Lenin Marksist düşünceye emperyalizm, milli sorunlar, devrimci strateji ve sosyalist demokrasi adına önemli katkılarda bulundu. Fakat örgütler kendilerini “Leninist” olarak adlandırdıklarında genellikle örgütsel biçimleri kastederler. Bu tür örgütlerin oldukça çeşitli örgütsel deneyim ve pratiğe sahip olduklarını da görüyoruz. Leninizm’i örgütsel biçimiyle özgül kılan nedir?
Terim olarak Leninizme, ancak Lenin’in ölümünden sonra ve Komünist Enternasyonal’in 5. Kongesinde (1924) Zinoviev’in bir konuşmasında rastladığımızı hatırlatarak başlamak istiyorum. Bu terim, Kremlin’in yeni komünist partileri sertçe hakimiyeti altına almasını sağlayan Komintern’in “Bolşevikleştirilmesi” ile ilintili olan bir örgütsel modelin kodlanışına tekabül etmektedir.
Leninizmin, mumyalanmış dini bir ortodoksluk olarak icadı, Komintern’in ve Sovyetler Birliği’nin bürokratikleştirilmesi sürecinin bir parçasıdır. Bu nedenle, olabildiğince “izm” takısını kullanmamaya çalışacağım. Bununla birlikte, Lenin’in örgüte ilişkin fikirlerinde asli olanı özetlemek gerekirse, onun dönemi için son derece önemli olan ve bugüne kadar geçerliliğini koruyan birer devrimci kavrayış olarak gördüğüm iki düşüncenin altını çizmeyi isterim:İlki; “Ne Yapmalı” ve “Bir Adım İleri, İki Adım Geri”deki polemiğin ortasında bulunan ve (devrimci) parti ile sınıfı (işçi sınıfını) birbiriyle özdeşleştirme yönündeki her türlü yanıltıcı çabaya karşın bunları birbirinden ayırmasıdır. İkinci Enternasyonal Marksizmi açısından temel nitelikte olan bu ayrım, siyasi alanın özgüllüklerini, bünyesinde oluşan güç ilişkilerini ve orada ifade edilen kavrayışları göz önünde bulundurarak düşünmeyi gerektirmektedir.
Bu alan, toplumsal güç ilişkilerinin basit bir yansıması veya uzantısı değildir. Bu, toplumsal ilişkilerin (ve sınıf mücadelesinin) dönüşümünü siyasi terimlerle ifade etmektedir. Her şeyden önce, toplumsal olan ve politik olan arasında ve partiler ile sınıflar arasında yapılan bu ayrımın, paradoksal bir biçimde çoğulculuğu düşünme olanağını sağladığının altını çizmek isterim; eğer parti, basit bir biçimde sınıfın ve toplumsal özünün bedene bürünmüş hali değilse, o halde sınıfın birçok parti tarafından temsil edilebileceğini düşünebiliriz.
Ayrıca, sınıf partilerden bağımsız direniş araçları geliştirebilir. Bu nedenle, Lenin’in 1920’li yılların başında sendikaların rolü konusunda Rusya’da yapılan tartışmada, en doğru tutumu benimsemesi bir tesadüf eseri gibi görünmüyor bana.
İkinci önemli fikir, Leninizmin en tartışmalı karakteristiklerinden biri olan demokratik merkeziyetçilikle ilintilidir. Bu fikir, Stalin döneminin merkezileşmiş bürokratizmiyle bir tutulduğu ölçüde, akıllarda özellikle merkeziyetçilik ve yarı-askeri bir disiplinin imgesi kalmaktadır.
Bizler için temel olan demokratik yönüdür. Eğer özgür tartışmaların ardından, alınan kararları pratikte sınamak için kolektif bir çaba ve karşılıklı bir teşvik olmazsa, o örgütün demokrasisi tümüyle biçimsel ve “parlamentarist” kalır. Örgütün demokrasisi, reel sonuçları olmayan bir görüş alışverişine indirgenir; siyasi bir yönelimin geçerliliğini sınamak için ortak bir pratik olmaksızın, herkes kişisel kanılarına göre tartışmaya katılabilir.
1969’daki kuruluş konferansından beri LCR’de (Devrimci Komünist Birlik –IV. Enternasyonal Fransa Seksiyonu) Leninizm kavrayışı nasıl gelişti?
1968 Mayıs hareketinin Fransa gençliğinde yol açtığı güçlü kendiliğindenlikçi yanılsama nedeniyle, IV. Enternasyonal’in bir seksiyonu olan Ligue Communiste’in kurulması, özellikle örgütlenme konusunda çok canlı bir tartışmanın sonucudur. 30 yıl sonrasından bakınca bu kuruluş tartışmaları bana oldukça belirleyici görünüyor. Bu, 1968’den sonraki geri çekilişe dayanabilen ve ardından gelen yenilgilerden de sağ çıkan bir örgüt yaratmamızı sağlamıştır.
Bununla birlikte, bu dönemin eleştirel bir bakışla gözden geçirilmesi gereklidir. Dönemin koşulları içinde, partiyi devletin doğrudan hasmı olarak fetişleştirmek ve “Leninizm” anlayışımıza “militarist” (ya da ultra-sol) bir görünüm kazandırmak gibi eğilimlerimiz vardı. Bunun içinde, Guevara’nın etkisi, onun fedakarlığı ve örnek alınacak eylemlerinin de rolü büyüktü. Bu bağlamda, Regis Debray’in “Silahların Eleştirisi” kitabında da eleştirildiği üzere bu anlayışımız bir çeşit “aceleci Leninizm” yaratmıştır.
On yıldan uzun bir süredir, Leninizmi sahiplenen kimi grupların geniş oluşumlarda faaliyet gösterdiklerini görüyoruz, örneğin Brezilya’da Emekçiler Partisi (PT), İtalya’da Kömünist Yeniden Yapılanma Partisi (PRC), şimdi de İskoçya Sosyalist Partisi (SSP)’nde. Peki bu partilerdeki “uzatmalı dalışlar” bu Leninist gruplar için politik bağımsızlıklarının zayıflaması tehlikesini yaratmaz mı?
Bu sorudaki örneklerin her biri farklı bağlamlarda gerçekleşmiş farklı parti inşa deneyimlerini temsil etmektedir, her biri kendi özgüllüklerine sahiptir –bir işçi kitle partisinin doğuşu (Brezilya); eski komünist partiler içindeki çatışmalar (İtalya); radikal akımların biraraya gelişi (İskoçya) gibi.
Bu çeşitliliğin de ötesinde, bu deneyimlerin hepsi Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Berlin duvarının çökmesinden itibaren “kısa 20. yüzyıl”ın sona ermesiyle birlikte açılan siyasi bir yeniden tanımlanma ve yeniden düzenlenme süreci içinde bulunmaktadırlar. Devrimci güçlerin ilerici toplumsal hareketlerin bünyesinde yeniden tanımlanmasını kapsayacak uzun bir dönemin yalnızca başındayız.
“Uzatmalı dalış” fikri, daha çok 1930’larda ya da İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra işçi kitle partileri içindeki entrizm deneyimlerini çağrıştırdığından, bana bu deneyimlerden söz etmek için pek uygun bir kavram gibi gelmiyor. Brezilya Emekçiler Partisi içinde devrimci akımların yeralışının hiçbir “entrist” yönü yoktur. Onlar daha çok, Birinci Dünya Savaşı’ndan önceki işçi kitle partilerindekine benzer bir çoğulcu parti inşaa sürecine katılmaktadırlar.
Bu deneyimlerde kabul etmemiz ve göğüs germemiz gereken çelişkiler vardır. Brezilya’nın PT’si gibi bir parti, meclis’te bulunuşundan ve yerel ve bölgesel hükümetlerdeki rolünden ötürü yüksek baskıya maruz kalmaktadır. Aynı zamanda, bu toplumsal deneyimlerin büyük bir ölçekte birikimini de sağlar. Bu, devrimci bir akımın sistemden kopuş perspektifinin körelmesi ve devrimci ruhunu kaybetmesi tehlikesiyle karş karşıya olduğu anlamına mı gelir? Şüphesiz. Fakat öte yandan, devrimci bir akım yalıtılmış kalırsa, devrimci ruhunu yine kaybetme riski taşır ve ellerini kirletmeden eleştiren bir sekt haline dönüşür. İki riskten birini, tehlikelere karşı en iyi çözüm yollarını (militanların eğitimi gibi) arayarak ve mutlak bir garantinin olmadığını bilerek seçmek gerekir.
Her halükarda, her örgüt kendi muhafazakâr eğilimlerini (1917’deki Bolşevik Parti de dahil) geliştirir ve hiç kimse devrimci bir kriz oluştuğunda bunun üstesinden gelebileceğinden emin olamaz: krizin kendisi inşa projesi için bir geçerlilik sınavı teşkil eder ve bu konuda peşin hüküm verilemez.
Kapitalizm, prensip olarak neden her biri kısmi bir özgürleşim projesi etrafında örgütlenmiş toplumsal kitle hareketlerinin bir ittifakı tarafından –özellikle de her biri onu düşmanı olarak görürken– devrilemez?
Soru, bana soruna yaklaşım tarzı olarak en iyi yolmuş gibi görünmedi. Belirli bir bakış açısıyla, kapitalizm gerçekten de toplumsal kitle hareketlerinin bir birliği ya da ittifakı ile yıkılacaktır. Fakat bu hareketler, özgürleştirici projelerinden ötürü, kapitalizmi düşmanları olarak algılasalar da (bu sadece işçi hareketi için değil kadın hareketi veya ekolojist hareket için de geçerli olabilir) mücadele içinde hepsinin eşit rol oynadığını düşünmüyorum. Ve hepsi kapitalizmin küresel egemenlik biçimine karşı kendi pozisyonlarını yansıtan farklılıkları ve çelişkileriyle birlikte varolmaktadırlar.
“Natüralist” bir feminizm vardır, bir de devrimci bir feminizm, derin biçimde anti-hümanist bir ekolojizm vardır ve de hümanist ve toplumsal bir ekolojizm. Bunları tartışırken, Max Weber ve Pierre Bourdieu’nün modern toplumda büyüyen toplumsal farklılaşma ve toplumsal alanların [champs] çeşitliliği üzerine sosyolojik katkılarından da belki faydalanabiliriz. Bu alanların hiyerarşik olarak yapılandırılmadığı, fakat basitçe yanyana konulduğu düşünürülürse, değişken koalisyonlar (acil sorunlar üzerine “gökkuşağı koalisyonları”) oluşturmak için bir taktik tasarlanabilir belki. Fakat bu yaklaşım sağlam bir stratejik birliktelik kuramayacaktır.
Bence, aksine, belirli bir üretim biçimi içinde (kapitalizm), sömürü ve sınıf çatışması ilişkileri, diğer çelişkilerin içinden geçen ve onları birleştiren bir yapı oluşturur. Sermayenin kendisi de, ailenin işlevini yeniden şekillendirerek, toplumsal işbölümünü belirleyerek ve insanlığın toplumsal yeniden üretim koşullarını değer yasasına tabi kılarak toplumsal üretimin ve yeniden üretimin her yönünü kendine bağımlı kılan büyük bir birleştiricidir; Eğer durum gerçekten böyleyse, toplumsal hareketlerin basit bir toplamından çok, bir parti, bilinçli bir birleşmenin en iyi temsilcisidir.
Lenin’in 1914’ten sonraki stratejisi emperyalizmin “can çekiştiği” düşüncesine dayanıyordu. Bu da kapitalizmin çöküş dönemini temsil ediyordu. 90 yıl sonra bu görüş nasıl savunulabilir?
Ben, bir savaşlar ve devrimler çağı olan o dönemin bu şekilde tanımlanmasını, sistemin kaçınılmaz çöküşünün mekanik ya da konjonktürel bir değerlendirmesi olarak yorumlamıyorum. Bugünden geçmişe baktığımızda, 20. yüzyıl gerçekten de devrimlerin ve savaşların yüzyılı olarak belirmektedir. Ve 21. yüzyıl da bu açıdan ne yazık ki farklı olmayacaktır. Emperyalist egemenliğin biçimleri değişecek fakat tamamen ortadan kalkmayacaktır. Lenin ve Troçki’nin mirasının geçerliliği, dogmatik olmayan ve eleştirel bir biçimde anlaşıldığında, bizzat sermayenin ve emperyalizmin çağdaş gerçekliğinde bulunmaktadır.
Sizce LCR’nin çeşitli kitle hareketlerinde ve birleşik cephelerde derin ve sürekli biçimde faaliyet göstermesi, merkezi kampanyalarda hızlı bir biçimde seferber olma kapasitesini düşürmekte midir?
Burada bir gerçeklik unsuru var. LCR 1980 ve 90’lardaki yenilgilere direnebildi, bunu da özellikle toplumsal hareketlerde (ırkçlık karşıtı hareketlerde, işsizlik ve kadın hareketlerinde) faaliyet göstermesine borçludur. Fransa’da şunu herkes bilmektedir ki mücadeleci sendikacılığın veya kitlesel işsizliğe karşı hareketin (AC!’nin) veya Faşist Ulusal Cephe’ye karşı hareketin (Ras l’Front’un) yenilenmesi LCR militanları olmasaydı aynı gelişim düzeyine ulaşamazdı.
Fakat dönemin koşulları -işçi direnişinin zayıflaması ve toplumsal kitle hareketinin gerekliliği- bizim gibi bir siyasi örgütünkinden daha açık göründü. Bu durum kuşkusuz, bizim 1995-1997’den beri düzeltmeye çalıştığımız ve üzüntü duyduğumuz bir örgütsel gerilemeye sebep oldu. Fakat “kapalı bir kale” olmaktansa böyle bir sorunumuz olmasını tercih ediyoruz.
Burada da, siyasi bir partinin inşası ile birleşik cephelerde faaliyet göstermek arasında, sekter bir cevap verme riskiyle politik profilinizi sulandırma riski arasında daima bir gerilim vardır. Bu iki eğilime karşı büyülü bir formülle direnemezsiniz, her somut koşulda kendi yolunuzu bulmanız gerekir.
Bir eylemde, Lutte Ouvrière’in (LO) LCR’den sayısal olarak daha önemli bir kitlesi olabilir, fakat LCR militanları aynı zamanda kendi sendikalarında, Attac’da, Ras l’Front’da da vardırlar. Ben “mevcut düzenin ortadan kaldırılması için reel hareket” için daha fazla uğraş verdiğimizi düşünüyorum, ki komünizmin gerçek tanımı da budur.
60’lı, 70’li ve 80’li yıllarda troçkist örgütlerde, Leninizmin üyelerin yüksek düzeyde bir daimi faaliyetini gerektirdiği düşünülüyordu. Çoğu kez, bu görüş ahlakçı hatta yarı-dini vurgular bile kazandı…
Kuşkusuz, devrimci mücadeleye (gönüllü) katılım hafta sonu için planlanan bir hobi değildir. Bunun, aktif olma angajmanını, bazı mesleki fedakârlıkları ve mali bir çabayı gerektirdiği çok açıktır. Bu, mistik bir kendini kurban etme inancına veya misyonerlerin dini ruhuna sahip olmak anlamına gelmez. Aslında tam da bu şekilde ideolojik doping yapan örgütler, moral bozukluğuna en açık örgütlerdir; bu hayal kırıklığı ve cesaret yitimi, örgütün durumunun abartılması ile orantılıdır. Şüphesiz, 1970’lerin alışılageldik aktivizm şekli sosyalistlerin başarma şanslarının abartılı bir değerlendirmesiyle bağlantılıydı; fakat bunun yanısıra çoğunluğunu sabit bir işi ve ailevi sorumlulukları olmayan gençlerin oluşturduğu üyelerin militan faaliyete çok daha fazla vakit harcayabilecek olmasına da bağlıydı. Biz olgunlaştığımızı ve militanlarımızın “normalleştiğini” söylüyoruz. Tehlike artık eskisinin tam tersidir: kendini rutine kaptırmak.
Uluslararası düzeyde demokratik merkeziyetçilik gerçekleştirilebilir bir amaç mıdır? Komintern gibi örgütlenen yeni bir kitle enternasyonalini bir gün görebilecek miyiz?
Demokratik merkeziyetçiliği tanımlamanın zor olduğunu daha önce görmüştük. Bu uluslararası düzeyde de böyledir. IV. Enternasyonal başlangıcında kendisini bir dünya partisi olarak tanımlamıştır. Bu durum bir karışıklık doğurmuştur: ulusal bir partidekine eşit bir merkezileşme derecesiyle hareket edilebileceği düşünüldü. Bu, 1952’de Uluslararası Sekreterya’nın Fransız seksiyonunun seçilmiş yönetimini görevden alması gibi can sıkıcı durumlara yol açmıştır.
Bugün için böyle bir durum hayal bile edilemez. 1974’te kabul edilen düzenlemelerle ulusal yönetimlerin egemenliği tanınmıştır. 1985 kongresi açıkça belirtmiştir ki Enternasyonal bireysel üyelerden değil seksiyonlardan oluşmaktadır, bu da federal bir yapı gerektirir.
Uluslararası düzeyde mümkün olabilecek demokrasi tipi konusunda kafa yormaya devam etmemiz gerekir. Önemli uluslararası olaylar konusunda ortak tutumlar edinmek mümkün ise de, Avrupalı delegelere Peru’daki seçim taktikleri ya da Brezilya’daki sendika taktikleri için oy verdirtmek anlamsız olur.
Bir formül (dünya partisi, demokratik merkeziyetçilik) üzerine tartışmaktansa, şimdi, deneyimlerin ve pratiklerin sakin ve nesnel bir bilançosunu çıkarmak, yıkıcı bir aşırı-merkezileşme ile hiçbir kolektif angajmanı içermeyen basit bir tartışma ağı arasındaki en uygun dengeyi bulmak daha faydalı olabilir.
Ayrıca kapitalist küreselleşmeye karşı enternasyonalist yenilenme deneyimlerini, geçmiş dönem tartışmalarını da göz önünde bulundurarak dikkatle izlememiz gerekir. Ben kişisel olarak bir Enternasyonal’in gerekliliğine son derece inanıyorum, ve bunun sadece şiddetli devrimci yükseliş dönemlerinde gerekli olduğunu da düşünmüyorum. Bununla birlikte, Komintern’in hâlâ bir model oluşturduğunu da düşünmüyorum.
1960’ların ortalarında, zayıf gruplar Leninist partilerini kurmak için kavga ettiklerinde, ilk kez cepheyi bölüp geçmişlerdi. 30 yıllık bir çabanın ardından, sonucun oldukça gösterişsiz olduğu tartışıldı. Şüphesiz ki bunun nedenleri ağır nesnel faktörlerdi: İşçi sınıfının yenilmesi, neoliberalizm, “komünizm”in çöküşü gibi. Geçmişe bakarsak, büyük hatalar mı yapılmıştı? Sonuç daha iyi olabilir miydi?
Sonuç şüphesiz daha iyi olabilirdi. Herhangi birisi 1930’ların tarihini gözden geçirdiğinde, hataları keşfeder. Gerçekte yapılanlar hiç yararsız işler değildi, çünkü bu deneyimler, bu akıl hazineleri ve fedakarlıklar amaçsız değildi.
Sonucun, denenen bu kadar teorik yoruma ve keşfedilen fikre göre sınırlı olduğunu şüphesiz ki koşulların ağırlığı ile açıklayabiliriz. Ben nesnel koşulların değil ama diğer koşulların zor olduğunu söylüyorum çünkü öznel ve nesnel durumlar arasında bir karşı duruş var. Bunlar açıkça birbiriyle ilintilidir. Eğer bu ikisini birbiriyle ilişkilendirmezseniz Troçkist hareketler içinde sonuçları feci olan paradokslara düşersiniz. Eğer nesnel koşullar düşünülebildiği kadar iyiyse, eğer devrimci hareket bu hareketleri kendi çıkarına kullanmadıysa, o zaman örgütsel liderlikler ya da militanlar başaramadılar veya aksi halde içsel hainler vardı. Bu tür bir paranoya hiç kimseye yaramaz.
(IVP dergisinin Kasım 2001 sayısında yer alan bu söyleşi, Seval Demir’in çevirisiyle Yeniyol’un Ocak 2003 sayısında yayımlanmıştır. )