İmdat Freni

admin

Demokratik ve İlerici Suriye’nin Önündeki Tehditler – Joseph Daher

Çeviri: Çiğdem Çidarlı

Beşar Esad rejiminin devrilmesi, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da 2011 yılında başlayan devrimci süreçler devamlılığının bir parçasıdır. 1970’ten bu yana iktidarda olan Esad ailesi rejiminin devrilmesi, 2011 Mart ayında yaşanan halk ayaklanmasından bu yana verilen mücadelelerin birikimidir. Kasım 2024’te başlayan, silahlı muhalif grupların öncülüğündeki askeri saldırı ise, birkaç hafta sonra aralık ayında son darbeyi indirmiştir.Suriye’nin geleceği ve özellikle de demokratik bir toplumun kurulmasına yönelik temel tehditlerin neler olduğu konusunda birçok soru gündeme gelmektedir. Bazı liberal ve demokrat yorumcular, entelektüeller ve aktivistler, bugün ülkeye yönelik başlıca tehdit olarak, başta güvenlik sektörü ve ordu olmak üzere eski rejimin “feloul” veya kalıntılarına odaklanmış durumdalar. Sosyal ağlarda, Sisi’nin Temmuz 2013’te Müslüman Kardeşler üyesi Cumhurbaşkanı Mursi’ye karşı gerçekleştirdiği darbeyle ilgili bir Mısır senaryosundan sık sık söz ediliyor. Öte yandan, HTŞ liderliğindeki mevcut yönetime karşı görece eleştirel olmayan veya ciddi anlamda eleştiriler yöneltmeyen bazı yorumcular ve demokratlar da mevcut. Genel anlamda bu Selefi gruba geçiş aşamasını yönetme konusunda güven sergiliyorlar. Bu makale, Suriye’nin, ülkede yaşayan herkes açısından sosyal adalet ve eşitlik anlamına gelen demokratik geleceğine yönelik ana tehditlerin neler olduğunu incelemeyi amaçlıyor. İlkin eski rejimin kalıntılarının temsil ettiği tehdidi analiz edip, ardından HTŞ’nin yeni Suriye üzerinden iktidarını pekiştirme politikasını inceleyeceğiz. 

 Esad Rejiminin Doğası Neydi?

Öncelikle, eski rejimin doğasının ne olduğunu analiz etmek önemli. Esad ailesi Suriye’de despotik ve patrimonyal bir rejim kurdu. Bu despotik ve patrimonyal rejim, birbirlerine aile, aşiret, mezhep ve Beşar Esad ile ailesinin liderliğindeki Cumhurbaşkanlığı Sarayı tarafından sembolize edilen kayırmacılık bağlarıyla bağlı olan küçük bir bireyler grubunun devlet üzerindeki mülkiyeti yoluyla işleyen mutlak anlamda otokratik ve kalıtsal bir iktidardı. Silahlı kuvvetler, ekonomik araçlar ve yönetim araçlarında olduğu gibi, Mahir Esad liderliğindeki Dördüncü Tugay tarafından temsil edilen praetorian muhafızların (yani bağlılıkları devlete değil yöneticilere olan bir gücün) hakimiyeti altındaydı. Suriye rejimi, tamamen Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na (Beşar Esad, Esma Esad ve Mahir Esad) bağımlı olan, kayda değer servetler biriktirmek için Saray güçleri tarafından güvence altına alınan hâkim pozisyonlarını sömüren küçük bir grup iş insanının egemen olduğu bir tür ahbap kapitalizmi geliştirdi. Ekonominin rantçı yapısı da devletin patrimonyal yapısını güçlendirdi. Başka bir deyişle, Suriye rejimi içindeki (siyasal, askeri ve ekonomik) iktidar merkezleri, Muammer Kaddafi yönetimindeki Libya, Irak’taki Saddam Hüseyin veya Körfez Monarşilerine benzer şekilde tek bir aile, Esad ailesi ve onun kliğinde yoğunlaşmıştı. Bu durum rejimi egemenliğini korumak için elindeki tüm şiddet imkanlarını kullanmaya itiyordu.Modern patrimonyal devletin kuruluşu, Hafız Esad’ın 1970 yılında iktidara gelmesiyle başladı. Esad, gayri resmi iktidar ve himaye ağları üzerinden yönetilen mezhepçilik, bölgecilik, aşiretçilik ve kayırmacılık gibi çeşitli yollarla iktidarı güvence altına alabileceği bir devleti sabırla inşa etti. Bunu da her türlü muhalefete karşı sert bir baskı uygulayarak gerçekleştirdi. Bu araçlar, rejimin farklı etnik kökenlere ve dini mezheplere mensup grupları entegre etmesine, güçlendirmesine veya zayıflatmasına imkân sağladı. Bu durum, devlet veya Baas yetkilileri, istihbarat görevlileri ve yerel toplumun belirli yerel bölgeleri idare eden (din adamları, aşiret üyeleri, iş insanları gibi) önde gelen üyeleri dahil, rejime itaat eden çeşitli aktörlerin iş birliği ile yerel düzeye tercüme edildi. Hafız Esad, 1960’lardaki radikal politikaların aksine, ekonomik liberalleşmenin ilk adımlarının da önünü açtı. Beşar Esad’ın 2000 yılında iktidara gelmesi, ahbap-çavuş kapitalistlerinin ağırlığının özel bir biçimde artmasıyla birlikte devletin patrimonyal doğasını da önemli ölçüde güçlendirdi. Rejimin yükselişe geçen neoliberal politikaları, rejimin köylülerden, hükümet çalışanlarından ve burjuvazinin bazı kesimlerinden oluşan toplumsal tabanının giderek, merkezinde yandaş kapitalistlerin- (Esad’ın annesinin ailesi olan Makhlouf ailesi liderliğindeki) rant peşinde koşan bir politika simsarları, rejim yandaşı burjuvazi ve üst orta sınıflardan oluşan bir ittifakın- bulunduğu bir rejim koalisyonuna doğru evrildi. Bu kaymaya, işçilerin ve köylülerin geleneksel korporatist örgütlerinin ve bunların himaye ağlarının güçsüzleştirilmesi ve yerlerine sermaye gruplarının ve üst orta sınıfların geçirilmesi eşlik etti. Ancak bu durum, rejimin önceki destek tabanını dengeleyip telafi etmedi. Daha genel anlamda, devletin güçlenen patrimonyal yapısı ve Baas partisi aygıtının ve korporatist örgütlerin zayıflaması, klientelist, aşirete ve mezhebe dayalı bağlantıları daha da önemli ve topluma yansır hale getirdi. 2011’deki ayaklanmanın ardından, rejimin baskıları ve politikaları büyük ölçüde eski ve yeni ana destek tabanına dayanıyordu: ahbap kapitalistler, güvenlik güçleri ve devlete bağlı yüksek dini kurumlar. Aynı zamanda, popüler düzeyinde harekete geçebilmek için de mezhepçi, kayırmacı ve kabileci bağlantıları aracılığıyla patronaj ağlarından yararlandı. Rejimin derinleşen Alevi mezhepçi ve kayırmacı yönü savaş sayesinde büyük kopmalara yol açmazken, patronaj bağlantıları farklı toplumsal grupların çıkarlarını rejime bağlamaya devam etti.Rejimin popüler tabanı, devletin doğasını ve iktidar elitinin toplumun geri kalanıyla, daha doğrusu bu örnekte kendi popüler tabanıyla inşa edilmiş ve geniş bir sivil toplum aracılığıyla değil de modern ve arkaik toplumsal ilişki biçimlerinin bir karışımı yoluyla nasıl ilişki kurduğunu gösteriyor. Rejim esasen baskıcı eylemleri ve korku salmayı içeren zorbaca güçlere dayanmak zorundaydı ama dayanakları yalnızca bunlardan ibaret değildi. Rejim, gerçekte varoşları sık sık isyanların yuvası haline gelse de Şam ve Halep gibi iki ana şehirdeki kentli hükümet çalışanlarının geniş kesimlerinin ve daha genel anlamda da orta sınıf tabakaların pasifliğine veya en azından aktif olmayan muhalefetine yaslanabiliyordu. Bunlar rejim tarafından dayatılan pasif hegemonyanın bir parçasıydı. Dahası bu durum, rejimin popüler kitlesinin, bunlar baskın durumda olsa da Alevi ve/veya dini azınlık nüfuslardan gelen kesim ve gruplarla sınırlı olmadığını, rejime destek beyan eden çeşitli mezhep ve etnik kökenlerden gelen kişiler ve grupları da kapsadığını gösteriyordu. Daha genel olarak, rejimin mezhepsel, aşiretsel ve kayırmacı bağlantılar aracılığıyla harekete geçirilen popüler tabanının önemli bir kesimi, giderek rejimsel baskıların aracıları olarak da hareket ediyorlardı.

Bu dayanıklılığın, rejimin yabancı devletlere ve aktörlere olan bağımlılığını önemli ölçüde artırmanın yanı sıra bir bedeli de vardı. Rejimin var olan özellikleri ve eğilimleri güçlendi. Suriye burjuvazisinin geniş kesimleri, rejime verdikleri siyasal ve mali desteği kitlesel anlamda geri çekerek ülkeyi terk ederken, küçük bir ahbap kapitalistler grubu güçlerini önemli ölçüde artırdı. Bu durum, rejimi, ülkede kalmaya devam eden iş sahipleri sınıfından giderek artan şekilde ihtiyaç duyulan gelirleri elde ederken daha da yağmacı tavırlar benimsemeye zorladı. Ayrıca, rejimin kayırmacı, mezhepçi ve aşiretçi özellikleri de pekiştirildi. Rejimin mezhepçi Alevi kimliği, özellikle ordu gibi kilit kurumlarda ve daha sınırlı ölçüde devlet idarelerinde güçlendirildi. Ancak aynı zamanda Alevi nüfusu arasında son birkaç yıldır toplumun sürekli yoksullaşması ve rejim milislerinin kendilerine karşı uyguladığı baskılar nedeniyle hayal kırıklıkları da artıyordu. Daha genel anlamda, bazı kurumların, özellikle de silahlı baskı aygıtının Alevileştirilmesine rağmen, rejimi sadece Alevilikten ibaret görmek, iktidar dinamiklerini ve yönetme sistemini kavramaktan uzaktır. Üstelik rejim bir bütün olarak Alevi nüfusunun siyasal ve sosyo-ekonomik çıkarlarına da hizmet etmiyordu, bunun tam tersi geçerliydi. Orduda ve diğer milislerde artan sayıdaki ölümler ciddi ölçüde Alevilerden oluşuyordu; güvensizlik ve artan ekonomik zorluklar aslında Alevi nüfusu arasında da gerilimler yarattı ve rejimin memurlarına karşı düşmanlığı körükledi. Rejimin çöküşü askeri, ekonomik ve politik anlamda yapısal zayıflığını kanıtladı. Kâğıttan bir kale gibi çöktü. Bu pek de şaşırtıcı değil çünkü askerlerin düşük maaşları ve çalışma koşulları göz önüne alındığında Esad rejimi için savaşmayacakları açıkça görülüyordu. Pek az sempati duydukları bir rejimi savunmak yerine kaçmayı ya da savaşmamayı tercih ettiler, özellikle de çoğu zaten zorla askere alınmıştı.

Rejimin yabancı müttefiklerine olan bağımlılığı da hayatta kalması açısından yaşamsal bir önem taşıyor ve zayıflığını gösteriyordu. Esad’ın başlıca uluslararası destekçisi olan Rusya, güçlerini ve kaynaklarını Ukrayna’ya karşı yürüttüğü emperyalist savaşa yönlendirdi. Sonuç olarak, Suriye’deki müdahalesi önceki yıllardaki benzer askeri operasyonlara göre çok daha sınırlı kaldı. Diğer iki önemli müttefiki olan Lübnan’daki Hizbullah ve İran ise 7 Ekim 2023’ten bu yana İsrail tarafından önemli ölçüde zayıflatılmıştı. Tel Aviv, aralarında Hasan Nasrallah’ın da bulunduğu Hizbullah liderlerine suikastlar düzenledi, çağrı cihazı saldırılarıyla kadrosunu yok etti ve Lübnan’daki güçlerini bombaladı. Hizbullah kesinlikle kuruluşundan bu yana yaşadığı en büyük zorlukla karşı karşıya. İsrail ayrıca İran’a yönelik saldırı dalgaları başlatarak İran’ın zayıf noktalarını ortaya çıkardı. Ayrıca son aylarda Suriye’deki İran ve Hizbullah mevzilerine yönelik bombalamaları da artırdı. Başlıca destekçilerinin meşgul ve zayıflamış olması nedeniyle Esad diktatörlüğü de savunmasız bir durumdaydı. Tüm yapısal zayıflıkları, yönettiği halkın desteğinin olmaması, birliklerinin güvenilmezliği ve uluslararası ve bölgesel destekten yoksun olması nedeniyle, isyancı güçlerin şehir şehir ilerlemesine karşı koyamadığı ortaya çıktı ve bunlar üzerindeki hakimiyeti kâğıttan bir kale gibi çöktü.Bu bağlamda, Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın siyasal anlamda ölmüş olduğunu söyleyebiliriz. Esad ailesi ülkeyi terk etti, Mahir Esad liderliğindeki dördüncü tugay artık organize bir askeri birlik olarak mevcut değil ve başlıca iktidar ağlarından geriye kalanlar da bunlar ister yandaş kapitalistler, dinsel, aşiretsel dayanaklar olsun, önemsiz hale gelerek hiçbir güce sahip olmayan az sayıdaki bireye indirgendi. Bu arada, bazı aşiret reisleri, dini liderler ve ekonomik çevreler de yeni Suriye bayrağını benimsemeleriyle sembolize olan biçimde, yeni iktidar makamlarına olan bağlılıklarını sergilemeye başladılar. 

Eski Rejimin Geri Dönüşü mü?

Bu perspektiften bakıldığında, Mısır darbe modelinin Suriye’de bir potansiyeli bulunmakta mıdır? Eski rejim ve onun kalıntıları Suriye’ye yönelik asıl tehdidi mi oluşturuyor? Bunun sorunlu bir analiz olduğuna inanıyorum. Birbiriyle bağlantılı iki ana neden var: Rejimin doğasının farklılığı ve tehdidin bireylere indirgenemez iktidar yapılarıyla ilişkili olması.Suriye’nin aksine, diktatör Hüsnü Mübarek’in devrilmesi Mısır rejiminin sonu anlamına gelmedi. Mısır örneğinde, siyasal sistem bir neo-patrimonyalizm formuna daha yakındı. Nepotizm ve kayırmacılık, Mısır rejiminde Mübarek ailesi aracılığıyla var olmuştu ve bugün de Sisi’nin başında olduğu mevcut rejimde devam ediyor. Başka bir deyişle, yöneticilerin değiştirilebilir olmasına rağmen devletin yöneticilerden az çok özerk olduğu, kurumsallaşmış otoriter bir cumhuriyetçi sistem. Aslında, Mısır devletinde, silahlı kuvvetler siyasal yönetimin ve iktidarın merkezi kurumunu oluşturur. Hiçbir aile, Esad ailesi yönetimindeki Suriye rejiminde olduğu gibi, üyelerinin her istediğini yapacak derecede devletin sahibi değildir. Mısır devleti, bunun yerine, askeri yüksek komuta tarafından kolektif anlamda yönetilir. Bu durum, ordunun 2011’de rejimi korumak için neden Mübarek ve çevresinden kurtulduğunu da açıklamaktadır. Cemal Mübarek ve yandaşları iktidar koalisyonundan ve eski iktidar partisi Ulusal Demokrat Parti’nin ağlarından kovuldular ve İçişleri Bakanlığı’nın Silahlı Kuvvetler karşısındaki gücü zayıfladı. Benzer şekilde, Mursi’nin 2012’de cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte Müslüman Kardeşler’in iktidara gelmesi bile, askeri yüksek komuta tarafından yönetilen Mısır rejiminin sonu anlamına gelmedi. Üstelik, Mursi ve Müslüman Kardeşler, 2011’deki ayaklanmanın ilk günlerinden itibaren, ordunun siyasi ağırlığını ve onlarca yıldır süren baskıcı rolünü çok iyi bildiklerinden, başlangıçta orduyla doğrudan ittifak kurmaya çalıştılar. Müslüman Kardeşler, devrimin ilk günlerinden itibaren, Mursi’nin Temmuz 2013’te devrilmesi sonrasına kadar orduya yönelik eleştiri ve protestolara siper oldu. Ondan önce de orduyu protesto edenleri karşıdevrimci ve isyancı olmakla suçladı. Müslüman Kardeşler tarafından desteklenen Aralık 2012 anayasası, ordu bütçesini parlamenter denetimden korumaya ve silahlı kuvvetlerin gücünü garanti altına almaya devam etti. Mursi ve Müslüman Kardeşler, Mısır’daki halk ve işçi sınıfı hareketlerine karşı durup hatta bu hareketleri bastırıp orduyu savundular. Gerçekten de Mursi, protestocuları hapse attığını ve işkence ettiğini gayet iyi bildiği Sisi’yi ordunun başına getirdi.Müslüman Kardeşler’in orduyla iş birliği yapma çabalarına rağmen, ordu Mursi’yi devirdi ve Müslüman Kardeşler hareketini ve solcular ve demokratlar da dahil her türlü muhalefeti kitlesel şekilde bastırdı. Sonuçta, ordu ve Müslüman Kardeşler, kapitalist sınıfın farklı bölgesel destekçileri olan farklı kanatlarını temsil ediyorlardı ve uzlaşma sağlayamadılar. Çok daha güçlü olan ordu, sonunda tüm Mısır’ın zararına olacak şekilde kendi doğrudan diktatörlük yönetimini ortaya koymaya karar verdi. Sisi, Mısır’ın onlarca yıldır gördüğü en baskıcı rejimi yarattı; IMF’nin kemer sıkma önerilerinin tamamını en acımasızca uygulayan, kitlesel yoksullaşmaya ve devasa enflasyona yol açan diktatöryel bir neoliberal rejim.Bu bağlamda, Mısır’daki iktidar merkezi hiçbir anda ve şimdi de devrilmiş değildir, bunun tam tersi geçerlidir. Yukarıda açıklandığı gibi Suriye örneğinde ise, Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na bağlı iktidar yapıları artık mevcut değildir ve bu nedenle de Mısır senaryosu ile yapılan karşılaştırmalar faydalı değildir.   Bununla birlikte, eski rejimin mensupları, özellikle de milisler, güvenlik servisleri ve Dördüncü Tugay’a bağlı askerler, Suriye’de istikrara yönelik bir tehdit oluşturabilir. Özellikle Esad rejiminin devrilmesinden bu yana büyük ölçüde yerleştikleri kıyı bölgelerinde ve daha az oranda da Humus’ta mezhepçi gelişmeleri beslemek çıkarlarına hizmet etmektedir. Bu durum, 25 Aralık’ta sahil kasabası Tartus yakınlarında HTŞ güçlerine yönelik düzenlenen ve 14 kişinin öldüğü, 10 kişinin yaralandığı saldırılara da yansıdı. HTŞ güçleri buna yanıt olarak “Esad milislerinin kalıntılarını takip etmek için” baskınlar başlattılar. Benzer şekilde İran’ın da ülkede bulunan ağlarına bağlı bireyleri kullanarak mezhepsel gerginlikler yoluyla istikrarsızlık yaratmakta çıkarı bulunuyor. Eski rejimin bazı kalıntıları, Halep’teki bir Alevi türbesinin tahrip edildiğini gösteren ve yayınlanmasından birkaç hafta önce gerçekleşen bir videonun sosyal ağlarda dolaşmasının ardından Humus ve kıyı bölgelerinde yaşanan son olaylarda gerçekten de harekete geçtiler. Ancak, bu gösteriler sadece dışarıdan İran veya eski rejim kalıntıları tarafından gerçekleştirilen olaylar olarak görülmemeli, Alevi nüfus kesimleri arasında yeni yönetici aktör HTŞ’ye dair korkular mevcut ve Esad rejiminin devrilmesinin ardından intikam çağrıları yapılıyor.Bu nedenle rejimin yıkılmasından bu yana münferit veya en azından sistemik olmayan mezhepsel olayların artması, özellikle de intikam dinamiklerine sahip infaz ve suikastlara dikkat etmek gerekiyor. Bu durum, özellikle Alevilere yönelik siyasal ve mezhepsel intikam gerekçelerinin de sıklıkla birbirine karıştığı eski rejimin işlediği suçlara karışmış kişilere açısından geçerli. Esad rejiminin işlediği suçlar Suriye toplumunu param parça etti ve arkasında bir vahşet ve büyük bir acı mirası bıraktı. Bu bağlamda mağdurların acil ihtiyaçlarına yanıt verecek koordineli bir eylemin hayata geçirilmesi, kapsamlı ve uzun vadeli bir geçiş dönemi adaleti çerçevesi için mekanizmaların kurulması gerekiyor. Sürdürülebilir ve barışçıl bir yolun açılması için Esad rejiminin sistemik zulüm mirasının hedef alınması şart. Geçiş dönemi adaleti, intikam eylemlerine ve mezhepsel gerginliklerin artmasına karşı yaşamsal bir rol oynayabilir. Geçiş dönemi adaletini teşvik eden ve ister eski rejimin ister diğer muhalif silahlı grupların, savaş suçlarına karışan tüm mensuplarını cezalandıran bir sürece ek olarak, uzun vadede istikrarı yalnızca halk sınıflarının çeşitli demokratik ve toplumsal konularda karar alacağı ve bunlarla mücadele edeceği aşağıdan geniş katılımına imkân veren yeni bir siyasi döngü sağlayabilir.

Sonuç

Başta güvenlik birimleri ve ordu olmak üzere eski rejimin kalıntıları, yukarıda da belirtildiği gibi kısa vadede kesinlikle Suriye’nin istikrarına yönelik bir tehdit oluşturuyor. Durdurulmaları ve işledikleri suçlardan dolayı yargılanmaları gerekli.  Ancak ve bu birey grupları tarafından temsil edilen tehditleri hafife almayarak, bunların iktidara geri dönmek ve bir diktatörlüğü yeniden dayatmak şeklinde bir tehdit teşkil etmedikleri de belirtilmeli. Böyle bir hedefe ulaşacak siyasal, askeri ve ekonomik araçlara sahip değiller. Esad rejiminin doğasını ve Mısır senaryosuyla olan farkı anlamak önemli. Suriye’deki eski rejim, Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın ve bu saraya bağlı ağların ortadan kalkmasının da yansıttığı gibi, yapısal anlamda ölüyken, Mısır’da, Mübarek’in 2011’de devrilmesi ve Mursi’nin Temmuz 2012 ile Temmuz 2013 arasındaki yönetimine rağmen, askeri yüksek komuta içindeki güç merkezleri iktidarda kalmaya devam etti. Bu dinamikleri anlamak, yeni iktidar aktörü HTŞ’ye yakın bazı yorumcuların ve medyanın, HTŞ’yi eleştiren veya ona karşı gösteri yapan herkese karşı yönelttiği “feloul” suçlamalarına karşı uyarıda bulunmak açısından da önemli. Bu, bireyleri, grupları ve siyasi taleplerini itibarsızlaştırmanın bir yolu. Benzer şekilde, birkaç hafta önce Şam’da demokratik ve laik bir devlet için yapılan gösteriye karşı da feloul suçlamaları gündeme getirildi; çünkü birçok kişi, bazen hatalı bir şekilde, eski rejimin destekçisi olmakla suçlandı. Binlerce protestocu arasında potansiyel olarak eski rejimi destekleyen birkaç kişinin varlığı bir yana, asıl amaç gösteriyi ve gösteriyle bağlantılı talepleri itibarsızlaştırmaktı. Üstelik, laiklik ve sosyalizm gibi bazı konuları eski rejimle bağlantılı ve/veya Batı’dan ithal ilan ederek itibarsızlaştırma isteği de mevcut. Aslında bu da bizi, makalenin ikinci bölümüne götürüyor. Yine, eğer eski rejimden geriye kalan birey grupları ülkenin istikrarı için bir tehdit oluşturuyorsa, demokratik ve ilerici bir Suriye için esas büyük tehdit, Türkiye ve Katar tarafından desteklenen HTŞ ve onun Suriye Milli Ordusu içindeki yandaşlarının iktidarlarını pekiştirmesinde yatıyor. 

HTŞ’nin İktidarını Pekiştirmesi mi, Gelecekteki Demokratik ve İlerici Suriye’ye Yönelik Bir Tehdit mi?

HTŞ’nin Aralık 2024’te Esad rejiminin devrilmesiyle sonuçlanan askeri saldırıdaki öncü rolü, örgüte ve lideri Ahmed El Şara’ya (El Colani) büyük bir popülerlik kazandırdı. O zamandan bu yana, HTŞ hakimiyetindeki bölgelerde siyasal ve askeri egemenliğini pekiştirmek için bir tür “devrimci” meşruiyetten yararlanıyorlar.  Grup, Suriye ulusal çerçevesinde faaliyet göstermeyi amaçlayan bir aktör haline gelmek için ulusötesi cihatçı hedeflerini terk ederek siyasal ve ideolojik anlamda evrim geçirmiş olsa da bu durum, HTŞ’nin demokratik bir toplumu destekleyen, eşitliği ve sosyal adaleti teşvik eden bir aktör haline geldiği anlamına gelmiyor, bunun tam tersi geçerli.Bu perspektiften bakıldığında, toplum üzerindeki iktidarlarını nasıl pekiştirmeye ve yeni bir otoriter düzen kurmaya çalıştıklarını analiz etmek önem taşıyor. 

HTŞ İktidarını Pekiştiriyor

Rejimin çöküşünden sonra Ahmed El Şara, Muhammed el-Beşir’i güncel işlerden sorumlu geçiş hükümetinin başına atamadan önce, iktidar geçişini koordine etmek üzere ilk olarak eski Başbakan Muhammed el-Celali ile görüştü. El Beşir öncesinde Kurtuluş Hükümetine (KH) başkanlık etmişti. Her halükârda 1 Mart 2025’e kadar görevde kalacak. Yeni hükümet ise yalnızca HTŞ saflarından gelen veya ona yakın kişilerden oluşuyor.Ahmed El-Şara ayrıca HTŞ’ye veya SMO’suna yakın silahlı gruplara bağlı kişileri yeni bakanlar, güvenlik görevlileri ve çeşitli bölgelerin valileri olarak atadı. Örneğin Enes Hattab (aynı zamanda Ebu Ahmad Hudud olarak da bilinir) istihbarat servislerinin başına getirildi. Kendisi Nusra Cephesi’nin kurucu üyelerinden biri ve cihatçı grubun bir numaralı güvenlik referansıydı. 2017 yılından itibaren, HTŞ’nin içişleri ve güvenlik politikasını yönetti. Göreve getirilmesinin ardından güvenlik hizmetlerinin kendi otoritesi altında yeniden yapılandırılacağını duyurdu.Benzer şekilde yeni Suriye ordusunun kuruluşu da Ahmed el-Şara ve iktidardaki yandaşları tarafından gerçekleştiriliyor. Yeni Savunma Bakanı ve HTŞ’nin uzun süredir üst düzey komutanlarından olan, General unvanı verilen Murhaf Ebu Kasra gibi HTŞ komutanlarını en yüksek rütbeli subaylar olarak atadılar.Suriye ordusunun yeniden yapılandırılmasında, HTŞ hükümeti, bu süreci ve aldığı önlemleri gerekçelendirerek, devlet kontrolü dışında herhangi bir aktörün silah taşımasını yasaklamak suretiyle ülkenin parçalanmış silahlı grupları üzerindeki kontrolünü ve hâkimiyetini pekiştirmeyi hedefliyor ve yalnızca Suriye Savunma ve İçişleri Bakanlıklarının silah bulundurma yetkisine sahip taraflar olduğunu belirtiyor. Tüm silahlı grupların yeni bir Suriye ordusunda birleştirilmesine doğrudan karşı çıkılmasa da Suveyda’daki Dürzi toplumu ve Kuzey Doğu’daki Kürtlerin, merkezî olmayan bir yönetim ve gerçek bir demokratik geçiş süreci gibi bazı garantiler olmaksızın bu sürece karşı çıktıkları görülüyor.Ahmed el Şara da son röportajlarından birinde, gelecek seçimlerin organizasyonunun dört yıl kadar sürebileceğini, yeni anayasa taslağının hazırlanmasının ise üç yıla kadar sürebileceğini açıkladı. Aynı zamanda, başta 4 ve 5 Ocak 2025 için planlanan ve 1,200 kişiyi bir araya getirmesi beklenen “Suriye Ulusal Diyalog Konferansı” da gelecekteki bilinmeyen bir tarihe ertelendi. Bu isimlerin nasıl seçildiğine dairse her valiliğin, farklı sosyal ve bilimsel sınıflardan tüm kesimlerin, gençlerin ve kadınların temsilcileri de dikkate alınarak 70 ila 100 kişi arasında temsil edileceği hariç, herhangi bir bilgi verilmedi.Suriyeli avukatlar yakın zaman önce yeni yetkililerin seçilmemiş bir sendika konseyini atamasının ardından özgür sendika seçimleri yapılması çağrısında bulunan bir imza kampanyası başlattılar. HTŞ, dış güçlerin korkularını yatıştırmaya, bölgesel ve uluslararası güçlerle temas kurmaya ve müzakere yapmanın mümkün olduğu meşru bir güç olarak tanınmaya çalışarak kontrollü bir geçiş süreci gerçekleştirirken kendi iktidarını da pekiştirmeyi hedefliyor. Bu tür bir normalleşmenin önündeki engellerden biri, Suriye hala yaptırımlar altındayken HTŞ’nin ABD, Türkiye ve Birleşmiş Milletler tarafından hâlâ terör örgütü olarak görülüyor olması. Ayrıca ABD Başkanı Joe Biden 23 Aralık’ta, Beşar Esad rejiminin düşmesine rağmen, 2025 Mali Yılı Ulusal Savunma Yetki Yasası kapsamında, Sezar Yasası’nın uygulamasının 31 Aralık 2029’a kadar uzatılmasını imzaladı. Beş yıl önce önceki Başkan Donald Trump tarafından imzalanıp yasalaştırılan bu metin, Suriye rejiminin askeri faaliyetlerini güçlendirecek veya Suriye’nin yeniden inşasına katkıda bulunan kaynak veya teknoloji elde etmesine yardımcı olan -yabancılar dahil- tüm aktörlere yönelik yaptırımlar öngörüyor.Ancak bölgesel ve uluslararası sermayelerin HTŞ’ye dönük tutumlarında değişim yönünde unsurlar olduğu şimdiden görülüyor. Açıkçası, Ankara yeni Suriye’nin başlıca siyasal ve askeri destekçisiyken, Katar ekonomik bir destek olarak önemli bir rol oynayacak. El-Şara diğer Arap devletleriyle, bölgesel ve uluslararası aktörlerle de ilişkiler kurmaya çalışıyor. Örneğin, HTŞ lideri Şam’da bir Suudi heyetiyle görüştü ve Vizyon 2030 projesine atıfta bulunarak Suudi krallığının iddialı kalkınma planlarını överek Şam ile Riyad arasında gelecekteki iş birliğine ilişkin iyimserliğini dile getirdi. Suudi Arabistan ve diğer Körfez monarşileri için yeni Suriyeli liderlerle ilişkilerin evrimi, ülkenin siyasal yapısına ilişkin endişelerini giderme ve Suriye’nin bölgesel istikrarsızlığın bir başka kaynağı haline gelmesini engelleme becerilerine bağlı olacak. Başta Dışişleri Bakanı, Savunma Bakanı ve istihbarat servisleri başkanından oluşan bir Suriye heyeti de Suudi Krallığını ziyaret etti.Batılı güçler düzeyinde bile, ABD de dahil bir yön değişikliği göze çarpıyor. Amerikan diplomasisinin Orta Doğu sorumlusu Barbara Leaf, Aralık 2024’ün sonlarında Şam’da Ahmed el-Şara ile görüştükten sonra, bu ülkedeki siyasal geçişin geleceği konusunda “iyi, çok verimli ve ayrıntılı bir toplantı” yaptıklarını söyledi. Ayrıca Ahmed el-Şara’yı “pragmatik bir adam” olarak nitelendirdi ve Washington’un, Nusra Cephesi’nde oynadığı rol nedeniyle 2013’ten bu yana başına koyduğu 10 milyon dolarlık ödülü geri çektiğini duyurdu.El Şara’nın HTŞ’nin dağılacağı yönündeki son açıklamaları da bu sorunlardan bazılarını çözebilir. Ancak İsrail hâlâ Suriye’nin istikrarına yönelik bir tehdit oluşturuyor ve özellikle bir demokratikleşme süreci görmeye de pek meraklı değil. İsrail’e sınırlarında istikrar güvencesi veren Esad rejiminin devrilmesinin ardından İsrail işgal ordusu, Golan Tepeleri’ndeki Hermon Dağı’nın Suriye bölümünü işgal ederek Suriye topraklarındaki işgalini genişletti ve uçak bataryaları, askeri havaalanları, silah üretim tesisleri, savaş uçakları ve füzelere yönelik 480’den fazla saldırı gerçekleştirdi. Füze gemileri, 15 Suriye donanma gemisinin yanaştığı El-Bayda limanı ve Lazkiye limanındaki Suriye donanma tesislerini vurdu. Bu baskınlar, Suriye’nin askeri yeteneklerini yok ederek bunların İsrail’e karşı kullanılmasını engellemeyi amaçlıyor. Aynı zamanda, gelecekteki hükümetin İsrail’in çıkarlarına hizmet etmeyen düşmanca bir tutum benimsemesi durumunda İsrail işgal ordusunun her an siyasi istikrarsızlığa neden olabileceği mesajını da veriyor.

İslami Neoliberalizm

Esad rejiminin devrilmesinin ardından, Suriye’nin geleceği, özellikle ekonomik toparlanma ve yeniden kalkınma açısından birçok zorlukla dolu. Şimdiden yeniden inşanın maliyetinin 250 milyar ila 400 milyar dolar arasında olduğu tahmin ediliyor ve yaptırımlar işlerin yakın zamanda düzelmesinin önünde hâlâ engel teşkil ediyor.Suriye’de güvenli ve istikrarlı bir ekonomik durumun bulunmaması, yerli ve yabancı yatırımların artmasının önünde ciddi bir engel oluşturuyor. Doğrudan yabancı yatırım (DYY) aslında 2011’den bu yana düşük düzeyde kaldı ve çoğunlukla İran ve Rusya ile sınırlandı. Körfez, nüfuzunu artırmak için ülkede bazı yatırımlar yapmakla ilgilenebilecekse de HTŞ’nin şu anda oynadığı rol, birçok bölge devleti tarafından olumsuz algılandığı için buna engel olabilir.Örneğin BAE cumhurbaşkanı Şeyh Muhammed’in diplomatik danışmanı Enver Gargash, “iktidardaki yeni güçlerin doğası ve bunların Müslüman Kardeşler ve El Kaide ile bağlantıları oldukça endişe verici göstergeler” dedi.Ayrıca Suriye lirasının istikrarsızlığı da önemli bir sorun. Rejimin çöküşünün ardından karaborsadaki değeri büyük ölçüde artmış olsa da bir ABD doları için 15.000 SYP’de sabitlenmeden önce, daha gidilecek uzun bir yol var. SYP’nin istikrarsızlığı, ülkedeki yatırımlardan elde edilecek hızlı ve orta vadeli getiri ve kâr potansiyelinin çekiciliğini zayıflatıyor.Ayrıca, SYP’deki ciddi değer kaybından zarar gören piyasaları istikrara kavuşturmak için son birkaç yıldır Türk lirasını kullanan kuzeybatıdaki bölgelere ilişkin sorular da var. İstikrar sağlanamadığı takdirde Suriye lirasının bu bölgelerde ana para birimi olarak yeniden kullanılması sorunlu olabilir.Aynı zamanda altyapılar ve ulaşım ağları da ciddi şekilde zarar görmüş durumda. Yüksek üretim maliyeti, temel malların ve enerji kaynaklarının (özellikle akaryakıt ve elektrik) kıtlığı da ek sorunlar. Suriye’de ayrıca nitelikli insan gücü sıkıntısı yaşanıyor ve vasıflara sahip olanların geri dönüp dönmeyeceği de henüz belli değil.Çoğunluğu sınırlı kapasiteye sahip küçük ve orta ölçekli işletmelerden oluşan özel sektörde dahi, 13 yıldan fazla süren savaşın ardından hâlâ çok fazla modernizasyon ve yeniden inşaya ihtiyacı var. Devlet kaynakları da ciddi ölçüde kısıtlı ve bu da ekonomiye, özellikle de üretken sektörlere yapılan yatırımları sınırlandırıyor.Ayrıca, nüfusun yüzde 90’ı yoksulluk sınırının altında yaşıyor ve bu da satın alma güçlerini oldukça zayıflatıyor ve dolayısıyla iç tüketimi olumsuz etkiliyor. Çünkü Suriye’de iş bulma sıkıntısı yaşanmazken, insanlara günlük ihtiyaçlarını karşılamaya yetecek kadar ücret ödenmiyor. Bu bağlamda, Suriyeliler hayatta kalabilmek için giderek daha fazla dövize bağımlı hale geliyor.Yeni hükümetin Ahmed el-Şara’nın kendisi gibi bazı yetkilileri, asgari ücreti 1,123560 SYP (yaklaşık 75 dolar) yaparak, önümüzdeki günlerde işçilerin ücretlerini yüzde 400 oranında artırmak için çalışacaklarını duyurdu. Bu doğru yönde atılmış bir adım olsa da devam eden yaşam maliyeti krizi sırasında insanların ihtiyaçlarını karşılamaları için yeterli olmayacak. Gerçekten de medya kuruluşu Kassioun Ekim 2024’te Şam’da yaşayan beş kişilik Suriyeli bir ailenin ortalama yaşam maliyetinin 13,6 milyon SYP’ye (yaklaşık 1.077 dolar) ulaştığını açıkladı. Asgari miktar ise 8,5 milyon SYP’ye (yaklaşık 673 dolar) ulaştı.Tüm bunların üstüne, İsrail’in son işgali ve askeri altyapıların sürekli tahrip edilmesinin de gösterdiği gibi, Suriye’deki dış güçlerin nüfuzu hâlâ bir tehdit ve istikrarsızlık kaynağı olmaya devam ediyor. Türkiye’nin Suriye’nin kuzeydoğusundaki, özellikle de Kürt çoğunluğun yaşadığı bölgelere yönelik sürekli saldırılarını ve tehditlerini de unutmamak gerekiyor.Ülkedeki belirsizlik denizinin ortasındaki en büyük sorunlardan biri, HTŞ de dahil, önde gelen siyasal aktörlerin çoğunluğunun alternatif bir politik ekonomik programa sahip olmaması.HTŞ’nin neoliberal ekonomik sisteme bir alternatifi yok ve önceki rejimde var olan ahbap kapitalizminin dinamikleri ve biçimlerine benzer şekilde, grup bu uygulamaları (eski ve yeni kişilerden oluşan) sermaye ağları arasında geliştirmek için can atıyor. Önceki yıllarda Kurtuluş Hükümeti, özel sektörün gelişmesini ve HTŞ ile El Colani’ye yakın iş ortaklıklarının kurulmasını desteklemişti.Bu arada, başta sağlık ve eğitim olmak üzere sosyal hizmetlerin çoğu STK’lar ve uluslararası STK’lar tarafından sağlanıyor.Şam Ticaret Odası Başkanı Bassel Hamwi, rejimin devrilmesinin ardından HTŞ tarafından atanan yeni Suriye hükümetinin iş dünyası liderlerine serbest piyasa modelini benimseyeceklerini ve ülkeyi küresel ekonomiye entegre edeceklerini söylediğini ifade etti. Hamwi, Esad’ın devrilmesinden birkaç hafta önce, Kasım 2024’te şu anki görevine “seçildi”. Kendisi aynı zamanda Suriye Ticaret Odaları Federasyonu’nun da başkanı.Lider El Şara ve Ekonomi Bakanı da bu ekonomi odalarının temsilcileri ve farklı bölgelerden gelen iş insanlarıyla çok sayıda toplantılar yaparak ekonomik vizyonlarını açıkladılar ve çıkarlarını tatmin etmek amacıyla yaşadıkları sorunları dinlediler. Eski rejimin çeşitli ekonomi odalarının temsilcilerinin büyük çoğunluğu hâlâ görevlerinde bulunuyor. Sonuçta, HTŞ’nin otoriterizmiyle birleşen bu neoliberal ekonomik sistemin sosyo-ekonomik eşitsizliklere ve Suriye nüfusunun sürekli yoksullaşmasına yol açması muhtemel ki bunlar 2011 ayaklanmasının ana nedenleri arasındaydı.HTŞ’ye bağlı yeni Ekonomi Bakanı, “sosyalist bir ekonomiden… İslami yasalara saygılı bir serbest piyasa ekonomisine geçeceğiz” dedikten birkaç gün sonra bu neoliberal yönelimi yineledi. Önceki rejimi sosyalist olarak tanımlamanın kesinlikle büyük bir yanılgı olmasına rağmen, bakanın sınıfsal yönelimi, “özel sektörün… Suriye ekonomisinin inşasında etkili bir ortak ve katkı sağlayıcı” olacağı vurgusunda açıkça yansımasını buldu. Ülkenin gelecekteki ekonomisinde işçilerden, köylülerden, kamu sektörü çalışanlarından veya herhangi bir sendika ve meslek birliğinden hiç söz edilmedi.Sonuçta, yeniden yapılanma süreci ülkenin geleceğine katılacak toplumsal ve siyasal güçlere ve bunlar arasındaki güç dengesine bağlı. Bu bağlamda, nüfusun yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve daha genel olarak demokratik haklar ve sosyal adalet ve eşitliğe dayalı bir ekonomik sistem için mücadele edilmesi açısından özerk ve kitlesel sendikal örgütlerin inşası hayati önem taşıyacak.

Gerici İdeoloji

Benzer şekilde HTŞ gerici ideolojisini doğrulayan birçok açıklama ve karara imza attı. Örneğin HTŞ yetkilileri, kadınların toplumdaki rolüne ve bazı sektörlerde çalışabilme yeteneklerine ilişkin açıklamalarda bulundular. Örneğin, HTŞ üyesi ve Askeri Operasyonlar Komutanlığı (CMO) Siyasi İşler sözcüsü Obeida Arnaout, 16 Aralık’taki bir röportajda, kadınların “rollerinin kadınların yapabilecekleriyle uyumlu olması gerektiğini” belirtti. “Mesela bir kadının Savunma Bakanı olması gerektiğini söylersek bu onun doğasına ve biyolojik yapısına uygun olur mu? Kuşkusuz uygun olmaz”.Birkaç gün sonra, Suriye’nin yeni atanan Kadın İşleri başkanı ve şu ana kadar Suriye’nin geçiş hükümetindeki tek kadın olan Ayşe el-Dibs, ülkedeki feminist örgütlenmelere tanınacak “alan” hakkındaki soruya şöyle yanıt verdi: “Bu tür örgütlenmelerin eylemleri kuracağımız modeli destekliyorsa memnuniyetle karşılanacaklardır” ve şöyle devam etti: “Benim düşüncelerime katılmayanların önünü açmayacağım.” Kadınları “Allah vergisi doğalarının verdiği önceliklerin dışına çıkmamaya” ve “aile içindeki eğitici rollerini” bilmeye çağırarak kadının toplumdaki rolüne ilişkin gerici bir vizyon geliştirerek röportajı sürdürdü. Buna ek olarak, Suriye Eğitim Bakanlığı okul müfredatında, evrim teorisinin bilim müfredatından çıkarılması da dahil daha İslami muhafazakâr bir vizyona yönelik değişiklikler yaptı. Yahudiler ve Hıristiyanlar artık doğru yoldan “sapmış” kişiler olarak anılmaya başlandı veya “ulusun savunulması” ifadesinin yerine “Allah’ı savunmak” ifadesi konuldu. Bu değişikliklere yoğun eleştirilerin gelmesinin ardından Milli Eğitim Bakanı ertesi gün “Tüm Suriye okullarındaki müfredat, müfredatı inceleyip denetleyecek uzman komiteler oluşturulana kadar aynı kalacak. Biz sadece fesih Esad rejimini yücelten ifadelerin silinmesi yönünde talimat verdik ve bütün okul kitaplarına fesih rejimin bayrağı yerine Suriye devrim bayrağı görsellerini yerleştirdik…” dedi. Böylece yapılan bazı değişiklikler iptal edildi. O halde dini veya etnik azınlıklara hoşgörü veya kadın haklarına saygı konusunda net olmayan açıklamalar yapmak yeterli değil. Esas mesele, ülkenin geleceğinin kararlaştırılmasına katılan eşit vatandaşlar olarak haklarının tanınması. Daha genel anlamda ise HTŞ yetkilileri, İslami yönetim ve Şeriat Hukuku’nun uygulanmasına ilişkin tercihlerini ifade ettiler.

Kürt Sorununa Çözüm Yok

Aynı zamanda HTŞ’nin SDG ve Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi’nin, özellikle Kürt ulusal haklarına ilişkin taleplerini desteklemeye istekli olması da pek olası değil. Sonuçta, kuzeydoğu bölgeleri başta petrol ve tarım olmak üzere doğal kaynaklar açısından zengin ve dolayısıyla stratejik ve sembolik açıdan önemli. Sonuç olarak, HTŞ, Kürt ulusal haklarına düşman olan, sürgündeki muhalif aktörler olan Suriye Ulusal Konseyi ve Ulusal Muhalefet ve Devrimci Güçler Koalisyonu’ndan farklı değil.Türkiye, Esad rejiminin devrilmesinin ardından ülkedeki en önemli bölgesel aktör haline geldi. Ankara, Heyet Tahrir El Şam’a (HTŞ) destek sunarak Suriye üzerindeki gücünü pekiştiriyor. Türkiye’nin Suriyeli mültecileri zorla geri göndermeyi gerçekleştirmek ve gelecekte yeniden inşa aşamasındaki ekonomik fırsatlardan yararlanmak dışındaki temel hedefi, Kürtlerin özerklik isteklerini reddetmek ve daha özgün olarak da Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi’ni baltalamak. Bu durum, Türkiye’deki Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkı konusunda bir emsal oluşturacak.Türkiye Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, HTŞ lideri Ahmed el Şara ile düzenlediği ortak basın toplantısında, Suriye’nin toprak bütünlüğünün “müzakere edilemez” olduğunu ve PKK’nın ülkede “yerinin olmadığını” açıkladı. Birkaç gün sonra ise Cumhurbaşkanı Erdoğan, SDG’nin “ya silahlarına veda edeceğini ya da Suriye topraklarına gömüleceğini” açıkladı. Türk ordusu ayrıca 2023 yılı sonundan bu yana Suriye’nin kuzeydoğusundaki sivilleri ve kritik altyapıları sürekli bombalıyor.HTŞ, son haftalarda SDG’ye karşı herhangi bir askeri çatışmaya katılmasa da örgüt Türkiye öncülüğündeki saldırılara karşı herhangi bir itiraz dile getirmedi, tam tersi geçerli.  HTŞ’nin üst düzey komutanlarından ve geçici hükümetin yeni atanan Savunma Bakanı Murhaf Ebu Kasra, “İnşallah Suriye bölünmez ve federalizm olmaz. Allah’ın izniyle bu bölgelerin tamamı Suriye’nin yetkisine girecek” dedi. Benzer şekilde El Şara da federalizme karşı çıkıyor.Ayrıca bir Türk gazetesine konuşan El Şara, Suriye’nin bundan sonra Türkiye ile stratejik ilişkiler geliştireceğini belirterek, “Suriye topraklarının Türkiye’yi ve diğer yerleri tehdit etmesini ve istikrarsızlaştırmasını kabul etmiyoruz” dedi. Ayrıca SDG’nin elindeki bölgelerdekiler de dahil tüm silahların devlet kontrolüne girmesi gerektiğini belirtti.Tüm bunlar, SDG yetkililerinin HTŞ ile müzakere yapılmasını isteyen açıklamalar yapmasına rağmen gerçekleşiyor. SDG Komutanı Mazlum Abdi gelecekteki Suriye ulusal ordusunun (garantilerle birlikte) bir parçası olmaya açık olmakla birlikte, federalizmden değil, devletin ademi merkeziyetçiliğinden ve özyönetimden yana olduklarını açıkladı. SDG’nin PKK’nın uzantısı olmadığını ve ateşkes sağlandıktan hemen sonra Suriyeli olmayan savaşçıları sınır dışı etmeye hazır olduklarını ifade etti.El Şara, geçtiğimiz günlerde Suriye’nin kuzeydoğusundaki krizin çözümü için SDG ile görüşmelerde bulunduklarını ve Suriye Savunma Bakanlığı’nın Kürt güçlerini kendi saflarına entegre edeceğini belirtmişti. Ancak bunun nasıl ve hangi koşullarda olacağı henüz bilinmiyor.

Demokratik Alanı Savunmak İçin Zamana Karşı Yarış

Mart 2011’deki Suriye halk ayaklanmasının köklerini oluşturan demokratik toplumsal örgütlenmeler ve güçlerin büyük çoğunluğu kanlı bir şekilde bastırıldı. Başta Suriye rejimi, ama aynı zamanda çeşitli silahlı İslamcı köktendinci örgütler tarafından da. Aynı durum, yerel halka hizmet sağlayan koordinasyon komiteleri ve yerel konseyler gibi, göstericiler tarafından kurulan yerel alternatif siyasal kurum veya kuruluşlar için de geçerli oldu. Bununla birlikte, Suriye topraklarında, özellikle de Suriye’nin kuzeybatısında, çoğunlukla STK türü örgütlerle bağlantılı olmasına rağmen, ayaklanmanın başlangıcındakilerden farklı dinamiklere sahip bazı sivil gruplar ve ağlar mevcut.Aynı zamanda, daha az yoğunluklu olsa da başka mücadele deneyimleri de gelişti. Örneğin, ağırlıklı olarak Dürzi azınlığın yaşadığı Süveyde vilayetinde Ağustos 2023’ün ortalarından bu yana halk protestoları ve grevler sürüyor. Daha genel anlamda, protesto hareketi sürekli olarak Suriye’nin birliğinin, siyasal mahkumların serbest bırakılmasının ve sosyal adaletin önemini vurgularken bir yandan da BM’nin siyasal geçiş çağrısı yapan 2254 sayılı kararının uygulanmasını talep etti. Aslında yakın zaman önce uzun süredir aktivist olarak hareket eden Muhsina el-Mahitavi’yi Süveyde vilayetinin valisi olarak seçen de yerel ağlar ve gruplar oldu.Başta Dera valilikleri ve daha az ölçüde Şam’ın banliyöleri olmak üzere Suriye rejiminin kontrolü altındaki diğer şehirler ve bölgeler de çok daha küçük ölçekte de olsa zaman zaman protestolara sahne oldu. Bu muhalefet biçimleri kısmen Esad hanedanlığının çöküşünden önceki günlerdeki ayaklanmaların temelini attı.Daha genel olarak, popüler sivil direniş açısından en önemli dinamik olan halk ayaklanmasının ilk yıllarında biriken deneyim, bu deneyimleri yaşayan aktivistlerin aktarımları ve ayaklanmanın yazılar, video kayıtları, tanıklıklar ve diğer delillerle daha önce görülmemiş bir şekilde belgelenmesiyle korunmuş durumda. Sivil direniş hareketini konu alan bu geniş belgesel arşivi halkın hafızasına aktarılabilir ve gelecekteki direnişçiler için önemli bir kaynak oluşturabilir. Esad rejiminin sona ermesinin ardından, öz-örgütlemeyi ve aşağıdan katılımı teşvik etmek ve sivil barışı garanti altına almak için farklı bölgelerde yerel komiteler veya aktivist ağları oluşturmaya yönelik yerel girişimler çoğalıyor. Özellikle kadınlara karşı yapılan gerici açıklamaları kınamak için gösteriler zaten gerçekleştiriliyorBununla birlikte, örgütlenebilme ve yeni iktidar aktörüne açıkça karşı çıkabilme yeteneğine sahip bağımsız, demokratik ve ilerici bir bloğun bariz biçimde mevcut olmadığı gerçeğiyle de yüzleşmemiz gerekiyor. Bu bloğu inşa etmek zaman alacak. Bu bloğun otokrasiye, sömürüye ve her türlü baskıya karşı mücadeleleri birleştirmesi gerekecek. Bu bloğun ülkenin sömürülenleri ve ezilenleri arasında dayanışma inşa etmek için demokrasi, eşitlik, Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkı ve kadınların özgürlüğü taleplerini yükseltmesi gerekecek.Bu ilerici blok, söz konusu talepleri ilerletmek için sendikalardan feminist örgütlere, topluluk örgütlerinden ulusal yapılara kadar uzanan tüm halk örgütlerini bir araya getirecek şekilde inşa edilmek ve yeniden inşa edilmek zorunda olacak. Bu da toplum çapındaki demokratik ve ilerici aktörler arasında el birliğini gerekli kılacak.Buna ek olarak, kilit görevlerden biri de ülkenin merkezi etnik bölünmesi olan Arap ve Kürtler arasındaki bölünmenin üstesinden gelmek olacak. İlerici güçler, bu bölünmeyi aşmak ve bu halklar arasındaki dayanışmayı güçlendirmek için Arap şovenizmine karşı açık bir mücadele vermeli. Bu, 2011’deki Suriye devriminin başlangıcından beri karşılaştığı bir zorluktu ve ülke halkının gerçekten özgürleşmesi için ilerici bir şekilde yüzleşilmesi ve çözülmesi gerekecek.

Sonuç

HTŞ’nin esasen, halk ayaklanmasını ve ayaklanmanın demokratik örgütlenmelerini kanlı bir şekilde bastıran ve kendisini giderek daha da militarize eden Suriye rejiminin önderlik ettiği karşı devrimin bir sonucu olduğu hatırlanmalı. Bu tür İslami köktendinci hareketlerin yükselişi çeşitli nedenlerin sonucu gerçekleşir; ilk başta rejimin yayılmalarını kolaylaştırılması, protesto hareketinin bazı unsurların radikalleşmesine yol açacak şekilde bastırılması, bu hareketlere mensup grupların daha iyi örgütlenmesi ve disipline edilmesi ve nihayet yabancı ülkelerin desteği.HTŞ de sonrasında, diğer silahlı İslami köktendinci örgütler gibi birçok açıdan karşı-devrimin Esad rejiminden sonraki ikinci kanadını oluşturdu. Topluma ve Suriye’nin geleceğine dair vizyonları, ayaklanmanın ilk hedeflerinin ve onun demokrasi, sosyal adalet ve eşitlik yönündeki kapsayıcı mesajlarının tam tersi. İdeolojileri, siyasal programları ve pratiklerinin yalnızca rejim güçlerine karşı değil, aynı zamanda sivil ve silahlı demokratik ve ilerici gruplara, etnik ve dini azınlıklara ve kadınlara karşı şiddet uygulamaya dayalı olduğu kanıtlandı.Sonuç olarak, demokratik ve ilerici bir toplumu korumak ve bunun için mücadele etmek, mevcut HTŞ yetkililerine güvenerek veya onlara idare ve geçiş aşamasının yönetimi konusunda geçer notlar vererek veya onları aklayarak değil, demokratik ve ilerici ağları ve birlikleri bir araya getiren bağımsız bir karşı-iktidar inşa etmekle olur. Seçimlerin örgütlenmesi ve yeni bir anayasanın yazılması için zaman dilimlerinin belirlenmesi veya “ulusal diyalog konferansına” katılacak isimlerin seçilmesi tartışmaların ve eleştirilerin konusu olabilir, ancak asıl mesele bu tür karar alma süreçlerine aşağıdan katılımın mevcut olmaması ve HTŞ’yi taviz vermeye zorlayacak biçimde baskı yapma yeteneğinin bulunmaması. Karar verme yetkisi yalnızca HTŞ’nin elinde. Bu süreç aynı zamanda ana destekçileri olan Türkiye ve Katar; ancak daha genel olarak bölgesel ve uluslararası güçlerin büyük çoğunluğu tarafından da destekleniyor. Daha genel olarak, Suriye ve bölgede otoriter bir istikrar formunu (yeniden) empoze etmek gibi ortak bir hedefleri var. Bu elbette bölgesel ve emperyal güçler arasında birlik anlamına gelmiyor. Her birinin kendine ait ve çoğu zaman da birbirleriyle uzlaşmaz çıkarları var ama Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın istikrarsızlaşmasını istemiyorlar.Esad’ın devrilmesinin ardından daha iyi bir gelecek umudu havada uçuşuyor. Bütün bunlar Suriyelilerin mücadeleyi aşağıdan yeniden inşa etme becerisiyle bağlantılı. Şu anda HTŞ’nin toplum üzerindeki iktidarı ve kontrolü hala tamamlanmış değil, çünkü tüm Suriye’yi yönetebilecek insani ve askeri kapasiteleri sınırlı ve bu nedenle de örgütlenmek için bir miktar alan mevcut. Bu alanın kullanılması gerekiyor.Sonuçta, yalnızca demokratik ve ilerici talepler uğruna mücadele eden halk sınıflarının öz-örgütlenmesi gerçek kurtuluşa ve özgürleşmeye giden yolu açacak. En azından şu anda bunun için bir fırsat mevcut ama bir yarışın içindeyiz ve Suriye halk sınıflarının demokrasi, sosyal adalet ve eşitlik için Devrim’e yönelik ilk özlemlerini gerçekleştirmek için yaptığı bütün fedakarlıkları savunmak için örgütlenmesi zorunlu.  

Kaynak: https://syriauntold.com/2025/01/04/understanding-the-threats-ahead-of-a-democratic-and-progressive-syria/

Çeviri kaynağı: https://fikirgazetesi.org/2025/01/10/demokratik-ve-ilerici-suriyenin-onundeki-tehditler/

Ernest Mandel’in Düşüncesinde Genel Grev ve Devrimci Strateji – Manuel Kellner

Karl Marx, bir toplumda egemen ideolojinin her zaman o toplumu yöneten sınıfın ideolojisi olduğunu belirtmişse ve öte yandan işçi sınıfının kurtuluşunun yalnızca kendi bilinçli eseri ilan etmişse, burada bir çelişki var gibi görünmektedir. Gerçekten de, kapitalist toplumda egemen ideoloji burjuva ideolojisi olduğuna göre – çünkü burjuvazi bu tür bir toplumu yönetmektedir – işçi sınıfı burjuva ideolojisiyle yoğrulmuşken, burjuvazinin egemenliğini nasıl bilinçli bir şekilde devirebilir?

Karl Marx’ın (Feuerbach Üzerine Tezler’inde) yanıtı, yalnızca devrimci pratik (“Praxis”) yoluyla bu çelişkinin çözülebileceğidir. Bu süreç, bilincin gelişmesini sağlayan bir pratiği içerir; burada kitlelerin kendi dayanışmacı eylemleri yoluyla gerçekleştirdikleri öz-eğitim, aynı zamanda “eğiticileri” de eğitir. Bu, Aydınlanma geleneğiyle bir kopuşu ifade eder, ancak onların özgürleştirici mirasına sadık kalır: “aydınlanmış” kişiler – bizim durumumuzda, sınıflı toplumlara özgü sömürüye, tahakküme ve yabancılaşmaya son vermek için sosyalist devrim ihtiyacının bilincinde olan siyasi azınlıklar – işçilerin ve emekçilerin ortak özgürleştirici eylemlerinden ileri gelen deneyimi sayesinde hızla bilinç kazanan geniş kitleler tarafından geçilmekte ve onların bilinci tarafından aydınlatılır.

Bir filozofun ruhu, “Sorun ortaya konmuş ve çözülmüştür” diyerek memnuniyet duyabilir. Ancak bir devrimcinin ruhu şu soruyu sorar: Marx’ın önerdiği çözüm, hangi tür deneyimlere uygulanabilir? Bu soruya Ernest Mandel’in genel grevin anlamı ve özgürleştirici potansiyelleri üzerine tartışmalara yaptığı katkılar yanıt verir.

Devrimin Hidrası[1]

Ernest Mandel, İşçi Denetimi, İşçi Konseyleri, Özyönetim adlı antolojisinin girişinde Prusyalı bakan von Puttkamer’in şu sözünü alıntılar: “Her grev kendi içinde devrimin hidrasını gizler.” Bu elbette bir polis abartısıdır, ancak Mandel’e göre bu ifadenin içinde bir gerçeklik unsuru vardır. Bir yandan işçi grevleri, kapitalist sistemin bir parçasıdır – emek gücünün fiyatındaki dalgalanmalar: ücretler, çalışma koşulları, çatışmalar yaratır. Ancak öte yandan, greve giden çalışanlar, sömürü nesnesi olmayı bırakıp, kaderlerini kolektif bir şekilde belirleyen aktif özneler haline gelirler.

Mandel’e göre, bir grev hareketinin özgürleştirici potansiyelini değerlendirmenin temel ölçütü, katılımcıların aktiflik derecesidir. Eğer grev sadece evde kalmaktan ibaretse, bu potansiyel sıfıra yakındır. Ancak çalışanlar genel kurul toplantıları düzenler, kolektif eylemleri örgütler, tartışır, kendi temsilcilerini seçer ve denetler, talepleri, mücadele biçimlerini ve sonuçları kendileri belirlerse, bu tamamen farklı bir durumdur. Özellikle grev hem zaman hem de mekân açısından yayılırsa ve acil taleplere politik, geçişsel (örneğin dayanışmacı çözümler veya patronların egemenliğine karşı çıkış) ya da doğrudan devrimci talepler eklenirse (örneğin iktidarın ele geçirilmesi), bu durum daha da önem kazanır.

Ernest Mandel, 1960-1961 kışında Valonya’da, özellikle de Liège’deki büyük genel grev sırasında geniş bir kitlesel hareketin devrimci potansiyelini deneyimledi. Yukarıda sıralanan tüm unsurlar bu süreçte mevcuttu. Mücadelenin kendi mantığı, hareketi çeşitli ihtiyaçlara yanıt verebilecek kendi kendini örgütleyen organlar geliştirmeye yöneltti: tartışmaların organizasyonu, karar alma mekanizmaları, erzak temini, trafik, ulaşım, kreş hizmetleri, etkinlikler, kültürel faaliyetler ve hatta kamu güvenliğine kadar.

İkili İktidar Meselesi

Mandel, Liège’deki hareketin yükselişi sırasında sendika üyelik kartını göstermeden bankalardan para çekilemediğini vurgulamayı severdi. Ona göre, 1917’de Rusya’nın Petrograd kentinde olduğu gibi, grev komitelerinin delegeleri kitleleri harekete geçirerek, “sovyet” veya “konsey” tipi aşağıdan gelen karşı-iktidar organları yarattılar. Bu organlar, burjuva devletine alternatif bir iktidar yapısına dönüşerek otoritelerini ve meşruiyetlerini demokratik ve temsil edici niteliklerinin üstünlüğüne ve nüfusun büyük çoğunluğuna derin biçimde kök salmış olmalarına dayandırdılar.

Bu tür durumlarda – örneğin 1974-1975’teki Portekiz Devrimi veya 2001’deki Arjantin’de olduğu gibi – bir süre boyunca “ikili iktidar” durumu yaşanır ve sonunda yalnızca bir taraf galip gelebilir. Sosyalist devrim, geniş bir genel grev hareketine katılanlar tarafından aşağıdan yaratılan bu öz-örgütlenme organları aracılığıyla iktidarın ele geçirilmesi anlamına gelir.

Bu sosyalist devrim anlayışı, Marx ve Engels’in, daha da önemlisi sosyal demokrat takipçilerinin eleştirdiği anarşist veya anarko-sendikalist pozisyonlara oldukça yakın görünmektedir. Örneğin, Almanya Sendikalar Birliği (ADGB) liderlerinden efsanevi Karl Legien, “Genel grev, genel bir aptallıktır” (“Generalstreik ist Generalunsinn”) demiştir. Bu yargının arkasındaki mantık şuydu: Eğer tüm işçi sınıfı harekete geçebiliyorsa, zaten genel greve ihtiyaç kalmaz; iktidar doğrudan alınabilir. Ancak 1920’de aynı sendika lideri, Kapp/Lüttwitz darbe girişimine karşı başarılı bir genel grev çağrısı yapmıştır!

Bu iki olay arasında, Rosa Luxemburg 1905 Rus Devrimi’nden dersler çıkarmıştı. Kitlesel grev hareketleri, parti ya da sendika liderliklerinin emir veya çağrısıyla başlamaz. Kitleler, katman katman harekete geçer, yeni deneyimlere dayanarak yollarını bulmaya çalışır, tereddüt eder, geri çekilir, sonra yeniden ilerler… Başlangıçta politik olarak bilinçli unsurlar yalnızca küçük bir azınlıktır. Bu azınlık, hareketin içinde yer almalı, önerilerde bulunmalı ve kendi görüşlerini tartışmalara dahil etmelidir.

Öz-örgütlenmenin Merkeziliği

Ernest Mandel’in anlayışı, Rosa Luxemburg ve Lev Troçki’nin teorik kazanımlarını yeniden ele alır. Bu anlayışta, proletaryanın demokratik öz-örgütlenmesi devrimci stratejinin merkezinde yer alır. Öz-örgütlenme organlarında başlangıçta reformist ve uzlaşmacı akımlar baskın olur. Devrimci örgütler veya partiler, bu karşı-iktidar organlarında çoğunluğu elde etmeye çalışmalıdır – hem genel fikirleri hem de somut önerileri açısından çoğunluğu kazanmak esastır.

Aynı zamanda, gündelik hayatın boyun eğdiren ve yabancılaştıran rutininden çıkılarak tartışma ve düşünme fırsatı sunulan bir durumda, bilinçlenmenin kitlesel ölçekte hızlı gelişimi çoğu zaman “öncüyü” kendi pozisyonlarını düzeltmeye zorlar. İşte, eğitmenlerin genel bir özgürleşme sürecinde eğitildikleri bir durum! Mandel’in anlayışı ile anarşistlerin anlayışı arasındaki fark da buradadır: Farklı siyasi partiler ve akımlar arasında fikir düzeyinde bir mücadele gereklidir ve devrimciler için, kitlelerin öz-örgütlenme organlarında çoğunluğu kazanmak vazgeçilmezdir – çünkü uzlaşmacı ve fırsatçı bir çoğunluk, karşı-iktidar organlarının yenilgiye ve çözülmeye mahkûm olmasına yol açar.

Mandel’e göre sanayileşmiş ülkelerde işçi sınıfı, nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturur: Geçimlerini sağlamak ve yaşamlarını sürdürmek için yalnızca emek güçlerini satmak zorunda olan herkes. Ancak öte yandan, Mandel’in geliştirdiği devrim modeli, büyük fabrikalarda yoğunlaşmış bir işçi sınıfına dayanır; bu da onun görüşüne göre kolektif dayanışma eylemleri için özellikle elverişli bir çerçeve sunar. Hepimiz biliyoruz ki, uzun yıllardır bu “klasik proleter” ortam parçalanmaya, toplum içinde ağırlığını kaybetmeye ve çeşitli bölünme etkilerine maruz kalmaya eğilimlidir.

Ernest Mandel’in stratejik düşüncesinin günümüzün somut koşullarına uyarlanmasına yönelik bir değerlendirme yapılırken bu göz önünde bulundurulmalıdır. Örneğin, mahalle, apartman, kamusal alan veya sokak gibi çeşitli bölgesel öz-örgütlenme biçimlerinin geçmişe kıyasla daha önemli bir rol oynayaması son derece mümkündür. Bu nedenle, Arap ülkelerinde, İspanya’da ve Yunanistan’da gerçekleşen güncel kitlesel hareketlerin incelenmesi gereklidir. Ernest Mandel’in düşüncesi özünde hâlâ günceldir. Rutin tarafından hipnotize olmamak önemlidir – kapitalist toplumun yapısal kriz içindeki çelişkileri, kitleleri periyodik olarak harekete geçmeye iter ve o noktada her şey, organize bir devrimci akımın açıklığına ve farkındalığına bağlıdır.

Çeviri: İmdat Freni

Manuel Kellner, Internationale Sozialistische Linke (ISL, Almanya’daki Dördüncü Enternasyonal’in iki örgütünden biri olan Uluslararası Sosyalist Sol) üyesi, Ernest Mandel’in düşüncesi üzerine bir doktora tezi kaleme almıştır: Kapitalizme ve Bürokrasiye Karşı: Ernest Mandel’de Sosyalist Strateji Üzerine, Neuer ISP Verlag, 2009. Kaynaklar:
 –İşçi Denetimi, İşçi Konseyleri, Özyönetim – Antoloji, Maspero, Paris, 1970, s. 7; burada Alman versiyonuna dayanmaktayım: Arbeiterkontrolle, Arbeiterräte, Arbeiterselbstverwaltung. Eine Anthologie, Frankfurt/Main, 1971.

-1960/1961 Belçika grevi üzerine Guy Van Sinoy’un yazısına bakılabilir.

İmdat Freni’nde Ernest Mandel’in üç bölüm halinde yayınlanmış Genel Grev yazısına bakılabilir. http://imdatfreni.org/genel-grev-1-kokeni-ve-turleri-ernest-mandel/

Çeviri Kaynağı: https://npa-lanticapitaliste.org/opinions/social/greve-generale-et-strategie-revolutionnaire-dans-la-pensee-dernest-mandel (ilk yayınlanma yılı 2011)


[1] Hidra, çok başlı mitolojik yaratık (ç.n.)

Dünyayı Değiştirmek için Bir Enternasyonal- Juan Tortosa ve Antoine Dubiau

2025 Şubat ayının sonunda Belçika’da Dördüncü Enternasyonal’in 18. kongresi gerçekleştirilecek. Bu organizasyonun tarihi ve günümüzdeki işlevi üzerine bir değerlendirmeyi, ayrıca kongrede ele alınacak konuların bir özetini sunuyoruz. Dördüncü Enternasyonal (DE), 1938 yılında, 1917 Ekim Devrimi’nin devrimci ivmesine ihanet eden bürokratik Stalinist despotizme karşı devrimci Marksizmi savunmak için kuruldu. Köklerine sadık kalan “Dört”, bugün kırktan fazla ülkede varlık göstermektedir. Farklı gerçekliklere sahip elliden fazla örgütü bir araya getirir – bu örgütlerin çoğu birkaç yüz üyeden oluşurken, bazıları binlerce üyeye ulaşmaktadır. Ayrıca bunlara bireysel üyelikler de eklenmelidir. 1970’lerde, DE’nin çoğu seksiyonu (yani ulusal/yerel birimi) bağımsız politik örgütlerdi. Bugün ise yalnızca bir kısmı bağımsız olarak varlığını sürdürmektedir. Diğer ülkelerde, DE seksiyonları daha geniş örgütlerin içinde yer almakta ve kendi ülkelerinde önemli siyasi roller üstlenmektedir: Danimarka’da Kızıl-Yeşil İttifak, Portekiz’de Sol Blok, Brezilya’da PSOL, İspanya’da ise Antikapitalistlerin 2020’de ayrılmasından önce Podemos gibi örnekler.

Antistalinizm
Stalinist rejimlerin çöküşü ve neoliberal küreselleşmenin saldırılarıyla şekillenen dönemde DE, rolünü yeniden tanımladı. Bu rol, her ülkede bağımsız seksiyonlar ya da daha geniş ittifaklar şeklinde devrimci örgütlerin uluslararası ölçekte inşasını teşvik etmektir. Aynı organizasyonel rolü üstlenen diğer enternasyonallerle karşılaştırıldığında, DE’nin ayırt edici özelliği, 20. yüzyılın antistalinist Marksist analizlerine ve mücadelelerine dayalı köklerine sadık kalıyorken son on yıllardaki sosyal hareketlere – feminist, ekolojist, LGBTQIA+, sömürgecilik karşıtı, antiemperyalist, köylü ve yerli halk mücadeleleri gibi – açık olmasıdır. DE’nin birçok militanı, 1995-2005 yılları arasındaki alternatif küreselleşme hareketinde, yeni feminist ve ırkçılık karşıtı dalgalarda, Via Campesina ağlarında ve özellikle Filipinler, Brezilya, Arjantin ve Mağrip ülkelerindeki birçok halk mücadelesinde öncü rol oynadı. Bu üyeler, kendi ülkelerindeki sınıf mücadelesi gerçekliğinde aktif siyasi faaliyet yürütmektedir.

Daha Kapsayıcı Bir Marksizme Doğru
Doğu Avrupa ve SSCB’deki Stalinist rejimlerin çöküşüyle şekillenen tarihsel dönüm noktasından bu yana, DE yalnızca Troçkizm’e referansla sınırlı kalmayarak daha kapsayıcı bir Marksizme yöneldi. Bu politik yenilenme sürecinde, Daniel Bensaïd’in entelektüel katkıları büyük rol oynadı. Bu dönüşüm, bugün bir nesil değişimini gerektiriyor. DE’nin tarihsel liderliği özellikle 1968 deneyimleri üzerinden, bilhassa da Fransa üzerinden şekillenmiştir. Gelecek kongrenin hedeflerinden biri, liderliği gençleştirmek ve çeşitlendirmektir; örgütsel ağırlığın çoğunlukla Fransız olmaması bu çabanın bir parçasıdır. Dördüncü Enternasyonal, demokratik bir çerçevede politik yönelimler belirlerken, ulusal seksiyonların tercihlerine saygı gösteren canlı bir araçtır. Bu tür bir yapının korunması, çağın ihtiyaçlarına uygun devrimci teoriler ve pratiklerin uluslararası düzeyde inşası için değerli bir araç olarak ortaya çıkmaktadır. Ekososyalizm bayrağı altında Dördüncü Enternasyonal, kapitalizm, ataerkillik, ırkçılık ve yabancı düşmanlığının birbirine geçmiş yapılarıyla mücadele etmeyi amaçlayan politik bir proje geliştirmektedir. Bu mücadeleler, küresel ekolojik yıkımı durdurmayı hedefleyen bir vizyona sahiptir.

Ekososyalist Manifesto
Kongre katılımcıları, özellikle ekososyalist bir manifestonun hazırlanması üzerine pozisyon alacaklardır. Bu manifesto, tahrip olmuş bir gezegene rağmen herkese onurlu bir yaşam garanti etmek üzere toplumsal tahakküm biçimlerinden arınmış bir dünyaya dönük geçiş programını temellendirmek üzere eko-sosyal duruma dair bir analiz içermektedir. Michael Löwy’nin dediği gibi: “Biz çok küçük ve güçsüzüz, ama bu dönemde uluslararası düzeyde 50 kadar antikapitalist örgütü koordine etmeye çalışan bir yapıya sahip olmak başlı başına bir başarıdır.” Dördüncü Enternasyonal’i ihtiyaç duyulan uluslararası mücadele aracı haline getirmek bizim elimizde!  

Çeviri: İmdat Freni

Kaynak: https://solidarites.ch/journal/443-2/une-internationale-pour-changer-le-monde/

Suriye’deki İsyanı Anlamak – Joseph Daher ile Röportaj

Suriye’deki isyan, dünyayı şaşırtarak 54 yıl önce Hafız Esad’ın bir darbeyle iktidarı ele geçirmesinden bu yana Suriye’yi yöneten Esad ailesi diktatörlüğünün düşmesine yol açtı. Rejimin askeri güçleri, emperyal destekçisi Rusya ve bölgesel destekçisi İran, bu düşüşü engelleyemedi. Rejim kontrolündeki şehirler kurtarıldı, binlerce siyasi mahkûm korkunç zindanlarından çıkarıldı ve on yıllar sonra ilk kez özgür, kapsayıcı ve demokratik bir Suriye için yeni bir mücadele alanı açıldı. Aynı zamanda, çoğu Suriyeli, böyle bir mücadelenin devasa zorluklarla karşı karşıya olduğunu biliyor. Bu zorlukların başında, Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) ve Türkiye destekli Suriye Milli Ordusu (SMO) geliyor. Her ne kadar bu güçler askeri zaferin öncüsü olmuş olsa da, otoriter yapıları ve dini-etik ayrımcılık geçmişleri nedeniyle endişe yaratıyorlar. Sol kesimden bazıları, bu isyanın ABD ve İsrail tarafından yönlendirildiğini temelsiz bir şekilde iddia etti. Diğerleri ise bu isyancı güçleri, 2011’de Esad rejimini neredeyse devirmek üzere olan ilk halk devrimini yeniden canlandırıyormuş gibi romantize etti. Ancak bu iki görüş de Suriye’de şu an yaşanan karmaşık dinamikleri tam olarak yansıtmıyor.Bu röportajda, hızla değişen Suriye durumunun ortasında, Tempest, İsviçreli Suriyeli sosyalist Joseph Daher ile Esad rejiminin düşüşüne yol açan süreci, ilerici güçler için umutları ve gerçekten özgürleşmiş, halkın ve toplumun çıkarlarına hizmet eden bir ülke için verilen mücadelede karşılaşılan zorlukları konuştu. 

Tempest: Rejimin düşmesinden sonra Suriyeliler neler hissediyor?

Joseph Daher: İnanılmaz bir mutluluk. Bu tarihi bir gün. Esad ailesinin 54 yıllık zulmü sona erdi. Ülke genelinde, Şam’dan Tartus’a, Humus’tan Hama’ya, Halep’ten Kamışlı ve Süveyda’ya kadar her dinden ve etnik gruptan insanların Esad ailesinin heykellerini ve sembollerini yıktığı halk gösterilerinin videolarını gördük.Tabii ki rejimin cezaevlerinden, özellikle “insan mezbahası” olarak bilinen ve 10.000-20.000 mahkûmu barındırabilen Sednaya hapishanesinden siyasi mahkûmların kurtuluşu büyük bir mutluluk yarattı. Bunların bazıları 1980’lerden beri tutukluydu. Benzer şekilde, 2016 veya öncesinde Halep ve diğer şehirlerden yerlerinden edilmiş insanlar evlerine ve mahallelerine dönerek yıllar sonra ailelerini gördüler.Ancak askeri saldırıların ilk günlerinde, halkın tepkileri başlangıçta karışıktı ve Suriye toplumunun hem içinde hem de dışında farklı siyasi görüşleri yansıtıyordu. Bazı kesimler bu toprakların fethedilmesinden ve rejimin zayıflamasından büyük bir memnuniyet duymuştu, şimdi ise potansiyel düşüşünden mutlular.Bununla birlikte, bazı kesimler HTŞ ve SMO’dan korkuyor. Bu güçlerin otoriter ve gerici doğası ile siyasi projeleri hakkında kaygılılar. Ve bazıları, yeni durumda neler olacağından endişe ediyor. Özellikle Kürtlerin geniş kesimleri ve diğerleri, Esad diktatörlüğünün düşmesinden memnun olmakla birlikte, SMO’nun zorunlu göç ve suikast eylemlerini kınadılar. 

Tempest: Rejimin askeri güçlerini yenen ve çöküşüne yol açan isyancı ilerlemeleri ve olayların sırasını anlatabilir misiniz? Ne oldu?

JD: Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) ve Türkiye destekli Suriye Milli Ordusu (SMO), 27 Kasım 2024’te Suriye rejim güçlerine karşı bir askeri kampanya başlattı ve çarpıcı zaferler kazandı. Bir haftadan kısa bir sürede HTŞ ve SMO, Halep ve İdlib vilayetlerinin çoğunu kontrol altına aldı. Ardından, Şam’ın 210 kilometre kuzeyindeki Hama şehri, Rus hava kuvvetlerinin desteklediği rejim güçleriyle yaşanan yoğun askeri çatışmaların ardından HTŞ ve SMO’nun eline geçti. Hama’dan sonra HTŞ, Humus’un kontrolünü ele geçirdi.Başlangıçta Suriye rejimi, Hama ve Humus’a takviye güçler gönderdi ve ardından Rus hava kuvvetlerinin desteğiyle İdlib ve Halep şehirlerini ve çevresini bombaladı. 1 ve 2 Aralık’ta İdlib’e 50’den fazla hava saldırısı düzenlendi; en az dört sağlık tesisi, dört okul tesisi, iki yerinden edilmişler kampı ve bir su istasyonu etkilendi. Hava saldırıları 48.000’den fazla insanın yerinden edilmesine ve hizmetlerin ve yardımların ciddi şekilde aksamasına yol açtı. Diktatör Beşar Esad, düşmanlarına yenilgiyi vaat etti ve “terörizmin yalnızca güç dilinden anladığını” söyledi. Ancak rejimi her yerden çökmekteydi.Rejim şehirden şehre toprak kaybederken, güneydeki Süveyda ve Dera vilayetleri kendilerini özgürleştirdi; HTŞ ve SMO’dan farklı ve bağımsız olan yerel halk içinden çıkmış silahlı muhalefet güçleri kontrolü ele geçirdi. Rejim güçleri, Şam’ın yaklaşık on kilometre yakınındaki yerleşim yerlerinden çekildi ve İsrail’in işgali altındaki Golan Tepeleri’ne komşu Kuneytra vilayetindeki mevzilerini terk etti.Ne HTŞ ne de SMO’ya bağlı çeşitli silahlı muhalif güçler başkente yaklaşırken Şam’ın banliyölerinde gösteriler çoğaldı, Beşar Esad’ın tüm sembollerinin yakıldı ve rejim güçleri çöktü ve çekildi. 7-8 Aralık gecesi Şam’ın kurtarıldığı duyuruldu. Beşar Esad’ın tam olarak nerede olduğu ve kaderi başlangıçta bilinmiyordu, ancak bazı bilgiler Moskova’nın koruması altında Rusya’da olduğunu gösteriyordu.Rejimin düşüşü, askeri, ekonomik ve siyasi açıdan yapısal zayıflığını kanıtladı. Adeta bir kartondan ev gibi çöktü. Bu şaşırtıcı değildi çünkü askerlerin büyük çoğunluğu Esad rejimi için savaşmaya gönüllü değildi; düşük maaşlar ve kötü koşullar nedeniyle kaçmayı veya savaşmamayı tercih ettiler, özellikle de birçoğu zorla askere alınmış olduğu için.Güneydeki bu dinamiklerin yanı sıra, isyancıların saldırısının başlangıcından bu yana ülkenin farklı bölgelerinde başka olaylar da yaşandı. Öncelikle, SMO, Halep’in kuzeyindeki Kürtlerin liderliğindeki Suriye Demokratik Güçleri (SDG) kontrolündeki topraklara saldırılar düzenledi ve ardından SDG’nin hakimiyetindeki kuzeydeki Menbiç şehrine karşı yeni bir saldırı başlattığını duyurdu. 8 Aralık Pazar günü, Türk ordusu, hava kuvvetleri ve topçularının desteğiyle SMO şehre girdi.İkinci olarak, SDG, rejim güçlerinin ve İran yanlısı milislerin diğer bölgelere yeniden konuşlanmak üzere geri çekilmesinin ardından, rejim güçlerinin kontrolündeki Deyrizor vilayetinin çoğunu ele geçirdi. SDG, ardından rejimin hâkimiyeti altındaki kuzeydoğudaki geniş bölgeler üzerinde kontrolünü genişletti.

Tempest: İsyancı güçler kimlerdir ve özellikle ana isyancı oluşumlar olan HTŞ ve SMO kimlerdir? Politikaları, programları ve projeleri nelerdir? Halk sınıfları onlar hakkında ne düşünüyor?

Joseph Daher: HTŞ’nin liderlik ettiği askeri kampanya ile Halep, Hama, Humus ve diğer bölgelerin başarılı bir şekilde ele geçirilmesi, bu hareketin birkaç yıl içinde hem siyasi hem de askeri olarak daha disiplinli ve daha yapılandırılmış bir organizasyona dönüşümünü birçok yönden yansıtmaktadır. HTŞ artık insansız hava araçları üretebilmekte ve bir askeri akademi işletmektedir. Son birkaç yılda hem baskı hem de dahil etme yöntemleriyle belirli bir sayıda askeri grup üzerinde hegemonyasını dayatmayı başarmıştır. Bu gelişmelere dayanarak, bu saldırıyı başlatacak konuma gelmiştir.HTŞ, kontrol ettiği bölgelerde yarı-devlet aktörü haline gelmiştir. Suriye Kurtuluş Hükümeti (SKH) adını verdiği bir hükümet kurmuş, bu hükümet HTŞ’nin sivil yönetimi olarak hareket etmekte ve hizmet sunmaktadır. Son birkaç yılda, HTŞ ve SKH, kendi yönetimlerini normalleştirmek amacıyla bölgesel ve uluslararası güçlere rasyonel bir güç olarak kendilerini sunma isteği göstermiştir. Bu çaba, özellikle eğitim ve sağlık gibi temel sektörlerde, finansal kaynaklar ve uzmanlıktan yoksun olan SKH’nin bazı sivil toplum kuruluşlarına daha fazla alan tanımasına yol açmıştır.Bu durum, HTŞ’nin kontrol ettiği bölgelerde yolsuzluk olmadığı anlamına gelmez. HTŞ, otoriter önlemler ve polis gücü aracılığıyla yönetimini sağlamlaştırmıştır. HTŞ, ideolojisine aykırı gördüğü faaliyetleri özellikle bastırmış veya sınırlamıştır. Örneğin, HTŞ, kadınlara, özellikle kamplarda yaşayanlara destek veren birkaç projeyi, bu projelerin cinsiyet eşitliği gibi kendi yönetimine düşman fikirleri teşvik ettiği gerekçesiyle durdurmuştur. HTŞ ayrıca siyasi muhalifleri, gazetecileri, aktivistleri ve eleştirmen veya muhalif olarak gördüğü kişileri hedef almış ve gözaltına almıştır.Hâlâ birçok güç, özellikle ABD tarafından terör örgütü olarak tanımlanan HTŞ, kendini daha ılımlı bir aktör olarak göstermeye çalışmakta ve artık rasyonel ve sorumlu bir aktör olarak tanınmayı hedeflemektedir. Bu dönüşüm, 2016 yılında El Kaide ile bağlarını koparması ve siyasi hedeflerini Suriye ulusal çerçevesinde yeniden yapılandırmasıyla başlamıştır. HTŞ ayrıca El Kaide ve IŞİD ile bağlantılı kişi ve grupları baskı altına almıştır.Şubat 2021’de, bir ABD’li gazeteciye verdiği ilk röportajında lideri Ebu Muhammed el-Colani (gerçek adı Ahmed el-Şaraa), kontrol ettiği bölgenin “Avrupa ve Amerika’nın güvenliğine bir tehdit oluşturmadığını” ifade etmiş ve yönetimi altındaki bölgelerin yurtdışına yönelik operasyonlar için bir üs haline gelmeyeceğini belirtmiştir.Kendisini uluslararası arenada meşru bir muhatap olarak tanımlama çabasında, grubun terörizmle mücadeledeki rolünü vurgulamıştır. Bu değişim kapsamında, bazı bölgelerde Hristiyanların ve Dürzilerin dönüşüne izin verilmiş ve bu toplulukların bazı liderleriyle temaslar kurulmuştur.Halep’in ele geçirilmesinden sonra, HTŞ kendini sorumlu bir aktör olarak sunmaya devam etmiştir. Örneğin, HTŞ savaşçıları, bankaların önünde video çekimleri yaparak özel mülk ve varlıkları korumak istediklerini ifade etmişlerdir. Ayrıca, sivilleri ve azınlık dini topluluklarını, özellikle Hristiyanları koruyacaklarına dair söz vermişlerdir; çünkü bu toplulukların kaderinin yurtdışında yakından izlendiğini bilmektedirler.Benzer şekilde, HTŞ, Kürtler ve İsmaililer ile Dürziler gibi İslami azınlıkların korunacağına dair birçok açıklama yapmıştır. Ayrıca Alevilere yönelik bir açıklama yayınlayarak, onları rejimle bağlarını koparmaya çağırmış; ancak onları koruyacaklarını ya da gelecekteki durumları hakkında net bir şey söylememiştir. Bu açıklamada, HTŞ, Alevi topluluğunu rejimin Suriyelilere karşı bir aracı olarak tanımlamaktadır.Son olarak, HTŞ lideri Ebu Muhammed el-Colani, Halep şehrinin yerel bir otorite tarafından yönetileceğini ve HTŞ dahil tüm askeri güçlerin önümüzdeki haftalarda şehirden tamamen çekileceğini belirtmiştir. El-Colani’nin yerel, bölgesel ve uluslararası güçlerle aktif olarak etkileşim kurmak istediği açıktır.Ancak, HTŞ’nin bu açıklamalarını ne kadar uygulayacağı hala belirsizdir. Örgüt, İslami köktendinci bir ideolojiye sahip otoriter ve gerici bir organizasyon olarak kalmaya devam etmektedir ve saflarında hâlâ yabancı savaşçılar bulunmaktadır. Geçtiğimiz birkaç yıl içinde, İdlib’de HTŞ’nin yönetimi, siyasi özgürlükler ve insan hakları ihlalleri, suikastlar ve muhaliflere yönelik işkenceler nedeniyle birçok halk gösterisi düzenlenmiştir.Dini veya etnik azınlıkların sadece ibadet etmelerine izin vermek ya da onları tolere etmek yeterli değildir. Esas mesele, onların ülkenin geleceğini belirlemede eşit vatandaşlar olarak haklarını tanımaktır. Daha genel olarak, HTŞ lideri el-Colani’nin “İslami yönetimden korkan insanlar ya bunun yanlış uygulamalarını görmüş ya da onu doğru anlamamışlardır” gibi açıklamaları kesinlikle güven verici değil, tam tersine endişe vericidir.Türkiye destekli Suriye Milli Ordusu’na (SMO) gelince, bu, çoğunlukla İslamcı muhafazakâr politikaları benimseyen silahlı grupların bir koalisyonudur. SMO’nun oldukça kötü bir itibarı vardır ve kontrol ettikleri bölgelerde özellikle Kürt nüfusa karşı çok sayıda insan hakları ihlali yapmıştır. SMO, 2018 yılında Türkiye liderliğindeki Afrin’i işgal kampanyasına katılmış ve çoğu Kürt olan yaklaşık 150.000 sivilin zorla yerinden edilmesine yol açmıştır.Mevcut askeri kampanyada da SMO, Kürtlerin önderlik ettiği Suriye Demokratik Güçleri (SDG) kontrolündeki bölgeleri ve büyük Kürt nüfus barındıran yerleri hedef alarak esasen Türkiye’nin çıkarlarına hizmet etmektedir. Örneğin, SMO, daha önce SDG yönetiminde olan Halep’in kuzeyindeki Tel Rıfat ve Şahba bölgelerini ele geçirmiş ve 150.000’den fazla sivilin zorla yerinden edilmesine ve Kürt bireylere yönelik suikastlar ve kaçırmalar dahil olmak üzere birçok insan hakkı ihlaline neden olmuştur. SMO daha sonra Türk ordusunun desteğiyle, 100.000 sivilin yaşadığı ve SDG kontrolündeki Menbiç şehrine yönelik bir askeri saldırı başlatacağını duyurmuştur.Bu nedenle HTŞ ve SMO arasında farklılıklar vardır. HTŞ, Türkiye’den nispeten bağımsız bir yapıya sahipken, SMO tamamen Türkiye tarafından kontrol edilmekte ve onun çıkarlarına hizmet etmektedir. İki güç farklıdır, ayrı hedefler peşinde koşarlar ve aralarında çatışmalar yaşansa da şimdilik bu çatışmalar gizli tutulmuştur. Örneğin, HTŞ şu anda SDG ile bir çatışma arayışında değildir. Buna ek olarak, SMO, HTŞ’nin SMO üyelerine yönelik “agresif davranışlarını” eleştiren bir bildiri yayınlamış, HTŞ ise SMO savaşçılarını yağmacılık yapmakla suçlamıştır.

Tempest: Suriye’yi yakından takip etmeyenler için bu durum bir anda ortaya çıkmış gibi görünüyor. Bu durumun kökleri Suriye’nin devrimine, karşı devrimine ve iç savaşına nasıl dayanıyor? Ülkede son dönemde yaşanan ve askeri saldırıyı tetikleyen gelişmeler nelerdir? İsyancıların ilerlemesine alan açan bölgesel ve uluslararası dinamikler nelerdir?

Joseph Daher: Başlangıçta HTŞ, askeri kampanyayı Esad rejimi ve Rusya’nın kuzeybatıdaki bölgelerine yönelik artan saldırı ve bombardımanlarına bir tepki olarak başlattı. Ayrıca, Moskova ve Tahran’ın müzakereleriyle Mart 2020’de kabul edilen çatışmasızlık bölgelerini ihlal ederek rejimin ele geçirdiği bölgeleri geri almayı amaçladı. Ancak elde ettikleri şaşırtıcı başarılarla birlikte, hedeflerini genişlettiler ve açıkça rejimi devirmeyi amaçladıklarını ilan ettiler. Bu hedefi, kendileri ve diğer güçlerle birlikte şimdi gerçekleştirmiş durumdalar.HTŞ ve SMO’nun bu kadar başarılı olmasının sebebi, rejimin ana müttefiklerinin zayıflamış olmasıdır. Esad’ın uluslararası alandaki en büyük destekçisi olan Rusya, güçlerini ve kaynaklarını Ukrayna’daki emperyalist savaşına yönlendirmiştir. Bu durum, Rusya’nın Suriye’deki katılımını önceki yıllardaki benzer askeri operasyonlara kıyasla önemli ölçüde sınırlamıştır.Suriye rejiminin diğer iki önemli müttefiki olan Lübnan’daki Hizbullah ve İran, 7 Ekim 2023’ten bu yana İsrail tarafından ciddi şekilde zayıflatıldı. Tel Aviv, Hizbullah lideri Hasan Nasrallah dahil olmak üzere örgütün lider kadrosuna yönelik suikastlar düzenledi, saldırılarla kadrolarını yok etti ve Lübnan’daki güçlerini bombaladı. Hizbullah, kuruluşundan bu yana en büyük zorlukla karşı karşıya. İsrail ayrıca İran’a yönelik dalgalar halinde saldırılar düzenleyerek zayıflıklarını ortaya çıkardı ve son birkaç ayda İran ve Hizbullah’ın Suriye’deki pozisyonlarını bombalamayı artırdı.Ana destekçileri zayıf ve meşgul durumda olan Esad diktatörlüğü, savunmasız bir pozisyona düştü. Yapısal zayıflıkları, yönettiği halktan destek görmemesi, kendi askerlerinin güvenilmezliği ve uluslararası ve bölgesel destekten yoksunluğu nedeniyle isyancı güçlerin ilerlemelerine direnemedi ve şehir şehir yönetimi bir karton ev gibi çöktü.

Tempest: Rejim müttefikleri başlangıçta nasıl tepki verdi? Suriye’deki çıkarları nelerdir?

Joseph Daher: Hem Rusya hem de İran başlangıçta rejimi destekleme sözü verdi ve HTŞ ile SMO’ya karşı savaşması için rejime baskı yaptı. Saldırının ilk günlerinde Rusya, Suriye rejiminden toparlanmasını ve “Halep’te düzeni sağlamasını” istedi; bu, muhtemelen Şam’ın bir karşı saldırı yapmasını umduklarını gösteriyor.İran ise bu saldırıya karşı Moskova ile “koordinasyon” çağrısında bulundu. ABD ve İsrail’in isyancı saldırılarının arkasında olduğunu ve bunun Suriye rejimini istikrarsızlaştırma ve İsrail’in Filistin ve Lübnan’daki savaşından dikkatleri başka yöne çekme girişimi olduğunu iddia etti. İranlı yetkililer, Suriye rejimine tam destek verdiklerini açıkladılar ve “askeri danışmanlarının” Suriye ordusunu desteklemek için ülkedeki varlığını sürdürme ve artırma niyetlerini teyit ettiler. Tahran ayrıca rejime füze ve insansız hava araçları sağlamayı ve hatta kendi birliklerini konuşlandırmayı vaat etti.Ancak bu çabalar açıkça işe yaramadı. Rejim kontrolü dışındaki bölgelere Rusya’nın hava saldırıları düzenlemesine rağmen, isyancıların ilerleyişi durdurulamadı.Her iki gücün de Suriye’de kaybedecek çok şeyi var. İran için Suriye, Hizbullah’a silah transferi ve lojistik koordinasyon için hayati öneme sahip. Rejim düşmeden önce, Lübnanlı örgütün, rejim güçlerine destek sağlamak için Humus’a küçük bir “denetim gücü” gönderdiği ve Lübnan sınırına yakın Suriye’deki kalelerinden biri olan Kusayr’da 2.000 asker konuşlandırdığı söylentileri vardı. Ancak rejim düşerken bu güçlerini geri çekti.Rusya açısından, Suriye’nin Lazkiye eyaletindeki Hmeymim hava üssü ve Tartus’taki deniz tesisi, Rusya’nın Orta Doğu, Akdeniz ve Afrika’daki jeopolitik etkisini göstermek için önemli yerler olmuştur. Bu üslerin kaybedilmesi, Rusya’nın uluslararası statüsünü baltalayabilir; çünkü Suriye’deki müdahalesi, sınırları dışındaki olayları askeri güçle şekillendirme yeteneğini ve Batılı devletlerle rekabet etme kapasitesini göstermek için bir örnek olarak kullanılmıştır. 

Tempest: Bu senaryoda diğer bölgesel ve emperyal güçler, özellikle Türkiye, İsrail ve ABD, ne tür bir rol oynadı? Bu durumdaki hedefleri nelerdir?

JD: Türkiye’nin Suriye ile ilişkilerini normalleştirme iradesine rağmen, Ankara, Şam’dan giderek hayal kırıklığına uğradı. Bu nedenle, askeri saldırıyı teşvik etti ya da en azından yeşil ışık yaktı ve bir şekilde destek sağladı. Ankara’nın başlangıçtaki amacı, Suriye rejimiyle, ayrıca İran ve Rusya ile gelecekteki müzakerelerde pozisyonunu güçlendirmekti.Şimdi rejimin düşmesiyle birlikte Türkiye’nin Suriye’deki etkisi daha da arttı ve muhtemelen ülkenin en önemli bölgesel aktörü haline geldi. Ankara ayrıca SMO’yu, Türkiye’nin terör örgütü olarak tanımladığı PYD’nin silahlı kanadının hâkim olduğu SDG’yi zayıflatmak için kullanmayı hedefliyor. PYD, Türkiye’nin terör örgütü olarak kabul ettiği PKK’nın kardeş örgütü olarak görülüyor ve bu tanım ABD ve AB tarafından da paylaşılıyor.Türkiye’nin iki başka ana hedefi var. Birincisi, Türkiye’deki Suriyeli mültecilerin zorla Suriye’ye geri gönderilmesini gerçekleştirmek. İkincisi ise Kürtlerin özerklik arayışlarını engellemek ve özellikle Kuzeydoğu Suriye’de Kürt liderliğindeki yönetimi (Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi veya Rojava) zayıflatmak. Bu yönetim, Türkiye’de Kürtlerin kendi kaderlerini tayin etmesi için bir emsal teşkil edebileceği için mevcut rejim açısından tehdit oluşturuyor.Ne ABD ne de İsrail bu olaylarda bir rol oynadı. Hatta tam tersine, ABD rejimin devrilmesinin bölgeyi daha da istikrarsızlaştırabileceğinden endişeliydi. ABD yetkilileri başlangıçta, “Esad rejiminin BM Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı kararında belirtilen siyasi sürece katılmayı reddetmesi ve Rusya ile İran’a bağımlılığı, kuzeybatı Suriye’deki Esad rejimi hattının çökmesi dahil, şu an yaşanan koşulları yarattı” açıklamasını yaptı.Ayrıca, “Bu saldırının, terör örgütü olarak tanımlanan Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) tarafından yönetildiği ve kendilerinin bu saldırıyla hiçbir ilgisinin olmadığı” belirtildi. Türkiye’ye bir ziyaretin ardından Dışişleri Bakanı Antony Blinken, Suriye’de gerilimin düşürülmesi çağrısında bulundu. Rejimin düşmesinin ardından ABD yetkilileri, doğu Suriye’de yaklaşık 900 askerle varlıklarını sürdüreceklerini ve IŞİD’in yeniden ortaya çıkmasını önlemek için gerekli önlemleri alacaklarını açıkladılar.İsrail tarafında ise yetkililer, “Esad rejiminin çöküşünün muhtemelen İsrail’e karşı askeri tehditlerin gelişebileceği bir kaos yaratacağını” ifade ettiler. İsrail, 2011’deki devrim girişiminden bu yana Suriye rejiminin devrilmesini hiçbir zaman tam anlamıyla desteklemedi. Temmuz 2018’de Netanyahu, Esad’ın ülkeyi yeniden kontrol altına almasına ve gücünü istikrara kavuşturmasına itiraz etmedi.Netanyahu, İsrail’in yalnızca İran ve Hizbullah gibi algılanan tehditlere karşı harekete geçeceğini belirterek, “Esad rejimiyle bir sorunumuz olmadı, 40 yıldır Golan Tepeleri’nde tek bir kurşun bile sıkılmadı” dedi. Rejimin düşüşünün duyurulmasından birkaç saat sonra, İsrail işgal ordusu, isyancıların bu bölgeyi ele geçirmesini önlemek amacıyla Golan Tepeleri’ndeki Hermon Dağı’nın Suriye tarafını kontrol altına aldı. Daha önce, İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, İsrail işgal ordusuna Golan tampon bölgesini ve “bitişik stratejik pozisyonları” kontrol altına almaları talimatını vermişti.

Tempest: Pek çok kampçı, bu kez Esad’ın yenilgisinin Filistin kurtuluş mücadelesi için bir gerileme olacağını iddia ederek Esad’ı savunmaya geçti. Bu argüman hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu durum Filistin için ne anlama gelir?

Joseph Daher: Evet, kampçılar, bu askeri saldırının “El Kaide ve diğer teröristler” tarafından yönetildiğini ve bunun Suriye rejimine karşı Batı emperyalistlerinin bir komplosu olduğunu, İran ve Hizbullah’ın liderliğindeki sözde “Direniş Ekseni”ni zayıflatmayı amaçladığını iddia ediyorlar. Bu eksenin Filistinlileri desteklediğini iddia ettikleri için, kampçılar Esad’ın düşüşünün bu ekseni zayıflattığını ve dolayısıyla Filistin’in kurtuluş mücadelesini baltaladığını öne sürüyorlar.Bu argüman, yerel Suriyeli aktörlerin herhangi eyleme kapasitesine sahip olabileceğinitamamen görmezden gelmenin yanı sıra, sözde “Direniş Ekseni”ni destekleyenlerin temel problemi, Filistin’in kurtuluşunun, bu devletlerin veya diğer güçlerin gerici ve otoriter yapıları ile neoliberal ekonomik politikalarına bakılmaksızın, yukarıdan geleceğini varsaymalarıdır. Bu strateji geçmişte başarısız oldu ve bugün de başarısız olacaktır. Aslında, Orta Doğu’daki otoriter ve despotik devletler, ister Batı ile müttefik olsun ister ona karşı olsun, Filistinlileri sürekli olarak hayal kırıklığına uğratmış ve hatta baskı altına almıştır.Ayrıca kampçılar, İran ve Suriye’nin ana hedeflerinin Filistin’in kurtuluşu değil, kendi devletlerinin korunması ile ekonomik ve jeopolitik çıkarlarının devam ettirilmesi olduğunu görmezden geliyorlar. Bu çıkarlar her zaman Filistin’in önüne geçer. Özellikle Suriye, Netanyahu’nun az önce alıntıladığım sözlerinde açıkça belirttiği gibi, onlarca yıldır İsrail’e karşı hiçbir şey yapmamıştır.İran, retorik olarak Filistin davasını desteklemiş ve Hamas’a fon sağlamıştır. Ancak 7 Ekim 2023’ten bu yana temel hedefi, gelecekte ABD ile yapılacak siyasi ve ekonomik müzakerelerde en iyi pozisyona gelebilmek için bölgedeki konumunu güçlendirmek olmuştur. İran, siyasi ve güvenlik çıkarlarını garanti altına almak istemekte ve bu nedenle İsrail ile doğrudan bir savaştan kaçınmaya özen göstermektedir.Filistinlilere ilişkin temel jeopolitik hedefi, onları özgürleştirmek değil, özellikle ABD ile ilişkilerinde bir pazarlık unsuru olarak kullanmaktır. Benzer şekilde, İran’ın Nasrallah’ın öldürülmesine, Hizbullah’ın kadrolarının yok edilmesine ve İsrail’in Lübnan’a karşı yürüttüğü acımasız savaşa karşı pasif tepkisi, birinci önceliğinin kendisini ve çıkarlarını korumak olduğunu göstermektedir. İran, bu çıkarları feda etmeye ve kilit devlet dışı müttefikinin savunmasına gelmeye istekli değildi.İran’ın Hamas’a karşı en iyi ihtimalle güvenilmez bir müttefik olduğu da kanıtlanmıştır. Çıkarları örtüşmediğinde Hamas’a sağladığı fonu azaltmıştır. Örneğin, 2011’deki Suriye Devrimi sırasında, Filistin hareketi Suriye rejiminin Suriyeli protestoculara karşı uyguladığı katliamcı baskıyı desteklemeyi reddettiğinde İran, Hamas’a yaptığı mali yardımı kesmiştir.Suriye rejimi söz konusu olduğunda, Filistin’e olan sözde desteği konusunda karşıt argümanlar tartışılmazdır. İsrail’in soykırımcı savaşının geçtiğimiz yıl boyunca Filistin’i savunmak için hiçbir adım atmamıştır. 7 Ekim öncesi ve sonrası İsrail’in Suriye’yi bombalamasına rağmen rejim buna karşılık vermemiştir. Bu, rejimin 1974’ten bu yana önemli ve doğrudan bir İsrail ile çatışmadan kaçınma politikasına uygundur.Buna ek olarak, rejim Suriye’deki Filistinlilere defalarca baskı uygulamıştır. 2011’den bu yana birkaç bin Filistinliyi öldürmüş, Şam’daki Yermuk mülteci kampını harap etmiştir. Ayrıca Filistin ulusal hareketine doğrudan saldırılarda bulunmuştur. Örneğin, 1976’da Hafez Esad, yeni devrilen diktatör Beşar Esad’ın babası, Lübnan’a müdahale ederek solcu Filistin ve Lübnan örgütlerine karşı aşırı sağcı Lübnan partilerini desteklemiştir.1985 ve 1986’da Beyrut’taki Filistin kamplarına askeri operasyonlar düzenlemiş, 1990’da ise yaklaşık 2.500 Filistinli siyasi mahkûm Suriye hapishanelerinde alıkonulmuştur.Bu tarih göz önüne alındığında, Filistin ile dayanışma hareketinin, çıkarlarını Filistin ile dayanışmanın önüne koyan, jeopolitik kazanç için rekabet eden ve ülkelerinin işçilerini ve kaynaklarını sömüren emperyalist ya da yarı-emperyalist devletleri savunması ve onlarla hizalanması bir hatadır. Elbette ABD emperyalizmi, savaş, yağma ve siyasi tahakküm geçmişiyle bölgenin başlıca düşmanı olmaya devam etmektedir.Ancak, gerici bölgesel güçleri ya da Rusya ve Çin gibi diğer emperyalist devletleri Filistin’in veya onunla dayanışma hareketinin müttefiki olarak görmek mantıklı değildir. Bu durumu destekleyecek herhangi bir kanıt bulunmamaktadır. Bir emperyalizmi diğerine tercih etmek, kapitalist sistemin ve halk sınıflarının sömürüsünün istikrarını garanti etmek anlamına gelir. Benzer şekilde, Filistin’i özgürleştirme amacı doğrultusunda otoriter ve despotik rejimleri desteklemek, yalnızca ahlaki açıdan yanlış olmakla kalmaz, aynı zamanda başarısız bir strateji olduğu defalarca kanıtlanmıştır.Bunun yerine, Filistin dayanışma hareketi, Filistin’in kurtuluşunu bölgedeki devletlere değil, halk sınıflarının özgürleşmesine bağlı olarak görmelidir. Bu sınıflar, Filistin ile özdeşleşir ve kendi demokrasi ve eşitlik mücadelelerini, Filistin’in kurtuluş mücadelesiyle sıkı bir şekilde bağlantılı olarak görür. Filistinliler mücadele ettiklerinde, bu genellikle bölgesel özgürleşme hareketini tetikler ve bölgesel hareket, işgal altındaki Filistin’deki harekete geri yansır.Bu mücadeleler diyalektik olarak bağlantılıdır; bunlar, toplu özgürleşme için karşılıklı mücadelelerdir. Aşırı sağcı İsrailli bakan Avigdor Lieberman, 2011’de bölgesel halk ayaklanmalarının İsrail’e oluşturduğu tehlikeyi fark etmişti. Lieberman, Hüsnü Mübarek’i deviren ve ülkede demokratik bir açılım dönemine kapı aralayan Mısır devriminin, İran’dan daha büyük bir tehdit olduğunu söylemişti.Bu, Filistinlilerin ve Lübnanlıların İsrail’in acımasız savaşlarına karşı direnme hakkını reddetmek anlamına gelmez. Ancak Filistinli ve bölgedeki halk sınıflarının birleşik isyanının, yalnızca Orta Doğu ve Kuzey Afrika’nın tamamını dönüştürme, otoriter rejimleri devirme, ABD ve diğer emperyalist güçleri bölgeden çıkarma gücüne sahip olduğunu anlamaktır. Filistin’e ve bölgedeki halk sınıflarına yönelik uluslararası anti-emperyalist dayanışma esastır; çünkü bu kesimler yalnızca İsrail’e ve MENA’nın gerici rejimlerine değil, aynı zamanda onların emperyalist destekçilerine karşı da mücadele etmektedir.Filistin dayanışma hareketinin, özellikle Batı’daki ana görevi, yöneticilerimizin yalnızca İsrail’in ırkçı yerleşimci-sömürgeci apartheid devleti ve Filistinlilere karşı soykırımcı savaşını değil, aynı zamanda İsrail’in Lübnan gibi bölgedeki diğer ülkelere yönelik saldırılarını da desteklemedeki suç ortaklığını kınamaktır. Hareket, bu yöneticilere Tel Aviv ile olan tüm siyasi, ekonomik ve askeri ilişkileri kesmeleri midelerinde baskı yapmalıdır.Bu şekilde dayanışma hareketi, İsrail’e yönelik uluslararası ve bölgesel desteği zayıflatarak Filistinlilerin ve bölgedeki halk sınıflarının özgürleşmesi için alan açabilir. 

Tempest: Suriye’deki isyancıların ilerleyişi, ilerici güçlerin devrimci mücadeleyi yeniden canlandırması ve hem rejime hem de İslami köktendinciliğe alternatif sağlaması için bir alan açabilir mi?

Joseph Daher: Bu soruya kesin cevaplar yok, bundan ziyade sorular var. Rejimin kovulduğu bölgelerde aşağıdan bir mücadele ve öz örgütlenme mümkün olacak mı? Sivil toplum örgütleri (NGO’lar olarak dar anlamda değil, Gramsci’nin anlamında devlet dışında popüler kitle oluşumları) ve demokratik ve ilerici politikalarla alternatif siyasi yapılar kendilerini kurup örgütlenebilecek mi? HTŞ ve SMO’nun güçlerinin genişlemesi, yerel düzeyde örgütlenme için bir alan açacak mı?Bunlar, bana göre açık yanıtları olmayan temel sorular. HTŞ ve SMO’nun geçmişteki politikalarına bakıldığında, demokratik bir alanın gelişmesine cesaret vermedikleri, tam tersine otoriter davrandıkları görülüyor. Bu tür güçlere güvenilmemelidir. Sadece demokratik ve ilerici talepler için mücadele eden halk sınıflarının öz örgütlenmesi, bu alanı yaratacak ve gerçek bir özgürleşme yolunu açacaktır. Bu, savaş yorgunluğundan baskıya, yoksulluktan toplumsal yer değiştirmelere kadar birçok engelin üstesinden gelinmesine bağlı olacaktır.Ana engel geçmişte, şimdi ve gelecekte otoriter aktörler olmuştur ve olacaktır: daha önce rejim, şimdi ise muhalefet güçlerinin büyük bir kısmı, özellikle HTŞ ve SMO. Onların yönetimi ve aralarındaki askeri çatışmalar, demokratik ve ilerici güçlerin geleceğini demokratik bir şekilde belirlemesi için alanı boğmuştur. Rejim kontrolünden kurtarılan alanlarda bile aşağıdan gelen demokratik ve ilerici direniş seferberliği henüz görmüş değiliz. Ve SMO’nun Kürt bölgelerini ele geçirdiği yerlerde, Kürtlerin haklarını ihlal etmiş, onları şiddetle bastırmış ve çok sayıda insanı zorla yerinden etmiştir.Gerçek şu ki, Suriye rejimine ve İslami köktendinci güçlere açıkça karşı çıkabilen bağımsız bir demokratik ve ilerici bloğun ciddi şekilde eksikliği var. Bu bloğun inşası zaman alacaktır. Otokrasiye, sömürüye ve her türlü baskıya karşı mücadeleleri birleştirmesi gerekecek. Demokrasi, eşitlik, Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkı ve kadınların özgürleşmesi taleplerini yükselterek ülkenin sömürülen ve ezilenleri arasında dayanışmayı inşa etmelidir.Bu tür talepleri ilerletmek için, ilerici blok, sendikalardan feminist örgütlere, (etnik-dini) topluluk örgütlerinden ulusal yapılara kadar halkçı örgütler inşa etmeli ve yeniden inşa etmelidir. Bu, toplumun bütünündeki demokratik ve ilerici aktörler arasında işbirliği gerektirecektir.Bununla birlikte, bir umut var. Başlangıçta temel dinamik askeri olup HTŞ ve SMO tarafından yönlendirilmiş olsa da, son birkaç gün içinde ülke genelinde büyüyen popüler gösteriler ve sokaklara çıkan insanlar gördük. Bu insanlar HTŞ, SMO veya diğer silahlı muhalefet gruplarının emirlerini takip etmiyor. Yukarıda belirtilen çelişkiler ve zorluklarla birlikte, Suriyelilerin aşağıdan sivil halk direnişini yeniden inşa etmeye ve alternatif iktidar yapıları oluşturmaya çalışmaları için bir alan var.Buna ek olarak, en önemli görevlerden biri, ülkenin merkezi etnik bölünmesi, yani Araplar ve Kürtler arasındaki bölünme ile başa çıkmaktır. İlerici güçler, bu bölünmeyi aşmak ve bu nüfuslar arasında dayanışmayı oluşturmak için Arap şovenizmine karşı net bir mücadele yürütmelidir. Bu sorun, 2011’deki Suriye devriminin başlangıcından beri bir meydan okumadır ve halkın gerçekten özgürleşmesi için ilerici bir şekilde ele alınması ve çözülmesi gerekmektedir.Suriye Devrimi’nin demokrasi, sosyal adalet ve eşitlik için olan orijinal hedeflerine dönmeye ve bunu Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkını savunan bir şekilde yapmaya yönelik çaresiz bir ihtiyaç vardır. Kürt PYD’si, yaptığı hatalar ve yönetim biçimi nedeniyle eleştirilebilir, ancak Kürtler ve Araplar arasında bu tür bir dayanışmanın önündeki ana engel değildir. Bu engel, başlangıçta Batı ve bölgesel ülkeler tarafından desteklenen ve Suriye Devrimi’ni ilk yıllarında yönlendirmeye çalışan, Arap ağırlıklı Suriye Ulusal Koalisyonu’ndan başlayarak, bugünkü HTŞ ve SMO gibi iki kilit askeri gücün şovenist politikaları olmuştur.Bu bağlamda, ilerici güçler, Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi dahil olmak üzere Suriyeli Araplar ve Kürtler arasında işbirliği peşinde koşmalıdır. Bu özerk yönetim projesi ve siyasi kurumları, Kürt nüfusunun büyük kesimlerini temsil etmektedir ve çeşitli yerel ve dış tehditlere karşı onları korumuştur.Bununla birlikte, bu yapının da hataları vardır ve eleştirilmeden desteklenmemelidir. PYD veKuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi, iktidarına meydan okuyan siyasi aktivistlere ve gruplara karşı güç ve baskı kullanmıştır. Ayrıca sivillerin insan haklarını ihlal ettiği durumlar da olmuştur. Yine de, özellikle kadınların toplumsal hayatta her seviyede daha fazla yer alması, laik yasaların kodifikasyonu ve dini ve etnik azınlıkların daha fazla dahil edilmesi konularında bazı önemli başarılar elde etmiştir. Ancak, sosyo-ekonomik meselelerde kapitalizmle bağlarını koparamamış ve halk sınıflarının şikayetlerini yeterince ele alamamıştır.PYD ve Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi’ne yönelik eleştiriler ne olursa olsun, ilerici güçler, onları “şeytan” ya da “ayrılıkçı” bir etno-milliyetçi proje olarak tanımlayan Arap şovenizmini reddetmeli ve karşı çıkmalıdır. Ancak bu tür bağnazlığı reddederken, bazı Batılı anarşistler ve solcuların yaptığı gibi, özerk yönetimi eleştirisiz bir şekilde romantikleştirip, onu aşağıdan yeni bir demokratik güç biçimi olarak yanlış tanıtmaktan da kaçınılmalıdır.Suriyeli Arap demokratlar ve ilericiler ile Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi ve ona bağlı kurumlar arasında halihazırda bir miktar işbirliği yapılmış ve bu işbirliği genişletilmelidir. Ancak her türlü işbirliğinde olduğu gibi, bu da eleştirisiz bir şekilde yapılmamalıdır.Herkese, Esad rejimi ve müttefiklerinin yüz binlerce sivilin kitlesel öldürülmesinden, büyük yıkımlardan, derinleşen yoksullaşmadan ve Suriye’deki mevcut durumdan birinci derecede sorumlu olduğunu hatırlatmak önemlidir. Ancak Suriye devriminin hedefi, HTŞ lideri el-Culani’nin CNN röportajında söylediğinin ötesine geçer. Amaç yalnızca bu rejimi devirmek değil, demokrasi, eşitlik ve ezilen gruplar için tam haklarla karakterize edilen bir toplum inşa etmektir. Aksi takdirde, bir kötülüğü bir başka kötülükle değiştiririz.

Tempest: Rejimin düşmesi bölge ve emperyal güçler üzerinde ne gibi etkiler yaratacak? Uluslararası sol bu durumda nasıl bir tutum almalı?

Joseph Daher: Rejimin düşmesinin ardından HTŞ lideri el-Culani, seçimlerin ardından tam yürütme yetkilerine sahip bir hükümete devredilene kadar Suriye devlet kurumlarının eski rejimin Başbakanı Muhammed Celali tarafından denetleneceğini belirtti ve düzenli bir geçiş sürecini güvence altına alma çabalarını sinyalini verdi. Suriye telekomünikasyon bakanı Eyad el-Hatib, telekomünikasyon ve internetin çalışmaya devam etmesini sağlamak için HTŞ’nin temsilcileriyle işbirliği yapmayı kabul etti.Bu, HTŞ’nin kontrollü bir güç geçişi gerçekleştirmek, yabancı korkuları yatıştırmak, bölgesel ve uluslararası güçlerle temas kurmak ve müzakere edilebilecek meşru bir güç olarak tanınmak istediğini açıkça gösteriyor. Bu tür bir normalleşmenin önündeki bir engel, HTŞ’nin hâlâ terör örgütü olarak tanımlanması ve Suriye’nin yaptırımlara tabi olmasıdır.Ülkede bir istikrarsızlık dönemi beklenmelidir. Örneğin, rejimin düşmesinin ertesi günü Şam’da sokaklarda bir miktar kaos görüldü; merkez bankası yağmalandı.Rejimin düşüşünün bölgesel ve emperyal güçler üzerinde ne gibi etkileri olacağını söylemek hâlâ zor. ABD ve Batı devletleri için ana hedef, kaosun bölgeye yayılmasını önlemek için zararı kontrol altına almaktır. Bölgesel devletler ise mevcut durumdan memnun değiller, çünkü son birkaç yılda rejimle bir normalleşme sürecine girmişlerdi. Türkiye’ye gelince, temel amacı, Suriye’deki gücünü ve etkisini pekiştirmek ve kuzeydoğudaki Kürt liderliğindeki özerk bölgeden kurtulmak olacaktır. Türk dışişleri bakanı, Pazar günü yaptığı açıklamada, Türk devletinin, IŞİD’in ve özellikle “PKK’nin” Şam rejiminin düşüşünden faydalanarak etkisini genişletmemesini sağlamak için Suriye’deki isyancılarla temas halinde olduğunu söyledi. Dikkate alınması gereken bir diğer etki ise İran’ın bölgesel etkisinin ve dolayısıyla Hizbullah’ın Lübnan’daki etkisinin zayıflamasıdır.Ancak farklı güçlerin ortak bir hedefi vardır: Suriye ve bölgede bir tür otoriter istikrar dayatmak. Bu elbette bölgesel ve emperyal güçler arasında bir birlik olduğu anlamına gelmez. Her birinin kendi, çoğu zaman birbirine zıt çıkarları vardır, ancak Orta Doğu ve Kuzey Afrika’nın istikrarsızlaşmasını, özellikle küresel kapitalizmin petrol akışını bozabilecek herhangi bir tür istikrarsızlığı istemezler.Uluslararası sol, rejimin kalıntılarıyla veya yerel, bölgesel ve uluslararası karşı-devrim güçlerine taraf olmamalıdır. Aksine, devrimcilerin siyasi pusulası, aşağıdan gelen halkçı ve ilerici mücadelelerle dayanışma ilkesi olmalıdır. Bu, ilerici ve kapsayıcı bir Suriye için örgütlenen ve mücadele eden grupları ve bireyleri desteklemek ve onları bölgedeki halk sınıflarıyla dayanışma içinde birleştirmek anlamına gelir.Suriye, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da böylesine değişken bir dönemde, romantizmin ve yenilginin ikiz tuzaklarından kaçınmalıyız. Bunun yerine, bölgedeki ve dünyadaki halk güçleri arasında eleştirel, ilerici ve uluslararası dayanışma stratejisi izlemeliyiz. Bu, özellikle bu karmaşık zamanlarda, solun kritik bir görevi ve sorumluluğudur.

 Kaynak: https://tempestmag.org/2024/12/understanding-the-rebellion-in-syria/Çeviri: İmdat Freni     

Tarihsel ve siyasal bir perspektiften 7 Ekim – Gilbert Achcar

Elimizdeki rakamlara göre 7 Ekim’de 36’sı çocuk, 71’i yabancı olan 767 sivil ile 376 asker ve güvenlik görevlisi olmak üzere çoğunluğu İsrailli 1.143 kişi öldürüldü, 250’ye yakın kişi de esir alındı. Aynı gün, İsrail kaynaklarına göre, saldırganlar arasındaki 1.600’den fazla savaşçı olay yerinde öldürüldü ve 200’e yakın kişi tutuklandı. Gazzeli kaynaklara göre 7 Ekim’den bu yana, tahminen %40’ı çocuk olmak üzere 35.000’e yakın Filistinli öldürüldü. Enkaz altında kaldığına inanılan 20.000 kadar kişinin de bunlara eklenmesi gerekiyor. Çoğu ağır, 78.000’e yakın yaralı var. Gazze’de yaşayan 2,4 milyon insanın büyük çoğunluğu yerlerinden edilmiş durumda ve tüm nüfusu, İsrail’in bölgeye giren yardım miktarını ciddi şekilde kısıtlaması nedeniyle giderek artan bir açlık çekiyor. Gazze’deki konutların çoğu, bu yüzyılın kesinlikle en yıkıcı ve muhtemelen nükleer silahlar haricinde yoğunluk (kapsam ve hızın birleşimi) açısından gelmiş geçmiş en yıkıcı bombardıman harekâtında yok edildi. Aslında Hiroşima’ya atılan atom bombası 15 kiloton TNT’lik bir patlamaya sahipken, İsrail silahlı kuvvetleri Gazze’nin 365 km karelik alanına bu tonajın yaklaşık beş katını atmış durumda. Tüm bu rakamların geçici olduğunu ve bu yazının kaleme alındığı sırada her geçen gün arttığını söylemeye gerek yok.

7 EKİM NEYİN DEVAMIYDI?

İsrail’in 7 Ekim saldırısına verdiği ilk tepki, bu saldırıyı sadece bir günde öldürülen en büyük İsrailli katliamı olarak nitelendirmekle kalmayıp, aynı zamanda “Holokost’tan bu yana Yahudilere yönelik en büyük katliam” olarak da tanımlamak oldu. Bunlar tartışmalı ve siyaseten manidar tanımlamalardır. Yine de ikinci tanımlama Batı ülkelerinde bir slogan haline geldi; örneğin Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron 7 Şubat 2024’te, o gün Gazze sınırı yakınlarında öldürülen 42 Fransız vatandaşı için düzenlenen törende 7 Ekim’i “yüzyılımızın en büyük antisemit katliamı” olarak nitelendirdi.

Yukarıda tasvir edilen korkunç bilançoyu göz önünde bulunduran herkes için, 7 Ekim saldırısı ile Nazilerin Yahudilere yönelik katliamı arasındaki örtülü analoji oldukça uygunsuz görünmelidir, çünkü her iki durumda da gerçek güç dengesini ve ezen ve ezilenlerin kimliğini tamamen göz ardı etmektedir. Antisemitizm ve Holokost üzerine çalışan birçok uzmanın ortaklaşa kaleme aldıkları “Holokost Hafızasının Kötüye Kullanımı Üzerine Açık Mektup”ta çok haklı olarak ifade ettikleri gibi:“Yahudi cemaatinde pek çok kişinin 7 Ekim’de yaşananları anlamaya çalışırken Holokost’u ve daha önceki pogromları hatırlaması anlaşılabilir bir durumdur; katliamlar ve sonrasında ortaya çıkan görüntüler, Yahudi tarihinin çok yakın geçmişinden kaynaklanan soykırımcı antisemitizme dair kökleşmiş kolektif hafızayı harekete geçirmiştir. Ancak Holokost’un hatırasına başvurmak, Yahudilerin bugün karşı karşıya kaldığı antisemitizmi anlamamızı engellemekte ve İsrail-Filistin’deki şiddetin nedenlerini tehlikeli bir şekilde yanlış yansıtmaktadır. Nazi soykırımı, küçük bir azınlığa saldıran bir devlet ve onun gönüllü sivil toplumunu içeriyordu ve daha sonra kıta çapında bir soykırıma dönüştü. Gerçekten de, İsrail-Filistin’de yaşanan krizin Nazizm ve Holokost ile karşılaştırılması, hele ki bu karşılaştırmalar siyasi liderler ve kamuoyunu yönlendirebilecek diğer kişilerden geliyorsa, entelektüel ve ahlaki bir hatadır.”

Hamas ile Naziler arasında ne tür benzerlikler tespit edilebilirse edilsin, Hamas ile İsrail’in aşırı sağcı Siyonist hükümeti arasında kesinlikle daha fazla benzerlik var. Likud, faşist bir soyağacına sahip bir parti. Kudüs’teki İbrani Üniversitesi Çağdaş Yahudilik Enstitüsü’nde profesör olan İsrailli Holokost tarihçisi Daniel Blatman’ın İsrail gazetesi Haaretz’de “neo-Nazi” olarak tanımlamaktan çekinmediği bakanları da kapsamaktadır.

7 EKİM’İN BAĞLAMI

BM Genel Sekreteri Antonio Guterres, 24 Ekim’de yaptığı açıklamada 7 Ekim’in “durduk yere ortaya çıkmadığı” gibi oldukça açık ve sabit bir gerçeği dile getirdiği için İsrail tarafından “terörizmi meşrulaştırmakla” suçlanırken, İsrail’in BM Büyükelçisi Guterres’in istifasını talep etti. 1967 sonrası işgale işaret eden Guterres, “Filistin halkı 56 yıldır boğucu bir işgale maruz tutuluyor. Topraklarının adım adım yerleşim yerleri tarafından ele geçirilmesine ve şiddete şahit oluyor. Ekonomileri yıkılmış, insanlar yerlerinden edilmiş ve evleri yerle bir edilmiş durumda. Siyasi çözüme olan inançları yok olmaya başladı.” Ayrıca şu yorumu yapmıştır: “Filistin halkının sıkıntıları Hamas’ın korkunç saldırılarını haklı gösteremez ve bu korkunç saldırılar Filistin halkının toplu olarak cezalandırılmasını haklı gösteremez.” Buna rağmen, Benjamin Netanyahu’nun siyasi rakibi ve İsrail’in 7 Ekim savaşı sonrası kabinesinin sözde “ılımlı” üyesi Benny Gantz bile, BM Genel Sekreteri’nin “teröre göz yumduğunu” belirterek, “terör savunucularının dünya adına konuşamayacağını” ekledi ve böylece İsrail’in elçisi tarafından ortaya konan talebi zımnen onayladı.

İsrailli yetkililerin bu tepkileri, modern zamanların yaygın ahlakı ve uluslararası hukuku başka bir halkın topraklarının işgalini kınadığından beri, modern zamanlardaki tüm işgalci güçlerin ortak gerçekliği inkâr etmelerinin bir başka örneğiydi. Aslında 7 Ekim sadece “durduk yere ortaya çıkmadı” aynı zamanda özellikle Gazze Şeridi’nde bir noktada şiddetin alevleneceği tamamen öngörülebilirdi. Aralık 2009’da, İsrail’in 2005’te askerlerini geri çekmesinin ve 2007’de Hamas’ın bölgeyi ele geçirmesinin ardından Gazze’ye uyguladığı ablukanın üzerinden iki yıl geçtikten ve İsrail’in bölgeye yönelik ilk büyük bombardımanından (2008-9) birkaç ay sonra Larry Derfner, The Jerusalem Post’ta İsrailli vatandaşlarına haklı sorular yöneltti: “Kendimize sormamız gereken soru şudur: Eğer birisi bize, bizim Gazze’deki insanlara davrandığımız gibi davransaydı, ne yapardık? Sorun, Gazze’deki yaşamı hayal edemiyor olmamız değil. Sorun, bu durumu hayal etmeye çalışmaktan kaçınmamız kararında olmamız. Eğer yaparsak, belki de orada durmayız. Belki de ülkemizin Gazze’yi terk ettiği durumda bizim durumumuzun nasıl olacağını hayal etmeye çalışırız. Ve er ya da geç, orada oldukları gibi bizim burada nasıl yaşadığımızı hayal etmeye çalışabiliriz. Ya da ne yapacağımızı değil, sadece düşüneceğimiz şeyi hayal etmek – insanlar hakkında, savaş bittikten sonra bile iyileşmeye başlamamıza izin vermeyen ve sınırlarımızı kuşatan, yalnızca hayatta kalmamızı sağlayacak kadar malzemeyi içeriye almasına izin veren ve kitlesel salgınları önlemek için yeterli miktarda malzeme sağlar.”

İşin aslı, Hamas’ı temel olarak antisemitizmden ve Nazilerle benzerlik göstermekten ibaret olarak sunmak, 1948’de Siyonistlerin Filistin topraklarını ele geçirmesini İkinci Dünya Savaşı’nın son savaşı olarak sunma stratejisinin, şu anda Arap-İsrail anlatı savaşının yoğun yeni bir bölümünün devamıdır. Bu strateji, Kudüs müftüsü Emin el-Hüseynî figürünün 1945 sonrası suistimal edilmesi ile başladı. Böylece, modern zamanların son kolonyal fethi, Nazizm’e karşı savaşın son cephesi olarak sunulabilir. Bu stratejik söylem, ataları doğrudan suçlu, suç ortağı veya seyirci olan ülkelerin vatandaşları ve Yahudi mültecilere ülkelerinin kapılarını kapatarak Avrupa Yahudilerinin Nazi soykırımına uğramasının suçunu taşıyan ülkelerde çok iyi işliyor. Ancak bu strateji, dünyanın çoğunluğunu oluşturan Küresel Güney’de aynı etkiyi göstermiyor. Onlar Filistinlileri Nazi emperyalizminin devamı olarak değil, uzun ve kanlı bir kolonyal tarihin kurbanlarından biri olarak algılıyorlar.

TARİHTEN KISSALAR

7 Ekim’in ardından, Afrika tarihi uzmanı Fransız dostum Michel Cahen, 1961 yılında Angola’da yaşanan olaylar ile Orta Doğu’da devam eden olaylar arasında çarpıcı bir benzerliğe dikkatimi çekti. 1961 yılında, Afrika kıtasında sömürgecilikten kurtulma yolunda büyük bir ilerleme kaydediliyordu. Angola’da ise komşu Kongo Cumhuriyeti’nin bir önceki yıl Belçika sömürge yönetiminden bağımsızlığını kazanmasının ardından durum farklıydı. Portekiz sömürge yetkilileri, Angolalı bağımsızlık yanlılarına yönelik baskılarını arttırmıştı. Bu durum, katı Portekiz sömürgeciliğine karşı duyulan öfkenin muazzam bir şekilde artmasına neden oldu. Afrika’nın geri kalan sömürge bölgelerinde, sömürgecilik karşıtı silahlı mücadeleler gelişiyordu. Angola da istisna değildi. Sömürgecilik karşıtı hareketlerden biri, lideri Holden Roberto olan Angola Halkları Birliği (UPA) idi. Bu birlik, daha sonra Angola Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLNA) adını alacaktı. 15 Mart 1961’de UPA militanları çok sayıda köylünün de katılımıyla Kongo sınırından kuzey Angola’ya geçti. Birkaçı tüfekli, çoğu palalı dört ila beş bin kişilik ayak takımı kitlesi saldırıya geçti ve yüzlerce beyaz sömürgeciyi erkek, kadın, bebek ve çocuk demeden ve diğer etnik kökenlerden ya da melezlerden oluşan çok daha fazla Angolalıyı tarif edilemez derecede korkunç şekillerde öldürdüler.

Portekiz’in aşırı sağcı diktatörü António de Oliveira Salazar hava kuvvetlerinin yoğun bir şekilde kullanıldığı büyük bir misilleme harekâtı başlattı. Birkaç ay içinde on binlerce siyah öldürüldü, çok sayıda köy yakıldı ve geniş bir coğrafya yerle bir edildi. Burada tarihsel bilginin iki öğesi daha devreye girmektedir. Birincisi, UPA/FLNA, Sovyet destekli Angola’nın Kurtuluşu için Halk Hareketi’nin (MPLA) CIA tarafından desteklenen rakibiydi. Aşırı sağcı Portekiz NATO’nun kurucu üyelerinden biriydi. Bu nedenle, Roberto’nun daha sonra İsveçli bir araştırmacıya açıkladığı gibi: “NATO ve Portekiz ile ilişkiler nedeniyle Batılı ülkelerden yardım alamıyorduk. Hiçbir desteğimiz yoktu. Güvenebileceğimiz küçük destek ise Tunus gibi Afrika ve Arap ülkelerinden geliyordu. Ve bizim için çok önemli olan İsrail’den. İsrail hükümeti o dönemde bize yardım etti.” İkinci olarak, Roberto’yu silahlı mücadeleye teşvik eden Frantz Fanon 1961 tarihli ünlü kitabı Yeryüzünün Lanetlileri’nde “Kendiliğindenliğin Büyüklüğü ve Zayıflığı” başlıklı bölümünde Angola olaylarını şu ifadelerle yorumlamıştır: “Hatırlıyoruz; 15 Mart 1961’de Angola köylüleri iki üç binerlik gruplar halinde Portekiz mevzilerine saldırdı. Köyler ve havalimanları kuşatıldı ve sayısız saldırı yaşandı, ama binlerce Angolalı sömürgecinin makineli tüfekleriyle tarandı. Angola ayaklanmasının liderleri, ülkelerini gerçekten kurtarmak istiyorlarsa farklı taktikler benimsemeleri gerektiğini çok geçmeden kavradılar. Bu yüzden Angola lideri Roberto Holden, öteki kur­tuluş savaşları modelini ve gerilla savaşı tekniklerini kullanarak Angola Ulusal Ordusu’nu yakım zamanlarda yeniden organize etti.”

SONUÇ OLARAK

Bu iki tarihsel kesitten hangisi Hamas önderliğindeki 7 Ekim ve ardından İsrail hükümeti tarafından gerçekleştirilen saldırıya daha çok benzemektedir. Nazi önderliğindeki Yahudi karşıtı saldırı ve ardından aynı Naziler tarafından gerçekleştirilen Avrupalı Yahudilerin yok edilmesi mi? Yoksa UPA önderliğindeki Portekiz karşıtı saldırı ve ardından ABD’nin suç ortaklığıyla Portekiz aşırı sağ hükümeti tarafından gerçekleştirilen saldırı mı? UPA önderliğindeki 15 Mart Angolalıları öncelikle beyaz karşıtı ırkçılıkla mı yoksa Portekiz’in sömürgeci baskısına duydukları nefretle mi motive olmuşlardı? Aynı şekilde, 7 Ekim’de Hamas liderliğindeki Filistinliler öncelikle antisemitizmden mi yoksa İsrail’in sömürgeci baskısına duydukları nefretten mi kaynaklanıyordu? Bu soruların cevapları, Filistin, Arap ya da Müslüman karşıtı ırkçılık ve beyazlaştırılmış İsraillilere duyulan “narsist şefkat” ile körleşmemiş herkes için apaçık olmalıdır.

çeviren: Kıvanç Eliaçık

kaynak: https://www.birgun.net/makale/tarihsel-ve-siyasal-bir-perspektiften-7-ekim-548382

Küresel kriz, çatışmalar ve savaşlar: 21. yüzyılda hangi enternasyonalizm? Pierre Rousset ile söyleşi

“Polikriz” zamanına genel bir bakış

Viento Sur – Kendimizi, savaşların arttığına ve emperyalistler arası çatışmaların şiddetlendiğine
tanık olduğumuz, özelliklerinden biri göreceli jeopolitik kaos olan çok boyutlu bir küresel kriz
bağlamında bulduğumuz açık görünüyor. Bu aşamayı tanımlar mısınız?

Pierre Rousset – “Çok boyutlu küresel kriz”den bahsediyorsunuz (ben gezegensel bir kriz demeyi
tercih ederim). Jeopolitik sorunlara değinmeden önce burada durmanın önemli olduğunu düşünüyorum.
Bu kriz aslında her şeyi üstbelirliyor ve artık eskisi gibi siyaset yapmakla yetinemeyiz. Gerçekten de
uzun zamandır korktuğumuz “devrilme noktasına”, beklediğimizden çok daha hızlı bir şekilde
ulaşıyoruz.
Guardian’ın küresel çevre editörü Jonathan Watts, 9 Nisan tarihli makalesine “Art arda onuncu aylık
sıcaklık rekoru alarmları geliyor ve iklim bilimcilerini endişelendiriyor” başlığını koyarak alarmı verdi.
Gerçekten de, bir iklim uzmanı şöyle diyor: “Anormallik Ağustos ayına kadar istikrara kavuşmazsa,
dünya kendisini bilinmeyen bir bölgede bulacak(…). Bu, küresel ısınmanın iklim sisteminin çalışma
biçimini bilim adamlarının beklediğinden çok daha erken bir zamanda temelden değiştirdiği anlamına
gelebilir.”
Adı geçen uzman, Ağustos ayına kadar bu istikrarın sağlanmasının hâlâ mümkün olduğu yargısına
varıyor, ancak durum ne olursa olsun, iklim krizi zaten günümüzün bir parçası. Biz bunun içindeyiz ve
etkileri halihazırda dramatik biçimde hissediliyor (iklim kaosu).
Karşı karşıya olduğumuz küresel kriz, yalnızca iklimi değil, ekolojinin tüm alanlarını ve bunun sağlık
üzerindeki sonuçlarını (pandemi dahil) etkiliyor. Hakim uluslararası düzen (neoliberal küreselleşmenin
çözümsüz bozuklukları) ve güçlerin jeopolitiği, çatışmaların çoğalması ve dünyanın militarizasyonu,
toplumlarımızın (önceki her şeyin körüklediği genelleştirilmiş güvencesizlik tarafından zayıflatılmış)
tam da toplumsal dokusuyla ilgilidir.
Bütün bu krizlerin ortak noktası nedir? Bunların tamamı veya büyük bir kısmı “beşeri” kökenlidir.
İnsanın doğa üzerindeki etkisi sorunu açıkçası yeni değil. Sera gazı emisyonlarındaki artışın kökeni ise
sanayi devrimine kadar uzanıyor. Ancak bu “genel kriz”, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kapitalizmin
gelişmesi ve ardından kapitalist küreselleşmeyle yakından ilişkilidir. Bizi birden fazla “bilinmeyen
bölgenin” sınırında eşi benzeri görülmemiş bir duruma sürükleyen bir dizi spesifik kriz ile küresel bir
dönüm noktası arasındaki sinerji ile karakterize edilir.
Kısaca açıklamak gerekirse “polikriz” tabirini seviyorum. Kesinlikle biraz kafa karıştırıcı, günlük dile
yabancı ama tekil olarak, birden fazla spesifik krizin birleşiminden kaynaklanan çok yönlü BİR krizden
bahsettiğimizin altını çiziyor. Bu nedenle, basit bir kriz eklemesiyle değil, bunların dinamiklerini
çoğaltan, insan türü (ve canlı türlerinin önemli bir kısmı) için ölümcül bir sarmalı körükleyen
etkileşimleriyle karşı karşıyayız.
Özellikle iğrenç ve açıkçası akıllara durgunluk veren şey, yerleşik güçlerin bugün küresel ısınmayı
biraz olsun sınırlamak için alınmış olan yetersiz önlemleri iptal etmesidir. Bu durum özellikle Fransız
ve İngiliz hükümetleri için geçerlidir. Bu aynı zamanda Amerika Birleşik Devletleri’ndeki büyük
bankalar veya petrol şirketleri için de geçerlidir. Önlemlerin güçlendirilmeleri gerektiği açıkça
ortadayken, hem de şeytani bir şekilde! Çok zenginler kanunlarını dikte ederler. Bu işte hep birlikte
olduğumuzu düşünmüyorlar. Artan sıcaklıkların havadaki çok yüksek nem oranlarıyla birleştiği
gezegenin tüm bölgeleri yaşanmaz hale gelmenin eşiğinde. Ne olursa olsun, havanın hâlâ güzel olduğu
yere gidip yaşayacaklar.
Pandemi çağına girdik. Doğal ortamların tahrip edilmesi, Covid’in amblemi haline geldiği hastalıkların
türler arası bulaşmasına uygun koşulları yarattı. Sibirya’daki sürekli donmuş toprakların erimesi tahmin
ediliyor ve bu erimenin, hiçbir aşı veya tedavi bulunmayan antik bakteri veya virüslerin ortaya
çıkmasına neden olabileceği tahmin ediliyor. Bu alanda aynı zamanda bilinmeyen bölgelere girme
riskiyle karşı karşıyayız: İklim krizi çok boyutlu bir sağlık krizini de beraberinde getiriyor.
Felaket öngörülebilirdi ve öngörülmüştü. Artık büyük petrol şirketlerinin 1950’lerin ortalarında
gelecekteki küresel ısınmayı dikkate değer bir kesinlikle tanımlayan bir çalışma yaptırdığını biliyoruz
(yine de onlarca yıldır gerçeği inkar ediyorlar).
“Çoklu krizin” bin bir yönünü keşfetmeyi henüz bitirmedik, ancak belki de bazı ilk çıkarımları ortaya
çıkarmanın zamanı gelmiştir. Küresel ısınmanın jeopolitik etkisinin en belirgin olduğu yer kutuplar
civarında, özellikle de Kuzey Kutbu’nda. Kuzeye okyanuslar arası bir nakliye rotasının yanı sıra
yeraltının zenginliklerinden yararlanma olanağı da açılıyor. Dünyanın bu bölgesindeki emperyalistler
arası rekabet yeni bir boyut kazanıyor. Çin, Antarktika’ya sınırı olan bir ülke olmadığı için Rusya’nın orada faaliyet göstermesine ihtiyaç duyuyor. Avrasya kıtasının doğusundaki Moskova’ya, Vladivostok
limanının serbest kullanımını sağlayarak batı cephesindeki (Ukrayna) dayanışmasının bedelini
ödetiyor.
Aşağıdaki sorularda değinilmeyen iki konunun küresel jeopolitik açıdan önemini vurgulamak
istiyorum.
Öncelikle Orta Asya. Avrasya kıtasının kalbinde önemli bir yere sahiptir. Vladimir Putin için burası
Rusya’nın ayrıcalıklı nüfuz bölgesinin bir parçası, ancak Pekin için bu, Avrupa’ya giden yeni “İpek
Yolu”nun kara tarafındaki kilit geçitlerden biri. Şu anda dünyanın bu bölgesinde karmaşık bir süreç
devam ediyor, ancak analizlerimize çok az entegre ediliyor.
Ayrıca küresel ısınma, dünya yüzeyinin %70’ini kaplayan, iklim düzenlemesinde belirleyici rol
oynayan, yaşamsal ekosistemleri barındıran ve artan su sıcaklıkları nedeniyle tehdit altında olan
okyanusların önemini bize hatırlatıyor. Okyanus kaynaklarının aşırı kullanımı, bildiğimiz gibi, kara
sınırlarından daha az sorun teşkil etmeyen deniz sınırlarının genişletilmesi gibi önemli bir sorundur.
Küresel bir jeopolitik yansıma, kutupların yanı sıra okyanusları da göz ardı edemez.
Karşı karşıya olduğumuz “çok boyutlu krizin” bir diğer önemli yönü de açıkça kapitalist küreselleşme
ve finansallaşmayla ilgilidir. Malların, yatırımların ve spekülatif sermayenin (ancak insanların değil)
hareket özgürlüğünü garanti altına almak için her zamankinden daha birleşik bir küresel pazarın
oluşmasıyla sonuçlandılar. Bu “mutlu küreselleşmeyi” (büyük mülk sahipleri için) pek çok faktör
sekteye uğrattı: Ticari alışverişlerdeki durgunluk, spekülatif finans ve borçların boyutu, üretim
zincirlerinin uluslararası bölünmesinin tehlikelerini ortaya çıkaran Covid salgını ve üretim zincirlerinin
uluslararası düzeyde bölünmesinin tehlikelerini ortaya çıkaran Batı’nın Çin’e bağımlılığı, Washington
ile Pekin arasındaki ilişkilerin (samimi anlayıştan yüzleşmeye) hızlı değişimine katkıda bulunuyor.
Düşük maliyetli üretimi sağlamak ve kendi ülkelerindeki işçi hareketini kırmak için Çin’i dünyanın
atölyesi haline getirmek isteyen büyük Batılı şirketlerdi. Pekin’in katıldığı Dünya Ticaret Örgütü’nün
(DTÖ) kurallarının genelleştirilmesinde ön sıralarda yer alan Avrupa’dır. Hepsi eski Orta Krallık’ın
kalıcı olarak kendilerine tabi olacağına inanıyordu ve öyle de olabilirdi. Durum böyle değilse, bunun
nedeni, Çin bürokrasisinin tüccar kanadının, halk direnişi kanlı bir şekilde kırıldıktan sonra (1986),
kapitalist mutasyonunu başararak Devlet kapitalizminin özgün bir biçimini doğurmasıdır.
Devlet kapitalizminin Doğu Asya’da, Çin’deki Kuomintang’ın (Guomindang) himayesi altında veya
Tayvan’da, Güney Kore’de uzun bir tarihi vardır… Tarihi itibarıyla Çin’in toplumsal formasyonu açıkça
benzersizdir, ancak oldukça klasik bir şekilde kalkınmayı birleştirir: özel sermaye ve devlet
işletmelerinin kapitalistlere tahsis edilmesi. İki ayrı ekonomik sektörle (temel olarak ikili bir ekonomi)
uğraşmak zorunda değiliz; aslında tüm sektörlerde mevcut olan aile klanlarının yanı sıra çoklu
işbirlikleri yoluyla da yakından bağlantılıdırlar.
Her şeyden önce, Deng Xiaoping’in himayesi altında, kapitalizme dönüşen Çin, ihtiyatlı bir şekilde
emperyalist atılımına başladı ve uzun süredir Asya’ya odaklanmayı başaramayan ABD’ye olan coğrafi
mesafeden faydalanmayı başardı (Afgan fiyaskosunun ardından sadece Joe Biden tarafından kendisine
güvence verilmedi).
Bu noktanın sonunda şunu belirtelim: Ölüm oranının çok yüksek olduğu çocuklardan başlayarak tüm nüfus, tekrarlanan travma sonrası stresle yaşayacak. Yetersiz beslenmenin kurbanı olan en gençlerin asla “normal” bir yaşam hakkı olmayacak.
Diğer sorunlar arasında Filistinlilerin ordu ve paramiliter güçler tarafından desteklenen Yahudi
üstünlüğü yanlısı yerleşimcilerin günlük şiddetine maruz kaldığı Batı Şeria’nın varlığı da yer alıyor.
Hayatta kalan Gazzeliler Mısır üzerinden mi yoksa deniz yoluyla mı sürgüne zorlanacak? Hayatta
kalan Batı Şerialı Filistinliler Ürdün’e sınır dışı edilecek mi? Büyük İsrail projesi başarılı olacak mı?
Uzun sürede Filistin’in sömürgeleştirilmesini görebiliyoruz ama korkunç bir dönüm noktası yaşıyoruz.
Netanyahu (sonu olmayan bir girişim olan Hamas’ın tamamen yok edilmesi dışında) savaş hedeflerini
hiçbir zaman tanımlamadı. Özellikle de durum değişken olduğu için onun adına bunları tanımlamaya
çalışmayacağım.
1 Nisan’da Şam’daki İran konsolosluğunun bombalanması, Netanyahu’nun Filistin sınırlarının ötesine
yaptığı ani uçuşun bir örneğidir. Bu, diplomatik misyonları koruyan Viyana Sözleşmesinin açık bir
ihlalidir. Saldırının hedefi orada bulunan üst düzey Hizbullah liderleriydi ama bu hiçbir şeyi “haklı
çıkarmaz”. Diplomatik misyonlarda her zaman üst düzey subaylar da dahil olmak üzere tercih edilen
“düşmanlar” vardır. İsrailliler bunu çok iyi biliyor; diplomat kılığına giren Mossad ajanları yabancı
ülkelerde birden fazla kişiyi öldürmüş ya da kaçırmıştı. Bu bombalamanın daha fazla protestoya yol
açmaması ilginç ve endişe verici.
Tahran savaş istemiyor ama tepki vermek zorunda. Usturanın ucundayız.
Joe Biden, Siyonizm ile samimi bir şekilde ve kendi yönetimindeki uzmanlara danışmadan İsrail
hükümetine koşulsuz desteğini derhal garanti ederek kendi tuzağını kurdu ve bu ona bir dizi ses getiren
istifaya yol açtı. Artık sürdürülemez olanı destekleyemez ancak İsrail’e silah ve mühimmat tedarikini
de durduramaz. Yanılıyor olabilirim ama onun Arap dünyasındaki diplomatik temasını kaybettiği ve şu
anda Trump’ın bir sonraki başkanlık seçimini kazanması durumunda Japonya ve Filipinler ile savunma
anlaşmalarını korumakla meşgul olduğu izlenimine sahibim.
İran, 13-14 Mart gecesi İsrail’e hava saldırısı düzenledi. İsrail sayımına göre 300’den fazla atış yapıldı:
170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 110 balistik füze. Tahran, ABD tarafından onaylanan
operasyonu duyurdu. Bu silahların İsrail’e ulaşması birkaç saat sürüyor, bu da yol boyunca birçoğunu
vurmak için yeterli zaman bırakıyor. ABD, İngiltere, Fransa ve Ürdün katkıda bulundu. Yine de bir
İsrail askeri üssü vuruldu. Bu operasyonun amacı açıkça siyasiydi, Şam’daki saldırıya tepki olarak
yapılan bir uyarıydı. İran rejimi ilk kez İsrail’e bu şekilde doğrudan saldırıyordu. Tahran, en azından
İsrail’in orada durması durumunda operasyonun devam etmeyeceğini duyurdu. İran’la karşı karşıya
kalan Joe Biden hâlâ Batı ve Arap ülkeleri karşısında bir cepheyi harekete geçirebiliyor. İsrail’in
koruyucularına bağımlılığı doğrulandı.
Enternasyonalist dayanışmamız Filistin halkıyla nasıl bir rol oynamalı?
Her şeyden önce, çok geniş bir birliğin sağlanabileceği mutlak acil durum: derhal ateşkes, Gazze
Şeridi’ne giden tüm erişim yollarından büyük miktarda yardımın girmesi, konvoyların ve insani yardım
çalışanlarının korunması (birçoğu öldürüldü), Rolü vazgeçilmez olan, UNRWA misyonunun yeniden
başlaması. Batı Şeria’daki sömürgeciliğin sona ermesi ve mülksüzleştirilmiş Filistinlilerin haklarının
restorasyonu, İsrailli rehinelerin ve Filistinli siyasi mahkumların serbest bırakılması…
Filistinlilerin silahlı direniş de dahil olmak üzere direniş hakkını “ama”sız savunuyoruz; ancak bu, pek
çok bağımsız kaynağın da doğruladığı gibi, ne Hamas’a siyasi destek anlamına geliyor ne de 7 Ekim’de
savaş suçlarının işlendiğini inkar ediyor. Bu kaynaklar arasında İnsan Hakları için Doktorlar-İsrail
derneği (PHRI); İsrail’in korumayı reddettiği, ancak Hamas’ın defalarca saldırılarına maruz kalan
Negev’deki Bedevi köylüler; hayatlarını Filistinlilerin haklarını savunmaya adayan İsrailli aktivistler…
Hamas bugün Filistin direnişinin ana askeri bileşenidir, ancak özgürleştirici bir proje taşıyor mu?
Desteklediğimiz kurtuluş mücadelesine katılan hareketleri her zaman analiz ettik. Bugün neden farklı
olsun ki?
Enternasyonalistler olarak bizim rolümüz aynı zamanda, ne kadar zayıf olursa olsun, mevcut görevler
ile özgürleştirici bir gelecek arasına bir çizgi çekmektir. Denizle nehir arasındaki bu tarihi topraklarda
yaşayanların bir arada yaşayabileceği bir Filistin ilkesini savunuyoruz (Filistinli mültecilerin geri
dönüşü de dahil). Bu, bölgede derin bir toplumsal çalkantı olmadan gerçekleşmeyecek, ancak bugün
Yahudi ve Arap/Filistinli olmak üzere birlikte hareket eden örgütleri her şeye rağmen destekleyerek bu
perspektife somutluk kazandırabiliriz. Mevcut bağlamda bu Yahudi-Arap dayanışmasını sürdürmeye
devam etmek için herkes büyük riskler alıyor. Onlara dayanışma borçluyuz.
Yahudi-Arap dayanışması aynı zamanda uluslararası seferberliğin gelişmesinin de anahtarlarından
biridir, özellikle de Barış için Yahudi Sesi hareketinin İsrail yanlısı lobilerin propagandasına karşı
koymada ve itiraz alanı açmada çok önemli bir rol oynadığı ABD’de. Çin’in dış politika stratejisini ve Tayvan’la çatışmasını nasıl analiz ediyorsunuz?
Bence Xi Jinping’in önceliği, Çin’in küresel genişlemesi ve konsolidasyonu, ikili sivil ve askeri
kullanım için yüksek teknolojiler alanında ABD ile rekabet ve önemli diplomatik ittifaklar arayışı
(ABD’nin karşısında Aşil topuğu), bu stratejik aşamada değerlendirilen bölgelerde (Güney Pasifik gibi)
kendi nüfuz bölgelerinin geliştirilmesi, askeri havacılık ve uzayın güçlendirilmesi veya gözetleme ve
dezenformasyon. Tayvan’ın işgali gündemde olmayacaktır.
Çin’in genişleme yolları öncekilerden farklı. Zaman değişti. Pekin’in yalnızca Cibuti’de büyük bir
geleneksel askeri üssü var. Ancak giderek artan sayıda ülkeyle limanlarına erişim sağlamak için
anlaşmalar imzalanıyor. Daha da iyisi, onu tamamen veya kısmen ele geçirir ve bu da ona sivil ve
askeri ikili kullanım için geniş bir deniz bağlantı noktaları ağı sağlar. Yurt dışındaki Çin şirketlerinin
güvenlik hizmetleri ordu tarafından sağlanıyor ve bu da ordunun bilgi almasına ve temas kurmasına
olanak sağlıyor.
Çin politikası emperyalist karakterdedir ve bunun aksinin nasıl olabileceğini anlamak zordur. Her
büyük kapitalist güç, yatırımlarının ve iletişimlerinin güvenliğini ve taahhütlerinin siyasi ve mali
karlılığını garanti etmelidir.
Pekin, komşu ülkelerin deniz haklarını dikkate almadan militarize ettiği, büyük bir uluslararası geçiş
bölgesi olan Güney Çin Denizi’nin tamamı üzerinde egemenliğini ilan etti. Balıkçılık kaynaklarına el
koyuyor ve deniz tabanını araştırıyor. Otoriter bir rejim, mümkün olduğunu düşündüğü her yerde
otoriter yöntemleri kullanır. Elbette sözde demokratik emperyalist rejim de aynısını yapabilir…
Suriye, Yemen, Sudan ve Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ndeki savaş durumlarının uzamasının
yanı sıra, Burma’da da Batı’da çok az konuşulan bir savaş var. Bu çatışmanın şu andaki durumu
hakkında yorum yapabilir misiniz?
Sudan’la ilgili birkaç söz. Bu ülkede, son derece zor koşullar altında, daha iyi bilinmeyi (ve
desteklenmeyi) hak eden zengin bir taban halk direnişi deneyimi var.
Burma ders kitabı vakasıydı. Ordu, 1 Şubat 2021’deki darbe sırasında iktidarda hakimiyetini sağladı.
Ertesi gün ülke, yaygın bir iş bırakma ve büyük bir sivil itaatsizlik hareketi şeklinde muhalefete girdi.
Darbe başarısız oldu, ancak acil uluslararası destek sağlanamadığı için ordu püskürtülemedi. Ordu,
acımasız baskı yoluyla inisiyatifi yavaş yavaş yeniden ele geçirmeyi başardı. Merkez bölgede
başlangıçta barışçıl halk direnişi yer altına inmek, ardından silahlı direnişe geçmek zorundaydı.
Ülkenin dağlık çevre eyaletlerinde faaliyet gösteren silahlı etnik hareketlerin desteğini aradı.
Burma’da yaşananlardan daha geniş bir sivil direniş hareketi hayal etmek zor; ancak silahlı mücadeleye
giriş, meşruiyeti meşru müdafaa kanıtlarına dayandırılan hayati bir zorunluluk olarak ortaya çıktı. Bu,
onun bu çetin sınavdan geçmesine ve yavaş yavaş bağımsız gerillalar şeklinde örgütlenmesine ya da
ordu tarafından feshedilen ve (nihayet) etnik azınlıklara açık olan parlamentonun bir ifadesi olan
Ulusal Birlik Hükümeti’ne bağlı olarak örgütlenmesine olanak sağladı.
Çatışma son derece sert biçimlere büründü; ordu özellikle havacılık üzerinde tekel sahibi oldu. Aynı
zamanda karmaşıktı; her etnik devletin kendine has özellikleri ve siyasi tercihleri ​​vardı. Ancak cunta
yavaş yavaş kontrolü kaybetti. Çin (bir sınır ülkesi) ve Rusya’nın desteğine sahipti, ancak Pekin’e
yatırımlarının güvenliğini ve Hint Okyanusu’na erişim sağlayan bir liman inşasını garanti etme
konusunda yetersiz kaldı. Uluslararası izolasyonu derinleşti ve ASEAN müttefikleri bölündü.
Bugün ordu birçok bölgede güç kaybediyor ve cuntaya karşı muhalefet cephesi genişledi. Burma çok
zengin bir tarihe sahip ama ne yazık ki Batı’da çok az tanınan bir ülke.
Sonuç olarak, ekonomik krizin ağırlaşması ve hem uluslararası hem de bölgesel düzeyde
çatışmaların artması, uluslararası bağlamda enternasyonalist dayanışma politikalarının yeniden
düşünülmesini gerektiren bir dönüm noktasına işaret ediyor gibi görünüyor. 21. yüzyılda
uluslararası çatışmaların evrimine uygun bir enternasyonalizm inşa etmenin yolları nelerdir?
Ana çizginin “kampçılık” ile enternasyonalizm arasındaki karşıtlık olduğu derin bir yeniden yapılanma
var. Analizlerde pek çok farklılığımız olabilir ancak asıl soru, tüm mağdur topluluklarını savunup
savunmadığımızdır. Her güç kendine uygun kurbanları seçer, diğerlerini ise terk eder. Biz bu tür bir
mantığa girmeyi reddediyoruz. Paris ne düşünürse düşünsün Kanaky’deki Kanakların haklarını
savunuyoruz, Suriyeliler ve Suriye halkı Esad klanının amansız diktatörlüğüyle, Ukraynalılar Rus ateşi
altında, Filistinliler ABD bombalarının altında, Porto Rikolular ABD sömürge düzeni altında, Burma
halkı cunta Çin tarafından desteklenirken ezilmekte, Haitililer’in koruma ve sığınma talepleri
“uluslararası toplum tarafından” reddedilmekte.
Jeopolitik kaygılar adına mağdurları terk etmiyoruz. Onların geleceklerine özgürce karar verme
haklarını ve sorun buysa kendi kaderlerini tayin etme haklarını destekliyoruz. Dünyanın her yerinde
“ana düşman” mantığını reddeden ilerici hareketlerin içinde buluyoruz kendimizi. Biz ister Japon-Batı, ister Rus, ister Çin olsun hiçbir büyük gücün kampında değiliz. İşgal, Filistin’de olduğu gibi
Ukrayna’da da suçtur. Dünyanın militarizasyonuyla karşı karşıya kaldığımızda küresel bir savaş karşıtı
harekete ihtiyacımız var. Söylemesi kolay ama yapması çok zor. Bunu yapmak için yerel sınır ötesi
dayanışmaya (Ukrayna-Rusya, Hindistan-Pakistan) güvenebilir miyiz? Yoksa Filistin’le olan muazzam
dayanışma hareketine mi? Nepal’de yeni tanıştığınız gibi sosyal forumlarda mı?
Aynı zamanda iklim meselesini savaş karşıtı hareketler sorununa da entegre etmeliyiz ve buna karşılık
militan çevre hareketleri de, henüz bunu yapmamışlarsa, savaş karşıtı boyutu kendi mücadelelerine
entegre etmekten fayda görebilirler. Aynı şey nükleer silahlar için de geçerli.
Bana öyle geliyor ki Greta Thunberg’in kişiliği “çoklu kriz”in şiddetiyle karşı karşıya kalan genç
nesillerin potansiyelini bünyesinde barındırıyor. Ancak taahhütleri, kesinlikle eksik olmadığı azim ve
zaman içinde harekete geçme becerisi gerektiriyor ki bu da kolay değil. Benim aktivist kuşağım
1960’ların radikalizmi ve Fransa’daki bizler için 68 Mayıs’ın kuruluş deneyimi sayesinde yörüngeye
fırlatılmıştı. Oldukça büyük bir dürtü. Peki ya bugün ? 15 Nisan 2024-06-22 Görüşme Jaime Pastor
Pierre Rousset Yeni Anti Kapitalist Parti üyesi ve IV. Enternasyonal’in yöneticilerinden.
Amsterdam’daki IIRE-IIRF Enstitüsünün kurucu ve yöneticilerinden.

  • Uluslararası jeopolitik durum, yerleşik emperyalizm (ABD) ile yükselen emperyalizm (Çin)
    arasındaki karşılıklı çatışmanın hakimiyetinde olmaya devam ediyor. Elbette büyük ve küçük güçler
    arasındaki büyük küresel oyunun tek oyuncuları onlar değil, ancak başka hiçbirinin iki “süper güç” ile
    karşılaştırılabilecek bir ağırlığı yok.
  • Bu çatışma çok yüksek düzeyde nesnel karşılıklı bağımlılık özelliğine sahiptir. Neoliberal
    küreselleşmenin krizi elbette besbelli ama mirası hâlâ orada. Artık “mutlu küreselleşme” yok ama
    “mutlu (kapitalist) küreselleşmeden uzaklaşma” da yok. Jeopolitik çatışmalar hem bu yapısal kriz
    durumunun bir belirtisidir hem de çelişkilerini vurgulamaktadır. Bir dereceye kadar benzeri
    görülmemiş “meçhul bölgelere” de girdik.
  • Ana “süper güç” olmaya devam eden ABD’nin hegemonyası göreli olarak geriledi. Zayıflayan,
    güvenilir ve etkili müttefiklerin yardımı olmadan dünyayı denetlemeye devam edemezler. Donald
    Trump’ın neden olduğu siyasi ve kurumsal kriz ve bunun kalıcı diplomatik sonuçları (müttefiklerinin
    güven kaybı) nedeniyle zayıfladılar. Ülkenin yaşadığı sanayisizleşmenin boyutları dikkate alındığında
    artık “klasik” emperyalizmin kalmadığını söyleyebiliriz. Joe Biden şu anda bu alandaki durumu
    düzeltmek için önemli mali ve hukuki kaynakları seferber ediyor, ancak bu kolay bir iş değil. Fransa
    gibi bir ülkenin hayati bir acil durum (Covid) karşısında bile sağlık çalışanları için hidroalkolik jel,
    cerrahi maske ve FFP2 önlük üretme konusunda yetersiz olduğunu unutmayın. Ancak bu teknolojinin
    yetersizliğinden değil!
  • Çin bu alanda çok daha iyi bir konumdaydı. Maocu dönemden yerli bir sanayi temeli, Üçüncü Dünya
    için yüksek okuryazarlık oranına sahip bir nüfus ve eğitimli bir işçi sınıfı miras almıştı. Dünyanın bir
    atölyesi haline gelerek yeni bir sanayileşme dalgasını (kısmen bağımlı, ama sadece değil) sağladı. En ileri teknolojilerin üretilmesini sağlamak için önemli kaynaklara yatırım yapılmıştır. Parti-devlet ülkenin ulusal ve uluslararası kalkınmasını organize edebildi (uçakta pilot vardı). Bununla birlikte, Çin rejimi bugün her zamankinden daha şeffaf ve gizlidir. Siyasi-kurumsal krizin ABD emperyalizmini nasıl etkilediğini biliyoruz. Çin’de neler olup bittiğini bilmek çok zor. Ancak ömür boyu başkan olan Xi Jinping yönetimindeki gücün aşırı merkezileşmesi artık yapısal bir kriz faktörü gibi görünüyor.
  • ABD’nin göreli gerilemesi ve Çin’in tamamlanmamış yükselişi, ikincil güçlerin, en azından kendi
    bölgelerinde (Rusya, Türkiye, Brezilya, Suudi Arabistan vb.) önemli bir rol oynayabilecekleri bir alan
    açtı. Dolayısıyla Rusya’nın, Avrupa’nın doğu sınırlarında Çin’e bir dizi oldu bittiler sunmaya devam
    ettiğini düşünüyorum. Birlikte hareket eden Moskova ve Pekin, Avrasya kıtasındaki oyunun büyük
    ölçüde ustalarıydı. Ancak Ukrayna’nın işgali ile Tayvan’a yapılan fiili saldırı arasında bir koordinasyon
    yoktu.

Tam olarak bu bağlamda, Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesi ve Batılı güçlerin Ukrayna’nın bu durumla yüzleşmesine verdiği desteğin, bu savaşı emperyalistler arası bir savaş haline getirdiğini ve bunun da bizi Zimmerwald’ın (savaştan savaşa) politikasını hatırlamaya yönelttiğini düşünebilir miyiz? cevapla? Yoksa tam tersine, emperyalist güçler tarafından desteklenmesine rağmen Batı solunu Ukrayna halkının Rus işgaline karşı direnişiyle dayanışmaya zorlayan bir ulusal kurtuluş savaşıyla mı karşı karşıyayız?  Zimmerwald’ın politikası ilhaksız barış talep etmekti. Şimdi kendilerini Zimmerwald’ın mirasçıları olarak tanıtanlardan bazıları Ukrayna’nın şu veya bu parçasını Rusya’ya bırakmayı, Ukrayna’dan ayrılmalarını doğrulamak için orada referandumlar düzenlemeyi vb. teklif ediyor, ama devam edelim. Bu soruyu cevaplamanın en basit yolu olayların akışını tekrar gözden geçirmektir. Sınırlarda önemli askeri kaynaklar seferber edilerek, zaman alan ve gözle görülür bir işgal hazırlığı yapılıyor. Bunu yapan Putin’di. O dönemde NATO, Afgan macerasının ardından siyasi bir krizin ortasındaydı ve Avrupa’daki operasyonel kuvvetlerinin büyük kısmı Doğu’ya yeniden konuşlandırılmamıştı. Biden’ın asıl kaygısı Çin’di ve hatta hâlâ Moskova’yı Pekin’e karşı oynatmaya çalışıyordu. Bir işgalin mümkün olduğu konusunda ilk uyarıyı yapan ABD istihbaratı oldu ancak bu uyarı ne Avrupa devletleri ne de Zelinsky’nin kendisi tarafından ciddiye alındı. Batı Avrupa’da çoğumuzun Doğu Avrupalı ​​(özellikle Ukraynalı) yoldaşlarımızla çok az teması vardı ve çoğumuz olayları tamamen jeopolitik terimlerle analiz ettik (asla yapılmaması gereken bir hata), Putin’in Avrupa Birliği’nin NATO içinde Afgan sonrası anlaşmazlıkları kışkırtması için İran üzerinde güçlü bir baskı uygulamaktan memnun olduğunu düşünüyorduk. Eğer durum böyle olsaydı işgalin gerçekleşmemesi gerekirdi çünkü tam tersi bir sonuç doğururdu: NATO’ya anlam kazandırmak ve safların yakınlaşmasına olanak sağlamak. Aynen öyle oldu! Ayrıca Rus işgalinden önce Ukrayna nüfusunun çoğunluğu bağlantısız bir ülkede yaşamak istiyordu. Bugün sadece çok küçük bir azınlık kendi güvenliğini NATO ülkeleriyle yakın ittifak dışında görüyor. Kendi adıma, arkadaşım Adam Novak’ın uyarmasıyla bunun mümkün olduğu hissine işgalden çok kısa bir süre önce ulaşmıştım. Artık çok daha fazlasını biliyoruz: işgal birkaç yıldır planlanıyordu. Bu, II. Yekaterina’yı referans alarak, Stalinist SSCB sınırları içinde Rus İmparatorluğunu yeniden kurmaya yönelik büyük bir projenin parçası. Ukrayna’nın varlığı yalnızca Lenin’in (Putin’in kendi deyimiyle) suçlu olduğu bir anomaliydi ve Rusya’nın safına dönmek zorundaydı. Aslında Ukraynalılar bunu tam kapsamlı işgal olarak adlandırıyor ve 2014’te Donbass, Luhansk ve Kırım’ın yıkılması ve askeri işgalinin işgalin ilk aşamasını oluşturduğuna dikkat çekiyor. “Özel Operasyon” (“savaş” kelimesi yakın zamana kadar yasaktı ve uygulamada da öyle) çok hızlı olacak ve emirlere tabi bir hükümetin kurulacağı Kiev’e kadar devam edecekti. Gafil avlanan Batılı güçler, oldu bittiye ancak boyun eğebildiler ve gafil avlandılar. Washington bile politik olarak ancak gecikmeli olarak tepki gösterdi. Savaş makinesini durma noktasına getiren kum tanesi, hem Putin’in hem de Batı’nın öngöremediği Ukrayna direnişinin boyutuydu. Gerçekten silahlı kuvvetlerle uyumlu, kitlesel bir halk direnişinden söz edebiliriz. Bu, Rusça konuşan pek çok kişinin (ve Moskova’ya bağlı olanlar dışında tüm siyasi yelpazenin) katıldığı ulusal bir direnişti. Bundan şüphe duyanlar için bundan daha güçlü bir kanıt yoktu: Ukrayna gerçekten var. Bahsettiğiniz ikinci senaryodayız. Zaman bu “orijinal” gerçeği ve dayanışma yükümlülüğümüzü silmiyor. Dayanışmanın çifte yükümlülüğü olduğunu eklemek isterim. Ukrayna halkının ulusal direnişiyle ve Zelynsky rejiminin otoriterliğine ve neoliberal politikalara (Avrupa Birliği tarafından savunulmaktadır) karşı bizzat Ukrayna’da işçi ve sendika hakları, örgütlenme ve ifade özgürlükleri için, mücadele etmeye devam eden sol güçlerle birlikte. … Açıkçası Ukrayna, Rusya-Batı güçler çatışmasının sıcak noktası haline geldi. Özellikle ABD’nin silah tedariki olmasaydı Ukraynalılar “cepheleri” tutamazdı. Ancak silah tedariki sürekli olarak Moskova’yı kesin bir şekilde yenilgiye uğratmak için gerekli olanın altında kaldı. Bugüne kadar Rus ordusunun hava kontrolüne karşı çıkılmadı. Ve NATO ülkeleri yeniden bölünmüş durumda, ABD’deki seçim öncesi kriz ise Ukrayna’ya yönelik fonların oylanmasını engelliyor. Derinlemesine savunma inşa etme ve yeniden örgütlenme fırsatına sahip olan Moskova, Kuzey Kore’nin top mermileri ve Hindistan veya Çin’in (petrol ürünlerinin satışı yoluyla) sağladığı fonların yardımıyla Ukrayna’daki askeri gerilimin arkasındaki itici güç olmaya devam ediyor ve oldu bitti politikasını alçakça yapıyor: Ukraynalı çocukların Rusya’ya götürülmesi ve Rus ailelere evlat edinilmesi.  

Eğer öyleyse, direnişi desteklemenin, yarattığı (insani ve maddi) yıkımdan endişe etmeden savaşı uzatmak isteyen Batılı güçlerin (Zelenskiy hükümetinin onayıyla) çıkarlarına hizmet ettiğini düşünenlere ve bu nedenle adil bir barışın savunulmasına yönelik aktif bir politikanın teşvik edilmesinin gerekli olduğunu söyleyenlere ne diyeceğiz?   Ben Ukrayna dayanışmasıyla aktif olarak ilgilenmiyorum. Güncel olaylara karşı Asya dayanışma faaliyetlerimi sürdürüyorum. Kendimi İsrail-Filistin sorununa kaptırdım (bununla yaşamak zor). Bu yüzden dikkatli olmaya devam edeceğim. Bu savaşın yarattığı yıkımın boyutunu hepimiz hissediyoruz; Putin utanmadan sivil halkı hedef alan bir savaş yürüttüğü için bu daha da anlamlı. Dayanılmaz. Ancak bu savaşı uzatan bizim desteğimiz değil, Putin’dir. Sorumluluklar sulandırılmamalıdır. Eğer “adil barış” terimi mevcut cephe hattında süresiz bir ateşkes anlamına geliyorsa, bu, işgal altındaki bölgelerdeki beş milyon Ukraynalıyı zorunlu asimilasyon rejimi altında yaşamaya mahkum etmek ve ayrıca beş milyon Ukraynalıyı da Rusya Federasyonu’na sınır dışı etmek anlamına gelecektir. Dayanışma hareketimizin rolünün her şeyden önce Ukrayna halkının ve bunun içinde Ukrayna toplumsal ve siyasi solunun mücadelesi için en iyi koşulların yaratılmasına katkıda bulunmak olduğunu düşünüyorum. Bir barış anlaşmasının şartlarının ne olacağını belirlemek kesinlikle bize düşmez. Ukrayna solunun, feminist hareketin, sendikaların, Kırım Tatar hareketinin, çevrecilerin (ve diğerlerinin) taleplerine kulak vermemiz ve çağrılarına cevap vermemiz gerektiğini düşünüyorum. Ayrıca Rusya’daki solu ve savaş karşıtı hareketleri de dinlememiz gerekiyor. Rus anti-kapitalist solunun çoğu bileşeni, Rusya’nın Ukrayna’daki yenilgisinin, ülkenin demokratikleşmesine ve çeşitli toplumsal hareketlerin ortaya çıkmasına kapı açan tetikleyici olabileceğine inanıyor. Batı solunda Doğu Avrupa’da solun “neredeyse var olmadığını” iddia edenler yanılıyor. Ukraynalılar pahasına kötü bir uzlaşmanın savaşı sonlandırabileceğine inanmak bana tehlikeli görünen bir yanılsama. Bu, Putin’in savaşa girmesinin nedenlerini unutmak anlamına geliyor: Ukrayna’yı tasfiye etmek ve Rusya İmparatorluğu’nun yeniden inşasına devam etmek, ama aynı zamanda ekonomik zenginliğine (tarım dahil) el koymak ve işgal altındaki bölgelerde sömürge niteliğinde bir rejim kurmak. Putinci devlet aygıtı, gizli servislerin (KGB-FSB) adamları tarafından yozlaştırılıyor. Zaten Çeçenistan’dan Orta Asya’ya ve Suriye’ye kadar kendi yerel bölgesine müdahale etti. Uluslararası alanda ancak askeri yetenekleriyle, silah, petrol veya tarım ürünleri satışıyla var olabiliyor… Gücünü bildiğim ve mücadele etmeye devam ettiğim “bizim” emperyalizmlerimize karşı tam bir güvensizliğim var. Bir barış anlaşmasını müzakere etmek veya empoze etmek için asla onlara güvenmeyeceğim. Filistin’de Oslo Anlaşmalarının ne hale geldiğini görün! Yani benim için dayanışma hareketlerinin (ne olursa olsun) “güçlerin mantığına girmesi” söz konusu değil. Başta devletler ve hükümetler (Zelenskiy dahil) karşısında tam bağımsızlıklarını korumalılar. Tekrar ediyorum, hem Ukrayna solunun güçlerini hem de Rusya’daki savaş karşıtı solu dinliyoruz.  

Öte yandan ABD ve AB, Rusya’nın Ukrayna’daki savaşını ve artan uluslararası gerilimi yeniden silahlanma ve askeri harcamaların artırılmasına bahane olarak kullanıyor. “Yeni bir soğuk savaş”tan, hatta nükleer silah kullanımının dışlanmadığı bir dünya savaşı tehdidinden bahsedebilir miyiz? Bu yeniden silahlanma ve bu tehdit karşısında anti-kapitalist solun tutumu ne olmalıdır?  

ABD ve Avrupa Birliği’nin yeniden silahlanmasına ve askeri harcamalarını artırmasına karşıyım. Bununla birlikte konuyu genişletmemiz gerektiğini düşünüyorum. Çin’in (ve hatta Rusya’nın) birçok alanda inisiyatif sahibi olduğu yeni bir silahlanma yarışı sürüyor; mevcut füze kalkanlarını çalışmaz hale getirecek veya donanmanın bir uçak gemisini çok uzaklardan hedef almayı mümkün kılacak süpersonik silahlar da dahil. Bildiğim kadarıyla hiçbir şey gerçekten test edilmedi ve neyin doğru neyin bilim kurgu olduğunu bilmiyorum ama diğer yoldaşlar bu alanda kesinlikle benden daha bilgili. Ancak silahlanma yarışının kendisi büyük bir sorundur. Olağan nedenlerden dolayı (dünyanın militarizasyonu, askeri-endüstriyel kompleksin kamu bütçelerinden fahiş bir pay alması vb.), ama aynı zamanda sürmekte olan savaşlar çağının sonunu daha da acil hale getiren iklim krizi nedeniyle. Silah üretimi ve kullanımı, sera gazı emisyonlarının resmi hesaplamasına dahil edilmiyor. Gerçekliğin korkunç bir inkarı. Nükleer silah kullanma tehdidi Putin tarafından birkaç kez dile getirildi, ancak hiçbir etkisi olmadı (ondan açıklamalarıyla tutarlı olmasını istemiyorum). Nükleer savaş tehdidinin devam eden Ukrayna çatışmasının doğrudan bir sonucu olduğundan şüpheliyim (umarım yanılmıyorum), ancak yine de bunun (maalesef) gerçek bir sorun olduğunu düşünüyorum. Burada da konuyu genişleteceğim. Halihazırda dört adet yerelleştirilmiş nükleer “sıcak nokta” var. Biri Orta Doğu’da bulunuyor: İsrail. Üçü Avrasya’da: Ukrayna, Hindistan-Pakistan, Kore yarımadası. “Aktif” olan yalnızca sonuncusu. Kuzey Kore rejimi, ABD deniz havacılığının konuşlandığı ve yurtdışındaki en büyük ABD üsleri kompleksinin bulunduğu bir bölgede (Japonya’da, özellikle Okinawa adasında) periyodik olarak füze testleri yapıyor ve fırlatıyor. Joe Biden’ın halihazırda Ukrayna, Filistin ve Tayvan’la çok işi var ve dünyanın bu bölgesindeki (Çin de dahil) durum daha da kötüleşmeden iyi iş çıkarabilir; bu durum Trump’ın büyük ölçüde sorumlu olduğu bir durum, aynı zamanda da Kuzey Kore kalıtsal hanedanının son evladının da. Küçük sorun: Kuzey Kore nükleer füzesinin Güney’in başkenti Seul’e ulaşması yirmi dakika sürüyor. Bu koşullar altında nükleer silahları ilk kullanan taraf olmama taahhüdünün uygulanması zorlaşmaktadır. Fransa, kamuoyunu “taktik” bir nükleer bombanın olası kullanımına siyasi olarak hazırlayan ülkelerden biridir. Bu önemsizleştirme girişimine şiddetle karşı çıkmalıyız. Ne yazık ki, bir tür ulusal siyasi fikir birliği mevcut; bu, “bizim” nükleer cephaneliğimizi, sol kesim de dahil olmak üzere ve hatta onun kaldırılmasından yana olduğumuzda bile siyasi anlaşmalar yapmak için bir prensip meselesi haline getirmediğimiz anlamına geliyor. Yeniden silahlanma sorunu, yeni silahlanma yarışı ve nükleer enerji, sınırların her iki tarafındaki savaş karşıtı hareketlerin faaliyetlerinin mutlaka bir parçası olmalıdır. Dolayısıyla, 1947’de Hindistan’ın bölünmesine eşlik eden toplumlararası korkunç şiddete rağmen, Pakistan ve Hindistan solu silahsızlanma için ortak kampanya yürüttü. “Yeni bir soğuk savaş”tan bahsedebilir miyiz? O zamanlar bu formülü oldukça Avrupa merkezli buluyordum. Asya’da savaş çok şiddetliydi (ABD’nin Vietnam’daki gerilimi). Bugün Rusya’nın Ukrayna’daki savaşı sırasında ne söylenebilir? Basında, bir tartışmada kullanıldığını anlıyorum ama iki ana nedenden dolayı kullanmamamız gerektiğini düşünüyorum: • Analizi jeopolitiğe çok sınırlı bir yaklaşıma indirger. Savaş aslında büyük güçler arasında doğrudan bir çatışma olmadığı için “soğuk”. Bu engellemez ancak “sıcak” çatışmaların somut bir analizine katkıda bulunmaz. • Genel olarak tarihsel benzetmelere pek sıcak bakmıyorum: “…’de miyiz?”. Biz asla “içinde…” değiliz, şu andayız. Tarihin bugünü açıklamaya, bugünün de geçmişi yeniden ziyaret etmeye yardımcı olduğunu biliyorum, ancak “yeni soğuk savaş” ifadesi benim isteksizliğimi açıkça gösteriyor. “Birinci” Soğuk Savaş, “Batı bloğunu” “Doğu bloğu” ile karşı karşıya getirdi. O zamanlar Sovyet bloğu ve Çin’in kapitalist dünya pazarıyla yalnızca sınırlı ekonomik ilişkileri vardı. Devrimci dinamik devam etti (Vietnam…). Bugün kapitalist dünya pazarı evrenselleşmiştir. Küreselleşme oradan geçti. Çin onun temel direklerinden biri haline geldi. Amerika Birleşik Devletleri ve Batı Avrupa ülkeleri arasındaki ekonomik karşılıklı bağımlılık yakındır. Bu faktörü tamamen hesaba katmadan Çin-ABD çatışmasının karmaşıklığını anlayamayız. Dolayısıyla neden sonrasına eklemek için eski bir formüle başvuruyoruz: ama elbette her şey farklı. Yeni Soğuk Savaş temasının her iki taraftaki kampçılara da yakıştığını söyleyebilirim. Moskova ve Pekin’e desteklerini haklı çıkarmak isteyen kampçılara. Veya otokratlara karşı Demokrasi ve Batı Değerlerinden yana olmak isteyenlere. Bitirmek için küçük bir kontrpuan: Biden geçmişte kalmış bir adam. Çeşitli büyük krizler sayesinde nükleer tehditleri müzakere etmeyi öğrendi. Bu deneyim bugün hâlâ onun için yararlı olabilir.

İsrail Devleti’nin Gazze’de yürüttüğü imha savaşına gelince, bu savaşın sonuçları nelerdir? ABD, son zamanlarda BM Güvenlik Konseyi’nde çekimser kalmasına rağmen neden İsrail’i desteklemeye devam ediyor?     Bu savaşın bahsi nedir? Gazzelilerin hayatta kalması. Bu konularda (nüfusların yok edilmesi) uzman birinin bana çok adil gelen bir formülü vardı. “Yoğunluğu” bakımından bu kadar ciddi bir durumu hiç görmemişti. Diğer durumlarda çok sayıda insan öldü, ancak Gazze benzeri görülmemiş yoğunlukta çok yönlü bir saldırının altında küçük bir bölge. Bombalamalar dursa ve toplu yardım gelse bile ölümler zamanla devam edecek. Ölüm oranının çok yüksek olduğu çocuklardan başlayarak tüm nüfus, tekrarlanan travma sonrası stresle yaşayacak. Yetersiz beslenmenin kurbanı olan en gençlerin asla “normal” bir yaşam hakkı olmayacak. Diğer sorunlar arasında Filistinlilerin ordu ve paramiliter güçler tarafından desteklenen Yahudi üstünlüğü yanlısı yerleşimcilerin günlük şiddetine maruz kaldığı Batı Şeria’nın varlığı da yer alıyor. Hayatta kalan Gazzeliler Mısır üzerinden mi yoksa deniz yoluyla mı sürgüne zorlanacak? Hayatta kalan Batı Şerialı Filistinliler Ürdün’e sınır dışı edilecek mi? Büyük İsrail projesi başarılı olacak mı? Uzun sürede Filistin’in sömürgeleştirilmesini görebiliyoruz ama korkunç bir dönüm noktası yaşıyoruz. Netanyahu (sonu olmayan bir girişim olan Hamas’ın tamamen yok edilmesi dışında) savaş hedeflerini hiçbir zaman tanımlamadı. Özellikle de durum değişken olduğu için onun adına bunları tanımlamaya çalışmayacağım. 1 Nisan’da Şam’daki İran konsolosluğunun bombalanması, Netanyahu’nun Filistin sınırlarının ötesine yaptığı ani uçuşun bir örneğidir. Bu, diplomatik misyonları koruyan Viyana Sözleşmesinin açık bir ihlalidir. Saldırının hedefi orada bulunan üst düzey Hizbullah liderleriydi ama bu hiçbir şeyi “haklı çıkarmaz”. Diplomatik misyonlarda her zaman üst düzey subaylar da dahil olmak üzere tercih edilen “düşmanlar” vardır. İsrailliler bunu çok iyi biliyor; diplomat kılığına giren Mossad ajanları yabancı ülkelerde birden fazla kişiyi öldürmüş ya da kaçırmıştı. Bu bombalamanın daha fazla protestoya yol açmaması ilginç ve endişe verici. Tahran savaş istemiyor ama tepki vermek zorunda. Usturanın ucundayız. Joe Biden, Siyonizm ile samimi bir şekilde ve kendi yönetimindeki uzmanlara danışmadan İsrail hükümetine koşulsuz desteğini derhal garanti ederek kendi tuzağını kurdu ve bu ona bir dizi ses getiren istifaya yol açtı. Artık sürdürülemez olanı destekleyemez ancak İsrail’e silah ve mühimmat tedarikini de durduramaz. Yanılıyor olabilirim ama onun Arap dünyasındaki diplomatik temasını kaybettiği ve şu anda Trump’ın bir sonraki başkanlık seçimini kazanması durumunda Japonya ve Filipinler ile savunma anlaşmalarını korumakla meşgul olduğu izlenimine sahibim. İran, 13-14 Mart gecesi İsrail’e hava saldırısı düzenledi. İsrail sayımına göre 300’den fazla atış yapıldı: 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 110 balistik füze. Tahran, ABD tarafından onaylanan operasyonu duyurdu. Bu silahların İsrail’e ulaşması birkaç saat sürüyor, bu da yol boyunca birçoğunu vurmak için yeterli zaman bırakıyor. ABD, İngiltere, Fransa ve Ürdün katkıda bulundu. Yine de bir İsrail askeri üssü vuruldu. Bu operasyonun amacı açıkça siyasiydi, Şam’daki saldırıya tepki olarak yapılan bir uyarıydı. İran rejimi ilk kez İsrail’e bu şekilde doğrudan saldırıyordu. Tahran, en azından İsrail’in orada durması durumunda operasyonun devam etmeyeceğini duyurdu. İran’la karşı karşıya kalan Joe Biden hâlâ Batı ve Arap ülkeleri karşısında bir cepheyi harekete geçirebiliyor. İsrail’in koruyucularına bağımlılığı doğrulandı.  

Enternasyonalist dayanışmamız Filistin halkıyla nasıl bir rol oynamalı?

Her şeyden önce, çok geniş bir birliğin sağlanabileceği mutlak acil durum: derhal ateşkes, Gazze Şeridi’ne giden tüm erişim yollarından büyük miktarda yardımın girmesi, konvoyların ve insani yardım çalışanlarının korunması (birçoğu öldürüldü), Rolü vazgeçilmez olan, UNRWA misyonunun yeniden başlaması. Batı Şeria’daki sömürgeciliğin sona ermesi ve mülksüzleştirilmiş Filistinlilerin haklarının restorasyonu, İsrailli rehinelerin ve Filistinli siyasi mahkumların serbest bırakılması… Filistinlilerin silahlı direniş de dahil olmak üzere direniş hakkını “ama”sız savunuyoruz; ancak bu, pek çok bağımsız kaynağın da doğruladığı gibi, ne Hamas’a siyasi destek anlamına geliyor ne de 7 Ekim’de savaş suçlarının işlendiğini inkar ediyor. Bu kaynaklar arasında İnsan Hakları için Doktorlar-İsrail derneği (PHRI); İsrail’in korumayı reddettiği, ancak Hamas’ın defalarca saldırılarına maruz kalan Negev’deki Bedevi köylüler; hayatlarını Filistinlilerin haklarını savunmaya adayan İsrailli aktivistler… Hamas bugün Filistin direnişinin ana askeri bileşenidir, ancak özgürleştirici bir proje taşıyor mu? Desteklediğimiz kurtuluş mücadelesine katılan hareketleri her zaman analiz ettik. Bugün neden farklı olsun ki? Enternasyonalistler olarak bizim rolümüz aynı zamanda, ne kadar zayıf olursa olsun, mevcut görevler ile özgürleştirici bir gelecek arasına bir çizgi çekmektir. Denizle nehir arasındaki bu tarihi topraklarda yaşayanların bir arada yaşayabileceği bir Filistin ilkesini savunuyoruz (Filistinli mültecilerin geri dönüşü de dahil). Bu, bölgede derin bir toplumsal çalkantı olmadan gerçekleşmeyecek, ancak bugün Yahudi ve Arap/Filistinli olmak üzere birlikte hareket eden örgütleri her şeye rağmen destekleyerek bu perspektife somutluk kazandırabiliriz. Mevcut bağlamda bu Yahudi-Arap dayanışmasını sürdürmeye devam etmek için herkes büyük riskler alıyor. Onlara dayanışma borçluyuz. Yahudi-Arap dayanışması aynı zamanda uluslararası seferberliğin gelişmesinin de anahtarlarından biridir, özellikle de Barış için Yahudi Sesi hareketinin İsrail yanlısı lobilerin propagandasına karşı koymada ve itiraz alanı açmada çok önemli bir rol oynadığı ABD’de.

Çin’in dış politika stratejisini ve Tayvan’la çatışmasını nasıl analiz ediyorsunuz?

Bence Xi Jinping’in önceliği, Çin’in küresel genişlemesi ve konsolidasyonu, ikili sivil ve askeri kullanım için yüksek teknolojiler alanında ABD ile rekabet ve önemli diplomatik ittifaklar arayışı (ABD’nin karşısında Aşil topuğu), bu stratejik aşamada değerlendirilen bölgelerde (Güney Pasifik gibi) kendi nüfuz bölgelerinin geliştirilmesi, askeri havacılık ve uzayın güçlendirilmesi veya gözetleme ve dezenformasyon. Tayvan’ın işgali gündemde olmayacaktır. Çin’in genişleme yolları öncekilerden farklı. Zaman değişti. Pekin’in yalnızca Cibuti’de büyük bir geleneksel askeri üssü var. Ancak giderek artan sayıda ülkeyle limanlarına erişim sağlamak için anlaşmalar imzalanıyor. Daha da iyisi, onu tamamen veya kısmen ele geçirir ve bu da ona sivil ve askeri ikili kullanım için geniş bir deniz bağlantı noktaları ağı sağlar. Yurt dışındaki Çin şirketlerinin güvenlik hizmetleri ordu tarafından sağlanıyor ve bu da ordunun bilgi almasına ve temas kurmasına olanak sağlıyor. Çin politikası emperyalist karakterdedir ve bunun aksinin nasıl olabileceğini anlamak zordur. Her büyük kapitalist güç, yatırımlarının ve iletişimlerinin güvenliğini ve taahhütlerinin siyasi ve mali karlılığını garanti etmelidir. Pekin, komşu ülkelerin deniz haklarını dikkate almadan militarize ettiği, büyük bir uluslararası geçiş bölgesi olan Güney Çin Denizi’nin tamamı üzerinde egemenliğini ilan etti. Balıkçılık kaynaklarına el koyuyor ve deniz tabanını araştırıyor. Otoriter bir rejim, mümkün olduğunu düşündüğü her yerde otoriter yöntemleri kullanır. Elbette sözde demokratik emperyalist rejim de aynısını yapabilir…  

Suriye, Yemen, Sudan ve Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ndeki savaş durumlarının uzamasının yanı sıra, Burma’da da Batı’da çok az konuşulan bir savaş var. Bu çatışmanın şu andaki durumu hakkında yorum yapabilir misiniz? Sudan’la ilgili birkaç söz. Bu ülkede, son derece zor koşullar altında, daha iyi bilinmeyi (ve desteklenmeyi) hak eden zengin bir taban halk direnişi deneyimi var. Burma ders kitabı vakasıydı. Ordu, 1 Şubat 2021’deki darbe sırasında iktidarda hakimiyetini sağladı. Ertesi gün ülke, yaygın bir iş bırakma ve büyük bir sivil itaatsizlik hareketi şeklinde muhalefete girdi. Darbe başarısız oldu, ancak acil uluslararası destek sağlanamadığı için ordu püskürtülemedi. Ordu, acımasız baskı yoluyla inisiyatifi yavaş yavaş yeniden ele geçirmeyi başardı. Merkez bölgede başlangıçta barışçıl halk direnişi yer altına inmek, ardından silahlı direnişe geçmek zorundaydı. Ülkenin dağlık çevre eyaletlerinde faaliyet gösteren silahlı etnik hareketlerin desteğini aradı. Burma’da yaşananlardan daha geniş bir sivil direniş hareketi hayal etmek zor; ancak silahlı mücadeleye giriş, meşruiyeti meşru müdafaa kanıtlarına dayandırılan hayati bir zorunluluk olarak ortaya çıktı. Bu, onun bu çetin sınavdan geçmesine ve yavaş yavaş bağımsız gerillalar şeklinde örgütlenmesine ya da ordu tarafından feshedilen ve (nihayet) etnik azınlıklara açık olan parlamentonun bir ifadesi olan Ulusal Birlik Hükümeti’ne bağlı olarak örgütlenmesine olanak sağladı. Çatışma son derece sert biçimlere büründü; ordu özellikle havacılık üzerinde tekel sahibi oldu. Aynı zamanda karmaşıktı; her etnik devletin kendine has özellikleri ve siyasi tercihleri ​​vardı. Ancak cunta yavaş yavaş kontrolü kaybetti. Çin (bir sınır ülkesi) ve Rusya’nın desteğine sahipti, ancak Pekin’e yatırımlarının güvenliğini ve Hint Okyanusu’na erişim sağlayan bir liman inşasını garanti etme konusunda yetersiz kaldı. Uluslararası izolasyonu derinleşti ve ASEAN müttefikleri bölündü. Bugün ordu birçok bölgede güç kaybediyor ve cuntaya karşı muhalefet cephesi genişledi. Burma çok zengin bir tarihe sahip ama ne yazık ki Batı’da çok az tanınan bir ülke.  

Sonuç olarak, ekonomik krizin ağırlaşması ve hem uluslararası hem de bölgesel düzeyde çatışmaların artması, uluslararası bağlamda enternasyonalist dayanışma politikalarının yeniden düşünülmesini gerektiren bir dönüm noktasına işaret ediyor gibi görünüyor. 21. yüzyılda uluslararası çatışmaların evrimine uygun bir enternasyonalizm inşa etmenin yolları nelerdir?

Ana çizginin “kampçılık” ile enternasyonalizm arasındaki karşıtlık olduğu derin bir yeniden yapılanma var. Analizlerde pek çok farklılığımız olabilir ancak asıl soru, tüm mağdur topluluklarını savunup savunmadığımızdır. Her güç kendine uygun kurbanları seçer, diğerlerini ise terk eder. Biz bu tür bir mantığa girmeyi reddediyoruz. Paris ne düşünürse düşünsün Kanaky’deki Kanakların haklarını savunuyoruz, Suriyeliler ve Suriye halkı Esad klanının amansız diktatörlüğüyle, Ukraynalılar Rus ateşi altında, Filistinliler ABD bombalarının altında, Porto Rikolular ABD sömürge düzeni altında, Burma halkı cunta Çin tarafından desteklenirken ezilmekte, Haitililer’in koruma ve sığınma talepleri “uluslararası toplum tarafından” reddedilmekte. Jeopolitik kaygılar adına mağdurları terk etmiyoruz. Onların geleceklerine özgürce karar verme haklarını ve sorun buysa kendi kaderlerini tayin etme haklarını destekliyoruz. Dünyanın her yerinde “ana düşman” mantığını reddeden ilerici hareketlerin içinde buluyoruz kendimizi. Biz ister Japon-Batı, ister Rus, ister Çin olsun hiçbir büyük gücün kampında değiliz. İşgal, Filistin’de olduğu gibi Ukrayna’da da suçtur. Dünyanın militarizasyonuyla karşı karşıya kaldığımızda küresel bir savaş karşıtı harekete ihtiyacımız var. Söylemesi kolay ama yapması çok zor. Bunu yapmak için yerel sınır ötesi dayanışmaya (Ukrayna-Rusya, Hindistan-Pakistan) güvenebilir miyiz? Yoksa Filistin’le olan muazzam dayanışma hareketine mi? Nepal’de yeni tanıştığınız gibi sosyal forumlarda mı? Aynı zamanda iklim meselesini savaş karşıtı hareketler sorununa da entegre etmeliyiz ve buna karşılık militan çevre hareketleri de, henüz bunu yapmamışlarsa, savaş karşıtı boyutu kendi mücadelelerine entegre etmekten fayda görebilirler. Aynı şey nükleer silahlar için de geçerli. Bana öyle geliyor ki Greta Thunberg’in kişiliği “çoklu kriz”in şiddetiyle karşı karşıya kalan genç nesillerin potansiyelini bünyesinde barındırıyor. Ancak taahhütleri, kesinlikle eksik olmadığı azim ve zaman içinde harekete geçme becerisi gerektiriyor ki bu da kolay değil. Benim aktivist kuşağım 1960’ların radikalizmi ve Fransa’daki bizler için 68 Mayıs’ın kuruluş deneyimi sayesinde yörüngeye fırlatılmıştı. Oldukça büyük bir dürtü. Peki ya bugün ?     15 Nisan 2024-06-22 Görüşme Jaime Pastor   Pierre Rousset Yeni Anti Kapitalist Parti üyesi ve IV. Enternasyonal’in yöneticilerinden. Amsterdam’daki  IIRE-IIRF Enstitüsünün kurucu v eyöneticilerinden.

1970’li yıllarda karanfiller ülkesinde yaşayan genç bir enternasyonalist: Christian Tresso

 Kişisel ve politik nedenlerle 1974-75 yıllarını devrimci Portekiz’de geçiren bir militanın anılarını yayınlıyoruz.  

***

Devrimci bir militan olmak 68 Mayıs-Haziran barikatlarına katılacak yaşta olmayan gençlerin henüz ergenlik çağındayken devrimci mücadeleye katılmaya karar vermesi alışılmadık bir durum değildi. Bu nedenle benim durumum istisnai bir durum değildi. Bir anarşist sempatizanı olarak CRS’den (çevik kuvvet ç.) “FNL kazanacak! » (Vietnam Ulusal Kurtuluş Cephesi) ve “Vietnam’da Barış!” değil » Kasım 1969’da Vietnam halkının mücadelesiyle dayanışma amacıyla yasaklanan bir gösteri sırasında ilk cop darbelerimi almıştım. 1970 yılında Ligue Communiste’e katılmaya karar verdiğimde 15 yaşındaydım. Aktivizmim, B52’lerin attığı bombaların altında ezilen Çinhindi halklarının kahramanca direnişiyle, Latin Amerika’daki cesur mücadelelerle, dayanılmaz Pompidou düzenine karşı mücadeleyle beslendi. 1973 yılı, orduya katılmanın ertelenmesini ortadan kaldıran Debré Yasasına karşı muazzam lise seferberliklerinin yılıydı (22 Mart 1973’te Paris’te 200.000 gösterici ve 2 Nisan’da 200.000’i Paris’te olmak üzere 236 şehirde 500.000’den fazla genç yürüdü).  İşte o yıl lisans eğitimimin ardından sosyoloji ve siyaset bilimi eğitimime yaşadığım taşra kasabasında devam etmeye karar verdim.

Ancak 1973 yılı aynı zamanda Şili’de yaşanan korkunç trajedinin ve Halkın Birliği umutlarının kanlı bir şekilde yıkıldığı yıldı. Hayatın tesadüfleri  beni, partnerim olan Portekizli genç bir kadın da dahil olmak üzere diğer öğrencilerle birlikte bir evde  yaşamaya zorladı. Anti-faşist muhalefette yer alan bir avukatın kızıydı. 1964’teki Brezilya askeri darbesinin sonuçlarından kaçmak için ailesiyle birlikte 1959’dan beri Brezilya’da, 1965’ten beri de Cezayir’de yaşıyordu. Çoğu zaman hayal bile edemediğimiz bir şekilde Portekiz’e bir geziden konuşuyorduk.. Diktatörlük 48 yıldır yürürlükteydi. Ancak 16 Mart 1974’te ordu birlikleri Lizbon’a doğru ilerledi. Başarısız olurlar ve 200 asker tutuklanır. Bu, rejimin zayıflığının çok açık bir göstergesiydi… Bir buçuk ay sonra, 25 Nisan’da Silahlı Kuvvetler Hareketi askerleri, Avrupa topraklarındaki en eski diktatörlüğe son verdi. Birkaç gün sonra Lizbon’daydık ve partnerimin babası Manuel Sertório ile tanıştık; bu anti-faşist savaşçı, büyük bir dürüstlüğe ve örnek teşkil edecek bir inanç gücüne sahipti ve beni dostluğuyla onurlandırmıştı.  

Bedeli ağır bir şekilde kazanılmış özgürlüğün esintisi

2024’te, Lizbon’un 50 yıl önceki atmosferini anlatmak oldukça zor! Karanfillerle süslenmiş tüfeklerini sallayan askerlerin görüntüleri, yüzbinlerce insanın gösterilerde sevinç duyması. Şili trajedisinden yedi ay sonra büyük bir kalabalığın sosyalizm ve özgürlük çağrısıyla büyük bir sevinçle yürüdüğünü unutmamalıyız. Baskı güçlerinin ortadan kalkması karşısında duyulan inanılmaz özgürlük hissi. Artık polis yok, ceza da yok. Devrim dönemlerinde zihniyetlerin değişme hızı etkileyicidir. Bu heyecan verici ortamda, 1974 yılının Temmuz ayının başında gerzçekleştirdiğimiz, bu devrimci sürece katılmak için Lizbon’a gelip yerleşmeye karar verdik. Bu güzel şehir bayramdaydı. Baskı, korku, keyfilik ve neredeyse yarım asırlık dayanılmaz diktatörlük artık geride kalmıştı. Her yerde siyasi tartışmalar, meydanlarda konuşmalar, her şeyin çok hızlı gerçekleştiği izlenimi veriyordu. 1961’den bu yana süren sömürge savaşlarına bir son verilmesini hayal etmek nihayet mümkün oldu. Sansürün olmadığı, sendikaların, partilerin, gazetelerin inşasını öngören uğursuz siyasi polis PIDE’nin işkencecilerinin olmadığı bir gelecek hayal ediliyordu. Mantık bana IV. Enternasyonal’in Portekiz bölümü olan LCI’ya (Liga Comunista Internacionalista) katılmamı emretti.

Aralık 1973’te kurulmuş küçük bir organizasyondu. En tanınmış kişisi doktor João Cabral Fernandes’ti (1946 -). Tanınmış bir entelektüel olacak genç Francisco Louça’nın (1956-) canlı zekasından ve karizmasından çok etkilendim. “Tarih boynumuzu ısırıyordu” ve hiçbir şey iyimserliğimizi azaltacak gibi görünmüyordu. Polis ve jandarma görünmezdi ve silahlı askerlerin halkla dostluk kurması heyecan vericiydi. Sokaktaki sürekli tartışmaların görüntüsü rahatlatıcı olsa da, MRPP’nin (Proletarya Partisinin Yeniden Örgütlenmesi Hareketi) Maoistlerinin inanılmaz propaganda kapasitesinin hemen ilgimi çektiğini itiraf etmeliyim. PCP’yi (sosyal faşizm) ve Sovyetler Birliği’ni (sosyal emperyalizm) ana düşmanlar olarak suçlayan çok renkli posterlerin ve şehrin her yerindeki büyük boy afişlerin (sadece Lizbon’u tanıyordum) sefahati, bu örgütün önemli mali kaynaklara sahip olduğu anlamına geliyordu. Küçük LCI büyük bir tesis edinmeyi başarmıştı! Aşırı sol örgütler, sürgüne gitmekte acele eden diktatörlük sempatizanlarının terk ettiği evleri ve binaları “kamulaştırdı”. Şehir merkezinde, Rua de Palma 268 numarada bulunan, iki palmiye ağacıyla çevrili, dört katlı güzel bir evdi. Sahibinin, 1936’da kurulan faşist bir örgüt olan Portekiz Lejyonunun bir üyesi olduğu ve kaçtığı yönünde söylentiler vardı. Portekiz Lejyonu, Estado Novo‘nun ideolojisine göre amacı “manevi mirası savunmak” ve “komünist ve anarşist tehdide karşı savaşmak” olan, İçişleri ve Savaş Bakanlıklarının yetkisi altındaki bir milis gücüydü. İkinci Dünya Savaşı sırasında Portekiz Lejyonu, Hitler’in Avrupa hakkındaki fikirlerini açıkça savunan tek Portekiz örgütüydü. Aktivistlerin yardımıyla örgütün yeni genel merkezi, broşür basımına ayrılmış bir odayla yeniden düzenlendi.  

Dünyanın merkezi Lizbon

1974-75 yılında üniversiteye kayıt yaptıramayacağımızı çok çabuk anladık. Devrimin hızla zafere ulaşacağına ve zaferden önce ve sonra çok meşgul olacağımıza inandığımız için çok fazla hayal kırıklığına uğramadık! Sorun açıkça militan faaliyete ek olarak bir miktar kazanç getiren faaliyete sahip olma konusunda ortaya çıktı. Bu yüzden Agence France Presse’e iş için başvurdum (hiçbir vasfım olmadığı göz önüne alındığında, bu çok mütevazı olabilirdi). Yine de şehri iyi bildiğim ve Portekizce’yi akıcı konuştuğum için çok iyi karşılandım. Lizbon, her milletten çok sayıda gazetecinin varış noktası haline gelmişti ve AFP, gelen Fransızca konuşan gazetecilere yardım etmek zorundaydı. İşte bu şekilde o zamanlar var olmayan bir terim olan “mihmandar” oldum. Prosedür çok basitti. AFP gerektiğinde beni aradı ve ben de yeni gelen bir gazeteciye eşlik etmek zorunda kaldım. Bana, günü birlikte geçirdiğim ve yemek yediğim gazeteciden para ödeniyordu. O dönemde tanıştığım tüm gazeteciler ideal bir konuma sahip kaliteli bir otel olan Hotel Mundial’de kalıyordu. Gazeteci, diplomat ya da siyasi lider iseniz olmanız gereken yer burasıydı. Büyük saflığımla Mundial Oteli ile Saygon’daki Continental Oteli’ni karşılaştırmadan edemedim! (Vietnamlı devrimciler, benim 30 Nisan 1975’te sevinçle kutlayacağım zaferlerini henüz elde etmemişlerdi…). Açıkçası “mihmandar” olacağım karakterleri seçecek halim yoktu. Yarım asır sonra anılarım elbette silikleşti… Yine de Le Monde’un özel muhabiri ve Ligue communiste liderlerinden Gérard Filoche’nin arkadaşı Dominique Pouchin ve ayrıca özgeçmişinde 1951’de faşist süreli yayın Rivarol ile işbirliğini içeren yazar Gérard de Villiers gibi birbirine çok zıt isimleri hatırlıyorum. Cezayir Savaşı sırasında subay ve ardından kıdemli muhabir olarak görev yaptıktan sonra, ırkçı, kadın düşmanı ve faşist düzyazısını damıtmayı başardığı SAS romanlarının başarılı yazarı oldu. Hotel Mundial, İtalyan Komünist Partisi muhalifi Rossana Rossanda, Corriere della Sera’dan gazeteci Bernardo Valli ve aynı zamanda arkadaş olduğum Jean-Marie Simonet gibi fotoğrafçılarla da tanışma fırsatı bulduğum yerdi. Her halükarda, Portekiz’deki küçük bir Troçkist örgütte tabandan aktivist olan, üniversite eğitimi almamış 19 yaşındaki genç bir adamın kendisini bu yerde ve bu insanlara bulması çok ironikti. Portekiz devriminin etkisi dünya çapındaydı. Bu sürecin sempatizanları, ordunun bir kısmının işçi hareketinin yanında yer alması nedeniyle olağan kuralların dışında kalan bu seferberliği ve bu radikalleşmeyi gözlemlemek için Lizbon’da bir araya geldi. Açıkçası tüm uluslararası siyasi örgütler bu olguyu anlamak istiyordu. Heyetler gelmeye devam ediyordu. Dolayısıyla ben aynı zamanda bu geziye katılan Dördüncü Enternasyonal’in liderlerinin “mihmandarı” olacaktım.

25 Mayıs 1974’te, Ernest Mandel’in konuştuğu aşırı solun birleşik mitingine 2.500 coşkulu katılımcı katıldı. Konuşmasının tamamı Lizbon’un demokratik basında yayınlandı. Bu vesileyle Pierre Franck, Alain Krivine, Ernest Mandel, Daniel Bensaïd gibi liderlerle vakit geçirip konuşma fırsatı buldum. Pierre Franck’ın bana Fransa’daki faşistlerin zayıflığını Kurtuluş’un gücüyle açıkladığını veya Bensaïd’in bana devrimci bir örgütün gazetecilere ve avukatlara karşı dikkatli olması ve yönetim pozisyonlarına erişimlerini engellemesi gerektiğini söylediği çok dostane, gayri resmi sohbetleri hatırlıyorum. Bu görüşmeler sırasında beni etkileyen şey, bu liderlerin sempatisi, kibirden yoksun olmaları, yardımseverlikleri, muhataplarına bu kadar rahat hitap etmeleriydi. Bu ilişkilerin o zamanın en sol kanadında ne kadar istisnai olduğunu bugün daha iyi anlıyorum; O zamandan beri bana Nahuel Moreno ya da Pierre Lambert gibi karakterlerin kırılgan ve otoriter karakterini anlatan yoldaşlarla sohbet etme fırsatım oldu. Dördüncü Enternasyonal, Charles Michaloux’yu kalıcı olarak Lizbon’a göndermeye karar verdi. Onun kaldığı süre boyunca gazetecilerle olan faaliyetlerim dışında zamanımın çoğunu onunla toplantılarda, seferberliklerde, çevirilerde vb. çalışarak geçirdim.  

Devrim büyüyor ve kutuplaşıyor

11 Mart 1975’te örgüt binasına doğru gidiyordum ki, gökyüzünde savaş uçakları gördüm ve çok hızlı bir şekilde herkes darbeden bahsediyordu. Bir darbenin güpegündüz başlamasına duyduğum şaşkınlığı hatırlıyorum(!) ama hemen Paris’teki “Rouge” gazetesine telefon ettim. Radikalleşmenin arttığı, işçi denetiminin arttığı bir dönemde bu girişime tepki gösterilmesini de tuhaf buldum. 12 Mart itibarıyla Ulusal Kurtuluş Cuntası ve Danıştay’ın yerine Devrim Konseyi kuruldu. Hükümet, geniş bir kamulaştırma programı da dahil olmak üzere açık bir şekilde sola yöneldi. Yüzde 91,7 gibi rekor bir katılım oranıyla 25 Nisan’da yapılan Kurucu Meclis seçimlerinde oyların yüzde 37,9’u PS’ye, yüzde 26,4’ü PPD’ye (sağ parti, mevcut PSD), yüzde 12,5’i PCP’ye verildi. . República gazetesi olayı işte bu bağlamda patlak verdi. 19 Mayıs 1975’te, gazetenin işçileri ve matbaacıları genel merkezi işgal ettiler ve gazetenin PS’den farklı görüşleri sansürlediğini öne sürerek, gazetenin müdürü Raul Rego’nun yanı sıra çoğu sosyalist olan gazetecilerin büyükkısmını görevden aldılar. Portekiz PS’sinin lideri Mário Soares bu olayı kınadı ve PCP’yi Basın Özgürlüğü Yasasına veya siyasi çoğulculuğa saygı göstermemekle suçladı. Aynı akşam sosyalistler tarafından gazete binası önünde büyük bir gösteri düzenlendi. Askeri güçler binayı boşaltıp mühürledi. Mário Soares, işi François Mitterrand’ın desteğini aldığı Fransa’ya ihraç etti. Göstericilerle çevrili República genel merkezi önünde yaptığım gezilerden birinde, tarif edilemez Gérard de Villiers’e eşlik ederken, fotoğrafçı Jean-Marie Simonet’yi buldum. Diyalogumuz bir göstericiyle bir yanlış anlaşılmaya yol açtı ve bu durum, orada bulunan üç Fransız’ı sevinçle linç etmeye hazırlanan kalabalığın içinde bir hareketlenmeyle sonuçlandı. Gérard de Villiers’in kiraladığı Austin Cooper’da düzeni sağlayan askerlerin (coşkusuz) koruması altında kaçırıldık. Arabanın tavanına yağan yumruk yağmuru altında, korkudan çürümüş, korkusuz ve vicdansız kahramanının şerefine casus romanları yazan ürkek yazara baktım. Bunun coşkulu bir vizyon olduğunu kabul ediyorum. 19 yaşındayken insan ciddi olamıyor! República olayının ve siyasi olayların değişmesinin ardından, Portekiz Sosyalist Partisi ülkedeki büyük gösterilerin kökenindeydi. 1975 yazına, özellikle Portekiz’in kuzeyinde güçlü gerilimler damgasını vurdu. Bu dönem “Verão Quente” (“sıcak yaz”) olarak tanımlanacak.

Daha sonra ülkede bir anti-komünist şiddet dalgası patlak verdi. Portekiz Komünist Partisi’nin Rio Maior kasabasındaki genel merkezi 13 Temmuz’da arandı ve yakıldı. Takip eden haftalarda birçok Parti merkezi yıkıldı. 1975 yazı, Portekiz devrim sürecinin en çalkantılı ve şiddetli dönemlerinden birine işaret ediyordu. Öte yandan fabrika, ev ve büyük tarımsal mülklerdeki işgaller yoğunlaştı. Ülke, köylülerin toprak sahiplerine karşı mücadele ettiği Güney, Alentejo ile geleneksel elitlerin ve Katolik Kilisesi’nin derinden etkilediği, devrime karşı duran küçük çiftçilerin yaşadığı Kuzey arasında açıkça ikiye bölünmüştü. Dominique Pouchin’e Portekiz’in kuzeyine kadar eşlik ettim ve gericiliğin gücünden, kararlılığından, Kilise’nin yoksul ama şiddetle anti-komünist olan köylüler üzerindeki nüfuzundan etkilendim. Sosyalist Parti, Komünist Parti ile karşı karşıya geldiğinde, piskoposluk ve diğer gerici güçlerle ittifak kurmaktan çekinmiyordu. Lizbon’a geldiğimden beri Manuel Sertório ile siyasi sohbetlerim günlüktü. Tüm siyasi veya diplomatik görev tekliflerini reddetmişti. Bordigist tezlerden güçlü bir şekilde etkilenmişti ancak Troçkistlerle tartışmayı kabul etti. Ayrıca, özellikle proleter devrimin zafer olasılığı konusunda pek iyimser olmadığı için, bizim “notumuzun düşmesinden” ve üniversite eğitimimizin olmamasından da çok endişeliydi. İşte bu bağlamda Ağustos 1975’te Fransa’ya dönmeye karar verdik. Üç ay sonra, 25 Kasım’da bir darbe, 25 Nisan’da açılan umutların ölüm çanını çaldı.  

Çeviri: İmdat Freni

Kaynak: https://www.contretemps.eu/temoignage-jeune-internationaliste-portugal-revolution/

Şili’den Nikaragua’ya, 21. yüzyılın devriminin yollarını keşfetmek – Daniel Bensaïd ve Stathis Kouvélakis

Okurlarımıza Daniel Bensaid ile 2007-2008 yıllarında yapılan bir söyleşinin transkriptini ve ardından aynı yazarın Şili’deki Halk Birliği deneyimine (1970-1973) ve sosyalizme kurumsal ve aşamalı bir yoldan ulaşma girişimini sona erdiren darbeye odaklanan bir metnini sunuyoruz. Yazı boyunca Daniel Bensaid, 21. yüzyılda herhangi bir sosyalist devrimin karşı karşıya olduğu bazı önemli stratejik soruları ele alıyor. Bu iki metinden önce Stathis Kouvélakis’in bir giriş yazısı yer alıyor. 

Daniel Bensaïd 2007 ve 2008 yılları arasında Fréquence Paris Plurielle radyosunda bir düzine röportaj verdi. Bu söyleşiler, işçi hareketinden simalarla ya da “kısa yirminci yüzyıl”daki kilit olaylarla ilişkilendirilen 12 tarih etrafında düzenlenmiştir: Ekim Devrimi, İspanya İç Savaşı, İkinci Dünya Savaşı, sömürgecilik karşıtı mücadeleler, Küba 1959, Lumumba suikastı, Mayıs 1968, Şili 1973, Mayıs 1981, Berlin Duvarı’nın yıkılışı, vb. çevrimiçi mevcut ses formatında. Deşifre edilmiş bir versiyonu 2020 yılında Editions du Croquant tarafından Fragments radiophoniques başlığı altında yayımlanmıştır. 20. yüzyılı sorgulamak için 12 röportaj .

Bu, 20. yüzyılın ikinci yarısında Latin Amerika’daki devrimci döngünün sonunu belirleyen Şili ve Nikaragua devrim deneyimlerine ayrılmış röportajın transkriptidir. Bunu, Daniel Bensaïd’in Şili’nin yenilgisini “gerçekçi” bir şekilde yorumlayan ve uzlaşma yolunda daha da ileri gidilmesinin daha iyi olacağını savunan solcularla polemiğe girdiği, 11 Eylül 1973 darbesinin otuzuncu yıldönümü vesilesiyle yazılmış daha önceki bir makale takip ediyor. Dahası aynı kişiler, trajik sonuçtan kısmen de olsa Şili solunun en radikal kesimlerini, özellikle de MIR’i sorumlu tutmaktan çekinmiyorlar. Basit bir tarihsel tartışma olmaktan uzak olan bu değerlendirmeler, Bensaïd’in de işaret ettiği gibi, nihayetinde yazarlarının 2000’li yıllarda Latin Amerika ve Avrupa’daki merkez sol (veya ılımlı sol) hükümetler tarafından izlenen sosyal-liberal politikalara verdikleri desteği haklı çıkarmayı amaçlamaktadır.

Daniel Bensaïd’in bu iki metninin karşılaştırmalı bir okuması, kendi ilgi alanlarının yanı sıra, yazarın kaygılarının merkezinde yer alan devrimci strateji sorunlarına ilişkin düşüncelerinde bir evrim olduğunu göstermesi bakımından daha da ufuk açıcıdır. Bu evrim, Latin Amerika ve Avrupa’daki konjonktürle ve radikal sol örgütlerde ve kendi siyasi akımında meydana gelen yeniden yapılanmalarla yakından bağlantılıdır. Dağılma sürecindeki bir devlet otoritesinin yerini sovyetlerin aldığı Rus Devrimi’nin klasik şemasından esinlenen “ikili iktidar” ve silahlı kuvvetlerden gelen karşı-devrimci girişimlere verilen yanıt türüyle başlayalım. İlk metinde Bensaïd, düşmana taviz verme mantığının acı verici başarısızlığının altını çizdikten sonra, geriye dönüp baktığında “stratejik hatanın tankazoya (Haziran 1973’teki başarısız darbe) ayaklanmacı, toplumsal ve silahlı bir karşı saldırıyla yanıt vermeye çalışmamak olduğunu” düşünen MIR lideri Andrès Pascal’ın tutumunu onaylayarak aktarıyor. 

Bu pozisyon, Kerenski’nin geçici hükümetini devirmeye çalışan Çarlık generali Kornilov’a yapılan atfın da gösterdiği gibi (ayrıca alıntı yapılmıştır), Ekim 1917 tipi bir durumu da yansıtmaktadır. Aslında devrimci süreci yeniden başlatan ve Ekim taarruzunun yolunu açan, bu darbe girişimine karşı halkın verdiği muzaffer tepkiydi. Bu açıdan bakıldığında Daniel Bensaïd, Halk Birliği Şili’sinde “sanayi kordonlarının ve komandoların merkezileştirilmesi ile Conception Halk Meclisi gibi geniş demokratik deneyimlerden” doğabilecek ve doğru strateji uygulandığında daha önce bahsedilen “ayaklanmacı ve silahlı karşı saldırıyı” başlatmaya hizmet edebilecek bir “ikili iktidar” sorununu da açık bırakmaktadır. 2007 yılındaki mülakatta soru kısmen yeni terimlerle sunulmuştur. “İster Haziran’da ister Eylül’de olsun, darbeye genel grevle, ordunun silahsızlandırılmasıyla, fiilen ayaklanmayla yanıt vermek için başka bir senaryodan” söz etti. Ancak bu kez Allende esas olarak darbe başlar başlamaz genel grev gibi daha aktif direniş biçimleri için çağrıda bulunmadığı için eleştiriliyordu. Bensaïd ayrıca böyle bir sivil direniş biçiminin bile “belki de mümkün olmadığını” ve “askeri olarak hazırlıklı olması gereken MIR gibi bir örgütün bile darbe tarafından gafil avlandığını” kabul etmektedir. 

Gerçekte bu değişim, sandıkla seçilen ancak Halk Birliği gibi toplumsal dönüşümün yolunu açan bir değişim programını uygulamayı öneren sol hükümetlerin kurulması sorunuyla ilgili olan bir başka değişimle bağlantılıdır. 2007 tarihli metinde, Daniel Bensaïd’in, Allende’nin görev süresine damgasını vuran egemen sınıflara verdiği tavizlere rağmen onu “reformist” olarak nitelendirmekteki isteksizliğine dikkat çekiyoruz. Ayrıca, 1973 Haziran’ındaki başarısız darbe (tankazo) ile devrimci süreci savunmak ve yeniden başlatmak için son şans olan 11 Eylül’deki başarılı darbe arasındaki belirleyici dönemde MIR’in Halk Birliği hükümetine katılımının hangi koşullar altında öngörülebileceğini de tartışıyoruz. Bu mülakatla aynı zamandaki bir metinde “birleşik cephe” ve “işçi hükümeti” tartışmalarından yola çıkan Bensaïd, iktidara erişim stratejileri ve bunlara karşılık gelen demokrasi biçimleri sorununa daha sistematik bir şekilde geri döndü.[1]. “Yüz yılı aşkın bir parlamenter geleneğe sahip olan ve genel oy ilkesinin sağlam bir şekilde yerleştiği ülkelerde, devrimci bir sürecin “aşağıdan sosyalizme” üstünlük sağlayan, ancak temsili biçimlere müdahale eden bir meşruiyet transferinden başka bir şey olarak düşünülemeyeceği oldukça açıktır” diye yazmaktadır. Ayrıca “pratikte, örneğin Nikaragua devriminde bu noktada evrim geçirdiğimizi” de kabul etmektedir.

Devrimci örgütlerin “geçiş dönemi perspektifinde bir hükümet koalisyonuna” katılımı sorununu, son deneyimler (Fransa, Latin Amerika) ve özellikle Brezilya örneği ışığında yeniden okuyarak bu konumdan inceliyor. Brezilya’da Lula’nın 2002’deki zaferinin ardından, IV. Enternasyonal’e bağlı olan ve İşçi Partisi içinde önemli mevkilerde bulunan Demokrasi ve Sosyalizm akımı (DS) hükümette yer almaya karar verdi ve özellikle Tarım Bakanlığı görevini elde etti. Bu karar, Lula’nın neo-liberal çerçeveye duyduğu saygıyla birleşince DS’de bir bölünmeye ve bazı lider ve aktivistlerinin PSOL’e (2004 yılında Brezilya radikal solunun diğer akımlarıyla birlikte kuruldu) geçmesine yol açtı. 

Gramsci’nin kategorisini kullanırsak, “Batı’da” iktidara giden yolu belirleyen tartışmaları, yani 1917 Rusya’sından niteliksel olarak farklı bir bağlamı ele alan Daniel Bensaïd, “sol güçlerin koalisyon hükümetine” katılım için “farklı şekillerde bir araya getirilmiş üç kriter” ortaya koydu: “a) bu tür bir katılım sorununun, durumun soğuk olduğu zamanlarda değil kriz durumlarında ya da en azından toplumsal seferberlikte önemli bir artış olduğunda ortaya çıkması; b) söz konusu hükümetin kurulu düzenden kopma sürecini başlatmaya kararlı olması (örneğin – Zinovyev’in [Komünist Enternasyonal’in 1923-1924 “birleşik cephe” tartışmaları sırasında] talep ettiği silahlanmadan daha mütevazı bir şekilde – radikal tarım reformu, özel mülkiyet alanına “despotik saldırılar”, vergi ayrıcalıklarının kaldırılması, Fransa’daki Ve Cumhuriyeti’nin kurumlarından, Avrupa anlaşmalarından, askeri paktlardan vb. kopma);  c) son olarak, güç dengesinin devrimcilere, taahhütlerin yerine getirileceğini garanti edemeseler bile, en azından bu taahhütleri yerine getirmeyenlere tüm bedeli ödetme imkanı vermesi gerekir.” Bu kriterlere dayanarak “[DS’nin çoğunluğunun] Lula hükümetine katılımının hatalı göründüğü” sonucuna vardı. Bununla birlikte, “ülkenin tarihini, sosyal yapısını ve PT’nin oluşumunu dikkate alarak, bu katılımla ilgili çekincelerimizi sözlü olarak ifade ederken ve yoldaşları tehlikelerine karşı uyarırken, bunu bir ilke sorunu haline getirmedik, ‘uzaktan’ ders vermek yerine yoldaşlarla birlikte sonuçlar çıkarmak için deneyime eşlik etmeyi tercih ettik” diye ekledi. Daniel Bensaïd’in bu önemli stratejik sorular üzerine düşünecek zamanı olmadı. Yine de bu geç dönem metinleri, onun düşüncesinin açıklığına ve çağımıza damgasını vuran devrimci hareketlerin deneyimlerini yeni yollarla sorgulama yeteneğine değerli bir tanıklıktır.  

Stathis Kouvélakis

 
11 Eylül 1973’te Şili ordusu, Salvador Allende hükümetinin üç yıllık kısa reformist deneyimine kanlı bir son verdi. Augusto Pinochet, Bolivya’da başlatılan yeni bir kanlı baskı ve acımasız ekonomik liberalizm döngüsünü sürdürdü.[2]. Onu kısa süre sonra Güney Amerika’daki diğer diktatörlükler takip etti. 1979 yılında, farklı bir bağlamda, Sandinistalar küçük Nikaragua’da iktidarı ele geçirerek küçük bir umut getirdiler. On yıl sonra, 1990’da, Amerikan ablukası altında bunalmış bir halde, seçimlerde iktidara geri verdiler. Güney Amerika’nın her yerinde etkin olan ABD’nin arka bahçesindeki halkların başlarını kaldırmalarına izin vermeye niyeti yoktur. Bir yanda Salvador Allende’nin Kongre tarafından seçilmesi, diğer yanda Sandinistaların silah zoruyla iktidarı ele geçirmesi gibi çok farklı bağlamlarda yaşanan Şili ve Nikaragua deneyimleri, iktidar ve her şeyden önce iktidarın nasıl, kiminle ve neden elde tutulacağı sorusunu gündeme getirmektedir.  İkincil bir soru olarak, bu süreçlerde yerli halklara ya da asimile edilmiş halklara verilen yer, daha doğrusu verilmeyen yer hakkında da bir soru eklemek istiyorum.

Belki de 11 Eylül’ün, 2001’dekinin değil 1973’tekinin, her şeyden önce duygusal bir şok olduğunu hatırlayarak başlamalıyız. Başkanlık sarayı La Moneda’nın merkezinden radyoya gelen haberlere ve ardından yavaş yavaş gelen darbenin başarılı olduğuna dair açıklamalara kulak kesilmiştik. İlk başta başarılı olamayacağını umduk, çünkü [Tankazo’dan] üç ay önce Haziran ayında başka bir darbe başarısız olmuştu, ardından Allende’nin ölümü geldi ve bu böyle devam etti.  

1965’te Endonezya Komünist Partisi’nin ya da daha sonra Sudan Komünist Partisi’nin ezildiği katliamın farklı ölçekte bir benzeri yokken böylesi bir duygusal şoku nasıl açıklıyorsunuz?

Sanırım öyle, çünkü Avrupa ve Latin Amerika’da Şili’de olanlarla çok güçlü bir özdeşleşme vardı. Bunun gerçekten de yeni bir senaryo ve olasılık, pratikte bir laboratuar deneyi olduğu ve farklı şekillerde de olsa Latin Amerika için olduğu kadar Avrupa için de geçerli olduğu hissi vardı.  

Peki neden Avrupa?   

Çünkü bugün kısmen yanlış olduğunu söyleyebileceğim bir izlenimimiz vardı, sonuçta kendi yansımamız olan bir ülkeye sahiptik. Diğer Latin Amerika ülkelerinden farklı olarak güçlü bir komünist parti vardı, Salvador Allende tarafından temsil edilen ya da yönetilen bir sosyalist parti vardı, bizimle aynı kuşaktan bir aşırı sol vardı, MAPU[3]  ve 1964-65 yıllarında Küba Devrimi’nin itici gücü ya da şok dalgası altında doğan Devrimci Sol Hareket, MIR[4] gibi küçük gruplar vardı. Bu örgütle, militanlarıyla, neredeyse bizim kuşağımızdan olan ve oldukça benzer bir geçmişe sahip olan liderleriyle bir özdeşleşme etkisi vardır. MIR iki kaynaktan beslendi: bir yandan Guevarist bir ilham, Küba Devrimi’ne bir referans; diğer yandan Troçkist bir etki, Latin Amerika’nın büyük tarihçisi Luis Vitale aracılığıyla. Her ne kadar daha sonra kenara itilmiş ya da hızla kenara çekilmiş olsa da MIR’in kurucularından biriydi. Tüm bunlar, Stalinizmin sol da dahil olmak üzere hiçbir zaman baskın olmadığı ve örneğin Arjantin’de Komünist Parti’nin oynadığı rolü oynamadığı bir ülkede gerçekleşti. Şili’ye özgü bir şey var ve durumu anlamadaki zorluklardan biri de bu. Şili Sosyalist Partisi, kendisini sosyalist olarak adlandırsa da, Avrupa sosyal demokrasisiyle çok az ilgisi vardı. Komünist Enternasyonal’in Stalinleşmesine karşı bir tepki olarak 1930’larda kurulmuş bir partiydi. Yani KP’nin sağından çok solunda yer alan bir partiydi. Dolayısıyla Şili’nin, solun seçimler yoluyla iktidara geldiği ve seçimlerin radikal bir toplumsal devrime yol açan ya da diyelim ki radikal bir toplumsal devrime geçiş yapan bir toplumsal radikalleşme sürecinin başlangıcı olabileceği bir senaryonun örneği olduğuna dair güçlü bir özdeşleşme ve fikir vardı; bu arada Küba Devrimi’nin Latin Amerika’daki prestijinin bozulmamış olmasa bile en azından hâlâ çok önemli olduğu da hatırlanmalıdır. Şili’de yaşananların hâlâ bir ders olduğunu düşünüyorum. Bugün olsa bu yansıtma mekanizması konusunda daha temkinli olurdum. Uzaktan baktığımızda Şili toplumunda var olan sosyal ilişkileri, tepki ve muhafazakarlık rezervlerini hafife alma eğiliminde olduğumuzu düşünüyorum. Bunların çoğunu orduda gördük çünkü o dönemde defalarca söylendiği gibi, ordu Alman eğitmenler tarafından Prusya ordusu çizgisinde eğitilmişti ve bu da zaten pek iç açıcı değildi. Ama dahası, o zamandan beri gördüğüm gibi, Katolik geleneğin, muhafazakar Katolik tarafın önemli olduğu bir ülke. Aslında, Allende Eylül-Ekim 1970’te yapılan bir başkanlık seçiminde %37 civarında bir nispi çoğunlukla seçildiği için bu en başından beri belliydi. Görevlendirilmesinin Meclis tarafından onaylanması için aşağıdaki koşulların yerine getirilmesi gerekiyordu[5]. Doğrudan meselenin özüne indiler: orduya dokunmamak ve mülkiyete saygı göstermek. Bunlar, Allende’nin göreve gelmesini kabul etmek için egemen sınıflar tarafından, yürürlükteki kurumlar tarafından en başından beri belirlenen iki sınırdı. Bununla birlikte, seçim zaferinin umutların artmasına ve toplumsal hareketin yükselmesine yol açtığı ve bu yükselişin Ocak 1971’de belediye seçimlerinde kazanılan büyük zaferle doruğa ulaştığı doğrudur. Allende’nin o dönemde dayandığı sol koalisyon olan Halk Birliği’nin ilk kez bir seçimde mutlak çoğunluğu kazandığına inanıyorum. Bu durum açık bir şekilde sürece daha fazla meşruiyet kazandırdı. Seçim zaferi, radikalleşme ve aynı zamanda kutuplaşma, başlangıçta Şili içinde, giderek aktif sokak yöntemleri de dahil olmak üzere sağın harekete geçmesine yol açtı. Kilit tarih Ekim 1972’deki kamyoncu greviydi. Ancak bunların maaşlı işçiler olduğunu düşünmemeliyiz: bu bir şirketti ve Şili’nin uzun ve dar coğrafyası göz önüne alındığında, karayolu taşımacılığı stratejiktir. Dolayısıyla, 1972 sonbaharında istikrarı bozmaya yönelik ilk girişim, cacerolazos ya da protesto hareketleri olarak bilinen, özellikle Santiago’daki orta sınıf tüketiciler tarafından desteklenen bir kamyoncu greviydi – Santiago nüfus bakımından ülkenin yarısından fazladır -. Bizim için sonbahar, orada ise ilkbahar. Mevsimleri tersine çevirmeliyiz. Bu durum nihayetinde Şili’deki sürecin bundan sonraki adımlarına ilişkin bir tartışmaya yol açmış ve ABD tarafından da güçlü bir şekilde desteklenen sağ kanadın istikrarsızlaştırılmasına yanıt vermek için iki olasılık ortaya çıkmıştır. Condor planından artık biliyoruz ki ABD, hem çok uluslu şirketler hem de Amerikalı askeri danışmanlar aracılığıyla darbenin hazırlanmasında uzun süredir yer alıyordu. Dolayısıyla 1973’ün başındaki kamyon şoförlerinin grevi uyarısından sonra, birkaç seçenek vardı: ya tartışılmakta olan özel mülkiyet sektörüne daha fazla müdahale, radikal yeniden dağıtım önlemleri, ücret önlemleri vs. ile süreci radikalleştirmek; ya da tartışılmakta olan özel mülkiyet sektörüne daha fazla müdahale, daha radikal yeniden dağıtım önlemleri, ücret önlemleri vs. ile süreci radikalleştirmek, Ya da tam tersine -ki Komünist Parti üyesi Ekonomi ve Maliye Bakanı [Pedro] Vuskovik tarafından öne sürülen hakim tez buydu- kamu mülkiyeti ya da sosyal mülkiyet alanını kesin olarak sınırlandırarak ve orduya ek güvenceler vererek burjuvaziye ve hakim sınıflara güven vermek.  

Tüm hikayeyi tekrar gözden geçirmeyeceğiz, ancak öne çıkan noktalar nelerdir?  

İstikrarsızlaştırmanın ikinci bölümü çok daha dramatikti; artık kamyon şoförlerininki gibi kurumsal bir grev değil, Haziran 1973’te Tankazo olarak bilinen ve bir ordunun, daha doğrusu bir tank alayının gösteriye çıktığı ve etkisiz hale getirildiği darbenin tekrarı olan bir ilk girişimdi. Ve bence bu, tartışmanın gerçekleştiği en önemli andı. Örneğin, birkaç bin çok dinamik militandan oluşan küçük bir örgüt olan MIR’in – orantıları aklınızda tutmanız gerekir, ancak Şili için bu önemliydi – bir hükümete katılma sorununu ortaya attığı andı, ancak hangi koşullar altında. Darbenin ilk başarısızlığından sonra, ağırlık merkezi sola kayacak, askeri komplocuları cezalandırmak ya da silahsızlandırmak için önlemler alacak bir hükümet kurma sorunu ortaya çıktı. Ancak tam tersi oldu. Başka bir deyişle, Haziran 1973 ile 11 Eylül 1973’teki fiili darbe arasında, kışlalarda var olan asker hareketine karşı baskı, darbeye direnme beklentisiyle silah biriktiren militanları silahsızlandırmaya yönelik aramalar ve hepsinden önemlisi, geleceğin diktatörü Augusto Pinochet de dahil olmak üzere bakanlık görevlerine yapılan atamalarla orduya verilen ek güvenceler vardı. Dolayısıyla bir değişim yaşandı ve bir yıl sonra Ekim 1974’te suikasta kurban giden MIR Genel Sekreteri Miguel Enriquez, darbe girişimi ile darbe arasındaki bu ara dönemde “Ne zaman en güçlüydük?” başlıklı bir metin yazdı. Bence son derece netti: Ağustos 1973’e kadar Santiago’da Allende’yi destekleyen ve [Tankazo’daki] darbeye yanıt veren 700.000 gösterici vardı. Aslında bu, halk hareketinin karşı saldırısının mümkün olduğu ve tam tersine, hükümetin ittifaklarını sağa doğru genişletmek ve gerçekte darbeyi teşvik etmek anlamına gelen ek vaatlerde bulunmak olduğu andı. Biz de bu şekilde şaşırdık. Salvador Allende’nin reformizminden bahsettiniz ama bizim reformistlerimizle kıyaslandığında o hâlâ sınıf mücadelesinin bir deviydi. Bugün arşiv belgelerine bakarsanız, hâlâ saygıdeğer bir adam olduğunu görürsünüz. Takip eden yıllarda, 1973, 1974 ve 1975’te çok önemli olan Şili ile dayanışma hareketinde, kahramanca ölmesine rağmen sorumlulardan biri haline getirilen Allende’ye karşı biraz sekter davrandığımızı söyleyebilirim. Bu siyasi sorunu değiştirmez. Kişiye saygı anlamına geliyor ama ortada hâlâ bir muamma var: darbenin ilk saatlerinde ulusal radyo hâlâ ondaydı, genel grev çağrısı yapmak hâlâ mümkündü, oysa biz işyerlerinde statik direniş çağrısı yaptık vs. Belki de bu mümkün değildi. MIR gibi askeri olarak hazırlıklı olması gereken bir örgüt bile darbe karşısında gafil avlandı. Bunu bugün Carmen Castillo’nun Un jour d’octobre à Santiago adlı kitabında ve filminde [Santa Fe Sokağı, 2007] görüyoruz. Hazırlıksız yakalandılar, belki de bana göre bu kadar acımasız ve büyük bir darbeyi hayal etmedikleri için. Bir darbe olasılığını hayal etmişlerdi ama bu darbe bir bakıma yarı başarılı olacak ve kırsal kesimde silahlı direnişin olduğu yeni bir iç savaş dönemini başlatacaktı. Bu nedenle, özellikle ülkenin güneyinde Mapuche azınlığı içinde yer alan köylüler arasında çalışmaya önem verdiler – ve bu da sorunun diğer yönüne geri dönüyor.  Ancak darbe gerçek bir darbe oldu. “Endüstriyel kordonlar” olarak adlandırılan ve az çok gelişmiş öz-örgütlenme biçimlerini koordine eden, özellikle Santiago’nun banliyölerinde, kırsal kesimde “komünal komandolar”, ordudaki çalışmalar ve hatta Valparaiso’da bir tür yerel sovyet olan bir halk meclisinin embriyonu ile var olan halk iktidarı organlarını merkezileştirme senaryosunu gerçekten hazırlamamışlardı, hatta muhtemelen öngörmemişlerdi. Yine de tüm bunlar mevcuttu ve ister Haziran’da ister Eylül’de olsun, darbeye genel grevle, ordunun silahsızlandırılmasıyla, fiilen ayaklanmacı bir şeyle karşılık vermek için başka bir senaryo öngörmenin mümkün olabileceğini – ancak bunu yapmak için iradeye ve stratejiye sahip olmanız gerektiğini – düşündürüyordu. Bu her zaman risklidir, ancak darbenin insan hayatları, kayıplar ve işkence görenler açısından bedelini gördüğünüzde. Ve hepsinden önemlisi, toplumsal bedeli, Pinochet’nin otuz yılı aşkın diktatörlüğünden sonra Şili’nin bugün geldiği noktayı ve dolayısıyla liberal politikalar için bir laboratuvar olduğunu gördüğümüzde, tarihi bir yenilgiden söz edebiliriz. İki komşu ülkeye, Şili ve Arjantin’e bakacak olursak, Arjantin’deki toplumsal hareket, kaybolan 30.000 kişiye rağmen, diktatörlük yıllarının [1976-1983] mücadele ruhunu oldukça hızlı bir şekilde toparladı. Şili’de ise yenilgi açıkça farklı bir ölçekte ve farklı bir süre zarfında gerçekleşmiştir.  

Nikaragua farklı bir hikaye.   

Şili’deki darbenin, Latin Amerika’da on-on beş yıl boyunca Küba Devrimi’ni takip eden devrimci mayalanmanın sonsözü olduğuna inanıyorum. Girişte de belirttiğiniz gibi, tarihlerin eşzamanlılığı etkileyici: Şili’deki darbeden üç ay önce, sanırım Haziran 1973’tü, Uruguay’da darbe oldu. 1971 yılında Bolivya’da bir darbe oldu. Tüm bunlar tamamen uyumsuz değil, çünkü aynı zamanda Arjantin’de diktatörlük düştü ve 1976’da geri dönecekti. Ancak sembolik olarak, siyasi şahsiyetler açısından, Allende’nin ortadan kaybolması, Enriquez’in ortadan kaybolması ve MIR’in neredeyse tüm liderliği açısından döngüyü kapattığını söyleyelim. Küba Devrimi tarafından başlatılan döngüyü, OLAS konferanslarını kapatır.[6]konferansları ve Che’nin 1966’da Bolivya’ya yaptığı sefer. Nikaragua belki de başka bir dönemin açılışı ya da biraz sürpriz bir başlangıç noktası. Daha önce Luis Vitale’den bahsediyordum.

Latin Amerika’daki bu gerilemeyi değerlendirdiğimiz 1976 yılındaki bir toplantıda bizi şaşırtarak şöyle demişti: “Evet, ama merkez üssü – kullanılan ifade buydu – merkez üssü yer değiştirdi, bir sonraki hamle Nikaragua”. Açıkçası çoğumuz 1976’da Nikaragua’nın nerede olduğunu bilmiyorduk. Vitale’nin bir kâhin ya da sihirbaz olduğunu söylemek istemiyorum ama Orta Amerika’da, “zayıf halka” diktatörlükleriyle, kötü örgütlenmiş toplumlarla çok özel koşullarda tarihin geldiğini gördü. Şili diktatörlüğünün toplumsal bir tabanı vardı. Bu diktatörlükler, Somoza ve benzerleri, oldukça kukla gibiydiler, çok az şeye dayanıyorlardı. Bu da 1967’de neredeyse hiçbir şey olmayan bir örgütün, Pancasàn gerilla grubu olarak adlandırılan bir gerilla grubunun baskısı ve başarısızlığından sonra Sandinista Cephesi’nin neden yüzden az militana düştüğünü açıklıyor. O dönemde onlarla birlikte çalıştık ve onlar da Filistinlilerden eğitim konusunda yardım istediler.

Burada ise tam tersi bir süreç yaşıyoruz, öncelikle sosyal ya da ayaklanmacı ya da askeri bir hareketin zaferi söz konusu, Sandinista Cephesi’nde bir arada var olan üç stratejik çizgiye girmeyeceğim. Sonunda birleşmeyi başardılar ki bu kaçınılmaz bir sonuç değildi: Tomàs Borge tarafından temsil edilen kırsal kesime yayılmış bir halk savaşı çizgisi, Jaime Wheelock tarafından savunulan daha ayaklanmacı bir çizgi ve ardından üçüncü bir varyantı temsil eden Ortega kardeşler. Ama sonunda hepsi bu özel bağlamda bir araya geldi. Ve seçim sürecini başlatan 1979’daki siyasi ve askeri zafer oldu. Nikaragua olayında eşi benzeri görülmemiş olan şey, bir devrimin ya da devrimin muzaffer bir ilk aşamasının seçimle meşrulaştırma testine tabi tutulmayı kabul etmiş olmasıdır. Üç milyondan az nüfusa sahip küçük bir ülkede bunun imkansız bir kumar olduğu söylenebilir. Örneğin Nikaragua’daki işçi sınıfından bahsederken rakamları aklımızda tutmamız gerekiyor: 100’den fazla çalışanı olan şirketlerde, çoğunlukla kereste ve maden suyu şişeleme sektörlerinde 27.000 çalışan. Ne hakkında konuştuğunuzu bilmek zorundasınız. Tarım sorunu temel bir sorundu ve belki de yerli sorunu da – buna daha sonra döneceğim. 

Meselenin özüne inecek olursak, Nikaragua’nın seçimlerde yenilmeden önce tükenerek yenilmiş olmasıdır. Başka bir deyişle, “düşük yoğunluklu savaş” – bu ifade neredeyse ironiktir – ABD tarafından çok açık bir şekilde finanse edilmiş, zaten yoksul olan bir ülkeyi bütçesinin %50’sini savunmaya ayırmaya ve bunun gelenek olmadığı bir ülkede zorunlu askerliği dayatmaya zorlamıştır. İnsanlar oğullarının askere gitmesine alışık olmadıkları için bu uygulama kırsal kesimde pek rağbet görmedi. Savaş çabaları ülkeyi sosyal ve ahlaki açıdan tüketmişti. Nikaragua devriminin Orta Amerika’ya yayılma ihtimali olduğu sürece – ki bu gerçekti – dayanabilirdik. Ve bu olasılık vardı, özellikle de El Salvador’da, sınırda olan ve kazanabilecek birkaç ayaklanma girişimi vardı. Ama bence belirleyici nokta Guatemala’ydı. Guatemala ile ilgili olarak, bugün ölen Mario Payeras adında, Yoksulların Gerilla Ordusu’nun kurucularından birinin ifadesini okuyabilirsiniz. Bize Nikaragua devriminin nasıl paradoksal bir şekilde Guatemala devriminin aleyhine işlediğini sözlü olarak da açıkladı. Ne şekilde? Basitçe, çünkü Somoza tarzı diktatörlerle uğraştıklarını sanıyorlardı ama karşılarında askeri danışmanlar vardı. 1984 yılında Guatemala City’de bir yürüyüş vardı: karşılarındaki insanlar Tayvanlı ve İsrailli askeri danışmanlardı, karşı ayaklanma uzmanlarıydı. Artık bir tonton macoute ordusu ya da benzeri bir şey değillerdi, uluslararası iç savaşta gerçekten profesyonellerdi diyebiliriz. Sonuç olarak, Guatemala ve El Salvador kaybetti ve o andan itibaren Sandinistaların seçim yenilgisi 1989-90’da kaçınılmazdı diyemem ama sonunda yıpranma yoluyla büyük olasılık haline gelmişti. Benim bakış açıma göre, Sandinistaların politikasında tartışmaya açık olan şey seçimleri yapmış olmaları değil, çünkü her şeye rağmen devam etmek daha kötü olabilirdi, ama ikili bir meşruiyet kaynağı sağlamamış olmalarıdır. Bir süre Danıştay olarak bilinen bir kurum vardı.

Bunun Fransa’daki Conseil d’Etat gibi olduğunu düşünmemelisiniz. Violetta Chamorro [Sandinistas’a karşı muhalefetin lideri ve 1990’dan 1997’ye kadar Nikaragua Devlet Başkanı] gibi işveren örgütlerinden ve hemen hemen tüm sosyal hareketlerden oluşan bir meclisti. Tarım reformunun kazanımlarını ve bir dizi başka şeyi savunmak için meşruiyeti seçilmiş parlamenter meclise karşı olan bir tür sosyal oda. Dolayısıyla bir süre için ikili bir meşruiyetin sürdürülmesi düşünülebilirdi. Dahası, daha sonra keşfedilen ve Sandinistaların safları da dahil olmak üzere yolsuzluk patlamasının aşırı hızını -ki bu gibi fakir ya da çok fakir ülkeler için bir ders olmalıdır- göz ardı etmemeliyiz. Sandinista liderliğinin en üst düzeyinde Piñata olarak adlandırılan bu durum, en güçlü ideolojik inançların bile dünyanın maddi mantığına karşı duyarsız olmadığını göstermiştir. Bu aynı zamanda Sandinista hükümetinin ahlaki itibarını kaybetmesinde de bir etken olmuştur. Burada tarihler açısından bir simetri var: 1989, geriye dönüp baktığımızda fark ettiğimiz gibi, aynı zamanda bir başka on yıllık döngünün de sonunu işaret ediyor.

1989’da Küba’da Ochoa davası, 1994’te Brezilya’da Lula’nın ikinci adaylığının başarısızlığı, Lula’nın henüz yeniden markalaştırılmadığı, “vücut giydirilmediği”, sunulabilir ve seçilebilir bir aday olması için “kırpılmadığı” bir dönem. Tamamen farklı bir bağlam sağlayacak bir seçim zaferine çok ama çok yaklaşmıştı. Aynı zamanda Berlin Duvarı’nın yıkıldığı dönemdi, vesaire vesaire. Yani 1989-90’da bir şeyler değişti ve Nikaragua da bunun bir parçasıydı. Yerli politikaları söz konusu olduğunda… Şili’de aşırı sol örgütlerin gerçek bir çaba ve açık bir irade gösterdiğini düşünüyorum. Nikaragua’da ise Miskitolar [ülkenin Atlantik kıyısında yaşayan ve kaynaklara göre sayıları 90.000 ila 150.000 arasında değişen yerli bir halk] ve Bluefields [Atlantik kıyısında bir kasaba] sorunu daha karmaşıktı. Sandinistalar, Bluefields sahilindeki yerli halkla özel olarak ilgilenmeyerek ve spesifik cevaplar vermeyerek onların sömürülmesine kapı açmış olabilirler çünkü paranoyakça olmamakla birlikte, CIA servislerinde etnik meseleleri istismar etmek için bir etnologlar aygıtı vardı ve bu onların işine yaradı. 

Şili, Bir Amnezi Hastasının Anıları (2003) Şili solunun 11 Eylül 1973’teki askeri darbesi bir “ileri kaçış” değil, önleyici, hazırlıklı bir karşı-devrimin sonucuydu.

Le Monde’da (12 Eylül 2003) yayınlanan kısa bir röportajda, eski bir Şili MIR militanı ve şimdi Başkan Lula’nın kişisel diplomatik danışmanı olan Marco Aurelio Garcia, Şili darbesinin derslerine bakıyor. 1. “Çıkarılması gereken temel ders”, “siyasi dönüşüm projesinin güçlü bir ittifak sistemine ihtiyaç duymasıdır”. Öyle olsun. Bu nedenle Marco Aurelio, 1970 yılında ordu komutanı General Schneider’in öldürülmesi vesilesiyle taslağı çizilen Halk Birliği ve Hıristiyan Demokrasisi arasındaki geniş ittifakın neden daha sonra teyit edilmediğini ve pekiştirilmediğini merak etmektedir. Sanki ittifaklar meselesi izlenen politikalardan ayrı tutulabilirmiş ve sanki sınıf mücadelesinin çatışmacı mantığı askıya alınabilirmiş gibi. Hareketin radikalleşmesi, 1972’de toplumsal mülkiyet döneminin genişlemesi, kitlesel öz savunma girişimleri (özellikle de 11 Eylül’deki başarılı darbenin habercisi olan Haziran 1973’teki başarısız darbe girişiminin ardından) karşısında burjuva partileri, toplumsal fetihlerin genişlemesine, orduda askerlerin örgütlenmesine, sanayi kordonlarının ve komandoların merkezileştirilmesine karşı mantıksal olarak burjuva düzenini savundular.

Marco Aurelio, Ekim 1972 krizinden sonra verilen yanıtın, generalleri hükümete entegre ederek tam da “ittifakı genişletmek” olduğunu unuttu mu? Komünist Parti Genel Sekreteri Luis Corvalan o dönemde şöyle demişti: “Silahlı kuvvetlerin üç kolunun temsil edildiği kabinenin fitneye karşı bir baraj oluşturduğuna şüphe yok”! Bu senaryo, Pinochet’nin uğursuz planını hazırlamak üzere hükümete katıldığı Haziran 1973 krizi sırasında da tekrarlandı. 2. O zaman soru, Allende hükümetine yönelik halk desteğini pekiştirmeyi amaçlayan bir reform politikasının, ittifakların bu beklenmedik genişlemesine feda edilip edilmeyeceği oldu. Marco Aurelio Garcia, Allende seçimleri kazanır kazanmaz, uğursuz Condor planının bir parçası olarak gericilik ve CIA tarafından kışkırtılan (bu artık geniş çapta belgelenmiş ve kanıtlanmıştır) bir darbede bu radikal solun en ufak bir sorumluluğu varmış gibi, Şili solunun büyük bir bölümünü “ileri kaçmakla” suçladığında öne sürdüğü şey budur. İşverenlerin 1972 sonbaharındaki grevinin gösterdiği sabotaj, emperyalizmin artan baskısını ve 1971’de %14 olan büyüme oranı 1972’de %2.4’e düşen bir ekonomi üzerindeki boğucu baskıyı göstermektedir. 3. Başarısızlık için radikal solun bu şekilde suçlanması doğal olarak sol içindeki mevcut polemikleri yansıtmaktadır. Marco Aurelio Garcia’ya göre MIR’in (Devrimci Sol Hareketi, aşırı solun ana örgütü) hatası “Halk Birliğinin eleştirel tarafı olmak yerine mutlak bir alternatif oluşturmak isteyerek kendisini hatalı bir pozisyona hapsetmesi” olacaktır.

Marco Aurelio, MIR’in UP zaferini ve buna katılmaksızın Allende hükümetini desteklediğini (Başkan’ın kişisel koruması olarak hareket edecek kadar ileri giderek) çok iyi biliyor. MIR 1973’te hükümete katılmayı bile düşünmüş, ancak Komünist Parti’nin ekonomi politikası ve ittifaklar konusundaki sağcı yaklaşımı karşısında bundan vazgeçmiştir. Sorun başka bir yerde, o dönemde MIR’in eylemlerine rehberlik eden uzun süreli bir halk savaşı stratejik hipotezinde yatıyordu. MIR, hükümetin devrilmesini, ancak bu uzun süreli savaşı başlatacak sınırlı bir yenilgi şeklinde olmasını bekliyordu. O andan itibaren, kendisini günün görevinden çok ertesi günün hayali görevlerine hazırladı: 1973 boyunca tehdidi daha da netleşen çatışma. İşte bu noktada, MIR liderliğinin hayatta kalan birkaç üyesinden biri olan Andrès Pascal, bugün stratejik hatanın Tankazo’ya (Haziran 1973’teki başarısız darbe) ayaklanmacı, toplumsal ve silahlı bir karşı saldırıyla yanıt vermeye çalışmamak olduğunu savunmaktadır. 4. Marco Aurelio Garcia, endüstriyel kordonların sovyetlerin embriyolarını oluşturabileceği şeklindeki bu “ikili iktidar sorunu”nun hayali olduğunu düşünmektedir. Bütün mesele de bu. Kordonların ve komünal komandoların merkezileşmesi, Halk Meclisi gibi geniş demokratik deneylerle birleşerek kurucu bir halk iktidarının oluşmasına yol açabilir mi? Zayıf ya da güçlü yönleri not etmek yeterli değildir. Bunlar kısmen ilgili stratejilere ve iradelere bağlıdır. Garcia’nın iddia ettiği gibi “darbeye karşı neredeyse hiç direniş olmadıysa” (ki bu en hafif tabirle aceleci ve tek taraflı bir yargıdır), kendimize bu direnişin nasıl hazırlandığını ve Pinochet’nin Moneda’yı bombalattığı gün başlatılmayan parolaların neler olduğunu sormamız gerekir. Elbette, sorunu bu terimlerle ifade etmek için, devrimci bir sürecin radikalleşmesinin, devam eden bir karşı devrime, aşırı uçlara tırmanan bir yanıt olduğunu kabul etmek zorundasınız. Burjuvazi ile toplumsal uzlaşı ve emperyalizmin kutsaması gibi sessiz hipotezler, Kerenski hükümetinin Şubat ve Ekim ayları arasındaki demokratik istikrarı kadar gerçek dışıdır. Kornilovlar ve Pinochetler böyle bir şeyi asla duymadılar. 5. Le Monde 12 Eylül tarihli sayısında, Jorge Castaneda’nın (Vicente Fox hükümetinin eski Meksika Dışişleri Bakanı) “devrimler döneminin sona erdiğini” (ve karşı devrimler döneminin mi?) ve Paulo Antonio Paranagua’nın stratejik açıdan farklı deneyimleri (Küba’dan Nikaragua ve El Salvador’a, Bolivya, Peru ve Arjantin üzerinden) militanların “ölüm dürtüsüne” (sic!) indirgeme eğiliminde olan bir makalesi.

Bireysel motivasyonun karanlık bir tarafı olduğu evrensel bir gerçektir. Bu hiçbir şekilde bize, özellikle Bolivya’da Che’nin ölümüyle ilgili olarak moda haline geldiği üzere, gazetecilik klişesi olan intihara teşebbüs klişesi içinde taahhütleri ve bunların siyasi anlamını psikolojize etme ve depolitize etme hakkını vermez. 6. Şili’nin aldığı derslerin kapsamını genişleten Marco Aurelio Garcia, “küçük bir çoğunlukla hükümet edilemeyeceğini en başından fark eden” “İtalyan komünist lider Enrico Berlinguer’in” açık görüşlülüğünü takdir ediyor. Şili deneyimi, saygılı Avrupa solunun “tarihi uzlaşma” veya “Moncloa Paktı” vaazları için hemen bir argüman (mazeret) işlevi gördü. Çeyrek yüzyıl sonra ne elde ettiler? Tarihi uzlaşma İtalyan işçi hareketinin silahsızlandırılmasına yardımcı oldu ve Zeytin Ağacı’nın [1996-2001 yılları arasında iktidarda olan Romano Prodi liderliğindeki merkez sol koalisyon] çöküşüne ve Berlusconi’nin yükselişine yol açtı. Berlinguer ve varisleri (Robert Hue gibi) ittifak alternatifini feda ettiler.

Bu şekilde darbelerden kaçındılar ama bunun bedeli ciddi bir toplumsal değişimden vazgeçmek, krizin derinliklerine gömülmek ve liberal karşı-reformlara açıktan teslim olmak oldu. 7. Şili deneyimine bir cenaze konuşması şeklinde yapılan bu garip dönüş, Marco Aurelio Garcia’nın “Şili modeli” ile “Brezilya modeli” arasında, Allende hükümeti ile Lula hükümeti arasında, elbette ikincisinin ezici avantajına olacak şekilde, bir paralellik kurmasına olanak tanıyor. “Zaman tanımak” daha iyi olacaktır. O dönemde Salvador Allende’yi (bazen belki de aşırı sert bir şekilde) eleştirmiştik. Yine de saygıyı hak ediyor ve tarihe onurlu bir şekilde geçecek. Lula hükümetinin yılın başından bu yana (mümkün olan en geniş ittifaklar adına) izlediği liberal politika devam ederse, ne yazık ki birkaç yıl içinde “Brezilya modelinin” egemen düzene önemsiz bir teslimiyetin bir başka örneği olarak ortaya çıkmayacağı kesin değil. Öyle görünüyor ki Lula, sonunun Walesa gibi olmaması fikrine kafayı takmış durumda. Ancak bundan kaçınmayı başaracağının garantisi yok. (Eylül 2003)

Dipnotlar Contretemps tarafından hazırlanmıştır. Patrick Le Moal’a yardımları için teşekkür ederiz.

Notlar

[1] Bu metin Penser Agir (Paris: Lignes, 2008), s. 165-198 kitabında biraz gözden geçirilmiş haliyle yeniden basılmıştır. Daha fazla okuma için, Antoine Artous’un ölümünden sonra yayınlanan La politique comme art stratégique, Paris, Syllepse, 2011, s. 53-91 ve s.93-106’da yeniden basılan “Stratégie et politique : de Marx à la 3e Internationale” ve “Front unique et hégémonie” metinlerine bakınız. 

[2] Bolivya Devlet Başkanı José Torres 1970 yılında öğrencilerin, işçilerin ve sendikaların desteğiyle iktidara geldi. Radikal sol liderlerin de yer aldığı bir danışma organı olan Halk Meclisi’ni kurdu ve yabancı tekelleri kamulaştırdı (Bolivya Körfezi, şeker endüstrisinin kamulaştırılması). Torres 1971 yazında eski askeri akademi başkanı Hugo Banzer liderliğindeki bir askeri isyanla iktidardan uzaklaştırıldı.

[3] Mouvement d’Action Populaire Unitaire, Hıristiyan Demokrasisinden kopan ve Halk Birliği’nin bir parçası haline gelen radikal solcu bir Hıristiyan hareketi. Allende hükümetlerinde Tarım Bakanı olan Jacques Chonchol bu hareketten geliyordu.

[4] 1965’te kurulan Devrimci Sol Hareketi, silahlı eylemi de içeren devrimci bir yolu savunurken, Allende hükümetine kritik destek verdi.

[5] Bu, Halk Birliği’nin açıkça azınlıkta olduğu Kongre’de (Temsilciler Meclisi ve Senato) Allende’nin seçilmesini onaylamak için Hıristiyan Demokrasisi tarafından talep edilen bir metin olan Anayasal Güvenceler Statüsüne bir atıftır. Bu tüzük, demokratik rejimin kalıcılığını garanti altına alması beklenen 9 anayasal değişikliği içeriyordu. Bunlar kısaca siyasi partilerin varlığının garanti altına alınması, basın özgürlüğünün ve toplanma hakkının tanınması, toplanma ve eğitim özgürlüğü, yazışmaların dokunulmazlığı, “çalışma özgürlüğü” ve hareket özgürlüğü, topluluk gruplarının katılımının sağlanması ve Silahlı Kuvvetler ile Carabineros’un profesyonel yapısına saygı gösterilmesini içeriyordu.

[6] Latin Amerika Dayanışma Örgütü, 1967 yılında Havana’da bir araya gelen Latin Amerika devrimci parti ve hareketlerinin konferansı.

Daniel Bensaïd Marksizmin Büyük Yenileyicilerinden Biri Olmuştu

DARREN ROSO  

Daniel Bensaïd tarihi tek bir yol değil, bir dizi yol ayrımı olarak görerek tarihsel kaçınılmazlık fikrini reddediyordu. Bensaïd’e göre sınıf mücadelesi kapitalizm var oldukça merkezî bir öneme sahip olmaya devam edecek ama sonuç her zaman öngörülemez olacaktı.  

Daniel Bensaïd savaş sonrası Marksizmi cenahındaki en yaratıcı, en zarif ve en cüretkâr militanlardan biriydi. O, betimleme açısından zengin bir edebi üslubu siyasi mücadelenin keskin bir kavrayışıyla birleştirmişti. Bensaïd üretken bir yazar olmuştu ama onun katkısı İngilizce konuşulan dünyada yine de görece bilinmemekte veya yeterince takdir edilmemektedir.  

Otobiyografisinin yayımlanması ile ölümü arasında geçen zaman aralığında on altı kadar eser yayımlamıştı. Geride bıraktığı çok sayıda yapıt arasında sadece çok azı İngilizceye çevrilmiştir. Walter Benjamin, sentinelle mesianique (1990), La discordance des temps (1995) ve Le pari mélancolique (1997) gibi en önemli eserlerinden bazıları hâlâ İngilizcede yayımlanmayı beklemektedir.  

Bensaïd genellikle Ernst Bloch’un Marksizmde “soğuk” ve “ılık” akımların var olduğu iddiasına atıfta bulunuyordu. Bunlar “basitçe farklı okumalar veya yorumlar olmakla kalmayıp, daha ziyade kimi zaman antagonist siyasetlerin dayanağı olan teorik inşalar” olmuşlardı. Marksizmin muhtevasının sahibi tek bir otorite veya gelenek değildi; Marx ve Marksizm ile dogmatik ilişkiler ters yüz edilmeliydi.  

Bensaïd’in Marksizmi yenilemesi, arka planda Dördüncü Enternasyonal Troçkizminin ve Fransa’da Stalinizmin ağırlığının yer aldığı bir atmosferde gerçekleşmişti. Uluslararası düzlemde bu, devrimci solun krizi ile neoliberalizmin yükselişinin bağlamında olmuştu. Doğu Bloku yıkılmış ve özgürleştirici bir projenin meşruiyeti bu çöküntünün enkazı altında kalmıştı.  

Bu konjonktürde, Bensaïd zorunlu ile mümkün arasındaki bu ayrılık içinde eylemenin trajik bahsi üzerine derin bir tefekküre dalmıştı – dünyayı değiştirmenin zorunluluğu her zamankinden daha acildi ama bunun somut olanaklılığı fazlasıyla sık erişilmezdi. Zorunluluk ile mümkün birbirine karşıt olduğunda, bahis de trajik ve melankolik hâle geliyordu.  

Bensaïd bizden yenilgi karşısında yılgınlığa kapılmamamızı, dünyayı değiştirmek gibi son derece zor bir göreve girişirken tekrar tekrar yeniden başlamak için gücümüzü ve esnekliğimizi korumamızı istiyordu, zira yol hayal ettiğimizden daha uzundu ve varış noktası hayli belirsizdi.  

Kriz ve Çöküş  

Fransa’da Mayıs-Haziran olayları ileri kapitalist ülkeler için devrimin gerçekliğini gündeme getirmiş gibi görünse de 1970’lerin sonu umutları tersine çevirmişti. Bu da Marksizmin krizi denilen olguya yol açmıştı. Kriz, sürecin dünya başkentleri – ileri Batıda Paris, sömürgecilik karşıtı Güneyde Da Nang ve bürokrasinin kontrolündeki Doğuda Prag – tarafından simgeleştirilen küresel devrimin üç sektörünün enternasyonalist bir karşılaşmada birleşmekte başarısız olduğu bir tarihsel-siyasi durumda meydana gelmişti.  

Bensaïd Une lente impatience başlıklı kitabında krizin nasıl bir üçlü kriz olduğunu hatırlamaktaydı: Marksizmin bir teorik krizi, devrimci projenin bir stratejik krizi ve evrensel özgürleşmeyi kazanma yeteneğindeki toplumsal öznenin bir krizi. Bu üç öğe Marksizme karşı ideolojik bir saldırıyla bileşmişti.  

Bensaïd 1980’lerde ideolojik saldırının bayat, banal ve boş doğasına rağmen bir sonraki toplumsal mücadele dalgası ortaya çıktığında kolayca üstesinden gelinemeyeceğini iddia ediyordu. Mücadelelerin ve özgürleştirici pratiklerin ideolojik mücadeleyi koşullandırarak kaçınılmaz bir şekilde ortaya çıkacağı varsayımından yola çıkıyordu. Bununla birlikte travmalar öylesine derindi ki sınıf mücadelelerinin salt bağlamsal yeniden ortaya çıkışı travmaları gidermeye tek başına yetmeyecekti.  

Bensaïd Berlin Duvarının yıkılmasından sonra kendi siyasi geleneğinin “dünyada insanların özgürleştirici hareketleri ile ‘sosyalist kamp’ denilen bloğun askeri başarıları ve genişlemesini asla birbirine karıştırmamış” olduğunu vurgulamıştı: “Devlet çıkarlarına ve onun bürokratik ruhbanlığına karşı Budapeşte’den Berlin’e, Prag’dan Varşova’ya biz hep işçilerin ve halkların tarafında yer aldık.”  

Peki Bensaïd ve yoldaşları Doğu Avrupa bürokratik rejimlerinin çöküşüne nasıl tepki vermeliydi? Bu, Stalinist gericiliğin bıraktığı yerden halk tipi, devrimci bir işçi hareketinin yükseleceği anlamına mı geliyordu?  

Bensaïd “Sovyet kültürünün ya da Alman işçi konseyleri kültürünün uzun bir parantezin, tarihsel bir parantezin” ardından yeniden ortaya çıkacağını öngören iyimser senaryoyu reddediyordu. Sovyet sistemine muhalefet artık Rosa Luxemburg, Lev Troçki veya Buharin gibi muhalif Marksistlerin fikirlerinden esinlenmiyordu: “Bu bellek kırılmıştır, bir süreksizlik vardır.”  

Bensaïd’e göre, Stalinizmin sınıf mücadelesi için yeni bir siyasi imkânlar alanı açan çöküşü gerekliydi. Fakat aynı zamanda, Stalinist rejimlerin silinip gitmesi bir yandan Solun tüm kesimlerinin yapılarını bozarken, işçi sınıfının öz-özgürleşmesi için yenilenmiş bir siyasete otomatik biçimde yol açmamıştı. Stalinist devletlerin krizinin bu iki yönlü kavranışı, bir çatallanmanın meydan geldiği ve işçi hareketi içinde devrimci geleneği yenilemek için yeni bir siyasi mücadeleler çevrimine ihtiyaç olduğu yolundaki argümanın temelini oluşturmuştu.  

Bensaïd, Doğu Avrupa rejimlerinin 1989’da doruğa çıkan “vahşi krizinin” “uzun süredir çelişkilerinin mantığına kazınmış” olduğunu ısrarla vurguluyordu. Ancak “onların çöküşünün iki seçenek arasında açık bir mücadeleye yol açacağını düşünmüştük: Ya kapitalist restorasyon ya da kökenlerini sürdüren yeni bir halk devrimi.” İkinci seçenek Doğu’daki sosyalist devrimi yeniden alevlendirecekti.  

Ancak, bürokratik rejimlerin çöküşü böyle bir dinamik umudunun baskıyla ve toplumsal ve siyasi gerilemeyle kırılmış olduğunu, baskı ve gerilemenin belleği bozup, işçi sınıfını atomize ettiğini ve sosyalizm gibi sözcüklerin herhangi bir anlamdan yoksun bırakılmış olduğunu açıkça ortaya koymuştu: “Bu şartlarda, Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği diktatörlerinin devrilmesi zalim bir boyunduruktan kurtuluş ve Ekim Devrimince açılan bir tarihsel çevrimin sonu anlamına geliyor. Stalinizmin rapor edilen başarısızlığı sosyalist projenin kendisine de sıçrıyor ve onun yaşayabilirliğini kuşkulu hâle getiriyor. Yeni deneyimler biriktirmek bir dili yeniden icat etmek gerekecektir. Bu uzun bir çıraklık demektir.”

Bensaïd’e göre bu mümkündü çünkü sınıf mücadeleleri ve direniş, hayatın yaşamsal gereklilikleri nedeniyle adaletsizliğe ve aşağılanmaya karşı ortaya çıkıyordu. 1991’de ileri sürdüğü gibi:

“Bugün başkaldırmak için bir yüzyıl öncekinden veya yirmi yıl öncekinden daha az sebep yoktur. İsyanı yaratıcı devrime dönüştürmek için projeye ve iradeye ihtiyaç vardır. Gerçekte var olan kapitalizmin yeni felaketlere yol açtığına inanmaya devam eden pek çok kişi vardır. Ayrıca birçoğu da gerçekten var olmayan sosyalizmim fiyaskosundan sonra başka bir dünyanın mümkün olacağından kuşku duyanlardır. Mükemmel bir dünyayı değil ama basitçe içinde yaşamaya değer bir toplum için projeleri hayal etmeyi yeniden öğrenmek için zamana ihtiyaç vardır.”

Cesetler Her Yerde

Bensaïd’in duruma tepkisi, tarihsel gelişmenin normatif nosyonundan uzak, bunun yerine tarihsel değişimin maddiliğini oluşturan çatallanmalara uyarlanmış başka bir tarih okuması üretmişti. Kimi Troçkist inançların tersine, “tarihin parantez tanımadığını, çatallanmalarla hareket ettiğini” savunuyordu.

Aksini iddia etmek, Stalinizmin tarihin normatif gelişiminden sapan geçici bir ara dönem olduğunu öne sürmek anlamına geliyordu. Dolayısıyla, Stalinizm biter bitmez, tarih kaldığı yerden gelişmeye devam edecek, Dördüncü Enternasyonalin programıyla buluşacak ve böylece Stalinizmin en uzlaşmaz muhaliflerinin hakkını teslim etmiş olacaktı. Bensaïd’e göre, “kısa vadede devrimci geleneği canlandırma yeteneğinde” önemli bir sosyalist gücün yokluğunda, bu normatif hipotezin hükümsüz olduğu ilan edilmeliydi.

Bunun sonucunda, Stalinizm sorununun daha derin bir boyutu vardı: “Stalinizmin her yerde mevcut cesedinin etkisinden kurtulunamaz, epizot kapatılamaz ve sağlam bir zeminde yeniden yola çıkılamaz. Önce ve sonra, kelimeler ve fikirler artık aynı olmayacaktır. Ölüler yaşayanların sırtında yük olmaya devam etmektedir.”

Bensaïd “bürokratik taklitlerin bizim için hiçbir zaman bir toplum modeli oluşturmadığını” ısrarla vurguluyordu. Bununla birlikte, ilgilenilmesi gereken daha ileri teorik ayrıntılandırma öğeleri olduğunu savunuyordu:

“Yeniden bir devrimci proje inşa etmek için, geçen yetmiş yılın etkileri, plan ile meta mekanizmaları arasındaki, plan ile özyönetim arasındaki, siyasi demokrasi ile toplumsal demokrasi arasındaki ilişkileri, çalışmanın ve üretimin dönüştürülmesini, cinsiyetler arasındaki toplumsal ilişkileri, toplumun doğayla ilişkilerini, bireyin durumunu ve hukukun statüsünü tabular olmadan ama tabula rasa da olmadan yeniden düşünmeyi gerektiriyor. Böyle bir proje bir eylem rehberidir ve sürekli bir şantiyedir [inşa alanıdır]. Özgürleşme talepleri teorilerde ya da birkaç kişinin hayallerinde değil gündelik mücadeleden doğmuştur. Bizim komünizmimiz gerçekleşmeyecek bir ideal kent hayali ya da tarihin sonu değil, insan özgürleşmesinin hep yeniden başlamış olan hareketi, sömürünün ve baskının sona ermesi için, zorunlu emeğin sona ermesi için, üretici ile yurttaş arasındaki sakatlayan bölünmenin üstesinden gelmek için, otoriter devletin ortadan kalkması için, bir cinsiyetin bir başkası üzerindeki tahakkümünü kaldırmak için savaştır. Bireysel bolluğun gelişimini kolektif pratikle birleştirir.”

Peki ya dünyayı değiştirecek stratejiler? İşçilerin sömürülen çoğunluğu – ve iki kat sömürülen ve kamusal alandan dışlanan kadınlar – bu iktidarı aydınlanmış bir azınlığa veya bürokratik seçkinlere devretmeden, siyasi ve ekonomik iktidarı ele geçirmek için tabiiyet koşullarından radikal bir şekilde nasıl kurtulabilirler? Çoğunluk bir toplumsal ve kültürel dönüşüm sürecini nasıl başlatabilir? Bu soruların cevapları ancak yeni tarihsel deneyimlerden gelebilecektir. Hiç kuşkusuz, Bensaïd’e göre her yenilik Rus ve Alman Devrimlerinin, İtalyan İşçi Konseylerinin, İspanyol İç Savaşının mirasını, Fransız Mayısından Portekiz Devrimine savaş sonrası dönemin mücadeleleriyle birleştirmeye devam edecekti. Argümanı Bensaïd’in kendi sözcükleriyle tekrar edecek olursak:

“Bürokratik diktatörlüklerin ortadan kalkmasıyla birlikte, Stalinizme karşı mücadelemiz hedef değiştiriyor. Bir işlevi, bu deneyimden gelecekteki ve gündelik pratik için dersler çıkarma işlevini koruyor. Uluslararası işçi hareketinde ve onun devrimci akımlarında sert atışmalar aşılmış ve diğerleri de önemini yitirmiş durumda. Dün aşılamaz olan bölünme çizgileri siliniyor. Başkaları ortaya çıkacak… Biz, kapitalist sistemin tedrici olarak dönüştürülemeyeceğine, bunun sonucunda ortaya çıkan radikal reform mücadelesinin bir kırılma noktasına varacağına ve devrim olmadan sosyalizmin olamayacağına her zamankinden daha fazla inanıyoruz. Ancak ortak ve demokratik bir partiye sadık deneyimi, bu sonuçları paylaşmamakla birlikte, sömürülenlerin ve ezilenlerin uzlaşmaz bir şekilde savunulması için mücadele etmeye kararlı olan herkesle birlikte yaşamaya hazır olacağız.”

Sürekli Bir Şantiye

Bensaïd’e göre, sınıf bilinci geçmiş yenilgilerin ve ihanetlerin sonucunda zayıflamış olsa da sınıf mücadelesi tıpkı sömürülen sınıflar gibi varlığını sürdürüyordu. Bununla birlikte, “Emeğin yeni örgütlenmesinin, gündelik hayatın özelleştirilmesinin, kültürel atomizasyonun etkileri, sömürülenlerin kolektif hareket etme ve kendi tarihsel çıkarlarına ilişkin bir bilinç geliştirme kapasitelerini sekteye uğratmaktadır. Proletaryayı Tarihin büyük anlatısının büyük öznesi haline getiren dini temsillerden kesin olarak vazgeçmenin zamanı gelmiştir. Bir sınıf kendisini sendikalar, yardımlaşma sandıkları, dernekler, partiler ve kadın kurtuluş hareketi etrafındaki mücadelelerinden ve temel deneyimlerinden yola çıkarak örgütler. Sınıf homojen bir özne değildir.”

Bensaïd’in argümanı, Marksizmin sınıf mücadelesine dayalı maddeci yeniden inşasında yeri olmayan, özünde ideolojik ve idealist olan tarihsel fetişlere saldırıyordu. Fetiş eleştirisinin anahtarı, sınıf bilincini seferberlik ve dayanışma yoluyla biçimlendirip geliştiren, işyerinin ve görece özerk devlet aygıtının boyun eğdirmesine ve despotizmine meydan okuyan çoğulluğu içinde sınıf mücadelesinin rolüydü.

Bensaïd’in yazmış olduğu gibi, işçi sınıfının “inatçı farklılıklarının” ötesinde birleşmesi “sürekli bir şantiye, taktikleri ve ittifakları dikte eden stratejik bir görevdir”. Dahası, kapitalist üretim tarzının dinamizmine bağlı olarak “toplumsal sınıflar değişir, farklılaşır ve dönüşür. Sürekli hareket hâlindedirler. Kendilerini dün simgelemiş olan sabit bir imgenin önünde durmazlar”. İşçi sınıfı daimî gelişim hâlindeydi, toplumsal bütünün belirleyici bir etkeniydi:

“Sanayi proletaryasının toplam faal nüfusa oranla ağırlığı görece gerilemiştir. Ama hâlâ en önemli toplumsal grubu oluşturmaktadır. Üstelik, ücretli proletaryanın bir bölümü (taşımacılıkta, ticarette ve hizmetlerde) hâlâ büyümekte ve faal nüfusun üçte ikisini oluşturmaktadır. Bugün ancak kısıtlayıcı ve işçici bir proletarya görüşü, proletaryanın kaybolmasa da gerilediği sonucuna varabilir.”

Bu yazı Darren Roso’nun Historical Materialism kitap dizisinde yayımlanmış olan Daniel Bensaïd: From the Actuality of the Revolution to the Melancholic Wager  [Daniel Bensaïd, Devrimin Güncelliğinden Melankolik Bahise] başlıklı kitabından alınmıştır. Daniel Bensaïd Was One of Marxism’s Great Renovators (jacobin.com)

Çeviri: Osman S. Binatlı

Gilbert Achcar: “Tahran, konsolosluğuna yapılan saldırıyla köşeye sıkıştığını hissetti”

Aşağıda Gilbert Achcar’ın Fransız L’Humanité gazetesine verdiği bir demeç yer alıyor. Burada Achcar, İsrail’in 1 Nisan’da Şam’daki konsolosluğa düzenlediği saldırıyı değerlendiriyor ve buna İran’ın verdiği tepkiyi analiz ediyor. Ayrıca bu yeni gerilimin Gazze’deki savaşı sona erdirmek için devam eden müzakereler üzerindeki etkilerini masaya yatırıyor.

İsrail Şam’daki İran konsolosluğunu vurmakla neyi amaçlamıştı?

Bu saldırı, İran’ın 2011’de Suriye’deki halk ayaklanmasını takip eden iç savaşın yarattığı fırsatı değerlendirerek bu ülkeye yerleşmeye başladığı yıllarda, İsrail tarafından İran’ın Suriye’deki hedeflerine yönelik olarak başlatılan uzun saldırı serisinin devamı niteliğindedir. Ancak İsrailli yetkililer, İran büyükelçiliğine komşu olan konsolosluğun tahrip edilmesinin, İran rejiminin ideolojik silahlı kanadı olan İslam Devrim Muhafızları Ordusu’nun (IRGC) üst düzey bir üyesi ve diğer yedi subaydan oluşan kurbanların kimliğinin ötesinde, büyük bir gerilime yol açtığını görmezden gelemezdi.

Dolayısıyla bana öyle geliyor ki bu, İran’ın tepkisini çekmeyi ve İran’a karşı geniş çaplı bir eyleme yol açabilecek bir sarmalı harekete geçirmeyi amaçlayan kasıtlı bir provokasyondu. Bunun biri “önemsiz”, diğeri stratejik olmak üzere iki ana nedeni var. Önemsiz neden, herkesin bildiği gibi, bu askeri atak Benjamin Netanyahu’nun işine yarıyor; çünkü Netanyahu’nun iktidarda kalması savaş durumuna bağlı. Diğer taraftan bu, Batı kamuoyunda giderek artan bir antipatiyle karşı karşıya olan İsrail hükümetinin de işine geliyor. Dahası, çok olumsuz bir imaja sahip olan İran’la yapılacak bir çatışmanın Batı’nın İsrail’le dayanışmasını yeniden tesis etmesi muhtemeldir. Bu durum, son zamanlarda İsrailli müttefikinin imajının bozulmasından zarar gören Biden yönetimi için de geçerlidir.

Stratejik nedene gelince, bu çok açık: Donald Trump’ın 2015’te İran’la imzalanan nükleer anlaşmayı 2018’de iptal etmesinden bu yana, İran uranyum zenginleştirme faaliyetlerini o kadar hızlandırdı ki, Tahran’ın en az üç nükleer bomba üretmesinin sadece birkaç gün alacağı tahmin ediliyor. Buna bir de İran’ın geçtiğimiz Cumartesi günü göstermiş olduğu uzaktan vuruş kabiliyetini eklersek, İsrail’in nükleer silahlar üzerindeki bölgesel tekelini ve dolayısıyla caydırıcı kapasitesini kaybetme korkusunu anlamak kolaylaşacaktır. Elbette İsrail’in hatırı sayılır sayıda nükleer savaş başlığı var ancak toprakları İran’ınkinden çok daha küçük. Bu nedenle konsolosluğa yapılan saldırının, İran’ın nükleer potansiyeline karşı bir İsrail saldırısına yol açacak askeri bir tırmanışın ilk salvosu olarak tasarlanmış olmasından endişe edilmelidir.

İran’ın verdiği karşılığı nasıl okuyabiliriz?

İran tarafında büyük bir şaşkınlık olduğunu söyleyebiliriz. Tahran, konsolosluğuna yapılan saldırıyla köşeye sıkıştığını hissetti. Ocak 2020’de Trump’ın emriyle Devrim Muhafızları Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’nin Irak’ta öldürülmesinden sonra görüldüğü üzere, Tahran’ın caydırıcı “inandırıcılığı”, en azından kayda değer bir düzeyde dahi hiçbir zaman tutulmayan intikam sözleriyle yıllar içinde önemli ölçüde aşınmış oldu. Ayrıca Hamas’ın ısrarlarına rağmen İsrail’in Gazze’deki savaşına karşı doğrudan bir müdahalede bulunulmadı. İran, Lübnan Hizbullah’ı söz konusu olduğunda kendini açıkça sınırlayarak Lübnanlı ve Yemenli müttefiklerini sürece dâhil etmekle yetindi.

Dolayısıyla Tahran itibarını tamamen kaybetmemek için harekete geçmek zorunda kaldı. Bununla birlikte İranlı liderler İsrail’in bu provokasyonla neyi amaçladığının farkındalar ve nükleer silah elde ederek terör dengesini sağlamadan önce kendi topraklarında bir saldırının gerçekleşmesinden çekiniyorlar. Bu nedenle fazla etkisi olmayacağını bildikleri, çok büyük gibi görünen bir saldırıyı tercih ettiler. Dünyanın en iyi hava savunmasına sahip ve başta ABD olmak üzere güçlü müttefiklerin yardım ettiği bir devlete, insansız hava araçları ve seyir füzeleriyle 1.500 kilometre uzaktan, birkaç saat süren bir yolculukla saldırı düzenlemek, hedefe çok az şeyin ulaşmasını beklemek demektir. İsrail’in koruma ağından sadece birkaç balistik füze geçebilmiştir.

İranlı kaynaklar konunun İran açısından kapandığını ilan etmekte gecikmedi. Bu gerçekten de çok naif bir yaklaşım. Örneğin Birleşik Arap Emirlikleri ya da Bahreyn’deki bir İsrail diplomatik temsilciliğine saldırmış olsalardı kimse onları ciddi bir şekilde suçlayamazdı. Ancak yüzlerce aracı doğrudan İsrail topraklarına fırlatarak tuzağa düştüler ve böylece kendi topraklarında doğrudan bir İsrail saldırısını adeta meşrulaştırmış oldular. İsrail için ne kadar büyük bir tehdit oluşturduklarını göstererek İsrail’in kendi potansiyelini önleyici bir şekilde yok etme argümanını pekiştirdiler, dahası kendilerinden çok daha donanımlı bir rakip karşısındaki stratejik zayıflıklarını ortaya koymuş oldular. Kanaatimce bu, Hamas’ın 7 Ekim 2023 operasyonunu başlatarak yaptığı kadar büyük bir hata olabilir.

Bunun Gazze’deki savaş ve müzakereler açısından ne gibi sonuçları olacak?

Tüm bunlardan önce müzakereler zaten çıkmaza girmişti. Şimdi, özellikle de Batı’nın İsrail üzerindeki baskısı büyük olasılıkla azalacağından ve rehinelerin akıbeti konusunda belirsizlik sürdüğünden, anlaşma olasılığı epey zayıfladı. İsrail zaten Gazze’nin büyük bir bölümünü yok etti ve burayı bir atış alanına ve silahlı kuvvetlerinin zaman zaman müdahale ettiği bir alana dönüştürdü. Geriye İsrail’in sivil halkı yerinden ettikten sonra işgal etmeye hazırlandığı Refah kalıyor. Bu, geçtiğimiz Ocak ayına kadar yürütülen saldırıdan çok daha az çaba gerektirecektir. Dahası, İran’la çatışma, kuzeyde olası bir Hizbullah saldırısını önlemek dışında, ilâve bir kara seferberliği gerektirmiyor. İsrail’in uzaktan saldırı potansiyeline gelince, Biden yönetimi İsrail’in savaş gücüne doğrudan katkısının yanı sıra, sürekli silah sevkiyatı yoluyla bu potansiyelin yüksek seviyede tutulmasını sağladığından, bu potansiyel olduğu gibi kalmaya devam edecek.

Kaynak: https://artigercek.com/forum/gilbert-achcar-tahran-konsolosluguna-yapilan-saldiriyla-koseye-sikistigini-300999h

Çeviri: Gencer Çakır