İmdat Freni

ENZO TRAVERSO İLE FAŞİZMİN YENİ ÇEHRELERİ

  Post-faşizm sarkacı

17 Ocak 2021

On yıl önce, faşizmin ayak seslerinden söz etmek “daha neler” dedirtiyordu, 2020 küresel çapta faşizm gündemiyle kapandı, 2021 onunla açıldı. Peki, bugün faşizm dendiğinde ne anlamalı, sağ popülizm klasik faşizmle nasıl bir ilişki içinde? Dahası, nasıl bir tarihsel eşikteyiz? “Faşizmin Yeni Çehreleri” kitabının yazarı, tarihçi Enzo Traverso’nun Jacobin’e 2 Nisan 2019’da verdiği, hâlâ tazeliğini koruyan söyleşiye zaplıyoruz.

Faşizm ve popülizme dair güncel tartışmalar genellikle kelimelerin anlamlarına sıkışıp kalıyor. Faşizmin Yeni Çehreleri kitabınızda farklı bir yaklaşım benimseyerek kelimelerin kamusal söylemde nasıl kullanıldığı ve “tarihin kamusal kullanımına” dair neleri görünür kılabileceğiyle ilgileniyorsunuz. Faşizmin Yeni Çehreleri’nin ilham kaynakları nelerdi?

Enzo Traverso: Geçmişin yorumlanışı bugünkü kamusal kullanımından ayrı düşünülemez. Faşizmin kavramsallaştırılmasıyla ilgileniyorum ama, bu çabam sadece tarihyazımına dair değil, siyaseten tarafsız da değil. Örneğin, faşizm ile popülizmi ayırıyorum. İlki demokrasiyi yıkmak anlamına geliyor, ikincisiyse farklı, hatta zıt istikametlere yönelebilen, ancak genelde demokratik bir çerçeve içinde var olan bir siyaset tarzı. Faşizm kavramının bugün nasıl çözümlenmesi gerektiğinden emin değilim. Sıkça suistimal edilen bir olgu. Faşizmin geri dönmesi genelde solcuları endişelendiren bir mesele olageldi. Bugün ise sağcı popülizm ve post-faşizm tehdidi altındaki seçkinlere ait bir çekinceye dönüştü. Örneğin, ABD’de Madeleine Albright ve Robert Kagan, İtalya’da Matteo Renzi’yi düşünün. Öte yandan, geleneksel seçkinlerin önerdiği “faşizm karşıtı” birleşik cephe yeni radikal sağın Doğu Avrupa’dan Batı Avrupa’ya, ABD’den Brezilya’ya birçok yerde ortaya çıkıp yayılmasına izin veren koşulların şekillenmesindeki sorumluluğunu gizliyor. Kitabın çıkış noktası şu sorularda yatıyor: Faşizm 21. yüzyılda ne anlama geliyor? Yeni sağın küresel ölçekteki yükselişini 1930’ların klasik faşizmine bir dönüş olarak mı görmeliyiz, yoksa bu yepyeni bir olgu mu? Nasıl tanımlayabilir ve karşılaştırabiliriz?

İsmine odaklanınca kitabınızın “neofaşizm” hakkında olduğunu düşünmek mümkün. Siz ise Avrupa siyasetindeki sağa yönelişin klasik faşizmle bağlantılı, ancak aynı zamanda ondan uzakta duran “post-faşist” bir olgu olduğunu öne sürüyorsunuz. Bu fark niçin önemli?

Neofaşizm, yani klasik faşizmle bağlantılı olduğunu iddia eden hareketler marjinal bir olgu. Yeni radikal sağın başarısının anahtarlarından biri, kendisini “yeni bir olgu” olarak betimlemesi. Ya faşist kökenleri bulunmadığını (Trump ya da Salvini) ya da kendi geçmişiyle ciddi bir kopuş yaşadığını (babasını Ulusal Cephe’den aforoz eden Marine Le Pen) savunuyor. Yeni sağ milliyetçi, ırkçı ve yabancı düşmanı. Radikal sağın iktidarda olduğu ya da ciddi bir şekilde güçlendiği Batı Avrupa ülkelerinde demokratik ve cumhuriyetçi bir söylem benimsiyor. Dillerini, ideolojilerini ve tarzlarını değiştirdiler. Diğer bir deyişle, eski faşist alışkanlıklarını terk ettiler, ancak bambaşka bir şeye de dönüşmediler. Henüz siyasi sistemlerimizin olağan bir bileşeni de değiller. Bir yandan, yeni aşırı sağ artık faşist değil. Öte yandan, faşizm ile karşılaştırılmadan tanımlanması da mümkün değil. Yeni sağ, faşizme dönüşebilecek, ancak muhafazakâr, otoriter ve popülist demokrasinin yeni bir şekline de evrilebilecek bir olgu. Post-faşizm kavramı bu durumu yansıtmaya çalışıyor. Gelecekteki evrimini bugünden öngörmek imkânsız. Bu noktada, geçen yüzyıldaki iki dünya savaşı arasındaki dönemle mukayese yapmak önemli, iki durumda da uluslararası nizam zayıf. Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki kaosun sebebi Avrupa Uyumu diye tabir edilen 19. yüzyıla ait klasik liberalizmdeki çöküştü. Bugün yaşananlar ise Soğuk Savaş’ın bitmesinin sonucu. Faşizm ve post-faşizm bu tür karmaşık ve dalgalı koşullarda filizlendi.

Fransa’daki Ulusal Cephe’yi post-faşizme dair tipik bir örnek olarak sunuyorsunuz. İspanya’da Vox Partisi’nin yükselişi ya da İtalya’da Salvini’nin Lig Partisi sizi post-faşizmin temel tanımına dair nüanslara odaklanmaya yöneltiyor mu, yoksa genel kavramsal çerçevenize uyuyorlar mı?

Aşırı sağın Fransa, İtalya, Macaristan, Avusturya, Polonya ve son dönemde, genellikle istisna olarak addedilen iki ülke olan, İspanya ve Almanya’daki başarısı genel bir eğilimin altını çiziyor. Fransa’daki Ulusal Cephe sadece bir haberciydi. Bu gerici ve milliyetçi “Avrofobik” hareketlerin yükselişi, bir yandan da Avrupa Komisyonu’nun bizzat uyguladığı politikaların ürünü. AB cebri bir hukuki yapı aracılığıyla kendi kurallarını devletlere dayatan ve kimi zaman anayasalara sızan karmaşık bir kanunlar ağı inşa eden bir vasıtaya, finansal kapitalizmin vasıtasına dönüştü. 2008 krizinde devletlerin kurtardığı neoliberal seçkinlerin en görkemli başarısı kendi toplumsal iflaslarını devletlerin finansal krizine tahvil edebilmeleriydi. Bugün Goldman Sachs danışmanı olan Barroso ve vergi cenneti Lüksemburg’un eski lideri Junker gibi Avrupa Komisyonu başkanlarının, Yunanistan krizinin ve on yıl boyunca uygulanan kemer sıkma politikalarının ardından Matteo Salvini ve Viktor Orbán gibi sağcı popülist liderlerin yükselişi hiç şaşırtıcı değil: “Aklın uykusu canavarlar yaratır”. AB’yi savunarak post-faşizme karşı etkin bir mücadele yürütemeyiz. Milliyetçiliği ve sağ popülizmi alt etmenin yolu AB’yi dönüştürmek.

Francisco de Goya, Aklın Uykusu Canavarlar Yaratır, 1815-19


Analizinizin büyük bölümü Fransa’ya odaklanıyor. Yeni aşırı sağ aslında orada daha ziyade “bastırılmışın geri dönüşü”ne tekabül ediyor. Ulusal Cephe’nin ana akıma dönüşmesi Beşinci Cumhuriyet’in kökenindeki otoriter ve sömürgeci tarihin alenileşme süreci gibi. Bu sizce doğru mu? Eğer öyleyse, aşırı sağ eğilimlerle cebelleşen diğer ülkelere de yayılabilir mi?

Avrupa’da Asyalı ve Afrikalı göçmenlere yönelen yabancı düşmanı ve ırkçı dalganın kaçınılmaz olarak yeni-sömürgeci bir tarafı var. Hedefteki Müslüman göçmen ve mülteciler eski Avrupa sömürgelerinden geliyor. Bu, Avrupa’nın sömürgeci bilinçaltının devamlığını görünür kılan türden bir “bastırılmışın dönüşü”. Ancak, eski sömürgeci ve ırkçı söylemler terk edildi. Ulusal Cephe artık Fransız Cezayir’ine nostalji duyanlara ait bir hareket değil. Kendisini küreselleşme, toplu göç ve islâmi köktenciliğin tehdidi altındaki Fransız ulusal kimliğinin koruyucusu olarak betimliyor. Bu yeni-sömürgeci duruş cumhuriyetçi ve “ilerici” alışkanlıkları içerebilir. Bir yandan Fransa ve Avrupa’nın Hıristiyan köklerini islâmi “istilaya” karşı muhafaza etmek istiyor, öte yandan insan haklarını, hatta bazen kadın ve eşcinsel haklarını islâmi gericiliğe karşı koruyormuş gibi yapıyorlar. Bu savlar Ulusal Cephe’nin çok ötesinde, Fransız medyasında da son derece yaygın. Yakın geçmişte Académie Française üyesi olan Alain Finkielkraut gibi, Marine Le Pen’le karşılaştırılmak istemeyen birçok kamusal entelektüel onun en etkin müttefikine dönüştü. 2015’teki terör saldırıları sonrasında, Cumhurbaşkanı François Hollande ve başbakan Manuel Valls Ulusal Cephe’nin savunduğu olağanüstü hal, sokağa çıkma yasakları ve kayıtsız göçmenlerin topluca sınır dışı edilmesi gibi politikaları benimsedi. Hatta çift kimlikli, Kuzey Afrika kökenli ve Fransa vatandaşı teröristlerin vatandaşlığını iptal etmeye bile çalıştılar.

Faşizmi kapitalizm içinde tarih-ötesi bir olgu olarak gören “mikro-faşizm” ve benzer kavramlara dair fikriniz nedir?

Küresel bir olguyla yüz yüze olduğumuz için “mikro-faşizm” uygun bir tanım değil gibi gözüküyor. Hakiki bir demokrasi toplumsal eşitlik gerektirdiğinden, Wendy Brown’ın da çok güzel açıkladığı gibi, özellikle neoliberal çağda, kapitalizmin demokrasinin feshine tekabül ettiğini söyleyebiliriz. Bu kapitalizmin bir hastalığı ya da yozlaşmış bir şekli olmaktan ziyade, kapitalizme içkin genel bir eğilim. 19. yüzyılın ilk yarısında bile, Tocqueville gibi klasik bir liberal düşünür kapitalizmin gelişiminin piyasa toplumu ile demokrasi arasındaki “seçici yakınlığı” tehdit ettiğini idrak etmişti. Kapitalizm ve demokrasi arasındaki bu tür bir kimlik tasavvuru 20. yüzyılın ikinci yarısında, refah devleti döneminde bir söylenceye dönüştü. Aslında, kapitalizmin bu şekilde “insanileştirilmesi” Ekim Devrimi’nin bir sonucuydu. Reel sosyalizmin çökmesi ve sömürgelerden çekilme sürecinin bitmesi sonrasında, kapitalizm “vahşi” doğasını yeniden keşfetti. Toplumsal eşitsizlikler küresel çapta tırmandı ve demokrasinin içeriği boşalmaya başladı. Faşizmin elbette “tarihötesi” bir niteliği mevcut. 1960’lar ve 1970’lerde Latin Amerika’daki askeri cuntaları hatırlayalım. Faşizmi kapitalizmden ayrı düşünemeyiz. Ancak, faşizmi kapitalizmin küresel krizinin bir çıktısı olarak görmek faşizmin bu krizin kaçınılmaz bir neticesi olduğu anlamına da gelmiyor. ABD’de kapitalizmin krizinin sonucu faşizm değil, New Deal, yani Yeni Uzlaşma’ydı. Faşizm belli bir tarihsel döneme, demokrasiyi yıkıma uğrattığı 20. yüzyıla ait. Bugün, post-faşizm seleflerinin yıkıcı boyutunu kaybetti. Parlamentarizmi ya da bireysel hakları bastırmaktan ziyade demokrasiyi içeriden yok etmeye çalışıyor.

Faşist ya da aşırı sağ siyasi kimliklerin açıkça beyan edilmesinin etrafındaki güncel “tabu kırıcılığa” dair de yazıyorsunuz. Avrupa aşırı sağının meşruiyetini kısmen, sosyal demokrat partilerin geri çekilmesinin oluşturduğu boşluğu doldurarak kazandığını teslim ediyorsunuz, ancak “tarihsellik rejimi” tabir ettiğiniz fikre de dokunan daha derin bir savda bulunuyor gibisiniz. “Hafızasını yitirmiş demokrasilerimiz” ile aşırı sağın yükselişi arasında kurduğunuz bağı biraz açabilir misiniz?

Post-faşizm yekpare, hatta benzeşik özellikleri olmayan küresel bir olgu. Milliyetçilik, yabancı düşmanlığı, ırkçılık, karizmatik lider, gerici “kimlikçilik” ve küresellik karşıtı siyasete dayanan bu patlayıcı karışım çok farklı şekillerde tezahür edebilir. Örneğin, Bolsonaro’nun benimsediği radikal neoliberalizm şekli, post-faşizmin AB’nin neoliberal politikalarına duyulan öfke ve hoşnutsuzlukla alevlendiği Avrupa için tanıdık değil. Buradan baktığımda, post-faşizmin yükselişindeki temel etkenin neoliberalizm karşısında bir sol alternatif bulunmaması olduğunu düşünüyorum. 20. yüzyılın baskın sol modelleri olan komünizm ve sosyal demokrasi başarısız oldu. Reel sosyalizm kendi çelişkileri altında çöktü, Soğuk Savaş boyunca kapitalizmi insanileştirmenin aracı olan sosyal demokrasi ise kapitalizm neoliberalizme dönüştüğünde tarihsel işlevini tüketti.

Sosyalizmin yeniden keşfedilmesi gerekiyor. Ancak, sol ve sağ arasındaki kendini yeniden tanımlama yarışında post-faşizm bir adım önde. Ama, 1930’ların kıta Avrupa’sındaki egemen sınıflar tarafından desteklenen seleflerinden farklı olarak, post-faşizm henüz neoliberal seçkinlerin birincil tercihi olmadı. Bu, kapitalizmin genel bir krizi ya da AB’nin ani çöküşü sonrasında mümkün. İki dünya savaşı arasındaki yıllarda faşizmin ana kaynağı olan Bolşevizm korkusu bugün mevcut değil. Kitabımda ufku bugünle sınırlı bir neoliberal “tarihsellik rejiminden” bahsediyorum. Bu hem sağ hem de sol hareketler için bir handikap. Post-faşizm seleflerinin ütopik ufkuna bile sahip değil. “Yeni insan”, “Bin yıllık İmparatorluk” ya da yeni medeniyet gibi söylencelerle müşterek tahayyülü fethetmeye kalkışmıyor. Post-faşizmin mantığı daha ziyade “kültürel kötümserliğe” dayanıyor: Geleneksel değerler ve “tehdit altındaki” ulusal kimliklerin korunması, küreselleşmeye karşı milli egemenlikte ısrar, göçmenler, mülteciler ve Müslümanlara dair bir günah keçisi arayışı.

Kitabınız esas olarak Avrupa’ya dair. ABD siyasetine değindiğiniz kısa bölümler daha çok Trump’ı anlamanın faşizm gözlükleriyle mümkün olmadığı fikrini savunma amaçlı. Tarif ettiğiniz “tarihsellik rejiminin” genel bir uygulanabilirliği olduğunu düşünüyor musunuz? Bolsonaro’nun Brezilya’daki zaferi bizi post-faşizm olgusunu küresel ölçekte değerlendirmeye davet etmiyor mu?

Birçok gözlemcinin belirttiği gibi, Trump klasik faşist özelliklere sahip: Otoriter ve karizmatik bir liderlik, demokrasi nefreti, kanunları hor görme, güç gösterileri, insan haklarını küçümseme, aleni ırkçılık, kadın düşmanlığı, homofobi. Ancak arkasında faşist bir hareket yok. Amerikan politik nizamının temel payandalarından olan Cumhuriyetçi Parti’nin adayı olarak seçildi. Bu çelişkili durum ABD’deki demokratik çerçeve sorgulanmadan kalıcı bir hal alamaz. Benzer bir çelişki, daha dramatik ve çarpıcı bir şekilde, Bolsonaro’nun seçilmesi sonrasında Brezilya için de geçerli. ABD ya da Avrupa’daki emsallerinden daha radikal biri. Marine Le Pen babasının Yahudi karşıtlığına mesafe alıp demokrat bir söylem benimserken, Bolsonaro işkence ve askeri diktatörlüğü savunuyor. Marine Le Pen ve Salvini korumacı politikaları yeniden uygulamaya koymak isterken Bolsonaro iflah olmaz bir neoliberal. Ancak, Brezilya kapitalizminin temel direği olan Petrobras (yarısı kamuya ait çokuluslu petrol şirketi) Bolsonaro’nun arkasında değil. Birçok Brezilyalı analistin de işaret ettiği gibi, Bolsonaro’nun arkasında üç etkili ve muhafazakâr odak var: “Balas, bois, e biblia”, yani ordu, toprak sahipleri ve Evanjelist köktenciler.

Hakiki bir klasik faşist hareket Trump ve Bolsonaro’da eksik olan iki unsuru bir araya getirirdi: Kitlesel seferberlik ve seçkinlerin birleşik desteği. Doğru mu?

Evet, kitlesel seferberliğin ve seçkinlerin birleşik desteğinin olmayışı Trump ve Bolsonaro’yu klasik faşizmden ayırt eden büyük bir fark –etkili bir alternatifin yokluğunda egemen sınıflar ikisine de uyum sağlayabilecek olsa bile. Ancak, AB ülkelerinde bu seçenek gündemde değil. Klasik faşizmin askerileşmiş kitlesel hareketleri, Birinci Dünya Savaşı’nın yol açtığı siyasi şiddetin tırmanışının sonucuydu. Bugün, Irak, Libya, Suriye, Yemen’de bu gerçekleşti, ancak AB ülkeleri, ABD ya da Brezilya’da değil. Bu nedenle Trump ve Bolsonaro’nun selefi Mussolini ya da Hitler’den ziyade Berlusconi. Ama yeni bir küresel kriz birçok ülkede aşırı sağın çehresini değiştirebilir.

Kitabınızdaki başka ilginç bir bölüm “anti-faşist karşıtı” tarihçilerden oluşan Avrupa okulunu ve onların sözde “siyaseten tarafsız” yeniden tarihyazımını tartışıyor. Bu çevreyi neden bu kadar tehlikeli görüyorsunuz? Faşizm karşıtı bir tarihyazımını yeniden hâkim kılmak neden önemli?

Faşizm ve demokrasi arasındaki sınır çizgisi hem ahlaki hem de siyasi. Demokrasi kıta Avrupası ülkelerinde ve son yıllarda Latin Amerika’da, direnişten ve faşizm karşıtlığından filizlendi. Bu mücadelelerin demokrasiye yol açtığı yerlerde “anti-faşizm karşıtı” bir demokrasi ancak kırılgan, hafızasız ve kendi tarihine sadakatsiz olabilir. Sol faşizm karşıtlığı ile demokrasi arasındaki bu kalıtsal bağlantıyı anımsamalı. Demokrasi hukuki ve siyasi bir tasarrufa, “oyunun kurallarına”, indirgenemez. Bunun yanında, piyasa toplumunun basit bir sonucu da değildir. Demokrasi siyasi devrimlerin ve faşizm karşıtı mücadelenin tarihsel bir zaferidir. Bu tarihsel bağlantıyı kırmak ya da yok saymak demokrasinin içindeki “demos’u” yani “halkı” feshetmenin en doğrudan yoludur.

ABD’deki İşgal Et! ya da İspanya’daki Öfkeliler gibi yakın dönemdeki “meydan hareketlerini”, “yeni bir komünizm” icat etmeye yönelik girişimler olarak tanımladınız. Aynı zamanda, “eski komünizmi” eleştirel bir şekilde yeniden ziyaret etmeden ve bu mirasın hâlâ kullanılabilir bazı taraflarını keşfetmeden, küresel solun dümensiz kalacağını da öne sürüyorsunuz. Komünist mirasın bugün de işe yarayabilecek yönleri neler?

İşgal Et! ve Öfkeliler hareketleri alternatif arzusunu ifade etti, tıpkı 2015 yazında siyasi çizgisini değiştirmeden önce, Yunanistan’da Syriza’nın yaptığı gibi. Bugün Bernie Sanders, Jeremy Corbyn ve Podemos, solun yeni fikirler, istikametler ve umutlar arayışında olduğunu kanıtlıyor. Sanders ABD solunda 1930’lardaki Yeni Uzlaşma ve 1960’lardaki Yeni Sol sonrasında gerçekleşen yeni bir tarihsel değişime denk geliyor. Sosyalizme, hiçbir zaman baskın olmadığı bir ülkede bir meşruiyet sağlıyor. Corbyn ve Podemos, Britanya ve İspanya’da, uzun zamandır süregelen sosyal-liberalizm ile radikal kopuşu temsil ediyor. Bu tecrübeler küresel sol için yeni bir model oluşturmaya yönelik adımlar. Eski paradigmalar başarısız oldu, ancak ikame edilmedi. Yeni bir model, Marx’ın meşhur 11. Tez’inde önerdiği gibi, dünyanın eleştirel yorumuyla devrimci dönüşümüne dair bir tasavvuru bir araya getirmeli. Komünizm bu terkibi içeriyordu ve 20. yüzyıl için ütopik bir ufuk oluşturuyordu. Emin olduğum tek şey, 21. yüzyıldaki yeni ve alternatif solun kapitalizm karşıtı olacağı. Ancak kendisini “komünist” olarak addedip addetmeyeceğini bilmiyorum. Muhtemelen bundan önceki iki asırda sosyalizm ve komünizmin yaptığı gibi yeni kavramlar ve imgeler icat edecek. Ancak, yeni küresel sol sıfırdan inşa edilmeyecek. Eski modellerle tarihsel bir kopuş yaşandığını söylemek küresel solun hafızaya ve tarihsel bilince gereksinim duymadığı anlamına gelmiyor. Geçmişteki yenilgilerimizin eleştirel bir şekilde kavranması kaçınılmaz. Paris Komünü’nden 1973 Şili Devrimi’ne, solun yenilgilerinin üstesinden gelebilmesine yardım eden şey, geleceğin sosyalizme ait olduğuna, en trajik başarısızlıkların bile sadece kaybedilmiş bir muharebe anlamına geldiğine duyulan inançtı. Tarihi bir ülküye duyulan bu inanç ereksel bir boyutun yükünü taşısa da sola bugün var olmayan olağanüstü bir güç veriyordu. Sol “öksüz” kaldı. Geçmişi ne sahiplenebilir ne de unutabilir. Geçmişin üstesinden gelmek zorunda.

Popülizm kavramının Boyun Eğmeyen Fransa ve Ulusal Cephe gibi bambaşka olguları aynı torbaya koyan tezat kullanımlarından ötürü nihai olarak sol ve sağ arasındaki çizgileri bulandırdığını söylüyorsunuz. Soldaki bazı entelektüellerin ve siyasi partilerin “sol popülizm” etiketini “sokak” ve “sandık” arasında köprü kurmak amacıyla benimsemelerine pek olumlu bakmıyorsunuz. Sol popülizmin post-faşizmle mücadelede herhangi bir rolü olduğunu düşünüyor musunuz?

Popülizm hem soldaki hem sağdaki siyasi yelpazenin içindeki farklı, hatta karşıt yönelimlerin liderlerinin paylaşabileceği bir siyaset tarzı. Ancak, gücün yoz seçkinler yerine “halkta” cisimleştiğine yönelik bir tarz ve söylem sadece biçimi tanımlıyor, siyasal içeriği değil. Latin Amerika’da sol popülizm kışkırtıcı bir dil kullandı ve otoriter özellikler edindi, ancak amacı alt sınıfları toplumsal ve siyasi sisteme dahil etmekti. Batı Avrupa’da sağ popülizm yabancı düşmanı ve ırkçı tutum alarak dışlayıcı politikalar benimsiyor. Marco D’Eramo’nun vurguladığı gibi, “popülizme” karşı çıkmak çoğu zaman “halka” yönelik soycu ve seçkinci bir kibri görünür kılıyor. Eğer popülizm Corbyn, Sanders ve Podemos ile Salvini, Orban, Trump ve Bolsonaro’nun birbirinin muadili olabileceği anlamına geliyorsa, tamamen işe yaramaz ve hatta tehlikeli bir kavram. Bazı radikal düşünürlerin popülizmi sol ve sağ arasındaki sözüm ona mazide kalmış bir çatlağın alternatifi olarak gördüğünün farkındayım, sık sık değerli savlar da ortaya koyuyorlar. Belli koşullarda popülizmin bu şekilde kullanılması işe yarayabilir, ancak post-faşist hareketlerin yükseldiği bir küresel bağlamda tehlikeli yanlış anlaşılmalar üretme riski taşıyor.

Son olarak, “kapalı sınırlar için sol argüman” diye tabir edilen güncel tartışmaya değinelim. Ulusal egemenlik ve bu kavramın solda kullanımı hakkında ne düşünüyorsunuz?

“Duvarlarla çevrelenmiş devletler” ve göçmenlerle mültecilerin karşısında duran askerileşmiş sınırlar çağında “kapalı sınırlar” talep etmek bana son derece tehlikeli geliyor. Çünkü yabancı düşmanlığı, “ulusal kimliğin” gerici savunusu, ulusal egemenliğe dönüş gibi post-faşizm nakaratlarını meşrulaştırıyor. Kapitalist küreselleşmeye ulusal sınırları yeniden tesis ederek karşı koyulabileceği fikri gerici bir düşünce, zira 21. yüzyılın ekoloji, toplumsal adalet ve nüfus hareketleri gibi tüm can alıcı meseleleri küresel çözümler gerektiriyor. Enternasyonalizm kökenlerinden itibaren sola ait bir kavram. Evrenselliği terk etmemizin ya da reddetmemizin mümkün olduğunu düşünmüyorum. Küresel bir çağda, sosyalizm sınırların ayrım çizgilerinden ziyade buluşma noktalarına tekabül eden asıl manasını yeniden keşfetmekle yükümlü.

Jacobin, 2 Nisan 2019
Çeviren: Yiğit Atılgan