırmak ve böylece umuda açılan yegâne sapaklar faslında davayı düşürmek olacaktır. Ve bu, yenilenlere, komünist fikri tutkuyla yaşayıp onu karikatürlerine ve taklitlerine karşı yaşatmış kadın-erkek, isimsiz ya da değil herkese karşı onarılması mümkün olmayan bir adaletsizlik sergilemek olacaktır. Stalinistliği bıraktığında komünistliği de bırakanlar ve Stalinist oldukları sürece komünist olanlar utansın!

4. Her halükarda, utanmaz arlanmaz kapitalizmin zorunlu ve mümkün “öteki”sini adlandırmak açısından en fazla tarihsel anlam ve patlayıcı programatik mühimmat taşımayı sürdüren sözcük komünizm sözcüğüdür. Paylaşımın ve eşitliğin komününün halkını, iktidarın paylaşılmasını, bencil hesabın ve genelleşmiş rekabetin karşısına çıkarılabilecek dayanışmayı, insanlığın doğal ve kültürel ortak mallarının savunulmasını, genelleşmiş başkalarının sırtından geçinmeye ve dünyanın özelleştirilmesine karşı hizmetlerden temel ihtiyaç maddelerine kadar bir bedelsizlik (metalaşmadan-arındırma) alanının genişletilmesini en iyi çağrıştıran sözcük komünizm sözcüğüdür.

5. O aynı zamanda toplumsal zenginliğin değer yasasıyla meta değerlemesinden başka bir ölçüsünün de adıdır. “Serbest ve tam” rekabet “başkasının emek zamanının çalınması”na dayanır. O niceleştirilmesi mümkün olmayanı niceleştirmek ve insan türünün kendi yeniden-üretiminin koşullarıyla aynı ölçüyle ölçülmesi mümkün olmayan ilişkisini kendi sefil soyut emek zamanı ortak ölçüsüne indirgemek iddiasındadır. Komünizm başka bir zenginlik ölçütünün, nicel büyüme yarışından nitel olarak farklı bir ekolojik gelişmenin adıdır. Sermaye birikiminin mantığı yalnızca toplumsal ihtiyaçlar için değil kâr için üretimi zorunlu kılmakla kalmayıp, aynı zamanda “yeni tüketim üretimini”, “yeni ihtiyaçların yaratılmasıyla ve yeni kullanım-değerlerinin yaratılmasıyla” tüketim döngüsünün sürekli genişkletilmesini de gerektirir: “Doğanın tamamının sömürülmesi” ve “toprağın her yönden sömürülmesi” de “bundan kaynaklanır”. Sermayenin bu yakıp yıkıcı ölçüsüzlüğü radikal bir eko-komünizmin güncelliğini kurar.

6. Komünizm sorunu Komünist Manifesto’da öncelikle mülkiyet sorunudur: “Komünistler kuramlarını tek bir formülde özetleyebilirler: özel mülkiyetin ortadan kaldırılması” elbette kullanım mallarının bireysel mülkiyetiyle karıştırılmaması gereken üretim ve mübadele araçları üzerindeki özel mülkiyetin ilgası. Onlar “tüm hareketlerin” içerisinde “hareketin temel sorunu olarak ulaşabildiği gelişme derecesi ne olursa olsun mülkiyet sorunun öne çıkarırlar”. Gerçekten de ikinci bölümü sonuca bağlayan on noktadan yedisi mülkiyet biçimlerine ilişkindir: toprak mülkiyetinin kamulaştırılması ve rantın devlet harcamalarına tahsisi; adamakıllı müterakki [gelire göre artan oranda] bir vergi rejiminin getirilmesi; üretim ve mübadele araçlarında miras hakkının kaldırılması; sürgün asilerin mallarına elkonulması; kredinin bir kamu bankasında merkezileştirilmesi; taşımacılık araçlarının toplumsallaştırılması ve kamusal, herkes için parasız bir eğitimin yerleştirilmesi; ulusal fabrikaların kurulması ve ekili olmayan toprakların tarıma elverişli hale getirilmesi. Bu önlemlerin hepsi siyasi demokrasinin ekonomi üzerindeki denetimini, ortak mal bencil çıkara, kamusal alanın özel alana başatlığını kurmaya yöneliktir. Mülkiyetin her türlü biçimini değil, “günümüzün özel mülkiyeti, burjuva mülkiyetini”, birilerinin başka birilerini sömürmesi üzerine kurulu “temellük tarzını” ilga etmek söz konusudur.

7. İki hak arasında, mülk sahiplerinin ortak malları mülk edinme hakkıyla mülksüzleştirilmişlerin var olma hakkı arasında “son sözü söyleyen zordur” der Marx. Almanya’da köylüler savaşından İngiliz ve Fransız Devrimlerine, oradan geçen yüzyılın toplumsal devrimlerine kadar tüm modern tarih bu çatışmanın tarihidir. Bu çatışma egemenlerin yasallığının karşısına çıkarılabilecek bir meşruiyetin ortaya çıkışıyla çözülür. “Kurtuluşun nihayet bulunan siyasi biçimi” olarak, devlet iktidarının “ilgası” olarak, sosyal Cumhuriyetin gerçekleştirilmesi olarak Komün [Paris Komünü] bu yeni meşruiyetin ortaya çıkışını örnekler. Onun deneyimi devrimci krizlerde beliren ve siyaseti profesyonellikten-arındırmaya, toplumsal iş bölümünü değişime uğratmaya, ayrı bürokratik yapı olarak devletin sönümlenmesinin koşullarını yaratmaya yönelen halk özörgütlenme ve özyönetim biçimlerinin esin kaynağı olmuştur.

8. Sermayenin hükümranlığı altında gözle görülen her ilerlemenin gerileme ve yıkım alanında bir karşılığı vardır. İlerleme “salt köleliğin biçimini değiştirmekten” ibarettir. Komünizm başka bir fikir ve verim [getiri] ve parasal kârlılıktan başka ölçütler gerektirir. Öncelikle çalışma zamanı zorlamasında sert bir azaltmadan ve bizatihi çalışma kavrayışında değişiklikten başlayarak: emekçi işinde yabancılaşmış ve sakatlanmış olarak kaldığı sürece boş zamanda ya da “serbest zamanda” bireysel gelişmenin olması mümkün değildir. Komünist bakış açısı aynı zamanda kadın erkek ilişkisinde de köklü bir değişim gerektirir: cinsler arasında ilişki deneyimi ilk bir başkası olma deneyimidir ve bu ezme ezilme ilişkisi varlığını sürdürdükçe kültürü, rengi ya da cinsel yönelimi bakımından farklı herkes ayrımcılık ve tahakküm biçimlerinin kurbanı olacaktır. Uzun lafın kısası sahici ilerleme, özgün bileşimi her kadını ve her erkeği tekilliği türün zenginleşmesine katkıda bulunan eşsiz bir varlık haline getiren ihtiyaçların gelişmesi ve farklılaşmasında yatar.

9. Manifesto komünizmi “her bir kişinin özgür gelişiminin herkesin özgür gelişiminin koşulu olduğu bir ortaklaşma” olarak tasarlar. Komünizm böylece ne reklamcılık konformizmine tabi kılınmış kişilikten yoksun bir bireyciliğin aldatıcı görünüşüyle, ne de bir kışla sosyalizminin kaba eşitlikçiliğiyle karıştırlması mümkün olabilecek özgür bir bireysel gelişimin ilkesi olarak belirir. Her kadının ve her erkeğin tekil ihtiyaçlarının ve yeteneklerinin gelişmesi insan türünün evrensel gelişimine katkıda bulunur. Karşılıklı olarak, her kadının ve her erkeğin özgürce gelişimi herkesin özgürce gelişimi anlamına gelir, zira kurtuluş tek başına tadı çıkarılacak bir şey değildir.

10. Komünizm ne saf bir fikir, ne de bir doktriner toplum modelidir. O ne bir devlet rejiminin, ne de yeni bir üretim tarzının adıdır. O kurulu düzeni mütemadiyen aşan/ortadan kaldıran hareketin adıdır. Ama o aynı zamanda bu hareketin içinde beliriveren, onu yönlendiren ve ilkesiz politikaların, arkası gelmeyen eylemlerin, günü gününe doğaçlamaların tersine neyin amaca yaklaşıp neyin ondan uzaklaştığını belirlemeye imkân tanıyan amaçtır da. Bu niteliğiyle o amacın ve yolun bilimsel bir bilgisi değil, düzenleyici bir stratejik hipotezdir. O birbirlerinden ayrılmaz biçimde alt edilmesi mümkün olmayan bir başka adalet, eşitlik ve dayanışma dünyası düşünü; kapitalizm çağında mevcut düzeni devirmeyi hedefleyen sürekli hareketi ve bu hareketi, daha beterine en kestirme yol olacak ehveni şerle uzlaşmalardan uzakta, mülkiyet ve iktidar ilişkilerinde köklü bir değişime doğru yönlendiren hipotezi adlandırır.

11. Kendi sınırlarını, artık ancak hem türü hem de gezegeni tehdit eden artan bir ölçüsüzlük ve akılsızlık pahasına daha ileri itebilen bir kapitalizmin toplumsal, iktisadi, ekolojik ve ahlaki krizi, Benjamin’in iki savaş arası tehlikelerin tırmanışı karşısında ileri sürdüğü “radikal bir komünizmin güncelliği”ni yeniden gündeme getirir.

Türkçesi: Osman S.Binatlı

Rosa Luxemburg’da Kendiliğindenlik ve Devrimci İradecilik – Daniel Bensaïd ile Söyleşi

Geniş kesimlerini aktardığımız bu mülakat David Muhlmann tarafından Rosa Luxemburg hakkındaki kitabı için Mayıs 2010’da gerçekleştirilmiştir. Bu aynı zamanda Daniel Bensaïd ile ölümünden önce yapılmış son söyleşidir.

David Muhlmann: Daniel, Fransız radikal solunun ve dünya Troçkist hareketinin en etkili düşünür ve örgütçülerinden birisiniz. Önce Devrimci Komünist Birliğin (LCR- IV. Enternasyonal Fransa Seksiyonu) ardından da Yeni Antikapitalist Parti (NPA)’nın yönetiminde yer aldınız. Sizinle konuşmak istediğim ilk konu Rosa Luxemburg ile olan siyasal ve entelektüel ilişkiniz. Sizin için ismi, uluslararası sosyalizm tarihinde bir Lenin veya Troçki’ye eşdeğer bir referans oluşturuyor mu? Kendi siyasal güzergahınız içinde özel bir yeri var mıdır? 1969’da Partisans dergisinin “Rosa Luxemburg yaşıyor” başlıklı bir sayısında Rosa Luxemburg’da Parti ve örgüt meselesi hakkında bir yazınızı hatırlıyorum…. Bugün gerek Marksist teori gerekse inşa edilmesi gereken devrimci pratik konusunda onun mirası olarak benimsememiz gereken nedir sizce? Özellikle de, her tür öncü güç için kritik bir mesele olarak ortaya koyduğu -her ne kadar bu kavramı sevmesem de- işçi “kendiliğindenliği” ihtiyacı aklıma geliyor…

Daniel Bensaïd: Her şeyden önce Rosa Luxemburg’un tekrar gündeme gelmiş olmasından dolayı sevinç duyabiliriz. Tabii ki dini bir tatmin duygusuyla değil. Daha çok siyasal bir momentumu ifade ettiği için: Bunun şu anda meydana geliyor olması bir tesadüf değil. Bunun yanı sıra benim için ve hatta bizim için (bu “biz “biraz muğlak olmakla birlikte, altmışlı yıllarda Komünist Parti’nin gençliğiyle ayrışma yaşayanlar üzerinden şekillenen bir militan kuşağı kapsıyor) her daim mirasımızın bir parçasıydı. Şöyle, o dönemler teorik bir besin arayışındayken bizlere aktarılan Ortodoks komünizmin ön saflarında değildi, fakat Troçki’den farklı olarak “cehennemde” de değildi. Dolayısıyla her zaman Rosa Luxemburg’a bir “erişme imkânı” mevcuttu. Öte yandan siyasal akımımız kısmen onun fikriyatından etkilenmiştir. Başka akımlarla farklılığımızı ortaya koymak ve biraz da meydan okumayla etiketimiz “Troçkist” idi. Ama Rosa Luxemburg’un büyük bir hayranı olan, hatta belki de Troçki’ye olduğundan da fazla hayranlık duyan Ernest Mandel gibi bir Troçkisti düşünüyorum. Kendi yaşam öyküsü açısından bile neredeyse daha yakındı ona: Brüksel’deki küçük evinde, kendisine babası tarafından aktarılmış olan ciltli Neue Zeit koleksiyonu vardı. Neredeyse dolaysız bir Tarih söz konusuydu ve Spartakizmin hafızası böyle aktırılmıştı. Ayrıca, ve bunu kendimizi pohpohlamak için söylemiyorum, LCR’in eğitimlerinde derdimiz çoğunlukla Marksist ortodoksiyi aktarmaktan ziyade işçi hareketi tarihindeki tartışmaları yerli yerine oturtmaktı. Kautsky okutuyorduk, Bernstein okutuyorduk… Rosa Luxemburg’un birincil rollerden birini oynadığı bir tartışmanın sahnesini yeniden oluşturmaktı söz konusu olan.

Dolayısıyla çok önemli bir yere sahipti fakat bir mit de değildi bizim açımızdan, tıpkı Troçki gibi. Troçki’nin korkunç kitapları vardır, özellikle de Terörizm ve Komünizm (1920): Rus iç savaşının bağlamını anlayabiliriz fakat istisna halini istisnanın ötesine de geçerek teorileştirmek başka bir şeydir. Rosa konusunda ise, onun Lenin ve parti hakkındaki eleştirel yazılarını daha sonradan meydana gelecek olan bürokrasi ve Stalinizm olgusunun prizmasından yeniden okumakta bir kolaylık ve anakronizm söz konusudur. Ancak Rusya bağlamının ötesinde Rosa’nın kendi döneminde işçi hareketinin yönetim aygıtlarında bürokrasinin yükselişi meselesinde özellikle hassas davrandığı doğrudur. Almanya’da bürokrasi olgusunun laboratuvarıyla karşı karşıyadır -ve Robert Michels’in siyasal partiler hakkındaki kitabının aynı dönemde çıkması bir tesadüf değildir (Michels, 1914).

Burada göreli bir yasallık döneminden istifade eden ve büyük bir aygıtın oluşumuna yol açan, kitle sendikalarına dayalı ilk kitle partisi olgusu söz konusudur. Yeraltındaki Bolşevik Partisinin durumu bu değildi. Bolşevik Parti sonradan mitleştirilmiştir ama esasında her daim devasa bir kargaşa vardır burada, hatta kimi zaman da küçücük bir kargaşa, mücadele koşullarının kırılganlığını göz önünde bulundurursak. Sonuçta Rosa’da böyle bir hassasiyet olduğu tartışmasızdır. “Kendiliğindenlik” kelimesi konusunda tereddüt ettiniz. Bu konuda iki şey söyleyeceğim. Benim açımdan 1905-1906 yıllarının kitle grevi tartışması kurucu bir niteliğe sahiptir çünkü hadisenin [événement] önemini vurgular. Bu da -her ne kadar açık seçik değilse de bu çerçevede çalışmayı sağlar- bir başka siyasal zamansallık fikrini ortaya koyar: Tarihi yapan, seçimlerle elde edilmiş konumların tedrici birikimi değildir; beklenmedik olanın, apansız gelişenin payı vardır. Buna “kendiliğindenlik” deriz ya da demeyiz fakat her halükârda bir hadise mevcuttur, tartışmasız biçimde kendine has genel örgütlenme biçimleriyle birlikte aşağıdan bir patlama teşkil eden bir hadise.

Öte yandan 1905 deneyiminin Rosa Luxemburg’un, Bernstein’la olan tartışma çerçevesinde sınıflar arası kutuplaşmanın çizgisel olmadığını, orta sınıfların kendini yeniden oluşturduğunu, krizlerin ve çöküşün mekanik biçimde gelişmediğini algılamasını sağlamış olması söz konusudur. Kısacası belirli bir devrimci iradeciliğe ihtiyaç duyan bir tarih anlayışını öne sürmesini sağlamıştır. Ve Rosa, belki de tam da Almanya bu konuda ayrıcalıklı bir laboratuvar teşkil ettiğinden, bunu sezinleyen ilki kişilerden biri, hatta belki de ilk kişidir. Lenin’den hayli önce. Bu anlamda, esasen işçi hareketindeki bürokrasiye karşı yöneltildiğinden, “kendiliğindenliğin” neden yeni ve radikal siyasal stratejik yönelimler anlamına gelmesi gerektiğini açıklığa kavuşturan ilk kişidir.

Oysa bu gücünün bir şekilde bir zayıflık haline geldiğini düşünüyorum. İlk kurbanlarından olduğu 1918 Alman devriminin trajedilerinden biri, sosyal-demokrasinin iki çoğunluk kanadından ayrışmanın gecikmiş oluşu ve bunun aslında hayli el yordamıyla gerçekleştirilmiş olmasıdır. Rusya’yla karşılaştırdığımızda Lenin’in parti hakkında geliştirdiği anlayışın “Nisan Tezleri” olarak anılan dönemeci almasını ve hiç taviz vermeden partinin çoğunluğuyla çarpışmasını sağladığını kabul etmek gerekir. Rosa ve Liebknecht’in Almanya’da kitle örgütleriyle kopuşu tasarlamasının ve bunun sorumluluğunu almasının zorluklarını anlıyorum, elbette ki bu hiç kolay değildi fakat böyle bir durumda sosyal-demokrasi içinde nasıl kavgalar yürütülebileceğini tahayyül edebiliyoruz.

D.M.: Rosa ve Liebknecht her şeyden önce bir ‘komünist sekt” oluşturmaktan çekiniyordu. Kitlelere “yapışmak” gerekiyordu. Rosa Luxemburg’un “kendi aramızda haklı olmaktansa haksız bir işçi partisi içinde mücadele etmek yeğdir” gibi bir şey söylediğini hatırlıyorum….

D.B.: Anlıyorum. Fakat ben, bugün Tarihin yaramaz çocuğu haline gelen ve dolayısıyla artık okunmayan Lenin’in bir şekilde siyaset kavrayışında devrim yapan, siyasette stratejik düşüncenin yolunu açan kişi olduğunu düşünme eğilimindeyim. Marx’ta tam olarak bulamayız bunu ve Rosa Luxemburg’un çevresinde bulunduğu Alman sosyal-demokrasinin tüm bu kadroları nihayetinde “kültürel” olarak Marx’a hayli yakındı.

D.M.: Devrimci “olgunlaşma”ya, sosyalizmin “ilerlemesi”ne vb. inanıyorlardı.

D.B.: Evet, sosyolojik olgunlaşma: Yoğunlaşacak, gelişecek bir sınıf var ve bu gelişimin sonucunda da siyasal bilinç ile örgütlenme arasında organik bir bağ oluşacaktı. Marx’ta parti meselesi ancak geçici biçimde gündeme gelir, konjonktürel bir araçtır. Lenin ise onu, geri çekilmeleri ve atılımları örgütleyen, inisiyatif alan hakiki bir stratejik operatör haline getirir. Burada farklı bir kavrayış söz konusudur. Bu nedenle Rosa’da doğmakta olan bürokratik tehdit hakkındaki eleştirisinin tüm keskinliğini gözlemleyebiliriz ama aynı zamanda neredeyse tümüyle doğal bir sürecin “olgunlaşmasına” olan güvenin bir problem yarattığını da…

George Grosz, Zur Erinnerung an Rosa Luxemburg und Karl Liebknecht, 1919.

D.M.: Tümüyle hareketsiz kalma pahasına kitlelere “yapışma” ile partizan bir sekterlik pahasına Leninist kopuş arasındaki ikilem bugün için bir güncellik taşıyor mu yoksa sadece bir tarihsel mesele mi?

D.B.: Bugün için beni ilgilendiriyor ama bambaşka koşullarda. İşçi hareketinin yüzyıllık deneyiminin ardından toplumsal veya siyasal bir araya geliş biçimlerinin çok daha akışkan, karmaşık ve parçalı halde olduğunun gayet farkındayız. Rosa’nın döneminde sosyalistlerde yine de bir homojenlik önkabulü vardı, işçi sınıfının tekliği. Bu fazlasıyla yalanlanmıştır. Kapitalizmin paradokslarından biridir bu, bir yandan örgütlenme eğilimi, ama aynı zamanda rekabeti dolayısıyla daimî bölünmeler ve farklılaşmalar doğuran bir emek piyasası.

Günümüzde bu artık anlaşılmıştır. Tıpkı çağdaş toplumların karmaşıklığı gibi. Daha farklılaşmış unsurların bileşiminden oluşuyorlar. Bireyselleşme olguları çelişik yönlere sahip, bir yandan daha demokratik bir kültür fakat öte yandan olumsuz anlamdaki bir bireyciliğe kayma. “Parti” biçimine ilişkin problemleri, bugün kolektif olanı, dayanışmayı, eşgüdümü vs. nasıl örgütleriz meselesini buradan yola çıkarak düşünmek lazım. Ancak bugün bir sorun da şu ki, solda biçim hakkındaki tartışma içerik hakkındaki tartışmanın önünde bir çeşit engel teşkil ediyor. Ve de özellikle bürokratikleşme olgusunun parti formunun bir salgısı olduğuna inanma eğilimi var, halbuki çok sayıda toplumsal örgütlenmede, devlet aygıtında, sendikalarda, STK’larda vs. kendini gösteren büyük çaplı bir sosyolojik fenomendir. Parti konusunu fazlasıyla aşan bir mesele bu.

D.M.: Komünist ve devrimci sol için, bürokratikleşmiş bir kitle örgütünde kalmak veya daha saf ilkeler üzerinden örgütü tekrar kurmak üzere oradan ayrılmak sabit bir sorun olagelmiştir. Bu konuda Rosa’nın çok doğru ve takdire şayan bir pozisyona sahip olduğunu düşünüyorum: Hem Leninizme eleştirel yaklaşmış, hiç şüphesiz, sosyal-demokrasinin çoğunluğuyla kopuş halinde olmuş, ama öte yandan parti biçimini ilkesel olarak reddetmeye dayanan kolay goşizme de sapmamıştır, kendi döneminin Linksradikale’sinin yaptığı gibi, Rühle’lerin veya Gorter’lerin… İşçi örgütlenmesi konusunda Rosa’yı Lenin’in karşısına koyduğumuzda, Rosa Luxemburg’un nihayetinde Alman Komünist Partisi’ni kurduğunu sıklıkla unutuyoruz!

D.B.: Katılıyorum. Bu bizlere musallat olan bir tartışmaydı ve bana da özellikle. Tartışmanın içerimlerinin tamamen bilincinde olmak için kendi adıma fazla gençtim, fakat Komünist Parti’den veya Komünist Öğrenciler’den resmi olarak 1965-1966’da ihraç edildik; esasında bunun yarısının ihraç yarısının da bir çeşit gönüllü bir gidiş olduğunu düşünüyorum. Ancak gençliğimize verilecek bir tasasızlık veya bilinçsizlikle, bu konu hakkında düşünmedik. “Kurşuna dizilmişlerin büyük partisi”nden[1] 200 veya 300 kişi ayrılmak kesinlikle çılgınlıktı; bugün artık pek bir şey ifade etmiyor ama o dönemler… Ayrılmak beni çok sarsmıştı, komünist bir çevreden geliyordum, İspanya iç savaşını yaşamış, FTP-MOI[2] direnişçisi olmuş kişilerden oluşan.

Bizlere bütün o “partiden ayrılıp da tarihin çöplüğünde bitenler” nakaratını tekrarladılar. Gençtik, kendimizi fazla sorgulamadık ama eğer bunu yapmış olsaydık kalmak için mutlaka nedenler bulurduk. Daha hoşgörülü ve diğer akımlara karşı daha geçirgen bir partide bulunan İtalyan alter ego yoldaşlarımızın ayrılması gerekmedi mesela ve saplanıp kaldılar…. Ayrılmak için doğru zaman nedir? Bundan ne kazanılır ve ne kaybedilir? Barındırdığı tehlikeler nelerdir? Bu sorular gayet güncel. Mesela Mélenchon’un Sol Cephe’yi kurmak üzere Sosyalist Parti’den ayrıldığında kendini uzun uzun sorgulamadığını zannetmiyorum. Ve bölünme riskinden kimsenin kaçınabileceğini sanmıyorum. Rosa’nın kaygısı tam da bundan dolayı meşrudur: İnsanları delirtebilecek azınlık patolojileri gözlemledik. Ve kimileri gerçekten delirdi: Var böyleleri ve son derece parlak insanlar, Bordiga ve Posadas gibi – ki sonunda anti-atomik sığınaklar inşa etti… Burada çok uç örnekler söz konusu ama IV. Enternasyonal tarihinin de muaf olmadığı bir mesele bu: Pablo’nun dünya proletaryasına, Başkan Mao’ya, Tito’ya vs. açık mektuplar yazdığı zaman mesela…

D.M.: Paranoyak bir mantık da işliyor burada…

D.B.: Tabii ki paranoyak bir mantık da işliyor. Haklı olduğunuz, gereken karşılığı görmediğiniz, duyulmadığınız, kitlelere gerçekliğin ötesinden konuştuğunuz intibaını ediniyorsunuz. Tüm bunlar pusuda bekliyor elbette. Bugün de çözülmüş sorunlar değil bunlar. Bununla birlikte günümüzde daha az sancıyla yaşanıyor çünkü artık Avrupa’da kolektif örgütleyici niteliğindeki solcu kitle partileriyle neredeyse hiç karşı karşıya bulunmuyoruz. Bugün daha açık bir siyasal alan olduğunu söyleyebiliriz, başka yerlerde de hayat var, kafayı yemeye mahkûm değiliz. Kimi hezeyan nöbetlerinin kurbanı olabiliriz ama bu büyük partilerin veya onlardan geriye kalanların dışında olmak gerçeklikle ilişkimizi kesmiyor! [Gülüyor]

Çeviren: Uraz Aydın

Kaynak: https://www.contretemps.eu/entretien-bensaid-rosa-luxemburg/?fbclid=IwAR3OfylRgk47qyMH5xyBuiwgQ9QhU7k9Up4LR8_Tw-MLHDRL8twCeMEUrbE

Bu metin daha önce yeniyol1.org’da yayınlanmıştır.


[1] Fransa’nın işgaline karşı direnişteki etkinliğine gönderme yaparak FKP kendini böyle adlandırıyordu.

[2] FTP-MOI : Fransız direnişinde göçmen ve yabancıların yer aldığı birim Mülteci İş Gücü Serbest Kıt’aları ve Partizanları. Ermeni devrimci Misak Manuşyan da bu örgütte yer almıştır.

Daniel Bensaïd : Aykırı Bir Komünist – Michael Löwy

Michael Löwy’nin, Daniel Bensaïd’in ölümünün ardından 2010 yılında kaleme aldığı yazıyı okurlarımızla paylaşıyoruz.

Daniel Bensaïd aramızdan ayrıldı. Bu yalnızca bizler, dostları, mücadele arkadaşları için değil, devrimci kültür için de telafi edilemez bir kayıptır. Delişmenliğiyle, mizahıyla, cömertliğiyle, düş gücüyle, kelimenin tam anlamıyla militan aydının nadir örneklerinden biriydi.

En sevdiği lokanta olan “Le Charbon”nun masasına kurulup, özellikle de tatlıdan sonra kahveyi beklerken yaptığımız ve bazen tartışmaya dönen uzun sohbetlerimizi anımsıyorum. İlle hemfikir olmazdık, hiç de değil, gel gör ki, onu sevmemek ve o olağandışı yaratıcılığına, özellikle de kurulu düzenin alçaklığına karşı her hal ve şartta sergilediği dirence hayran olmamak olanaksızdı.

Daniel Bensaïd’le birlikte 2006’da (dostlarımız Philippe Corcuff ve Alain Maillard’ın XIX. Yüzyılda Fransa’daki sosyalistler konulu bir kitapları için) yazdığımız bir makalenin başlığı: “Aykırı bir komünist, Auguste Blanqui” idi. Aslında bu kavram, ezilenlerin davasına inatla sadık kalmakla birlikte, “Ortodoks” öğretinin her türlüsüne alerjisi olan Daniel’in özgün düşünce yapısına da pekâlâ uygulanabilir.

Daniel’in kitaplarının bu kadar zevkle okunabilmelerinin nedeni, özgün bir ifade tarzına sahip gerçek bir yazarın sivrilttiği kaleminden çıkmış olmalarıdır: Bu bazen ezip geçen, bazen de dalgasını geçen, kâh tutkulu kâh şiirsel, ama mutlaka dosdoğru hedefe yönelen bir ifadedir. Yazar, bu özgün ve taklit edilemez biçemi laf olsun diye geliştirmemiş, onu bir düşüncenin, bir mesajın, bir çağrının hizmetine sunmuştur: boyun eğmemenin, razı olmamanın, kazananlarla uzlaşmamanın hizmetine… Tüm bu yazılara nefes veren, isyanın gücüdür.

Blanqui, Walter Benjamin ve Charles Péguy’nin ışığında Marks’ı yeniden okuması, Daniel’in tarihe sonu belirsiz mümkünler, art arda kesişen ve ayrışan yollar olarak bakmasına yol açmıştır. Sınıf savaşı burada merkezi bir konumda olmakla birlikte, sonucu belirsizdir ve belli oranda olumsallığı da içerir.

Komünizm heyulasına da sadakat vardır o yazılarda. Hoş bir tanımını yapar komünizmin: Haziran 1848’de asilerin attığı kurşunların sesini uzaktan duyan ezilenlerin yüzünde beliren gülümsemedir o (Tocqueville ‘in aktardığı ve Toni Negri’nin yeniden yorumladığı vaka). Nasıl ki Yahudiliğin ruhu Kutsal Tapınağın yıkılmasıyla ve İspanya’dan Yahudilerin kovulmasıyla yok olmadıysa, Komünizmin ruhu da kapitalist küreselleşmenin bugünkü zaferiyle yok edilemeyecektir (bu kışkırtıcı ve biraz sıradışı teşbihi pek severim). Daniel’in gözünde XXI. Yüzyılın komünizmi, geçmişin mücadelelerinin mirasçısıdır: Paris Komünü’nün, Ekim devriminin, Marks ve Lenin’in düşüncelerinin, Troçki, Rosa Lüksemburg ve Che Guevara gibi yenik düşen büyük şahsiyetlerin… Ama aynı zamanda da gündemdeki yeni sorunlarla baş edebilecek yepyeni bir şeydir: sermayeye karşı çevreci mücadeleyi de merkezine alan bir eko-komünizmdir (kendi icadı olan bir tabir)…

Daniel için komünizmin ruhu asla bürokratik taklitlerine indirgenemezdi. Komünizmi Stalinizmin içinde eritmeye yönelik liberal Karşı-Reform girişimlerine karşı var gücüyle mücadele etmekle birlikte, Ekim devrimini gerçekleştiren kadroları tarihin dayattığı yeni sınavlar karşısında çaresiz bırakan ve Termidorcu karşı-devrimin ekmeğine yağ süren hataların, örneğin halk, parti ve devletin özdeşleştirilmesi ve bürokratik tehlikenin göz ardı edilmesi gibi hataların eleştirel bir bilançosunu yapmaktan da kaçınamayacağımızı vurgulamaktan çekinmezdi. Bu hatalardan, Rosa Lüksemburg’un daha 1918’de kabaca değindiği bazı tarihi dersler çıkarılması gerekiyor: Sosyalist demokrasinin, siyasi çoğulculuğun, kuvvetler ayrılığının, toplumsal hareketlerin devlet karşısındaki özerkliğinin önemi.

Daniel Bensaïd’in Marksizm’in yenilenmesine yaptığı katkılar arasında bence en önemlisi, özellikle Fransa’da “Ortodoks” Marksizm’i onca derinlemesine etkileyen ilimcilik, pozitivizm ve determinizmle ipleri tümüyle koparmış olmasıdır. Auguste Blanqui bu eleştirel yaklaşımın önemli referanslarından biridir. Daniel, yukarıda anılan makalede Blanqui’nin pozitivizme, yani bu zapturapt altındaki ilerlemeye, devrimsiz ilericiliğe, dine dönüştürülmüş bu “tiksinç tarihi kadercilik öğretisine” karşı yürüttüğü polemiğe atıfta bulunur. Blanqui’nin anlayışına göre, “insana değgin şeylerin nasıl gelişeceği, evreninki gibi kaçınılmaz yasalarla belirlenemez, her an değiştirilebilir niteliktedirler”. Daniel Bensaïd bu ifadeyi Walter Benjamin’inkiyle kıyaslıyordu: her bir saniye aslında Mesih’in, yani devrimin, mümkünün olanın var olan gerçekliğe olaysal düzeydeki bu müdahalesinin, bir anda süzülüp geçeceği dar bir kapıdır.

Blanqui, Walter Benjamin ve Charles Péguy’nin ışığında Marks’ı yeniden okuması, Daniel’in tarihe sonu belirsiz mümkünler, art arda kesişen ve ayrışan yollar olarak bakmasına yol açmıştır. Sınıf savaşı burada merkezi bir konumda olmakla birlikte, sonucu belirsizdir ve belli oranda olumsallığı da içerir. Belki de en güzel kitabı olan “Le Pari mélancolique”te (Fayard, 1997), Pascal’ın bir ifadesine atıfta bulunarak, özgürleştirici eylemin, geleceğe zar atmayı gerektiren “belirsizliğe yönelik bir çaba” olduğunu iddia eder. Pascal’in, Lucien Goldmann tarafından yapılan Marksist yorumunu yeniden keşfederek, siyasi eylemciliği, tarihi oluşa akılcılık temelinde zar atmak olarak tanımlar, “her şeyi, kendini de yitirmeyi göz alarak”. Böylece devrim, artık tarih yasalarının zorunlu bir ürünü olmaktan çıkarak, “yokluğunda iradenin boyun eğdiği, direniş ruhunun teslim olduğu, sadakatin yitirildiği, geleneğin çöktüğü” stratejik bir varsayıma, Etik bir ufka dönüşür. Dolayısıyla, “Fragments mécréants” (Lignes, 2005) adlı kitabında açıkladığı üzere, devrimci dediğimiz kişi, inananın tam tersine, kuşku duyandır, yüzyılın belirsizliklerine zar atan ve sonsuz bir enerjiyi görece kesinliklerin hizmetine sunan bir bireydir. Yani, Walter Benjamin’in 1940 tarihli son metni olan “Tarih kavramı üzerine” Tezlerinde dile getirdiği şu buyruğu yorulmaksızın gerçekleştirmeye çalışan kişidir: Tarihe külahını ters giydirmek.

Çeviri: Yiğit Bener

Dünün ve Bugünün Marksizmleri – Daniel Bensaïd

Bundan on yıl önce, 2010 ocağında yitirmiş olduğumuz Marksist düşünür ve militan Daniel Bensaïd vermiş olduğu -ve Türkçede ilk defa yayımlanan- bu mülakatta Marx’ın fikriyatını eleştirel bir gözle tekrar değerlendiriyor ve 21’nci yüzyılın insanlığın karşısına diktiği yeni sorunlar çerçevesinde tartışıyor.

Vpered : Marksist mirasın artık kesinkes geçmişte kalmış yönleriyle günümüzde hala keskinliğini muhafaza edenler hangileridir sizce?[1]

Tek değil birçok miras var: “Ortodoks” bir Marksizmle “heterodoks” Marksizmler, bilimci (veya pozitivist) bir Marksizmle eleştirel (veya diyalektik) bir Marksizm veya Ernst Bloch’un ifadesiyle Marksizmin “soğuk akıntıları”yla “sıcak akıntıları”. Bunlar sadece okuma veya değerlendirme farklarından değil kimi zaman karşıt ve uzlaşmaz siyasetlerin ardında yatan kuramsal söylemlerden ileri gelir. Jacques Derrida’nın belirttiği gibi miras devrettiğimiz ve muhafaza ettiğimiz bir mülk değildir. Mirasçıların onunla ne yaptığı ve ne yapacağına göre belirlenir. Marx’ın teorisinde miadı dolmuş olan ne var? Bence öncelikle bir çeşit sosyolojik iyimserlik: Kapitalist gelişmenin neredeyse mekanik biçimde sürekli daha kalabalıklaşan ve yoğunlaşan, her zaman daha iyi örgütlenen ve daha çok bilinçlenen bir işçi sınıfının gelişimine yol açtığı fikri. Yüzyıllık deneyim proletarya saflarındaki bölünmelerin ve farklılaşmaların önemini gösterir. Sömürülen sınıfların birliği doğal ve verili bir durum değil bir mücadelenin ve inşanın sonucudur.

Bunun dışında, diktatörlük ve devletin sönümlenmesi kavramları hakkında bir tartışmayı yeniden yapmak gerektiğini düşünüyorum. Bu karmaşık bir mesele çünkü kelimeler bugün Marx’ın yazılarındaki anlama sahip değiller. O zamanlar diktatörlük, Aydınlanmanın söz haznesinde, zorbalığın zıddını ifade ediyordu. Antik Roma’nın kıymetli bir kurumuna gönderme yapıyordu: Sınırsız bir keyfi iktidar değil sınırlı bir zaman dilimi için görev verilen istisnai bir iktidardı bu. 20’nci yüzyılın askeri ve bürokratik diktatörlüklerinin ardından bu kelimenin artık aynı masumiyete sahip olmadığı aşikâr. Marx için bu kavram büyük bir yeniliği tarif ediyordu: Paris Komününün “nihayet kavuştuğu biçimini” temsil ettiği ve ilk defa çoğunluğun ürünü olan bir istisnai iktidar. Dolayısıyla bugün üzerine konuşulması gereken Komünün (ve tüm “aşağıdan” demokrasi biçimlerinin) bu deneyimidir.

Bu demektir ki proletarya diktatörlüğü kavramı Marx’ın gözünde belirlenmiş bir kurumsal rejimi ifade etmiyordu. Daha çok stratejik bir anlama sahipti, eski bir toplumsal ve hukuki düzen ile yeni bir düzen arasındaki sürekliliğinin kopuşunu vurguluyordu: “İki karşıt hukuk arasında karar verici olan güçtür” yazıyordu Kapital’de. Bu açıdan proletarya diktatörlüğü istisna halinin proletaryen biçimiydi.

Marx’ın sık sık iyi bir iktisatçı veya iyi bir filozof olmakla birlikte vasat bir siyasetçi olduğu iddia edilir. Aksine Marx bir siyaset düşünürüydü. Fakat siyaset “bilimi”nde öğretildiği gibi, bir kurumsal teknoloji olarak siyaset değil burada söz konusu olan. Ayrıca 19’uncu yüzyılda, İngiltere haricinde Avrupa’da ne parlamenter rejimler ne de bildiğimiz modern biçimi altındaki siyasi partiler mevcuttu. Marx siyaseti daha çok birer olay (savaş ve devrim) ve biçim icadı olarak düşünüyordu. Benim “ezilenin siyaseti” olarak adlandırdığım şeydir bu: Burjuva düşüncesinin profesyonel siyaseti indirgediği devlet alanından dışlananların siyaseti.

Siyasete dair bu farklı kavrayış bugün hala önemini korumakla birlikte, istisna uğrağıyla (“proletarya diktatörlüğü”) devletin (ve hukukun!) hızlı bir sönümlenişi perspektifi arasında bir kısa devreye yol açacak kör noktalar da bulunuyor Marx’ta. Bu kısa devre Lenin’de mevcut gibi geliyor bana (özellikle Devlet ve İhtilal’de), ki bu da kurumsal ve hukuki boyutlarıyla geçiş dönemini tasavvur etmeye pek yardımcı olmuyor. Oysa 20’nci yüzyılın tüm deneyimleri bizleri partiler, toplumsal hareketler ve devlet kurumları arasındaki ayrımları kalıcı biçimde düşünmeye zorluyor.

Mirasın güncelliğine gelince, bu aşikâr görünüyor. Marx’ın güncelliği Kapital’in ve siyasal iktisadın eleştirisinin, bir social killer olarak sermayenin mahrem ve gayrişahsi mantığının kavranışının güncelliğidir. Ve de kapitalist küreselleşmenin. Marx’ın gözlerinin önünde Viktorya çağının küreselleşmesi yaşanıyordu: Taşımacılığın ve iletişimin (demiryolları ve telgraf), kentleşmenin ve finansal spekülasyonun, modern savaşın ve “katliam sanayisi”nin gelişimi. Yeni teknolojik devrimiyle (internet ve astronotik, spekülasyon ve skandallar, küresel savaş vs.) buna çok benzeyen bir çağda yaşıyoruz. Ancak gazetecilerin çoğu olayların yüzeyini tasvir etmekle yetiniyorken Marksçı eleştiri bunun mantığını, sermayenin hızlandırılmış birikiminin ve genişletilmiş yeniden üretiminin mantığını kavramamıza yardımcı oluyor. Özellikle medeniyet krizinin kökenlerine inmeyi sağlıyor: Ölçümlemenin genel krizi, dünyanın uyumunun bozulması krizi. Bu, tüm zenginliği meta birikimine indirgeyen ve insanları ve şeyleri soyut emek zamanına göre ölçen değer yasasın giderek daha da “sefilane” (1857-1858 Elyazmaları’nda geçen ifadeyle) bir hale sürüklenmesinden ileri geliyor. Böylece çalışmanın ve tekniğin kısmi rasyonalizasyonu artan bir küresel irrasyonaliteye yol açıyor. Toplumsal kriz (üretkenlik, serbest zaman değil dışlanma ve yoksulluk doğuruyor) ve ekolojik kriz (Borsanın ve Nasdaq’ın anlık “hakemlikleriyle” doğal kaynakları yüzyıllar ve binyıllar ölçeğinde yönetmek imkansızdır) bunu iflah kesici biçimde resmediyor.

Gezegenin ve tür olarak insanlığın geleceğini tehdit eden bu tarihsel krizin ardında kapitalist mülkiyet ilişkilerine içkin sınırlılıklar yatıyor. Emeğin toplumsallaşması her zamankinden çok önem kazanıyorken, dünyanın (sadece sanayinin değil, hizmetlerin, mekânın, canlının, bilginin) özelleştirilmesi ihtiyaçların gelişimini ve tatminini baskılıyor. Buna karşılık nitelikli kamu hizmeti talebi, kimi malların ve hizmetlerin ücretsiz olması isteği ve (enerji, toprağa, suya, havaya, bilgiye erişim konularında) “insanlığın müşterekleri” talebi ise yeni toplumsal ilişkilerin gerekliliğini ifade ediyor.

Emek gücünün makinelere dayalı denetim usulleri aracılığıyla yönetim teknikleri kadar fikrî emek ile kol emeği arasındaki ilişkinin yeniden şekillenmesi söz konusu. 20’nci yüzyılın deneyimleri mülkiyet ilişkilerindeki formel dönüşümlerin çalışma içinde ve çalışma aracılığıyla meydana gelen yabancılaşmayı sona erdirmek için yeterli olmadığını gösteriyor.

Marksistlerin bugün çözmesi gereken temel teorik meseleler nelerdir?

Çözmekten ziyade üzerine çalışılması gereken meseleler demek daha doğru olur. Çünkü bunların çözümü salt teoride değil pratikte de gerçekleşmelidir. Eğer böylesine bir çözüm meydana gelecekse bu milyonlarca insanın hayal gücünün ve deneyiminin sonucu olacaktır. Buna karşılık ne Marx’ın ne Engels’in ne de diğer kurucu ataların hayal bile edemeyeceği yüzyıllık deneyimin ışığında tekrar ele alınması ve üzerinde çalışılması gereken meseleler.

Her şeyden önce ekoloji meselesi. Marx’ta gerçekten de soyut bir tek yönlü ilerleme anlayışının eleştirisi (1857 Elyazmaları’nın ilk sayfalarında) ve kapitalist toplumsal ilişkiler çerçevesinde her ilerlemenin zarar ve gerileme doğuran bir yönü olduğu fikri (Kapital’de tarım konusu hakkında) mevcut. Fakat ne o ne de Engels, Lenin, Troçki eşik ve sınır kavramlarını gerçekten anlayışlarına dahil etmiştir. Gerici Malthus’çu akımlara karşı polemiklerinin mantığı onları zorlukları çözmek için bolluğa güvenmeye itiyordu. Oysa bilimsel bilgilerin gelişimi geri döndürülemezlik risklerinin ve ölçek farklarının bilincine varmamızı sağlamıştır. Ekosisteme, biyoçeşitliliğe, iklim dengelerine verilen zararların telafi edilebileceğinden bugün kimse emin olamaz. Dolayısıyla bir çeşit Prometheus’çu kibirden kurtulup, Marx’ın da 1844 Elyazmaları’nda altını çizdiği gibi eğer insan “doğal bir insan varlığı” ise, her şeyden önce bir doğal varlık olarak ekolojik çevresine bağımlı olduğunu hatırlamak gerekir. Eğer Marksist eleştiri bugün başka araştırma alanlarında yapılmış çalışmalardan istifade edebiliyorsa (Georgescu-Rötgen’inkiler gibi), son yıllarda Marx’ın çalışmalarından esinlenen önemli bir “toplumsal ekoloji”nin geliştiğini görebiliriz (ABD’de Bellamy-Foster, Fransa’da Jean-Marie Harribey veya Michel Husson ve daha başkaları).

Ayrıca siyasetin zamansal ve mekânsal koşullarında meydana gelmekte olan değişimlerin stratejik sonuçları üzerine de düşünmek bence önemli. Zaman konusunda ciddi bir kuramsal literatür mevcut. Bunların bir kısmı ekonomik ritimlerle ilgili (çevrimler, sermayenin rotasyonu, toplumsal ölçüm vs.). Bir kısmı da siyasetin zamanı, hukukun zamanı, estetiğin zamanı ve bugün de ekolojinin uzun çaplı zamanı arasındaki ritim farklılıklarıyla yani toplumsal zamansallıklar arasındaki uyumsuzluklarla (veya Marx’ın “zamansızlık” yahut Ernst Bloch’un “aynı çağdan-olmayış” olarak tarif ettiği meselelerle) ilgili. Buna karşılık Henri Lefebvre’in öncü çalışmalarına rağmen toplumsal mekanların toplumsal üretimi teorik çalışmalar bakımından pek rağbet görmedi. Oysa bugün küreselleşme uzamsal ölçeklerin yeniden örgütlenişini, iktidar mekanlarının yeniden dağılımını, yeni eşitsiz ve bileşik gelişme biçimlerini üretiyor. David Harvey Marx’ta bu yönde ilginç patikaların bulunduğunu gösterdi. Toni Negri’nin ileri sürdüğü gibi İmparatorluğun düz ve homojen uzamına yol açmaktan ziyade eşitsiz gelişmeyi sermaye birikiminin yararına sürdüren ve kullanan çağdaş emperyalist egemenlik biçimleri açısından bu patikaları geliştirerek keskin çıkarsamalara vardırdı.

Üçüncü bir önemli tema ise emeğe ve geçirdiği dönüşümlere ilişkin. Burada emek gücünün makinelere dayalı denetim usulleri aracılığıyla yönetim teknikleri kadar fikrî emek ile kol emeği arasındaki ilişkinin yeniden şekillenmesi söz konusu. 20’nci yüzyılın deneyimleri mülkiyet ilişkilerindeki formel dönüşümlerin çalışma içinde ve çalışma aracılığıyla meydana gelen yabancılaşmayı sona erdirmek için yeterli olmadığını gösteriyor. Kimileri bundan, çözümün “çalışmanın sonu”nda veya zorunluluk alanında çıkışta (kaçışta?) bulunduğu sonucunu çıkarır. Marx’ta emek kavramının ikili bir kavranışı vardır: Doğa ve insan türü arasındaki dönüşüm ilişkisine (veya “metabolizma”ya) işaret eden, geniş anlamıyla, antropolojik bir kavrayış ile emekten zorunlu emeği, özellikle de bir kapitalist toplumsal formasyondaki ücretli emek biçimini anlayan özgül veya sınırlı bir kavrayış. Bu sınırlı anlamla ilgili olarak emeğin özgürleşmesini ve emekten özgürleşmeyi, ücretli emek biçiminin sönümlenmesine varmak için gelirin toplumsallaşmasını kendimize hedef olarak koyabiliriz ve koymalıyız. Ancak doğal bir çevrenin sahiplenilmesi ve dönüştürülmesine ilişkin genel bir faaliyet anlamındaki “emeği” (buna başka bir isim versek de) ortadan kaldıramayız. Dolayısıyla bu faaliyetin yaratıcı hale gelebileceği biçimleri düşünmek durumundayız, çünkü emeğin kendisi yabancılaşmış biçimiyle kaldığı takdirde özgürleşmiş ve serbestçe serpilen bir yaşamın var olabileceği kuşkuludur.

Dördüncü bir temel mesele ise dünyayı değiştirme stratejisine -veya stratejilerine- ilişkindir. Berlin Duvarı’nın yıkılışı ve Sovyetler Birliği’nin infilak edişinin ertesindeki kısa süreli coşkunluk veya sarhoşluk anının ardından büyük liberal vaat tüm inandırıcılığını hızla yitirdi. “Engelsiz” kapitalist rekabetin yarattığı toplumsal ve ekolojik tahribat her gün tüm haşmetiyle gözümüzün önünde ortaya çıkıyor. Daimî savaş ve istisna hali, bu tarihsel krizin yalnızca mantıkî sonucudur. Alternatif küreselleşme hareketlerinin doğuşu bir iflasa dair tespiti ifade eder: Dünya satılık değildir, dünya bir meta değildir… Kapitalizmin nihai zaferinin kesin ilanının üzerinden 15 yıldan az zaman geçmişken (Fukuyama’ya göre o meşhur “tarihin sonu”) bu reel kapitalizm dünyasının insanlık dışı ve kabul edilemez olduğu fikri geniş ölçüde paylaşılmaktadır. Buna karşılık 20’nci yüzyılın yenilgilerini ve sosyalizm karikatürlerini yeniden üretmeden bu dünyayı değiştirebilme biçimleri konusunda çok güçlü bir şüphe mevcut.

Dolayısıyla sistemin çelişkilerinde sınıflar mücadelesinin merkeziliğinden vazgeçmeden bu çelişkilerin, hareketlerin, aktörlerin çoğulluğu üzerine düşünmek, toplumsal ile siyasal olanı birbirine karıştırmadan aralarındaki tamamlayıcılığı düşünmek, III. Enternasyonal tartışmaları veya Gramsci’nin Hapishane Defterleri tarafından başlatılıp yarım kalmış hegemonya ve birleşik cephe sorunsalını tekrar ele almak, siyasal yurttaşlık ile toplumsal yurttaşlık arasındaki ilişkileri derinleştirmek gerekiyor… Bu ancak yeni mücadele ve örgütlenme deneyimlerinin katkısıyla ilerleyebilecek engin bir program.

Elbette bunun için modern toplumlarda bürokrasi olgusunu ve toplumsal iş bölümündeki derin köklerini tüm kapsamıyla değerlendirmek lazım. Yüzeysel bir fikir bürokrasi olgusunun yalnızca kültürel açıdan geri kalmış toplumların sonucu veya örgütlenme biçimlerinin (siyasal parti halindeki örgütlenmeler dahil) ürünü olduğuna inandırmaya çalışıyor. Esasında toplumlar ne kadar gelişirse o kadar çok farklı bürokrasi biçimleri üretiyor: Devlet bürokrasileri, idari bürokrasiler, bilgi ve uzmanlık bürokrasileri. Toplumsal örgütler de (sendikalar, STK’lar) partilerden daha az bürokratikleşmiş değil. Aksine partiler (bunlara parti, hareket, dernek de desek), paranın yol açacağı yozlaşmalara ve medyatik kooptasyona (medya bürokrasisi de yeni bir bürokratikleşme biçimi çünkü) karşı kolektif bir direniş aracı oluşturabilir. Dolayısıyla iktidarı ve siyaseti meslek olmaktan çıkarmanın, seçilmişlerin aynı anda görev alacağı makamların sınırlanmasının, maddi ve manevi ayrıcalıkların ortadan kaldırılmasının, sorumlulukların rotasyonunun sağlanmasının yolları üzerine düşünmek son derece önemli. Bu konuda mutlak silahlar yahut panzehirler yoktur. Bürokratik eğilimlerin sınırlanması konusunda dikkatli olmaya dönük tedbirler lazım ancak gerçek çözümler uzun vadede iş bölümünün radikal bir dönüşümü ile zorunlu çalışma zamanının ciddi ölçüde azaltılmasına bağlıdır.

Bu meseleler üzerinde çalışmak için Marx’ta ve Marksist gelenekte -çoğu kez bilinmeyen yahut unutulmuş- önemli kaynaklar mevcut. Fakat aynı zamanda farklı düşünce akımlarında, iktisatta, sosyolojide, eleştirel ekolojide, toplumsal cinsiyet çalışmalarında, postkolonyal çalışmalarda, psikanalizde önemli düşünce araçları mevcut. Freud’le, Foucault’yla, Bourdieu’yle ve daha birçok düşünürle diyalog içinde ilerleyebiliriz ancak.

Sizce son on yılların en çarpıcı Marksist düşünleri arasında en çarpıcı olanları kimlerdir ve Marksizmin gelişimine katkılarının önemi ne düzeydedir?

Marksist çalışmaların bir ödüllüler listesini veya onur listesini oluşturma çabası hayli verimsiz olacaktır. Çünkü öncelikle fikrî emeğin toplumsallaşması ve kolektif akıl düzeyinin genel yükselişi artık “akıl hocalarının” veya “büyük entelektüellerin” (bir zamanlar hala Sartre’ların, Lukacs’ların olduğu gibi) varlığını ortadan kaldırmıştır. Bu aslında iyi bir şey, entelektüel hayatın ve kuramsal tartışmanın demokratikleşmesinin bir işareti. Dolayısıyla bugün büyük simaları saymak zorlayıcı veya keyfî olacaktır. Buna karşılık, çeşitli alanlarda ve disiplinlerde, dilbiliminden iktisada, psikolojiden tarihe ve coğrafyaya Marx’tan ve Marksizmlerden esinlenen çok daha geniş bir çalışmalar ve araştırmalar tabakası mevcut. Bu nedenle onlarca isim zikretmek ve her birinin yetkinlik alanını vurgulamak gerekir çünkü “total entelektüel” hayali muhtemelen bir yanılsama halini almış ancak “kolektif entelektüel” bundan kazançlı çıkmıştır.

Bir başka sebep sorunuza kesin bir yanıt vermeyi daha da zor kılıyor. Bunu kavramak için sosyalist ve komünist hareketin tarihinden birkaç büyük isim saymak yeter: Marx, Engels, Kautsky, Pannekoek, Jaurés, Rosa Luxemburg, Lenin, Troçki, Buharin, Gramsci… Her biri toplumsal hareketin birer “organik entelektüeli”, teoriyle pratiği birleştiren birer militan olmuştur. Oysa uluslararası ölçekteki Stalinist gericilik ve işçi hareketinin yenilgileri teori ile pratik arasında kalıcı bir kopuşa neden olmuştur. Perry Anderson’un “Batı Marksizmi” hakkındaki yetmişli yıllarda yayınlanan kısa kitabı bu meseleyi konu alıyordu. Düşünce ve kuramsal faaliyet özgürlüğünü muhafaza etmek için entelektüellerin çoğu -saygıyla anılması gereken birkaç istisna dışında- militan angajmanla aralarına temkinli bir mesafe koydu. Bu angajmana girmeyi tercih edenler ise çoğu kez bilinçlerini ve teorik çalışmalarını kurban etmek durumunda kaldı. Fransız entelektüellerinin komünist hareketle ilişkisinin tarihi bu trajedinin tarihidir esasında: Paul Nizan, Henri Lefebvre, sürrealistler, Pierre Naville, Aragon ve [komünist hareketin] daha birçok “yol arkadaşı” gibi. Altmışlı yıllarda kuramsal araştırmayı Parti vesayetinden ve ortodoksluğundan kurtarmak için Althusser teori ve pratik arasında kesin bir iş bölümünü kuramsallaştırma noktasına vardı.

Bugün bu karanlık dönemden çıkmayı umabiliriz. Alternatif küreselleşme hareketi yeniden doğan toplumsal hareketlerle canlı, komplekssiz ve sansürsüz teorik araştırma arasında yeni bir karşılaşmanın fırsatını sunuyor. Bu, şüphesiz, kaçırılmaması gereken yeni bir randevu teşkil ediyor.

Sınıf mücadelesinin güncelliğine vurgu yapmanın bariz bir hedefi var: Irk, ulus, din vs. farklılıklarının ötesinde dayanışmayı inşa etmek. Sınıf mücadelesinden bahsedildiğini duymak istemeyenler, karşılığında kabile mücadelelerini, etnik çatışmaları ve din savaşlarını bulacaktır. Ve bu olağanüstü bir gerileme teşkil edecektir, ki bu halihazırda dünya çapında ilerleyen bir süreç.

Doksanlı yıllarda emekle sermaye arasındaki çelişkinin çağdaş toplumlardaki temel çatışma olmadığına dair kanaat hayli yaygındı. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Bu meseleye çeşitli açılardan yaklaşılabilir. Bu yaygın kanaat sosyolojik bir dönüşümden ve gelişmiş ülkelerde aktif nüfus içinde sanayi proletaryasının payının göreli gerileyişi tespitinden argüman devşiriyordu. Gerçekten böylesi bir gerileme mevcuttu (Fransa’da %33’ten %25’e düşmüştü) fakat bu hala aktif nüfusun dörtte birini oluşturuyordu ve uluslararası düzeyde kentsel ve kırsal proletaryanın genel bir büyümesi söz konusuydu. Proletaryanın çöküşü veya yok oluşu izlenimi çoğu kez toplumsal sınıfların tasnif edici sosyolojik kategorilerden yola çıkarak yapılmış kısıtlayıcı hatta işçici bir tanımından beslenir. Oysa Marx’ta söz konusu olan sınıfların pozitivist bir sosyolojisi değil, sınıflar ancak mücadeleleri içinde var olduğundan, dinamik bir toplumsal ilişkidir. Üretim araçlarının mülkiyeti karşısındaki durumlarını, ücret gelirinin seviyesini ve biçimini, toplumsal iş bölümündeki konumlarını değerlendirdiğimizde (sürekli daha fazla kadının dahil olduğu) hizmet sektöründeki ücretlilerin çoğunluğu, Marx’ın bu kelimeye verdiği birincil anlamda birer proleterdir. 1848’de Fransa’da Sınıf Savaşları’nda sözü edilen Paris proletaryası kesinlikle sanayide çalışmayıp daha çok atölye zanaatkarlığına yakındı. Siyasal ve toplumsal mağlubiyetlerin sonucu olarak sınıf bilincinde ve örgütlenmesinde meydana gelen zayıflama çoğu kez sınıf mücadelesinde tersine çevrilemez bir çöküşle karıştırılıyor. Bununla birlikte bu bilinç ve örgütlenme karşısında artık var olan engellere özellikle dikkat kesilmek lazım: Toplumsal hayatın özelleştirilmesi ve bireyselleşmesi, çalışmanın esnekleştirilmesi, çalışma zamanının ve ücret biçimlerinin bireyselleştirilmesi, işsizlik ve güvencesiz istihdam baskısı, sanayinin [belirli merkezlerde yoğunlaşmış halini dağıtmaya dönük] dekonsantrasyonu ve üretimin örgütlenmesindeki dönüşümler…

Bununla birlikte emek-sermaye ilişkisi çağdaş toplumlarda merkezî konumunu sürdürüyor. Fakat kendi adıma “temel çatışma” terimini kullanmayacağım çünkü diğer çelişkileri “ikincil” bir konuma indirgiyor. Aynı zamansallığa (yani aynı tarihsel ölçeğe) dayalı olmayan fakat sıkı sıkıya birbirine geçmiş (yahut Althusser’in dilini kullanmak gerekirse, sermayenin hâkim mantığı tarafından “üstbelirlenmiş”) bir dizi çelişkiden söz etmek daha doğru geliyor bana: Toplumsal cinsiyet ilişkileri, doğa ve insan toplumu arasındaki ilişkiler, bireysel ile kolektif arasındaki ilişkiler gibi. Esas sorun bu çelişkileri birbirine eklemlemek. Neden sendikalar, feminist hareketler, ekolojist dernekler, kültürel hareketler Sosyal Forumlarda böylesine kendiliğinden bir biçimde birbirine yöneliyor? Çünkü bu çeşitli çelişkilerin büyük birleştiricisi Sermayenin kendisi ve toplumsal ilişkilerin bütününe damgasını vuran genelleşmiş metalaşma. Ancak bu yönseme [convergence] farklı hareketlerin özgüllüğüne saygı duyarak gerçekleşmelidir.

Bir diğer açıdan ise bu meselede bir ideolojik mücadele boyutu var. Eğer Bourdieu gibi sosyologların ileri sürdüğü, toplumsal ilişkilerin yalnızca doğal halleriyle var olmayıp aynı zamanda temsillerle inşa edildiği fikrini kabul edersek de, bu temsillerin de reel bir dayanağı olması gerek. Toplumsalın sınıflar üzerinden temsilinin, kuramsal olduğu kadar pratikte de sıkı argümanları var. Proletaryanın varlığı veya yokluğu konusunda bu kadar tartışılırken burjuvaziye veya patron sınıfına dair böylesi bir sorgulamanın olmayışı bir hayli şaşırtıcıdır zaten: Kazancın ve kârın dağılımını incelemek, bu sınıfın varlığını teyit etmek için kâfi! Sınıf mücadelesinin güncelliğine vurgu yapmanın bariz bir hedefi var: Irk, ulus, din vs. farklılıklarının ötesinde dayanışmayı inşa etmek. Sınıf mücadelesinden bahsedildiğini duymak istemeyenler, karşılığında kabile mücadelelerini, etnik çatışmaları ve din savaşlarını bulacaktır. Ve bu olağanüstü bir gerileme teşkil edecektir, ki bu halihazırda dünya çapında ilerleyen bir süreç. Sınıf mücadelesinin uluslararasılaşması, kapitalist küreselleşmeye yanıt olarak enternasyonalizmin (yalnızca ahlaki değil) maddi dayanağıdır.

Marksist teoriyle kitlesel toplumsal hareketler arasında bugün ne türden buluşma noktaları vardır?

Marksist teorinin sert çekirdeği itibariyle (sermaye birikiminin ve “siyasal iktisadın eleştirisi”) liberal küreselleşmeyi ve sonuçlarını ele almak için en etkili araç olmayı sürdürdüğü kanısındayım. Güncelliği, daha önce belirttiğim gibi bizzat Sermayenin güncelliğidir. Zaten bundan bihaber olsalar dahi toplumsal hareketlerin çoğu bu eleştiriden esinlenmektedir. Tarihçi Fernand Braudel Marksizmin eleştirel kategorilerinin, hasımlarını da kapsayacak biçimde, çağdaş dünyaya dair bilgimizi ne denli etkilediğinin altını çiziyordu. Ve filozof Jacques Derrida bu güncelliği 1993’te şu formülle özetliyordu: “Marx’sız gelecek yok”. Marx’la birlikte, ona karşı veya onun ötesinde… Ama “Marx’sız” değil! Bu teori çağdaş toplumların kavranışına dair son söz değil fakat onun zorunlu geçiş noktası. Şöyle bir paradoks var: Marx’a modası geçmiş, miadı dolmuş, eskimiş, “gebermiş bir köpek” olarak muamele eden liberal ideologların klasik iktisatçılara veya 17’nci yüzyılın siyaset felsefesine veya Tocqueville’e bir geriş dönüş dışında Marx’ın karşısına dikecekleri bir şey yok. Elbette ki Marx kendi döneminin bir insanıydı. Bilim ve ilerleme hakkında kendi çağının kimi yanılsamalarını paylaşıyordu. Fakat eleştirisine giriştiği nesnenin -yani sermaye birikimi ve mantığı- doğası itibariyle kendi zamanından öteye taşıyor ve bizimkini öngörüyordu. Bu anlamda bizim çağdaşımız olmayı sürdürüyor; ortaya çıkışlarının ertesi günü eskimeye başlayan birçok sözde-yenilikten çok daha genç ve kışkırtıcı biçimde.

“İktidar olmadan dünyayı değiştirme”yi öneren ütopyacı formül (esasen Latin Amerika’da ama başka yerlerde de) belirli bir yankı bulduktan sonra hızla eskidi. Bugün söz konusu olan dünyayı değiştirmek için iktidarı almak.

Siyasal partilerle karşılaştırdığımızda kapitalizme karşı mücadeleleri daha da etkin biçimde geliştiriyor gibi görünen günümüzün geniş sosyalist hareketlerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu türden partilerin geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz? Uluslararası bir örgütü inşa etmek için birer unsur olarak değerlendirilebilirler mi?

“Geniş sosyalist hareket”in ne ifade ettiği konusunda anlaşmamız lazım. Yüzyıllık korkunç trajedilerin ve mağlubiyetlerin ardından özgürleşme hareketlerinin teorik ve pratik bir yeniden inşasının muhtemelen en başlarındayız. Bir ölçüde, kimi zaman sıfır noktasından yeniden başladığımız izlenimini edinebiliyoruz. Brezilya’da askeri diktatörlüğün düşüşü sırasında, altmışlı yılların hızlı sanayileşmesinin bir ürünü olarak seksenlerin başında ortaya çıkan Emekçiler Partisi (PT) gibi bir parti 1914 savaşı öncesinin büyük Alman Sosyal-Demokrasisine benzeyebilirdi: Aynı kitle karakterine ve karşılaştırılabilir bir ideolojik çoğulculuğa sahipti. Fakat 21’inci yüzyıldayız ve 20’nci yüzyıl gerçekten yaşandı. Onu silemeyeceğiz, bir parantez gibi kapatamayacağız. Böylece PT bir çeyrek yüzyılda hızlandırılmış bir bürokratikleşme süreci yaşadı ve çağdaş çelişkilerin, iktidar ilişkilerinin, emperyalist egemenliğin yeniden örgütlenmesinde Latin Amerika’nın yeri gibi meselelerin girdabına kapıldı.

Bir ilk evrede muhalefet ve direniş mücadeleleri, toplumsal hareketler, parti şeklindeki örgütlenmelerden daha etkili ve daha somut gibi görünüyor. Ortaya çıkışları, onsuz hiçbir şeyin mümkün olmayacağı bir deneyimler çevriminin başlangıcına işaret ediyor. Ancak, nasıl ki Marx demokratik ve yurttaşlığa değginözgürlüklerin fethinin insanın özgürleşmesinin son sözü olduğu inancına dayalı kendi çağdaşlarının “siyasal yanılsamasını” eleştirmişti, biz de bugün siyasal bir alternatif yokluğunda, liberalizme karşı toplumsal direnişin aşılamaz ufkumuzu oluşturduğuna ilişkin bir “toplumsal yanılsamanın” var olduğu tespitini yapabiliriz. “Tarihin sonu”nun “solcu” versiyonu bir nevi. Ne var ki kapitalizmin krizi o düzeyde ki, insanlığın ve gezegenin geleceğine yönelik tehditleri öyle bir seviyede ki, bu tehlikenin ölçeğinde bir alternatifin ortaya konması aciliyet arz ediyor.

Bu ise kararlı güçlerce taşınan bir siyasal tasarım ve strateji meselesi. Ya böylesi bir alternatif için ciddi biçimde kavga edeceği ya da mevcut sosyal-liberal güçlere basınç uygulamakla, giderek daha az solcu olan sol partileri “yeniden dengelemek”le yetineceğiz ve böylece moral yitimini pekiştireceğiz. Gerçek bir alternatifi inşa etmek için -ki bu uzun sürecektir çünkü çıkılması gereken yokuş hayli sarp- sabra, inanca ve sekterliğe kapılmayacak bir kararlılığa ihtiyacımız var, aksi takdirde gerçekçilik adına girişilecek yarınsız maceralar ve birikmiş hayal kırıklıkları bizi kırıp geçecek.

Uluslararası bir hareketin yeniden inşasına gelirsek, bu daha da engin bir mesele. Kimileri bugün alternatif küreselleşme hareketini ve Dünya Sosyal Forumlarını Birinci Enternasyonal’in başlangıç evrelerine benzetiyor: Sendikaların, toplumsal hareketlerin, siyasal akımların, fazla sınır konulmamış bir buluşması. Doğrudur, tüm bunlar mevcut. Ve kapitalist küreselleşme -ki bu pozitif tarafı- hareketleri uluslararası düzeyde birbirlerine yönelmeye itiyor; tıpkı 19’uncu yüzyılın evrensel sergilerinin, Birinci Enternasyonal’in oluşumuna yol açacak toplantılara vesile olması gibi. Ancak bir fark var. Burada da, aradan bir 20’nci yüzyılın geçmiş olmasının ağırlığı var. Bu deneyimin ürünü olan siyasal akımlar ve ayrımlar bir günde ortadan kalkmayacak. Sayacı sıfırlamak mümkün değil. Bu nedenle forumlardaki buluşmalar ve yakınlaşmalar olumlu ve gereklidir. Bunlardan ne çıkacağını kimse şimdiden söyleyemez. Bugün Latin Amerika’da veya Ortadoğu’da yaşanmakta olan mücadelelere, siyasal deneyimlere bağlı olacaktır. Yeniden inşanın bu ilk aşamasını henüz tüketmiş olmaktan uzağız. Asya’ya, Afrika’ya genişleme imkanları mevcut. Gerekli siyasal tartışmaları sınırlamadan veya sansürlemeden eylem içinde birliği muhafaza edebilme hatta genişletebilme kapasitesi bu hareketin olgunluğunun kanıtı ve varlığını sürdürmesinin koşulu olacaktır. Bir ilk direniş evresinin, benim 1830-1840’lı yılların doğmakta olan sosyalist hareketiyle benzerliğiyle “ütopik uğrak” dediğim evrenin sona erdiği aşikâr.

“İktidar olmadan dünyayı değiştirme”yi öneren ütopyacı formül (esasen Latin Amerika’da ama başka yerlerde de) belirli bir yankı bulduktan sonra hızla eskidi. Bugün söz konusu olan dünyayı değiştirmek için iktidarı almak. Latin Amerika’da siyasal yönelim meselelerinden kaçınacak ve Brezilya, Venezuela, Bolivya ve… Küba deneyimlerinin karşılaştırmalı bir bilançosunu çıkarmayı reddedecek bir Sosyal Forum’un yapılması pek akla yatkın değil! Avrupa’da ise liberal ve emperyalist bir Avrupa Birliği’ne kıta çapında bir alternatif üzerinde düşünmeyecek bir forum da pek olası görünmüyor.

Bu perspektifle, bu geniş buluşmalara katkıda bulunmakla kendi tarihine ve örgütsel yapılarına sahip bir siyasal akım tarafından taşınacak bir hafızayı ve tasarımı muhafaza etmek birbirini tamamlamaktadır. Hatta böyle davranmak birleşik hareketler içinde açıklık ve saygının koşuludur. Kendi siyasal tanımlarını kamusal olarak sahiplenmeyen akımlar en manipülatör olanlarıdır. Bir Fransız filozofunun tekrarladığı gibi siyasette sıfırdan başlamak, tabula rasa’ya dönmek söz konusu değildir, “her yeniden başlayış ortadan yapılır”. Böylece kazanılmış deneyimleri elden kaçırmadan yeniliklere açık olunabilmelidir.

Burjuvazi üniversite gibi ideolojik aygıtları bünyesinde Marksist bir varlığı nasıl kabul edebilir? Bu konuda kendi deneyiminizden söz edebilir misiniz?

Bu toplumdaki güç ilişkileriyle alakalı. Eğitim ve üniversite alanı kapalı, toplumsal çelişkilerin sirayet edemeyeceği bir alan değil. Zaten “devletin ideolojik aygıtları” formülünün tehlikesi burada yatıyor: Bunların burjuva egemenliğinin basit devlet çarkları olduğu izlenimini vermesi. Esasında okul ve üniversite ikili bir işlev yerine getirir. Bir yandan hâkim toplumsal düzen yeniden üretilirken bir yandan da bilginin üretilmesi ve aktarımı söz konusudur. Dolasıyla toplumsal güç ilişkileri bu kurumların içinden de geçer. Fransa’da 1968 öncesinde ve sonrasında üniversitelerde Marksizmin kayda değer bir etkisi olmuştur (ancak Fransa’da Marksizmin bir “altın çağı”nın yaşandığını hayal ederek abartıya kaçılmamalıdır). Eğitim ve pedagojik deney özgürlüğü için önemli alanlar mevcut olmuştur. Ancak bu göreli kazanımlar tersine çevrilemez değildir. Seksenli yılların liberal karşı-saldırısıyla akademik normalliğin ve pedagojik düzenin büyük oranda yeniden tesis edildiği aşikâr. Bu, eğitim programlarında, sınav yöntemlerinde ve üniversitelerin bütçe yönetiminde görülebilir. Fakat geriye kalan bir şeyler de var. Örneğin her yıl kendi eğitim programlarım hakkında karar verme özgürlüğüne tümüyle sahibim. Sorun olan ise altmışlı yılların “Marksist kuşağının” sahneyi terk ediyor olması (ki bu bir basitleştirmedir çünkü kayda değer de olsa bu her zaman bir azınlık teşkil etmiştir) ve yeni kuşaklar eleştirel düşünce alanında Foucault, Bourdieu veya Deleuze üzerinden yetiştirilirken -ki bu iyi bir şey- Marksist mirasların aktarımının nadir hale gelmesidir.

Göreli üniversiter özgürlüklerin, okul veya üniversite duvarlarının dışında var olan toplumsal güç ilişkilerine doğrudan bağımlı olduğu ortadadır. Bu ilişkiler tahrip olduğu, toplumsal hareket yenilgiler yaşadığı andan itibaren üniversiter düzende sonuçları hissedilir. Dolayısıyla bu hem üniversite içinde hem de gayrı resmî, halkçı eğitim kanallarının geliştirilme imkânı bulunduğundan üniversite dışında sürdürülmesi gereken bir mücadeledir.

Çeviren: Uraz Aydın


[1] Vpered dergisinden Rus yoldaşların sorularına yanıtlar, 29 Aralık 2006. Vpered genç Marksist militanlardan oluşan bir ağdır.