Belagati kalesinden başlatalım, Godard’dan bir alıntıyla, devrimci sinemanın o merhum Che Guevara’sının İsviçre’deki evine çekildikten sonra, 2010lara tarihlenen sözleriyle: “Eskiden de 1000 tane izleyicim vardı, şimdi de öyle. Tek fark o bin izleyicinin hepsi eskiden Paris’teyken, şimdi dünyanın her yerinde”.
Devam ediyor, paraşütle Filistin’e filmlerinin DVDlerinin dağıtılma olasılığından bahsediyor, yuvarlanan taş, yosun tutmuyor.
Ulis’in bakışı, üzerimizde dolanıyor. Adeta kanatlarını açmış bir sonraki gecesine koşan Minerva’nın baykuşunun, yeni meskenlere tünemesinde olduğu gibi. Bu sefer de gece kadar kara Fransızların omuzlarından bakıyor, Nanterre’de, Paris’te, her yerde.
En son ırkçı bir cinayetin kurbanı olan 17 yaşındaki Nahel’in katlinden sonra başlayan protestolar, dört başı mamur bir ayaklanmaya dönüştüğünde, yeniden hatırlıyor ve geçmiş durumun muhasebesini yapıp dersler çıkartıyoruz.
Oy pusulasında Macron’a ayrılan kısımda, Nazi uzantısı, adeta yeni bir Vichy hükümeti vakası olması muhtemel Le Pen’e karşı birleşen güçlerin getirdiği siyasi kompozisyonun uzun süreli bir temsil krizine gebe olduğu ortadaydı.
Bu ırkçı cinayete bizi sürükleyen aylarda temsil krizi, öncelikle iki cepheye yüzde 25 ve 25 şeklinde bölünen merkez/liberal ve Melanchon’un başını çektiği sol/sosyalist oylarla siyasi bir ayrışmaya dönüşmüştü. Bugün ise siyah derili Fransız yurttaşlarının isyanına giden ve geçtiğimiz yıllara yayılan müteakip ayaklanma ve grevlerden sonra dosdoğru bir siyasi krize evrilmiş durumda.
Bu durumun aynı zamanda Macron’un başını çektiği neo-liberal, Troyka yanlısı merkez politikaların sonunu muştulayan, ancak henüz yerine bir alternatif vaat etmek konusunda küresel ve jeo-politik açmazların da getirdikleriyle bocalayan sol siyasetin yaptıkları kadar yapamadıklarıyla da mesul olacağı bir siyasi vakum yarattığını söyleyebiliriz. Vakumun göçmen karşıtı neo-faşist ve sağ popülist hareketler tarafından doldurulacağı ise gün geçtikçe netleşen bir beklenti.
Gelgelim memleket sath-ı mailinde olan bitene. Türkiye’de kaçan o moment hakkında ise düşüncelerim Godard’ınkinden daha orijinal değil: eskiden hepimizi bir çaycıya topladıklarında saatlerce tartışıyor, kelimenin gerçek anlamıyla bir devrimin, gösterenin altında toplanan tüm bagajla beraber mümkünatını tartıyorduk.
Bugün, o çay bahçesindekiler dünyanın her yerinde, şu veya bu biçimde.
Hem zaten hepimizi bugün, onca yaşantıdan sonra tek bir yere toplamış olsalar malzemeye yazık olmaz mıydı? Şimdi onlar, Paris’in güneyindeki ZAD direnişinden Yunanistan ve Almanya’daki anti-faşist yapılara uzanan bir skalada mücadeleye omuz veriyorlar.
Çünkü zaten ancak, denemiş olanlar yenilebilirler.
Kozağaçlı Teoremi
Hukuk denen kasap bıçağını egemenler bileylerken hapse düşenler, davalık ve/ya alacaklı olanlar, işkencelerden geçenler ve tabii Kozağaçlı’nın onurunu iade etmek istediği kavrayışla “şehit” düşenler. Evet, şahitlikten gelir şehit ve işte düzenin oylumlu ve geçirgen gerçekliğinin boşluğunda yuvalanan hakikate şahadet edenlerin şefaatidir.
Canından olmak özgül bir durum değil, hem Murathan Mungan’ın dizeleriyle “devrim için ölmek ile intihar etmek aynı şey” de “değildir” belki, ama tarihin anlamına gerilen her ceset, er geç çarmıhtan inecek denir. İşte tartışmalı da olsa, mücadelede düşenlere şehit denmesi de bu yüzden.
Bugünkü geçirgen ve desüblimize, yücelikten ve bizi aşan her türlü anlamın olgunluğundan ayrı düşmüş günübirlik gerçekliğe direnen şey, işte bizden kalacak +1 gün. Sonsuzun şarkısıdır içimizde cıvıldayan.
Öncü olmak mümkün değildir, bu anlamıyla. Daha önce de bir vesileyle yazdığım gibi.
O halde elbette yaşantısını yeniden anlamlandıracak olanlar, devam etmenin yollarını arayanlar, ancak bunu eski stratejileri boşluğa düştüğünden yapamayanlar, bir çeşit ihanete uğrayacak ve evde kalmış eşyalarını toplayacak olanlar, hepsi oldu, olacak. Neticede, şahit olunan gerçeği reddiye için de bir ömür verecekler var.
Çünkü bütün bilginin kaynağı, onun için emek vermiş ve çile çekmiş olanların kanıdır.
Bir ceviz ağacının cevizi
Günlerden bir gün, güneş soğumadan önce yok olursa insanoğlu yeryüzünden ki bu muhtemel, ruhlar büyük unutuş ırmağından içse ve yeni vücutlar bulsa da kendisine, geriye güneşe şahitlik kalacak.
Ama öte yandan, insanoğlu o muzaffer ve özgür adımlarıyla yeniden yürüse ve o koca yıldız sönse de yine, kalacak olan şey bir hiç midir?
Belki, bir şansımız daha olabilir.
Öyleyse ne için çabalamalı? İşte tam olarak bu aradaki süre, bu +1 için.
Bugün Siyasal İslam’ın sinik ideolojisinin muzaffer yaygarasının gitgide bir yankı odasındaki ekolar gibi silinip gitmeye mahkûm olduğunu günbegün daha net idrak ediyoruz. Seçimlerin ötesindeki siyasetin daha gerçekçi ve sert boyutuyla karşı karşıya kalıyoruz. Restorasyon derken tek anladığı cephe restorasyonu olan müteahhit ve mücahitler arasında seçim yapmamız gerektiği önermesine daha az teslimiz.
Bugün, elde var 1 yenilgi. Tanık olduğumuz ve üstlendiğimiz küçük hayatların ve tortusunda günbegün büyümekte olan huzursuzluğun daha çok bilincine varıyoruz.
Elbette daha çok insan, gitgide plastikleşiyor. Aslen derya deniz dilimizi konuşuyor ancak onu kirletiyor. Ama işte dünyanın çevresinde döndüğü ve kaderini belirleyecek olan o bin seyirci, düzenin gerçeğini teşhir etmek için fırsat kolluyor.
Dünyanın aklı ve kalbi, onlarla atıyor.
Kavga sürüyor…