İmdat Freni

admin

1989’dan sonraki söylemin unutturduğu hareketler

Doğu Avrupa halkları komünist ideal adına savaştığında

Sovyet bloğundaki halkların pasifliği, duvarın yıkılmasından sonra tarihsel gerçeklere dönüştürülen önyargılı fikirlerden biridir. Batı’ya göre, özgür iradeden yoksun kitleler olarak, komünizmi lanetlerken sadece kölece itaat edebilirlerdi. Oysa Doğu Bloğunun tarihine damgasını vuran toplumsal hareketlerin birçoğu aslında gerçek sosyalizmi hedefliyordu.

Catherine Samary  

1989-1991 yılları arasında Sovyet bloğunun çöküşünün anısı hala bir klişeler bütünüdür (1). İngiliz siyaset bilimci Timothy Garton Ash, “1989’da Avrupalılar yeni bir şiddet içermeyen devrim modeli önerdiler – kadife devrim (2)diyor; kısaca, Ekim 1917’de Kışlık Saray’ı ele geçirenin tersine çevrilmiş bir görüntüsü. Hiçbir şey bu modeli Çekoslovakya’dan ve 1989’da cumhurbaşkanı olan ünlü muhalif, rejim tarafından uzun süre hapsedilmiş bir oyun yazarı olan Václav Havel’den daha iyi temsil edemez. Bu yorum liberal ideolojiye ve onun temsilcilerine Soğuk Savaş’ın sonunda Batı’nın kazandığı zaferde üstün bir ağırlık atfeder. Ancak Havel’in kendisi buna inanmıyordu. 1989’da “muhalefet hazır değildi (…) Olayların kendisi üzerinde çok az etkimiz vardı” itirafında bulundu. Ve biraz daha doğuda yatan belirleyici faktöre işaret etti: “Sovyetler Birliği artık müdahale edemezdi, aksi takdirde uluslararası bir krize yol açacak ve tüm yeni perestroyka [yeniden yapılanma] politikasını bozacaktı” (3).

Birkaç yıl önce Garton Ash, 1989-1991’in iki birleşik özelliğini tanımlamak için “reform” ve “devrim”in kısaltması olan “devrim” neolojizmini kullanmıştı (4): kapitalist anlamda mevcut sistemin sosyo-ekonomik ve siyasi yapısına meydan okuma (nereden baktığınıza bağlı olarak devrimci veya karşı devrimci), ancak yukarıdan dayatılan reformlar yoluyla. Örneğin Charter 77 – Havel’in de mensubu olduğu muhaliflerin entelektüel cephesi–  işgal altındaki Çekoslovakya’nın “normalleşmesine” karşı kayda değer bir direniş gösterdi, ancak sosyo-ekonomik konularda hiçbir fikir birliği ifade etmedi ve örgütlü bir toplumsal tabanı yoktu.

Yine de bu rejimlerin kalbinde kitlesel demokratik hareketlenmeler vardı: Haziran 1953’te Berlin’deki işçi ayaklanmaları, 1956’da Polonya ve Macaristan’daki işçi konseyleri, 1968’deki “Prag Baharı” –Çekoslovak işçi konseylerinin ortaya çıkmasıyla uzadı– ve 1980’de Polonya’nın Gdansk kentindeki Solidarność’un (“dayanışma”) devrimci sendikacılığı. İşte 1989’un liberal yorumunun, onu anti-komünist olarak sunarak kendine mal etmek için yok ettiği ya da tahrif ettiği şey bu tarihtir. Bu halk hareketleri kapitalizmi yeniden kurmak için değil, tam tersine sosyalist idealler adına mücadele ediyordu.

Polonya ve Macaristan’da işçi konseyleri

Filozof Slavoj Žižek, tek partinin sona ermesinin popüler olmasına rağmen, “Duvarın arkasında”, “insanlar kapitalizmi hayal etmiyordu” (Le Monde, 7 Kasım 2009) diye hatırlıyor. Kapitalizmin zaferi kitlelerin iradesinin değil, Komünist nomenklatura tarafından yapılan bir seçimin sonucuydu: makam ayrıcalıklarını mülkiyet ayrıcalıklarına dönüştürmek. Seçkinlerin bu “büyük dönüşümü” analiz edilmiş olsa da (5), eski tek partinin toplumsal tabanına ilişkin çalışmalar eksiktir. Yine de, eski tek partinin toplumsal tabanı atıp tutarken özelleştirme talep etmedi.

Gazeteci ve eski Polonyalı komünist aktivist Victor Fay 1980’de şu gözlemde bulunmuştur (6): “Doğu Avrupa’daki tüm ülkeler arasında sınıf mücadelesini periyodik olarak canlandıranın neden Polonya işçi sınıfı olduğu sorulabilir ve neden şimdi?” Polonya’nın büyük bağımsızlık mücadelelerinin her birine, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Polonya Komünist Partisi (Polonya Birleşik İşçi Partisi, PUWP) ve aynı zamanda Kremlin’in Doğu Avrupa Komünist partilerine yönelik değişen politikası ile ince bir ilişki içinde gelişen güçlü işçi hareketleri damgasını vurmuştur.

Tito olarak bilinen Yugoslav lider Josip Broz ile Joseph Stalin arasında 1948 yılında yaşanan ve ulusal bir komünizmin egemenliği arzusu ile Kremlin’in hegemonyacı politikası arasındaki çatışmayı ifade eden ayrılığa Polonya, Bulgaristan, Macaristan ve Çekoslovakya’daki “anti-Talist” tasfiyeler eşlik etti. Stalin’in ölümünden sonra, halefi Nikita Hruşçov’un Yugoslav komünistlerden özür dilemesi ve Şubat 1956’da Sovyetler Birliği Komünist Partisi XX. Kongresi’nde Stalin’in suçlarını kınaması, Moskova’nın Sovyet dünyasını teorik olarak yapılandıran eşitlikçi ulusal ve sosyal ilişkilere saygı göstereceğine dair umutları canlandırdı.

1980’lere kadar tüm büyük demokratik ayaklanmalar, açıkça ya da pratikte, bürokratik baskı gerçekliği ile sosyalist ilkeler arasındaki uçurumu daraltmayı amaçlamıştır. Örneğin, 1956’da Polonya ve Macaristan’da işçi konseylerinin ortaya çıkışı, Stalinist liderliğin uzaklaştırılması talebiyle el ele gitti; her bir partinin önemli bileşenleri tarafından desteklendi. SSCB’nin Stalinizmden arındırılmasının sınırlarını keşfeden Titist Yugoslavya, 1956’da bağlantısızlık hareketine ivme kazandırmaya karar verirken, özyönetimi (merkezi planlamanın aksine) “sosyalizme giden Yugoslav yolu” olarak teyit etti.

Polonya’da Władysław Gomułka’nın (1948’de ihraç edildiği) POUP’un lideri olarak Ekim 1956’da muzaffer bir şekilde geri dönmesi, toprakların dekolektifleştirilmesi ve piskoposluğa tanınan ayrıcalıklar Moskova’yı endişelendirdi. Ancak Polonyalı liderin komünist inanca sahip olması ve “büyük Sovyet kardeşe” saygı göstereceğine söz vermesi, Kremlin’in Macaristan’ı hizaya getirmeye odaklanmasına neden oldu. Polonya Sovyet müdahalesinden kurtuldu, ancak üniversitelerde özyönetim hakları tanınmış olmasına rağmen buradaki işçi konseyleri yönlendirildi –bunlara meydan okunması tehdidi 1968 öğrenci patlamasına yol açtı.

Takip eden on yıl boyunca, fiyatları yükseltme planlarına karşı patlak veren işçi grevleri, ekonomist Michael Lebowitz’in tek partinin işçiler adına ve onların sırtından saltanatını sağlamlaştırmaya çalıştığı bir tür (yabancılaşmış) “toplumsal sözleşme” olarak analiz ettiği şeyin temelini oluşturan eşitlikçilik” ve “iş istikrarı” ikilisine olan bağlılığın gücünü ifade etti (7). Üreticileri üretim araçlarının sahibi yapan sosyalist yasallık, Komünist nomenklaturanın ayrıcalıkları kınanırken aynı zamanda şirketler içinde işçi konseylerinin ortaya çıkmasıyla tekrar tekrar ifade edildi. Yöneticiler hiçbir zaman meşru sahipler olarak görülmedi. Onların gerçek mülkiyet gücünü, bu durumda fabrikaları satma ve kitlelere kapitalist işsizliği sunma gücünü tesis eden 1989’dan sonraki kapitalist restorasyondu.

İki Solidarność

Bu arada parti-devlet, şirketleri yönetme gücüne sahipti ve bunu, baskıdan başka yollarla yönetimini istikrara kavuşturmak için kullandı. Resmi sendikal hareket çabalarını, konut, sağlık hizmetleri, tatil merkezleri ve mağazalara erişim şeklinde, kombinalarda istihdamla bağlantılı parasal olmayan bir sosyal gelir dağıtmaya yoğunlaştırdı. SSCB’nin son on yılında, işçilerin gelirlerinin %60’ından fazlası bu ayni kolektif fonlardan geliyordu (8). Bu sistem altında, tüm ekonomik tercihler ve mekanizmalar (fiyatlar dahil) haklı olarak siyasi olarak algılanıyordu. Neredeyse kendiliğinden ekonomik meselelerden meşru kabul edilen sosyal ve mülkiyet hakları taleplerine kayan grevlerin hızla yıkıcı dinamiği de buradan kaynaklanıyordu.

1960’larda merkezi planlama reformları israfı azaltmaya ve üretilen malların kalitesini artırmaya çalışmış, ancak işçi haklarını önemli ölçüde artırmamıştır. Amaç, şirketlere yönetsel özerklik getirmek ve yöneticileri sosyal sözleşmeyi tehdit eden maliyetleri düşürmeye teşvik etmekti. Bu girişimler grevlerle engellendi (Polonya’da) ya da 1968’de Çekoslovakya’da olduğu gibi toplumsal hareketlerin ardından şirketlerde işçi özgürlüklerinin ve haklarının genişletilmesine yol açtı. Yugoslavya’da “piyasa sosyalizmi” 1970’lerin başında eşitsizliğe ve “kızıl burjuvaziye” karşı patlak veren grevler ve siyasi mücadelelerin (Belgrad’daki “Haziran 68”) ardından durdu. Polonya’daki grevlerin 1970’te şiddetle bastırılması Gomułka’nın düşmesine yol açtı ve yerine eski madenci Edward Gierek 1970’ten 1980’e kadar Devlet Başkanı oldu.

Polonya, Yugoslavya, Macaristan, Romanya ve Demokratik Alman Cumhuriyeti’nde (DAC), piyasa reformlarının engellenmesine 1970’lerde tüketici talebini karşılamak ve teknoloji transferleri yoluyla üretim verimliliğini artırmak için tasarlanan Batı ithalatına açılma eşlik etmiştir. Tüm bu ülkeleri etkileyen döviz borç krizi (9) Polonya’da yeni bir fiyat reformu girişimine yol açtı. Bu da 1980-1981 yıllarında ülke çapında işçilerin öz-örgütlenmesinin temellerini atan bir grevler, bilek güreşi ve müzakereler sarmalına yol açtı. Solidarność’un yasallaşması için verilen mücadele sırasında, bağımsız sendika içinde güçlü bir özyönetim akımı büyümekteydi (10). İki milyonu Komünist Parti üyesi olan on milyon üyesiyle bağımsız sendika, Ağustos 1981’de kongresini yasal olarak yapma hakkını kazandı. Hem bir karşı güç hem de sosyalizme ve ekonomik tercihlerin özyönetim kontrolüne dayanan bir toplum vizyonu geliştirdi (11). Peki, 1981 ile 1989 yılları arasında ne oldu da liberal “şok terapisi” Duvar’ın yıkılmasından sonra fazla direnişle karşılaşmadan uygulanabildi?

Öz yönetim için bir itki

Danışmanı ve sözcüsü olduğu Solidarność’un mücadelesine derinlemesine dahil olan Polonyalı Marksist entelektüel Karol Modzelewski, Havel’in aksine şirket kapılarında durmayan bir demokrasi anlayışına tanıklık ediyor. Nous avons fait galoper l’histoire. Confessions d’un cavalier usé (12) adlı kitabında, bu sol muhalif de Havel gibi 1989’da Polonya’da ve tüm Doğu Avrupa ülkelerinde izlenen yolun SSCB’deki durum tarafından belirlendiğine inanıyor. Ancak ona göre bu, Polonyalı işçilerin artık siyasi dinamik üzerinde herhangi bir etkiye sahip olmadığı anlamına geliyordu. Bunun nedeni General Wojciech Jaruzelski’nin Aralık 1981’de sıkıyönetim ilan etmesiydi. Modzelewski sendika üyelerinin %80’inin sendikayı terk ettiğini (yeraltına çekilmeye zorlandığını), bunun da derin bir moral bozukluğuna ve bütün bir işçi kuşağının terhis edilmesine yol açtığını tahmin etmektedir. İki Solidarność arasında ayrım yaptı: birleşik ve kardeşçe, “sosyalizmin çocuğu” ve “tarihi dörtnala koşturma” yeteneğine sahip “büyük” sendika; ve saklandığı süre boyunca dönüşmüş olarak ortaya çıkan ikincisi: “artık kitlesel bir işçi hareketi değil, nispeten küçük bir anti-komünist komplo” idi. O andan itibaren, 1989 “Yuvarlak Masa” (13) etrafında yasallığa dönüş bir “değerler çatışması” yarattı: her şey orijinal işçi sendikasının “kolektivist ve dayanışmaya dayalı” özlemleri ile Batı yanlısı liberal entelijansiyanın desteklediği yeni Solidarność’un savunacağı “eşitlik ve kardeşlik –ve bu nedenle güvencesiz– olmadan özgürlük” türünü birbirinden ayırdı.

1989’un yeni ve eski “elitleri” için “Batı Mekke gibiydi” diye açıklıyor Modzelewski, o dönemde entelektüeller ve işçiler arasında bir ayrılık olduğunu düşünüyordu. Kuşkusuz, 1989’daki seçim zaferi sırasında “neredeyse herkes zaferin tadını hissetti”. Ancak “daha sonra kaybetmeye başladılar: ücretlerini kaybettiler, işlerini kaybettiler, tasfiye edilen fabrikalar topluluğundaki köklerini kaybettiler, yarının kesinliğini kaybettiler ve toplumsal saygınlıklarını kaybettiler”. Solidarność’un programında yer alan “kendi kendini yöneten Polonya cumhuriyeti” kapitalist restorasyonla çelişiyordu. Ama Sovyet askeri müdahalesine dayanabilir miydi?

Çekoslovakya’nın 1968 deneyimine dönüp bakmak açık tarih lehine argümanlar sunuyor. Prag isyanına öğrenci olarak katılan Karel Kovanda (14), “Prag isyanının geleneksel analizi, Çekoslovak Komünist Partisi sekreteri Antonín Novotný’nin etrafındaki muhafazakar bürokrasi ile halefi Alexander Dubček’in planlı ekonominin yeniden yapılandırılması zemininde somutlaştırdığı liberal reformcuların güçlerini karşı karşıya getirir diyor. Ancak Kovanda’ya göre bu yüzeysel ayrım, ilericiler arasında en az onun kadar yapısal olan bir diğer ayrımı ortadan kaldırmaktadır. Bir yandan, “yukarıdan yürütülen iyi kontrollü reformları (…) savunan” “ekonomik alandaki teknokratlar ile siyasetteki liberaller” arasında ayrım yapmaktadır. Bunlar “Çekoslovak Komünist Partisi’nin [ÇKP] hem içinde hem de dışında” bulunuyordu, tıpkı “radikal demokratlar” olarak adlandırdığı ikinci grubun üyeleri gibi. Onlar için “kitlesel halk katılımı, sistemde kozmetiğin ötesine geçen bir değişim başlatmak için temel bir koşuldu” –bu da işçileri harekete geçirme sorununu gündeme getirdi.

Dubček reformların popülaritesini arttırmak için “insan yüzlü sosyalizm” fikrini ortaya attı ve bu fikir aşağıdan gelen hareketler tarafından hemen benimsendi. Kovanda’ya göre, ülkenin en muhafazakar organlarından biri olan Sendikalar Merkez Konseyi (URO), 1968’in ilk birkaç haftasında yerel şubelerden, resmi sendikanın işleyişi de dahil olmak üzere işçilerin kaybedilen hakları konusunda yaklaşık 1.600 karar aldı. Sendika gazetesi Práce “işçiler için en geniş yetkileri talep eden” bir haçlı seferi başlatırken, Nisan 1968’de etkili haftalık Reportér birişçi özyönetim hareketi çağrısında bulunan bir makale yayınladı.

Özellikle Prag’ın en büyük sanayi kompleksi olan ČKD ve Plzeň’deki Škoda fabrikalarında tüzükler için somut öneriler hazırlandı. Nisan 1968’de PCT Merkez Komitesi işçi konseyleri konusunu programına dahil etmek zorunda kaldı. Sosyolog Milos Barta, o yıl PCT Merkez Komitesi dergisi Nová Mysl’de(“Yeni Düşünce”) yayınlanan 95 konsey üzerine yaptığı bir çalışmada, “toplumdaki demokratikleşme sürecinin gelişimini takiben, işçi konseyleri için hazırlık komiteleri kurma fikrinin ne kadar hızlı kök saldığını ve yayıldığını” vurguladı (15). Sovyetlerin 21 Ağustos 1968’de Çekoslovakya’yı işgalinin arifesinde, “yaklaşık 350 işçi kolektifi 1 Ocak 1969’a kadar bir işçi konseyi tarafından yönetileceklerini varsayıyordu”.

Bu özyönetim hamlesi karşısında, teknokratik vesayet altında reform planı ortadan kalktı. Tutumlar muhafazakarlık ve reform arasında değil, radikal demokrasi ve bürokratik basamağa geri dönüş arasında bölündü. İşgal bu eğilimi sadece hızlandırdı. Vysočany bölgesindeki ČKD fabrikası, müdahaleyi kınayan ve kendisi de diğer liderlerle birlikte Kremlin’le uzlaşma mantığı içinde olan Dubček tarafından tanınmayan yeni bir Merkez Komite seçen PCT’nin yeraltı kongresine ev sahipliği yaptı. Bu bağlamda Kovanda, “‘Prag Baharı’nın sonbahar boyunca ancak kitlesel halk yatırımları sürdüğü sürece devam edebileceğini” ve “fabrikaların konseyler aracılığıyla ekonomik demokrasinin kalelerine dönüştürülmesinin” “temel öncelik” olduğunu belirtiyor.

Eylül 1968’e kadar 19 konsey mevcuttu; 1 Ekim’de 143 konsey daha faaliyete geçti. Ekim sonunda, Varşova Paktı tankları (16) sokaklarda devriye gezerken, Dubček liderliğindeki hükümet, Sovyetlerden emir almadan, “bu deneyi sürdürmenin uygun olmadığını” ilan etti. Bu durum sendikaların protesto dalgasına yol açtı ve bu protestolar basında yer aldı. Kovanda, Ocak 1969’da –birkaç ay süren işgalin ardından–  “konseyler 800.000’den fazla kişiyi, yani işgücünün altıda birini temsil ediyordu” (tarım hariç) diye hatırlıyor. 1969’un ilkbaharında daha fazla konsey kuruldu. Haziran sonunda, ülkenin en büyük şirketleriyle ilişkili prestije sahip “300 konsey ve 150 hazırlık komitesinin var olduğu bildirildi”. Yarısından biraz fazlası PCT üyesiydi.

“Radikal bir demokrasi” için

Ancak tepkiler başlamıştı. Ocak 1969 gibi erken bir tarihte, Parti Prezidyumu öğrenci ve işçi grevlerini kınadı. Öğrenci Jan Palach 16 Ocak’ta kendini yaktı. Dubček 17 Nisan’da görevinden uzaklaştırıldı. 1970 yazında, başlangıçta etkili bir şekilde bastırılmış olan işçi konseyleri yasaklandı. “Normalleşme” sona ermişti.

PCT’nin özyönetim akımının bir üyesi olan ve Ağustos 1968’deki gizli kongrede Merkez Komite’ye seçilen Jaroslav Šabata’ya göre, Çekoslovak komünistleri “Varşova Paktı’nın işgalini reddeden Vysočany kongresiyle gurur duymalıdır”; ancak bu kongrenin bağlı olduğu “radikal demokrasi, özyönetim ve egemenliğin “dağılmasına katkıda bulundukları” için dahaaz gurur duymalıdırlar. Tersine, kongrenin konsolidasyonu “Sovyet bloğunun ve SSCB’nin kendisinin tüm reformist güçlerini son derece cesaretlendirecekti” (17).

Šabata, Şart 77’yi komünist hareketin kendi içinde “radikal demokrasiye” ihtiyaç duyulduğu için imzaladığını açıkladı. Ancak böyle bir demokrasinin sosyal boyutu –ekonominin eşitlikçi sosyal ilişkiler çerçevesinde yapılan kolektif seçimlere tabi tutulması– Şart 77’de pek de mutabık kalınan bir konu değildi. Ve 1989’dan sonra ortaya çıkan “gerçek kapitalizm” ve “Avrupa inşası “nda işçilere yapılan muamele ile tamamen uyumsuzdu.

( 1) Bkz: Jérôme Heurtaux ve Cédric Pellen, 1 989 à l’Est de l’Europe, une mémoire controversée, Éditions de l’Aube, La Tour-d’Aigues, 2009.

(2) Timothy Garton Ash, “1989 dünyayı değiştirdi. Ama Avrupa için şimdi nerede?“, The Guardian, Londra, 4 Kasım 2009.

(3) “Vaclav Havel: ‘Rejim her geçen saat çöküyordu‘“, Le Figaro Dergisi, Paris, 31 Ekim 2009.

(4) Timothy Garton Ash, We the People: The Revolution of ‘89 Witnessed in Warsaw, Budapest, Berlin and Prague, Penguin, London, 1993.

(5) Georges Mink ve Jean-Charles Szurek, La Grande Conversion. Le destin des communistes en Europe de l’Est, Seuil, coll. “L’épreuve des faits”, Paris, 1999.

(6) Bakınız Victor Fay, “Unicité du pouvoir politique, pluralité sociale et idéologique“, Le Monde diplomatique, Ağustos 1980.

(7) Michael A. Lebowitz, The Contradictions of “Real Socialism”: The Conductor and the Conducted, Monthly Review Press, New York, 2012.

(8) David Mandel, “Perestroïka et classe ouvrière“, L’Homme et la Société, n° 88-89, Paris, 1988.

(9) Bkz François Gèze, “Le poids de la dépendance à l’égard de l’Occident“, Le Monde diplomatique, Ekim 1980.

(10) Bkz: Zbigniew Kowalewski, Rendez-nous nos usines! Solidarność, le combat pour l’autogestion ouvrière, La Brèche-PEC, Paris, 1985.

(11) Bakınız Tamara Deutscher, “Le pouvoir polonais face à l’exigence de démocratisation de la classe ouvrière“, Jean-Yves Potel, “Un projet politique pour la société tout entière“ ve Ignacio Ramonet, “La montée d’un contre-pouvoir dans la Pologne en crise“, Le Monde diplomatique, sırasıyla Mayıs 1981, Ağustos 1981 ve Ekim 1981.

(12) Karol Modzelewski, Nous avons fait galoper l’histoire. Confessions d’un cavalier usé, Éditions de la Maison des sciences de l’homme, Paris, 2018.

(13) 1989 yılının ilk yarısında bu kurum, hükümet üyeleri ile Solidarność da dahil olmak üzere muhalif hareketler arasındaki tartışmalar için bir forum niteliğindeydi.

(14) Karel Kovanda, “Les conseils ouvriers tchécoslovaques (1968-1969)“, À l’encontre, 24 Ağustos 2018 (orijinal yayın: Telos, no. 28, Washington Üniversitesi, 1976 yazı).

(15) “Milos Barta’nın ‘özyönetim hareketi kronolojisi ve analizi“, À l’encontre, 20 Ağustos 2018. Ayrıca bakınız Jean-Pierre Faye ve Vladimir Fišera, La Révolution des conseils ouvriers, 1968-1969, Robert Laffont, Paris, 1978.

(16) Doğu Avrupa ülkeleri ve SSCB’den oluşan bir askeri ittifak.

(17) Jaroslav Šabata, “Invasion or our own goal”, East European Reporter, vol. 3, no. 3, Londra, 1988 sonbaharı.

Le monde diplomatique 2016

ENZO TRAVERSO İLE FAŞİZMİN YENİ ÇEHRELERİ

  Post-faşizm sarkacı

17 Ocak 2021

On yıl önce, faşizmin ayak seslerinden söz etmek “daha neler” dedirtiyordu, 2020 küresel çapta faşizm gündemiyle kapandı, 2021 onunla açıldı. Peki, bugün faşizm dendiğinde ne anlamalı, sağ popülizm klasik faşizmle nasıl bir ilişki içinde? Dahası, nasıl bir tarihsel eşikteyiz? “Faşizmin Yeni Çehreleri” kitabının yazarı, tarihçi Enzo Traverso’nun Jacobin’e 2 Nisan 2019’da verdiği, hâlâ tazeliğini koruyan söyleşiye zaplıyoruz.

Faşizm ve popülizme dair güncel tartışmalar genellikle kelimelerin anlamlarına sıkışıp kalıyor. Faşizmin Yeni Çehreleri kitabınızda farklı bir yaklaşım benimseyerek kelimelerin kamusal söylemde nasıl kullanıldığı ve “tarihin kamusal kullanımına” dair neleri görünür kılabileceğiyle ilgileniyorsunuz. Faşizmin Yeni Çehreleri’nin ilham kaynakları nelerdi?

Enzo Traverso: Geçmişin yorumlanışı bugünkü kamusal kullanımından ayrı düşünülemez. Faşizmin kavramsallaştırılmasıyla ilgileniyorum ama, bu çabam sadece tarihyazımına dair değil, siyaseten tarafsız da değil. Örneğin, faşizm ile popülizmi ayırıyorum. İlki demokrasiyi yıkmak anlamına geliyor, ikincisiyse farklı, hatta zıt istikametlere yönelebilen, ancak genelde demokratik bir çerçeve içinde var olan bir siyaset tarzı. Faşizm kavramının bugün nasıl çözümlenmesi gerektiğinden emin değilim. Sıkça suistimal edilen bir olgu. Faşizmin geri dönmesi genelde solcuları endişelendiren bir mesele olageldi. Bugün ise sağcı popülizm ve post-faşizm tehdidi altındaki seçkinlere ait bir çekinceye dönüştü. Örneğin, ABD’de Madeleine Albright ve Robert Kagan, İtalya’da Matteo Renzi’yi düşünün. Öte yandan, geleneksel seçkinlerin önerdiği “faşizm karşıtı” birleşik cephe yeni radikal sağın Doğu Avrupa’dan Batı Avrupa’ya, ABD’den Brezilya’ya birçok yerde ortaya çıkıp yayılmasına izin veren koşulların şekillenmesindeki sorumluluğunu gizliyor. Kitabın çıkış noktası şu sorularda yatıyor: Faşizm 21. yüzyılda ne anlama geliyor? Yeni sağın küresel ölçekteki yükselişini 1930’ların klasik faşizmine bir dönüş olarak mı görmeliyiz, yoksa bu yepyeni bir olgu mu? Nasıl tanımlayabilir ve karşılaştırabiliriz?

İsmine odaklanınca kitabınızın “neofaşizm” hakkında olduğunu düşünmek mümkün. Siz ise Avrupa siyasetindeki sağa yönelişin klasik faşizmle bağlantılı, ancak aynı zamanda ondan uzakta duran “post-faşist” bir olgu olduğunu öne sürüyorsunuz. Bu fark niçin önemli?

Neofaşizm, yani klasik faşizmle bağlantılı olduğunu iddia eden hareketler marjinal bir olgu. Yeni radikal sağın başarısının anahtarlarından biri, kendisini “yeni bir olgu” olarak betimlemesi. Ya faşist kökenleri bulunmadığını (Trump ya da Salvini) ya da kendi geçmişiyle ciddi bir kopuş yaşadığını (babasını Ulusal Cephe’den aforoz eden Marine Le Pen) savunuyor. Yeni sağ milliyetçi, ırkçı ve yabancı düşmanı. Radikal sağın iktidarda olduğu ya da ciddi bir şekilde güçlendiği Batı Avrupa ülkelerinde demokratik ve cumhuriyetçi bir söylem benimsiyor. Dillerini, ideolojilerini ve tarzlarını değiştirdiler. Diğer bir deyişle, eski faşist alışkanlıklarını terk ettiler, ancak bambaşka bir şeye de dönüşmediler. Henüz siyasi sistemlerimizin olağan bir bileşeni de değiller. Bir yandan, yeni aşırı sağ artık faşist değil. Öte yandan, faşizm ile karşılaştırılmadan tanımlanması da mümkün değil. Yeni sağ, faşizme dönüşebilecek, ancak muhafazakâr, otoriter ve popülist demokrasinin yeni bir şekline de evrilebilecek bir olgu. Post-faşizm kavramı bu durumu yansıtmaya çalışıyor. Gelecekteki evrimini bugünden öngörmek imkânsız. Bu noktada, geçen yüzyıldaki iki dünya savaşı arasındaki dönemle mukayese yapmak önemli, iki durumda da uluslararası nizam zayıf. Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki kaosun sebebi Avrupa Uyumu diye tabir edilen 19. yüzyıla ait klasik liberalizmdeki çöküştü. Bugün yaşananlar ise Soğuk Savaş’ın bitmesinin sonucu. Faşizm ve post-faşizm bu tür karmaşık ve dalgalı koşullarda filizlendi.

Fransa’daki Ulusal Cephe’yi post-faşizme dair tipik bir örnek olarak sunuyorsunuz. İspanya’da Vox Partisi’nin yükselişi ya da İtalya’da Salvini’nin Lig Partisi sizi post-faşizmin temel tanımına dair nüanslara odaklanmaya yöneltiyor mu, yoksa genel kavramsal çerçevenize uyuyorlar mı?

Aşırı sağın Fransa, İtalya, Macaristan, Avusturya, Polonya ve son dönemde, genellikle istisna olarak addedilen iki ülke olan, İspanya ve Almanya’daki başarısı genel bir eğilimin altını çiziyor. Fransa’daki Ulusal Cephe sadece bir haberciydi. Bu gerici ve milliyetçi “Avrofobik” hareketlerin yükselişi, bir yandan da Avrupa Komisyonu’nun bizzat uyguladığı politikaların ürünü. AB cebri bir hukuki yapı aracılığıyla kendi kurallarını devletlere dayatan ve kimi zaman anayasalara sızan karmaşık bir kanunlar ağı inşa eden bir vasıtaya, finansal kapitalizmin vasıtasına dönüştü. 2008 krizinde devletlerin kurtardığı neoliberal seçkinlerin en görkemli başarısı kendi toplumsal iflaslarını devletlerin finansal krizine tahvil edebilmeleriydi. Bugün Goldman Sachs danışmanı olan Barroso ve vergi cenneti Lüksemburg’un eski lideri Junker gibi Avrupa Komisyonu başkanlarının, Yunanistan krizinin ve on yıl boyunca uygulanan kemer sıkma politikalarının ardından Matteo Salvini ve Viktor Orbán gibi sağcı popülist liderlerin yükselişi hiç şaşırtıcı değil: “Aklın uykusu canavarlar yaratır”. AB’yi savunarak post-faşizme karşı etkin bir mücadele yürütemeyiz. Milliyetçiliği ve sağ popülizmi alt etmenin yolu AB’yi dönüştürmek.

Francisco de Goya, Aklın Uykusu Canavarlar Yaratır, 1815-19


Analizinizin büyük bölümü Fransa’ya odaklanıyor. Yeni aşırı sağ aslında orada daha ziyade “bastırılmışın geri dönüşü”ne tekabül ediyor. Ulusal Cephe’nin ana akıma dönüşmesi Beşinci Cumhuriyet’in kökenindeki otoriter ve sömürgeci tarihin alenileşme süreci gibi. Bu sizce doğru mu? Eğer öyleyse, aşırı sağ eğilimlerle cebelleşen diğer ülkelere de yayılabilir mi?

Avrupa’da Asyalı ve Afrikalı göçmenlere yönelen yabancı düşmanı ve ırkçı dalganın kaçınılmaz olarak yeni-sömürgeci bir tarafı var. Hedefteki Müslüman göçmen ve mülteciler eski Avrupa sömürgelerinden geliyor. Bu, Avrupa’nın sömürgeci bilinçaltının devamlığını görünür kılan türden bir “bastırılmışın dönüşü”. Ancak, eski sömürgeci ve ırkçı söylemler terk edildi. Ulusal Cephe artık Fransız Cezayir’ine nostalji duyanlara ait bir hareket değil. Kendisini küreselleşme, toplu göç ve islâmi köktenciliğin tehdidi altındaki Fransız ulusal kimliğinin koruyucusu olarak betimliyor. Bu yeni-sömürgeci duruş cumhuriyetçi ve “ilerici” alışkanlıkları içerebilir. Bir yandan Fransa ve Avrupa’nın Hıristiyan köklerini islâmi “istilaya” karşı muhafaza etmek istiyor, öte yandan insan haklarını, hatta bazen kadın ve eşcinsel haklarını islâmi gericiliğe karşı koruyormuş gibi yapıyorlar. Bu savlar Ulusal Cephe’nin çok ötesinde, Fransız medyasında da son derece yaygın. Yakın geçmişte Académie Française üyesi olan Alain Finkielkraut gibi, Marine Le Pen’le karşılaştırılmak istemeyen birçok kamusal entelektüel onun en etkin müttefikine dönüştü. 2015’teki terör saldırıları sonrasında, Cumhurbaşkanı François Hollande ve başbakan Manuel Valls Ulusal Cephe’nin savunduğu olağanüstü hal, sokağa çıkma yasakları ve kayıtsız göçmenlerin topluca sınır dışı edilmesi gibi politikaları benimsedi. Hatta çift kimlikli, Kuzey Afrika kökenli ve Fransa vatandaşı teröristlerin vatandaşlığını iptal etmeye bile çalıştılar.

Faşizmi kapitalizm içinde tarih-ötesi bir olgu olarak gören “mikro-faşizm” ve benzer kavramlara dair fikriniz nedir?

Küresel bir olguyla yüz yüze olduğumuz için “mikro-faşizm” uygun bir tanım değil gibi gözüküyor. Hakiki bir demokrasi toplumsal eşitlik gerektirdiğinden, Wendy Brown’ın da çok güzel açıkladığı gibi, özellikle neoliberal çağda, kapitalizmin demokrasinin feshine tekabül ettiğini söyleyebiliriz. Bu kapitalizmin bir hastalığı ya da yozlaşmış bir şekli olmaktan ziyade, kapitalizme içkin genel bir eğilim. 19. yüzyılın ilk yarısında bile, Tocqueville gibi klasik bir liberal düşünür kapitalizmin gelişiminin piyasa toplumu ile demokrasi arasındaki “seçici yakınlığı” tehdit ettiğini idrak etmişti. Kapitalizm ve demokrasi arasındaki bu tür bir kimlik tasavvuru 20. yüzyılın ikinci yarısında, refah devleti döneminde bir söylenceye dönüştü. Aslında, kapitalizmin bu şekilde “insanileştirilmesi” Ekim Devrimi’nin bir sonucuydu. Reel sosyalizmin çökmesi ve sömürgelerden çekilme sürecinin bitmesi sonrasında, kapitalizm “vahşi” doğasını yeniden keşfetti. Toplumsal eşitsizlikler küresel çapta tırmandı ve demokrasinin içeriği boşalmaya başladı. Faşizmin elbette “tarihötesi” bir niteliği mevcut. 1960’lar ve 1970’lerde Latin Amerika’daki askeri cuntaları hatırlayalım. Faşizmi kapitalizmden ayrı düşünemeyiz. Ancak, faşizmi kapitalizmin küresel krizinin bir çıktısı olarak görmek faşizmin bu krizin kaçınılmaz bir neticesi olduğu anlamına da gelmiyor. ABD’de kapitalizmin krizinin sonucu faşizm değil, New Deal, yani Yeni Uzlaşma’ydı. Faşizm belli bir tarihsel döneme, demokrasiyi yıkıma uğrattığı 20. yüzyıla ait. Bugün, post-faşizm seleflerinin yıkıcı boyutunu kaybetti. Parlamentarizmi ya da bireysel hakları bastırmaktan ziyade demokrasiyi içeriden yok etmeye çalışıyor.

Faşist ya da aşırı sağ siyasi kimliklerin açıkça beyan edilmesinin etrafındaki güncel “tabu kırıcılığa” dair de yazıyorsunuz. Avrupa aşırı sağının meşruiyetini kısmen, sosyal demokrat partilerin geri çekilmesinin oluşturduğu boşluğu doldurarak kazandığını teslim ediyorsunuz, ancak “tarihsellik rejimi” tabir ettiğiniz fikre de dokunan daha derin bir savda bulunuyor gibisiniz. “Hafızasını yitirmiş demokrasilerimiz” ile aşırı sağın yükselişi arasında kurduğunuz bağı biraz açabilir misiniz?

Post-faşizm yekpare, hatta benzeşik özellikleri olmayan küresel bir olgu. Milliyetçilik, yabancı düşmanlığı, ırkçılık, karizmatik lider, gerici “kimlikçilik” ve küresellik karşıtı siyasete dayanan bu patlayıcı karışım çok farklı şekillerde tezahür edebilir. Örneğin, Bolsonaro’nun benimsediği radikal neoliberalizm şekli, post-faşizmin AB’nin neoliberal politikalarına duyulan öfke ve hoşnutsuzlukla alevlendiği Avrupa için tanıdık değil. Buradan baktığımda, post-faşizmin yükselişindeki temel etkenin neoliberalizm karşısında bir sol alternatif bulunmaması olduğunu düşünüyorum. 20. yüzyılın baskın sol modelleri olan komünizm ve sosyal demokrasi başarısız oldu. Reel sosyalizm kendi çelişkileri altında çöktü, Soğuk Savaş boyunca kapitalizmi insanileştirmenin aracı olan sosyal demokrasi ise kapitalizm neoliberalizme dönüştüğünde tarihsel işlevini tüketti.

Sosyalizmin yeniden keşfedilmesi gerekiyor. Ancak, sol ve sağ arasındaki kendini yeniden tanımlama yarışında post-faşizm bir adım önde. Ama, 1930’ların kıta Avrupa’sındaki egemen sınıflar tarafından desteklenen seleflerinden farklı olarak, post-faşizm henüz neoliberal seçkinlerin birincil tercihi olmadı. Bu, kapitalizmin genel bir krizi ya da AB’nin ani çöküşü sonrasında mümkün. İki dünya savaşı arasındaki yıllarda faşizmin ana kaynağı olan Bolşevizm korkusu bugün mevcut değil. Kitabımda ufku bugünle sınırlı bir neoliberal “tarihsellik rejiminden” bahsediyorum. Bu hem sağ hem de sol hareketler için bir handikap. Post-faşizm seleflerinin ütopik ufkuna bile sahip değil. “Yeni insan”, “Bin yıllık İmparatorluk” ya da yeni medeniyet gibi söylencelerle müşterek tahayyülü fethetmeye kalkışmıyor. Post-faşizmin mantığı daha ziyade “kültürel kötümserliğe” dayanıyor: Geleneksel değerler ve “tehdit altındaki” ulusal kimliklerin korunması, küreselleşmeye karşı milli egemenlikte ısrar, göçmenler, mülteciler ve Müslümanlara dair bir günah keçisi arayışı.

Kitabınız esas olarak Avrupa’ya dair. ABD siyasetine değindiğiniz kısa bölümler daha çok Trump’ı anlamanın faşizm gözlükleriyle mümkün olmadığı fikrini savunma amaçlı. Tarif ettiğiniz “tarihsellik rejiminin” genel bir uygulanabilirliği olduğunu düşünüyor musunuz? Bolsonaro’nun Brezilya’daki zaferi bizi post-faşizm olgusunu küresel ölçekte değerlendirmeye davet etmiyor mu?

Birçok gözlemcinin belirttiği gibi, Trump klasik faşist özelliklere sahip: Otoriter ve karizmatik bir liderlik, demokrasi nefreti, kanunları hor görme, güç gösterileri, insan haklarını küçümseme, aleni ırkçılık, kadın düşmanlığı, homofobi. Ancak arkasında faşist bir hareket yok. Amerikan politik nizamının temel payandalarından olan Cumhuriyetçi Parti’nin adayı olarak seçildi. Bu çelişkili durum ABD’deki demokratik çerçeve sorgulanmadan kalıcı bir hal alamaz. Benzer bir çelişki, daha dramatik ve çarpıcı bir şekilde, Bolsonaro’nun seçilmesi sonrasında Brezilya için de geçerli. ABD ya da Avrupa’daki emsallerinden daha radikal biri. Marine Le Pen babasının Yahudi karşıtlığına mesafe alıp demokrat bir söylem benimserken, Bolsonaro işkence ve askeri diktatörlüğü savunuyor. Marine Le Pen ve Salvini korumacı politikaları yeniden uygulamaya koymak isterken Bolsonaro iflah olmaz bir neoliberal. Ancak, Brezilya kapitalizminin temel direği olan Petrobras (yarısı kamuya ait çokuluslu petrol şirketi) Bolsonaro’nun arkasında değil. Birçok Brezilyalı analistin de işaret ettiği gibi, Bolsonaro’nun arkasında üç etkili ve muhafazakâr odak var: “Balas, bois, e biblia”, yani ordu, toprak sahipleri ve Evanjelist köktenciler.

Hakiki bir klasik faşist hareket Trump ve Bolsonaro’da eksik olan iki unsuru bir araya getirirdi: Kitlesel seferberlik ve seçkinlerin birleşik desteği. Doğru mu?

Evet, kitlesel seferberliğin ve seçkinlerin birleşik desteğinin olmayışı Trump ve Bolsonaro’yu klasik faşizmden ayırt eden büyük bir fark –etkili bir alternatifin yokluğunda egemen sınıflar ikisine de uyum sağlayabilecek olsa bile. Ancak, AB ülkelerinde bu seçenek gündemde değil. Klasik faşizmin askerileşmiş kitlesel hareketleri, Birinci Dünya Savaşı’nın yol açtığı siyasi şiddetin tırmanışının sonucuydu. Bugün, Irak, Libya, Suriye, Yemen’de bu gerçekleşti, ancak AB ülkeleri, ABD ya da Brezilya’da değil. Bu nedenle Trump ve Bolsonaro’nun selefi Mussolini ya da Hitler’den ziyade Berlusconi. Ama yeni bir küresel kriz birçok ülkede aşırı sağın çehresini değiştirebilir.

Kitabınızdaki başka ilginç bir bölüm “anti-faşist karşıtı” tarihçilerden oluşan Avrupa okulunu ve onların sözde “siyaseten tarafsız” yeniden tarihyazımını tartışıyor. Bu çevreyi neden bu kadar tehlikeli görüyorsunuz? Faşizm karşıtı bir tarihyazımını yeniden hâkim kılmak neden önemli?

Faşizm ve demokrasi arasındaki sınır çizgisi hem ahlaki hem de siyasi. Demokrasi kıta Avrupası ülkelerinde ve son yıllarda Latin Amerika’da, direnişten ve faşizm karşıtlığından filizlendi. Bu mücadelelerin demokrasiye yol açtığı yerlerde “anti-faşizm karşıtı” bir demokrasi ancak kırılgan, hafızasız ve kendi tarihine sadakatsiz olabilir. Sol faşizm karşıtlığı ile demokrasi arasındaki bu kalıtsal bağlantıyı anımsamalı. Demokrasi hukuki ve siyasi bir tasarrufa, “oyunun kurallarına”, indirgenemez. Bunun yanında, piyasa toplumunun basit bir sonucu da değildir. Demokrasi siyasi devrimlerin ve faşizm karşıtı mücadelenin tarihsel bir zaferidir. Bu tarihsel bağlantıyı kırmak ya da yok saymak demokrasinin içindeki “demos’u” yani “halkı” feshetmenin en doğrudan yoludur.

ABD’deki İşgal Et! ya da İspanya’daki Öfkeliler gibi yakın dönemdeki “meydan hareketlerini”, “yeni bir komünizm” icat etmeye yönelik girişimler olarak tanımladınız. Aynı zamanda, “eski komünizmi” eleştirel bir şekilde yeniden ziyaret etmeden ve bu mirasın hâlâ kullanılabilir bazı taraflarını keşfetmeden, küresel solun dümensiz kalacağını da öne sürüyorsunuz. Komünist mirasın bugün de işe yarayabilecek yönleri neler?

İşgal Et! ve Öfkeliler hareketleri alternatif arzusunu ifade etti, tıpkı 2015 yazında siyasi çizgisini değiştirmeden önce, Yunanistan’da Syriza’nın yaptığı gibi. Bugün Bernie Sanders, Jeremy Corbyn ve Podemos, solun yeni fikirler, istikametler ve umutlar arayışında olduğunu kanıtlıyor. Sanders ABD solunda 1930’lardaki Yeni Uzlaşma ve 1960’lardaki Yeni Sol sonrasında gerçekleşen yeni bir tarihsel değişime denk geliyor. Sosyalizme, hiçbir zaman baskın olmadığı bir ülkede bir meşruiyet sağlıyor. Corbyn ve Podemos, Britanya ve İspanya’da, uzun zamandır süregelen sosyal-liberalizm ile radikal kopuşu temsil ediyor. Bu tecrübeler küresel sol için yeni bir model oluşturmaya yönelik adımlar. Eski paradigmalar başarısız oldu, ancak ikame edilmedi. Yeni bir model, Marx’ın meşhur 11. Tez’inde önerdiği gibi, dünyanın eleştirel yorumuyla devrimci dönüşümüne dair bir tasavvuru bir araya getirmeli. Komünizm bu terkibi içeriyordu ve 20. yüzyıl için ütopik bir ufuk oluşturuyordu. Emin olduğum tek şey, 21. yüzyıldaki yeni ve alternatif solun kapitalizm karşıtı olacağı. Ancak kendisini “komünist” olarak addedip addetmeyeceğini bilmiyorum. Muhtemelen bundan önceki iki asırda sosyalizm ve komünizmin yaptığı gibi yeni kavramlar ve imgeler icat edecek. Ancak, yeni küresel sol sıfırdan inşa edilmeyecek. Eski modellerle tarihsel bir kopuş yaşandığını söylemek küresel solun hafızaya ve tarihsel bilince gereksinim duymadığı anlamına gelmiyor. Geçmişteki yenilgilerimizin eleştirel bir şekilde kavranması kaçınılmaz. Paris Komünü’nden 1973 Şili Devrimi’ne, solun yenilgilerinin üstesinden gelebilmesine yardım eden şey, geleceğin sosyalizme ait olduğuna, en trajik başarısızlıkların bile sadece kaybedilmiş bir muharebe anlamına geldiğine duyulan inançtı. Tarihi bir ülküye duyulan bu inanç ereksel bir boyutun yükünü taşısa da sola bugün var olmayan olağanüstü bir güç veriyordu. Sol “öksüz” kaldı. Geçmişi ne sahiplenebilir ne de unutabilir. Geçmişin üstesinden gelmek zorunda.

Popülizm kavramının Boyun Eğmeyen Fransa ve Ulusal Cephe gibi bambaşka olguları aynı torbaya koyan tezat kullanımlarından ötürü nihai olarak sol ve sağ arasındaki çizgileri bulandırdığını söylüyorsunuz. Soldaki bazı entelektüellerin ve siyasi partilerin “sol popülizm” etiketini “sokak” ve “sandık” arasında köprü kurmak amacıyla benimsemelerine pek olumlu bakmıyorsunuz. Sol popülizmin post-faşizmle mücadelede herhangi bir rolü olduğunu düşünüyor musunuz?

Popülizm hem soldaki hem sağdaki siyasi yelpazenin içindeki farklı, hatta karşıt yönelimlerin liderlerinin paylaşabileceği bir siyaset tarzı. Ancak, gücün yoz seçkinler yerine “halkta” cisimleştiğine yönelik bir tarz ve söylem sadece biçimi tanımlıyor, siyasal içeriği değil. Latin Amerika’da sol popülizm kışkırtıcı bir dil kullandı ve otoriter özellikler edindi, ancak amacı alt sınıfları toplumsal ve siyasi sisteme dahil etmekti. Batı Avrupa’da sağ popülizm yabancı düşmanı ve ırkçı tutum alarak dışlayıcı politikalar benimsiyor. Marco D’Eramo’nun vurguladığı gibi, “popülizme” karşı çıkmak çoğu zaman “halka” yönelik soycu ve seçkinci bir kibri görünür kılıyor. Eğer popülizm Corbyn, Sanders ve Podemos ile Salvini, Orban, Trump ve Bolsonaro’nun birbirinin muadili olabileceği anlamına geliyorsa, tamamen işe yaramaz ve hatta tehlikeli bir kavram. Bazı radikal düşünürlerin popülizmi sol ve sağ arasındaki sözüm ona mazide kalmış bir çatlağın alternatifi olarak gördüğünün farkındayım, sık sık değerli savlar da ortaya koyuyorlar. Belli koşullarda popülizmin bu şekilde kullanılması işe yarayabilir, ancak post-faşist hareketlerin yükseldiği bir küresel bağlamda tehlikeli yanlış anlaşılmalar üretme riski taşıyor.

Son olarak, “kapalı sınırlar için sol argüman” diye tabir edilen güncel tartışmaya değinelim. Ulusal egemenlik ve bu kavramın solda kullanımı hakkında ne düşünüyorsunuz?

“Duvarlarla çevrelenmiş devletler” ve göçmenlerle mültecilerin karşısında duran askerileşmiş sınırlar çağında “kapalı sınırlar” talep etmek bana son derece tehlikeli geliyor. Çünkü yabancı düşmanlığı, “ulusal kimliğin” gerici savunusu, ulusal egemenliğe dönüş gibi post-faşizm nakaratlarını meşrulaştırıyor. Kapitalist küreselleşmeye ulusal sınırları yeniden tesis ederek karşı koyulabileceği fikri gerici bir düşünce, zira 21. yüzyılın ekoloji, toplumsal adalet ve nüfus hareketleri gibi tüm can alıcı meseleleri küresel çözümler gerektiriyor. Enternasyonalizm kökenlerinden itibaren sola ait bir kavram. Evrenselliği terk etmemizin ya da reddetmemizin mümkün olduğunu düşünmüyorum. Küresel bir çağda, sosyalizm sınırların ayrım çizgilerinden ziyade buluşma noktalarına tekabül eden asıl manasını yeniden keşfetmekle yükümlü.

Jacobin, 2 Nisan 2019
Çeviren: Yiğit Atılgan

Varşova İhaneti: Zamanımız İçin Bir Ders

Jacques tarafından

[4 Nisan 1949 tarihinde Labor Action, Vol. 13 No. 14, s. 3’de Varşova Gettosu Ayaklanması hakkındaki bu dikkat çekici makalenin içeriğini kavramak için yayınlandığı günleri göz önüne almak yaralıdır]

Labor Action, İşçi Partisi’nin başlangıçta “yeni tip bir sınıf” tarafından yönetilen bir devlet olarak gördüğü SSCB’nin sınıfsal doğası üzerine önemli bir farklılığın ardından Nisan 1940’ta Sosyalist İşçi Partisi’nden ayrılan bir örgüt olan İşçi Partisi’nin (ABD) organıydı. İşçi Partisi’nin en iyi bilinen üyeleri şunlardı: Max Shachtman – yazıları şu adreste bulunabilir marxists.org. Bazıları yakın zamanda In Defence of Bolshevism, Sean Matgamna, Phoenix Press, 2018 adıyla yayınlanan bu kitapta Shachtman’ın yörüngesinin siyasi bir değerlendirmesi yapılmıştır. 1973 yılında hazırlanmıştır O zamanlar İşçi Partisi üyesi olan ve Hal Draper’a yakın olan Julius Jacobson tarafından; Hal Draper – diğer eserlerinin yanı sıra Karl Marx’ın Devrim Teorisi’nin yazarı, 5 cilt, 1977-1990; C.L.R. James – diğer eserlerinin yanı sıra 1938’de yazdığı The Black Jacobins’in yazarı. – Réd. A l’Encontre]

***

Nisan ayında [1949] Varşova’da, 19 Nisan 1943’te meydana gelen umutsuz Yahudi getto ayaklanmalarını anmak üzere bir anma toplantısı düzenlenmeyecektir. O sırada hâlâ hayatta olan 50.000 Yahudi işçi, Ekim 1940’ta duvarlarla çevrili Varşova gettosunda Naziler tarafından ezilenlerin sadece %10’unu temsil ediyordu. Geri kalanlar, Treblinka’daki gaz odalarında imha edilmek üzere SS’lerin (Hitler’in fırtına birlikleri) daimi insan avının bir parçası olarak gruplar halinde avlanmıştı.

Yahudi toplumunun bu kalıntısının umutsuz silahlı mücadelesi, sadece sessizce ve direnmeden yok edilmektense hayatlarını pahalıya satmaya yönelik bir çaresizlik eylemi değildi. Aynı zamanda öyleydi de. Ama her şeyden önce Polonyalı işçilere dışarıdan yapılan bir yardım çağrısıydı. Aynı zamanda, dünyanın daha önce hayal bile edemediği barbarca bir cehennemin derinliklerinden gelen son bir çığlık olarak dış dünyaya ulaşmak, olağanüstü bir durumda bir yardım çağrısıydı.

Bu, tamamen savunmasız bir halkın nihai ve acımasız bir şekilde boğulmasına izin vermemek için savaştan zarar görmüş bir dünyanın vicdanını uyandırmakla ilgiliydi.

Bu çağrıya hiç kulak asılmadı. Almanlar getto savaşçılarını yok etmek için uzun menzilli toplar, tanklar, alev makineleri ve zehirli gaz kullanırken medeniyet inanılmaz bir kayıtsızlıkla izledi. Yıkıntılar, tüm yerleşke üç kat yüksekliğinde geniş bir moloz yığınına dönüşene kadar yakıldı. Yahudi savaşçıların çoğu bu yıkıntılara gömüldü.

Bundistler

[Yahudi sosyalist grup] Bund’un [1] liderleri, Polonyalı işçilerin yeraltı örgütüne, silahla olmasa bile en azından bir protesto greviyle kendilerine yardım etmeleri için doğrudan bir çağrıda bulundu. Polonyalılar bunu reddetti. Antisemitizm yüzünden bölünmüşlerdi. Birçoğu Yahudilere sempati duyuyor, ancak diğerleri açıkça “Tanrıya şükür Almanlar bunu bizim için yapıyor” diyordu.

Bu tutum sadece üst sınıfla sınırlı değildir. Polonya işçi sınıfının geri kalmışlığı, diğer pek çok sınıfta olduğu gibi, antisemitizmin derecesiyle ölçülebilir.

Yahudi Bund’un temsilcileri yurtdışında yardım aramak için gettodan kaçtı. Artur Ziegelboim [2] ayaklanma sırasında Londra’daydı ve sürgündeki Polonya hükümetine ve Churchill hükümetine başvurdu. İntihar ederek [12 Mayıs 1943’te] ve şok edici mektubunda [3] insanlıktan yoksun olduğu için ‘medeni’ dünyayı suçlayarak görevinin tam ve acımasız başarısızlığını değerlendirdi.  Bu mektup, Demir Perde’nin her iki tarafındaki diplomatlar tarafından BM toplantılarında soykırıma karşı yapılan tüm konuşmalardan çok daha etkilidir.

Polonyalılar bir yıldan biraz daha uzun bir süre sonra sadece kayıtsızlığı değil, düpedüz ihaneti de yaşayacaklardı. 1 Ağustos 1944’te, son Yahudi kalıntıları da dahil olmak üzere tüm Varşova, Nazi zalimine karşı tek vücut olarak ayaklandı. Polonya Ulusal Konseyi, Rus radyosunun defalarca çağrıda bulunduğu bu ayaklanmanın, top sesleri yakınlardan duyulan Kızıl Ordu’nun ilerleyişiyle destekleneceğinden hiç şüphe duymuyordu. Ayaklanma, Kızıl Ordu’nun bu cephede tamamen hareketsiz kaldığı 63 korkunç gün sürdü. Ruslar, biraz yardımla gönderilen İngiliz uçaklarının Rus havaalanlarına inmesine bile izin vermedi! Varşova, getto gibi harabeye döndü. Bu görevi Ruslara bırakmamak için Nazilerin Armia Kryova’yı (Polonya yeraltı ordusu) ve liderlerini ortadan kaldırmasına izin verildi. NKVD, Kızıl Ordu nihayet Ocak 1945’te yıkıntıların üzerine yürüdüğünde geriye kalan çok az şeyi tamamladı [4].

Hayır, [1949’da Stalinist yönetim altındaki] Polonyalılar Varşova gettosu ayaklanmasını anmayacak, Ruslar da onları bu yönde teşvik etmeyecektir. Polonya’da kalan bir avuç Yahudi de, özellikle de “resmi” bir kutlamaya sahte bir Stalinist renk verilirse, bunu yapmaya zahmet etmeyecektir. Ancak her yerde ezilenlerin ezenlere karşı direnişini önemseyenler, Yahudi getto işçilerinin inanılmaz başarısına bir kez daha hayret edeceklerdir.

Gestapo’nun tüm övünülen etkinliği, sadist bir zalimlik patlamasıyla estirdiği terörün tüm barbarlığı, Yahudi işçi sınıfı liderlerinin yeraltında örgütlenmesini, örgütlü Polonyalı işçilerle temas kurmasını, kaçakçılık yapmasını ve getto sığınaklarında silah saklamasını engelleyemedi. Yahudi Bund’un [sosyalist grup] liderlerinin [ve soldan (Emmanuel Ringelblum’un üyesi olduğu Linke Poaley Tsiyon – ed.) ve sağdan Siyonistler de dahil olmak üzere diğerlerinin] imkansız gibi görünen bu görevi başarması, Yahudi Bund’un [sosyalist grubun] ebedi erdemidir.

Bu liderlerin başında artık efsaneleşmiş bir figür gelmektedir: Bund milislerinin örgütleyicisi Bernard Goldstein. Yıldızlar Şahittir… adlıkitabı, muazzam zorluklara rağmen örgütlenme mucizelerinin nasıl başarılabileceğini anlamak isteyen herkes tarafından okunmalıdır [5]. Bu kitapta liderliğin, liderlik anlayışın, özverinin ve tam bir kendini vakf eden liderliğin, hiçbir kabusun çağrıştıramayacağı bir varoluşun ortasında bile yaşamaya devam etme ve direnişi örgütleme becerisinin derin anlamını buluyoruz.

Yoldaş Bernard’ın arkasında, önce çarlığa sonra da Polonyalı toprak sahiplerine karşı bir mücadele kuşağının deneyimi vardı. En çok ezilen işçilerin militan sendikalarda örgütlenmesine yardımcı oldu. Sendikaları saldırılara karşı savunmak ve pogromistlerle savaşmak için ilk Polonyalı işçi milislerini örgütledi. Menahem Mendel Beylis’in [1911’de bir ayin suçu işlemekle suçlanan Ukraynalı Yahudi, dönemin birçok entelektüeli ve aktivisti bu vesileyle geliştirilen Yahudi karşıtı kampanyayı kınadı – Maxim Gorky’den Alexander Blok’a ve George Bernard Shaw’a – ed.

Hayır, halka yakın, geleneklerine tamamen bağlı bir sosyalist sendikacının, Yahudilerin Nazilere karşı umutsuz silahlı mücadelesine önderlik etmesi ve koca bir orduyu kontrol altında tutması tesadüf değildi. Bu adam Polonyalı işçilerin gönüllü yardımını sağlayabilecek, onların güvenine sahip tek kişiydi. Doğrudan kitabından değil (hepsini anlatamayacak kadar mütevazıdır) ama görgü tanıklarının ifadelerinden bilinen kahramanlıkları onu gettonun Çapayev’i yapar. [Vasili Çapayev 1918-1921 iç savaşının Bolşevik kahramanlarından biriydi.]

Varşova Gettosu ayaklanmasının öyküsü tarihi bir öyküdür. İnsanlık bir şekilde hayatta kaldı, sadece varoluş anlamında değil, tüm kültürel önemi, tüm insanlığıyla. Getto ormanında Alman avcıların sadist bakışları altında mizah nasıl düşünülebilir? Yine de bu duvarlarla çevrili alanın sakinlerini eğlendirmek için -ki hepsi hayatlarından endişe etmektedir- diğerlerine hünerlerini sergileyen Yahudi yankesicinin hikayesi vardır. Ve Varşova’nın bu becerisiyle ünlü olduğunu da ekleyebiliriz!

Hanna Krishtal’ın çocuğuyla birlikte hayatta kalmasının ve bugün [1949] New York’ta bulunmasının tek nedeni, Bernard’ın [Goldstein] savaşın ortasında doğum sancısı çekerken ona bakmış olmasıdır. Bir şekilde ona bakmak için zaman buldu. Ancak daha sonra Hanna’ya, Hanna’nın gettodan canlı olarak kaçabilmesi için çocuktan kurtulma kararından dolayı içten içe parçalandığını itiraf etti!

Bernard Goldstein hâlâ hayatta [Amerika Birleşik Devletleri’ne kaçtı ve 1959’a kadar yaşadı] ama artık bir hayatı yok. Polonya ve Varşova’da bildiği hayat sonsuza dek yok oldu. Bu hayat sadece Y.L. Peretz’in [1852-1915] arşivlerinde, Sholom Aleichem’de [1859-1916] – [modern Yidiş edebiyatının alt yapısını oluşturan – ed.] ve getto ayaklanmasının tarihinde yaşıyor.

İroninin son dokunuşu, Bernard’ın Rus ‘kurtarıcıların’ silahlı kanadı olan NKVD tarafından tutuklanmasıdır. Onu serbest bırakırlar ama örgütüne ihanet edeceği umuduyla gözetim altında tutarlar. Stalinistler dürüst ve deneyimli devrimcilerden, özellikle de Bernard Yoldaş gibi yeraltında örgütlenme deneyimi olanlardan korktukları kadar hiçbir şeyden korkmazlar. Bu yeni zalimlerden kaçmak zorundaydı, hayatını kurtarmak için değil, kendisiyle temas kurmak isteyebilecek olanlara ihanet etmekten kaçınmak için.

Bir sembol

Varşova çağımızın derin bir sembolüdür. Bir yanda Nazizm biçiminde kapitalist gericiliğin güçleri, diğer yanda Stalinizm biçiminde Rus karşı devrimi tarafından ezilen bu ihanete uğramış şehir, çürümekte olan modern uygarlığın bir yansımasıdır. Bu anlamda, uygar insanlığın hayatta kalma şansını gözlemlemek için bir bakış açısıdır.

Dünyanın savaş sırasında ve sonrasında Yahudilerin kaderine kayıtsız kalması toplum için kötü bir alamettir. Getto’daki tüm insani ahlakın tamamen çökmesi sadece geçici bir olgu değildir. Bu daha ziyade, çöküşün yayılabileceği ve barbarlığın modern uygarlığın yerini alabileceği korkunç hızın bir işaretidir. Varşova aynı zamanda, Stalinizmin toplumsal çürümeyi durdurmak bir yana, bizzat bu çürümenin cisimleşmiş hali olduğunun bir başka çarpıcı kanıtıdır.

Varşova gettosunun ve Varşova’nın geri kalanının korkunç kaderini, yumruklarınızı sıkmadan ve böylesi bir dehşeti hayata geçiren güçlere karşı bir öfke ve nefret dalgası hissetmeden incelemek imkansızdır. Varşova, antisemitizm ve ırksal doktrinlerden kötü niyetle beslenen insanlık dışı bir ders niteliğindedir.

Bu ders, sömürü ve baskıya karşı mücadele eden tüm işçi sınıfı savaşçılarının bilincine derinlemesine yerleştirilmelidir. Toplum, böylesine vahşi bir sadizmi mümkün kılan ve kılmaya devam eden hastalıktan tamamen arındırılmadığı takdirde batmaya mahkumdur.

Bu hastalığın kökleri sınıf sömürüsüne dayanmaktadır. Her egemen sınıf, güç ve ayrıcalıklarını korumak için milyonlarca üyesini feda etmeye hazırdır. O halde, önyargı ateşini yakmanın çok daha kolay olduğu diğer “ırklardan” insanlar neden olmasın?

Varşova uygarlık için bir lekedir. Asla unutulmamalıdır. İntikamı alınabilir ve alınmalıdır! Böylesi bir vahşetin tekrarı ancak toplumda köklü bir değişimle, nefreti besleyen kapitalizmden, Rusya’nın karşı devrim deneyimine rağmen kardeşliği ve insanlığı besleyen sosyalizme geçişle önlenebilir.

________

[1] Bund’un tarihi hakkında Henri Minczeles’in şu kitabına bakınız: Histoire générale du Bund: un mouvement révolutionnaire juif, Ed. L’Echappée, 16 Eylül 2022. Aynı yazarın Une histoire des Juifs de Pologne adlı kitabına da bakınız. Din, kültür, siyaset, La Découverte, 2006. (Réd. A l’Encontre)

[2] Nathan Weinstock, Bread of Misery içinde. Avrupa’daki Yahudi İşçi Hareketinin Tarihi, Cilt III. L’Europe centrale et occidentale 1914-1945 (Ed. La Découverte, 1986) adlı kitabında şöyle yazar: “Başka yerlerde olduğu gibi, Naziler [Varşova gettosuna] kendi politikalarını desteklemek üzere bir Judenrat kurdular. Ancak atanan Bund delegesi [Schmuel Artur] Ziegelboym [bir Bund sendika lideriydi], yeni efendilerin suç ortağı olmayı reddetti: konumunu, Varşova’daki Judenrat binası etrafında toplanan 10.000 kişilik kalabalığa nutuk atmak ve onları Nazi emirlerini, özellikle de gettoda (Jüdisches Wohnbezirk) yeniden toplanma emirlerini reddetmeye teşvik etmek için kullandı. Polonya direnişiyle işbirliği yapan Bund liderliği, Gestapo onu aradığı için Batı’ya kaçışını organize edebildi. Ziegelboym böylece Bund’un Londra’da sürgünde bulunan Polonya Parlamentosu’ndaki temsilcisi olacaktı.” (s. 94) (ed. A l’Encontre)

[3] Nathan Weinstock ondan şu alıntıyı yapar: “Sessiz kalamam. Benim de mensubu olmaktan onur duyduğum Polonya’daki Yahudi halkının son kalıntıları da yok edilirken yaşamaya devam edemem. Varşova gettosundaki yoldaşlarım kahramanca bir mücadelede şehit düştüler. Onlar gibi ya da onların arasında ölmek bana nasip olmadı. Ama ben onlara ve onların ortak mezarına aidim. Kendi adıma, Yahudi halkının yok edilmesine tanıklık eden ve bunu kabul eden bir dünyanın pasifliğini son kez protesto etmek istiyorum. Bu zamanlarda bir insan hayatının ne kadar değersiz olduğunu hissediyorum, ancak hayatım boyunca hiçbir şey başaramadığım için, ölümümü, hayatta kalan son Polonya Yahudilerini kurtarmak için nihai olasılığı olanların kayıtsızlığını kırmaya yardımcı olmak için kullanabilirim. Hayatım Polonya’daki Yahudi halkına aittir ve bu yüzden hayatımı onlara feda ediyorum. Savaştan önce Polonya’da yaşayan birkaç milyon Yahudi’den geriye kalan bir avuç Yahudi’nin, gerçek Sosyalizmin özgürlük ve adaletinin hüküm süreceği yeni bir dünyanın kurtuluşunu görecek kadar yaşayacağını umuyorum. Ben böyle bir Polonya’nın doğacağına ve böyle bir dünyanın var olacağına inanıyorum.” (s. 168) (ed. A l’Encontre)

[4] Bu büyük ihanet hakkında Norman Davies’in dikkat çekici kitabına bakınız: Rising ’44: The Battle for Warsaw, Ed. Vicking, 2003, 772 s. (Réd. A l’Encontre)

[5] Bkz Bernard Goldstein, L’ultime combat. Nos années au ghetto de Varsovie (1947), Paris, La Découverte-Zones, 2008. (Editör: A l’Encontre)

Çeviren: Rıfat Hasret

Enzo Traverso: “İkinci Dünya Savaşı’nı yorumlamak için Mandel’i Hobsbawm’a tercih ederim”

Ernest Mandel’in İkinci Dünya Savaşı’nın Anlamı (Türkçesi Bülent Tatar çevirisi ile Yazın yay., 1995) adlı kitabının İspanyolca olarak yakın zamanda yayınlanması vesilesiyle La Izquierda Diario tarafından Enzo Traverso ile yapılan röportajı sunuyoruz.

Enzo Traverso, Avrupa entelektüel tarihi konusunda uzmanlaşmış İtalyan bir tarihçidir. İtalya’daki aktivizmine 1970’lerde otonomist örgüt Potere Operario ile başlamış, daha sonra Ernest Mandel liderliğindeki Troçkist akımla bağlantı kurmuştur. Yahudi Sorunu ve Marksistler, Ateş ve Kan, Solun Melankolisi, Savaş Alanı Olarak Tarih gibi kitapları Türkçede yayımlanmıştır.

Mandel’in kitabına yazdığınız önsözde, Mandel’in İkinci Dünya Savaşı hakkındaki düşüncelerinizde işgal ettiği yeri belirtiyorsunuz. Bu yeri nasıl tanımlarsınız?

Bu kitabı 30 yıl önce yayımlandığında okumuştum. Üzerimde büyük bir etkisi oldu; okumalarımı, araştırmalarımı yönlendirdi ve İkinci Dünya Savaşı ve 20. yüzyıl tarihine ilişkin vizyonumu şekillendirdi. Ancak paradoks şu ki, akademik anlamda tarih yazımı tarafından tamamen göz ardı edildi. Ve ben de bir akademisyen olarak üzülerek söylemeliyim ki, bu eğilime uyarak Mandel’in olmadığı tartışmalara dahil oldum. Ancak onu asimile ettiğimi ve bilinçaltımda var olduğunu fark ettim. Başka bir deyişle, kaynağını unutmuş olmama rağmen Mandel’in pek çok fikri bu tartışmalarda bana aitti. Mandel’in Foucaultcu anlamda bir tür episteme olarak, bilinçli olması gerekmeden düşünme biçimimizi şekillendiren bir şey olarak hareket ettiğini düşünüyorum.

Bence bu sadece Mandel’in akademik tarih yazımının dışında görülmesiyle değil (akademide bir iktisatçı olarak tanındı ama tarih yazımında tanınmadı), aynı zamanda 1990’lardan sonra Mandel’in eleştirel düşünce için, o yılların Marksizmi için ve benim için de bir referans noktası olmaktan çıkmasıyla da ilgili.

Mandel’i tanıyordum, onunla birlikte çalıştım ve kendimi entelektüel ve politik olarak onun öğrencilerinden biri olarak şekillendirdim. Benim için olduğu kadar Troçkist akıma bağlı bütün bir devrimciler kuşağı için de “entelektüel referans” oydu. Sorun şu ki, Berlin Duvarı’nın yıkılmasından, 20. yüzyılın ve Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra, benim bakış açıma göre Mandel, daha önce yaptığı gibi trendleri çizebilen, meydana gelen değişiklikleri anlayabilen bir entelektüel olmaktan çıktı. Örneğin 1990’larda Sovyetler Birliği hakkında yazdıkları bana tamamen yanlış geldi ve onu gölgede bıraktı.

Başka bir deyişle, benim bakış açıma göre Mandel, 20. yüzyılın büyük bir eleştirel Marksist teorisyeni ve entelektüelidir. 21. yüzyılda artık yeni gerçeklikle bağlantısı olmayan eski kategorileri yeniden üretmeye çalışmıştır. Bu da Mandel’de 20. yüzyılı anlamak için faydalı olan her şeyin haksız bir şekilde ihmal edilmesine neden oldu. Mandel’in geç kapitalizm, faşizm, İkinci Dünya Savaşı ve bir dizi konu hakkında yazdığı her şey benim için temeldir.

Mandel bir tür unutulmuş figür. Bunu öğrencilerimde, kolektif, siyasi hareketlere katılan yeni nesilde görüyorum. Onlar için Mandel neredeyse hiçbir şey ifade etmiyor, yeniden keşfedilmesi gereken bir figür. Bu açıdan bakıldığında, onun en ilginç eserlerini yeniden yayımlamak bana çok iyi görünüyor, ancak bu muhtemelen bir bağlamsallaştırma ve tarihselleştirme çabasıyla yapılmalı.

Mandel, akademik alanda çok daha yaygın olan bir başka vizyonla, Eric Hobsbawm’ınkiyle karşılaştırılabilecek küresel bir savaş vizyonu sunuyor. Bu iki vizyon arasındaki farklar nelerdir?

İkinci Dünya Savaşı’nın yorumlanması konusunda Mandel’in kitabını Hobsbawm’ınkine tercih ederim. Eric Hobsbawm, savaşın ‘kısa yirminci yüzyıl’ çerçevesinde küresel bir yorumunu öneriyor ve muhtemelen Mandel’in de paylaşacağı bir sonuca varıyor. Hobsbawm, The Age of Extremes (Aşırılıklar Çağı) gibi birçok metin ve kitabında, dünya tamamen barbarlığa düşmediyse bunun Aydınlanma mirası sayesinde olduğu sonucuna varır. Mandel de bu görüşü paylaşır ve Aydınlanmanın yirminci yüzyılda komünizm ve Marksizm tarafından somutlaştırıldığını eklerdi.

Ancak Stalinizm yorumlarında temel bir ayrışma söz konusudur. Hobsbawm tarafından yazılan 20. yüzyıl tarihi, artık devrime inanmayan, devrimlerin yenilgisinin, komünizmin yenilgisinin yüzyılı olan bir yüzyılın muhasebesini yapan ve bu yenilgilere boyun eğen Marksist bir tarihçinin tarihidir. Hobsbawm’ın yorumu aynı zamanda çok teslimiyetçi ve özür dileyicidir, çünkü Hobsbawm sonunda Stalinizmin otoriter ve despotik özellikler taşıdığını, endemik bir şiddet boyutu olduğunu kabul eder, ancak bunu ilerici bir olgu olarak sunar, bu da onu bir şekilde haklı çıkarır.

Mandel’in vizyonu bu değildir. Ona göre Stalinizm 20. yüzyıl barbarlığının, modern barbarlığın bir parçasıydı, ancak diyalektik olarak Stalinizmin çelişkilerini, bir güç, bir tahakküm aygıtı ve Aydınlanmanın, yani işçi hareketinin, işçi sınıfı mücadelelerinin bir ifadesi olarak oynadığı çifte rolü hesaba katıyordu. Stalinizmin trajedisi budur.

Dolayısıyla, bir yanda yirminci yüzyılın teslimiyetçi ve özür dileyen bir bilançosunu çıkaran Hobsbawm; diğer yanda ise günümüz sosyal bilimlerinin ve tarihçiliğinin karşı olgusal olarak adlandıracağı bir bakış açısını benimseyen Mandel var. Mandel, tarihin potansiyellerine, ne yazık ki çeşitli koşullar nedeniyle gerçekleştirilememiş olan potansiyellere çok dikkat ediyor. Ancak bu bir tarihçinin gerilimidir. Mandel bu kitabı, geçmişi bugünden ayırmadan, onu özgürleşme ve sosyal, politik, tarihsel değişim perspektifine yerleştirerek düşünen, politik olarak kendini adamış bir tarihçi olarak yazıyor. Ve bu benim için Hobsbawm ile temel bir ayrışma.

Mandel’in savaşa kapsamlı bakışı, son on yıllardaki parçalı tarihsel analizlere kıyasla ne gibi verimli unsurlar sunuyor?

Mandel’in kitabını yazdığı dönemde büyük bir parçalanma söz konusuydu. Bugün, örneğin, Holokost Çalışmaları kendi başına bir disiplin ve savaş bağlamında, belirli disiplinleri oluşturan bir dizi araştırma nesnesi. Bu parçalanma bir şekilde genel bir vizyonu gölgelemiştir. Kitabında, askeri manevraları, ekonomik nedenleri, siyasi çatışmaları, ideolojileri, teknolojinin rolünü analiz ederken küresel bir vizyon ortaya koyuyor ve tüm bunlar küresel bir vizyonla ele alındığında, benzer çalışmaları yapan çok fazla tarihçi olmadığı için nadir görülen bir şey olarak büyüleyici kalıyor. Ve bunu tam olarak ya da muhtemelen bir tarihçi değil, sosyal bilimleri bir bütün olarak ele alan, terimin klasik ve gerçek anlamında Marksist bir düşünür olduğu için yapıyor.

Ayrıca bunu sınırlarla yapıyor, çünkü Mandel’in birçok metnini okurken, bazı insanlar onun Marksizm vizyonunu bir tür “bilimlerin bilimi” ya da tüm bilgiyi kapsayabilecek küresel bir bilim olarak görüyor ve bu bana bugün oldukça eskimiş bir vizyon gibi görünüyor. Yani, Marksizmden tüm bunları isteyemeyiz, eleştirel düşüncenin sınırlarının farkında olmalıyız, ki bu temeldir, ancak kendi başına tüm bilgiyi ve sosyal bilimleri özetleyemez. Dolayısıyla bu bakış açısında sınırlar var, ancak bu konuda var olan çalışmaların büyük çoğunluğundan çok daha keskin bir vizyon, etkileyici bir vizyon var.

Bununla Mandel’in kitabının bugün Dünya Tarihi olarak bilinen şeyin, yani eskiden evrensel tarih olarak adlandırılan şeyle hiçbir ilgisi olmayan küresel bir tarihin habercisi ya da öngörüsü olduğunu kastediyorum. Bu bir tarih felsefesi ya da disiplinlerin yan yana getirilmesi değil, bir olgunun, bir olayın ya da tarihsel bir deneyimin birbiriyle bağlantılı boyutlarına dair bir vizyondur. Mandel, Avrupa’daki savaş olaylarını, endüstriyel, teknolojik, askeri ve diğer yönleri hesaba katarak, sadece Avrupalı değil dünya çapında olan küresel stratejilere bağlayarak düşünür. Bunu, yükselenler ve düşenler ya da gerileyenler olmak üzere imparatorluklar arasındaki ilişkileri, çok önemli olmaya devam eden maddi, kültürel, teknolojik ve ideolojik transferler yoluyla birbirine bağlayan bir dünya vizyonunda birleştirerek yapıyor.

Aynı zamanda, bazı çok büyük ve güçlü içgörüler sezgisel kalmaktadır. Örneğin atom bombası ve Holokost hakkında yazdıkları, ki ben de paylaşıyorum. Ancak bu çok genel bir bağlantıyla sınırlı bir sezgidir. Daha sonra sezgilerini daha iyi ifade eden çalışmaları oldu. Örneğin, Holokost, tam da yirminci yüzyılda Marksist ve komünist illüstrasyonun somutlaşmış hali olan SSCB’yi yok etme projesi, Nazilerin lebensraum (yaşam alanı) olarak adlandırdıkları yerin fethine yönelik sömürgeci bir savaş ve diğerlerinin içinde yer aldığı ya da bağlantılı olduğu unsur olarak Yahudilerin imhasına yönelik bir savaş arasındaki kesişme noktasında yer alan bir kavşak ya da tezahürdür. Nazi dünya görüşünde Yahudiler, bu lebensraum’u birleştiren ve kontrol eden Marksist, komünist bir devlet olan SSCB’nin beynidir. Bu farklı hedefler tek bir hedefte birleşir. Mandel’in kitabında bu çok iyi ifade edilmemiştir; Mandel emperyalizm ve sömürgecilik ile savaş sırasındaki Nazi politikası arasındaki ilişki hakkında basit bir sezgiye sahiptir, ancak bunu savaşın özel bağlamında bir yakınlaşma yaratan bir şey olarak değil, bir tür miras olarak görmektedir.

Aynı şeyi kitabın diğer yönleri için de söyleyebiliriz. Örneğin, bugün özellikle Avrupa’da ve aynı zamanda Asya’da bir iç savaşlar dizisi olarak savaş üzerine bütün bir tarih yazımı var. Ve bu boyut onun kitabında oldukça ikincildir. Ancak İkinci Dünya Savaşı’nı, büyük güçler arasında, SSCB’nin kendini savunması, sömürge modunda ulusal kurtuluş, işgal altındaki Avrupa ülkelerinde ulusal kurtuluş gibi bir dizi savaş olarak yorumlama modeli, çok verimli ve ilginç bir genel vizyondur.

Ateş ve Kan adlı kitabınızda aynı olguyu analiz etmek için farklı kategoriler öneriyorsunuz. Bu kavramsal değişimin temelleri nelerdir?

Mandel’in kitabına geri dönüp ikinci kez okuduğumda, bu kitapta benim için merkezi olan ve ikincil gibi görünen kavramlar olduğunu fark ettim, örneğin topyekûn savaş veya iç savaş fikri gibi. Ama aynı zamanda, tüm bu siyasi ve askeri olayların arka planı, bağlamı olan, temel olan ve benim kitaplarımda ikincil olan maddi bir altyapı olarak savaşın bütün bir analizi var. Bu anlamda Mandel’i bugün yeniden okumak iyi bir egzersiz oldu. Ayrıca bir yaklaşım sorunu da var. Ben politik-ideolojik boyuttan yanayım; o ise özellikle savaşın ekonomik bağlamı boyutunu benim yapabileceğimden çok daha iyi bir şekilde analiz ediyor. Bana çok ikna edici ya da tatmin edici gelmeyen bazı formülasyonlar da var, örneğin Marksist bir modeli, bu modelin belirli paradigmalarını sorgulayacak her türlü fikri kovarak bir şekilde meşrulaştırmaya çalışıyor. Örneğin, Holokost’un anti-ekonomik karakteri konusunda, kapsamlı bir analiz yapmadan bunu dışlıyor. Bu nedenle klasik ya da ‘ortodoks’ Marksist yorumlama modeliyle ilgili sorunlara işaret eden bir yaklaşımdır. Ancak genel olarak, anlama ve eleştirel düşünmenin temel unsurlarını sunan parlak bir kitap. Yazdığı dönemde savaş üzerine çalışan akademisyenlerin çoğunun aksine, bugünün akademisyenlerinden bahsetmiyorum bile, Mandel İkinci Dünya Savaşı hakkında bir kahraman olarak yazıyordu. Savaşın tüm yönleri hakkında yazdıkları sadece araştırma veya bilginin sonucu değil, aynı zamanda kendi yaşadığı deneyimin bir yansımasıdır. Ve bu her şeyi değiştirir!

Bu kesinlikle temel bir şey ve sadece direnişten, faşizm ve komünizm arasındaki savaşın ideolojik çatışmasından ya da çatışan dünya vizyonlarından bahsetmiyorum, toplama kamplarından da bahsetmiyorum, çünkü oraya sürülmüştü, savaştan ve sürgünden sağ çıkmayı başarmış bir Yahudi olarak bildiği Holokost’tan da. Ayrıca, savaşın sonunda Mandel, Dördüncü Enternasyonal’in lideri olarak dünyayı dolaşmaya başladı. Asya’yı tanıyor ve dönemin aktörleriyle doğrudan temas kuruyordu. Ve bu yansıma, bu deneyim, akademik değil ama siyasi bilgi olan ve yaşanmış bir deneyimi aktaran bu bilgi, kitabına entegre edebildiği ve onu zengin kılan bir şeydir. Bu küresel vizyon sadece olağanüstü parlak bir zihnin ürünü değil, aynı zamanda küresel bir deneyimin meyvesi olan küresel bir yansımadır.

Mandel’in kitabını sizinkiyle karşılaştırırken, sizin kuramsallaştırmanız ile Mandel’inki arasında bir çelişki görüp görmediğinizi sormak istedik. Mandel İkinci Dünya Savaşı’nı savaşların bir bileşimi olarak analiz ediyor (beş tür savaş tanımlıyor) ve bir bütün olarak analiz etmeyi öneriyor. Ancak, sizin Avrupa’da yaptığınız gibi, 1914’ten 1945’e kadar Asya’da da ifadeleri olan bir Avrupa iç savaşı olarak daha uzun bir sürece dahil edilebileceği fikrini paylaşmıyor. Mandel bu olayı daha küresel bir kavrama, emperyalistler arası savaş kavramına yerleştiriyor. Bu bağlamda, kitabınızdaki Avrupa iç savaşı kavramının Mandel’in emperyalistler arası savaş kavramıyla çeliştiğini mi düşünüyorsunuz, yoksa iki kavramı birbirini tamamlayan kavramlar olarak mı görüyorsunuz?

Bu iki kavram arasında hiçbir çelişki ya da karşıtlık yoktur. Bence emperyalistler arası savaş kavramı Birinci ve İkinci Savaş arasındaki tüm döneme çok iyi uyuyor. Bu bir emperyalistler arası savaş dönemidir. Bu, çeşitli boyutlar kazanan küresel bir krizin arka planı, dönüşümler matrisidir. İkinci Dünya Savaşı sırasında bu boyut daha da ileri gider ve Mandel’in kendisi Mihver ülkeleri, Nazi Almanyası ve Sovyet Rusya arasındaki savaşın artık emperyalistler arası bir savaş olmadığını düşünür. Bunu doğru bir şekilde bir meşru müdafaa savaşı olarak tanımlar ve İkinci Dünya Savaşının temel ayrımı da budur.

Emperyalistler arası savaş çok karmaşık bir şekilde yeniden ifade edilir. Savaşın arifesine kadar SSCB’ye karşı emperyalist bir cephe vardır. Ancak 1941 ve 1945 yılları arasında emperyalistler arası savaşın yorumlanması yeniden tanımlanmalı ve diğer faktörler de dikkate alınmalıdır.

Benim yaklaşımım ile onunki arasında herhangi bir çelişki görmüyorum. Bunlar farklı zamanlarda ve farklı amaçlarla yazılmış iki farklı kitap. Benim kitabımın amacı çok daha mütevazı: Avrupa iç savaşının küresel bir yorumu, Mandel’in kitabı ise küresel bir fenomen olarak İkinci Savaş hakkında.

‘Savaşlar arasındaki’ Avrupa krizini Avrupa bağlamında yorumlamanın mümkün olmadığının farkındayım, çünkü bu Avrupa’yı aşan bir dünya savaşıdır. Aynı zamanda Mandel’in Avrupa kökenli bir dünya savaşından bahsettiğimize karşı çıkacağını sanmıyorum. Matris Avrupalıydı ve bunu kabul etmek önemli çünkü 1914’te Avrupa dünyanın merkeziydi ve 1945’te değildi. Mandel’in kitabında örtük olarak yer alan ancak temel olan jeopolitik bir boyut var.

Sizce İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra merkez-çevre ilişkisinde ne gibi değişiklikler oldu? 

Bu temel bir sorudur ve sadece geçmiş olayları yorumlamak için değil. Bu savaşın nedenleri Avrupa’da, büyük güçler arasındaki ilişkilerde ve Napolyon savaşlarından sonra Viyana Kongresi’nde kurulan dengenin bozulmasında yatmaktadır. Ancak sorunun bir başka boyutu daha var: 1914’te çatışmanın patlak vermesi Avrupa’da geliştirilen kategorilerle düşünüldü ve yorumlandı. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında işler çok değişti.

Mandel’in düşüncesinin merkezine bakacak olursak, savaş ve devrim arasındaki ilişki, Birinci Dünya Savaşı’ndan çıkan Rus Devrimi ile doğan bir ilişkidir. Yirminci yüzyılın ilk yarısında devrim deyince aklımıza Avrupa devrimi, Avrupalı kategorilerle, Avrupalı bir profile sahip toplumsal ve siyasal bir özne gelir.

Yirminci yüzyılın ikinci yarısında devrimler Asya ve Latin Amerika’da gerçekleşmiştir. Ve 21. yüzyılda Avrupa herhangi bir küresel devrimci projenin periferisi konumundadır. Bu bir dönem değişikliği anlamına geliyor. Mandel’in kitabı kelimenin gerçek anlamıyla bir Avrupalının kitabıdır, çünkü kendisi Almanya’da doğmuş ve Belçika’da entelektüel ve siyasi eğitim almış bir Polonya Yahudisidir. Fransızca yazan ve mükemmel Almanca konuşan bir Fleming’dir. O bir kozmopolitti, her ne kadar Stalin tarafından onları aşağılamak için uydurulmuş olsa da benim çok sevdiğim bir tanım: köksüz kozmopolit Yahudiler. Bu tanım Mandel için mükemmel bir şekilde geçerlidir. Kendisine 1950’lerde sadece direnişe katıldığı için Belçika vatandaşlığı verildi. Bu da – yanılmıyorsam – o zamana kadar Polonya’da hiç yaşamamış olmasına rağmen Polonya pasaportuna sahip olduğu anlamına geliyor. Küresel bir perspektiften yazan ve İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda devrimin Asya’ya, Çin’e taşındığını çok iyi fark eden bir Avrupalı. Bu dönüşümün farkında olan biri.

Mandel’in Isaac Deustcher’in dediği gibi Yahudi olmayan bir Yahudi olduğunu söyleyebilir misiniz?

Evet. O da bu kategoriye giriyor. Troçki ve Rosa Luxemburg için olduğu gibi onun için de tüm dini miraslar gibi bir tür gericilik olan Yahudiliğin ötesine geçen evrenselci bir düşünce tarzına sahip kozmopolit bir Yahudi’dir. Genç Marx’ın, insanlığın kurtuluşunun dinsel yabancılaşmadan kurtuluş olduğunu ileri sürdüğü yazısını kabul etmekte hiçbir zorluk çekmedi. Bu, Aydınlanmanın radikal destekçilerinin bir pozisyonudur ve Marksizm bunun mirasçısıdır.

Avrupalılar sürekli olarak savaşla karşı karşıya kalmışlardır. Avrupa ve savaş arasındaki mevcut ilişkiyi nasıl tanımlarsınız?

Bu soru çok karmaşık çünkü önemli değişiklikler var. Kuşkusuz, Birinci Dünya Savaşı’ndan bu yana savaşın kavranması ve savaşta hareket etme biçiminde meydana gelen ve 21. yüzyılın başındaki savaşlarda görülebilen geri dönüşü olmayan bazı değişiklikler vardır.

Irak, Afganistan ve Suriye’de, sivil halka karşı savaşlar, düşmanı yok etme savaşları olarak algılanan genel bir savaş yürütme biçimi görebiliriz. Bunun, 19. yüzyılda “meşru hasımlar” arasında “medeni dünyanın” savaşı olarak resmileşen Avrupa kamu hukuku fikriyle bağlantılı bir savaş anlayışıyla, sivil toplumu ve sivilleri etkilemeyen bir askeri çatışmayla hiçbir ilgisi yoktur. Kurallara saygı duyulan bir çatışma olarak savaş.

Tüm bunlar Birinci Dünya Savaşı sırasında ortadan kalktı ve o zamandan beri meydana gelen tüm savaşlar bu özellikleri tekrarladı. Bu unsur bir süreklilik unsurudur ancak aynı zamanda süreksizlik ve bazı unsurların radikalleşmesi unsurları da vardır. Artık sivillerin öldürülmesi tali hasar olmaktan çıkmış, savaşlar neredeyse sadece sivillere karşı yapılan savaşlar haline gelmiştir. Savaşlar, savaşçılar ve siviller arasında herhangi bir ayrım yapmaksızın, düşmanı öldürmek ancak askerlerin hayatlarını korumak için tasarlanmış modern imha araçları olarak düşünülmektedir.

Bu açıdan bakıldığında, Birinci Dünya Savaşı’nda doğan bu savaş paradigmasının radikalleşmesi ve 19. yüzyıla geri dönülmesidir, çünkü o yüzyılda modern savaş “medeni” ülkeler için “medeni savaş” olarak düşünülüyordu ve Avrupa dışı dünyada, yani sömürgelerde, bu savaş anlayışının hiçbir geçerliliği yoktur. Bugün, 21. yüzyılda, bu pozisyonlara geri dönmüş durumdayız. 21’inci yüzyılın savaşlarını karakterize eden ve 20’nci yüzyılın ikinci yarısındaki savaşların bir özelliği olmayan şey, sömürgeci ya da yeni sömürgeci savaşlara geri dönülmesidir. Artık 19. yüzyılda olduğu gibi imparatorlukların olmadığı bir dünyada imparatorluk savaşları.

Ancak aynı zamanda bu yeni olaylarla başa çıkmak için çok hazırlıksızız çünkü eski kategorilerimiz artık geçerli değil, yeniden düşünülmeleri gerekiyor. Mandel vakası hem ilginç hem de semptomatiktir. Klasik Marksizm, ama aynı zamanda heretik Marksizm de Avrupa-merkezci bir özelliğe sahiptir. İslam tarihini anlamaya çalışan ve sorular soran Marksistler kimlerdir? Çok azı, Maxime Rodinson ve birkaç kişi daha. İran devrimi yanlış anlamalara ve yanlış temsillere konu olmuştur. Bugün yaşananlar ve yeni savaş biçimleri de sadece analiz değil, entelektüel ve epistemolojik soruları gündeme getiriyor. Teorik geleneğimiz hakkında sorular soruyorlar.

Bu aynı zamanda antisemitizmden İslamofobiye geçişle de bağlantılıdır. Bence Batı dünyasında Yahudiler artık dışlanan, zulüm gören ve hor görülen bir azınlık değil. Aksine, değer görüyorlar çünkü ezilen ve zulüm gören bir paradigma olarak tamamen bütünleşmiş bir kategoriyi varsaymak daha kolay. Antisemitizmin artık var olmadığını söylemiyorum, önyargı biçimleri ve bazı ülkelerde dışlama ve zulüm biçimleri var.

Holokost anma törenleri düzenlemek çok elverişlidir çünkü yabancı düşmanı politikalar benimseyen, göçmenlere zulmeden ülkelerin hiçbir siyasi bedel ödemeden “biz demokrasi ve özgürlükçüyüz” demelerine olanak tanır ve bunun nedeni de açıkça “insanlık tarihinin en büyük suçu olan Holokost’u anıyor olmamızdır”.

Bugün, Avrupa kültürünün tarihsel dayanaklarından biri olan, Avrupa’daki tüm milliyetçiliklerde mevcut olan, en gelişmiş biçimleriyle kültürel ifadelere sahip olan antisemitizm (20. yüzyılın başına kadar Yahudileri antisemitizm biçimlerini yeniden üretmeden sunmayan hiçbir yazar yoktur). Bugün artık böyle bir şey yok.

Bugün önyargı ve dışlamanın, baskı ve zulmün nesnesi, bazı durumlarda birçok demokratik ülkede İslamofobik yasaların çıkarılmasıyla birlikte Müslümanlardır. İslamofobinin antisemitizmin yerini aldığını düşünüyorum. Ancak kendine has özellikleri var, mekanik bir karşılaştırma yapamazsınız ve İslamofobinin sonuçları antisemitizmin sonuçlarıyla aynı değil.

Çeviren: Rıfat Hasret

Ernest Mandel 20. Yüzyılın En Büyük Marksist Düşünürlerinden Biriydi – Alex De Jong

Belçikalı sosyalist entelektüel ve aktivist Ernest Mandel, 5 Nisan 1923’te doğdu. Mandel, yirminci yüzyılın ikinci yarısında Marksist teorinin en önemli eserlerinden bazılarını yazan, yorulmak nedir bilmeyen bir ajitatör ve düşünürdü.

Mandel bugün belki de en çok, fazlasıyla aşina olduğumuz bir terimi popülerleştiren –Geç Kapitalizm– kitabıyla hatırlanıyor. Fredric Jameson, postmodernizmi kuramsallaştırırken Mandel’in ekonomik yazılarından büyük ölçüde yararlandı ve “geç kapitalizm” terimi, kültürel analiz için bir tür gazetecilik klişesi haline geldi.

Bir zamanlar polisiye romanların toplumsal tarihini yazmış olan Mandel, eserinin, ilginç biçimde benimsenmesine gülümsemiş olabilir. Ancak onun asıl amacı, kültürel yan etkilerini analiz etmekten daha çok kapitalizmin iktidar yapılarına meydan okumaktı.

Nazi hapishane sisteminden sağ kurtulan bir direniş savaşçısı olarak gençlik yıllarından 1990’ların neoliberal çorak topraklarındaki son günlerine kadar, bu hedefe sadık kaldı. Mandel’in siyasi yaşamı ve çalışmaları günümüzün yeni sosyalist hareketi için önemli bir ilham kaynağı olabilir.

Nazizme Karşı Direniş

Mandel, Belçika’nın Antwerp kentinde Alman kökenli asimile olmuş Polonyalı Yahudilerden oluşan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası Henri Mandel’in sol görüşe, özellikle de Leon Troçki’nin fikirlerine sempatisi vardı. 1930’larda Naziler Almanya’da iktidara geldikten sonra Mandellerin evi, solcu mülteciler için bir buluşma yeri haline geldi. Bu mültecilerin sosyalizm, Sovyetler Birliği’ndeki son gelişmeler ve faşizmin yükselişi hakkındaki tartışmalarını dinleyen genç Ernest, radikal siyasetle erken yaşta tanıştı.

Mayıs 1940’ta Nazi Almanyası’nın ülkeyi işgal etmesiyle savaş Belçika’ya geldi. Yerleşik solun büyük bir kısmı yeni duruma yanıt veremedi. Sosyal demokrat Belçika İşçi Partisi ve sendikaların birçok lideri ülkeden kaçarken, eski İşçi Partisi lideri Hendrik de Man işgalcilerle işbirliği çağrısında bulundu.

Sovyet-Alman saldırmazlık paktı o sırada hala yürürlükteydi ve Belçikalı Komünistler “en saf ve en eksiksiz tarafsızlık” duruşunu ilan ettiler. Nazi işgalinin başlamasından haftalar sonra, Sovyetlerin emriyle çalışan bir suikastçı Troçki’yi Meksika sürgününde öldürdü.

Bu kargaşanın ortasında bir grup bağımsız solcu, Mandellerin evinde ilk Flamanca yeraltı gazetesini çıkarmaya başladı. Gazetedeki makalelerin çoğunu Ernest ve babası yazdı. Ağustos 1942’de Ernest yeraltına çekildi. O yılın sonunda tutuklandı ancak nakledilirken kaçmayı başardı.

Mandel’in biyografi yazarı Jan Willem Stutje’ye göre Henri Mandel, oğlunun serbest bırakılması için fidye ödemişti. Ernest’in “cesur kaçışı”, “sorgulanmaktan kaçınmak isteyen ajanlar tarafından sahnelenmiş” olabilir. Stutje’ye göre, Mandel’in kaçışı onu suçluluk duygusuyla baş başa bırakmıştır.

Mandel, kararlı bir şekilde direniş faaliyetlerine devam etti. Bu sırada Troçkist Devrimci Komünist Parti’ye (RCP) üye olmuştu. 1944 başlarında RCP, Alman ve ABD şirketleri arasındaki temaslar hakkında doğrudan Alman askerlerine hitap eden iki dilli bir broşür yayınladı: “Efendileriniz mülklerini kurtarmak için pazarlık yaparken siz top ateşine kurban ediliyorsunuz.” 28 Mart 1944’te broşürü dağıtırken Mandel tekrar tutuklandı.

Yahudi olmasından ziyade direniş faaliyetleri nedeniyle tutuklanan Mandel, farklı hapishanelere ve çalışma kamplarına gönderildi, bir noktada IG Farben’in bir kimyasal fabrikasında çalışmaya zorlandı. Bir direniş üyesi, bir Yahudi ve Stalinist mahkum arkadaşları tarafından hor görülen bir Troçkist olarak hayatta kalma şansı çok azdı.

Mandel daha sonra, bunu başarmasının nedenlerinden birinin şans olduğunu hatırlıyordu. Ama aynı zamanda, Naziler iktidara gelmeden önce Sosyal Demokrat Parti’nin destekçisi olan bazı Alman gardiyanlarla ilişki kurmadaki başarısını da takdir ediyordu: “Bu, kendini koruma açısından bile yapılacak en akıllıca şeydi.” Zorlu koşullar etkisini gösterdi ve Mandel 1945’in başlarında hastaneye kaldırıldı. 25 Mart 1945’te ABD güçleri Mandel’in tutulduğu kampı kurtardı.

Troçki’den Sonra Troçkizm

Mandel’in doğrudan aile üyeleri savaştan sağ kurtulmuş olsa da, büyükannesi, teyzesi ve amcası aileleriyle birlikte Auschwitz’de öldürüldü. Henri Mandel oğlu için akademik bir kariyer hayal ediyordu ama Ernest’in başka öncelikleri vardı. Nazizmin ve savaşın dehşetini üreten sisteme, kapitalizme karşı mücadeleye devam etmek istiyordu. Hayatı boyunca faşizm deneyimi, Mandel için siyasi ve ahlaki bir referans noktası olarak kalmaya devam etti.

Leon Troçki ve destekçileri 1938 yılında Dördüncü Enternasyonal’i (FI) kurmuştu. Troçki, yaklaşan savaşın Stalinist Komünist Partileri gözden düşüreceğini tahmin ediyor ve FI’nın bir alternatif haline geleceğini umuyordu. Yine de Sovyetler Birliği’nin Nazi Almanyası’nın yenilgiye uğratılmasında oynadığı önemli rol ve komünistlerin Avrupa’daki direniş hareketlerine katılması sonucunda bu partiler daha önce eşi benzeri görülmemiş bir prestij ve popülerlik kazandı ve işçi hareketinin radikal kanadındaki rakiplerine sınırlı büyüme fırsatları bıraktı. 

Bu arada, savaş ve baskı FI ile ilişkili küçük grupları yok etmişti. Mandel Troçkist hareketin inşasına yardım etmenin kendi görevi olduğunu hissetti ve bu hareketin saflarında önde gelen bir aktivist oldu. Kısmi olarak, Yahudi tarihi ve antisemitizm üzerine önemli bir çalışmanın yazarı olan yakın arkadaşı Abram Leon gibi Nazilerin öldürdüğü yoldaşlarının anısı, onu harekete geçirmişti.

Birçok radikal gibi Mandel de savaşın, I. Dünya Savaşı’nda olduğu gibi Avrupa’da bir devrim dalgasının başlangıcı olacağını düşünüyordu. 1938’de Troçki’nin FI için hazırladığı program, kapitalizmin karaya oturduğunu iddia ediyordu:

İnsanlığın üretici güçleri durgunlaşıyor. Yeni buluşlar ve iyileştirmeler maddi zenginlik düzeyini yükseltmekte başarısız olmaktadır. Tüm kapitalist sistemin toplumsal krizi koşullarındaki konjonktürel krizler, kitlelere her zamankinden daha ağır yoksunluklar ve acılar yaşatmaktadır.

Mandel yavaş yavaş sistemin işlemeye devam etmekle kalmayıp daha da gelişebileceğini ve 1945’ten sonra uzun bir ekonomik büyüme dönemine girilebileceğini fark etti. Bu koşullar altında, Troçkist kimliğini gizli tutarak Belçika Sosyalist Partisi’ne katıldı ve Belçika’daki sosyalist sol üzerinde etkili olan haftalık La Gauche (Sol) gazetesinin kurulmasına yardımcı oldu.

Bu dönemde Mandel, sosyalist bir kuramcı ve lider olarak kendini gösterdi. 1962 yılında ilk büyük çalışması olan Marksist İktisat Teorisi‘ni yayınladı. Kitap, konu hakkında sistematik bir sunum sağladı ve “çağdaş bilimin bilimsel verilerinden” yararlanarak “Karl Marx’ın tüm ekonomik sisteminin yeniden oluşturulabileceğini” kanıtlamaya çalıştı.

Mandel kitabın girişinde yaklaşımını “genetik-evrimsel” olarak tanımlamış ve bununla konusunun kökeni ve evrimi üzerine çalıştığını kastetmiştir. “Marksist ekonomi teorisi,” diye yazıyordu, “bir yöntemin, bu yöntem kullanılarak elde edilen sonuçların ve sürekli olarak yeniden incelemeye tabi tutulan sonuçların bir toplamı” olarak görülmelidir. Sürekli olarak yeni bulguları entegre etmeye çalışan tarih ve teorinin birleşimi, Mandel’in çalışmalarının karakteristik özelliği oldu.

Yapısal Reformlar ve Sosyalist Strateji

İngilizce çevirisi neredeyse sekiz yüz sayfayı bulan Marksist İktisat Teorisi üzerinde çalışırken Mandel, La Gauche çevresinin bir parçası olarak “anti-kapitalist yapısal reformlar” stratejisini geliştirdi. Bununla, kendi kendine sosyalizmi getirmeyecek ama yine de ona doğru adımları temsil edecek ve “işçi sınıfına büyük sermayeyi kararlı bir şekilde zayıflatma yeteneği verecek” reformları kastediyordu.

Mandel’e göre Belçika’daki olası anti-kapitalist yapısal reformlar arasında tam istihdamı garanti edecek bir planlama bürosunun örgütlenmesi, büyük şirketler üzerinde kamu kontrolü ve enerji sektörünün kamulaştırılması yer alıyordu. Ekonomik reformların siyasi iktidar meselesinden ayrı tutulamayacağını vurguladı.

Mandel, Belçika gibi oldukça gelişmiş bir kapitalist ülke için uygun olabilecek sosyalist bir strateji formüle etmeye çalışıyordu. Bu çabanın ilham kaynaklarından biri, sağcı hükümet tarafından önerilen bir dizi reforma karşı 1960 kışında yapılan Belçika genel greviydi. Birkaç hafta süren greve yüz binlerce işçi katılmıştı. Solcu Halk Cephesi’nin iktidara gelmesinin ardından Haziran 1936’da gerçekleşen Fransız grevleri ve fabrika işgalleri de Mandel’in bahsettiği bir diğer örnekti.

Savaş sonrası ekonomik büyüme döneminde yaşam koşulları pek çok kişi için iyileşmişti, ancak Belçika genel grevi gibi mücadeleler kapitalist gelişmenin işçi sınıfını tam olarak pasifize etmediğini gösteriyordu. Mandel’e göre, kapitalizme karşı mücadelede işçilerin en güçlü silahları örgütlülük, siyasi eğitim ve temel ekonomik rollerinin bilincine varmalarıydı.

İşçilerin mücadelelerinin sadece ekonomik koşullar etrafında dönmediğini, aynı zamanda yabancılaştırıcı ve baskıcı iş uygulamalarına karşı direnişten de kaynaklandığını fark etti. Nispeten iyi durumda olan işçiler bile işyerinde yabancılaşma ve tahakküm yaşıyordu. Mandel, 1960 grevinin bilançosunda, işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesinin “sadece temel, acil çıkarlar için verilen bir mücadele olmaması bakımından geçmişteki toplumsal mücadelelerden farklı olduğunu” yazmıştır. Bu mücadele “toplumu yeniden yapılandırmak için bilinçli bir mücadele” haline gelebilir.

Mandel, Belçika grevinin kaybedilmiş bir fırsat olduğunu, çünkü böyle bir yeniden yapılanmayı önerecek siyasi bir liderlik olmadığını söylüyordu. Devrimci değişimin gerçekleşmesi için, ekonomik reformlar için verilen mücadelenin siyasi iktidar sorununa kadar genişletilmesi gerekiyordu.

Mandel’e göre mücadele ancak “hasımla sadece fabrikalarda değil sokaklarda da yüzleşilirse” zafere ulaşabilirdi. Mandel, tarihin, hedeflerine ulaşmak için ekonomik olduğu kadar siyasi iktidarı da ele geçirmek gerektiğini çalışan insanlara “yorulmadan anlatacak” devrimci bir partinin kurulması gerektiğini gösterdiğinde ısrar ediyordu.

Geç Kapitalizmin Dinamikleri

1960’larda Mandel, Marx’ın Kapital’i yayınlamasından bir asır sonra kapitalizmin nasıl işlediğine dair anlayışını geliştirdi. “Geç kapitalizm “de karar kılmadan önce başlangıçta “neo-kapitalizm” terimini kullandı. 1972 tarihli kitap, Mandel’in başyapıtıdır.

Geç Kapitalizm’de “savaş sonrası uzun hızlı büyüme dalgasının nedenlerine Marksist bir açıklama getirmeye” çalışmıştır. Mandel’e göre, bu büyüme döneminin, yerini “dünya kapitalizmi için çok daha düşük bir genel büyüme oranıyla karakterize edilen, artan bir başka uzun toplumsal ve ekonomik kriz dalgasına” bırakmasını sağlayan “içsel sınırları” da vardı. Savaş sonrası patlamanın 1970’lerin ortalarında sona ereceğini doğru tahmin etmiştir.

Mandel, teknolojik yenilik oranlarındaki artışı geç kapitalizmin özelliklerinden biri olarak görmüştür. Bu durum sabit sermayenin ömrünü kısaltmış ve büyük firmaların planlama yapma ihtiyacının artmasına neden olmuştur. Ayrıca, 1929 Wall Street Çöküşü gibi çöküşleri önlemek için ekonomiye daha önce görülmemiş ölçekte devlet müdahalesi olmuştur. Mandel’in 1964’te gözlemlediği gibi: “Devlet artık gizli sübvansiyonlardan ‘zararların kamulaştırılmasına’ kadar uzanan yollarla doğrudan ve dolaylı olarak özel karı garanti eder.

Ancak kapitalizmin çelişkilerinin üstesinden gelmek için yapılan her girişim, onu yeni sorunlarla karşı karşıya bırakmıştır. Hükümetler tarafından desteklenen bankalar, şirketlere ucuz kredi sağlayarak hızlı büyümeyi mümkün kıldı ama aynı zamanda enflasyona da yol açtı. Böyle bir enflasyon, büyük, sermaye yoğun firmalar arasındaki rekabetin merkezinde yer alan uzun vadeli büyük yatırımlara zarar verdi.

Buna karşılık, enflasyonla mücadele girişimleri kendi sorunlarını yaratarak ekonomik büyümeyi azalttı. Devletin ekonomiye müdahalesi, yıkıcı krizlerden kaçınmak ve kârları garanti altına almak için yararlı olabilir. Ama aynı zamanda “ekonominin” doğal olarak verili olmadığını da herkese açıkça göstermiştir.

Devrimci Ufuklar

Mandel, bu tür çelişkilerden kaynaklanan devrimci değişim olasılığı üzerine bahis oynadı. Belçika genel grevi ve 1965 Yunan Apostasia krizi gibi patlamalar onu klasik bir Marksist ikilemle karşı karşıya bıraktı. Eğer Marx’ın ısrar ettiği gibi “her toplumun egemen ideolojisinin egemen sınıfın ideolojisi olduğu” doğruysa, o zaman işçi sınıfı kendini nasıl özgürleştirebilirdi?

Mandel, egemen sınıf ideolojisinin egemenliğinin, kitle iletişim araçları, okul sistemi vb. aracılığıyla “ideolojik manipülasyondan” daha derin kökleri olduğunu kabul etti. Bu hakimiyet, emekçilerin birbirleriyle rekabete zorlandıkları ve emek güçlerinin satışına bağımlı oldukları kapitalizmin günlük işleyişinden güç alıyordu.

Ancak kapitalizmin egemen tekeller arasındaki rekabetten kaynaklanan kaçınılmaz çelişkileri ve krizleri de egemen konsensüste çatlaklara yol açtı. Sosyalistler için temel soru, ekonomik çalkantının kaçınılmaz sonucu olan hoşnutsuzluk patlamalarının ötesine nasıl geçileceğiydi. Yaşam koşullarına ve ücretlere yönelik saldırılara karşı savunmacı mücadelelerden işçi iktidarı taleplerine geçmek için “bilinçli bir sıçrama” gerekiyordu.

Mandel, sosyalist örgütlenme ihtiyacına ilişkin etkili bir metinde, böyle bir sıçramayı neyin mümkün kılacağına dair fikirlerini geliştirdi. Üç grup arasında ayrım yaptı: işçi sınıfı kitlesi; bu sınıfın aktivist işçilerden oluşan öncüsü ve devrimci örgütlerin üyeleri. Üçüncü kategori ikincisiyle kısmen örtüşüyordu.

Mandel’in çerçevesine göre, “öncü” kendini ilan etmiş bir elit değil, işçi sınıfının en kararlı ve enerjik aktivistleriydi. Devrimci bir hareket inşa etmek, bu tür aktivist işçileri sosyalist fikirlere kazanmak anlamına geliyordu. Bu onlara örgütlülük sağlayacak ve acil toplumsal mücadelelerin kaçınılmaz gelgitleri sırasında siyasi aktivizmden çekilmelerini önleyecekti.

Radikal değişim ancak kapitalizmin çelişkilerinin kitlesel öfke ve protesto yarattığı huzursuzluk dalgaları sırasında mümkün olabilir. Böyle dönemlerde, devrimci bir parti giderek daha büyük insan gruplarını siyasi eyleme çekmeye çalışmalı ve anti-kapitalist talepler önermelidir.

Mandel devrimi, örgütlü eylem ile emekçilerin kaçınılmaz olarak farklı gruplar halinde örgütleneceği kendiliğinden hareketler arasındaki bir etkileşim süreci olarak görüyordu. Bu, Marksist solda sırasıyla Vladimir Lenin ve Rosa Luxemburg figürleriyle ilişkilendirilen örgütlülük ve kendiliğindenlik arasındaki basmakalıp ayrımı kesiyordu. Mandel yarı şakayla karışık kendisini “Luxemburgcu sapmaları olan bir Leninist” olarak tanımlıyordu.

Nesiller Arası Bir Köprü

1960’lar ve 70’lerin başı, Mandel’in sanki sınıf mücadelesinin yükselen dalgası tarafından sürükleniyormuş gibi olağanüstü üretken olduğu çalkantılı zamanlardı. Geç Kapitalizm‘in yanı sıra, o yıllarda yayınladığı diğer kitaplar arasında ABD ve Avrupa kapitalizmi arasındaki çelişkiler üzerine bir çalışma, Karl Marx’ın Ekonomik Düşüncesinin Oluşumuüzerine bilimsel bir metin, Batı Avrupa Komünist Partileri arasındaki Avrokomünist eğilimin bir eleştirisi ve kapitalizmin tarihindeki patlama ve çöküş döngülerinin bir incelemesi olan Kapitalist Gelişmenin Uzun Dalgaları yer alıyordu. Mandel hayatı boyunca iki düzineden fazla kitap ve yüzlerce makale yayınlamıştır.

Mandel aynı zamanda yorulmak bilmeyen bir ajitatör ve tartışmacıydı. 1964 yılında sosyalist planlama üzerine tartışmalara katılmak üzere Küba’ya davet edildi. Che Guevara, Marksist İktisat Teorisi’ni büyük bir ilgiyle okumuş ve Mandel ile kapsamlı tartışmalar yürütmüştü.

Mandel ise Arjantinli devrimci liderden çok etkilenmişti. Bolivya ordusu 1967 yılında Guevara’yı bir gerilla savaşı kampanyası başlatmaya çalışırken yakalayıp yargısız infaz ettiğinde, Mandel “büyük bir dost, örnek bir yoldaş, kahraman bir militan” için tutkulu bir övgü yayınladı.

Kapitalist devletlerin hükümetleri Mandel’i kendi topraklarında istenmeyen bir varlık olarak gördüler. 1969 yılında ABD yetkilileri, Yüksek Mahkeme’nin muhafazakâr çoğunluğunun daha sonra Donald Trump’ın “Müslüman yasağını” haklı çıkarmak için emsal olarak gösterdiği bir davada Mandel’in ülkeye girişini reddetti. Birkaç yıl sonra, Batı Alman hükümeti Mandel’in Berlin Özgür Üniversitesi’ndeki atamasını engellemek için müdahale etti ve onu ülkeden sınır dışı etti.

Fransa, Mandel’i topraklarında yasaklayan bir başka ülkeydi. Mayıs 1968’de, Dördüncü Enternasyonal’e doğru ilerleyen radikal bir grup olan Devrimci Komünist Gençlik (JCR) toplantılarına konuşmacı olarak davet edildi. JCR, Mayıs ’68’deki ayaklanma ve protestolara yoğun bir şekilde katılmıştı.

Pratik bir faaliyette bulunmak için tatmin edici bir fırsat olsa gerek ki, Mandel, “barikatlar gecesi” sırasında Paris Latin Mahallesi’nde barikatların kurulmasına yardım etti. Paris’e geldiği araba sokak çatışmaları sırasında tahrip olmuştu. Bir muhabir Mandel’in “Ne kadar güzel! Bu devrim!” dediğini duymuştu.

Yeni nesil devrimciler için Mandel, devrimci tarih ve deneyimle bir bağlantıydı. JCR liderlerinden Daniel Bensaïd, Mandel’in kendilerine “açık, kozmopolit ve militan bir Marksizmi” keşfetmelerinde nasıl yardımcı olduğunu hatırlıyor. Bensaïd’e göre bu genç radikaller için Mandel “teoride bir öğretmen” ve kuşaklar arasında bir köprüydü – insanların yerine düşünmek yerine onları düşündüren biriydi.

Mandel’in işçiler, sendikacılar, radikal öğrenciler ve devrimci aktivistlerle yaptığı sayısız toplantıda edindiği güçlü pedagojik becerileri vardı. 1967 yılında yayınladığı “Marksist İktisat Teorisine Giriş” adlı broşürü çok okunan bir klasik haline geldi.

Sosyalizm ya da Barbarlık

Sosyalist değişim için bu kadar çok mücadele etmiş olan Mandel’in 1995 yılında, neoliberal hegemonyanın zirvede olduğu bir dönemde hayata veda etmesinde trajik bir yan vardır. Mandel, 70’lerin sonlarından itibaren toplumsal mücadelelerin düşüşüne uyum sağlamakta güçlük çekmiştir.

Yeni yüzyılda Mandel’in 1974’te yayınladığı Marksizme Giriş adlı popüler kitabı inceleyen Bensaïd, bu kitabın sosyalizmin geleceğine ilişkin iyimser siyasi analizinin Mandel’in “bir bütün olarak proletaryanın artan yayılımına, homojenliğine ve olgunluğuna duyduğu sosyolojik güvene” dayandığını ileri sürer. Bensaïd’e göre bu güven “savaş sonrası sanayi kapitalizminin yarattığı özgül durumu ve onun özgül düzenleme biçimini geri dönüşü olmayan tarihsel bir eğilime dönüştürmüştür.” Ancak 1980’lerin neoliberal saldırısı bu süreci tersine çevirerek örgütlü emek güçlerinin altını oyar:

Geri döndürülemez olmaktan çok uzak olan homojenleşme eğilimi, iş birimlerinin dağıtılması, dünya işgücü piyasasında rekabetin yoğunlaşması, ücretlerin ve emek zamanının bireyselleştirilmesi, boş zamanların ve yaşam tarzlarının özelleştirilmesi, toplumsal dayanışma ve korumanın metodik olarak yıkılması politikaları tarafından zayıflatılmıştır. Başka bir deyişle, kapitalist gelişmenin mekanik bir sonucu olmaktan çok uzak olan direniş güçlerinin toparlanması ve sermaye tarafından kurulan düzenin yıkılması, günlük mücadelelerde tekrarlanan ve sonuçları hiçbir zaman kesin olmayan kesintisiz bir görevdir.

Hayatının ilerleyen dönemlerinde Mandel’in coşkulu iyimserliği kapitalizmin uzun vadeli etkilerine karşı uyarılarla birleşti. Tarihsel seçimin barbarlık ya da sosyalizm olduğunda ısrar ediyordu ve sosyalist bir sonuç garanti değildi.

Bu dönemde Mandel, İkinci Dünya Savaşı’nda ve Nazizm’in suçlarında ifadesini bulan kapitalist barbarlık çalışmalarına geri döndü. Troçki’nin ömür boyu hayranı olarak kalmasına rağmen, daha önceki bazı yargılarını yeniden değerlendirdi ve Troçki’nin 1920’lerin başındaki “karanlık yılları” sırasındaki pratiklerine daha eleştirel hale geldi; Mandel’e göre, “Bolşevik liderliğin stratejisi işçilerin öz-etkinliğini teşvik etmek yerine engelliyordu.”

Mandel, kendisini Aydınlanma’nın geleneğinin içinde değerlendirerek insanın özgürleşmesi ve kendi kaderini tayin etme çabası içinde konumlandırmaktan gurur duyuyordu. Manuel Kellner’in de gözlemlediği gibi, bu terimden hoşlanmasa da Mandel’in düşüncesinde ütopik bir boyut vardı. Bu, kelimenin tam anlamıyla ütopyacılıktı: toplumun insan eylemiyle çok daha iyi bir şeye dönüştürülebileceğine olan inanç.

Sosyalizmin ve komünizmin krizi Mandel’in gözünde her şeyden önce bu inancın kriziydi. “Sosyalistlerin ve komünistlerin temel görevi,” diye yazmıştı ölümünden kısa bir süre önce, “milyonların bilincinde sosyalizmin güvenilirliğini yeniden tesis etmektir.” Sosyalizmin hedeflerini “İncil’e yakın terimlerle” tanımladı:

Açlığı ortadan kaldırın, çıplakları giydirin, herkese onurlu bir yaşam sağlayın, uygun tıbbi yardım alamadığı için ölenlerin hayatlarını kurtarın, cehaletin ortadan kaldırılması dahil kültüre özgür erişimi yaygınlaştırın, demokratik özgürlükleri ve insan haklarını evrenselleştirin ve her türlü baskıcı şiddeti ortadan kaldırın.

Mandel’e göre böyle bir gelecek umudu, insanları baskıcı ve yabancılaştırıcı koşullara karşı her zaman isyan ettirmiş olan isyan kıvılcımına dayanıyordu. Sosyalistlerin görevi, tüm bu isyanları destekleyerek ve ileriye dönük alternatif bir yol sunarak bu kıvılcımı alevlendirmekti.

Bu görev değişmedi. Farklı bir tarihsel dönemde, Mandel’in yazı ve aktivizm mirası yeni bir yol arayışında bize yardımcı olabilir.

Çeviri: Yener Çıracı

Kaynak: https://birdunyaceviriblog.wordpress.com/2023/04/29/ernest-mandel-20-yuzyilin-en-buyuk-marksist-dusunurlerinden-biriydi-alex-de-jong/

Fransa’daki Eylemler Üzerine On Bir Politik Tez – Ugo Palheta

I

19 Ocak’tan bu yana Fransa’da gelişen hareket pek çok açıdan heyecan verici. Yalnızca iki ayda ülkenin politik atmosferini köklü bir biçimde değiştiren hareket, hâkim yenilgi havasını dağıtmakla kalmadı, aynı zamanda yerleşik toplumsal düzenin ve neoliberal politikaların hevesli savunucularının da dengesini bozdu, hatta dehşete düşmelerine yol açtı; mücadeleye girişen milyonlarca insanın olasılıklar dünyasını genişletti ve bu sayede kendi güçlerinin farkına varmalarını sağladı. Ama hepsinden önemlisi, Macroncu rejimin toplumsal olarak ne ölçüde izole edildiğini gözler önüne sererek Fransa’da yıllardır derinleşmekte olan hegemonya krizini iyice görünür kıldı. Kendisini politik olarak ifade etmenin bir yolunu bulamayan toplumsal hoşnutsuzluğu kristalize etti, nüfusun büyük bir bölümünün (en başta da işçi sınıfının ve gençliğin) Macron ve hükümetine yönelik yaygın güvensizliğini meşru bir öfkeye dönüştürdü.

II

Geldiğimiz noktada bu iş, tek başına emeklilik reformu meselesi olmaktan çıkmıştır. Sendikaların oldukça kısıtlayıcı ifadesiyle “toplumsal” da değildir basitçe. Alabildiğine ve bütünüyle politiktir: Ulusal hale gelir gelmez, geniş bir toplumsal boyut kazanır kazanmaz ve köklerini daha derinlere salar salmaz hareket, kendisini şu ya da bu kapitalistle yahut sektörel bir kısıtla değil (ki bu da başlı başına önemlidir), siyasi rejim tarafından temsil edilen (ve savunulan) burjuva sınıfının bütünüyle bir yüzleşme olarak ortaya koydu. Bu bakımdan böylesi bir hareket, sınıflar arasındaki güç dengesini kalıcı olarak değiştirerek siyasi düzende bir gedik açmaya muktedirdir.

“Politik” düzey ile “sosyo-ekonomik” düzey arasında bir ayrım yaratmak, ve böylece kullanılan kategorileri bulanıklaştırarak sınıf mücadelelerini yapay biçimlere hapsederek daraltmak her büyük halk hareketinin doğasında vardır. Bizim şu anda deneyimlemekte olduğumuz da dâhil her kitle mücadelesi, tam da bu nedenle toplumsal olmasının yanı sıra politiktir de, zira kaçınılmaz bir biçimde siyasi rejimi ve onda somutlaşan büyük çıkarları kendisine hedef olarak belirlemeye meyleder: mülk sahiplerini, sömürücüleri, yönetici sınıfı. Egemen sınıfın şu ya da bu reformu aklamak için inşa ettiği her türden anlatıya, tüm adaletsizlikleri, yabancılaşması ve şiddetiyle toplumsal düzenin bütününe kafa tuttuğu ölçüde ideolojik ve kültüreldir de. Aynı zamanda karşıt dünya anlayışları arasında; toplumun, insan ilişkilerinin ve yaşamlarımızın nasıl olması gerektiğine dair alternatif görüşler arasında bir savaşa yol açtığı için de öyledir.

III

Şu anki hareket, kendisinden önce gelen tüm toplumsal hareketliliklerin, hiç değilse 2010’lara damgasını vuran mücadele dalgasının omuzlarında yükseliyor: özellikle de Notre-Dame-des-Landes’de yapılması planlanan havaalanına karşı verilen büyük çabanın; istihdam yasası karşıtı mücadelenin; Sarı Yeleklilerin; cinsel ve toplumsal cinsiyete dayalı şiddete ve daha geniş anlamda toplumsal cinsiyet baskısına karşı feminist seferberliklerin; emeklilik reformuna karşı 2019-2020’deki hareketin; kayıt dışı göçmenlerin mücadelelerinin; ve (ırkçılık karşıtı olanlar dâhil) polisin suçlarına ve her türden devlet şiddetine karşı verilmiş tüm mücadelelerin omuzlarında. Bugünkü hareket, kendisini önceleyen bu hareketlerin kazanımlarını hem mücadele yöntemleri ve taktikleri bakımından hem de ideolojik bakımdan bütünleştiriyor, onları kendi mücadelesine eklemliyor ve geliştiriyor.

Bununla birlikte, bugünkü hareket ile öncekiler arasında göz ardı edilemeyecek bir fark var ki o da parlamenter solun, özellikle de Boyun Eğmeyen Fransa’nın (LFI) 74 milletvekilinin yükselişi ve artan militanlığıdır. “Toplumsal” bir zeminde kalmakta ısrarcı olan Fransız Demokratik İşçi Sendikaları Konfederasyonu (CFDT) başta olmak üzere çoğu sendikanın siyasallaştırılmasında ve radikalleştirilmesinde bu vekillerin katkısı büyük. Bu nedenledir ki LFI’nin yeni milletvekillerinin çoğunun (ister Rachel Keke’yi ister Lois Boyard’ı aklınıza getirin), sokak gösterileri, grev gözcülüğü ve ablukalar gibi sınıf mücadelesinin klasik yöntemlerini hiçbir suretle parlamento mücadelesinin karşısına koymamış olmaları sevindiricidir.

IV

Zafere erişmek istiyorsak bütün çabamızı bu hareketi daha da yaygınlaştırma ve yoğunlaştırma hedefine yöneltmeliyiz. Ne kadar ileri gidebileceğimizi bilmiyoruz, ama hiç değilse hükümeti bu reformdan geri adım atmaya zorlayabiliriz. Önümüzdeki aylarda ve yıllarda bu türden bir zafer iki, üç kat sayılır, zira Macron bu reformu bütün düğümü çözecek olan savaş şeklinde kabul ederek büyük bir hesaplaşmanın peşinde. Bu sayede işçi sınıfının yirminci yüzyıldaki kazanımlarının topyekûn yok edilmesine önayak olmak ve görev süresinin sonuna kadar kendi gücünü pekiştirmek istiyor. Neoliberal karşı-devrim dersini almış bir Thatchercı olarak Macron, öyle veya böyle eşitlik ve toplumsal adaletin olduğu bir dünya umuduyla harekete geçenleri, grev ve gösteriler düzenleyenleri, blokajcıları ve ittifakları umutsuzluğa sürüklemek için öncelikle toplumsal hareketin en mücadeleci kesimlerini dağıtması gerektiğini iyi biliyor.

V

Sözleri ve uygulamalarıyla Macroncu hükümet bu kavgada yeteri kadar ileri gitmeye hazır olduğunu daha şimdiden gösterdi, tüm polis baskısını devreye sokarak hareketin siyasallaşmasına katkıda bulundu. Yeni “polislik tasarısı”nın ve adı kötüye çıkmış Lallement’dan daha az gaddar sayılan bir polis şefinin Paris’e atanmasının yarattığı yanılsamaları alt üst eden polis, gerçekten de son günlerde müdahalelerinin ölçüsüz şiddetiyle anılır hale geldi. Geçtiğimiz on yılda normalleştirilen ve rutinleştirilen bu şiddete “hata” yahut “acemilik” denemez, ziyadesiyle faşizan bir polisin olağan davranışıdır artık bu. Ancak polisin davranışı, 49-3’ün işletilmesini izleyen eylem dalgasındaki göstericilerin sayısı ve kararlılığı karşısında belirli bir dehşet ile de karakterize oluyor.

Demokrasinin asgari standartlarından bile tümüyle yoksun oluşuyla bildiğimiz Beşinci Cumhuriyet’e özgü bir dizi kurumsal dalavereyle zar zor geçirdiği tasarısında ülkede büyük ölçüde azınlıkta kalan, devlet şiddetini ifşa eden videoların ve tanıklıkların birikmesiyle istikrarını kaybeden Macronizm, önüne kattığı ideologlarıyla birlikte, insanları şiddetin göstericilerden geldiğine ve polis şiddeti denen şeyin polis kanına susamış barbarlar tarafından icat edilmiş bir efsane olduğuna ikna etmekte artık başarılı olamıyor. Max Weber’in meşhur tanımıyla, meşru şiddet tekelinde sadece devletin “hak iddia edebildiğini”, ve sözü edilen “başarı” olmadığında da saplanıp kalınacağının ispatı.

Hem bu dalaverelerle hem de son günlerde harekete yönelik oldukça acımasız baskılarıyla, otoriterlik karşıtı demokratik bir kampanyanın ve siyasi özgürlüklerin lehine bir gedik açan hükümetin ta kendisi oldu. Macron’un ilk beş yıllık döneminin ve Hollande-Valls hükümetlerinin katı sürekliliği içinde, bu güç devşirme çabaları [coups de force], Beşinci Cumhuriyet’in Bonapartist kurumlarının gün yüzüne çıkardığı sorunu kitlesel ölçekte ortaya koymayı mümkün kılıyor: zorunlu bir Kurucu Meclis aracılığıyla mevcut anayasal çerçeveden kopuşun gerekliliği ve toplumsal sorunla eklemlenmeyi şart kılan gerçek bir demokrasi olasılığı.

VI

Toplumsal ve siyasal vaziyetin nasıl niteleneceğine ilişkin haklı tartışmalar başladı. Orada burada insanlar, koşulların olgunlaştığı devrimci bir sürece geçiş olasılığıyla, “omzumuzla düzeni hafifçe dürtsek her şeyin yerle bir olacağı”  (Jacques Rancière) “devrim öncesi bir ândan” söz ediyorlardı. Böyle söyleyerek, en azından alıntılanan ilk makalede, bundan böyle proletaryanın devrimci bir savaşın fitilini ateşlemesinin önündeki (tek değilse de) başlıca engelin “sendika önderlikleri” olduğu da söylenmiş oluyor. Hatta daha da toptancı bir biçimde sorumluluk “işçi hareketinin önderliğine”, yani sendikalar arası koordinasyona havale ediliyor.

Gerçekten de, proletarya -denildiği gibi- “bir bütün olarak” hareketin lehine radikalleştiği ölçüde, rejim toplumsal öfkeyi kanalize etme gücünü yalnızca sendika önderliği aracılığıyla elinde tutuyor: “Sendikalar arası koordinasyon, krizdeki Beşinci Cumhuriyet rejiminin son emniyet supabı görevini görüyor.” Ve dahası: “Devrim öncesi ‘ân’ın açıkça devrim öncesi bir duruma, hatta devrimci bir duruma dönüşmesinin önündeki en büyük engelin, işçi hareketinin muhafazakâr ve kurumsal liderliğinin ta kendisi olduğunu söylemekte hiçbir sakınca yok.”

Bu türden bir hipotez, bu çizgiyi savunan akımlar veya örgütler ne kadar zayıf olsalar da, onun öne sürdüğü sorunlar toplumsal hareketin mücadeleci kesimleri arasında yaygın biçimde paylaşılan endişeleri yansıttığı için önemlidir. Böyle bir hipotezin bariz sonuçları da vardır: buna benzer bir görüşü dile getirdiğinizde, “işçi hareketinin önderliğinin” derhal feshedilmesinin ve sendikalar arası koordinasyona alternatif bir hareketin yaratılmasının, toplumda radikal bir değişim için emek veren insanların öncelikli görevi olduğunu söylemiş olursunuz.

VII

Bu akıl yürütmedeki ilk hata, seferberliğin belli başlı sınırlılıklarını hafife almasıdır. Hâlbuki bu sınırlılıkların üstesinden gelmek için, yalnızca ikna olmuşları ikna etmeyi amaçlayan retorik gösterişlerden ya da zaten harekete geçmeye istekli olanların desteğini pek da kazanamayacak bir gönüllülük çağrısındansa, onları ciddiye almamız gerekir.

Hâlihazırdaki bu sınırlılıklarından ötürü hareketin gücü şimdilik yalnızca Macron’u mevcut reform projesinden geri adım atmasını sağlamaya yeter, ancak bunu başaracak olursa, -en azından şu aşamada- devrimci bir durum yaratmayacaktır ama Macron’un beş yıllık görev süresi boyunca planlanan tüm reformlarından geri adım atmasına da neden olacaktır. Militan bir azınlığın iradeciliği gereklidir, ancak bu zayıflıkların üstesinden gelmek, ve ne kadar yaygın ve radikal olursa olsun bir toplumsal protestonun devrime dönüşmesini sağlamak için tek başına yeterli değildir. Bizimki gibi nesnel olarak ekososyalist, feminist ve ırkçılık karşıtı bir yönde açık bir siyasi kopuş ve devrimci bir dönüşüm talep eden bir durumda bile böyledir bu.

Bir devrim asla “kimyaca saf” olmaz, ilk ve son kez yazılmış bir ders kitabını da harfiyen tekrar etmez, ancak bazı unsurları da varsayar ki bunlar olmadan “devrim öncesi bir ân”ın sözünü etmek stratejik bir hipotezden ziyade bir hüsnükuruntu (veya militan dar grupların kendi kendilerini örgütleme taktikleri) olur. Bir devrimin asli ve ayırt edici özelliği, bir iktidar ikiliğinin (gerek burjuva devleti ile onun dışındaki halk iktidarı biçimleri arasındaki, gerekse de devletin kendi içindeki ikiliklerin) az ya da çok belirgin [affirmée] görünümüyse, devrim öncesi anlar belirli bileşenlerin varlığını gerektirir: ekonomide sürekli bir blokaj, anlamlı düzeyde bir öz-örgütlenme, mücadele içindeki hareketlerde merkezîleşmeye ve ulusal koordinasyona dönük girişimler, ve yanı sıra, devlet aygıtı veya daha geniş planda egemen sınıf içinde çatlaklar.

Gelgelelim, şu anki hareket, saydığım bu unsurlardan büsbütün yoksundur:

– Ekonominin yalnızca birkaç sektörü, esas olarak da kamu veya yarı-kamu sektörler (çöp toplayıcılar, demiryolu, elektrik, ulusal eğitim vb.) gerçek bir grev faaliyeti yaşıyor (ve bunların da çok azı sürekli hale geiyor). Rafineriler gibi belirli sektörler bir yana bırakılacak olursa, asıl sendikal seferberliklerin yaşandığı günlerde bile büyük özel şirketlerin hemen hiçbirinde işler durma noktasına gelmiyor.

– Grevin bir miktar ağırlık kazandığı sektörlerde dahi, genel kurullar ve grev komiteleri çerçevesindeki öz örgütlenme, önceki hareketlerden bile çok zayıf.

– Farklı sektörlerden eylemci gruplar ortaya çıksa da (2019-2020’de böyle gruplar çıkmıştı), özellikle aralık 1995’teki “interpros” eylemcilerine kıyasla bu gruplar hareket içerisinde (bir bütün olarak işçi sınıfından söz etmiyorum bile) epey azınlıktalar. Bu küçük militan gruplar, grevin genişlemesini ve yoğunlaşmasını etkilemenin gerçek bir yolunu bulmaktan çok kendi kitlelerini artırmanın ve kendilerini büyütmenin peşinde.

– Son olarak, devlet aygıtı sapasağlam duruyor (özellikle de polis-ordu-yargı gibi baskı aygıtları) ve her ne kadar bu reformun onlar için bir aciliyeti varmış gibi görünmese de işverenler Macron’u desteklemeye devam ediyor.

Tüm bu sınırlılıklar hiçbir şekilde mevcut hareketin değerini azaltmadığı gibi önümüzdeki haftalar bu durumun ötesine geçmemize ve belirli sınırları aşmamıza izin verebilir, ancak görevlerin ve stratejinin doğru tanımı teşhisin doğruluğuna bağlıdır.

VIII

Birinci hatanın çıkış noktası da olan ikinci bir hata, hem hareket için hem de sendikalar ve siyasi örgütler için önümüzdeki dönemde büyük bir stratejik sorun olması gereken şeyi çözmüş olduğunu iddia etmektir. Son iki ayın “bir bütün olarak proletaryanın radikalleşmesine” tanık olduğunu iddia etmek, Macron’a yönelik genelleştirilmiş büyük düşmanlığın kitlesel bir antikapitalist bilinç anlamına gelmediği gerçeğini görmezden gelmek demektir. Macron’un şahsında cisimleşen çıkarların haddinden fazla kişiselleştirilip psikolojikleştirilmesiyle mücadele etmeliyiz ki onun bir “deli”, “dengesiz” ya da “sosyopat” olarak anılması onun aslında sermayenin, özellikle de mali sermayenin bir temsilcisi olduğu gerçeğinin üstünü örtmesin. Ama hepsinden önemlisi, proletaryanın büyük çoğunluğunun aslında hareketin içinde yer almadığı gerçeğini hafife alıyoruz.

Hemen hemen tüm işçiler reforma karşı, Macron’a da düşmanlar ancak çoğu şu an için herkete mesafeli. Sınıfın yalnız küçük bir kesimi gösterilere katıldı, ezici bir çoğunluk ise güvencesizlik, uzun süredir ücretlerde devam eden durgunluk, hızla artan enflasyon gibi kaçınmanın mümkün olmadığı maddi nedenlerle bu yöne doğru bir adım atmadı. Birçok işyerinde eylemci ekipleri zayıflatan sendika karşıtı baskının, İstihdam Yasası’nın ve başta özel sektör olmak üzere sendika kaynaklarının yapısını bozan ve kısıtlayan Macron kararnamelerinin de bunda payı büyük, ki buna eski mağlubiyetlerin tatsız anılarını da ekleyebiliriz. Bunun yanında öz örgütlülük düzeyi de önceki hareketlere kıyasla (2019-20 dönemindekilerle, özellikle SNCF ile kıyaslandığında böyle, ama Kasım 1995 ile kıyaslandığında bu çok daha aşikar) düşük ve meslekler arası koordinasyon ya hiç yok, ya da çok zayıf.

49-3’ün yürürlüğe konmasından bu yana halk hareketi çok daha otonom bir hal almış durumda, sendikalar arası koordinasyondan onay almaksızın Fransa’nın dört bir yanında günlük eylemler düzenliyorlar ve daha ofansif mücadele yöntemleri izliyorlar, genel meclisler bugünlerde daha bereketli görünüyor, ama hareketin tonunu ve ritmini hâlâ sendikalar arası koordinasyon belirliyor. Üstelik şu an için kimsenin onun bu işlevine -doğrudan ya da dolaylı- bir meydan okumaya giriştiği de yok.

Ezilenlerin ve sömürülenlerin devrimci bir süreç içerisinde dahi hiçbir zaman bir bütün hâlinde seferber olmadıkları şeklinde bir itiraz gelebilir buna. Yine de, yalnızca Fransa özelinde ele alacak olursak, Mayıs-Haziran 68’de 7,5 milyon grevcinin (ve seferberlik hâlindeki 10 milyon insanın) olduğu tahmin ediliyordu ki o günlerde bugüne kıyasla çok daha az sayıda işçinin olduğu bir ülkede (şimdilerde 26 milyon olan işçi sayısı o günlerde 15 milyon civarıydı). Ekonominin çarklarının birkaç hafta boyunca durması, çok sayıdaki işyeri işgali ve siyasal rejimin ilk anda yaşadığı kargaşayla o zamanki durumun da işçi konseylerinin oluşmasına izin vermeyen öz-örgütlenmelerin kısıtlarına rağmen devrim öncesini andıran tarafları vardı. Bu durum, devrimci bir kopuşun gerekliliğine inanmış militanlara, ki bunlar Fransız Komünist Partisi’nin ve diğer sol örgütlerin içindelerdi, oldukça özel nitelikte sorumluluklar yüklüyordu.

IX

Hareketin açmazları, sendikalar arası koordinasyonun oynadığı zararlı rolle izah edilir olmaktan çok uzaktır. Bugün geldiğimiz noktada, hiçbir öz örgütsel yapının olmamasının nedeninin sendikalar arası koordinasyonun hareketi yönlendirmesi olduğunu söyleyen bütünüyle bayağı bir akıl yürütmeyle yetinemeyiz. Hareketin tonunu ve ritmini belirleyen sendikalar arası koordinasyon ise bunun nedeni herhangi bir öz örgütlenme yapısının olmamasıdır.

İşçi hareketinin güvenilmez önderliklerinin hareketin hakiki bir devrimci sürece dönüşümünü engellediği şeklindeki önermenin 1968’de tartışılmayı hak eden nesnel bir dayanağı vardı. O dönemde Fransa’da temel olarak işçi sınıfı içinde kök salmış ve geniş (%20’nin üzerinde) bir seçmen kitlesine sahip Komünist Parti’nin öncülüğündeki CGT (Genel Emek Konfederasyonu) başta olmak üzere güçlü işçi sendikaları mevcuttu. Esasında, Fransız Komünist Partisi, işçilerin doğrudan müdahil olmalarının beklenmediği ve sendika yetkililerinin yönlendirdiği, ekseriyetle atıl nitelikteki grev yöntemi lehine işyerlerinde ortaya çıkabilecek öz örgütlenme biçimlerine set çekti. Parti, özellikle de işçi grevlerinin ölçeği ve öğrenci hareketinin kararlılığından serseme dönen Gaullist rejimin umutsuz göründüğü birkaç gün yahut hafta süresince iktidar bahsini ve hükümetin parçalanmasını gündeme getirebilecek gözü pek teşebbüslerde bulunmayı da reddetti.

Sendikaların, en azından 1968’deki durumlarıyla karşılaştırıldığında oldukça güçten düştüğü ve artık kitlesel bir işçi partisinin bulunmadığı günümüzde ise durum bundan tamamıyla farklıdır. Juan Chingo’nun önermesini izleyecek olursak genel grevin inşası için bir hat teşkil etmesi gereken de işte bu durumdur. Hâlbuki tam tersi doğrudur; en sert ihtilaflar, çoğunlukla, en fazla sendika üyesine sahip ve mücadeleci sendikaların (genel itibarıyla aynı torbaya koymamızın mümkün olmadığı CGT, Solidaires ve/veya FSU) varlığını sürdürdüğü iş kolu ve iş yerlerinde açığa çıkmıştır. Öte yandan, sendikalaşmadan yoksun iş kolu ve iş yerleri, kitlelerin ‘işçi hareketinin kötü şöhretli önderlikleri’nce engellenmeksizin radikal hareket tarzına sözüm ona hazır bulunduğu yerler olmaktan çok bireyselleşmenin, edilgenliğin, sözde fikir birliğine dayalı yöneticiliğin hüküm sürdüğü ve hatta aşırı sağın oyunu artırdığı yerlerdir.

Bu önermenin ne ölçüde geçerli olduğunu üniversitelere bakarak anlarız. Üniversitelerde sendikalar oldukça güçsüzken, aktivistler en azından şu ana dek en büyük zorluğu kapsamlı öz örgütsel yapılar oluşturmakta çekmiş (genel meclislerin çoğu yakın zamana dek ancak birkaç yüz öğrenciyi harekete geçirmiştir) ve son dönemde oldukça kitlesel genel meclisleri tecrübe eden üniversitelerde dahi (Paris’te Tolbiac, Toulouse’da Mirail) öğrenci örgütlenmelerinin cılız varlığı hareketin genişleme ve öz örgütlenmesini zayıflatmıştır. Bir başka deyişle, proletarya ve gençler hâlihazırda bir bütün olarak radikalleşmiş, ve sendika önderlikleri devrimci bir saldırının vücut bulması için alt edilmesi gereken tek engel olsaydı, sendikalaşmanın en cılız olduğu iş kollarında, bir başka deyişle, sendika önderliklerinin kontrolünün en zayıf olduğu yerlerde radikal mücadelelerin gelişimine ve gelişkin öz örgütlenme biçimlerine tanık olurduk. Oysaki hakikat bundan oldukça uzaktır.

Bütünüyle devrimci bir önderliğin (reformist) işçi sendikası önderliklerince ikame edildiği önermesi basitliğin tüm avantajlarına, (meşhur ‘alternatif devrimci önderliğin’ küçük örgütlenmelerin ben merkezli parti inşasının ürünü olarak tasavvur edilmesindeki gerçek dışılığın dezavantajlarına değilse de) dar görüşlülüğün tüm dezavantajlarına sahiptir. Elbette ki sendikalar arası eşgüdümün daha mücadeleci bir tarza sahip olmasının (nöbetleşe şekilde greve çıkmayı reddetmek, grevi yineleme yönünde açık bir çağrı, genel meclislere katılım ve benzeri şekillerde) sendikaların halihazırda yerleşik olduğu belirli sektörlerde (kesin olmasa da) baştan itibaren daha kuvvetli bir hareketliliğe imkân tanıyabileceğini düşünebiliriz ancak bu noktada mevcut hareketliliğin çerçevesinin sınırlarına varırız ki bu onun en kuvvetli olduğu noktalardan biridir aynı zamanda; işçi sendikaları cephesinin, o olmaksızın hareketin bu ölçeğe ulaşması ve bu denli yaygın kabul görmesi şüpheli olan kalıcı birliği.

Ne devrimci bakış açısından ne de fiili hareketler içinde çabalamaktan vazgeçmek isteyen aktivistler açısından mevcut ve gelecek dönemdeki zorluklar ve görevler tamamıyla farklı nitelikte görünür. Bunlar, işçi sendikalaşmasını halihazırda hareket halindeki iş kollarının ötesine taşımak, işçi sendikası örgütlenmelerindeki ‘sol kanatları’ güçlendirmek, (geleneksel örgütlenmelerin dışında olmakla birlikte onlara karşı olmayıp eklemlenen) yeni radikal eğilim ve hareketlerin doğuşuna katkı sunmak, Macron nefretinden düzenin bütünlüklü eleştirisine uzanmak için siyasi ve kültürel faaliyeti derinleştirmek ve son olarak da bütünüyle farklı bir toplum inşa etmek için kapitalizm karşıtı bir kopuş ihtiyacıdır.

X

Mevcut durumun dışa vurduğu ana hususlardan biri, işçiler ve gençlik arasında siyasi bilinç seviyelerinin olağanüstü yayılımıdır. Kapitalizm karşıtı bir kopuş ve farklı bir toplum beklentisi 2016 ve 2023 arasındaki süreçte toplumda şüphesiz yükselmiştir ancak bu beklenti siyasi rejim ve daha spesifik olarak da Macron’a dönük insiyaki nefretle aynı hızda gelişim göstermiyor. Dolayısıyla, hâkim Macron karşıtı duyarlılık ve bilhassa da sunduğu emeklilik karşı-reformuna dönük düşmanlık pekâlâ aşırı sağa da yarar sağlayabilir.

Oldukça yakın tarihli (Şubat sonunda yapılan) bir kamuoyu yoklaması, Marine Le Pen’i, partisi Ulusal Birlik 60 yaşında emekliliğin geri verilmesini teklif etmese ve uzaması mümkün grevlere karşı çıksa da bilhassa işçi sınıfı içinde, Macroncu karşı-reform projesinin başlıca (Jean-Luc Mélenchon’un nispeten önünde) aleyhtarı olarak gösterdi. Henüz yayımlanan bir kamuoyu yoklaması, emeklilik karşı-reformunun kabul olmamasından en fazla fayda sağlayacak siyasi gücün Ulusal Cephe/Ulusal Birlik olabileceğini öne sürerek bunu doğruladı. Elbette ki bu durum bizi köklü nedenlere ve seçime dair aşılama ve ideolojik endoktrinasyonun halihazırda önceye uzanan tarihine götürür. Ne var ki, siyasi seçkinlerle medya seçkinlerinin son yıllarda solu (özellikle de Boyun Eğmeyen Fransa’yı) şeytanlaştırırken aşırı sağı saygıdeğer kılmaları ve ‘düşüncelerinin’ önemini azaltmalarını ciddiye almaksızın hiçbir şeyi anlayamayız.

Kimi hareketlerde kısmi tortullaşmalar yaşanmış olabilir ancak bunlar hareketlerin ağırlık merkezini meydana getiren sınıfları ve sınıf fraksiyonlarını yalnızca kısmi şekilde etkiler. Nitekim Sarı Yelekliler’in açtığı alan bir aydınlanma süreci ve siyasi radikalleşme sahnesiydiancak halk sınıflarının, kırsal yahut yarı kırsal bölgelerle birlikte bilhassa küçük kasabalardaki harekete en elverişli fraksiyonlar da dahil olmak üzere yalnızca sınırlı bir kesimine nüfuz etti. Bu durum harekete duyulan bağlılıkla (ki bu mevcut harekette olduğu gibi oldukça geniş ve Sarı Yelekliler hareketinin başlangıcındaki gibi daha düşük ölçüde olabilir) hareketliliklere etkin katılım arasındaki yarık fazla olduğu için daha da doğrudur muhtemelen. Özellikle de bu katılım genel meclislerdeki geniş katılıma dayandığı ve sona erdiğinde siyasallaştırıcı etkileri grevden çok daha az olan bir ya da daha fazla gösteriye indirgendiğinde.

Dolayısıyla, toplumsal ve siyasi sol (muhalefet) için en hayati sorunlardan biri, hareketi gençlerin -sınırlarını müşterek örgütlenmenin, özellikle de işçi sendikalarının ve çıkarlarının iyi kötü berrak ve tutarlı temsili zemininde harekete geçmenin çizdiği- sınıf bilinci seviyesinin çok daha düşük olduğu iş kolu ya da çeperlere doğru genişletirken hareketin ortaya çıktığı yerde sürdürmeyi ve derinleştirmeyi başarmaktır. Meseleye bu iş kolları ve nüfusun geniş kesimleri açısından bakıldığında durum, o muhteşem ‘devrim öncesi an’ ilanından çok ama çok  uzaktır: genel anlamda öncü işçilerin bir günlük grev ve gösterileri başarması, onların hareketin modaliteleri hakkında müşterek karar vermek üzere genel meclise katılımının sağlanması, vb. Bu bakımdan, ‘güvenilmez önderlikleri’ suçlayan mekanik ve soyut slogan yalnızca kafa karıştırmaz/dikkati dağıtmaz, çoğu durumda köstek de olur .

XI

Hareketin siyasi neticesinin ne olacağı hususu açıkça önümüzde duruyor. Toplumsal hareketlilikler -ne denli kitlesel ve radikal olurlarsa olsunlar- kendiliğinden siyasal bakış açıları yaratmazlar, özellikle de iktidar meselesinin ve mülk sahibi sınıflarla zaruri siyasi karşılaşmanın nasıl ele alınacağı probleminden kasti olarak kaçındıkları zaman (Daniel Bensaïd ‘toplumsal ilüzyon’ olarak adlandırır bunu). Hareketin şimdiye dek düşük seviyede bir öz örgütlenme ve eşgüdümle karakterize olduğu mevcut durumda çok daha doğrudur bu. Ancak toplumsal hareketlerin, tek başına bir perspektif ortaya koyabilecek siyasal güçler karşısında ikincil bir rolle yetinmeleri gerektiğine dönük bir olumlama meselesi değildir söz konusu olan. Mesele daha çok, toplumsal hareket ve sol arasındaki iş birliği-çatışma diyalektiği çerçevesindedir; eğilimler ve bakış açılarına, siyasi bir kopuş tahayyülüne dair en açık tartışmaları hiçbir surette engellemeyecek bir birlik tesis etmek çerçevesindedir.

Bu bağlamda özellikle de Fransız Komünist Partisi tarafından savunulan ortak inisiyatif (RIP) referandumu önerisinin hareketin açtığı ihtimallerin ne denli altında olduğunu, faydacılık görünümü ardında oldukça gerçeklikten uzak olduğunu ve sol bakımından siyasi krize karşı bir yanıt geliştirme zorunluluğuna hiçbir surette karşılık gelmediğini ifade etmekle başlayalım. Bu pek çok eylemcinin dokuz ay boyunca çabalamasını gerektirecek 4,8 milyon imza toplamak demek ve dolayısıyla mesele şu anda hareketi genişletmek olmasına ve Macron hâlihazırda yeni ölümcül projeler (yalnızca göçe ilişkin Darmanin yasası değil, emek ve istihdam hakkında bir yasa da) açıklamasına rağmen enerjileri bütünüyle imza toplamaya yöneltecek. Dahası, 4,8 milyon imza toplansa dahi referandum önerisi her iki mecliste de altı ay içerisinde incelenecek. Bir başka deyişle, bu süre zarfında durum büyük ölçüde, muhtemelen hareketin aleyhine değişirdi. Böylesi bir öneri hiçbir surette hareketin şimdi ve buradaki üçlü avantajını ileri taşımamıza imkân vermiyor: çeşitli kilit iş kollarında bir grev, 10 gün boyunca öngörülemez olan çok yönlü bir hareketlilik ve oldukça duygudaş bir kamuoyu.

Kimi zaman ‘Mayıs 68’in son haddine vardığı’ görüşü dillendirildi. Bu çekici bir slogan ancak Mayıs 1968 nüfusun geniş kesimleri, özellikle de hâlihazırda harekete geçmiş olanlar için (muhtemelen müphem şekilde olsa da) olumlu bir referans olmayı sürdürdüğü için değil. Yukarıda ifade ettiğim üzere, Mayıs 68 analojisinin bir sloganın üretebileceği ajitatif etkinin ötesinde işlevsel olup olmadığı belli değil. Hele de ‘son haddine varma’ fikri pek açık görünmüyor. Bu, Mayıs-Haziran 68 hareketince canlandırılan kapitalizmden kopuş ve toplumsal özgürleşme umuduyla sonuna dek gitmemiz gerektiğini ifade etme meselesidir ve bizler açısından barizdir fakat hareketin ve solun karşı karşıya olduğu acil stratejik sorunlara hiçbir yanıt sunmaz.

Mücadelenin siyasallaştırılması ve siyasi rejime dönük inanılmaz düzeydeki güvensizlikle birlikte, yalnızca karşı-reformun derhal geri çekilmesi, Ulusal Meclis’in dağıtılması ve yeni seçimler yapılması taleplerini eklemleyen bir öneri mevcut durumda şifahi aşırılıkçılık ve geçmiş reçetelerin tekrarı şeklindeki çifte tuzağa düşmeksizin yeterli olabilecek gibi duruyor. Elbette, siyasi kopuş seçim sahnesine indirgenemez ancak Daniel Bensaïd’in hatırlattığı üzere, “özellikle de parlamenter geleneğin yüz yılı aşkın süredir var olduğu ve evrensel oy hakkının sağlam şekilde yerleştiği ülkelerde, devrimci bir sürecin ‘aşağıdan sosyalizm’e ağırlık veren, ancak temsili biçimlerin de dâhil olduğu, (vurgu bana ait – U. P.) bir meşruiyet devri dışında tasavvur edilemeyeceği açıktır.”

Kopuşa yönelimli sol bir hükümet kurma mücadelesini de buraya eklemeliyiz, ki bu programın unsurlarını, özellikle tüm halk sınıfları ve daha geniş anlamda ücretliler için, ama aynı zamanda daha spesifik olarak onun içindeki bazı kesimler için merkezî ve acil sorunlar etrafında netleştirip tayin etmek anlamına geliyor: fiziksel olarak zor işlerde çalışanlar için 55, diğer herkes için 60 yaşında tam ücretle emeklilik; ücretlerde derhal artış ve enflasyona endeksleme (kayan ücret ölçeği); fiyatların ve kiraların sabitlenmesi; kamudaki güvencesiz işçilere kadro verilmesi ve özel sektörde kalıcı sözleşmelere geçilmesi; istihdamda, maaşlarda ve sosyal yardımlarda sistemik cinsiyet ve ırk ayrımcılığına karşı proaktif önlemler alınması; kamu hizmetinde kitlesel işe alımların yapılması, temel kamu hizmetlerinin ve mallarının (ulaşım, enerji, sağlık, otoyollar vb.) yeniden kamulaştırılması; ve ekolojik bir planlama.

Soru, zorunlu bir şekilde, toplumsal hareketlerin ilişkileriyle, ama özellikle de sendikaların -bilhassa da CGT, Solidaires ve FSU gibi sınıf sendikacılığının var olmaya devam ettiği sendikaların- küresel olarak onların taleplerini karşılayan böylesi bir hükümetle olan ilişkileriyle ilgili olarak ortaya çıkacaktır. Kopuş programına sahip herhangi bir sol hükümet, kendisini yönetici sınıfın muazzam baskısı altında bulacaktır (yatırım şantajı, Avrupa kurumlarının baskısı vesaire). Buna karşı dengeyi sağlamayı, şartlı bir teslimiyetten kaçınmayı ve yukarıda sözü edilen önerileri dayatmayı mümkün kılacak tek şey geniş bir halk seferberliğidir. Meydana gelecek toplumsal çatışma, kısa vadede kaçınılmaz olarak sermayenin tüm toplum, yaşamlarımız ve çevre üzerindeki, ve dolayısıyla üretim, mübadele ve iletişim araçlarının özel mülkiyeti üzerindeki iktidarını sorgulamaya yol açtığı ölçüde, temelde anti-kapitalist bir dinamiği de beraberinde getirecektir.

Yeni seçimler olduğu takdirde, yeni bir siyasi mücadele de başlayacaktır; ancak toplumsal hareketin emeklilik reformuna karşı kazanacağı bir zafer, NUPES’i güçlü bir konuma getirir. Özellikle de Macron’a ve projesine karşı rüştünü ispatlamış, NUPES içindeki baskın güç olan Boyun Eğmeyen Fransa (LIFI) için geçerlidir bu. Toplumsal seferberlikler hiçbir zaman seçimlerdeki güç dengesi üzerinde otomatik etkiler yaratmadığından bu da en kestirme yol değildir (68 Mayıs-Haziranını ve hareketten sadece birkaç hafta sonra, Beşinci Cumhuriyet’in en sağcı meclisinin seçilmesini anımsayın…). Yukarıda ayrıca, aşırı sağın gerçek parlamento pratiklerinin sahici anlamda bir  denge oluşturmaması gibi temel nedenlerden ötürü FN/RN’nin şu anda reformun geniş kitlelerce reddedilmesinden en çok yararlanan güç gibi göründüğünü de vurguladık. Bununla birlikte, mevcut anketlerin, Macron’un geri adım atmayacağına dair –bu aşamada yanıt verenler tarafından geniş çapta kabul gören- yenilgiyi kabul eder bir varsayım altında olduğuna da dikkat edilmelidir. Hareket nihai olarak muzaffer olsaydı, medya ve siyaset tarafından maruz kaldığı önemsizleştirme de düşünüldüğünde aşırı sağı etkisiz kılıp kılamayacağını bilemesek de, bu sayede solun siyasal-seçimsel bir yükseliş yakalayacağı hipotezi hayalci bir hipotez olmaktan çıkardı.

Hareketlilik, yerleşik düzenden bir kopuş dinamiği anlamında, inkâr edilemez bir şekilde yeni bir durum ve bir çatallanma olasılığı yarattı. Her şeye erişilmiş değil, ancak birkaç ay öncesine kadar saçma görünen öngörüler artık mümkün. Mücadelenin önümüzdeki gün ve haftalarında ateşkes olmayacak. Sadece siyasi rejimi değil, tüm mümkünlerin sınırlarını zorlamak da bizim elimizde.

Çeviren: Halil Can İnce ve Büşra Özcan

Kaynak: https://textumdergi.net/fransadaki-eylemler-uzerine-on-bir-politik-tez/

Rusya’da Siyasi Terör: Savaş Karşıtı Aktivistlerle Dayanışma Çağrısı

Hatırlamak, savaşmaktır! 

Ukrayna’daki emperyal saldırganlığa ve Rusya’daki siyasi teröre karşı! 

On yılı aşkın bir süredir, Rus antifaşistleri 19 Ocak’ı dayanışma günü olarak anıyorlar. 2009 yılında bu tarihte, Moskova’nın merkezinde solcu aktivist ve insan hakları savunucusu Stanislav Markelov ile gazeteci ve anarşist Anastasia Baburova neo-Naziler tarafından vurularak öldürüldü. 

Markelov ve Baburova cinayeti, 2000’li yıllarda yüzlerce göçmeni ve düzinelerce anti-faşisti öldüren aşırı sağcı terörün doruk noktası oldu. Uzun yıllar, hâlâ mümkün olduğunda, Rus aktivistler 19 Ocak’ta “Hatırlamak mücadele etmektir!” sloganıyla anti-faşist gösteriler ve mitingler düzenlediler.

Bugün, Putin rejimi Ukrayna’yı işgal edip savaşa karşı çıkan kendi vatandaşlarına benzeri görülmemiş bir baskı uygularken, 19 Ocak tarihi yeni bir anlam kazanıyor. O zamanlar tehlike, genellikle yetkililerin göz yummasıyla hareket eden neo-Nazi grupları tarafından temsil ediliyordu. 

Bugün sağcı radikallerin ideoloji ve pratikleri, Ukrayna’yı işgal ederken hızla faşist bir rejime dönüşen bizzat Rus rejiminin ideolojisi ve pratikleri haline geldi. 

Vladimir Putin, sadece Ukrayna halkına karşı değil, saldırganlığa direnen Rus sivil toplumuna karşı da savaş yürütüyor.Acımasız baskılar, diğerlerinin yanı sıra sol hareketi de vurdu: sosyalistler, anarşistler, feministler, sendikacılar. 

Yılbaşından hemen önce Rusya’nın en ünlü solcu politikacısı, demokratik sosyalist Mihail Lobanov tutuklandı ve dövüldü. Oluşturduğu “Adaylık” platformu, Eylül 2022’de Moskova belediye seçimleri sırasında savaş karşıtı muhalefeti birleştirdi. 

Kurye sendikasının lideri ve ünlü solcu video blog yazarı Kirill Ukraintsev, Nisan ayından bu yana gözaltında. Bu tutuklama, kuryelerin çalışma koşullarını iyileştirmek için düzenlediği gösteriler ve grevlerden kaynaklandı.

Savaş karşıtı semboller dağıtan feminist, sanatçı ve savaş karşıtı aktivist Alexandra Skochilenko, uzun bir hapis cezasıyla karşı karşıya. 

Altı anarşist – Kirill Brik, Deniz Aydın, Yuri Neznamov, Nikita Oleinik, Roman Paklin, Daniil Chertykov – “Tyumen olayı” ile bağlantılı olarak tutuklandı. Sabotaj için hazırlık yaptıklarına dair itirafları alınmaya çalışılırken acımasızca işkence gördüler. 

Solcu “Direniş” grubundan bir aktivist olan Daria Polyudova, geçtiğimiz günlerde “aşırılık çağrısı” yapmaktan dokuz (!) yıl hapis cezasına çarptırıldı. Sol görüşlü gazeteci Igor Kuznetsov, savaş karşıtı ve Putin karşıtı görüşleri nedeniyle “aşırıcılık”la suçlanarak bir yıldır cezaevinde. 

Bu liste, son zamanlarda inançları nedeniyle hapsedilen veya zulüm gören Rus solundaki aktörlerin kapsamlı bir listesi değildir. Siyasi nedenlerle Rusya’yı terk etmek zorunda kalan Rus aktivistler olarak, yabancı yoldaşlarımızı ve ilgilenen herkesi 19 Ocak anti-faşist eylemine şu sloganlarla destek vermeye çağırıyoruz: 

Savaşa, faşizme ve Putin diktatörlüğüne hayır! Tüm Rus siyasi tutsaklarına özgürlük! Rus anti-faşistleriyle dayanışma! 

Hatırlamak, savaşmaktır!

4 Ocak 2023 

Rusya Sosyalist Hareketi (RSD) 

19-24 Ocak haftası boyunca her türden dayanışma eylemi – grev, açık toplantı, çevrimiçi tartışmalar ve hatta dövizli kişisel fotoğraf da olabilir- hakkında bilgi göndermenizi rica ediyoruz. E-posta: rsdzoom@proton.me.

Görsel: Moskova Devlet Üniversitesinde Matematik hocası ve önceki seçimlerde milletvekili adayı Mihail Lobanov evinin kapısı kırılarak ve dövülerek tutuklandı.

Masis Kürkçügil’le Söyleşi: “Lenin Ekim Devrimi’ni dünya devriminin bir parçası olarak gördü”

Masis Kürkçügil ile yapılan bu söyleşi Praksis dergisinin 46. sayısında yayımlanmıştır.

Rusların devrim yılını, 1917’yi, Şubat ve Ekim Devrimini konuşacağız. Bazı sorularımız olacak. Soruların hepsine cevap vermek zorunda değilsiniz, seçerek de cevap verebilirsiniz. Ama bundan önce, bir kolektif kaynak dökümü yapmak istiyoruz. O yüzden, ilk sorumuz, Stalin başkanlığındaki heyetin (Gorkiy, Voroşilov, Kirov, Jdanov)  resmi tarihini (Türkçe’de Evrensel Basım Yayım tarafından yayınlandı), meşhur Kısa Tarih’i (ki bu, Komintern tarihinde, biliyorsunuz, Komünist Manifesto’dan daha fazla basılıp dağıtılan bir eser), Troçki’nin Rus Devrimi adlı üç cildini ve İhanete Uğrayan Devrim’ini, Isaac Deutscher’in artık klasik statüsündeki biyografilerini ve eserlerini, Eric Hobsbawm’ı ve Türkçe’de de çok okunan Edward Hallett Carr’ın Bolşevik Devrimi adlı üç cildini, Ernest Mandel’in Ekim 1917: Sosyal Devrim mi Darbe mi? adlı broşürünü ve nihayet Rusya’da Devlet Kapitalizmi tezinin sahibi Tony Cliff’in tarihini elde var bir sayarsak, devrim tarihi ya da yorumu bakımından, mutlaka anmak isteyeceğiniz, Türkçe de yazılmış olabilir elbette, bir kaç eser sorsak, anacağınız ilk ikisi hangileri olur?

Genel bir çerçeve için Marcel Liebman’ın Rus Devrimi hâlâ vazgeçilmez. Yarım yüzyıl önce Türkçeye çevrilmiş olan (şimdi Ayrıntı yayınlarında) bu eserin bizim literatürümüzde yer almamış olması büyük kayıp. Rabinoviç’in üçlemesi ise (Yordam yayınları) devrimi ve ilk yılını ve bu arada Temmuz günlerini başlı başına incelemesiyle öne çıkıyor. Henüz çevrilmemiş olanlar arasında Victor Serge’in Devrimin I. Yılı ve Sukhanov’un Anıları büyük bir eksiklik olarak kalmakta.

1917 yılı, Rus tarihinde iki ayrı devrimin gerçekleştiği bir dönemeç. Şubat Devrimi ile başlayalım. Birinci Dünya Savaşı bu devrimin önemli amillerinden biri. Çarlığın iktisadi koşullarındaki kötüleşmenin savaşı sürdürmekte yarattığı güçlükler, açlığa varan yoksulluk, yaygınlaşan asker kaçaklığı, yüksek enflasyon ve ücretlerdeki düşüş, yiyecek sorunu vb. Şubat Devrimini gerçekleştiren kendiliğinden hareketin nedenleri arasında sayılıyor. Elbette bunlara eklenecek Bursilov Harekatındaki ağır yenilgi gibi daha özgül nedenler de vardır. Ne oldu, 1917 Şubat ayında Rusya’da?

Bütün devrimler sanki ha bugün ha yarın bekleniyormuş sanılmasın. Şubat devrimi de 8 Mart Dünya Kadınlar gününde patlak verdiyse milyonlarca insanın birbirinden habersiz hoşnutsuzluğuna, öfkesine bir hedef aramasının ürünü olarak ortaya çıktı. Savaş elbette önemli bir etmendi; bir anlamda çarlığın toplumsal ve siyasal çelişkilerinin alabildiğine keskinleşmesine vesile olmuştu. Tutuşturma gücünden yoksunmuş gibi beliren kıvılcımlar, gösteriler beş günde Çarlığa diz çöktürdü (Dünyayı Sarsan On gün Ekim’i imlerse, Şubat’ın da böyle beş günü var.) Ama savaşın hayat pahalılığı, yüz dirhem ekmeğe muhtaç olunması gibi sonuçlarını; köylülerin bundan ayrı düşünülemeyecek olan toprak talebini gözden ırak tutmamak gerek.

Şubat’ta –Lenin’in bir devrim için saydığı koşullar arasında genellikle unutulan– yukardakilerin artık yönetemez duruma gelişi tescil edildi. 300 yıllık Romanov hanedanlığı yalnızca aşağıdakiler katında değil yukardakiler katında da artık hiçbir şey ifade etmiyordu. Çarlık tarihin çöplüğüne atılınca geriye iki seçenek kalıyordu: Ya gerici bir askeri diktatörlük ya da bir sosyalist devrim.

Şubat Devrimi büyük oranda kendiliğinden bir hareketin ürünü, ancak devrimle birlikte bir çok siyasal parti görünür hale geliyor. Anayasal Demokratlar (Kadetler), Sosyalist Devrimciler, Menşevikler ve kısmen Bolşevikler vb. Şubat Devrimi, sol, sosyalist yazında burjuva devrimi olarak nitelendiriliyor. Size göre, bu bir burjuva devrimi mi, bir burjuva devrimi ise özgüllükleri nelerdir? Özellikle, Şubat Devriminde oluşan Sovyetlerin, diğer burjuva devrimlerinde gördüğümüz türden organlar olmadığını ilk bakışta teşhis edebiliyoruz. Sizce?

Sovyetlerin Rusya’da 1905 gibi bir geleneği vardı (bu arada Oscan Anweiller’in kendi alanında eşsiz olan Rusya’da Sovyetler kitabını da anmak gerekir). Sovyetlerin rolü üzerine sosyalist literatürde ciddi tartışmalar var. Ancak  Prens Lvov hükümeti karşısında sovyetler, yani ikili iktidar dediğimiz durum olmasaydı siyaset kurumsal çerçevede tıkanıp kalırdı. Sovyetlerin olmadığı bir devrimi tahayyül etmek mümkün değil. O güne kadar Paris Komünü derslerine özel bir önem atfedenler de dahil olmak üzere –ne de olsa Paris Komününde siyasal partilerden söz etmek mümkün değildi– “konseyci” olmaktan çok particiydiler. Proleter demokrasisinin  vazgeçilmez kaynağı olan Sovyetler partilerin zorlamasıyla değil kendiliğinden ve geniş kitlelerin iradesiyle ortaya çıktı.

Ayrıca sayılan partilerin yanı sıra azımsanmayacak başka siyasal gruplar da var ama daha önemlisi bu partiler kendi içlerinde çok hızlı ve yoğun dağılma ve yeniden yapılanmalara uğruyorlardı.

“İkili iktidar” aynı zamanda “iktidarsızlık” demektir. Lenin Şubat Ekim’in başlangıcından başka bir şey değildir diyor. Nisan Tezleri herhalde bu “sosyalist yazın”ın eleştirisiyle başlar işe. Ne Prens Lvov ne Kerenskiy hükümetleri  işçiler, askerler ve köylüler katında eğreti bir meşruiyete sahiptiler.

Şubat Devrimi ile açığa çıkan siyasal partilerin hepsi Devrimi sahipleniyor, Bolşevikler de bunlar arasında. Bu partilerin genel doğrultusu demokratik bir burjuva cumhuriyeti kurmak yönünde değil mi? Bolşevikler de o tarihte, sürekli/kesintisiz devrimden çok burjuva devriminin yerleşmesinden yanalar. Nisan ayına kadar da bu devam edecek gibi görünüyor. Bu dönemde partilerin arasında yaygın kanaat nedir? Sadece devrime ve sonuçlarına ilişkin olarak değil, savaş vb. konularda da bu partiler neleri savunuyorlar?

Sol partilerin önder kadroları olayların başlangıcında sürgünde.  Çarlığın devrilmesi öylesine beklenmedik bir biçimde ve aniden gerçekleşiyor ki neredeyse hepsi de statükoyu korumayı marifet sayıyor. Bu arada Rusya’nın bir anda savaşan ülkeler arasında en demokratik ülke mertebesine yükseldiği de eklenmeli. Şubat devrimi patlak verdiğinde birkaç yıl sonra İşçi Muhalefetinin başlıca yöneticisi olacak olan Şliyapnikov’un da dahil olduğu Merkezi Komite Rusya bürosu Geçici Hükümeti “kapitalistlerin ve toprak sahiplerinin hükümeti” olarak nitelendirmiş ve bir “Geçiçi Devrimci hükümetin” oluşumunu talep etmişti. Mart ortasında Sibirya’dan gelen iki Merkezi Komite üyesi (Kamanev ve Stalin) duruma el koyarlar ve sağa çark ederler. Bunun için Mart başındaki Pravda’ya ve açıklamalara bakmak yeterlidir. Başta Viborg bölgesi işçileri olmak üzere her ikisinin partiden ihracını bile isteyen bir sol muhalefet söz konusuydu.

Ayrıca kabaran kitle hareketi karşısında bir acizlik de söz konusuydu. Bolşeviklerin özellikle Şubat Devriminden sonra Petrograd’a ilk gelen yöneticilerin de en azından fazlasıyla tutuk davrandıkları kesin. Lenin’in Uzaktan Mektuplar gibi yazılarının Pravda’da fazla solcu bulunup yayımlanmadığını hatırlamakta yarar var (beş yazıdan yalnızca biri o da Lenin Petrograd’da geldiği gün yayımlanmıştı). Nisan başında Finlandiya garına indiğinde kendisini karşılayan Kamanev’in önünde konuşmasını “Yaşasın Dünya Sosyalist Devrimi” diye bitirdiğini hatırlamakta yarar var. Hatta hiç unutmamakta müthiş bir yarar var. Nedense kimsenin hatırlamak istemediği ama Lenin için devrimin başarısı için hayati olan bir hedef. “Uluslararası sosyalist devrim başlamış bulunuyor” diyor aynı konuşmada.

Bolşevik partisinde Lenin’in Nisan Tezleri “eski Bolşevik formülasyonlara karşı” ilan edilmiştir! Yani parti içi bir çekişmenin ürünüdür ve ilan edildiği zaman da bir bomba etkisi yaratmış olsa da iş bitmemiştir. Burada uzun uzun üzerinde durulması gereken bir hususun altını çizmek gerek.  Bolşevik Partisi devrimin başından sonuna kadar çelik disiplinli, son derece merkezileşmiş, vs. bir örgüt olarak sunuluyor. Oysa tam tersine stratejik ve teorik çatışmalarla parçalı bir durumda olan Bolşevik partisinin yönetici kademeleri son derece bölünmüştü ve belirgin bir siyaset gütme kapasitesinden yoksundu. Bu durum yalnızca devrimin başlangıç günlerinde değil Temmuz Günleri gibi kritik bir dönemde bile devam edecek ve örneğin Bolşeviklerin askeri örgütü bir yanda, öte yanda Petrograd komitesi Merkezi Komiteye danışmadan harekete geçmiştir.

Çok kaba gözükse de iktidarın alınmasını sürekli frenleyen (iktidar arifesinde de bütün sosyalistlerin katılacağı bir iktidar formülüne saplanan) Kamanev, Rıkov, Nogin ve daha sonra katılacak olan Zinoviev’in dahil olduğu bir sağ kanadın yanı sıra; anarko komünist Bleichman’ın formülasyonu ile “sokak bizi örgütleyecektir” diyen aşırı sol bir kanat yer alıyordu. Bu iki kanadın Haziran ve Temmuz olayları sırasındaki tavrı açıklıkla görülebilir. Lenin ise  güç ilişkilerine bakarak henüz Petrogard dışında taşra ve cephelerde durumun elverişli olmadığını belirterek  “provokasyona düşmemek”, “dikkatli olmak” konusunda ısrar ediyordu.

Bolşeviklerin devrim formülasyonundaki belirsizlikler Şubat devrimindeki ikircikliklerin de bir nedeni oldu. Lenin Nisan Tezleri ile bu belirsizliklere bir son verme mücadelesine girdi. Che’nin on yıllar sonrasındaki formülasyonunu kullanırsak ya bir karikatür devrim olacaktı yada bir sosyalist devrim!

Savaş meselesi Bolşevikler arasında değil ama Menşevikler ve Sosyalist Devrimciler arasında çok ciddi yarılmalara yol açtı. Unutmamak gerekir ki anarşist Kropotkin de savaş sırasında bir yurtsever pozisyon almıştı.

Savaş Şubat devrimini hazırlayan koşullar arasında yer alırken Haziran’da ilkin başarılı gözükürken iki hafta sonra Almanların karşı saldırısıyla felakete dönüşen Galiçya saldırısının da Ekim’e giden yolda önemli bir dönemez olduğu eklenmeli.

Peki Nisan ayında ne oluyor? Şunları biliyoruz: Lenin, Nisan Tezleri diye bilinen tezleri yazıyor, tezler Pravda’da yayınlanıyor ve partiye sunuluyor. Bu tezlerdeki görüşler doğrultusunda parti içinde bir mücadele başlıyor. Lenin’in partisini yeniden fethettiğini söyleyen yazarlar var. Bu arada ülkeye de dönüyor. Nasıl döndü? Nisan Tezleri’nin önemi nedir sizce? Öyle ise, Lenin, neden partisini yeniden fethetmek zorunda kalıyor?

Şubat devriminden sonra diyebiliriz ki gündelik işlerin girdabında devrimin teorik sorunları üzerine düşünen Lenin ve Troçki’den başka kimse yok. Nisan Tezleri hiçbir tartışmayı sonlandırmıyor, aksine yeni bir tartışma açıyor. Hatta Bolşevik saflarda ciddi savrulmalar yaşandı (Lenin’in “troçkist” olarak itham edildiği günler!). Stratejik tartışmanın daha keskin bir hal alması şartların olgunlaşmaya yüz tuttuğu Eylül’de başlar ve Ekim’de artık saflar belirginleşir.

Menşevik ve SR cephesindeki gelişmeler çok daha az biliniyor. Oysa burada büyük çatırdamalar oluyor. Genellikle anılmayan, anarşistlerin, anarko komünistlerin üye sayısı birkaç bini geçmese de belli merkezlerde ağırlığını da hesaba dahil etmek gerek.

Bolşevik kadroların 1916’dan 1917’ye geçirdiği köklü dönüşüme bakılırsa diğer işçi partilerinden ve tabii özellikle o güne kadar herhangi bir partiye üye olmayanlardan büyük bir akın var. Yalnızca parti üye sayısı artmıyor yönetim kademelerinde de çok önemli değişiklikler oluyordu. Yani yeni görevlere uygun olanlar öne çıkıyordu. Bunun en belirgin örneği kendilerine “enternasyonalist RSDİP” diyen Troçki, Lunaçarski ve İoffe gibi daha sonra Merkezi Komitede yer alacak olan, Temmuz’da yani o zor günlerde Bolşevik partisine katılan ve Petrograd’da 4000 militanı temsil eden Mejrayontsı grubu.

Lenin’in savaş sırasında yaptığı Hegel çalışmaları (Kevin B.Andreson, Michael Lowy gibi yazarların önemle üzerinde durduğu bir husus) bir dizi konuda olduğu gibi devrim konusunda da düşüncelerinin olgunlaşmasına imkan verdi. İki Taktik’in belirsiz formülasyonları artık yerini açıkça sosyalist devrime bırakmıştı. Onun çalışmalarının uzağında kalanlar ise Çarlığın baskısı kalkınca sanki “normal” bir burjuva demokratik bir devrimin gerçekleşebileceğini düşünüyorlardı ve Finlandiya garında altı çizilen dünya devrimi perspektifinden de afallamışlardı.

Nisan Tezleri önce Bolşevik Partisi içindeki bir mücadeleyi kışkırttı ve partiye bir yörünge kazandırdı. Böyle bir yörünge olmadan Ekim’e varmak mümkün değildi; tabii Şubat’ta da kalmak mümkün olmadığı için koyu bir gericiliğin hüküm sürmesi kaçınılmazdı. Amiyane tabirle Lenin önce partisini terbiye etti. Partisini terbiye ettiği oranda da “Bütün İktidar Sovyetlere” sloganı ete kemiğe bürünmeye başladı.

Temmuz ayına kadar devam eden, nispeten sakin dönem var. Bu dönemde Sovyetler içinde etkin olan siyasi güçler hangileri? Lenin Sovyetleri, ikili iktidar organlarından biri olarak lanse ediyor ancak, Sovyetler içinde iktidarı almaya dönük bir eğilim mevcut değil henüz. Sovyetler, geçici hükümeti, Kerenski’yi destekliyor. Biraz Sovyetler üzerinde duralım. İşçi Sovyetleri var, Asker Sovyetleri var. Bunlar en bilinenler. Sovyetler nasıl oluşmuştu, hangi toplumsal sınıflara ve kesimlere dayanıyordu, ne kadar yaygındı?

Sovyetlerin delege sayısı 3000’e çıkmıştı. Bir karar merciinden ziyade tartışma, nutuk ortamı vardı. Esas güç 30 kişilik yürütme komitesindeydi. Nisan ayında yapılan sovyet ulusal konferansına bu heyete yeni isimler katıldı ve 80 küsur kişi oldu. Aralarından on kişi önemli bir karar mercii oluşturdular. Başlangıçta askerlerin temsil gücü daha fazlaydı ve dolayısıyla “sağ” kuvvetliydi.

Haziranda bile Bolşevikler Sovyetler Kongresindeki 822 kişilik delegasyonda 105 delegeye sahipti (Menşevikler 248, Sosyalist Devrimciler ise 285 temsilciye). Martov’un Solcu Menşevikler’in bile 70 sandalyesi vardı.

Haziran olayları patlak verdiğinde Sovyet yürütmesi ile Petrograd kitlesi arasındaki uçurum belli oldu. Beklenmedik bir biçimde Bolşeviklerin başta “Bütün İktidar Sovyetlere”, “Kahrolsun on kapitalist bakan” gibi temel sloganları merkezin belirlediği etliye sütlüye dokunmayan sloganları ezici bir biçimde bastırdı. Petrograd proletaryası Bolşeviklerin safındaydı.

Böylece yirmi binin biraz üzerinde üyeye sahip olan Bolşevikler Nisan’da 80 bin üyeye varmışlardı ki bu da yetersizdi. Nitekim Ağustosta bu sayı 200 bine varacaktır. Nisandan Ağustosa Petrograd’daki üye sayısı üçe katlanmıştı.

Ne iyi ki Sovyetler hakkında Oskar Anweiler’in kitabı Türkçede var. Denebilir ki 1905 ve 1917 (1921’e kadar) devrimlerini bu işçi demokrasisi kurumlarını anlamadan değerlendirmek mümkün değildir. Siyasal mücadelelerin yürütüldüğü temel alan   Sovyetlerdeki güç ilişkilerindeki değişimi izlemek sanki devrimin barometresini izlemek gibi.  Oluşumundaki belirsizlikler ne olursa olsun (temsil meselesi, icra gücünün nerede olduğu gibi) parlamenter bir geleneği olmayan (Duma’yı atlamakta beis yok) bir ülkede insanların her kademede sözlerini söyleyebildikleri ve çoğulcu (bütün işçi partilerinin katıldığı bir organdan söz ediyoruz) yapılan olarak Sovyetler devrimin şaha kalkmasının da nefesinin tıkanmasının da resmini vermektedir.

Bolşevikler, Temmuz ayına kadar “Bütün İktidar Sovyetlere!” propagandası yapıyorlar mı? Propaganda, daha çok “ekmek, barış, toprak” gibi somut taleplere mi dayanıyor? Bolşeviklerin Temmuz günlerine kadar durumu nedir?

Lenin çok açık bir biçimde çoğunluğu elde etmeden iktidarı ele geçirmeye çalışmanın bir macera olduğunu belirtiyordu. Bir dizi tartışmada bu husus maalesef unutuluyor. Haziran’daki güç gösterisi onun için de beklenmedik bir durumdu. “Ekmek, barış, toprak” Şubat devriminin sloganı, ama bir iktidar perspektifi yok. Kim sağlayacak bunları? İkili iktidar durumu var olduğu sürece ne savaşa son vermek ne de diğer talepleri gerçekleştirmek mümkündü. Sovyetler burjuvazinin nüfuzundan arındırılarak bu talepleri karşılayacak iktidarı oluşturabilirdi. Bunun için “Kahrolsun on kapitalist bakan!” sloganı, temel sloganlardan biriydi.

Temmuz ayında, Bolşeviklerin de ardından sürüklenmek sorunda kaldığı bir isyan dalgası var. Doğrudan geçici hükümeti hedef alıyor. Bolşeviklerin askeri örgütünün içinde yer aldığı bir isyan bu. Ancak parti, ikircikli davranıyor. İsyan, kanlı bir şekilde bastırıldığında fatura Bolşeviklere kesiliyor. Bolşevik basın tekrar yer altına çekilmek zorunda kalıyor. Eylül ayına kadar sürecek bir bozgun havası var gibi. Temmuz günlerinde ve sonrasında neler oldu?

Temmuz’daki hamle Geçici Hükümetten Anayasacı Demokratların istifasıyla başladı. Bu durumda burjuva partilerin olmadığı bir hükümet kurulma ihtimali vardı, ama Sovyet yönetimi bunu göze alamadı. İkili iktidar durumunda Sovyetler aleyhine bir gelişme oldu. Bahriyeliler, işçiler büyük gösteriler yapmaya başladığında Sovyet yönetimi yetim kaldı. Temsil ettiğini iddia ettiği güç sokaktaydı ve kendisi itidal çağrısında bulunmak durumundaydı. Açıkçası Petrograd fiilen göstericilerin elindeydi ancak kimsenin aklına bir takım stratejik mevkileri ele geçirmek gelmedi. Gösteriler durulmaya yüz tutarken destek geldi ve “derin devlet” diye anabileceğimiz Çarlığın karanlık güçleri ile askeri öğrenciler cadı kazanını kaynattılar.

Bu daha önce çeşitli vesilelerle Lenin’in devrimin barışçı yollarla gerçekleşebilme ihtimalinin de ortadan kalktığını gösteriyordu. Şubat’ın getirdiği “demokratik” haklar berhava olmuş, devrimin başlangıcından bu yana proletarya ilk kez bozguna uğramıştı.

Eylül ayında Bolşevikler büyük oranda toparlanmakla kalmıyor, Sovyetler içinde de çoğalıyorlar değil mi?

Lenin Temmuz günlerinden sonra Stolıpin gericiliğine benzer bir dönemin de mümkün olabileceğini düşünmüştür. Sokağa çıkan yığınlar Geçici Hükümet dahil birtakım yerleri rahatlıkla el koyabilecekken geri çekildiler ve ardından Geçici Hükümetin emrine giren bir alay, Bolşeviklere karşı bir saldırı başlattı. Lenin Alman ajanı ilan edildi, Troçki hapse atıldı. Pravda’nın matbaası imha edildi.

-Bolşevikler arasında bütün bir Eylül ve hatta Ekim boyunca süren “iktidarı alıp almama” tartışması ile Temmuz yenilgisinin bir ilgisi var mı? Bu tartışmanın özü nedir? Bir çok yazar, bu tartışmanın Nisan Tezleri’ndeki sürekli/kesintisiz devrim perspektifinin Bolşevikler tarafından içselleştirilememiş olmasından doğduğunu ileri sürüyor. Katılır mısınız?

Temmuz yenilgisinden ziyade Kamanev-Zinoviev örneğinde olduğu gibi bütün sosyalist partilerin katılımıyla bir iktidar oluşturmak isteyenler var. Ama bu Şubattan Ekime kemik bir eğilim değil. Arada tavır değiştirenler var. Nisan Tezleri henüz Bolşeviklerin çok güçlü olmadığı bir dönemde deklare edilmişti. Üstelik Şubat’ın yarattığı bir sarhoşluk da vardı. Temmuz günleri ve Kornilov’un başkomutan olarak atanmasıyla iki arada bir derede formülasyonların zemini iyice daraldı.

Bu arada Geçici Hükümet ile Sovyet yönetimini de özdeşleştirmemek gerek. Hatta Geçici Hükümet ile Kornilov darbesi arasında da bir ayrım var. Kerenskiy Kornilov’a el çektirmek istedi; Kornilov ise sadece Bolşevikleri değil bütün sol partileri temizlemek niyetindeydi.

Bu arada Bolşevikler dışındaki partilerin ve geçici hükümetin durumu nedir? Özellikle Sovyetler içinde yer alan partilerin.

Sovyetler içindeki partilerin durumlarını Sovyet seçimlerinden izlemek mümkün. Böylece kitlelerin nasıl sola kaydığı da görülebilir. Örneğin Petrograd ve Moskova bu açıdan anlamlı. Ayrıca Petrograd ve Moskova belediye seçimlerinde Bolşeviklerin öne çıkması rahatlıkla gözlenebilir. Bu arada özellikle cepheye ve büyük kentlere yakın asker sovyetlerinde benzer bir radikalleşme söz konusu.

Ekim Devriminin ön gününe gelelim. Diyelim bir hafta öncesi, bir tablo çizmek isterseniz, nasıl çizersiniz?

Eylül’den itibaren Bolşevikler derlenip; toparlanıyorlar. Eylül ortasından itibaren Lenin ayaklanma için bastırıyor. Diğer partiler ataletten malul denebilir. Troçki Petrograd Sovyeti başkanı oluyor ve bu mevkii devrimi örgütlemenin bir aracı haline getiriyor. Şubat’a bakarak Ekim çok sakin. Sanki her şey tabii mecrasında cereyan ediyor. Birçok tarihçi  neredeyse patırtısız gürültüsüz bir devrimden söz eder. Bolşeviklerin işi ağırdan aldığı izlenimi Petrograd işçilerinde yaygındı. Her ne kadar Kerenskiy ayaklansınlar da bir güzel tepelim modunda olsa da aslında ayaklanmaya karşı çıkacak herhangi bir güç yoktu.

Bolşeviklerin Merkez Komitesi’nde yürütülen meşhur tartışma var. Lenin’in “dün erkendi yarın geç olacak” dediği rivayet edilen bu tartışma sonunda, Kamenev ve Zinovyev, iki Merkez Komitesi üyesi, bu kararı açıktan eleştiriyorlar. Bu karar ve tartışma neydi? Dolayısı ile alenen örgütlenmiş bir devrim diyebilir miyiz?

İşin teknik yanı bir yana politik olarak bunu görmemek için kör olmak gerekirdi. Ama bir sınıf körlüğü de var tabii egemenler açısından.

Merkezi Komitede iki türlü tartışma var. İlki sözünü ettiğiniz devrime değil de bu şekliyle iktidarın alınmasına karşı çıkanlar, yani daha geniş bir sosyalist partiler koalisyonu ile iktidarın ele alınabileceği kanısında olanlar. Diğer tartışma iktidarın meşruiyetinin sağlanması için bir sovyet kararı ile alınması yönündeki Troçki’nin görüşü.

Şu meşhur devrim mi darbe mi tartışması için neler söylersiniz? Ekim olayı, bir devrim mi bir darbe mi?

Tek kişinin bile neredeyse burnu kanamamış. Şubat’tan farklı olarak kansız bir devrim. John Reed gündelik hayatın nasıl normal seyrini sürdürdüğünü çok iyi anlatır. Bir azınlığın gayri meşru yollardan iktidara el koyması kast ediliyorsa Sovyet seçimlerinin sonuçlarına bakmak yeterlidir. Bir de ortada bir gayri meşruluk varsa bu herhalde Geçici Hükümete aitti. Kerameti kendinden menkul bir meşruiyeti vardı. Çarlık çökmüş, askeri diktatörlük kapıda bekliyor, Geçici Hükümetin hiçbir dayanağı yok.

Ekim Devriminden bir hafta sonrası diye soralım bu kez. Tablo nasıl?

Hemen devrimin akabinde Lenin Sovyette söz alır ve Nisan başında Finlandiya garındaki konuşmasını sürdürür: “Yaşasın dünya sosyalist devrimi!” Menşeviklerin, sosyalist devrimcilerin Sovyeti terk etmesi (atılması değil!) önemli bir gelişmeydi. Kalanlar duruma ayak uydurdular. Halk Komiserleri  Konseyi kuruldu. Devrimin kaderi açısından çok önemli olan  toprak kararnamesi çıkarıldı. Ama bakanlıkları komiserliğe dönüştürmekle iş bitmiyordu.  Memurlar direndiler ve birçok halk komiserliği işlemez hale geldi. Herhalde ilk haftaya damgasını vuran olay bu olmalı.

1918 yılının Ocak ayında Kurucu Meclis seçimleri yapılacaktı. Yaygın görüş, Bolşeviklerin bu seçimleri yaptırmadığı. Kurucu Meclis seçimlerinin yapılmaması önemli eleştirilere konu ediliyor. Sizin görüşünüz nedir, Kurucu Meclis seçilseydi Devrimin kaderini ne yönde etkilerdi?

Seçimler yapıldı ve sonuçlar Sovyetlerdeki güç ilişkilerinden tamamıyla farklı çıktı (unutmamak gerekir ki Rusya gibi koca bir ülkede üstelik o günkü imkanlarla sonuçlar aylar öncesini yansıtıyordu). Petrograd ve Moskova gibi en önemli iki merkezde Bolşevikler Anayasal Demokratlarla Sosyalist Devrimcilerin toplamından fazla oy alırken, ülke genelinde oyların yarısından fazlasını Sosyalist Devrimciler aldı. Ancak garip bir durum vardı; Sosyalist Devrimciler sağ ve sol kanatlar olarak kesinlikle bölünmüş olmalarına rağmen tek bir parti gibi seçimlere girmişlerdi. Sol kanat çok cılız bir temsiliyet kazanmıştı. Oysa kısa bir süre sonra yapılan köylü sovyetleri seçimlerinde çok büyük bir üstünlük kazanacaklardı. Bu arada Sosyalist Devrimciler Sovyet iktidarına ve temsilcilerine karşı bir takım hareketlere giriştiler ki bunların en önemlisi 2 Ocak 1918’de Lenin’e yapılan suikasttir (birkaç ay sonra Bolşevik yönetici Volodorskiy ve Uritskiy öldürülecektir).

Kurucu Meclis devrimden neredeyse 100 gün sonra toplandığında ilk işi Bolşeviklere meydan okumak oldu. Kaldırıldığında da herhangi bir tepki olmadı. Ancak sosyalist demokrasi açısından bu mesele hayatidir. Biri genel oya dayanan (Kurucu Meclis) diğeri çalışanların iradesini beyan eden (Sovyetler) iki organ, bir ikili iktidar durumu (yani felçleşme) yaratmadan birlikte var olabilmeliydi. Rosa Luxemburg’un ikazını bu bapta mutlaka anmak gerekir. “Bütün ülkede siyasal yaşam boğulunca ister istemez Sovyetler de giderek felçli duruma düşer” diyen Rosa’yı tarih haklı çıkarmıştır.

Eğer Kurucu Meclis o gün geçmişteki güç ilişkilerini temsil ediyorduysa o koşullarda (iç savaş) yeni bir seçime gidilemezse bile iç ve dış düşmanlar yenilgiye uğratıldıktan sonra Lenin’in Nisan’da dediğine uygun olarak halkın çoğunluğunu temsil edebilecek bir organ ve tabii buna uygun ilişkiler kurulmalıydı. 

Slogan “Bütün İktidar Sovyetlere!” olmakla birlikte, kısa sürede Bolşevikler sadece hükümeti fethetmiyor, bütün bir devlet aygıtını, bazı yazarlara göre, onun temeline Sovyetleri koymaksızın ele geçiriyorlar. Durum bu mu? Nasıl oluyor bu?

Sovyetler özellikle iç savaş sürecinde köklü bir değişme uğruyor. Kabaca devrimi yapan işçi sınıfı artık ya cephede ya da kıtlık dolayısıyla kırlara çekilmiş durumda. Tabii önde gelenlerin önemli bir kısmı ise yeni devletin kademelerine yerleşmekte.

Petrograd ve Moskova’nın nüfusunda ciddi düşüşler olduğu gibi buna paralel olarak örneğin sanayi işçilerini sayısı da üçte bire düşmüştü.

Ayrıca partiye katılanlar da çarlık döneminde olduğu gibi değil de artık iktidar olan bir partiye üye oluyorlardı. 1924’ten sonra ise artık parti üyelerinden beklenen “devrimci” olmaları da değildi. Sonuçta devlet  kademesinde yer edinmek için parti üyeliği bir basamak haline geldi ve yıllar sonra Buharin’in hayıflandığı gibi partiyle devletin kaynaşması partinin felaketi oldu. Lenin ve Troçki 1922’de bu tehlikenin altını çizmeye başladılar. Lenin’in son yazıları bu açıdan hem bir bilanço, özeleştiri hem de uzak görüşlülük açısından çok önemli

Brest-Litovsk Barışı’nın ertesi yılı, 1919’da ikibuçukuncu enternasyonal kurulacak. Zimmerwald Enternasyonali. Daha sonra Üçüncü Enternasyonal oluşacak. Bu bağlamda, özellikle Bolşevikler arasında Ekim Devriminin ilk gününden itibaren bir Dünya Devrimi tartışması da var, değil mi? Lenin’in kendisi dahil, Alman Devriminin kendilerini izleyeceği beklentisine sahipler.

Lenin ta başından itibaren dünya devriminin bir parçası olarak görüyor Rus Devrimi’ni. Hatta Troçki ile birlikte denebilir ki  izole kaldığı takdirde başına gelebilecekleri bile kestirebiliyor. 1916’dan itibaren Alman işçi hareketindeki gelişmeleri izleyen biri bu perspektifi yalnızca teorik olarak değil hayli de mümkün görebilir. Unutmamak gerekir ki Almanya’da İmparatorluğa son veren büyük kitle hareketiydi. “Alman Devrimi” en fazla almanlar için bir gerçeklik olarak görülüyordu. Kuruluşta Komintern’in resmi dili Rusça değil Almancadır. Fransızlar Almancayı çok seviyor diye değil, eli kulağındaki bir Alman devriminden sonra dünya devriminin merkezi orası olacak diye. Meraklısı bu konuda bir dizi alıntı bulabilir.

İç Savaş, üç yıl sürüyor. Tarafları ve dinamikleri için neler söylemek istersiniz?         

Adı iç savaş ama malum bir dizi dış unsur da işin içinde. Beklenmedik derecede ağır sonuçları oluyor. 7-8 milyon insanın savaş, kıtlık, çeşitli hastalıklar vesilesiyle öldüğü bir dönem.  Yabancıların ve generallerin (Ekime darbe diyenlerin kulağına küpe) parlamenter demokrasi diye bir derdi yok; alabildiğine gerici bir askeri diktatörlük için  savaşıyorlar. Bu zorlu dönemde Kızıl Ordunun kuruluşu ve mücadelesi özel bir önem taşıyor ve tabii Troçki’nin becerisinin de belirtmek gerek.

İç Savaş’ın kendisi, Rusya’da Bolşevikler önderliğinde bir işçi devriminin koşullarının oluşmamış olduğunu göstermiyor muydu? Devlet, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, İç savaş kazanıldıktan sonra, 1922 yılında kuruluyor. Alman Devrimi takip etmediğinde, devrimin ileri gidemeyeceğini öngörmeleri gerekmez miydi Bolşeviklerin?

Pılıyı pırtıyı toplayıp göçmenliğe gidecek halleri yoktu. Durum ne kadar zor olsa da Lenin’in tabiriyle “zaman kazanmak” gerekiyordu. “Az olsun öz olsun” makalesindeki gerçekçilik bu bakımdan çarpıcıdır. İç savaş nasıl dünyaya meydan okunarak kazanıldıysa “sosyalizme geçiş” sağlanamasa da halkın çıkarlarını gözeten bir sistem oturtulabilirdi.

Bolşeviklerin hayalinde Fransız Devriminin olduğu birçok yazar tarafından dile getiriliyor. Hatta, Bolşevik kadroların birbirlerine Robespierre kim, Danton kim, Marat kim vb. diye baktıklarını ileri süren de var. Ne dersiniz, başlı başına bu devrimin kaderi bakımından etkili olmuş olabilir mi?  

Şimdi tek tek isimleri saymayalım ama en önder kadroların bile Fransız Devrimi’ni hayli yüzeysel bildiği söylenebilir. Bolşeviklerin hayalinde esas olarak Paris Komünü vardı. Lenin devrim, Paris Komününden bir gün fazla yaşayınca karlar üzerinde tepinir. Devlet ve İhtilal Komün’den sürekli söz eder. Paris Komününün zaafları vardır ama güneşi fethetme babında Ekimin atasıdır. Komün dersleri ne kadar izlenmiştir onu da iyi tartışmak gerekir. Sonraki bürokratikleşmenin en basit unsurlarını oradan da izleyebiliriz.

1921 yılına geldiğinde Sovyetler neredeyse tamamen parti denetimine alınarak sönümleniyor. Sadece Sovyetler değil, işçi sınıfının diğer örgütleri de parti denetimine alınıyor. 10. Kongre’deki meşhur tartışma var. Hatta, Stalin Resmi Tarih’te Troçki’yi “emeğin üretiminin militarize edilmesi” önergesi üzerinden de suçluyor. 10. Kongre’de ne oldu?

Oradaki temel mesele parti içi demokrasisinin de rafa kaldırılmasıdır. O güne kadar Bolşevik Partisi’nde hizip özgürlüğü vardı.  Hiziplerin yasaklanması otomatikman özgürlüklerin kısıtlanmasına varıyordu. Kısıtlama ile başlayan sonunda betona vardı. Lenin bunu geçici bir husus olarak görüyordu; nitekim kendisi bizzat ölüm döşeğinde Stalin’e karşı bir blok teklif edecektir Troçki’ye. 

Kronştad İsyanı var. İsyancılar, partiye karşı Sovyetlerin kaybettiği yetkisini talep ediyorlar. Talepleri çok somut. Akabinde, 10. Kongre’nin meşhur işçi lideri, sol muhalefetten Aleksandr Şlyapnikov’un itirazları var. Fabrikaların eski sahiplerinin fabrikalara komiser olarak atandıklarını, fabrika komitelerinin etkisiz kılındığını, sendika denetiminin dahi ortadan kalktığını, özetle işçi denetiminin yok edildiğini ileri sürüyor. Ne dersiniz, bu olaylar devrimin kaderinin işaret fişekleri miydi?

Kronştad İsyanı’nın bastırılmasının kesinlikle savunulur bir yanı yoktur. İşçi Muhalefeti’nden Şlyapnikov’u Lenin “sendikalist sapma” diye eleştirir, hatta ihracını talep eder ama o kongrede yine Merkezi Komite’ye seçilir. Eleştirilerinde haklılık payı var. Ama belirtmek gerekir ki o da Kronştad İsyanı’nın bastırılmasında yer aldı.

Bu bağlamda süren bir demokrasi tartışması var. Sovyet demokrasisi ileri gidemediğine göre, en azından Sovyet partileri, özellikle Menşevikler ve Sosyalist Devrimciler bakımından siyasal özgürlüklerin tanınması gerektiğine dair bir tartışma. Sadece siyasal özgürlükler bağlamında değil, sivil özgürlükleri de büyük oranda ortadan kaldıran bir tek parti iktidarı, hatta gizli polis rejimi kuruluyor. SSCB yıkıldıktan sonra yapılan ve arşiv incelemelerine dayanan yakın tarihli çalışmalarda, devrimin evrensel mesajının aksine, örneğin, basın özgürlüğünün büyük oranda yok edildiği vb. bir anti-demokratik rejim görüntüsü berraklaşıyor. Lenin’in son yazı ve mektuplarındaki uyarıları da bunu doğruluyor. Çok çarpıcı bir demokratikleşme önerisi var mesela, Merkez Komitesine derhal 150 işçi alalım diyor, bir tür, devlet aygıtı karşısında İşçi Denetimi Meclisine çevirmeye çalışıyor partiyi. Şöyle bir tez de var: NEP’le (yeni ekonomik politika) piyasayı kontrollü şekilde ihdas ettiği gibi siyasal demokrasi temelinde sosyalist olmayan bir geçiş rejimine doğru geri çekilerek devrimin ilan edilmiş programını ve hegemonyasını sürdürebilirdi. Klasik ve karşılıklı bir Troçkizm ve Stalinizm eleştirisi ve tartışması da var. Bu tartışmayı da sürdürebilirsiniz elbette, sonuçta bitmeyen bir tartışma ama bu tartışmada boğulmaksızın, demokrasi bağlamında neler söylersiniz?

Sovyet partilerine siyasal özgürlük verilmeliydi ve silaha sarılmadığı sürece siyaset yapma hakkı tanınmalıydı. Devrimi yapan insanların rüştünü ispatlamadığı gibi bir tespitten hareketle onları korumak için yasaklara sığınmanın burjuva demokrasisinden daha gelişkin olacağı belirtilen sosyalist demokrasi ile bağdaşmaz. Rosa Luxemburg’un Rus devrimi broşürü tekrar tekrar okunmalı, tabii Lenin’in son yazıları da.

Troçkizm ve Stalinizm eleştirisi veya tartışması diye bir şey yok. Stalinizm karşı devrimdir ve ilk zaferini de Lenin’e karşı kazanmıştır. Yalnızca Gürcistan meselesindeki bir anlaşmazlıktan söz etmiyoruz. “Büyük Rus şovenizmine savaş ilan ediyorum” diyordu Lenin. Kast ettiği açıktı, eski tipte bir devlet oluşturmaya niyetlenenlere savaş ilan ediyordu.

Ekim Devrimi sonunda yapılaşan SSCB’ye, köylülerin toplumsal zenginliğine zorla el koyma üzerinden gelişen Batı-dışı ancak hedefi Batı-benzeri olan bir tepedenci modernleşme pratiği olarak bakarak, sosyalizm parantezine dahi almayan görüşler de var. 1917’de Azerbaycan dışında hiçbir Türk topluluğu içinde sol, sosyalist hareket yok. Gürcistan’da sol bir parti var ama Lenin, son yazılarında Gürcistan politikası nedeni ile Stalin’den, “kendisi Rus olmayan büyük Rus şovenisti” olarak söz ediyor. Sultan Galiyev trajedisi de biliniyor. Ne dersiniz?    

Azerbaycan bile tartışmalı. Malum Himmet Bolşevik partisinin ayrı örgütlenmesini kabul etmek durumunda kaldığı tek örgüt. Himmet’in Bakü proletaryasında ciddi bir etkisi yok. Bakü Komünü’nde (sorularınızda yer almıyor ama Ekim Devrimi  babında anılması gereken bir deneyim) de bir etkileri yok. Çevre halklarda (Ukrayna, Gürcistan, Baltık ülkeleri, Polonya ve elbette Yahudi sosyalizmini temsil eden Bund) Çarlık döneminde bile anılmaya değer sosyalist hareketler var. “Türk topluluğu”nda işçi hareketi ve bununla kaynaşmış bir Marksist hareket söz konusu değil. Sultan Galiayev’in marksistliği tartışmalı; malum devrimden sonra Moskova’daki Milliyetler Halk Komiserliği’ne giriyor. Efsane ile gerçeğin fazlasıyla karıştığı bir konu. Ancak özellikle göçmen Ruslar üzerinde partinin ve yeni devletin inşası bu bölgelerde vahim hataların işlenmesine neden olmuştur. Örneğin Lenin’in özel olarak gönderdiği Safarov 1921’deki raporunda “Türkistan’da proletarya diktatörlüğü sömürgeci bir mahiyet kazanmıştır” diye bir rapor verir. Gürcistan ve Ukrayna ile birlikte bu bölgelerdeki icraat da devrimin yarattığı umutlara denk düşmediği gibi ters de düşmüştür.

Buraları Bolşeviklerin bildiği, tanıdığı bölgeler değildi ve Batı’da bir devrime umut bağlayanlar için Bakü Kurultayında görüldüğü Şark çok belirsizdi. Bakü Kurultayının da zaten arkası gelmedi.

Bazı yazarlar, SSCB deneyiminin başarısızlığını, siyasal bir devrimle devletin sönümlenmeye başlayabileceği yönündeki tezin aşkıncı karakterine bağlıyor. Ekim Devrimi’nin evrensel mesajlarını gerçekleştiremediği için evrenselleşememiş bir Rus Devrimi olarak kaldığını, Rus Devrimi’nin devletin siyasal bir devrimle sönümlenebileceğine ya da sönümlenmeye başlayacağına dair siyasi iddianın üç ayağını, Sovyetler, UKKTH ve enternasyonalizmi kendi deneyimi ile yanlışlayarak bu siyasi iddiayı tarihe gömdüğünü ileri sürüyor. Ne dersiniz? Bir “Ekim Dersleri” tablosu yapsanız, bu görüş orada yer alabilir mi?

Ekim Devriminin “başarısızlığını” yine Lenin’in Finlandiya garına indiğinde verdiği söylevi irdeleyerek değerlendirmek gerekir. İç savaş ve kıtlık gibi nesnel faktörlerin ardına saklanmadan başarısızlığı yine siyasal düzeyde irdelemek gerek. Özetle Lenin’in Son Yazılar’ında ve Troçki’nin aynı tarihlerdeki Yeniyol yazı dizisinde dile getirilen meselelerden başlayarak ama önce Rosa Luxemburg’un siyasal demokrasi konusunda her ikisine yönelttiği eleştirileri (devrimi takdir eder tabii ki) alarak işe başlamak ve bürokratik karşı devrimin ne tür bir siyasal ve toplumsal güç ilişkileri içinde gerçekleştiğine bakmak gerekir.

Yoksa Ekim Devrimi’nin yarattığı umutlar ve önüne koyduğu hedeflerin tarihin çöplüğüne gönderildiğini iddia etmek en azından mevcut dünya hallerinden müthiş keyif alanların işi olabilir ancak. Ekim devrimi kendisiyle sınırlı olmayan kendinden önceki deneyimleri (özellikle Paris Komünü) içeren ve geleceğe de insanlığın kurtuluşu yolunda çağımızın en önemli deneyim olarak tekrar ve tekrar incelenmeye değer.

Ayrıca yalıtılmış bir ülkedeki devrimden dünyanın dertlerinin çözümünü beklemek de abes. Rosa’nın dediği gibi onlar o cesareti gösterdiler ama arkasını getirmek için başka güçler gerekiyordu.

“Sovyetler, UKKTH ve enternasyonalizm” konusunda hatalardan önce en gelişkin deneyimin de yine Rus Devrimi olduğu atlanmamalı. Devrimin ilk yıllarında dünyanın dört bucağındaki insanlara nasıl bir umut aşıladığını anlamak için bırakalım büyük lafları gündelik hayattaki değişimlere de bir göz atmak yeterli olacaktır.

Devrim tek boyutlu, sadece siyasal sonuçları olan bir olgu değil. Sanatsal, hukuksal vb. sonuçları da var. Ekim Devrimine bir bütün olarak baktığınızda bu anlamda bir mirastan söz etmek mümkün mü?

Elbette bir miras var ama bu bir vasiyetnamede yazılı bir miras değil. Engels’in Marx’ın “ben Marksist değilim” sözünü yorumlarken söylediği gibi bir “etiket” olarak değil bir “araştırma rehberi” olarak “tarih anlayışımızın” vazgeçilmez bir kaynağıdır. Yine Lenin’in bir devrimci parti hatalarından öğrenir sözüne dönersek Ekim devrimi elbette “zaaflarıyla” birlikte ele alınmalıdır. Ama daha sonraki bürokratik karşı devrimin, Stalinizmin hesabını Ekim’den sormamak gerekir; çünkü bu karşı devrim bizzat Ekim’in kendisine karşıydı.

Devrimin evrensel mesajını sahiplenen, 2010 yılında yitirdiğimiz, Paris ’68 devrimci kalkışmasının önderlerinden Marksist düşünür ve eylemci Daniel Bensaid, Ekim Devrimine bakarken “stratejik sorunu geri çağırmalıyız” diyordu. Son olarak bu bağlamda, bugün “Ekim Dersleri’ni çalışacak” ve “sosyalist bir geleceğe taşıyacak” siyasal bir hareketin olanağı var mı? Varsa bu bir işçi hareketi mi, sosyal hareketler çoğulluğu mu? Ve bir “dünya partisi”, dünün mü, geleceğin mi sorunudur?

Sevgili Daniel’in söylediklerinin ne kadar yerinde olduğunu stratejik ufkun yitirilmesinin bedelinin ne kadar ağır olduğunu tekrar be tekrar yaşıyoruz.  Ekim derslerini çalışmak elbette Ekim’i bir model olarak ele alıp tekrarlamak anlamına gelmiyor. İşçi sınıfının (bir ücret mukabilinde emeklerini satmak zorunda olanlar) yaşadığı yenilgiler yaptığı hamleleri anlamsızlaştırmaz. Gericilik dönemleri tarihin kaderi değilse de oldukça yaygındır. Şimdi de uzun bir gericilik döneminde yaşıyoruz ama dünyanın dört bucağında işçi sınıfının, emekçilerin, ezilenlerin yeni deneyimleri de eksik olmuyor. Omurgası emekçilerden oluşan bir hareket ancak ezilenlerin diğer kesimlerini de anlamlı bir bütünün parçası haline getirebilir. Tabii anti-kapitalizmi fabrikaya sınırlı görmeden, kapitalizmin yarattığı her tür tahribat alanında ona karşı mücadele olarak anlamak kaydıyla.

Dünya partisi ne dünün ne bugünün meselesi esas olarak geleceğin meselesi. Yani gerçekten bir özgürleşim olacaksa bunun dünya ölçeğinde olacağını Marx da Lenin de bildikleri için Enternasyonaller kurdular. Rakamlara takılmamak gerekir. Anti kapitalist, ekolojist, özyönetimci, feminist bir program etrafında farklı gelenekten gelenlerin oluşturacağı bir çoğulcu enternasyonal her daim gündemdedir. Enternasyonal marşını söyleyip de onu örgütlemeyi anlamsız bulmak bir garabettir.

Genel bir çerçeve için Marcel Liebman’ın Rus Devrimi hâlâ vazgeçilmez. Yarım yüzyıl önce Türkçeye çevrilmiş olan (şimdi Ayrıntı yayınlarında) bu eserin bizim literatürümüzde yer almamış olması büyük kayıp. Rabinoviç’in üçlemesi ise (Yordam yayınları) devrimi ve ilk yılını ve bu arada Temmuz günlerini başlı başına incelemesiyle öne çıkıyor. Henüz çevrilmemiş olanlar arasında Victor Serge’in Devrimin I. Yılı ve Sukhanov’un Anıları büyük bir eksiklik olarak kalmakta.

1917 yılı, Rus tarihinde iki ayrı devrimin gerçekleştiği bir dönemeç. Şubat Devrimi ile başlayalım. Birinci Dünya Savaşı bu devrimin önemli amillerinden biri. Çarlığın iktisadi koşullarındaki kötüleşmenin savaşı sürdürmekte yarattığı güçlükler, açlığa varan yoksulluk, yaygınlaşan asker kaçaklığı, yüksek enflasyon ve ücretlerdeki düşüş, yiyecek sorunu vb. Şubat Devrimini gerçekleştiren kendiliğinden hareketin nedenleri arasında sayılıyor. Elbette bunlara eklenecek Bursilov Harekatındaki ağır yenilgi gibi daha özgül nedenler de vardır. Ne oldu, 1917 Şubat ayında Rusya’da?

Bütün devrimler sanki ha bugün ha yarın bekleniyormuş sanılmasın. Şubat devrimi de 8 Mart Dünya Kadınlar gününde patlak verdiyse milyonlarca insanın birbirinden habersiz hoşnutsuzluğuna, öfkesine bir hedef aramasının ürünü olarak ortaya çıktı. Savaş elbette önemli bir etmendi; bir anlamda çarlığın toplumsal ve siyasal çelişkilerinin alabildiğine keskinleşmesine vesile olmuştu. Tutuşturma gücündan yoksunmuş gibi beliren kıvılcımlar, gösteriler beş günde Çarlığa diz çöktürdü (Dünyayı Sarsan On gün Ekim’i imlerse, Şubat’ın da böyle beş günü var.) Ama savaşın hayat pahalılığı, yüz dirhem ekmeğe muhtaç olunması gibi sonuçlarını; köylülerin bundan ayrı düşünülemeyecek olan toprak talebini gözden ırak tutmamak gerek.

Şubat’ta –Lenin’in bir devrim için saydığı koşullar arasında genellikle unutulan– yukardakilerin artık yönetemez duruma gelişi tescil edildi. 300 yıllık Romanov hanedanlığı yalnızca aşağıdakiler katında değil yukardakiler katında da artık hiçbir şey ifade etmiyordu. Çarlık tarihin çöplüğüne atılınca geriye iki seçenek kalıyordu: Ya gerici bir askeri diktatörlük ya da bir sosyalist devrim.

Şubat Devrimi büyük oranda kendiliğinden bir hareketin ürünü, ancak devrimle birlikte bir çok siyasal parti görünür hale geliyor. Anayasal Demokratlar (Kadetler), Sosyalist Devrimciler, Menşevikler ve kısmen Bolşevikler vb. Şubat Devrimi, sol, sosyalist yazında burjuva devrimi olarak nitelendiriliyor. Size göre, bu bir burjuva devrimi mi, bir burjuva devrimi ise özgüllükleri nelerdir? Özellikle, Şubat Devriminde oluşan Sovyetlerin, diğer burjuva devrimlerinde gördüğümüz türden organlar olmadığını ilk bakışta teşhis edebiliyoruz. Sizce?

Sovyetlerin Rusya’da 1905 gibi bir geleneği vardı (bu arada Oscan Anweiller’in kendi alanında eşsiz olan Rusya’da Sovyetler kitabını da anmak gerekir). Sovyetlerin rolü üzerine sosyalist literatürde ciddi tartışmalar var. Ancak  Prens Lvov hükümeti karşısında sovyetler, yani ikili iktidar dediğimiz durum olmasaydı siyaset kurumsal çerçevede tıkanıp kalırdı. Sovyetlerin olmadığı bir devrimi tahayyül etmek mümkün değil. O güne kadar Paris Komünü derslerine özel bir önem atfedenler de dahil olmak üzere –ne de olsa Paris Komününde siyasal partilerden söz etmek mümkün değildi– “konseyci” olmaktan çok particiydiler. Proleter demokrasisinin  vazgeçilmez kaynağı olan Sovyetler partilerin zorlamasıyla değil kendiliğinden ve geniş kitlelerin iradesiyle ortaya çıktı.

Ayrıca sayılan partilerin yanı sıra azımsanmayacak başka siyasal gruplar da var ama daha önemlisi bu partiler kendi içlerinde çok hızlı ve yoğun dağılma ve yeniden yapılanmalara uğruyorlardı.

“İkili iktidar” aynı zamanda “iktidarsızlık” demektir. Lenin Şubat Ekim’in başlangıcından başka bir şey değildir diyor. Nisan Tezleri herhalde bu “sosyalist yazın”ın eleştirisiyle başlar işe. Ne Prens Lvov ne Kerenskiy hükümetleri  işçiler, askerler ve köylüler katında eğreti bir meşruiyete sahiptiler.

Şubat Devrimi ile açığa çıkan siyasal partilerin hepsi Devrimi sahipleniyor, Bolşevikler de bunlar arasında. Bu partilerin genel doğrultusu demokratik bir burjuva cumhuriyeti kurmak yönünde değil mi? Bolşevikler de o tarihte, sürekli/kesintisiz devrimden çok burjuva devriminin yerleşmesinden yanalar. Nisan ayına kadar da bu devam edecek gibi görünüyor. Bu dönemde partilerin arasında yaygın kanaat nedir? Sadece devrime ve sonuçlarına ilişkin olarak değil, savaş vb. konularda da bu partiler neleri savunuyorlar?

Sol partilerin önder kadrolarıolayların başlangıcında sürgünde.  Çarlığın devrilmesi öylesine beklenmedik bir biçimde ve aniden gerçekleşiyor ki neredeyse hepsi de statükoyu korumayı marifet sayıyor. Bu arada Rusya’nın bir anda savaşan ülkeler arasında en demokratik ülke mertebesine yükseldiği de eklenmeli. Şubat devrimi patlak verdiğinde birkaç yıl sonra İşçi Muhalefetinin beaşlıca yöneticisi olacak olan Şliyapnikov’un da dahil olduğu Merkezi Komite Rusya bürosu Geçici Hükümeti “kapitalistlerin ve toprak sahiplerinin hükümeti” olarak nitelendirmiş ve bir “Geçiçi Devrimci hükümetin” oluşumunu talep etmişti. Mart ortasında Sibirya’dan gelen iki Merkezi Komite üyesi (Kamanev ve Stalin) duruma el koyarlar ve sağa çark ederler. Bunun için Mart başındaki Pravda’ya ve açıklamalara bakmak yeterlidir. Başta Viborg bölgesi işçileri olmak üzere her ikisinin partiden ihracını bile isteyen bir sol muhalefet sözkonusuydu.

Ayrıca kabaran kitle hareketi karşısında bir acizlik de sözkonusuydu. Bolşeviklerin özellikle Şubat Devriminden sonra Petrograd’a ilk gelen yöneticilerin de en azından fazlasıyla tutuk davrandıkları kesin. Lenin’in Uzaktan Mektuplar gibi yazılarının Pravda’da fazla solcu bulunup yayımlanmadığını hatırlamakta yarar var (beş yazıdan yalnızca biri o da Lenin Petrograd’da geldiği gün yayımlanmıştı). Nisan başında Finlandiya garına indiğinde kendisini karşılayan Kamanev’in önünde konuşmasını “Yaşasın Dünya Sosyalist Devrimi” diye bitirdiğini hatırlamakta yarar var. Hatta hiç unutmamakta müthiş bir yarar var. Nedense kimsenin hatırlamak istemediği ama Lenin için devrimin başarısı için hayati olan bir hedef. “Uluslararası sosyalist devrim başlamış bulunuyor” diyor aynı konuşmada.

Bolşevik partisinde Lenin’in Nisan Tezleri “eski bolşevik formülasyonlara karşı” ilan edilmiştir! Yani parti içi bir çekişmenin ürünüdür ve ilan edildiği zaman da bir bomba etkisi yaratmış olsa da iş bitmemiştir. Burada uzun uzun üzerinde durulması gereken bir hususun altını çizmek gerek.  Bolşevik Partisi devrimin başından sonuna kadar çelik disiplinli, son derece merkezileşmiş, vs. bir örgüt olarak sunuluyor. Oysa tam tersine stratejik ve teorik çatışmalarla parçalı bir durumda olan Bolşevik partisinin yönetici kademeleri son derece bölünmüştü ve belirgin bir siyaset gütme kapasitesinden yoksundu. Bu durum yalnızca devrimin başlangıç günlerinde değil Temmuz Günleri gibi kiritik bir dönemde bile devam edecek ve örneğin Bolşeviklerin askeri örgütü bir yanda, öte yanda Petrograd komitesi Merkezi Komiteye danışmadan harekete geçmiştir.

Çok kaba gözükse de iktidarın alınmasını sürekli frenleyen (iktidar arifesinde de bütün sosyalistlerin katılacağı bir iktidar formülüne saplanan) Kamanev, Rıkov, Nogin ve daha sonra katılacak olan Zinoviev’in dahil olduğu bir sağ kanadın yanı sıra; anarko komünist Bleichman’ın formülasyonu ile “sokak bizi örgütleyecektir” diyen aşırı sol bir kanat yer alıyordu. Bu iki kanadın Haziran ve Temmuz olayları sırasındaki tavrı açıklıkla görülebilir. Lenin ise  güç ilişkilerine bakarak henüz Petrogard dışında taşra ve cephelerde durumun elverişli olmadığını belirterek  “provakasyona düşmemek”, “dikkatli olmak” konusunda ısrar ediyordu.

Bolşeviklerin devrim formülasyonundaki belirsizlikler Şubat devrimindeki ikircikliklerin de bir nedeni oldu. Lenin Nisan Tezleri ile bu belirsizliklere bir son verme mücadelesine girdi. Che’nin on yıllar sonrasındaki formülasyonunu kullanırsak ya bir karikatür devrim olacaktı yada bir sosyalist devrim!

Savaş meselesi Bolşevikler arasında değil ama Menşevikler ve Sosyalist Devrimciler arasında cok ciddi yarılmalara yol açtı. Unutmamak gerekir ki anarşist Kropotkin de savaş sırasında bir yurtsever pozisiyon almıştı.

Savaş Şubat devrimini hazırlayan koşullar arasında yer alırken Haziran’da ilkin başarılı gözükürken iki hafta sonra Almanların karşı saldırısıyla felakete dönüşen Galiçya saldırısının da Ekim’e giden yolda önemli bir dönemez olduğu eklenmeli.

Peki Nisan ayında ne oluyor? Şunları biliyoruz: Lenin, Nisan Tezleri diye bilinen tezleri yazıyor, tezler Pravda’da yayınlanıyor ve partiye sunuluyor. Bu tezlerdeki görüşler doğrultusunda parti içinde bir mücadele başlıyor. Lenin’in partisini yeniden fethettiğini söyleyen yazarlar var. Bu arada ülkeye de dönüyor. Nasıl döndü? Nisan Tezleri’nin önemi nedir sizce? Öyle ise, Lenin, neden partisini yeniden fethetmek zorunda kalıyor?

Şubat devriminden sonra diyebiliriz ki gündelik işlerin girdabında devrimin teorik sorunları üzerine düşünen Lenin ve Troçki’den başka kimse yok. Nisan Tezleri hiçbir tartışmayı sonlandırmıyor, aksine yeni bir tartışma açıyor. Hatta Bolşevik saflarda ciddi savrulmalar yaşandı (Lenin’in “troçkist” olarak itham edildiği günler!). Stratejik tartışmanın daha keskin bir hal alması şartların olgunlaşmaya yüz tuttuğu Eylül’de başlar ve Ekim’de artık saflar belirginleşir.

Menşevik ve SR cephesinrdeki gelişmeler çok daha az biliniyor. Oysa burada büyük çatırdamalar oluyor. Genellikle anılmayan, anarşistlerin, anarko komünistlerin üye sayısı birkaç bini geçmese de belli merkezlerde ağırlığını da hesaba dahil etmek gerek.

Bolşevik kadroların 1916’dan 1917’ye geçirdiği köklü dönüşüme bakılırsa diğer işçi partilerinden ve tabii özellikle o güne kadar herhangi bir partiye üye olmayanlardan büyük bir akın var. Yalnızca parti üye sayısı artmıyor yönetim kademelerinde de çok önemli değişiklikler oluyordu. Yani yeni görevlere uygun olanlar öne çıkıyordu. Bunun en belirgin örneği kendilerine “enternasyonalist RSDİP” diyen Troçki, Lunaçarski ve İoffe gibi daha sonra Merkezi Komitede yer alacak olan, Temmuz’da yani o zor günlerde Bolşevik partisine katılan ve Petrograd’da 4000 militanı temsil eden Mejrayontsı grubu.

Lenin’in savaş sırasında yaptığı Hegel çalışmaları (Kevin B.Andreson, Michael Lowy gibi yazarların önemle üzerinde durduğu bir husus) bir dizi konuda olduğu gibi devrim konusunda da düşüncelerinin olgunlaşmasına imkan verdi. İki Taktik’in belirsiz formüyasyonları artık yerini açıkça sosyalist devrime bırakmıştı. Onun çalışmalarının uzağında kalanlar ise Çarlığın baskısı kalkınca sanki “normal” bir burjuva demokratik bir devrimin gerçekleşebileceğini düşünüyorlardı ve Finlandiya garında altı çizilen dünya devrimi perspektifinden de afallamışlardı.

Nisan Tezleri önce Bolşevik Partisi içindeki bir mücadeleyi kışkırttı ve partiye bir yörünge kazandırdı. Böyle bir yörünge olmadan Ekim’e varmak mümkün değildi; tabii Şubat’ta da kalmak mümkün olmadığı için koyu bir gericiliğin hüküm sürmesi kaçınılmazdı. Amiyane tabirle Lenin önce partisini terbiye etti. Partisini terbiye ettiği oranda da “Bütün İktidar Sovyetlere” sloganı ete kemiğe bürünmeye başladı.

Temmuz ayına kadar devam eden, nispeten sakin dönem var. Bu dönemde Sovyetler içinde etkin olan siyasi güçler hangileri? Lenin Sovyetleri, ikili iktidar organlarından biri olarak lanse ediyor ancak, Sovyetler içinde iktidarı almaya dönük bir eğilim mevcut değil henüz. Sovyetler, geçici hükümeti, Kerenski’yi destekliyor. Biraz Sovyetler üzerinde duralım. İşçi Sovyetleri var, Asker Sovyetleri var. Bunlar en bilinenler. Sovyetler nasıl oluşmuştu, hangi toplumsal sınıflara ve kesimlere dayanıyordu, ne kadar yaygındı?

Sovyetlerin delege sayısı 3000’e çıkmıştı. Bir karar merciinden ziyade tartışma, nutuk ortamı vardı. Esas güç 30 kişilik yürütme komitesindeydi. Nisan ayında yapılan sovyet ulusal konferansına bu heyete yeni isimler katıldı ve 80 küsur kişi oldu. Aralarından on kişi önemli bir karar mercii oluşturdular. Başlangıçta askerlerin temsil gücü daha fazlaydı ve dolayısıyla “sağ” kuvvetliydi.

Haziranda bile Bolşevikler Sovyetler Kongresindeki 822 kişilik delegasyonda 105 delegeye sahipti (Menşevikler 248, Sosyalist Devrimciler ise 285 temsilciye). Martov’un Solcu Menşevikler’in bile 70 sandalyesi vardı.

Haziran olayları patlak verdiğinde Sovyet yürütmesi ile Petrograd kitlesi arasındaki uçurum belli oldu. Beklenmedik bir biçimde Bolşeviklerin başta “Bütün İktidar Sovyetlere”, “Kahrolsun on kapitalist bakan” gibi temel sloganları merkezin belirlediği etliye sütlüye dokunmayan sloganları ezici bir biçimde bastırdı. Petrograd proletaryası Bolşeviklerin safındaydı.

Böylece yirmi binin biraz üzerinde üyeye sahip olan Bolşevikler Nisan’da 80 bin üyeye varmışlardı ki bu da yetersizdi. Nitekim Ağustosda bu sayı 200 bine varacaktır. Nisandan Ağustosa Petrograd’daki üye sayısı üçe katlanmıştı.

Ne iyi ki Sovyetler hakkında Oskar Anweiler’in kitabı türkçede var. Denebilir ki 1905 ve 1917 (1921’e kadar) devrimlerini bu işçi demokrasisi kurumlarını anlamadan değerlendirmek mümkün değildir. Siyasal mücadelelerin yürütüldüğü temel alan   Sovyetlerdeki güç ilişkilerindeki değişimi izlemek sanki devrimin barometresini izlemek gibi.  Oluşumundaki belirsizlikler ne olursa olsun (temsil meselesi, icra gücünün nerede olduğu gibi) parlamenter bir geleneği olmayan (Duma’yı atlamakta beis yok) bir ülkede insanların her kademede sözlerini söyleyebildikleri ve çoğulcu (bütün işçi partilerinin katıldığı bir organdan söz ediyoruz) yapılan olarak Sovyetler devrimin şaha kalkmasının da nefesinin tıkanmasının da resmini vermektedir.

Bolşevikler, Temmuz ayına kadar “Bütün İktidar Sovyetlere!” propagandası yapıyorlar mı? Propaganda, daha çok “ekmek, barış, toprak” gibi somut taleplere mi dayanıyor? Bolşeviklerin Temmuz günlerine kadar durumu nedir?

Lenin çok açık bir biçimde çoğunluğu elde etmeden iktidarı ele geçirmeye çalışmanın bir macera olduğunu belirtiyordu. Bir dizi tartışmada bu husus maalesef unutuluyor. Haziran’daki güç gösterisi onun için de beklenmedik bir durumdu. “Ekmek, barış, toprak” Şubat devriminin sloganı, ama bir iktidar perspektifi yok. Kim sağlayacak bunları? İkili iktidar durumu varolduğu sürece ne savaşa son vermek ne de diğer talepleri gerçekleştirmek mümkündü. Sovyetler burjuvazinin nüfuzundan arındırılarak bu talepleri karşılayacak iktidarı oluşturabilirdi. Bunun için “Kahrolsun on kapitalist bakan!” sloganı, temel sloganlardan biriydi.

Temmuz ayında, Bolşeviklerin de ardından sürüklenmek sorunda kaldığı bir isyan dalgası var. Doğrudan geçici hükümeti hedef alıyor. Bolşeviklerin askeri örgütünün içinde yer aldığı bir isyan bu. Ancak parti, ikircikli davranıyor. İsyan, kanlı bir şekilde bastırıldığında fatura Bolşeviklere kesiliyor. Bolşevik basın tekrar yer altına çekilmek zorunda kalıyor. Eylül ayına kadar sürecek bir bozgun havası var gibi. Temmuz günlerinde ve sonrasında neler oldu?

Temmuz’daki hamle Geçici Hükümetten Anayasacı Demokratların istifasıyla başladı. Bu durumda burjuva partilerin olmadığı bir hükümet kurulma ihtimali vardı, ama Sovyet yönetimi bunu göze alamadı. İkili iktidar durumunda Sovyetler aleyhine bir gelişme oldu. Bahriyeliler, işçiler büyük gösteriler yapmaya başladığında Sovyet yönetimi yetim kaldı. Temsil ettiğini iddia ettiği güç sokaktaydı ve kendisi itidal çağrısında bulunmak durumundaydı. Açıkçası Petrograd fiilen göstericilerin elindeydi ancak kimsenin aklına bir takım stratejik mevkileri ele geçirmek gelmedi. Gösteriler durulmaya yüz tutarken destek geldi ve “derin devlet” diye anabileceğimiz Çarlığın karanlık güçleri ile askeri öğrenciler cadı kazanını kaynattılar.

Bu daha önce çeşitli vesilelerle Lenin’in devrimin barışçı yollarla gerçekleşebilme ihtimalinin de ortadan kalktığını gösteriyordu. Şubat’ın getirdiği “demokratik” haklar berhava olmuş, devrimin başlangıcından bu yana proletarya ilk kez bozguna uğramıştı.

Eylül ayında Bolşevikler büyük oranda toparlanmakla kalmıyor, Sovyetler içinde de çoğalıyorlar değil mi?

Lenin Temmuz günlerinden sonra Stolıpin gericiliğine benzer bir dönemin de mümkün olabileceğini düşünmüştür. Sokağa çıkan yığınlar Geçici Hükümet dahil birtakım yerleri rahatlıkla el koyabilecekken geri çekildiler ve ardından Geçici Hükümetin emrine giren bir alay, Bolşeviklere karşı bir saldırı başlattı. Lenin Alman ajanı ilan edildi, Troçki hapse atıldı. Pravda’nın matbaası imha edildi.

-Bolşevikler arasında bütün bir Eylül ve hatta Ekim boyunca süren “iktidarı alıp almama” tartışması ile Temmuz yenilgisinin bir ilgisi var mı? Bu tartışmanın özü nedir? Bir çok yazar, bu tartışmanın Nisan Tezleri’ndeki sürekli/kesintisiz devrim perspektifinin Bolşevikler tarafından içselleştirilememiş olmasından doğduğunu ileri sürüyor. Katılır mısınız?

Temmuz yenilgisinden ziyade Kamanev-Zinoviev örneğinde olduğu gibi bütün sosyalist partilerin katılımıyla bir iktidar oluşturmak isteyenler var. Ama bu Şubattan Ekime kemik bir eğilim değil. Arada tavır değiştirenler var. Nisan Tezleri henüz Bolşeviklerin çok güçlü olmadığı bir dönemde deklare edilmişti. Üstelik Şubat’ın yarattığı bir sarhoşluk da vardı. Temmuz günleri ve Kornilov’un başkomutan olarak atanmasıyla iki arada bir derede formülasyonların zemini iyice daraldı.

Bu arada Geçici Hükümet ile Sovyet yönetimini de özdeşleştirmemek gerek. Hatta Geçici Hükümet ile Kornilov darbesi arasında da bir ayrım var. Kerenskiy Kornilov’a el çektirmek istedi; Kornilov ise sadece Bolşevikleri değil bütün sol partileri temizlemek niyetindeydi.

Bu arada Bolşevikler dışındaki partilerin ve geçici hükümetin durumu nedir? Özellikle Sovyetler içinde yer alan partilerin.

Sovyetler içindeki partilerin durumlarını Sovyet seçimlerinden izlemek mümkün. Böylece kitlelerin nasıl sola kaydığı da görülebilir. Örneğin Petrograd ve Moskova bu açıdan anlamlı. Ayrıca Petrograd ve Moskova belediye seçimlerinde Bolşeviklerin öne çıkması rahatlıkla gözlenebilir. Bu arada özellikle cepheye ve büyük kentlere yakın asker sovyetlerinde benzer bir radikalleşme söz konusu.

Ekim Devriminin ön gününe gelelim. Diyelim bir hafta öncesi, bir tablo çizmek isterseniz, nasıl çizersiniz?

Eylül’den itibaren Bolşevikler derlenip; toparlanıyorlar. Eylül ortasından itibaren Lenin ayaklanma için bastırıyor. Diğer partiler ataletten malul denebilir. Troçki Petrograd Sovyeti başkanı oluyor ve bu mevkii devrimi örgütlemenin bir aracı haline getiriyor. Şubat’a bakarak Ekim çok sakin. Sanki her şey tabii mecrasında cereyan ediyor. Birçok tarihçi  neredeyse patırtısız gürültüsüz bir devrimden söz eder. Bolşeviklerin işi ağırdan aldığı izlenimi Petrograd işçilerinde yaygındı. Her ne kadar Kerenskiy ayaklansınlar da bir güzel tepelim modunda olsa da aslında ayaklanmaya karşı çıkacak herhangi bir güç yoktu.

Bolşeviklerin Merkez Komitesi’nde yürütülen meşhur tartışma var. Lenin’in “dün erkendi yarın geç olacak” dediği rivayet edilen bu tartışma sonunda, Kamenev ve Zinovyev, iki Merkez Komitesi üyesi, bu kararı açıktan eleştiriyorlar. Bu karar ve tartışma neydi? Dolayısı ile alenen örgütlenmiş bir devrim diyebilir miyiz?

İşin teknik yanı bir yana politik olarak bunu görmemek için kör olmak gerekirdi. Ama bir sınıf körlüğü de var tabii egemenler açısından.

Merkezi Komitede iki türlü tartışma var. İlki sözünü ettiğiniz devrime değil de bu şekliyle iktidarın alınmasına karşı çıkanlar, yani daha geniş bir sosyalist partiler koalisyonu ile iktidarın ele alınabileceği kanısında olanlar. Diğer tartışma iktidarın meşruiyetinin sağlanması için bir sovyet kararı ile alınması yönündeki Troçki’nin görüşü.

Şu meşhur devrim mi darbe mi tartışması için neler söylersiniz? Ekim olayı, bir devrim mi bir darbe mi?

Tek kişinin bile neredeyse burnu kanamamış. Şubat’tan farklı olarak kansız bir devrim. John Reed gündelik hayatın nasıl normal seyrini sürdürdüğünü çok iyi anlatır. Bir azınlığın gayri meşru yollardan iktidara el koyması kast ediliyorsa Sovyet seçimlerinin sonuçlarına bakmak yeterlidir. Bir de ortada bir gayri meşruluk varsa bu herhalde Geçici Hükümete aitti. Kerameti kendinden menkul bir meşruiyeti vardı. Çarlık çökmüş, askeri diktatörlük kapıda bekliyor, Geçici Hükümetin hiçbir dayanağı yok.

Ekim Devriminden bir hafta sonrası diye soralım bu kez. Tablo nasıl?

Hemen devrimin akabinde Lenin Sovyette söz alır ve Nisan başında Finlandiya garındaki konuşmasını sürdürür: “Yaşasın dünya sosyalist devrimi!” Menşeviklerin, sosyalist devrimcilerin Sovyeti terk etmesi (atılması değil!) önemli bir gelişmeydi. Kalanlar duruma ayak uydurdular. Halk Komiserleri  Konseyi kuruldu. Devrimin kaderi açısından çok önemli olan  toprak kararnamesi çıkarıldı. Ama bakanlıkları komiserliğe dönüştürmekle iş bitmiyordu.  Memurlar direndiler ve birçok halk komiserliği işlemez hale geldi. Herhalde ilk haftaya damgasını vuran olay bu olmalı.

1918 yılının Ocak ayında Kurucu Meclis seçimleri yapılacaktı. Yaygın görüş, Bolşeviklerin bu seçimleri yaptırmadığı. Kurucu Meclis seçimlerinin yapılmaması önemli eleştirilere konu ediliyor. Sizin görüşünüz nedir, Kurucu Meclis seçilseydi Devrimin kaderini ne yönde etkilerdi?

Seçimler yapıldı ve sonuçlar Sovyetlerdeki güç ilişkilerinden tamamıyla farklı çıktı (unutmamak gerekir ki Rusya gibi koca bir ülkede üstelik o günkü imkanlarla sonuçlar aylar öncesini yansıtıyordu). Petrograd ve Moskova gibi en önemli iki merkezde Bolşevikler Anayasal Demokratlarla Sosyalist Devrimcilerin toplamından fazla oy alırken, ülke genelinde oyların yarısından fazlasını Sosyalist Devrimciler aldı. Ancak garip bir durum vardı; Sosyalist Devrimciler sağ ve sol kanatlar olarak kesinlikle bölünmüş olmalarına rağmen tek bir parti gibi seçimlere girmişlerdi. Sol kanat çok cılız bir temsiliyet kazanmıştı. Oysa kısa bir süre sonra yapılan köylü sovyetleri seçimlerinde çok büyük bir üstünlük kazanacaklardı. Bu arada Sosyalist Devrimciler Sovyet iktidarına ve temsilcilerine karşı bir takım hareketlere giriştiler ki bunların en önemlisi 2 Ocak 1918’de Lenin’e yapılan suikasttir (birkaç ay sonra Bolşevik yönetici Volodorskiy ve Uritskiy öldürülecektir).

Kurucu Meclis devrimden neredeyse 100 gün sonra toplandığında ilk işi Bolşeviklere meydan okumak oldu. Kaldırıldığında da herhangi bir tepki olmadı. Ancak sosyalist demokrasi açısından bu mesele hayatidir. Biri genel oya dayanan (Kurucu Meclis) diğeri çalışanların iradesini beyan eden (Sovyetler) iki organ, bir ikili iktidar durumu (yani felçleşme) yaratmadan birlikte var olabilmeliydi. Rosa Luxemburg’un ikazını bu bapta mutlaka anmak gerekir. “Bütün ülkede siyasal yaşam boğulunca ister istemez Sovyetler de giderek felçli duruma düşer” diyen Rosa’yı tarih haklı çıkarmıştır.

Eğer Kurucu Meclis o gün geçmişteki güç ilişkilerini temsil ediyorduysa o koşullarda (iç savaş) yeni bir seçime gidilemezse bile iç ve dış düşmanlar yenilgiye uğratıldıktan sonra Lenin’in Nisan’da dediğine uygun olarak halkın çoğunluğunu temsil edebilecek bir organ ve tabii buna uygun ilişkiler kurulmalıydı. 

Slogan “Bütün İktidar Sovyetlere!” olmakla birlikte, kısa sürede Bolşevikler sadece hükümeti fethetmiyor, bütün bir devlet aygıtını, bazı yazarlara göre, onun temeline Sovyetleri koymaksızın ele geçiriyorlar. Durum bu mu? Nasıl oluyor bu?

Sovyetler özellikle iç savaş sürecinde köklü bir değişme uğruyor. Kabaca devrimi yapan işçi sınıfı artık ya cephede ya da kıtlık dolayısıyla kırlara çekilmiş durumda. Tabii önde gelenlerin önemli bir kısmı ise yeni devletin kademelerine yerleşmekte.

Petrograd ve Moskova’nın nüfusunda ciddi düşüşler olduğu gibi buna paralel olarak örneğin sanayi işçilerini sayısı da üçte bire düşmüştü.

Ayrıca partiye katılanlar da çarlık döneminde olduğu gibi değil de artık iktidar olan bir partiye üye oluyorlardı. 1924’ten sonra ise artık parti üyelerinden beklenen “devrimci” olmaları da değildi. Sonuçta devlet  kademesinde yer edinmek için parti üyeliği bir basamak haline geldi ve yıllar sonra Buharin’in hayıflandığı gibi partiyle devletin kaynaşması partinin felaketi oldu. Lenin ve Troçki 1922’de bu tehlikenin altını çizmeye başladılar. Lenin’in son yazıları bu açıdan hem bir bilanço, özeleştiri hem de uzak görüşlülük açısından çok önemli

Brest-Litovsk Barışı’nın ertesi yılı, 1919’da ikibuçukuncu enternasyonal kurulacak. Zimmerwald Enternasyonali. Daha sonra Üçüncü Enternasyonal oluşacak. Bu bağlamda, özellikle Bolşevikler arasında Ekim Devriminin ilk gününden itibaren bir Dünya Devrimi tartışması da var, değil mi? Lenin’in kendisi dahil, Alman Devriminin kendilerini izleyeceği beklentisine sahipler.

Lenin ta başından itibaren dünya devriminin bir parçası olarak ğörüyor Rus Devrimi’ni. Hatta Troçki ile birlikte denebilir ki  izole kaldığı takdirde başına gelebilecekleri bile kestirebiliyor. 1916’dan itibaren Alman işçi hareketindeki gelişmeleri izleyen biri bu perspektifi yalnızca teorik olarak değil hayli de mümkün görebilir. Unutmamak gerekir ki Almanya’da İmparatorluğa son veren büyük kitle hareketiydi. “Alman Devrimi” en fazla almanlar için bir gerçeklik olarak görülüyordu. Kuruluşta Komintern’in resmi dili Rusça değil Almanca’dır. Fransızlar Almancayı çok seviyor diye değil, eli kulağındaki bir Alman devriminden sonra dünya devriminin merkezi orası olacak diye. Meraklısı bu konuda bir dizi alıntı bulabilir.

İç Savaş, üç yıl sürüyor. Tarafları ve dinamikleri için neler söylemek istersiniz?         

Adı iç savaş ama malum bir dizi dış unsur da işin içinde. Beklenmedik derecede ağır sonuçları oluyor. 7-8 milyon insanın savaş, kıtlık, çeşitli hastalıklar vesilesiyle öldüğü bir dönem.  Yabancıların ve generallerin (Ekime darbe diyenlerin kulağına küpe) parlamenter demokrasi diye bir derdi yok; alabildiğine gerici bir askeri diktatörlük için  savaşıyorlar. Bu zorlu dönemde Kızıl Ordunun kuruluşu ve mücadelesi özel bir önem taşıyor ve tabii Troçki’nin becerisinin de belirtmek gerek.

İç Savaş’ın kendisi, Rusya’da Bolşevikler önderliğinde bir işçi devriminin koşullarının oluşmamış olduğunu göstermiyor muydu? Devlet, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, İç savaş kazanıldıktan sonra, 1922 yılında kuruluyor. Alman Devrimi takip etmediğinde, devrimin ileri gidemeyeceğini öngörmeleri gerekmez miydi Bolşeviklerin?

Pılıyı pırtıyı toplayıp göçmenliğe gidecek halleri yoktu. Durum ne kadar zor olsa da Lenin’in tabiriyle “zaman kazanmak” gerekiyordu. “Az olsun öz olsun” makalesindeki gerçekçilik bu bakımdan çarpıcıdır. İç savaş nasıl dünyaya meydan okunarak kazanıldıysa “sosyalizme geçiş” sağlanamasa da halkın çıkarlarını gözeten bir sistem oturtulabilirdi.

Bolşeviklerin hayalinde Fransız Devriminin olduğu birçok yazar tarafından dile getiriliyor. Hatta, Bolşevik kadroların birbirlerine Robespierre kim, Danton kim, Marat kim vb. diye baktıklarını ileri süren de var. Ne dersiniz, başlı başına bu devrimin kaderi bakımından etkili olmuş olabilir mi?  

Şimdi tek tek isimleri saymayalım ama en önder kadroların bile fransız devrimini hayli yüzeysel bildiği söylenebilir. Bolşeviklerin hayalinde esas olarak Paris Komünü vardı. Lenin devrim, Paris Komününden bir gün fazla yaşayınca karlar üzerinde tepinir. Devlet ve İhtilal Komün’den sürekli söz eder. Paris Komününün zaafları vardır ama güneşi fethetme babında Ekimin atasıdır. Komün dersleri ne kadar izlenmiştir onu da iyi tartışmak gerekir. Sonraki bürokratikleşmenin en basit unsurlarını oradan da izleyebiliriz.

1921 yılına geldiğinde Sovyetler neredeyse tamamen parti denetimine alınarak sönümleniyor. Sadece Sovyetler değil, işçi sınıfının diğer örgütleri de parti denetimine alınıyor. 10. Kongre’deki meşhur tartışma var. Hatta, Stalin Resmi Tarih’te Troçki’yi “emeğin üretiminin militarize edilmesi” önergesi üzerinden de suçluyor. 10. Kongre’de ne oldu?

Oradaki temel mesele parti içi demokrasisinin de rafa kaldırılmasıdır. O güne kadar Bolşevik Partisi’nde hizip özgürlüğü vardı.  Hiziplerin yasaklanması otomatikman özgürlüklerin kısıtlanmasına varıyordu. Kısıtlama ile başlayan sonunda betona vardı. Lenin bunu geçici bir husus olarak görüyordu; nitekim kendisi bizzat ölüm döşeğinde Stalin’e karşı bir blok teklif edecektir Troçki’ye. 

Kronştad İsyanı var. İsyancılar, partiye karşı Sovyetlerin kaybettiği yetkisini talep ediyorlar. Talepleri çok somut. Akabinde, 10. Kongre’nin meşhur işçi lideri, sol muhalefetten Aleksandr Şlyapnikov’un itirazları var. Fabrikaların eski sahiplerinin fabrikalara komiser olarak atandıklarını, fabrika komitelerinin etkisiz kılındığını, sendika denetiminin dahi ortadan kalktığını, özetle işçi denetiminin yok edildiğini ileri sürüyor. Ne dersiniz, bu olaylar devrimin kaderinin işaret fişekleri miydi?

Kronştad İsyanı’nın bastırılmasının kesinlikle savunulur bir yanı yoktur. İşçi Muhalefeti’nden Şlyapnikov’u Lenin “sendikalist sapma” diye eleştirir, hatta ihracını talep eder ama o kongrede yine Merkezi Komite’ye seçilir. Eleştirilerinde haklılık payı var. Ama  belirtmek gerekir ki o da Kronştad İsyanı’nın bastırılmasında yer aldı.

Bu bağlamda süren bir demokrasi tartışması var. Sovyet demokrasisi ileri gidemediğine göre, en azından Sovyet partileri, özellikle Menşevikler ve Sosyalist Devrimciler bakımından siyasal özgürlüklerin tanınması gerektiğine dair bir tartışma. Sadece siyasal özgürlükler bağlamında değil, sivil özgürlükleri de büyük oranda ortadan kaldıran bir tek parti iktidarı, hatta gizli polis rejimi kuruluyor. SSCB yıkıldıktan sonra yapılan ve arşiv incelemelerine dayanan yakın tarihli çalışmalarda, devrimin evrensel mesajının aksine, örneğin, basın özgürlüğünün büyük oranda yok edildiği vb. bir anti-demokratik rejim görüntüsü berraklaşıyor. Lenin’in son yazı ve mektuplarındaki uyarıları da bunu doğruluyor. Çok çarpıcı bir demokratikleşme önerisi var mesela, Merkez Komitesine derhal 150 işçi alalım diyor, bir tür, devlet aygıtı karşısında İşçi Denetimi Meclisine çevirmeye çalışıyor partiyi. Şöyle bir tez de var: NEP’le (yeni ekonomik politika) piyasayı kontrollü şekilde ihdas ettiği gibi siyasal demokrasi temelinde sosyalist olmayan bir geçiş rejimine doğru geri çekilerek devrimin ilan edilmiş programını ve hegemonyasını sürdürebilirdi. Klasik ve karşılıklı bir Troçkizm ve Stalinizm eleştirisi ve tartışması da var. Bu tartışmayı da sürdürebilirsiniz elbette, sonuçta bitmeyen bir tartışma ama bu tartışmada boğulmaksızın, demokrasi bağlamında neler söylersiniz?

Sovyet partilerine siyasal özgürlük verilmeliydi ve silaha sarılmadığı sürece siyaset yapma hakkı tanınmalıydı. Devrimi yapan insanların rüştünü ispatlamadığı gibi bir tespitten hareketle onları korumak için yasaklara sığınmanın burjuva demokrasisinden daha gelişkin olacağı belirtilen sosyalist demokrasi ile bağdaşmaz. Rosa Luxemburg’un Rus devrimi broşürü tekrar tekrar okunmalı, tabii Lenin’in son yazıları da.

Troçkizm ve Stalinizm eleştirisi veya tartışması diye bir şey yok. Stalinizm karşı devrimdir ve ilk zaferini de Lenin’e karşı kazanmıştır. Yalnızca Gürcistan meselesindeki bir anlaşmazlıktan söz etmiyoruz. “Büyük Rus şovenizmine savaş ilan ediyorum” diyordu Lenin. Kast ettiği açıktı, eski tipte bir devlet oluşturmaya niyetlenenlere savaş ilan ediyordu.

Ekim Devrimi sonunda yapılaşan SSCB’ye, köylülerin toplumsal zenginliğine zorla el koyma üzerinden gelişen Batı-dışı ancak hedefi Batı-benzeri olan bir tepedenci modernleşme pratiği olarak bakarak, sosyalizm parantezine dahi almayan görüşler de var. 1917’de Azerbaycan dışında hiçbir Türk topluluğu içinde sol, sosyalist hareket yok. Gürcistan’da sol bir parti var ama Lenin, son yazılarında Gürcistan politikası nedeni ile Stalin’den, “kendisi Rus olmayan büyük Rus şovenisti” olarak söz ediyor. Sultan Galiyev trajedisi de biliniyor. Ne dersiniz?    

Azerbaycan bile tartışmalı. Malum Himmet Bolşevik partisinin ayrı örgütlenmesini kabul etmek durumunda kaldığı tek örgüt. Himmet’in Bakü proletaryasında ciddi bir etkisi yok. Bakü Komünü’nde (sorularınızda yer almıyor ama Ekim Devrimi  babında anılması gereken bir deneyim) de bir etkileri yok. Çevre halklarda (Ukrayna, Gürcistan, Baltık ülkeleri, Polonya ve elbette Yahudi sosyalizmini temsil eden Bund) Çarlık döneminde bile anılmaya değer sosyalist hareketler var. “Türk topluluğu”nda işçi hareketi ve bununla kaynaşmış bir marksist hareket söz konusu değil. Sultan Galiayev’in marksistliği tartışmalı; malum devrimden sonra Moskova’daki Milliyetler Halk Komiserliği’ne giriyor. Efsane ile gerçeğin fazlasıyla karıştığı bir konu. Ancak özellikle göçmen Ruslar üzerinde partinin ve yeni devletin inşası bu bölgelerde vahim hataların işlenmesine neden olmuştur. Örneğin Lenin’in özel olarak gönderdiği Safarov 1921’deki raporunda “Türkistan’da proletarya diktatörlüğü sömürgeci bir mahiyet kazanmıştır” diye bir rapor verir. Gürcistan ve Ukrayna ile birlikte bu bölgelerdeki icraat da devrimin yarattığı umutlara denk düşmediği gibi ters de düşmüştür.

Buraları Bolşeviklerin bildiği, tanıdığı bölgeler değildi ve Batı’da bir devrime umut bağlayanlar için Bakü Kurultayında görüldüğü Şark çok belirsizdi. Bakü Kurultayının da zaten arkası gelmedi.

Bazı yazarlar, SSCB deneyiminin başarısızlığını, siyasal bir devrimle devletin sönümlenmeye başlayabileceği yönündeki tezin aşkıncı karakterine bağlıyor. Ekim Devrimi’nin evrensel mesajlarını gerçekleştiremediği için evrenselleşememiş bir Rus Devrimi olarak kaldığını, Rus Devrimi’nin devletin siyasal bir devrimle sönümlenebileceğine ya da sönümlenmeye başlayacağına dair siyasi iddianın üç ayağını, Sovyetler, UKKTH ve enternasyonalizmi kendi deneyimi ile yanlışlayarak bu siyasi iddiayı tarihe gömdüğünü ileri sürüyor. Ne dersiniz? Bir “Ekim Dersleri” tablosu yapsanız, bu görüş orada yer alabilir mi?

Ekim Devriminin “başarısızlığını” yine Lenin’in Finlandiya garına indiğinde verdiği söylevi irdeleyerek değerlendirmek gerekir. İç savaş ve kıtlık gibi nesnel faktörlerin ardına saklanmadan başarısızlığı yine siyasal düzeyde irdelemek gerek. Özetle Lenin’in Son Yazılar’ında ve Troçki’nin aynı tarihlerdeki Yeniyol yazı dizisinde dile getirilen meselelerden başlayarak ama önce Rosa Luxemburg’un siyasal demokrasi konusunda her ikisine yönelttiği eleştirileri (devrimi takdir eder tabii ki) alarak işe başlamak ve bürokratik karşı devrimin ne tür bir siyasal ve toplumsal güç ilişkileri içinde gerçekleştiğine bakmak gerekir.

Yoksa Ekim Devrimi’nin yarattığı umutlar ve önüne koyduğu hedeflerin tarihin çöplüğüne gönderildiğini iddia etmek en azından mevcut dünya hallerinden müthiş keyif alanların işi olabilir ancak. Ekim devrimi kendisiyle sınırlı olmayan kendinden önceki deneyimleri (özellikle Paris Komünü) içeren ve geleceğe de insanlığın kurtuluşu yolunda çağımızın en önemli deneyim olarak tekrar ve tekrar incelenmeye değer.

Ayrıca yalıtılmış bir ülkedeki devrimden dünyanın dertlerinin çözümünü beklemek de abes. Rosa’nın dediği gibi onlar o cesareti gösterdiler ama arkasını getirmek için başka güçler gerekiyordu.

“Sovyetler, UKKTH ve enternasyonalizm” konusunda hatalardan önce en gelişkin deneyimin de yine Rus Devrimi olduğu atlanmamalı. Devrimin ilk yıllarında dünyanın dört bucağındaki insanlara nasıl bir umut aşıladığını anlamak için bırakalım büyük lafları gündelik hayattaki değişimlere de bir göz atmak yeterli olacaktır.

Devrim tek boyutlu, sadece siyasal sonuçları olan bir olgu değil. Sanatsal, hukuksal vb. sonuçları da var. Ekim Devrimine bir bütün olarak baktığınızda bu anlamda bir mirastan söz etmek mümkün mü?

Elbette bir miras var ama bu bir vasiyetnamede yazılı bir miras değil. Engels’in Marx’ın “ben Marksist değilim” sözünü yorumlarken söylediği gibi bir “etiket” olarak değil bir “araştırma rehberi” olarak “tarih anlayışımızın” vazgeçilmez bir kaynağıdır. Yine Lenin’in bir devrimci parti hatalarından öğrenir sözüne dönersek Ekim devrimi elbette “zaaflarıyla” birlikte ele alınmalıdır. Ama daha sonraki bürokratik karşı devrimin, stalinizmin  hesabını Ekim’den sormamak gerekir; çünkü bu karşı devrim bizzat Ekim’in kendisine karşıydı.

Devrimin evrensel mesajını sahiplenen, 2010 yılında yitirdiğimiz, Paris ’68 devrimci kalkışmasının önderlerinden Marksist düşünür ve eylemci Daniel Bensaid, Ekim Devrimine bakarken “stratejik sorunu geri çağırmalıyız” diyordu. Son olarak bu bağlamda, bugün “Ekim Dersleri’ni çalışacak” ve “sosyalist bir geleceğe taşıyacak”  siyasal bir hareketin olanağı var mı? Varsa bu bir işçi hareketi mi, sosyal hareketler çoğulluğu mu? Ve bir “dünya partisi”, dünün mü, geleceğin mi sorunudur?

Sevgili Daniel’in söylediklerinin ne kadar yerinde olduğunu stratejik ufkun yitirilmesinin bedelinin ne  kadar ağır olduğunu tekrar be tekrar yaşıyoruz.  Ekim derslerini çalışmak elbette Ekim’i bir model olarak ele alıp tekrarlamak anlamına gelmiyor. İşçi sınıfının (bir ücret mukabilinde emeklerini satmak zorunda olanlar) yaşadığı yenilgiler yaptığı hamleleri anlamsızlaştırmaz. Gericilik dönemleri tarihin kaderi değilse de oldukça yaygındır. Şimdi de uzun bir gericilik döneminde yaşıyoruz ama dünyanın dört bucağında işçi sınıfının, emekçilerin, ezilenlerin yeni deneyimleri de eksik olmuyor. Omurgası emekçilerden oluşan bir hareket ancak ezilenlerin diğer kesimlerini de anlamlı bir bütünün parçası haline getirebilir. Tabii anti-kapitalizmi fabrikaya sınırlı görmeden, kapitalizmin yarattığı her tür tahribat alanında ona karşı mücadele olarak anlamak kaydıyla.

Dünya partisi ne dünün ne bugünün meselesi esas olarak geleceğin meselesi. Yani gerçekten bir özgürleşim olacaksa bunun dünya ölçeğinde olacağını Marx da Lenin de bildikleri için Enternasyonaller kurdular. Rakamlara takılmamak gerekir. Anti kapitalist, ekolojist, özyönetimci, feminist bir program etrafında farklı gelenekten gelenlerin oluşturacağı bir çoğulcu enternasyonal her daim gündemdedir. Enternasyonal marşını söyleyip de onu örgütlemeyi anlamsız bulmak bir garabettir.

Che’nin sosyalizmi – Michael Löwy

Latin Amerika marksizminin kurucusu Carlos Mariategui, 1928’de yayınlanan bir makalesinde şöyle diyordu: “Elbette Latin Amerika’daki sosyalizmin taklit ya da kopya değil, şiirsel bir yaratıcılığın eseri olmasını istiyoruz. Indo-Amerikan sosyalizminin esin kaynağı kendi gerçeğimiz, kendi dilimiz olmalı. Bu, yeni kuşaklara layık bir misyondur.”

Che’nin Mariategui’nin bu makalesinden esinlenip esinlenmediğini bilmiyoruz. Ama, okumuş olması muhtemel, zira hayat arkadaşı Hilda Gadea’nın Küba devrimini izleyen yıllarda Mariategui’nin yazılarını Che’ye verdiği biliniyor. Her halükârda, Che’nin siyasi düşüncesi ve pratiği, özellikle 1960’lı yıllarda, Sovyet modelini itaatkâr bir şekilde taklit etmenin Doğu Avrupa’da yarattığı felç haline odaklanmıştı. Che’nin sosyalizmin kuruluşuna dair fikirleri, “yeni bir şeyin şiirsel yaratımı”nı, farklı bir sosyalizm arayışını (bu arayış kesintili ve bütünlükten uzak olmasına rağmen) ve mevcut sosyalizmin bürokratik karikatürüne radikal bir muhalefeti içeriyordu.

Che’nin düşüncesi 1959’dan 1967’ye dek dikkate değer bir şekilde evrildi. Sovyet tarzı sosyalizmle, yani marksizmin Stalinist versiyonuyla arasına koyduğu mesafe giderek açıldı. 1965’te, Kübalı bir dostuna yazdığı mektupta, Küba’da Sovyet mahreçli marksizm kitaplarının yayınlanması şeklinde tezahür eden “ideolojik kuyrukçuluğu” sert bir dille eleştiriyordu. “Bu ‘Sovyet tuğlaları’nın dezavantajı, düşünmene izin vermemeleridir: Parti senin adına düşünüyor. Senin yapman gereken onların düşüncesini sindirmekten ibaret.”

1963’ten sonraki yazılarında, “taklit ve kopya”yı reddedişi, alternatif bir model arayışı, daha radikal, daha eşitlikçi, daha dayanışmacı, daha insani ve komünist etikle daha tutarlı bir sosyalizm arayışı belirginleşmiştir.

Che’nin Ekim 1967’deki ölümü, siyasal olgunlaşmasını ve entelektüel gelişimini noktaladı. Geride bıraktığı yazıları her soruya cevap veren, cilalanmış bir yapı arzetmez. Merkezi planlama, bürokrasiyle mücadele gibi sorunlara ilişkin düşünceleri bütünlükten uzaktır.

Ekonomizm ve komünist etik

Che’nin yeni bir yol arayışındaki temel itki –özgül ekonomik sorunların ötesinde– sosyalizmin bir uygarlık, bir toplumsal etik, bireyciliğe, frenleri patlamış egoizme, rekabetçiliğe, kapitalizmin karakteristiği olan herkesin herkese düşman olmasına taban tabana zıt bir toplum modeli sunamadığı takdirde, anlamını yitireceğine ve muzaffer zolamayacağına inancıdır.

Che’ye göre, sosyalizmin kuruluşu, yalnızca “üretici güçlerin gelişimi”ne önem veren Stalin, Krusçev ve haleflerinin “ekonomist” anlayışlarına tezat ahlâki değerlerden ayrı düşünülemez. Haziran 1963’te, gazeteci Jean Daniel’e verdiği ünlü mülâkatta, “reel sosyalizm”in eleştirisini geliştirdiği görülür: “Komünist etiği olmayan bir ekonomik sosyalizm beni ilgilendirmiyor. Yalnız yoksullukla değil, yabancılaşmayla da mücadele ediyoruz. Eğer komünizm devrimci bilinçten ayrıştırılırsa, bir bölüşüm yöntemi olabilir, ama devrimci bir etiğe sahip olamaz.”

Eğer sosyalizm, kapitalizmle onun sahasında savaşmayı, yani üretkenlik ve tüketim sahasında kapitalizme üstün gelmeyi iddia ederse ve bunu kapitalizmin silahlarıyla –metalar, rekabet, benmerkezli bireycilik– yapmaya kalkışırsa başarısızlığa mahkûmdur. Che’nin SSCB’nin çözülüşünü öngördüğü söylenemez, ama farklılıkları tolere edemeyen, yeni değerleri içermeyen, düşmanını taklit eden ve emperyalist metropolleri “yakalamak ve geçmek” dışında ihtirası olmayan bir sosyalist modelin istikbali olmadığına dair sezgisi aşikârdır.

Che Guevara’nın yeni yol arayışı üç başlıkta özetlenebilir: Ekonomi yönetiminin yöntemleri, ifade özgürlüğü ve sosyalist demokrasi perspektifi.

Birincisinin Che’nin düşüncesinde merkezi bir yer işgal ettiği açıktır. Diğer ikisi, ki bunlar birbirleriyle yakından bağlantılıdır, daha az gelişmiştir ve çeşitli boşluklarla ve çelişkilerle maluldür. Ancak kaygılarında ve siyasi pratiğinde hep mevcuttur.

Ekonomi yönetiminin yöntemleri

Planlamanın çeşitli veçhelerine ilişkin 1963-64 yıllarındaki ünlü tartışmada, Sovyet modelinin taraftarlarına muhalefet etmiştir. O tartışmadaki muarızları, Fransız marksisti Charles Bettelheim tarafından desteklenen Küba Dış Ticaret Bakanı Alberto Mora ve Küba’nın Ulusal Tarım Reformu Enstitüsü Başkanı Carlos Rafael Rodriguez’dir. Ernesto Guevara’nın Belçikalı marksist ekonomist Ernest Mandel tarafından desteklenen görüşleri “reel sosyalizm”in radikal bir eleştirisidir.

Che’nin itiraz ettiği Doğu Avrupa modelinin anahatları şöyleydi: Sosyalizme geçiş aşamasındaki ekonomilerin nesnel kuralının değer yasası olması (Stalin’in bu tezi, o dönemde Charles Bettelheim tarafından savunuluyordu); metanın üretim sisteminin temeli olması; rekabetin (kurumlar ve bireylerarası) üretkenliği artıran bir faktör olarak kabul edilmesi; kolektif teşvikler ve paylaşım yöntemleri yerine bireysel olanların tercih edilmesi; yöneticilere ve işletme müdürlerine ekonomik imtiyazlar verilmesi; sosyalist ülkeler arasındaki ekonomik ilişkilerde piyasa kriterinin belirleyici olması.

Şubat 1965’teki ünlü Cezayir Söylevi’nde, Che, emperyalist ülkelerle mücadele eden halklarla reel sosyalist ülkeler arasındaki eşitsiz ticari ilişkilere dikkat çekerek, sosyalist olduklarını iddia eden ülkelere “Batı’nın sömürücü ülkeleriyle işbirliği yapmaya son vermeleri” çağrısında bulunmuştu.

Sosyalizm, Che’ye göre, “insanlığa dair yeni bir bilinç geliştirmedikçe, yalnızca sosyalizmi kurmuş olan veya kurmakta olan toplumlara değil, dünya ölçeğinde emperyalizmden mustarip olan halklara kardeşçe bir yaklaşım içinde olmadıkça” varolması mümkün değildi.

Mart 1965’te yayınlanan “Küba’da Sosyalizm ve İnsan” başlıklı makalesinde, Doğu Avrupa’daki sosyalizm modellerini analiz ediyor ve “kapitalizmi kendi fetişleriyle fethetme” anlayışını reddediyordu. “Kapitalizmden devralınan köhne araçlarla (ekonomik birim olarak meta, kârlılık, bireysel maddi çıkarı bir kaldıraç olarak görmek vs.) sosyalizmin kurulabileceği hülyası bizi çıkmaz sokaklara götürecektir. Komünizmi kurmak için, yeni maddi temellerle birlikte yeni insanın yaratılması zorunludur.”

Che’ye göre, Doğu Avrupa ülkelerinden ithal edilen modelin başlıca tehlikelerinden biri, sosyal eşitsizliği artıran ve teknokratlarla bürokratlardan oluşan imtiyazlı bir kesim yaratmaktı. “Bu sistemde, hep daha fazla kazanan yöneticilerdir. Demokratik Alman Cumhuriyeti’ndeki yeni uygulamaya bakın: Yöneticilere verilen önem ve dahası, yöneticilerin yönettikleri için mükâfatlandırılmaları.”

Bu tartışmada iki taraf vardı. Bir tarafta, ekonomiyi değer yasası ve piyasa kuralları gibi kendine özgü yasaları olan bir özerk bir alan olarak gören “ekonomist” anlayış, diğer tarafta ise üretim önceliklerinin, fiyatlara ve benzeri konulara ilişkin ekonomik kararların sosyal, etik ve politik kriterlere bağlı olduğunu savunan siyasal sosyalizm anlayışı vardı. Che’nin önerisi, soyalizmin bu siyasal kriterleri temel alarak kurulmasıydı, dolayısıyla sosyalizm anlayışı Sovyet modelinden farklıydı.

Ancak şu da eklenmeli: Guevara, Stalinist bürokratik sistemin yapısına ilişkin net bir fikir geliştirememiştir.

İfade özgürlüğü

1963-64’teki ekonomi tartışmalarının önemli bir siyasi boyutu vardı ve bu, tartışmanın bizatihi kendisiydi: Sosyalizmin inşası sürecinde görüş ayrılıklarının toplumsal olarak ifade edilmesi ya da devrimin bağrındaki demokratik çoğulculuğun meşruiyeti.

Bu sorun ekonomi tartışmasında aleni değil, örtük olarak dile getirilmişti. Guevara, bu sorunu planlamadaki demokrasi meselesiyle net veya sistematik olarak ilişkilendirmemişti. Ancak, 1960’lı yıllarda, çeşitli vakalarda, tartışma özgürlüğünden ve fikri çoğulculuktan yana olmuştu. Kübalı Troçkistler konusunda aldığı tavır, bu açıdan ilginç bir örnektir. Che, Troçkistlerin analizlerine katılmıyordu, hatta birçok defa onları sert bir dille eleştirmişti. Ancak, 1961’de, Küba polisinin Troçki’nin Sürekli Devrim kitabınının provalarını imha etmesini kınamış, bunun “yapılmaması gereken bir yanlış” olduğunu vurgulamıştı. Birkaç yıl sonra, 1965’te, Küba’dan ayrılmasından kısa bir süre önce, Kübalı Troçkist lider Roberto Acosta Hechevarria’nın hapis cezasına son verilmesini sağlamış ve Hechevarria’nın serbest bırakılışında ona dostane bir mesaj göndermişti: “Acosta, fikirler şiddet kullanılarak yok edilemez.”

1964’te, Sovyetler’in kendisini “Troçkistlik”le suçlayan raporuna karşı, Sanayi Bakanlığı’ndaki yoldaşlarına şöyle demişti: “Bu durumda karşı fikirleri ya tartışma yoluyla bertaraf edebilecek kapasitede olacağız ya da o fikirlerin ifade edilmesine göz yumacağız. Fikirleri zor kullanarak bertaraf etmek mümkün değildir. Öyle yapıldığı takdirde zekânın özgür gelişimini engellemiş oluruz. Troçki’nin düşüncelerinde değerli birçok şey var, ancak temel kavrayışları ve son dönemdeki eylemleri bence yanlıştır.”

Guevara’nın, ifade özgürlüğünü en belirgin şekilde savunduğu ve Stalinist otoriterliğe en doğrudan eleştirisini yönelttiği alanın sanat olması tesadüf değildir. “Küba’da Sosyalizm ve İnsan” makalesinde, Sovyet tarzı “sosyalist gerçekçilik”i tek bir sanat biçimini empoze ettiği gerekçesiyle kınamıştır. “Memurların anladığı türden bir sanat bu. Ve bu metodla gerçek sanatsal arayışa son veriliyor, insanoğlunun sanatsal ifadesine daha doğar doğmaz deli gömleği giydiriliyor.

Sosyalist demokrasi

Che, sosyalizme geçişte demokrasinin rolü üzerine tamamlanmış bir teori geliştirmemiş olmakla birlikte, 20. yüzyılda sosyalizme büyük zarar veren otoriter ve diktatoryal anlayışları hep reddetmiştir. “Halkı eğitmek” iddiasında bulunanları, Marx Feuerbach Üzerine Tezler’de eleştirmişti. (“Eğiticileri kim eğitecek?”) Che de, 1960’ta yaptığı bir konuşmada şunları söylüyordu:

“Halkı eğitmenin ilk reçetesi onları devrime dahil etmektir. Halka, sırtında despotik bir hükümetle haklarını elde edeceğini öğretilebileceğini asla aklımızın ucundan geçirmeyelim. Halka öğretilecek ilk ve temel şey, haklarını fethetmeleridir. Yönetimde temsil edildiklerinde, onlara öğretilenleri ve çok daha fazlasını öğreneceklerdir. Başka bir deyişle, yegâne kurtuluş pedagojisi, devrimci pratik içinde halkın kendi kendisini eğitmesidir. Marx’ın ‘Alman İdeolojisi’nde dediği gibi: Şartların değişmesi ile insan eyleminin ya da kişisel değişimin çakışması yalnızca devrimci pratikle ortaya çıkabilir ve rasyonel olarak anlaşılabilir…”

Che, 1966’da, Sovyet ekonomi-politiğini eleştirdiği notlarında, şu satırlara yer veriyor: Stalin’in tarihsel suçu komünist eğitimin yerine dizginlenmemiş bir otorite kültünü koymasıdır.”

Che’nin düşüncesinde, demokrasi ve planlama arasındaki ilişki yeterince irdelenmemiştir. Planlamayı savunan ve piyasa kategorilerini reddeden tezleri çok önemlidir ve günümüzdeki neoliberal “piyasa dini”nin hâkimiyeti açısından yeniden değerlendirilmelidir. Ne var ki, Che’nin tezleri kilit siyasi soruyu bir kenarda bırakmaktadır: Planlamayı kim yapacak? Ekonomik plandaki başlıca tercihleri kim belirleyecek? Hakiki bir demokrasi olmadan –yani: a) siyasal çoğulculuk b) özgür tartışma c) toplumun tartışılan ekonomik öneriler içinde serbestçe tercihini yapması– planlama kaçınılmaz olarak bürokratik ve otoriter bir “ihtiyaçlar üzerinde diktatörlük” (tıpkı Sovyetler Birliği tarihinin bolca örneklediği gibi) yaratacaktır. Başka bir deyişle, sosyalizme geçişteki ekonomik sorunlar siyasal sistemin yapısından ayrı düşünülemez. Küba tecrübesinin son otuz yıl içinde gösterdiği, demokratik sosyalist kurumların yokluğunun olumsuz sonuçlarıdır. Ancak, yine de Küba, diğer reel sosyalist ülkelerdeki bürokratik ve totaliter sapmalardan kaçınmayı başarmıştır.

Bu tartışma devrimin kurumları meselesiyle bağlantılıdır. Guevara burjuva demokrasisini reddetmiştir, ancak anti-bürokrasi ve eşitlikçi duyarlılıklarıyla birlikte, sosyalist demokrasiye dair net bir vizyon geliştirmemiştir. “Küba’da Sosyalizm ve İnsan”da, devrimci devletin yanlışlar yapabileceğini, kitlelerin bu yanlışlara reaksiyon göstererek devleti yanlışlarını düzeltmeye zorlayacağını (buna örnek olarak partinin 1961-62’de Anibal Escalante liderliğinde izlediği sekter politikayı veriyor) kabul etmektedir. Ancak, şunu da eklemektedir: “Bu sistem hukuki, adilane önlemler almak için yeterli değildir. Kitlelerle daha yapısal bir bağ gerekmektedir.” Başlangıçta, kitlelerle liderler arasında muğlak bir “diyalektik birlik”le yetinmektedir. Ancak, birkaç sayfa sonra, sorunun çözümünün etkili bir demokratik denetime yol açmasından uzak olduğunu itiraf etmektedir. “Devrimin bu kurumsallaşması henüz gerçekleştirilememiştir. Yeni bir şey arıyoruz…”

Ernesto Guevara’nın hayatının son yıllarında reel sosyalizmi “taklit ve kopya” etmeyi reddederek Sovyet modelinden giderek uzaklaştığını biliyoruz. Ne var ki, son dönem yazılarının büyük bir bölümünün yayınlanması izah edilemez bir şekilde gerçekleşmedi. Bu yazılardan biri de, 1966’da kaleme aldığı SSCB’deki Bilimler Akademisi’nin Ekonomi Politiği’ne yaptığı eleştiriydi. Che’nin ekonomiye dair düşünceleri üzerine önemli bir kitap yazan Carlos Tablada, 1996’da kaleme aldığı bir makalede, Che’nin söz konusu yazısından bazı alıntılar yapıyor. (Tablada, Che’nin yazısının tamamını yayınlama izni alamamış.) Alıntılanan paragraflardan biri özellikle ilginç, zira Guevara’nın siyasal düşüncesinin sosyalist demokrasiye yaklaştığını gösteriyor. Che, demokratik planlama sürecinde, ekonomik kararları bizzat halkın, işçilerin, onun deyişiyle “kitlelerin” vereceğini söylüyor:

“Ekonomik faktörlerin toplumsal kaderi belirlediği bir plasebo, bir sahte ilaç veriliyor bize. Bu mekanik, gayrı-marksist bir tekniktir. Kitleler kendi kaderlerini belirleyebilmelidir, üretimin hangi payının birikime ve tüketime ayrılacağına onlar karar vermelidir. Ekonominin tekniği bu enformasyonun sınırları dahilinde işlemelidir ve kitlelerin bilinçleri bunun uygulanmasını temin etmelidir.”

Ekim 1967’de, CIA’nin ve Bolivyalı işbirlikçilerinin suikast kurşunları, yeni bir sosyalizmin, demokratik komünizmin yaratılmasını kesintiye uğrattı.

Çeviren: Yücel Göktürk
Express, sayı 77, Ekim 2007
Michael Löwy’nin Haziran 2001’de İtalya’daki Ernesto Che Guevara Vakfı’nda yaptığı konuşmadan özetlenmiştir.

Kaynak: https://birartibir.org/chenin-sosyalizmi/

Uluslararası Gıda Krizi ve Krizi Aşmak İçin Öneriler – Éric Toussaint ve Omar Aziki

2022’de yayılan bir düşüncenin aksine küresel gıda krizi Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinden önce başladı ve spekülasyon nedeniyle tahıl fiyatlarında artış yaşandı. Küresel ölçekte 2014’ten 2021’e kadar ciddi gıda güvencesizliğinden etkilenen insan sayısı 350 milyonu aşarak 565 milyondan 924 milyona yükselmiştir. Artış oranı özellikle 2019’dan 2021’e kadar keskin bir seyir izledi ve 200 milyondan fazla insanı etkiledi. 2021’de 2.3 milyon insan (dünya nüfusunun %29’u) makul ve ciddi gıda güvencesizliğini deneyimledi.[1] 2022’de bütün göstergeler bir uyarıyı işaret ediyordu. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, halk isyanlarına yol açabilecek muhtemel gıda krizinin nasıl üstesinden gelinebileceğini tartışmak için 17 Mayıs 2022’de bir araya geldi.

Bu durum, insanları beslemekten ziyade kâr elde etmeyi amaçlayan şirket tarımı modelinin doğrudan bir sonucudur. Bu durum, özellikle Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası’nın yapısal düzenleme politikalarının küresel pazarda rekabetçi ve kârlı, ihracat odaklı yoğun bir tarım biçimini desteklediği, dünyadaki gıdanın %70’ini üreten, temel gıdaların ve köylü tarımının üretimini azalttığı Güney ülkelerinde açıkça görülmektedir.[2] Gıda, bir avuç çok uluslu şirketin fiyatlara karar verdiği dünya pazarında spekülasyona bağlı bir meta haline gelmiştir.

21.Yüzyılda Açlık Çeken İnsanlar

Bu büyük tarım şirketleri kamusal yardımlardan faydalanır, yakıt amaçlı tarımın gelişmesi için git gide daha fazla arazinin kontrolünü eline alır, fazla tüketim mahsulleri için su kaynaklarını tüketir, hibrit ve GDO yararına köylü tokumlarını yok eder, kimyasal gübre ve böcek ilaçlarının kullanımı yaygınlaştırır.

Bu üretim modeli, ürünlerin dış şoklara karşı kırılganlığını önemli ölçüde arttırmakta, iklim değişikliğine, yağmurla beslenen tarımı etkileyen ve su tablolarını kurutan kuraklıklara büyük ölçüde katkıda bulunmaktadır. Bu, küresel kapitalist sisteminin ve gıda krizinin de içinde yer aldığı pek çok krizin bir parçasıdır.

İnsani Kriz Ne Kadar Ciddi?

Dünyada her on kişiden biri sürekli açlık hâlinde. FAO ve diğer BM organları tarafından geliştirilen daha geniş bir standarda göre, dünya nüfusunun %30’u orta derecede gıda güvencesizliği yaşamaktadır. FAO, Afrika kıtasında nüfusun yaklaşık %60’ının orta derecede gıda güvencesizliğinden ve %20’sinin şiddetli gıda güvencesizliğinden etkilendiğini ve bu rakamların iklimdeki istikrarsızlıkla birlikte artmasının muhtemel olduğunu gözlemlemektedir.[3]

2020 yılında, “beş yaşın altındaki tahmini 45 milyon çocuk, çocuk ölüm oranlarını 12 kata kadar artıran yetersiz beslenmenin en ölümcül şekli olan zayıflıktan muzdaripti. Ayrıca, beş yaşın altındaki 149 milyon çocuk, beslenmelerindeki temel besin maddelerinin kronik eksikliği nedeniyle bodur büyüme ve gelişme göstermiştir.”[4] 5 yaş altı çocuk ölümlerinin %45’i yetersiz beslenmeden kaynaklanmaktadır ve bu da 3.1 milyon çocuğa tekabül etmektedir.

“Gıda güvencesizliğindeki cinsiyet farkı 2021’de artmaya devam etti – dünyadaki kadınların %31,9’u orta veya ciddi derecede gıda güvencesizliğine sahipken, bu oran erkeklerde %27,6’dır – 2020’deki %3 puanlık farka kıyasla %4 puandan fazla bir fark.”[5]

Unicef 23 Haziran 2022’de krizden etkilenen 15 ülkede 5 yaşın altındaki yaklaşık 8 milyon çocuğun tedavi edici gıda ve bakım alamadıkları takdirde şiddetli zayıflık nedeniyle ölüm riski altında olduğunu açıkladı. “Yılın başından bu yana tırmanan küresel gıda krizi, özellikle Somali Yarımadası ve Orta Sahel’de olmak üzere krizin en ağır yükünü taşıyan 15 ülkede 260.000 çocuğun daha – ya da her 60 saniyede bir çocuğun – zayıflıktan muzdarip olmasına neden olmaktadır.” Unicef ayrıca şu açıklamayı da yapmıştı: “Şiddetli zayıflık tedavisinde kullanılan kullanıma hazır tedavi edici gıdaların fiyatı, temel malzemelerin maliyetindeki keskin artış nedeniyle son haftalarda %16 oranında yükselmiştir; 600.000 çocuk daha hayat kurtaran tedaviye erişememekte ve ölüm riskiyle karşı karşıya kalmaktadır.”

Çelişkili bir şekilde, yetersiz beslenmeden muzdarip olan insanların büyük çoğunluğu çiftçilerdir, bunlar çoğunlukla toprağı olmayan, yeterli toprağı bulunmayan ya da toprağı işleyecek imkanı olmayan ve borçlarını ödeyebilmek için mümkün olduğunca fazla tarımsal ürünü piyasada satmak zorunda kalan ve ailelerini gıdadan mahrum bırakan küçük üreticilerdir. Elbette, bir de yoksul kentli sınıflar var.

Sürdürülebilir gıda sistemleri üzerine uluslararası uzmanlar panelinin (IPES-food) bir üyesi olan Émile Frison Le Monde gazetesinde şunları söyledi: “Gıda krizinin COVID sağlık krizi ve Ukrayna’daki savaşın bir sonucu olduğu ve bu sorunlar çözülürse her şeyin yoluna gireceği yanılgısına kapılmamalıyız.” Le Monde’da çalışan gazeteci Mathilde Gérard ise şunları ekledi: “Bu iki büyük uluslararası olay aslında daha önceki yapısal zorlukları daha da ağırlaştırdı.”[6]

Küresel Gıda Krizinin Nedeni Üretimdeki Azalma Değil

Küresel gıda krizi, yetersiz gıda üretiminin bir sonucu değildir. Aslında küresel gıda üretimi yarım yüzyıldan uzun bir süredir dünya nüfusundan daha hızlı bir şekilde artmıştır. 2021 yılında tahıl mahsulü rekor bir seviyeye ulaşmıştır. Ancak, üretilen gıdanın giderek artan bir kısmının insan tüketimine yönelik olmadığının vurgulanması gerekmektedir.

Kuzey hükümetleri, halk arasında olumlu bir tepki uyandırmak için yanıltıcı bir şekilde Yeşil Yakıt veya biyoyakıt olarak adlandırılan tarımsal yakıt üretimini desteklemiştir. Nisan 2022 tarihli bir makalede, üst düzey bir devlet memuru ve Fransa Tarım Bakanlığı’nın eski danışmanı olan Jean-François Collin şunları vurgulamaktadır:

“Dünya tahıl üretiminin endüstriyel kullanımında (…), özellikle de etanol üretiminde kayda değer bir artış söz konusudur: Son elli yılda dünya üretimindeki artışın %30’u tahılların endüstriyel kullanımının geliştirilmesine ayrılmıştır. (…) Her yıl yaklaşık 200 milyon ton Amerikan mısırı işlenerek otomotiv yakıtında kullanılmak üzere etanole dönüştürülmektedir. Dünyada üretilen tahılların %10’u artık yakıt olarak kullanılmaktadır. Bunlara, yine yakıt olarak kullanılan diester üretiminde kullanılan kolza tohumu, soya veya palmiye yağı gibi tahıl olmayan diğer ürünlere ayrılan alanları da ekleyebiliriz. Bunların hepsi, doğrudan insanları besleyebilecek buğday ya da pirinç üretimine ayrılmayan alanlardır.”

Küresel tahıl üretiminin üçte birinden fazlası (%35) çiftlik hayvanları için yem olarak kullanılıyor.

Bir avuç ulus ötesi şirket tahıl pazarını kontrol ederek bir oligo-kutup oluşturmakta ve halkın çıkarları aleyhine kârlarını ve varlıklarını sürekli olarak arttırmaktadır. Küresel düzeyde, üçü ABD’li, diğeri Fransız olmak üzere dört şirket uluslararası tahıl pazarının %70’ini kontrol etmektedir. Fiyatlandırma ve tedarik üzerinde temel bir etkiye sahiptirler. Bu şirketler Archer Daniels Midland, De Bunge, Cargill ve Louis Dreyfus’tur ve genellikle ‘ABCD’ olarak anılırlar.

Cargill örneğini ele alalım. Oxfam International tarafından yakın zamanda yayınlanan bir raporda şöyle denilmektedir:

“Cargill küresel bir gıda devidir ve dünyanın en büyük özel şirketlerinden biridir. 2017 yılında küresel tarımsal emtia pazarının %70’inden fazlasını kontrol eden dört şirketten biri olarak rapor edilen Cargill’in %87’si dünyanın en zengin 11. ailesine aittir. Forbes milyarderler listesinde yer alan aile üyelerinin toplam serveti 42,9 milyar dolar ve 2020’den bu yana servetleri 14,4 milyar dolar (%65) artarak pandemi sırasında günde neredeyse 20 milyon dolar büyüdü. Bu artışta başta tahıllar olmak üzere gıda fiyatlarındaki yükseliş etkili oldu. Geniş Cargill ailesinin dört üyesi daha yakın zamanda dünyanın en zengin 500 kişisi listesine katıldı. Şirket 2021 yılında 5 milyar dolar net gelir elde ederek tarihindeki en büyük kârı elde etti; bir önceki yıl ise çoğu aile üyelerine olmak üzere 1,13 milyar dolar temettü dağıttı. Şirketin 2022’de de rekor kâr elde etmesi ve ailenin zaten göz kamaştırıcı olan servetine servet katması bekleniyor.”

Oxfam’ın raporu ekliyor:

“Bloomberg’e göre Cargill, gıda kıtlığı ve piyasadaki dalgalanmalar nedeniyle büyük kârlar elde eden tek şirket değil. Şirketin rakiplerinden biri olan tarımsal ticaret şirketi Louis Dreyfus Co. Mart ayında yaptığı açıklamada, büyük ölçüde tahıl fiyatlarındaki dalgalanmalar ve yağlı tohumlardaki güçlü marjlar nedeniyle kârının geçen yıl %82 oranında arttığını ifade etti.” (Kaynak: Oxfam Media Briefing Profiting from Pain, 23 Mayıs 2022 tarihinde yayınlanmıştır)

Gıda dağıtımı üzerindeki bu kontrol, bu tarım şirketlerinin yanı sıra Wallmart veya Carrefour gibi büyük ticari zincirlerin de 2021 yılında yaklaşık %30 fiyat artışı uygulamasına olanak sağladı.[7]

İleride tartışacağımız neoliberal serbest ticaret politikaları, gıda krizinin derinlerde yatan diğer nedenidir. Gerçekten de bu politikalar Küresel Güney ülkelerini tahıl ithalatına giderek daha bağımlı hale getirmiştir (aşağıda Güney ülkelerinin Dünya Bankası ve IMF gibi kurumların ve aynı zamanda kendi egemen sınıflarının baskısı altında uyguladıkları çeşitli politikalara ilişkin eleştirel yorumlarımıza bakınız). Dünya piyasasında fiyat artışına ve/veya arz sıkıntısına yol açan bir dış şok durumunda, yeterince tahıl üretmeyen Küresel Güney ülkeleri doğrudan etkilenmektedir.

Gıda Krizi Ukraynanın İşgali ile Başlamadı

Son dönemde gıda krizini derinleştiren pek çok faktörün içinde, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali üzerine tahıl pazarında yaşanan yoğun spekülasyondan bahsetmek zorundayız. İki hafta içerisinde üretimde hiçbir yıkım yaşanmamış ve yahut herhangi bir arz sorunu ortaya çıkmamışken, buğday ve mısırın fiyatında %50’ye yakın bir artış görüldü. Bu durumun yegane sorumlusu -gelecek hasatlar dahil- tahıl stoklayan firmalar lehine, borsada -asli olarak Chicago borsası- gerçekleştirilen spekülasyonlardı. Daha az sert olmakla birlikte, pirinç fiyatları da yükseldi. Süpermarket şirketleri ise hiçbir sebep olmamasına rağmen gıda fiyatlarını derhal arttırdı.

Bu yazının yazıldığı, 2022 Ağustos sonuna kadarki üç ayda, Chicago Borsasındaki buğday fiyatı %32, mısır fiyatı ise %22 oranında düşüş yaşadı; öte yandan bu düşüşlerin perakende fiyatları üzerinde hiçbir etkisi olmadı.

Hükümetler, fiyat belirleme veya denetleme yönünde politikalar uygulamaya koymadığı ölçüde gıda ürünlerinin perakende fiyatları sert bir şekilde yükseldi ve gelecekte bir düşüş ihtimali hayli uzak gözüküyor. Büyük şirketler arzularınca ürünleri fiyatlandırıyorlar.

Aslında, gıda krizi 2014’ten bu yana küresel ölçekte kötüleşerek devam ediyor. 2007-2008 yıllarında 800 milyon insanın açlık içinde yaşamasına yol açan ciddi bir gıda krizi yaşanmışken (açıklamamız için “Gıda krizinin temellerine ulaşmak” isimli yazımıza bakabilirsiniz), 2009-2013 yılları arasında durum görece iyileşmişti fakat takip eden yıllar tekrar bir düşüş ile birlikte geldi.[8]

Tablo 1

FAO The State of Food Security and Nutrition in the World 2022, table 4, p. 26.

Küre genelinde, 2014-2021 arasında, ciddi bir şekilde gıda güvencesizliği yaşayan insan sayısı; 565 milyondan 924 milyona, 350 milyonluk bir artış yaşadı.

Tablo 2

FAO The State of Food Security and Nutrition in the World 2022, table 4, p. 26.

Açlık Sonlandırılabilir mi?

Açlığı sonlandırmak kesinlikle mümkün. Bu hayati hedefi gerçekleştirmek için, mevcut şirket tarımı modelinden kökten bir şekilde ayrılan, gıda egemenliği temelli bir proje gerekiyor. Gıda egemenliği, her ülkenin ihtiyaç duyduğu temel gıdayı üretme kapasitesini sağlama ve geliştirme hakkı anlamına geliyor. Bu pek tabii, başta toprak, su ve tohum olmak üzere doğal kaynakların korunmasını ön kabul olarak alıyor. Pazar talepleri veya dev ulus ötesi firmalar değil, gıda sistemlerini ve politikalarını belirlemedeki merkezi konumun gıdayı üretenlere, dağıtımında çalışanlara ve tüketicilere bırakılması şart. Bu doğrultuda ithalat ve ihracatın azaltılarak, gıda ihtiyacının yerel üreticiler tarafından sağlanması gerekiyor.

Gıda egemenliğinin gerçekleşebilmesinin tek koşulu, hükümetlerin aldıkları kararlarda agroekolojiyi desteklemesidir. Agroekoloji, mevcut verim odaklı neoliberal modele bir alternatif oluşturuyor. Bu model, köylülerin kolektif haklarını garanti altına alma, biyo çeşitliliği koruma, yerel gıda sistemlerini güçlendirme ve kadın emeğinin tam anlamıyla hayati konumunun altını çizme özellikleriyle diğer modellerden ayrılıyor.

Bu modelin sağlayacağı şey: GDO’lar olmaksızın; pestisit, herbisit ve kimyasal gübreler kullanılmadan üretilen nitelikli gıda. Fakat bu hedefe ulaşabilmek için, üç milyarı aşkın köylünün büyük toprak sahiplerini, çok uluslu şirketleri, tüccarları veya tefecileri zengin etmek için değil, kendileri için tarım yapmalarına izin verecek şekilde toprağa erişiminin sağlanması gerekmektedir. Ayrıca, köylülerin -toprağı yormayan şekilde- tarım yapmaları için kamu desteklemelerine erişebilmesi gerekir.

Toprak Reformu hala ciddi bir gereklilik, özellikle Brezilya, Bolivya, Paraguay, Peru, Asya ve kimi Afrika ülkelerinde çok acil şekilde. Böyle bir reform, toprağın yeniden dağıtımını gerçekleştirirken, büyük özel mülk sahipliğinin önüne geçmeli ve çiftçilere kamu desteği sağlamalı. Her şeyden önce, Dünya Bankası, Bill & Melinda Gates Vakfı ve çok-uluslu şirketlerin dayattığı ve büyük çaplı toprak gaspları yararına işleyen tarım politikalarına karşı bir güç oluşturmalı.

Toprak reformu, mevcut ormanları muhafaza etmenin yanında yeniden-ormanlaştırma çalışmalarını desteklemeli, su kaynaklarının özelleştirilmesini ve metalaştırılmasını durdurmalı, toprağın verimliliğini azaltan monokültür tarımı reddetmelidir. Şunun altı çizilmelidir ki: ülkelerin uluslararası pazarlara bağımlığını arttıran, küçük çiftçiye desteğin önünü kesen, çokuluslu tarımsal ticaretlere imtiyazlar sağlayan politikaları devletlere dayatmaları itibariyle, gıda krizindeki en büyük sorumlular arasında IMF ve Dünya Bankası bulunmaktadır. Küresel Güneydeki hükümetlere, kıtlık ve/veya fiyat patlamaları durumunda iç pazardaki arzı güçlendirmede önemli olan tahıl silolarını tasfiye etmelerini söyleyenler IMF ve Dünya Bankası’ydı. Bu hükümetlere kamu kredi fonlarını kaldırtıp, çiftçileri fahiş faiz oranlarıyla tefecilerin -sıklıkla büyük tüccarlar- ve özel bankaların pençesine düşüren yine bu iki kurumdu. Bunun öngörülebilir sonucu ise, ister Hindistan’da ve Meksika’da olsun isterse Mısır ve pek çok Sahra-altı Afrika ülkesinde olsun, küçük çiftçilerin altına girdiği dev borç yüküydü.

Resmi anketlere göre, 25 yılda aldığı 400 bin canla borçluluk Hindistanlı köylüler arasındaki asli intihar sebebiydi. Tahmin edileceği üzere, Dünya Bankasının köylülere yönelik kamu kredilerini sonlandırmasını talep ettiği ülkelerden biri Hindistan’dı. DB ve IMF’nin baskısıyla, son 50 yılda çok sayıda güney hükümeti buğday, pirinç ve mısır üretimlerini; kakao, kahve, çay, muz, yer fıstığı, çiçek, pamuk ve şeker kamışı lehine sınırladı. Tarımsal ticaret şirketlerine ve -başta ABD, Kanada ve Avrupa olmak üzere- tahıl ihracatçısı ülkelere gösterdikleri bu iltiması, hükümetlerin Küresel Kuzeyde büyük oranda sübvanse edilen ithalat ürünlerine kapılarını açmaya dayatmasıyla noktaladırlar. Bu durum, Güneyde yerel gıda üretiminin ciddi anlamda düşmesine ve pek çok üreticinin iflas etmesine yol açtı.

Özetle, yapmamız gereken şey: gıda egemenliğini tesis etmek, agroekolojiyi teşvik etmek ve toprak reformlarını uygulamaya koymak. Endüstriyel biyoyakıt üretimini sonlandırmalı ve bu alanda çalışan şirketlere sağlanan kamu desteğini kesmeliyiz. Kamusal gıda rezervlerini -özellikle tahıllar: pirinç, buğday, mısır-, tarımsal kamu kredi fonlarını yeniden devreye sokmalı ve gıda fiyatlarını düzenlemeliyiz. Yoksul halkın nitelikli gıdaya, düşük fiyatlar karşılığında erişebilmesi şart. Temel gıdaya katma değer vergisi kaldırılmalı. Küçük çiftçilerin yaşam koşullarını yükseltmeye yetecek fiyatlar devlet tarafından güvence altına alınmalı. Devlet aynı zamanda kırsal alanlara yönelik sağlık hizmetleri, eğitim, iletişim, kültür ve tohum bankaları gibi kamu hizmetlerini geliştirmeli. Kamu kurumları, çiftçilerin yeterli bir gelir düzeyine sahip olması için uygun satış fiyatlarıyla gıda satın alıp; tüketiciler için sübvanse edilmiş fiyatlar belirleyecek kaynaklara fazlasıyla sahip.

Açlıkla Mücadele Daha Geniş Bir Mücadelenin Parçasıdır

Esasen sorunların kaynağına inmeden açlıkla ciddi biçimde savaştığımızı söyleyemeyiz. Borç bunlardan biridir ve G7 veya G20 zirvelerinde olduğu gibi bu konuda son yıllarda sıkça dile getirilen beyanatlar açlığın çözülmemiş bir problem olarak devam ettiği gerçeğini örtemez. Mevcut küresel kriz gelişmekte olan ülkelerin borç sorununu daha da kötüleştirdiği gibi yeni bir borç krizi de kapıda. 2022’de Sri Lanka veya Arjantin’de yaşananlar göze çarpan örneklerdir. Diğer taraftan borçlanma, geniş ölçekli insan ve doğal kaynaklara dayanabilme potansiyeline sahip olan Güney’deki halkı büyük bir yoksulluğa sürükledi. Borç sistemi durdurulması gereken örgütlü bir yağmadır.

Aslında gayrimeşru kamusal borcun karanlık mekanizması iyi gıdaya erişimle birlikte temel insan ihtiyaçlarının karşılanmasının önünde büyük bir engeldir. Şüphesiz, jeopolitik veya finansal bakımdan olsun, temel insan ihtiyaçlarının karşılanması diğer faktörlerden daha önemlidir. Ahlâki bir perspektiften, bitmeyen borç mekanizmasının ayaklar altına aldığı sekiz milyar yurttaşın temel haklarının yanında alacaklıların, mülk sahiplerinin veya spekülatörlerin hakları önemsizdir.

Temel ihtiyaçlarını karşılamak yerine varlıklı alacaklılara geri ödemek için sorumlu olmadıkları krizle yoksullaşan insanlardan (Kuzeyde veya Güneyde) kaynaklarının büyük bir kısmını ayırmalarını istemek ahlâki değildir. Ahlâki olmayan borç, çoğunlukla kredileri toplumun çıkarına kullanmayan, Kuzey’deki ülkelerin Dünya Bankası ve IMF gibi özel kredi kuruluşların zımni ve aşikâr onayıyla büyük ölçekte yolsuzluğu örgütleyen demokratik olmayan rejimlerle sözleşmeye bağlanmış olmasının bir sonucudur. Sanayileşmiş ülke alacaklıları, genellikle bilerek yozlaşmış rejimlere borç verdi. Halktan ahlâki olmayan ve gayrimeşru borçları geri ödemelerini talep etme hakları yoktur.

Özetle borç, yeni bir tür sömürgeciliğin ana mekanizmalarından biridir. Önceden zengin ülkelerin işlediği kölelik, yerli halkların yok edilmesi, sömürgeci esaret, hammaddelerin, biyo çeşitliliğin, çiftçilerin bilgi birikiminin (Kuzey’in ulus aşırı tarım ticaretinin çıkarı için Hindistan’ın basmati pirinci gibi Güney’in zirai ürünlerin patentinin alınması gibi) ve kültürel mallarının yağmalanması, beyin göçü vb. ihlallerin başında gelir. Adalet kaygısıyla, tahakküm mantığının yerine zenginliğin yeniden dağıtımı mantığını koymanın tam zamanıdır.

G7, IMF, Dünya Bankası ve Paris Kulübü kendi hakikat ve adalet şekillerini dayattıkları gibi hem hâkim hem de savcıdırlar. 2007-2009 krizinden bu yana G20, G7’nin yerine geçerek güvenilmez ve gayrimeşru hale gelen IMF’yi özellikle Küresel Güney ile ilgili politik ve ekonomik oyunun merkezine geri getirmeye katkıda bulundu. İster Kuzey’deki ister Güney’deki bu baskı yapıcıların yararına olan adaletsizliğe son vermeliyiz.

Gayrimeşru Borçların İptali Komitesi (Committee for the Abolition of Illegitimate Debts/CADTM); mevcut gıda kriziyle yüzleşmek ve gıda egemenliğini sağlamak amacıyla uluslararası çiftçi/köylü hareketi La Via Campensinanın biçimlendirdiği önerileri ve talepleri canı yürekten desteklemektedir. [9]

Bu acıklı koşullar karşısında, La Via Campensina, krize yönelik hem kısa hem de uzun vadeli güçlü talepler ve öneriler getirmektedir.

Acil Eylem Taleplerimiz:

  • Gıda spekülasyonuna son verilmeli ve emtia piyasalarında gıda ürünleri ticareti askıya alınmalıdır. Vadeli tarımsal işlemlere dair spekülasyon derhal yasaklanmalıdır. Uluslararası ticareti yapılan gıdaların fiyatı üretim maliyetiyle bağlantılı olmalı, hem üreticiler hem de tüketiciler için adil ticaret ilkeleri uygulanmalıdır.
  • Dünya Ticaret Örgütü’nün gıda piyasası üzerindeki hakimiyetine sona verilmeli ve tarım serbest ticaret anlaşmalarının dışında tutulmalıdır. Özellikle, Dünya Ticaret Örgütü’nün, ülkelerin kamu gıda stoklarını artırmalarını engelleyen ceza hükümleri ile piyasa ve fiyat düzenlemeleri hemen kaldırılmalıdır. Böylece ülkeler bu zor koşullarda küçük ölçekli gıda üreticilerini desteklemek için gerekli kamu politikası geliştirebilirler.
  • Gıda Güvenliği Komitesi acil bir toplantıya çağrılmalı, ithalatçı ve ihracatçı ülkeler arasındaki emtia anlaşmalarına dair şeffaf müzakereleri yürütmek için yeni bir uluslararası kurul oluşturulması Böylece, gıda ithaline bağlı hale gelen ülkeler erişebilir bir fiyata ulaşabilir.
  • Tarımsal ürünlerin biyoyakıt veya enerji üretiminde kullanılması yasaklanmalı, yakıt karşısında gıdanın mutlak önceliği olmalıdır.
  • En kırılgan ülkelerin kamu borçlarının ödenmesinde küresel moratoryum uygulanmalıdır. Mevcut koşulda, borcunu ödemesi için çok kırılgan ülkelere baskı yapmak son derece sorumsuzca olup toplumsal, ekonomik ve gıda krizine neden olur. Ulusal kamu politikalarını ve kamu hizmetlerini yok eden IMF baskılarına son verilmelidir. Gelişmekte olan ülkelerin gayrimeşru dış kamusal borcunun iptali için çağrı yapıyoruz.

Gıda Egemenliğini yeniden inşa etmek için uluslararası, bölgesel ve ulusal ölçekte radikal politika değişikliği taleplerimizi hayata geçirmek için:

  • Uluslararası ticaret düzeninde radikal bir değişim olmalıdır. Dünya Ticaret Örgütü lağvedilmelidir. Gıda egemenliğiyle temellenen tarım ve ticaret için yeni bir küresel çerçeve; yerel ve ulusal ölçekli köylü tarımını güçlendirecek bir yol açmalı, yeniden yerelleşmiş gıda üretimine istikrarlı temel sağlamalı, yerel ve ulusal ölçekte köylülerin öncülük ettiği piyasalar desteklemeli ve rekabet ve spekülasyon yerine işbirliği ve dayanışmaya dayanan uluslararası adil bir ticaret sistemi sağlamalıdır;
  • Ulus aşırı şirketlerin su, tohum ve toprak gasbına son vermek, küçük ölçekli üreticilerin üretim kaynakları üzerinde adil haklara sahip olmasını sağlamak halkçı ve entegre tarım reformu hayata geç Çevreyi koruma bahanesiyle karbon piyasası veya başka biyo çeşitlilik denkleştirme programlarıyla, bu topraklarda yaşayanları ve nesiller boyunca müştereklere sahip çıkanları dikkate almadan şirket çıkarlarıyla toprakların ve müştereklerin özelleştirilmesini ve gasbını protesto ediyoruz.
  • Tüm nüfusa yetecek miktarda ve nitelikte sağlıklı gıda üretmek için, radikal bir şekilde agroekolojiye geç Mevcut durumda iklim ve çevre krizinin bize hayli zorluk çıkaracağını akılda tutmalıyız. Yeterli ve nitelikli gıda üretirken biyo çeşitliliği yeniden canlandırmak ve sera gazı emisyonunu büyük ölçüde düşürmenin zor olacağıyla yüzleşmeliyiz.
  • Gıda üretiminde köylülerin kapasitesini desteklemek için girdi piyasası (krediler, gübreler, tarım ilaçları, tohumlar, yakıt gibi) etkin bir şekilde düzenlenmeli, aynı zamanda daha agroekolojik tarım pratiklerine adil ve planlı bir geçiş sağlanmalıdır;
  • Gıda yönetişimi ulus aşırı şirketler yerine yerel üretime dayanmalıdır. Küresel, bölgesel, ulusal ve yerel düzeyde ulus aşırı şirketlerin gıda yönetişimini ele geçirmesi engellenmeli ve halkın çıkarları öncelikli olmalıdır. Gıda yönetişimiyle ilgilenen bütün organlarda küçük üreticilerin hayati rolü tanınmalıdır;
  • Kırsal toplulukları korumak için Birleşmiş Milletler Köylü Hakları Deklarasyonu yasal olarak bağlayıcı bir araca dönüştürülmelidir.
  • Ülkelerin kamusal stok kapasitesi artırılmalıdır. Gıda stok stratejisi; hem ulusal düzeyde hem de agroekolojik uygulamalarla yerel olarak üretilen gıdayla birlikte toplum düzeyinde gıda rezervleri yapılmalı ve kamu desteğiyle gerçekleştirilmelidir.
  • İklim mühendisliği, GDO, veya yapay et üretimi gibi insanlığı tehdit eden tehlikeli teknolojilere yönelik küresel moratoryum yapılmalıdır. Köylü özerkliğini ve köylü tohumlarının kullanımı artıran, düşük maliyetli teknolojiler teşvik edilmelidir.
  • Kırsal ve kentsel alanlarda yaşayanlar, gıda üreticileri ve tüketicileri arasında yeni ilişkileri sağlamak için kamusal politikalar geliştirilmeli, üretim maliyetine dayanan adil fiyatlar garantiye alınmalı, kırsal kesimde üretim yapanların iyi bir gelire, tüketicilerin de sağlıklı gıdalara adil erişimine olanak sağlanmalıdır.
  • Kırsal kesim ve kentli işçi sınıfı arasında eşitlik ve saygıya dayalı yeni toplumsal cinsiyet ilişkileri teşvik edilmelidir. Kadınlara yönelik şiddet derhal durmalıdır.

Kaynak: Umut-Sen https://umutsen.org/index.php/uluslararasi-gida-krizi-ve-krizi-asmak-icin-oneriler-eric-toussaint-ve-omar-aziki/

Çevirenler: Bartu Şanlı, Burak Bilgiç ve Nuray Turan

Düzenleyen: Umut Kocagöz

Orjinal metin: International Food Crisis and Proposals to Overcome It


[1] Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), “Dünyada Gıda Güvenliği ve Beslenme Durumu (2022).” https://www.fao.org/documents/card/en/c/cc0639en

[2] FAO, “aile çiftçilerinin, … dünyadaki gıdanın yüzde 70’inden fazlasını ve gelişmekte olan ülkelerde yüzde 80’inden fazlasını ürettiğini” belirtmektedir. Bu açıklamanın sonuna bakınız.

[3] Bu terimlerin tanımları için bakınız FAO, “Dünyada Gıda Güvenliği ve Beslenme Durumu (2022),” s. 204.

[4] Dünya Sağlık Örgütü tarafından yapılan basın açıklaması, 6 Temmuz 2022.

[5] a.g.e.

[6] Mathilde Gérard, “yetersiz beslenme: dünya üzerinde on kişiden biri açlıkla baş başa ve bu sayı iki yıldır hızlı biçimde yükselmektedir.” Le Monde, 6 Temmuz 2022.

[7] Oxfam Medya Brifingi, Acıdan Kazanç Sağlamak. Milyarder servetindeki artış ve küresel hayat pahalılığı krizinin ortasında zenginleri vergilendirmenin aciliyeti, 23 Mayıs 2022 tarihinde yayınlanmıştır, s. 6.

[8] Bkz: La Via Campesina: Gıda Krizini Durdurun! Gıda Egemenliği, Hemen Şimdi! https://viacampesina.org/en/lvc-statement-stop-the-food-crisis-build-food-sovereignty-now/