İmdat Freni

Feminizm

Marksist Feminist İddia Altında Bir TERFlik Savunusu – Başak Kocadost

LGBTİ+ ve feminist hareketin yıllar içinde artan gücü sayesinde, kendine devrimci, sosyalist vb. diyen oluşumların cinsiyetçi ya da LGBTİ+fobik olamayacağı kabulü radikal sol içinde yaygınlaşmaya başladı. Bunun sonucu olarak da açık cinsiyetçi ya da fobik söylemleri radikal soldan daha az işitir olduk. Bunun pratikte ne kadar içselleştirildiği ayrı bir tartışma konusu olsa da en azından fikri bir kazanımdan söz edebiliriz. Ancak son dönemde bu kazanımı feminizm adı altında geçersizleştirmeye çalışan, esasen çok da tanıdık olan LGBTİ+fobik söylemlerin yeni bir sürümüyle karşı karşıyayız. Yasemin Varlık’ın 2 Temmuz 2020 tarihli Daktilo1984’te yayınlanan Transaktivizm ve Neoliberal Temellük: Eralp’e Cevap başlıklı yazısı da bu pozisyona iyi bir örnek.

Okuyacağınız yazı ise Varlık’ın yazısının transfobik olduğunu göstermeye yönelik bir malumun ilamı değil. Bu yazının amacı; transfobinin yükseldiği zihin dünyasının ne kadınların ne de insanlığın özgürleşme projesine bir katkısı olamayacağını, böylesi bir siyasi aklın ezilenler lehine herhangi bir toplumsal dönüşüme imkan bırakmadığını göstermek. Varlık’ın yazısı sanki çok devrimci, çok feministmiş gibi sunulan bir yığın basmakalıp fikrin yanı sıra oldukça orijinal çarpıtma, Marksist feminist bir bakış iddiası altında bolca reaksiyonerlik içeriyor. Bu haliyle de bir cevabı hakkediyor. Yazıda öne sürülen belli başlı argümanları gruplayarak başlıklar altında ele alacağım. 

LGBTliler ya da varsa yoksa Transaktivizm

Öncelikle Varlık’ın yazısı boyunca birbirlerinden farklı kimlikler ve pozisyonlar, sanki hepsi bir ve aynı şeymiş, aynı anlama geliyormuş gibi birbirlerinin yerine kullanılıp duruyor. Trans aktivizm, kuir teori, akışkanlık, non-binary; hepsi aynı şeyi anlatıyor gibi. Sürekli harf ekleyip duruyorlar diyor bir yerde yazar ama hiçbir yerde LGBTİ+ demiyor. Yazının başlığında da transaktivizm geçiyor. Bazı insanlar cinsiyetini akışkan yaşadığını söylüyor, kendini öyle tanımlıyor. Kimileri ise iki cinsiyetin de kendini tanımlamadığını söylüyor. Harekete harfler de bu yüzden ekleniyor, hepsi aynı şey olmadığı için. Yazar ise inatla bu farklı pozisyonların hepsine birden trans aktivizm diyor. Onun derdi trans aktivistlerle; zaten onlar da hem non-binary hem akışkan hem de kuirler. Bu haliyle yazıdan çıkan; LGBTİ+ politika yok trans aktivizm var, o da eşittir kuir teori ya da feminizmi kuir teori işgal etti, bu da trans aktivizm ile oldu. Her halükarda trans aktivistlerin sanki hepsi kuir ya da kuir teoriyi savunuyor, üstüne bir de bu teori onlar eliyle feminizmi yerinden ediyor gibi bir anlam çıkıyor. Bu toptancı anlayış; trans aktivizmin sol liberalizmle eşlenmesi, dolayısıyla da trans aktivizmin neoliberalizmle kodlanmasıyla devam ediyor. Bu neoliberalizm konusuna sonra geleceğim, ancak öncesinde hatırlamakta fayda var. Bazı translar ikili cinsiyet sistemini kabul etmiyor, kendini kadın ya da erkek olarak tanımlamıyor. Ancak trans kadın aktivistler /feministler “kadınız” diye mücadele veriyorlar, cis kadınları merkezine alan bir feminizmle tartışıyorlar. Tabii ki bazı trans kadınlar kuir teoriyi savunuyor, birçok cis kadının da savunduğu gibi. Öte yandan birçok interseks ve trans bireyin de kuir teoriyi ve bizzat Judith Butler’ı eleştirdiğini de biliyoruz. Yani öyle Varlık’ın paketlediği gibi bir toptancı durum söz konusu değil.

Ancak bu arada dikkat çeken bir nokta şu ki trans aktivistler yazı boyunca her türlü musibetle özdeşleştiriliyorlar, ancak bir türlü feminist olamıyorlar. Keza yazının daha ilk cümlesi sürmekte olan tartışmayı “trans aktivistlerle feministler arasında süren” diyerek sunuyor. Trans kadın aktivistler feminist olamazken trans dışlayıcı bir pozisyon ise feminist olarak addedilebiliyor. İşte trans kadın aktivistler tam da kendilerini feminizmin öznesi görmeyen bu üstenci bakışla mücadele ediyorlar. Ayrıca Türkiye’de trans öz-örgütlerinin hangi ihtiyaç ve tartışmalarla kurulduğunu, ne temelde nasıl politika yaptıklarını merak edip bu tarihe göz atacak biri; böylesi “transaktivizm eşittir kuir teori, o da zaten neoliberalizm” gibi kolaycı şablonların gerçeği yansıtmadığını, bu basitleştirmelerin ancak kaba saba toptancı fikirleri güya bütüncül analiz diye yutturabilmek adına yapıldığını görecektir.

“Diğer feminizmler tamam da, şu kuir yok mu!”

Yazıda kuir teorinin feminizmin temel varsayımlarını, ön kabullerini yok saydığı ifade ediliyor. Bu ön kabullerin neler olduğu belirtilmese de iddia ediliyor ki siyah feminizm bu ön kabulleri başka alanlara yayarak genişletmiş, kuir teori ise bunları geçersiz kılmış. Öncelikle siyah feminizmin bu şekilde “zararsız”, bir dizi feminizmden biri olarak konumlandırılışı; onun beyaz feminizme karşı yürütmüş olduğu mücadelenin görünmez kılınmasının, eleştirel pozisyonunun nötralize edilmesinin bir aracı. Böylelikle de feminizm için açığa çıkardığı önemli soruların üzerinden atlanmış, gerektirdiği politik tartışma ve sorgulamalardan da yırtılmış olunuyor. Cinsiyet ve ırkın bir arada ele alındığı daha zorlu ve incelikli bir analiz yapılmasına da gerek kalmıyor. Yani siyah feminizmin bu depolitize edilmiş tanımı, tam da onu böyle tanımlayanlara yarıyor. Varlık’ın da böylesi işine geliyor ve ancak bu sayede içini boşalttığı siyah feminizmi kabul edebiliyor. Ancak hatırlayalım.

Siyah kadınlar beyaz kadınlardan farklı deneyimleri olduğunu, ancak var olan feminist teorinin/hareketin onların özgün sorunlarını ve deneyimlerini, yani onların kadınlık deneyimini kapsamadığını söyleyerek siyaset yaptılar, yapıyorlar. Yani feminist teorilerin ön kabullerini – artık ne ise o ön kabuller – ırk alanına filan yaymadılar. Var olan feminizmin kendi deneyimlerini mesele etmediğini, onların kadınlığını esas almadığını söylediler. Feminizmin dayandığı ve bu sayede var ettiği öznenin beyaz kadın olduğunu ifade ettiler. Feminizmdeki “kadın”ın sadece beyaz kadın olamayacağını savundular ve bu yüzden de hem bu beyaz kadınları hem de onları merkezine alan bir beyaz feminizmi eleştirerek teori ve politika ürettiler. Trans kadınlar da tam bunu yapıyor. Yazar ise böyle düşünmüyor. Ona göre “kuir teori diğer feminizmlerden farklı olarak, bir dizi feminizmden biri olarak kalmamış, feminizmin kolonlarını günbegün aşındırmış ve gelip merkeze oturmuştur”. Aslında yazarın kuir teoriye karşı duyguları –diyeceğim artık- biraz karışık. Ona göre büyük tehlike orası açık da, Varlık kolonları aşınan feminizme mi üzülüyor kendi yerinden edilmesine mi öfkeleniyor sanki biraz karışıyor. Yani feminizm gidiyor diye mi, yoksa elinden gidiyor diye mi kızıyor belli değil. O böyle “işgalci” olmasalar kuir aktivistlere de siyah feminizme verdiği gibi bir feminist köşe vermeye hazır oysa ki.

“Eyvah, feminizm elden gidiyor!”

Yazının nerdeyse tümüne de bu müphem “eyvah, feminizm elden gidiyor!” korkusu sirayet ediyor. Ancak feminizmin bir yere gittiği yok. Kuir teori; 1990lar itibariyle ortaya çıkmaya, 2000ler ile de daha geniş biçimde tartışılmaya başlandı. O günden bugüne de Polonya’dan Lübnan’a, Şili’den Türkiye’ye dünyanın çok çeşitli yerlerinde kadınlar; çeşitli taleplerle örgütlenmeye, kendi hayatları için güçlü biçimde mücadele etmeye devam ettiler, ediyorlar. Kuir teorinin yaptığı ise feminizm için önemli teorik soru(n)lar ortaya atmak ve bunlar üzerinden de feminist politikanın kapsam, tahayyül ve stratejileri üzerine bir tartışma açmaktı. Bu da hem eleştiren hem kendi üzerine düşünebilen, kadınların deneyiminden öğrenen, dönüşen, dönüştüren; gücünü de zaten buradan alan bir pratik olarak feminizm için verimli ve ufuk açıcı bir tartışma anlamına geliyordu.

Judith Butler da Cinsiyet Belası’nı bir çeşit feminizmin eleştirisi olarak yazdı; özcü, biyolojik indirgemeci, kimlikçi bir feminizmin eleştirisi olarak. Feminist siyaset yaparken yaslandığımız kadın kategorisinin kendisini de sorunsallaştırmamız gerektiğini, kimlik kategorilerinin her zaman normatif olarak tanımlandığından ve dolayısıyla dışlayıcı olduğundan hareketle sabit bir kadın tanımının, belli öznellikleri dışlayacağı ve feminizmin özgürleşme projesiyle çelişeceğini öne sürdü. Yani kadın kategorisinin evrensel, sabit, yekpare bir özne olarak inşasının, toplumsal cinsiyet ilişkilerinin farkında olunmadan bir şeyleştirilmesine yol açabileceğini, bu haliyle de feminizmin var olan eşitsiz toplumsal cinsiyet sistemini yıkma amacıyla çelişeceğine dikkat çekti. Kadın kategorisinin de, feminizmin yıkmak istediği iktidar yapıları tarafından üretildiği ve sınırlandırıldığını öne sürerek feminist politikanın kimliklere değil, bu kimliklerin üretilme süreçlerine bakması gerektiğini ifade etti. Bu bağlamda da politikayı önceleyen bir özne gerekliliğine karşı çıktı; özne kategorisinin tam da biyolojik, verili, bir öze dayanmayan niteliğinin failliği mümkün kıldığını savundu.

Bu bağlamda da kadınlar kategorisine dayanılarak taleplerde bulunup siyaset yapmak ile bu kadınlar kategorisinin de parçası olduğu cinsiyet sistemini aşma tahayyülü arasında bir çelişki olup olmadığı, eğer var ise nasıl aşılabileceği üzerine kafa yoruldu, yoruluyor. Feminizmin öznesinin kimler olduğu üzerine teorik ve politik bir tartışma yürütüldü. Sadece LGBTİ+ hareket değil bu hareket dışından çok sayıda feminist de bu tartışmayla ilgilendi, üzerine düşündü. Yani tartışmaya açık olanlar, eleştirel düşüncenin bu şekilde gelişeceğini bilenler tartıştılar. Kuir teori; feminizme düşman işgalci güç olmadığı gibi bu teoriyi benimseyen aktivistler de öyle feminizme ya da zaten siyasete hiç gerek yok diye oturmadılar. Cinsiyetin aşılması, cinsiyete/ cinsel yönelime dayalı eşitsizliğin ortadan kalkması için cinsel farkın, farklılığın eşitsizlik anlamına gelmeyeceği bir dünyanın nasıl kurulacağından hareketle birtakım tahayyüller, ona uygun da stratejiler geliştirmeye çalıştılar, çalışıyorlar. Sonuç olarak feminizmin topyekun elden gittiği filan yok. Feminizm tartışıyor, değişiyor, dönüştürüyor, güçleniyor. Ancak biyolojik indirgemeci, özcü bir tip feminizmin tüm bu tartışmalarla eski yerinden olduğu da doğru. Varlık da yerinin burası olduğunu bildiğinden, artık orta yere oturup köşelere de istediğini yerleştiremeyeceğinden, “feminizm elden gidiyor” diyor. Kendi korkusunu bütün kadınların korkusu olarak sunuyor.

Korku siyaseti

Zaten yazı boyunca korkular, adeta malum LGBTİ+ düşmanı medyanın yayınları gibi üstümüze boca edilip duruyor. Bu, bolca komplo teorisi de barındıran bildiğimiz korku siyaseti dili. Kuir çanlar çalıyor, kadın erkek birbirine karışıyor, feminizmin sonu geliyor… Yazar kendi korkusunu sanki tüm kadınların korkusuymuş gibi sunuyor. Onun kendi konumunu kaybetme korkusunu, tüm kadınlar kendi korkuları olarak yaşasınlar istiyor. Onun dışında kimse bir irade gösteremesin, özgürlük arayışında olmasın, onun büyük tehlike diye sunduğu korkusunun arkasında herkes sıraya girsin istiyor. Yaklaşan felaketi bir tek o görüyor, herkesi de göreve çağırıyor. Otoriter muhafazakar iktidar da kendini aynen böyle var ediyor.

Varlık, kendini konumlandırdığı bu yerden, hangi translara ne koşullarda müsaade ettiğini de açıklıyor. “Hiçbir zaman erkek gibi hissetmemiş, erkeklik değerlerini benimsememiş” trans kadınlar onu “korkutmuyor”. Zaten aslında o trans kadınlara güveniyor da, işte o kadın kılığına bürünecek erkeklere güvenmiyor. Tam bir “kızım ben sana güveniyorum, ama çevreye güvenmiyorum” hali. Karşındakinin özgürlüğünü kısıtlamanın, iradesini yok saymanın koruma adı altında meşrulaştırılmaya çalışıldığı çok iyi bildiğimiz patronize eden bir yöntem. Tabii “kızım, vallahi senin iyiliğin için”.

Yaklaşan büyük felaket senaryosu dolu dizgin bir transfobi eşliğinde devam ediyor.  “Bakın, Batı’da başladı buraya da geliyor!”. “Yetişkin translarda beden geçişi için ücretsiz sağlık hizmeti talebi artık pek de konuşulmuyor” iftirası, “çünkü kostüme ve performansa yaslanmak mümkün” denilerek gerekçelendiriliyor. Toplumsal cinsiyet normlarına göre bedenlerini düzenlemeyen, o estetik değerlere göre kendine biçim ver(e)meyen ya da vajinoplasti ol(a)mayan kadınlar iktidarlarından, falluslarından vazgeçemeyenler oluyor. Transfobi dışında ne denir buna? Yazının burasından sonra zaten artık yazarın hızına da yetişilmiyor. “Bu yüzden, en başta ve hiç durmadan konuşulması gereken güvenlik meselesi kenara itiliyor. Çünkü, güvenlik kuir erkeklerin değil, kadınların ve trans kadınların sorunu” diyor. Artan güvenlik vurgusu ve güvenlikçi siyasetin neoliberalizmin şiarı olduğuna hiç değinmiyor tabii yazar. Arkasından trans erkeklere “kadın beden” demeler ve yine ağır transfobi derken BDSM’ye geliyoruz. Tabii hepsi yine kuir, bu BDSMcilerin de. Bu konu, belli ki apayrı bir yazıda en başından ele alınmayı gerektiriyor. Ben burada sadece olgusal bir düzeltmeyle yetineceğim. Varlık sayıyı yeterince vurucu bulmamış olacak ki BDSM pratiklerinde 10 yılda hayatını kaybeden 22 kadını, 1 yılda 22 kadın öldü olarak sunmuş.

Beyan meselesi

Gelelim esas meseleye. Yazar diyor ki birkaç yıl öncesine kadar translar “bedenim cinsiyetimle uyumsuz” diyordu ve bedenlerini değiştiriyordu. Ama artık bedenlerini değiştirmiyorlar, sadece beyanlarını değiştiriyorlar. Trans aktivizm de bunu savunuyor ve bunu oturtmaya çalışıyor. Bu ise trans kadın konumunu “tutarsız ve müphem” bir yere götürüyor. Evet, translar uzman adında bir takım otorite, iktidar ve devletler onları olmadık süreçlere tabi tutmasın diye cinsiyetin beyana dayalı olmasını istiyorlar. Mesela Türkiye’de cinsiyet geçişi yapabilmek için iki seneye kadar psikiyatra gitmek, trans kadınlar için belirli cm. bir rahim derinliğine sahip olmak, yakın bir tarihe kadar üreme yetisinden mahrum olmak, yani bir dünya baskıcı işlemden geçmek gerekiyor. Cis kadınların hiçbirinde bu biyolojik özellikler aynı değilken, bazı kadınlarda rahim bulunmazken trans kadınlardan iktidarın belirlediği bir kadın tanımı uyarınca kadın olmaları bekleniyor ve buna zorlanıyorlar. Translar da bu şiddeti reddediyor. Devlete “cinsiyet hissini ve deneyimini kanıtlamayı” reddediyorlar. Esasen burada öncelikle sorulacak soru: Nasıl oluyor da bir Marksist feminist; kadının erkeğin ne olduğunun, nasıl olacağının daha çok yakın bir tarihe kadar eşcinselliği hastalık sayan adı uzman olanlarca, iktidar ve devlet tarafından belirlenmesini savunabiliyor?

Biyolojik cinsiyet diye bir şey yoksa bu insanlar yukarıda saydığımız onca çileyi niye çekiyor diye soruyor yazar. Bu insanlar onca çileyi öncelikle yazar gibiler onların beyanını esas almadığı, illaha devletten tasdik istedikleri için çekiyor. Ayrıca cinsiyet için beyan esas alınsa dahi, birçok trans kadın ve erkeğin bedenlerini toplumsal kadınlık ve erkeklik normlarına göre düzenlemesi şaşırtıcı olmayacaktır. Yani onca çileyi çekebilirler; aynı cis kişilerin ağda, heteroseksüel evlilik gibi birçok işkenceyi çekmesi gibi. Çünkü kadınların bir yandan toplumsal cinsiyet rollerine göre bedenlerini, hayatlarını düzenlemesi ile diğer yandan cinsiyetsiz bir toplumu, yani cinsiyetin kişiler arasında bir iktidar ilişkisi anlamına gelmediği bir toplumu düşlemesi arasında bir çelişki yok. Böyle bir çelişki varsa da tüm feministler için var, sadece trans aktivistler için değil. Tüm kadınlar zaten bu çelişkili konumda yaşıyor. Ya da başka bir örnek verelim. Sınırlara karşı çıkıyoruz; bu anlamda devletlerin verdiği vatandaşlık, mültecilik vb. pozisyonlarla da sorunumuz var. Ancak bir göçmenin mültecilik hakkını destekliyoruz. Yani hem ezilenlerin içinde yaşadıkları somut koşulları iyileştirmeye ve onları bu koşullar karşısında güçlendirmeye çalışıyoruz hem de aynı zamanda o eşitsiz koşulları ortaya çıkaran dinamikleri yıkma yolları üzerine kafa yoruyoruz. Bu çelişik gibi görünen iki hattın beraber nasıl izleneceğini tartışmak, bunun için stratejiler geliştirmek de tam da zaten siyasetin kendisi.

Yazıya dönersek trans aktivistlerin söylediği; kadınlığımız, erkekliğimiz için birtakım otoritelere onların kafasındaki makul kadınlık/erkeklik tanımlarına uyduğumuzu kanıtlamak zorunda kalmayalım, beyanımız kabul edilsin. Varlık ise kimsenin beyanına, iradesine bırakılmasın, otoritelere “cinsiyet hissi ve deneyimi” kanıtlansın diyor. Sonra da madem cinsiyet yok niye bunu kanıtlamak zorunda kalıyorsunuz diye soruyor. Yani beyanı zaten baştan kabul etmiyor, sonra bir de sanki daha özgürlükçü bir argüman sunuyormuş gibi o kadar zorlu süreçlere ne gerek var diye soruyor.

Anlaşılamayan kurgusallık

Halihazırda ikili cinsiyet sisteminin iliklerimize kadar hissettirildiği bir toplumda yaşıyoruz. Cinsiyetin olmadığını olgusal düzeyde söylememiz pek mümkün değil yani. Biz cinsiyet yoktur derken cinsiyetin toplumsal olarak kurulduğunu söylüyoruz, dolayısıyla da kurgusaldır diyoruz. Ama kurgusal bir anda uydurulmuş demek değil. Kurgusal demek, cinsiyetin uzun tarihsel süreçler ve iktidar ilişkileri içinde kurulmuş olması demek; aynı ırkların, milliyetlerin de kurgusal olduğu gibi. Örnek verelim. Irkın olmadığını söylüyoruz. Ama “Ben Kürdüm” diyene “Irk yok, Kürt diye bir şey yok” demiyoruz. Yani cinsiyetin kurgusallığından kastımız tarihsel olduğu ve bu tarihin de değiştirilebilir olduğu. O da çokça karikatürize edildiği gibi “bir performansla, bir beyanla altüst ederiz” gibi bir iddiayla olmuyor. Zaten bu yüzden de LGBTİ+ hareketi yıllardır örgütleniyor, hakkını arıyor, siyaset yapıyor. Yani tam da zaten yazarın bahsettiği basitlikte yaşanamadığı için, “insanlar doğar, büyür ve hayatlarını cinsiyet ve yönelim beyanlarına göre yaşar gider” olmadığı için insanlar mücadele ediyor, böyle bir hayatın olabilmesi için.

“Kadın Alanlar”… “Erkek Alanlar”…

Varlık bu kafa karışıklığından hareketle “‘patriyarkayı performatif eylemlerle distabilize etmek’ isteyen bir aktivizm kadın alanlarını değil erkek alanlarını cinsiyet nötr mekanlar olarak seçerdi…. Fakat trans aktivizm sadece erkek alanları, olduğu gibi erkeklere bırakarak kadın alanlarına göz dikmeyi tercih etti” diyor. Bu iki cümle arasında bir de “trans aktivizmin non-binary ideolojisiyle uyumlu olarak üçüncü bir alan talep edilebilirdi” diyor. Burada yine bir çarpıtmayla trans aktivizm ile non-binary’yi eşitliyor. Tekrar edelim: trans kadınlar vardır, trans erkekler vardır, trans non-binaryler vardır. Yani trans eşittir non-binary diye bir şey yok. Yazar belli ki ancak bu basitleştirilmiş eşleştirmelerle düşünebiliyor, meseleyi ise ya hiç anlamıyor ya da anlamamazlıktan geliyor. Tabii bir de trans aktivizmin kadın alanlara göz diktiği gibi transfobik bir iddia da söz konusu.

Trans aktivizm, ya kadın ya da erkek alanlardan birini cinsiyet nötr olarak seçelim filan demiyor. Trans kadınların kadın olduğunu, dolayısıyla devlet diğer kadınlara ne yapıyorsa, nereye koyuyorsa onların da oraya konması gerektiğini söylüyor. Aslında bu da denilmiyor. Çünkü bizatihi bu senaryo, kendilerine kibarca trans dışlayıcı denilen TERF’lerin bir akıl yürütmesinin sonucu. Cinsiyet beyana dayalı olursa o zaman soyunma odaları, hapishaneler, spor müsabaka kategorileri gibi sadece kadınlara ait alanlara kendine kadın diyen erkekler girecek korkusu. Çünkü zaten bu insanların, iktidarın tanımladığı kadınlık ve erkeklik kategorileri ile bir problemleri yok. Dolayısıyla bu kategorilere uymayan insanların çektikleri de umurlarında değil. LGBTİ+ aktivistlerin  ise bununla bir sorunu var. Devletin cinsiyete onay verecek kurum olması ile problemleri var. Ayrıca yazar yine bu mesele için “her iki tarafı da tatmin edecek, kamu yararını gözeten çözümler aramak varken” diye serzenişte bulunurken de Marksistliğine bir halel gelmiyor tabii ki. Bu şekilde taraflar üstü sunulan “kamu yararı”; tam da egemen sınıfın kendi çıkarını sanki toplumun ortak çıkarıymış gibi gösterip yekpare bir kamu varmış gibi kullanıma soktuğu, dolayısıyla mevcut düzende çıkarı olanların işine yarayan bir kavram. Burada da trans haklarını sınırlayabilmek adına devreye sokuluyor.

Ayrıca verilen örnek alanlar düşünüldüğünde cezalandırmanın hapsetme, sporun rekabet demek olduğu bir dünyayı aşmaya dönük bir ufkun olmadığı da açık. İnsan beyanı ve iradesini yok sayıp devlet tasdiki istemeleri de bundan. Bu beyanı şüpheli hale getirmeye yönelik akıl yürütmesi de aslında tanıdık. “Kadının beyanı esas da peki ama ya kadın …” Bu, aynı zamanda devletsiz bir toplum tahayyül edememenin de bir semptomu. İşte “peki ama sosyalizmde hiç suçlu olmayacak mı?” vs. Hep bir muhayyel suiistimalci arayarak olası toplumsal dönüşümü geçersizleştirme, olan düzeni ise sağlamlaştırma çabası. 

Maddeci bir tını

Varlık yazıda bulaşık yıkama örneği üzerinden biyolojik indirgemeci olmadığını kanıtlamak, maddeci bir analiz yaptığını gösterebilmek adına hafiften maddeci bir tınısı da olan bir argüman atıyor ortaya. “Feminizm açısından maddi gerçeklik gökten düşmüş cinsiyet rollerinden değil, sömürü ilişkisi içinde oluşan eşitsizlikten oluşur. Üstelik beden de bu maddi gerçeklik içinde kurulur. Kadınların daha çok bulaşık yıkamasının sonuçları sadece toplumsal değildir… Sonuçta el, deneyimle yapılandırılır ve sosyal, cinsiyetli bir organdır” diyor. O zaman buradan hareketle yazara şu soruyu sorabiliriz: Hayatında hiç bulaşık yıkamamış ve hatta başka kadınlara yıkatmış üst sınıf kadınları da kadın saymayacak mıyız ya da mesela sıcak su olmadığından hep soğuk suda yıkamak zorunda kalmış olanlar daha mı kadın olacak? Birçok kadın “kadınlık görevlerini” başka kadınlara yaptırdığı için analize sınıf boyutunu da katıyoruz, o kadınları kadın olmaktan çıkarmıyoruz. Kadınların farklı sınıf ya da milliyetlere ait olması, bu farklı deneyimlere dayalı olarak da bedenlerinin farklı yapılanmış olması onların kadınlıklarında bir eksiklik olarak algılanmıyor, kadınlıklarına bir halel getirmiyorsa neden trans kadınlarınki getiriyor? Başka bir yerden şöyle de düşünebiliriz. Mesela günümüzde birçok (feminist) kadın doğurmuyor, delicesine temizlik yapmıyor, memesi var diye başı önünde yürümüyor, hanım hanımcık bir köşede sessiz oturmuyor ya da ne bileyim kıllarını almıyor vs. Yani kadınlık diye tarif edilegelen birçok bedensel deneyimi aslında yaşamıyor. Peki bu onların “erkekleştiği”, “erkek” olduğu anlamına mı geliyor? Biz bunlardan zaten kurtulmak istemiyor muyuz? Kadınlığımızı tarif eden şeyler bunlar olamaz demiyor muyuz? Peki şimdi bu deneyimlere sahip değil diye neden birilerini daha az kadın görüyoruz ya da hatta kadın olarak görmüyoruz? Bizim kadınlığımızın asla bir göstergesi sayılamayacak deneyimler, nasıl oluyor da başka kadınların kadınlığını ölçme kriterimiz olabiliyor?

“Kadının geleneksel özellikleri”?

Varlık bu sorulara kafa yormaktansa “Batıda” kadın konumunu işgal etmiş “kuir erkek kitlesi”nden bahsediyor. Yazara göre bu, “patriyarkanın erkeğe kazandırdığı bütün avantajları ve gücü koruyarak toplumda kadına tahsis edilen (bir kısmı geleneksel bir kısmı mücadeleyle kazanılmış) hak ve özellikleri temellük eden, iki cins arasında özgürce ve işine geldiği gibi seyahat edebilen bir öznellik”. Nedir bu “toplumda kadına tahsis edilen hak ve özellikler”? Bir kısmı mücadeleyle kazanılmış, bir kısmı da geleneksel imiş. Geleneksel olanlar hangileri acaba? Doğurmak mı mesela ki zaten hemen bir sonraki cümlede “tam da bu yüzden doğurganlık, regl vs. söz konusu olunca kıyametler kopuyor” diye yazıyor. Kıyamet kopmuyor, illallah geliyor.

1970lerden bu yana örneğin lezbiyen feministler, feminizmin daha ziyade heteroseksüel evlilik, boşanma, doğurma gibi meselelere odaklandığı ve de lezbiyenlerin deneyimlerini göz ardı ettiği saptamasıyla bir tartışma yürüttü; bu tartışmalar sonucu kendi öz örgütlerini kurdular. Bu, feminizm içinde hangi kadınların sorunlarının görünür kılındığı, hangilerinin dışarıda bırakıldığı üzerine bir tartışma idi. Kadın olmanın doğurganlığa, regl olmaya indirgenemeyeceği; farklı kadınlık deneyimleri olduğu söyleniyordu. Varlık ise feminizmin on yıllardır tartışma ve mücadelelerle genişlettiği bu tarihe bakmaya tenezzül etmeden 2020’de sanki ilk kez o çok enteresan bir şeymiş bulmuşçasına “geleneksel özellikler” diyor. Doğuran kadınların sorunlarını daha çok konuşalım filan da demiyor. Toplumda kadına tahsis edilen özellikler temellük ediliyor diyor. Bu artık bayağı anti-feminizm. Çünkü toplumun “geleneksel” olarak kadınlara “tahsis ettiği” özellikler; tam da feminizmin itiraz ettiği, kadın olmanın tanımı olarak sunulmasını kabul etmediği özellikler.

Dahası Varlık bir kadının başka kadınlara (burada trans kadınlara) kadınlık üzerinden tahakküm kurmasına da “cinsiyet temelli hak” diyebiliyor. Böylelikle J.K. Rowling’in aleni transfobisiyle tahakküm kurduğunu hem kabul etmiş oluyor hem de bir de üstüne “kadınların cinsiyet temelli hakları yoksa nereden ve nasıl tahakküm kuruyor” diye soruyor. Tahakküm kuruyor, çünkü kadınlığın esas öznesinin kendisi olduğunu sanıyor; kadın kimdir, kim değildir kendisi belirlemek; kadın saymadığını da dışarıda bırakmak istiyor. Nasıl erkeklerin kadınlar üzerinde kurduğu tahakküm “cinsiyet temelli hak” olarak adlandırılamazsa, bir kadının trans kadın üzerindeki tahakkümü de cis kadınların hakkı gibi sunulamaz. Tahakküm biyolojik bir öze dayanmaz, toplumsal güç ilişkileri ile dayandırılır.

Korumacı politikalar

Burada feminizm açısından tartışılması gereken diğer bir önemli husus da korumacı politikalar. Kadınlara özel korumacı politikaların yaşadığımız toplumdaki cinsiyet eşitsizliğinden dolayı kısa vadede gerekli olmakla birlikte feminizmin cinsiyet kategorilerini aşma hedefi ve özgürleşme projesi önünde bazı problemler ortaya çıkardığı kanısındayım. Yani kadınların sürekli korunması gereken varlıklar olarak ele alınması, onları bir yandan bu pozisyonda sabit tutuyor, ikincil konumlarını devam ettiriyor. Devlet de zaten kadınları korumacı yasaları patriyarkal sisteme balans olsun diye değil, kadınları korumaya muhtaç gördüğü için ve daha önemlisi kadınları aile kurumuna daha da mahkum kılmak için yapıyor. Kadınlar babaları, kocaları üzerinden sosyal hak elde ediyorlar.

Elbette kadınların mevcut eşitsiz koşullardaki somut durumunu göz ardı edemeyiz. Zaten bu yüzden de feminist hareket, heteroseksüel evlilikte kadının konumunda olduğu gibi kadınlar lehine bir iyileşme talep ediyor. Ancak aynı zamanda bizzat bu eşitsiz koşulları ortaya çıkaran dinamikleri yıkma ufkumuzun da olması gerekiyor. Bu eşitlik/farklılık çelişkisi diye de tabir edilen aslında bildiğimiz bir tartışmayla ilişkili ve ikisinden sadece birini seçmek zorunda değiliz elbette. Ancak korumacı politikalar ile özgürleşme ufku arasındaki gerilimi düşünmek, bunu nasıl aşacağımıza kafa yormak önemli. Bu noktada korumacı siyasetleri ne pahasına, neyin karşılığında, ne amaçla savunduğumuzu her zaman akılda tutmamız gerekiyor. Zaten eğer kadınları erkeklerden koruyacaksak öncelikle evlilik kurumuna karşı çıkarız. Kadınların ayrı tuvaletlere sevk edilerek erkeklerden korunması fikrinin benim feminist özgürlük tahayyülümde yeri yok açıkçası. Kadınlık pozisyonunun sürekli korunacak bir pozisyon olarak tutulmasının da özgürleştirici bir yanını göremiyorum. Bu demek değil ki mesela nafakaya karşı çıkalım ama nafakayı savunduğumuzdan daha fazla heteroseksüel evliliğe karşı çıkalım.

Aynı nakarat

Yazının temel iddialarından biri ise aslında çok bildik bir hikayeye dayanıyor. Sınıf siyasetinden, devrimci teoriden vazgeçilip söylem merkezli politikanın solun merkezine oturmasıyla, işte neoliberalizmle ve adeta neoliberalizmin ajanları olan trans aktivistler aracılığıyla kuir teori feminizmi temellük ediyor. Daha önce bu hikayenin feminist hareket, sonrasında LGBTİ+ hareketi versiyonlarını belirli sol gruplar tarafından bolca duymuştuk. Küçük burjuvalar, kapitalizmin artıkları, yok emperyalizmin oyunu vs. Bu hareketlerin sınıfsal sömürünün dışında ya da beraberinde başka tahakküm/ sömürü biçimlerini de mesele ettikleri, zaten cis hetero erkeklerin domine edegeldiği parti ve sendikalarda kendilerine yer bulamadıkları ve bu sebeplerle de kendi öz örgütlerini kurduklarından bahsedilmiyor; sınıfı böldükleri ya da zaten sınıftan kaçtıkları söyleniyordu. Tabii sınıfı bölen asla erkek egemenliği olmuyordu. Böylelikle erkeklerin kendi üzerlerine düşünmesine de gerek kalmıyordu. Kendi öz örgütlerini kuran feminist ve LGBTİ+lar zaten yeterince sosyalist, Marksist vs. olmadıkları için bunu yapıyordu. Aslında son yıllarda solcu cis hetero erkekler bile bu anlatıyı bir parça bırakmaya ve feminist eleştiriye kulak vermeye başladılar, daha doğrusu zorunda kaldılar. Ama ne hikmetse kendi bakışının Marksist feminist olduğunu iddia eden yazar, aynı serinin devamını bu sefer trans aktivizmle neoliberalizmi özdeşleştirerek yapıyor ve belli ki bu eski teraneyi devam ettirmeyi de çok akıllıca bir keşif sanıyor. 

Bu trans dışlayıcı pozisyona karşı yapılan eleştiriler de, yazarın da addettiği üzere “linç ettirme” ya da “cadı listeleri hazırlama” olarak addedilip bertaraf edilmeye çalışılıyor. Zaten tartışmanın en başından beri bu kavramlar, ortaya çıktıkları eşitsiz güç ilişkileri yok sayılıp içleri boşaltılarak TERFlerin sözüm ona mağduriyetlerinin anlatılabilmesi için pervasızca kullanılıyor. Linç, beyazların siyahlara uyguladığı sistematik şiddetti, cadı avı erkeklerin kadınlara. Ama şimdi her nasılsa ikisi de, TERFlerin kendilerine yapılan itirazlara karşı kullandığı bir mağduriyet zırhına dönüştürülebiliyor. Hadsizlik bununla da kalmıyor. Dünyanın neresinde olursa olsun işçiler, kadınlar, ezilenler haklarını kazanırken ve bu da pek tabii ki o mücadelelerin bir kazanımı olurken iş LGBTİ+ hareketine gelince her ne hikmet ise onlar hak kazanmış olmuyor, hak onlara teslim edilmiş oluyor,  çünkü zaten bunlar hak da değil, neoliberalizmin bir kandırmacası, ABD’nin bir oyunu. Bu devlet odaklı yukarıdan tarih anlatısına göre ileri kapitalist ülkelerdeki işçilerin kazanımları da yine kapitalizmin işine geldiğinden oluyor olmalıydı. Ama bu komplocu bakış LGBTİ+ hareketi söz konusu olunca devreye giriyor. Bu haliyle de malum medyanın söylemlerinden bir farkı kalmıyor.

Varlık zaten “zorunlu heteroseksüelliği” modernleşmenin bir “kazanımı” olarak görüyor. Bu önermenin anakronik, tarihçileri çileden çıkaracak karakterini bir kenara bırakalım.  “Şimdiyse neoliberalizm, modernleşmenin bütün kazanımlarını tek tek yıkarak ilerliyor ve bu süreçte zorunlu heteroseksüelliğin tasfiyesi pek de sürpriz değil” diye hayıflanıyor. Heteroseksüellik bir yerlerde tasfiye edildi ya da hali hazırda tasfiye ediliyor da bizim mi haberimiz yok? Bin bir mücadeleyle elde edinilen eşcinsel çiftlerin evlilik hakkının tanındığı bazı ülkeleri mi kastediyor yoksa yazar? Marksist feminist bakış iddiasında olan yazarın, bu yasaların geçmemesi için uğraşan (aşırı) sağ partilerin sözcüleriyle tam da aynı şeyi söylüyor olması manidar. “Fakat bu tasfiye, patriyarkadan özgürleşme anlamına gelmiyor” diye de ekliyor Varlık. Çünkü ona göre “heteroseksüel yasayla patriyarkanın hiçbir zorunlu ilişkisi yok”. Varlık’ın aralarında zorunlu bir ilişkinin olmadığını öne sürdüğü heteroseksizm ile patriyarkanın nasıl birbiriyle iç içe gecen, birbirinden beslenen ve hatta bağımsız olarak anlaşılamayacak sistemler olduğunu analiz eden koskoca bir feminist literatür var. Ancak bu yazının konusu olmadığından sadece şunu söylemekle yetinelim: heteroseksist aile yapısı kadınları patriyarkal sistem içinde tutarak erkek tahakkümünün yeniden üretilmesini sağlayan en güçlü kurum olmakla kalmıyor, dünyanın her yerinde eşcinsellerin ve lezbiyenlerin yaşamlarını değersizleştirmeye de devam ediyor. Bu ikisinin birbirinden bağımsız olduğunu varsaymak en basit bir akıl yürütmesinin dahi askıya alınması demek.

Kabul edilmeyen ayrıcalıklar

Varlık’ın ayrıcalık meselesine yaklaşımının ne kadar sorunlu olduğunu da belirtmek gerekiyor. Feminizmin yada ırkçılık karşıtı hareketlerin, ezen gruplara ait bireylerin ekonomik, sosyal, kültürel vs. ayrıcalıklara sahip olmalarına yaptığı vurgu tam da ezme/ezilme, iktidar ve sömürü ilişkilerinin sonuçlarını görünür kılmak içinken, yazarsa bunu bir tehdit olarak algılıyor. Belli ki bu ayrıcalık meselesini hiç anlamamış, anlamamaktaki ısrarını da solculuktan sayıyor. Ona göre karşı tarafa “ayrıcalıklısınız” diyenler aslında kendileri ayrıcalık istiyor, sonra alınca da öbür tarafın tepesine çıkma niyetindeler. Oysa, feminist bakış açısıyla söyleyecek olursak, patriyarka erkeklerin ayrıcalıklarının yeniden üretilerek sürdürülmesini sağlayan dolayısıyla sosyal bir grup olarak erkeklerin çıkarlarına hizmet eden sistemin ta kendisi. Bir kadın olarak bunu tespit etmek, ayrıcalık istemek anlamına gelmiyor. Fakat ayrıcalıktan bahsetmek yapısal eşitsizliklerin kimi bireyleri maddi ve manevi birçok imkandan mahrum bırakıp diğerlerine bu imkanları altın tepside sunduğunu göstermeyi sağlıyor. Keza heteroseksüel olmak, vatandaş Türk olmak, iyi kabul edilen bir eğitim almış olmak söz konusu kişi her ne kadar sosyalist, feminist vs. olsa da bunları olmayanlara göre o kişilere kimi ayrıcalıklar sağlıyor. Bu kadar basit bir fikrin sanki neoliberalizmin karmaşık teorik bir buluşuymuş gibi sunulması komik.

Yazara göre “ayrıcalık kavramı… özgürlükleri bir grubun, bir diğerinin tarihsel kazanımlarını sorunsallaştırması olarak kodlayabiliyor. Ayrımcılık kavramı sadece ezilenleri piyasada dövüşmeye çağırıyor, kaynakları bölüştürmüyor”. Yazarın savunduğunun aksine, karşıdakini ayrıcalıklarının farkına varmaya davet etmek, karşıdakinin “tarihsel kazanımlarını sorunsallaştırma” filan değil. O zaman Türk olmaktan dolayı sahip olduğumuz ayrıcalıklar, biz Türklerin Türkler olarak tarihsel kazanımlarımızdan mı ileri geliyor ki, mesela bir Suriyeli göçmenin özgürlük talebi, biz Türklerin tarihsel kazanımlarını sorunsallaştırıyor olsun? Bu akıl yürütmeye göre bizim de Türkçü olmamız gerekiyor o zaman ya da Türklerin Suriyelilere göre bir ayrıcalığı olduğunu zaten hiç kabul etmememiz. Toplumda heteroseksüel olmanın sağlığa, eğitime, işe, sosyal haklara erişim konularında eşcinsel olmaya göre açık ayrıcalıkları var. Bu bir heteroseksüelin bir eşcinselden doğrudan bir çıkarı olduğu anlamına gelmiyor, ancak her heteroseksüelin heteroseksüel olarak heteroseksizmden çıkarı olduğu anlamına geliyor. Bu ayrıcalıkları inatla görmemek, tartışmaya açanları tehdit algılamak hatta onları ayrıcalık isteyenler olarak lanse etmeye çalışmak; ayrıcalıklı olan birinin elindekini de kaptırma korkusu olsa gerek. Bu, “ya kadın hakları var da, niye erkek hakları yok?” yollu erkeklerin komik sandıkları şakalarını andırıyor. Kendi ayrıcalıklarını asla görmeyen, aksine esas kendini mağdur gösteren bu bakış; biraz da “işçinin memurun hali yine iyi” diyen esnafı, “bizim temizlikçinin iki evi varmış” diye hayıflanan şirket çalışanını, “bu Suriyelilerin durumu bizden iyi vallahi” vs. diyenleri hatırlatıyor.

Varlık da bu ayrıcalık hususunda yine bir itibarsızlaştırma taktiği olarak olmadık şeyleri üst üste bindiriyor. “İslamcı kadınların görünürlük talepleri” ile baş örtüsü mücadelesinin kastedildiği anlaşılıyor. Yazara göre “küresel elit feministler”, gelecek tehlikeyi tahayyül edemedikleri için bu talebe destek verdi. “İslamcı kadınlar” ise sadece “sınıfsal yükseliş ve ayrıcalık” istiyordu ve korkulan (yazar içinse beklenen) oldu,  buradan üst sınıf dinci bir kadın tipi oluştu. Sonunda yazarın haklı çıktığı, çarpıtmalarla dolu bir korku siyaseti kıssası daha. Öncelikle başörtüsü yasağına karşı mücadeleye destek veren feministler tüm “İslamcı kadınları” işçi sınıfından sandığı için destek vermedi. Başörtüsü yasağının kadınların kamusal alana çıkmasına engel olduğu, bu kadınlara karşı açık bir cinsiyetçi uygulama olduğu için yasağa karşı çıktılar. Ayrıca baş örtüsü mücadelesini yürüten kadınların tümünün yine toptancı biçimde “sınıfsal yükselme peşinde İslamcı kadın” ilan edilmesini ne yapmalı? Baş örtüsü takan herkesin “İslamcı kadın” addedildiği bir paketle karşı karşıyayız. Bu anlayışa göre işçi eylemlerinde sıklıkla gördüğümüz türbanlı kadınlar da sınıf atlama derdindeki İslamcılar olsa gerek. Bu kadınlar feminist olamaz mı, başka ideolojileri savunamaz mı? Kaldı ki mücadeleyi yürüten kadınlar içinde Müslüman feministler de vardı, ama yazarımızın onları feminist sayacağına pek ihtimal vermiyorum. Peki neden tüm bunları anlatıyor Varlık? Kıssadan hisse şöyle: “şimdi de trans kadınları savunursak bu sefer de onlar sınıf atlama hevesiyle tepemize çıkacak”. O tabii yine yaklaşan tehlikenin farkında.

“İşleri karıştıran hep bu kuir!”

Zaten Varlık’a göre “olan bitene Marksist Feminist bir lensten bakınca tablo çok da karmaşık değil”. Ne farklı tahakküm ilişkilerinin nasıl iç içe geçtiği üzerine kafa yormuş ne de Kemalist bakış açısının ötesine geçip içinde bulunduğumuz zamanı kendi özgün şartlarıyla düşünmeyi denemiş. Kendinden emin, halinden memnun. Ah bir de kadın performansı sergileyen erkekler olmasa! Çünkü işleri karıştıran tek unsur trans aktivizmin beyana dayalı cinsiyet talebi. “Trans bireylerin bütün varoluşları şu günlerde kuir paradigmanın kavramsal dünyasına asimile edilmiş durumda, ki bu işleri fena halde zorlaştırıyor” diyor yazar. Yazar basitleştirilmiş toptancı dünyasında; sınıf, cinsiyet ve ideolojilerden sabit bloklar oluşturmuş, yerlerinden oynasınlar istemiyor; hem bu haliyle tablo hiç karmaşık da olmuyor.

İlk basitleştirme; trans aktivist= non-binary=kuir teori = sol liberalizmin birbirinin yerine kullanılıp aynı şeylermiş gibi sunulması. Yani yazının ana konusu olan mesele dahi, sırf yarattığı hayali düşman istediğinden farklı bir yüze bürünmesin diye çarpıtılarak tarif ediliyor. Hadi kuir teori diye yekpare bir şey olduğunu kabul edelim. Trans aktivistlerin hepsi kuir mi? Hayır. Cis kadın kuirler yok mu? Var. Kuir teorinin feminizme, zaten çoğunlukla feminizmin içinden yönelttiği eleştiriler ile belli bir politik mücadele biçimi arasında zorunlu bir ilişki var mı? Yok. Peki niye bu ısrar? Toptancılık devam ediyor. Baş örtüsü mücadelesi = İslamcı kadın= dinci üst sınıf kadın ve bunlara özgürlük diye elini veren kolunu kaptırır akıl yürütmesi. Sonrasında trans aktivizm ve baş örtüsü mücadelesi arasında yapılan analoji üzerinden de translara potansiyel iktidar sahipleri olarak yaklaşalım diyor. Politik bilim kurgu janrında ödüle layık bir senaryo.

Ancak bu toptancılıklar kaba saba, güya bütüncül analiz yapmaya yarıyor da, gerçekliği anlamamıza hiç yardımcı olmuyor. Adeta “kadın kadınlığını erkek erkekliğini bilsin, biz de ağız tadıyla feminizmimizi yapalım” diyen yazar için, cinsiyet konumlarının başka iktidar ilişkileriyle beraber düşünülmesi gerektiği fikri pek kabul edilebilir görünmüyor. Yoksa keşke tabii fabrikada sömürülen işçi adam, aynı zamanda evde karısını döven adam olmasa, aynı adam Suriyeli işçiyi kendine tehdit de görmese, işler de karışmasa. Ama öyle değil. İşçi sınıfı arasında da milliyet, cinsiyet, alınan ücret, yapılan işe toplumsal olarak verilen değer vs. üzerinden farklılıklar var. Kadınların arasında da başkaca farklılıklar. Ne işçileri ne de kadınları bölen ise kendi aralarındaki bu farklılıklar değil, aksine bu farklılıkları görmeyi reddeden bakış. Biz bu farklılıkları yok sayınca yok olmuyorlar çünkü. Varlık ise bunlardan hiç bahsetmiyor. Zira onun basitleştirilmiş iktidar ilişkileri perspektifinden zaten bu sorunlar hiç görünmüyor.

Özetle Marksist feminist bir bakışla yazıldığı iddia edilen bu yazı, ne Marksist ne feminist ve pek tabii ki ne de Marksist feminist; yeri gelince Kemalist, her daim devletçi, güvenlikçi, gelenekselci ve reaksiyoner, devrimci bir ufkun olmadığı bir vasatlık. Böylesi komplocu, korku siyasetine dayanan, kadınların failliğini hiçe sayan devlet odaklı bir anlayış; kadınların özgürleşme, kendilerini gerçekleştirme mücadelesini anlayabilmekten de çok uzakta. Neyse ki feminizm kolonlarına yaslanıp sığındığımız bir mabet değil, her gün söküp yeniden kurmaya hem ihtiyacımızın hem de gücümüzün olduğu bir politik mücadele silahı, bize yol gösteren fikir ve pratikleri yazdığımız bir rehber. Bu anlamda trans kadınların yürüttüğü teorik/politik tartışma da yazarın bizi inandırmaya çalıştığının aksine feminizm için gerekli ve bir o kadar da öğretici. Çünkü kadın kategorisine dayanarak taleplerde bulunup siyaset yapmak ile bu kadın kategorisinin de parçası olduğu cinsiyet sistemini aşma tahayyülü arasındaki gerilim üzerine kafa yormak tam da feminizmin işi. Kadın kategorisinin kurgusallığı ile tarihsel özneler olarak kadınlar arasında çelişki gibi görünen cinsiyetin bu “iki anlamlılığı” feminizmi geçersizleştiren bir şey değil; tersine feminizmi öznesi üzerine düşünmeye, onu hem eleştirel hem de öz eleştirel olmaya zorlayan; dolayısıyla tam da gücünü aldığı hareket noktası.

Kaynak: https://www.kaosgl.org/gokkusagi-forumu-kose-yazisi/marksist-feminist-iddia-altinda-bir-terflik-savunusu

Aylardır Cevapsız Kalan Soru: Nadira’ya Ne Oldu? – Gizem Karaköçek

Nadira Kadirova, 23 yaşında Özbekistan vatandaşı bir genç kadın. Ölmeden dört yıl önce Türkiye’ye yerleşti ve yaklaşık bir yıl boyunca AKP milletvekili Şirin Ünal’ın Çankaya’daki evinde bakıcı olarak çalıştı. Daha başka bir dizi vakada gördüğümüz gibi Nadira Kadirova’nın ölümü de göçmenler, özellikle de göçmen kadınlar için güvencesiz çalışma koşullarının onları nasıl taciz ve şiddet karşısında çok daha korumasız hale getirdiğini bir kez daha gösteriyor. Davanın üzerinin tekrar tekrar örtülmeye çalışılması ise ülkedeki hukuk sistemine dair zaten bilinen bir gerçeği bir kez daha tasdik ediyor: yokluğunu. 

Nadira, 23 Eylül 2019’da AKP milletvekili, emekli general Şirin Ünal’ın evinde Ünal’a ait silahla ölü olarak bulundu. Kadirova’nın dosyası, avukatlarının da dile getirdiği gibi böylesine önemli bir dosyada yapılamayacak acemilikler yapılarak ve intihar olduğu belirtilerek kapatıldı. Kapatılmasına yönelik avukatları tarafından yapılan itiraz reddedildi. Savcılık tarafından yürütülen soruşturma neticesinde, intihar denilebilecek kadar bile araştırma yapılmadı, sorular cevapsız kaldı. Tüm bunların ışığında aydınlatılabilecek olan asıl soru Nadira’nın ailesi, avukatları ve kamuoyu tarafından hala sorulmaya devam ediliyor: Nadira’ya ne oldu?

Nadira ölmeden önceki gün Şirin Ünal’ın çalışanlarından biri olan arkadaşı Leyla’ya ”Ünal beni taciz etti intihar edeceğim!” demiş ve savcılık tarafından bu cümlede sadece “İntihar edeceğim!” kısmı üzerinde durulmuş, cinsel saldırı iddiası araştırılmamıştı. Bunun üzerine kendisi de Özbekistan vatandaşı olan Leyla, kim olduğunu bilmediği fakat Emniyet mensubu olduğunu belirten kişiler tarafından sokak ortasında sınırdışı edilmekle tehdit edildiğini Nadira’nın ailesiyle paylaşmıştı. Niçin Nadira’nın cinsel istismar nedeniyle intihar etmesi şüphesi üzerinde durulmadı ve gerekli araştırmalar yapılmadı? Ünal’ın çalışanı ve en önemli tanıklardan Hilal neden tehdit edildi? 

Nadira’nın hayallerine yönelik adımlar atmaya devam ediyordu hatta ölümünden bir gün önce İngilizce kursuna kayıt yaptırmıştı. Geleceğe yönelik planlarına devam eden bir kimsenin intiharı savcılık nezdinde neden şüphe oluşturmadı?

Cenazeyi teslim alan aile, intihar ettiği söylenen Nadira’nın bedeninde iki mermi bulunduğunu, mermilerden birinin böbrek kısmında diğerinin kalp hizasında olduğunu ve kafasında darbe izinin de mevcut olduğunu kamuoyuyla paylaşmıştı. Ayrıca adli tıp raporunda belirtilen ve biyolojik erkek bedeninden bulaşabilecek olan PSA bulgusunun DNA incelemesi yapılmadı. Üstelik savcılık tarafından herhangi bir açıklama yapılmadan önce Emniyet tarafından intihar olduğuna dair alelacele açıklama yapılması soru işaretlerini arttırdı. 

Olay gerçekleştiği esnada Nadira’nın abisiyle görüşme yapan ve evde olduğunu belirten Ünal, sonrasında ”Bana gelen bilgiler intihar yönünde.” diyerek kafa karışıklığına yol açmıştı. Hayatın doğal akışına uymayan bu açıklama Nadira’nın avukatı tarafından da eleştirilmiş ve Ünal’ın nerede olduğunun tespitinin yapılması gerekliliğinin altı çizilmişti. Kızıyla da aynı saatlerde telefon görüşmesi yapmış olan Ünal’ın yerinin tespit edilebilmesi oldukça kolay olmasına rağmen herhangi bir araştırma yürütülmemişti. Olay gerçekleşirken evde olduğu kayıtlara geçilen Ünal’ın kızını neden aradığı ise başka bir soru işareti. Ölüm raporunda belirtilen saat ve emniyetin arandığı saatin uyuşmamasıyla ilgili tatmin edici bir açıklamanın yapılmamış olması da şüpheleri arttıran bir başka konu. 

Nadira’nın ifade vermeye gelen arkadaşlarına ve kardeşine polisler tarafından “vebal alıyorsunuz” denmesi ve bu polisler için tanıkları şikayetlerinden ve beyanlarından vazgeçirmeye çalışması hakkında soruşturma başlatılmaması da üzerinde durulması gereken bir diğer nokta.

Adli tıp raporuna göre Nadira’nın vücudunda ketamin yani anestezik bir madde bulunmuş ve bu maddenin hastanede müdahale ederken mi enjekte edildiği yoksa ölümünden önce mi verildiği açıklanmamıştı.

Odasında bulunduğu söylenen intihar mektubunun Nadira’nın el yazısı örnekleriyle karşılaştırılması talebi reddedilmiş, gerekçe olarak Ankara’da böyle bir uzmanın olmadığı söylenmişti. Üstelik mektubu yazdığı söylenen kalem de parmak izi incelemesinden geçmemişti. Bu incelemelerin yapılacağı açıklansa da detaylı bilgi kamuoyuyla paylaşılmadı. 

AKP milletvekili Şirin Ünal konuyla ilgili olarak uzun bir süre açıklama yapmaktan kaçınmış ve sessizliğini “Nadira şizofrendi” iddiasıyla bozmuştu. Bu iddiaya karşı Nadira’nın abisi “madem psikolojik sorunları vardı neden 20 yıllık eşine bakmasına izin verdin? Neden meclisteki makam odana götürdün? Neden işten çıkarmadın?” sorularını yöneltti. Her şey gibi bu sorular da cevapsız kaldı. Yaşananları gün yüzüne çıkaracak ve anlatıldığı gibiyse Ünal’ı da temize çıkaracak olan detaylı araştırmanın yapılmamasına karşı Ünal’ın sessiz kalması ise başka bir soru işareti olarak kamuoyu zihninde yer etti. 

Konuyla ilgili mecliste verilen soru önergesi de cevapsız bırakıldı. O önergede yer alan “evde bulunan diğer kişilerin swap örnekleri neden alınmadı? Çekilen fotoğraflarda silahın içinde şarjör olup olmadığı neden araştırılmadı?” soruları da tıpkı diğer sorular gibi güncelliğini koruyor. 

Avukat Eren Keskin de geçtiğimiz günlerde Artı Tv’ye “tanıklarla konuştum, korkuyorlar ve açıklama yapmaktan imtina ediyorlar. Delillerin karartıldığını tespit ettim. Soruşturma en başından beri gizlilik kararıyla yürütüldü ve toplanan delillerin incelemesi de gizli yapıldı bu nedenle bilgi sahibi olamadık. Karşımızda eski bir NATO askeri, güçlü olduğu aşikar bir partinin milletvekili var. Böyle bir adamın karşısında kimsesiz, çaresiz, sigortasız çalıştırılmış göçmen bir kadın var. Taraflar arasında bir dizi eşitsizlik var. Nadira’nın elinde swap örneğine rastlanmadığını biliyoruz. İntihar ettiği söylenen birinde bu örneklere rastlanmaması şüphelerimizi besliyor. Gerekli incelemeler yapılmadan dosyanın kapatılacağını biliyorduk. Bu dosya da daha önce karşılaştığımız diğer dosyalar gibi failinin gizlenmeye çalışıldığı bir dosya.” açıklamasında bulundu. 

Aile, takipsizlik kararına karşı yapılan itirazın reddedilmesinin peşini bırakmayacağını söyleyerek bu süreçte yanlarında olan herkese teşekkür ediyor. İnsan hakları avukatları, son süreçte davaya müdahil olan 132 kadın avukat ve kadın örgütleri sormaya devam ediyor: Nadira’ya ne oldu?

Toplumsal Yeniden Üretim ve Covid-19 Salgını Üzerine Tezler- Marksist Feminist Kolektif

“Bu salgın, bizleri kapitalizmin ötesine taşıyacak bir şekilde kâra karşı nasıl yaşamı destekleyeceğimize dair solun önüne somut bir ajanda koyacağı bir moment olabilir ve olmalıdır.” 

Tez 1: Kapitalizm yaşama değil, kârlılığa öncelik vermektedir: Bunu tersine çevirmek istiyoruz.

Bu salgın ve buna egemen sınıfın cevabı, toplumsal yeniden üretim teorisinin bağrındaki fikrin açık ve trajik bir resmini sunmaktadır: Yaşamımız, kâr etme önceliklerine kurban edilmektedir.

Kapitalizmin kendi yaşamını devam ettireceği kan olan kâr üretme becerisi, işçilerin günlük “üretimine” bağlıdır. Bu, tam olarak ve anında kontrol edemediği veya baskın olmadığı yaşamı devam ettirme süreçlerine bağlı olduğu anlamına gelir. Aynı zamanda birikimin temel mantığı, üretimin devam etmesini destekleyecek mümkün olan en düşük ücret ve vergilerle hayatın düzenlemesi üzerinedir. Bu kapitalizmin kalbindeki en büyük çelişkidir. Tam da toplumsal refahı sağlayanları; hemşireleri ve sağlık hizmetlerindeki diğer çalışanları, tarım işçilerini, gıda fabrikalarındaki işçileri, süpermarket çalışanlarını, kuryeleri, atık toplayıcıları, öğretmenleri, çocuk bakıcılarını, yaşlı bakım hizmetlerini sağlayanları aşağılamakta ve değersizleştirmektedir. Bunlar, kapitalizmin düşük ücretle ve çoğu zaman tehlikeli çalışma koşulları ile aşağılayıp damgaladığı ırksallaştırılmış, kadınlaştırılmış işçilerdir. Ancak şu anki salgın, toplumumuzun onlarsız yaşayamayacağını açıkça ortaya koymaktadır. Toplum, kârlılık için rekabet eden ve hayatta kalabilme hakkımızı sömüren ilaç şirketleri ile de ayakta kalamaz. Ve ‘piyasanın görünmez elinin’, mevcut pandeminin de gösterdiği gibi, insanlığın ihtiyaç duyduğu, küresel çapta bir sağlık altyapısı oluşturmayacağı ve işletemeyeceği açıktır.

Bu nedenle sağlık krizi sermayeyi, sağlık, sosyal bakım, gıda üretimi ve dağıtımı gibi yaşam ve yaşamı sürdürme çalışmalarına odaklanmaya zorluyor. Sağlık, eğitim ve diğer yaşamsal faaliyetlerin ticarileştirilmekten çıkarılmasını ve herkes tarafından erişilebilir hale getirilmesini, pandemi geçtikten sonra da bunun devam etmesini talep ediyoruz.

Tez 2: Toplumsal yeniden üretim işçileri yaşamın temelindeki işçilerdir: Kalıcı olarak böyle kabul edilmelerini talep ediyoruz.

Eksik istihdamla emtia üreten şirketlerin çoğu, kârlarının ve stok değerlerinin hızla düştüğünü görürken, kendilerinin insani kuruluşlara, topluluklara, hane halklarına ve bireylere bağlı olduklarını fark ettiler. Ancak, kapitalizmin hayatı öncelemeye nazaran kârlılığa öncelik verme ihtiyacı göz önüne alındığında, bu tür örgütler, topluluklar, hane halkı ve bireyler bu meydan okumayı karşılayacak kadar donanımlı değiller. Covid-19 yalnızca sağlık, toplu taşıma ve market işçileri, çeşitli toplum gönüllüleri ve diğerleri üzerindeki durumu kötüleştirmekle kalmadı; yıllar yılı kemer sıkma adına tüm temel sosyal hizmetlerin parçalanması da toplumsal yeniden üretimi sağlayan iş gücünün eskisinden çok daha küçülmesine ve toplumsal örgütlülüklerinin de gittikçe daha az kaynak bulabilmesine sebep oldu.

Onlarca yıl ihmal edilmiş bir krizi telafi etmek için birçok kapitalist devlet ve şirket önceliklerini ancak kısmi ve geçici olarak değiştiriyor. Hane halklarına çekler gönderiyorlar, güvencesiz işçilere işsizlik sigortası sunuyorlar, otomobil üreticilerinin otomobil üretmekten maske ve vantilatör üretmeye geçmelerini istiyorlar. İspanya’da devlet geçici olarak kâr odaklı özel hastaneleri devraldı; ABD’de sigorta şirketleri Covid-19 testi için ödemeleri yapmak durumunda kalıyor. Her şeyi bir kenara bırakırsak, bu durum bize siyasi bir irade olduğunda insanların ihtiyaçlarını gerçekten karşılayacak kaynakların ne kadar hazır ve bol olduğunu göstermektedir.

Toplumsal yeniden üretim sektörlerindeki hemşirelerin, hastane temizliği işçilerinin, öğretmenlerin, atık toplama işçilerinin, gıda üretenlerin ve süpermarket çalışanlarının yaptıkları işlerin temel hizmet olarak kalıcı bir biçimde tanımlanmasını ve ücretlerinin, sosyal yardımlarının ve sosyal konumlarının sürdürülebilirlikteki önemini yansıtacak şekilde iyileştirilmesini talep ediyoruz. 

Tez 3: Bankaları değil insanları kurtarın. 

Egemenler, kapitalist değerin tamamen çöküşünü ortadan kaldırma çabasıyla şirketleri kurtarmak için çok daha fazla kaynak ayırıyorlar. Ürettiğiniz kârların, toplumsal yeniden üretim emeğinin sağladığı emek gücü tarafından yapıldığını size hatırlatıyoruz. Otel ve restoran zincirlerinin, teknoloji ve havayolu şirketlerinin ve daha fazlasının CEO’ları milyonlarca işçiyi işten çıkarırken, büyük ölçüde kendi aşırı şişirilmiş maaşlarını ve haklarını koruyorlar. Çünkü kapitalist sistem, yaşam ve ücretli emek arasındaki çelişkinin, insanların yaşamlarından ziyade daima sermayenin yararına çözülmesini öncelemektedir.

Tüm finansal kaynakların ve teşvik paketlerinin kapitalist şirketleri çalışır durumda tutmak yerine yaşamı devam ettiren işlere aktarılmasını talep ediyoruz.

Tez 4: Sınırları açın, hapishaneleri kapatın.

Bu salgın, göçmenleri ve tutukluları çok sert vuruyor: Bunlar; uygun hijyenik şartlara ve sağlık hizmetlerine sahip olmayan hapishanelerde veya gözaltı merkezlerinde kapalı kalanlardır; belgesiz ve aynı zamanda sınır dışı edilme korkusuyla yardım talebinde sessiz kalanlardır; yaşamı var eden alanlarda (sağlık ve sosyal bakım hizmetleri, tarım, vb. ) çalışıp enfekte olma riski daha fazla olan, çünkü (yeterli veya herhangi bir koruyucu ekipmanı olmadan) işe gitmekten başka seçenekleri olmayanlardır; ailelerine ulaşmaya çalışan ve ülkeler arasında transit geçiş yapmakta olanlar ve seyahat yasakları ve yaptırımlar nedeniyle ülkelerinden ayrılamayanlardır.

Pandemi olsa da olmasa da Trump, enfeksiyon oranlarının ve ölümlerin hızla arttığı İran’a karşı yaptırımları korumaktadır. Ne Trump ne de Avrupa Birliği, İsrail’e Gazze’de abluka altındaki 2 milyon insanı en çok ihtiyaç duyulan tıbbi malzemelerden yoksun bıraktığı yaptırımları kaldırması için baskı yapacaktır. Pandemiye karşı bu ötekileştirilmiş eşitsiz tepki, kapitalizmin bel altı olan ırkçı ve sömürgeci zulme dayanmakta ve onu güçlendirmektedir.

Göçmenlik yasalarına göre sağlık hizmetlerinin öncelikli olmasını, pek çok suç için hapsedilenlerin derhal serbest bırakılmasını ve hasta tutsaklar için alternatif insani kısıtlı yerlerin bulunmasını, yaşamsal ihtiyaçları beslemek yerine disiplini hedefleyen gözaltı ve tutukevlerinin kapatılmasını istiyoruz.

Tez 5: Silahımız dayanışma: Sermayeye karşı kullanalım

Salgın, bütün dünyaya kriz durumunda çalışan insanların çeşitli ve yaratıcı hayatta kalma stratejileriyle her daim nasıl geçinebildiğini göstermiştir. Pek çoğu için bu en yakın aile ve arkadaşlara yaslanmak anlamına gelmiştir. Fakat bazıları karşılıklı yardım inisiyatifleriyle sorunun üstesinden gelmektedir. Evsizler ve kapitalist toplumun bir yük olarak görüp reddettiği insanlar için destek, başkalarına yaşama hakkından daha azını sunmayan toplumsal yeniden üretim gönüllülerinin muazzam inisiyatiflerinden gelmiştir. Birleşik Krallık’ın dört bir yanında mahalleler, en korunmasız kesimlerle irtibatta olabilmek ve gıda ve ilaç alabilmelerini sağlamak için Whatsapp grupları oluşturmaktadır. Okullar ücretsiz yemek hakkına sahip çocukları olan yoksul ailelere yiyecek kuponları göndermektedir. Gıda bankaları ve hayır kurumları gönüllü sayısının arttığına tanık olmaktadır. Acil bir ihtiyaç olarak toplumsal yeniden üretim müşterekleri ortaya çıkmaktadır. Fakat aynı zamanda geçmişten dersler de aldık: Kapitalist hükümetlerin toplumsal yeniden üretim müştereklerini devletin sorumluluklarından kaçmasının aracı olarak kullanmalarına izin vermeyeceğiz.

Sosyalist feministler olarak daha fazlasını zorlamaya, insan yaşamının iyileştirilmesi için gerekli olan her şey üzerinde kamu hükmü talebi için birlikte çaba göstermeye ihtiyacımız vardır. Bu, eşitsiz biçimde etkilenmiş ve eşitsiz kaynaklara sahip farklı topluluklar arasında dayanışma inşa etmek anlamına gelmektedir. Bu, en çok marjinalleştirilmişlere destek vermek, toplumsal kaynağı olanların – sendikalar, sivil toplum örgütleri, halk örgütlenmeleri – olmayanlarla paylaşmalarını ve onları desteklemelerini savunmaktır. Bu, devletin toplumsal yeniden üretim işini toplumsal varlığın temel taşı olarak tanımasını talep etmektir.

Hükümetlerin halktan ders almalarını ve sıradan insanların birbirine destek ve dayanışma göstermek için yaptıkları şeyleri politika düzeyinde tekrarlamalarını talep ediyoruz.

Tez 6: Ev içi şiddete karşı feminist dayanışma

Covid-19’un yayılmasını önlemek için pek çok ülke tarafından alınan eve kapanma önlemleri, bir yandan bütünüyle gerekliyken, diğer yandan istismara dayalı bir ilişki içinde yaşayan milyonlarca insan için ciddi sonuçlar doğurmuştur. Salgın süresince mağdurlar şiddet uygulayan partnerler veya aile bireyleriyle ev içinde kalmaya zorlandığından, kadınlara ve LGBTQ’lara yönelik ev içi şiddet vakaları katlanmıştır. Ev içi istismarın özgün durumunu dikkate almayan “evde kal” kampanyaları, şiddete karşı sığınak ve hizmetlerden bütçelerin çekilmesi anlamına gelen ve yıllardır süregiden azgın neoliberalizm bağlamında bilhassa endişe vericidir.

Hükümetlerden şiddetle mücadele hizmetlerde yıllardır uyguladıkları bütçe kesintilerini derhal geri çekmelerini ve destek hatlarını sürdürmek ve geniş ölçüde görünür kılmak zorunda olan aktörlere kaynaklar sağlamalarını talep ediyoruz.

Tez 7: Toplumsal yeniden üretim işçilerinin toplumsal gücü vardır: Bu gücü toplumu yeniden örgütlemek için kullanabiliriz.

Bu salgın, bizleri kapitalizmin ötesine taşıyacak bir şekilde kâra karşı nasıl yaşamı destekleyeceğimize dair solun önüne somut bir ajanda koyacağı bir moment olabilir ve olmalıdır. Bu salgın, kapitalizmin ücretli ya da ücretsiz, hastanelerde ve altyapı işlerinde, hane içinde ve topluluklarda toplumsal yeniden üretim işçilerine ne kadar ihtiyaç duyduğunu hâlihazırda bizlere göstermiştir. Bunu ve bu işçilerin ellerinde tuttukları toplumsal gücü kendimize sürekli hatırlatalım. Bu, toplumsal yeniden üretim işçileri olarak bizlerin, ulusal bağlamda, bizi ayıran sınırlarda ve yerkürenin her yanında elimizdeki toplumsal güce dair bilinci geliştirmemiz gereken andır.

Eğer biz durursak dünya durur. Bu anlayış yaptığımız işe saygı duyan politikaların temeli olabilir; aynı zamanda kâr elde etmenin değil hayatı var etmenin toplumlarımıza yön verdiği, yenilenmiş bir antikapitalist gündemin altyapısını inşa edecek politik eylemin de temeli olabilir.

3 Nisan 2020

Çeviri: Meriç Dıraz, Sanem Öztürk

Marksist Feminist Kolektif, Tarihsel Materyalizm Konferansı’nda Marksist Feminist Akım’ın örgütleyicileri olan Tithi Bhattacharya, Svenja Bromberg, Angela Dimitrakaki, Sara Farris ve Susan Ferguson’dan oluşmaktadır.

Toplumsal Yeniden Üretim ve Salgın: Tithi Bhattacharya ile Söyleşi

Koronavirüs salgını, pek çoğumuza toplumun nasıl hızla değişebildiğini ve ne olmadan yaşayabileceğimizi –ya da yaşayamayacağımızı– sert bir berraklıkla gösterdi. Kaynaklar sağlık hizmetlerine aktarılırken, kapitalist ekonominin büyük bir kısmının kriz dönemlerinde gerçekten rafa kaldırılabileceği ortaya çıktı. Bize daha önce imkânsız olduğu söylenen – mahpusları serbest bırakmaktan kira ödemelerini veya ipotekleri askıya almaya, ülkedeki herkese nakit desteği vermeye kadar – pek çok şey hâlihazırda yapılıyor.

Tithi Bhattacharya bir süredir Yüce Piyasa’nın değil insan hayatının gereklerine yönelik inşa edilen bir toplumun nasıl olacağı üzerine düşünüyor. Kendisi bir tarih profesörü, Purdue Üniversitesi’nde Küresel Çalışmalar Direktörü, %99 İçin Feminizm: Bir Manifesto kitabının yazarlarından biri, Spectre dergisi yayın kurulu üyesi ve Social Reproduction Theory: Remapping Class, Recentering Oppression kitabının editörü. İçinde bulunduğumuz momentte toplumsal yeniden üretim teorisinin bize neler öğretebileceğini, solun hangi talepleri yükseltmesi gerektiğini ve iklim felaketini önlemek için bu dersleri nasıl kullanabileceğimizi konuştuk.

-Sarah Jaffe: Başlangıç olarak bize toplumsal yeniden üretim teorisini kısaca açıklayabilir misiniz?

-Tithi Bhattacharya: Toplumsal yeniden üretimi en iyi şekilde tanımlamak gerekirse, hayatı var etmek, sürdürmek kuşaklar boyunca yenileyebilmek için gerekli olan eylemler ve kurumlardır. Ben bunlara “hayatı var etme” faaliyetleri diyorum.

En doğrudan anlamıyla hayatı var etmek doğum yapmaktır. Fakat hayatı sürdürebilmek için temizlik gibi, beslemek gibi, yemek yapmak, çamaşır yıkamak gibi pek çok başka faaliyete ihtiyaç duyarız. Fiziksel, kurumsal gereksinimlerimiz vardır: Yaşayacağımız bir ev, bir yerlere gitmek için toplu ulaşım, kamuya açık dinlenme-eğlenme olanakları, parklar, okul sonrası programlar. Okullar ve hastaneler de hayatın var edilmesi ve sürdürülmesi için gerekli kurumlardan bazılarıdır. Bu hayatı var etme sürecindeki eylemlere ve kurumlara, toplumsal yeniden üretim işi ve toplumsal yeniden üretim kurumları diyoruz. Fakat toplumsal yeniden üretim aynı zamanda bir çerçevedir. Bizi çevreleyen dünyaya baktığımız ve onu anlamaya çalıştığımız bir mercektir. Toplumdaki varlığın kaynağının ne olduğunu tespit etmemizi sağlar; insan hayatı ve insan emeği.

Hayatı var etmenin karşısında ise kapitalist çerçeve ya da kapitalist mercek yer alır: Şeyleri var etme ya da kârı var etme. Kapitalizm “kaç şey daha üretebiliriz?” diye sorar, çünkü şeyler kâr getirir. Burada önem atfedilen, o şeylerin insanlar üzerindeki etkisi değil, kapitalizmin yüce saltanatını süren bir büyücü olduğu bir şeyler imparatorluğu yaratmaktır.

Bu faaliyetlerin çoğu ve toplumsal yeniden üretim sektöründeki – hemşirelik, öğretmenlik, temizlikçilik gibi – pek çok iş, kadın işçilerin egemenliğindedir. Ve kapitalizm bir hayat-var etme değil şeyler-var etme sistemi olduğundan, bu faaliyetler ve bu işçiler ciddi ölçüde değersizleştirilmiştir. Toplumsal yeniden üretim işçileri en kötü ücretleri alan, (gerektiğinde) ilk gidecek olan, sürekli cinsel tacizle ve sıklıkla doğrudan şiddetle yüz yüze kalanlardır.

-Kapitalizm işlemeye devam ettiği sürece mutlu ölebileceklerini söyleyen (muhafazakâr polemikçi) Glenn Beck gibi mezar hırsızlarının olduğu bir dönemdeyiz; bu her şeyi apaçık ortaya koyuyor. 

-Koronavirüs krizi iki şeyi trajik biçimde netliğe kavuşturdu. İlk olarak toplumsal yeniden üretim vurgusu yapan feministlerin uzun zamandır söylediklerini, yani bakım işinin ve hayatı var eden işlerin toplum için vazgeçilmez olduğunu ortaya serdi. Şu anda evlerimize kapanmış haldeyken hiç kimse “Borsa simsarlarına, yatırım bankacılarına ihtiyacımız var! Bu hizmetler açık kalsın!” demiyor. İnsanlar “Hemşireler, temizlikçiler, çalışmaya devam etsin, çöp toplama hizmetleri açık kalsın, yiyecek üretimi devam etsin!” diyor. Yiyecek, yakıt, barınak, temizlik: “Hayati olan hizmetler” bunlar.

Bu kriz aynı zamanda kapitalizmin salgınla baş etmekte nasıl tamamen yetersiz olduğunu da trajik biçimde ortaya koydu. Kapitalizm hayatı var etmeye değil kârı en yüksek düzeye çıkarmaya odaklıdır. Kapitalistler bütün bu süreçte en büyük mağdurun sayısız hayat değil kanlı ekonomi olduğunu iddia ediyorlar. Görünen o ki ekonomi, Trump’tan Boris Johnson’a herkesin parlak kılıçlarıyla korumaya hazır olduğu en kırılgan küçük çocuk.

Bu arada Birleşik Devletler’de sağlık hizmetleri sektörü özelleştirmelerle ve kemer sıkma önlemleriyle harap edildi. İnsanlar hemşirelerin evde maske yapmak zorunda olduklarını söylüyor. Ben her zaman kapitalizmin hayatı ve hayatı var etmeyi özelleştirdiğini söyledim; fakat sanırım salgından sonra bunu başka şekilde ifade etmek gerekiyor: “Kapitalizm hayatı özelleştirir ama aynı zamanda ölümü kamulaştırır.”

-Bakım işlerinin ve toplumsal yeniden üretim işlerinin diğer biçimlerinin nasıl değersizleştirildiği üzerinde biraz daha durmak istiyorum. Bu iş kollarını değersizleştirme eğilimimiz ile bu işi yapan insanları hakkında ne düşündüğümüz karşılıklı olarak birbirini etkiliyor.

-Birleşik Devletler’de bakım evleri ve destekli yaşam endüstrisi şu anda yaklaşık 4 milyon insana hizmet veriyor. Bunların pek çoğu Medicare (sağlık sigortası) kapsamında. Kısa zaman önce New York Times, yılda 380 bin insanın, uygun temizlik önlemlerine ve sağlık prosedürlerine yatırım yapmak istemeyen uzun dönemli bakım tesislerinde enfeksiyon nedeniyle hayatını kaybettiğini açıkladı. Bu kurumlar salgının yayılmasında önemli bir rol oynuyor. Buna Birleşik Devletler’de 27 milyon insanın hiçbir sağlık güvencesi olmadığını da eklememiz gerek.

Birleşik Devletler’de evde bakım hizmetleri çalışanlarının ve hemşire yardımcılarının yüzde 90’ı kadın. Bunların yarısından fazlası beyaz olmayan kadınlar. Kaçının belgesiz olduğundan emin değilim – hiç kimse değil. Bu kadınlar hem iş kayıplarına hem ICE (ABD Göçmenler ve Gümrük Muhafaza Birimi) baskınlarına karşı iki kez kırılgan. Günlük olarak ortalama 10 dolar kazanıyorlar ve çoğunun ücretli izni ya da sağlık sigortası yok. Bu kadınlar yaşadığımız ülkede emekleriyle pek çok bakım tesisinin sürdürülmesini sağlayan kadınlar.

Bu hayati hizmetleri sürdüren kişilerle CEO maaşlarını kıyasladığımızda fark astronomik. Bankacılar evlerinde otururken, bugün verdikleri hizmetlerin hayati olduğu söylenen – bizim feministler ve sosyalistler olarak daima hayati olduğunu söylediğimiz – işçiler, saatte 10 dolardan daha az kazanıyorlar.

-Washington eyaletindeki büyük salgınlardan biri, bakım evi işçilerinin birden fazla işte çalışması, dolayısıyla virüsü birden fazla bakım evine getirmeleri sebebiyle olmuştu. Bir işte yeterince para kazanamamak virüsün daha da yaygınlaşmasına sebep oluyor.

-Prens Charles’ın bile enfekte olmasıyla virüsün bir bakıma demokratik olduğu söylenebilir. Ama bu bizi yanıltmasın: Tedaviye erişim virüsün kendisi kadar demokratik olmayacak. Kapitalizmin hükmü altındaki diğer tüm hastalıklarda olduğu gibi yoksulluk ve tedaviye erişim kimin hayatta kalıp kimin öleceğinde belirleyici olacak.

Örneğin benim ülkemde, Hindistan’da bunun çok yıkıcı bir etkisi olacak. Faşist Başbakan Narendra Modi yirmi bir gün evlere kapanma emri verdi. Bütün şehirlerde iş hayatı durdu. Peki göçmen işçilere ne oldu? Modi’nin onlar için bir planı var mı? Hayır. Milyonlarca göçmen işçi, kelimenin tam anlamıyla ülkeyi baştan başa yürüyerek kendi köylerine ulaşmaya çalışıyor; batıdan doğuya bütün sokaklarda sıra sıra insanlar var. Modi enfeksiyon bulaştırabilecekleri gerekçesiyle evlerine gitmelerini önlemek için toplu taşıma ve özel araç trafiğini durdurdu. Fakat bunun yanı sıra Modi, Hindistan dışında yaşayan Hintlilerin – üst orta sınıf Hintlilerin – ülkeye geri dönüşlerini sağladı. Özel uçuşlar ayarlandı; kapanma duyurularına rağmen uçaklara iniş izni için istisnalar yapıldı; özel vizeler düzenlendi.

Küresel Güney’in pek çok kapitalist hükümetinin yoksullarla baş etme yöntemi bu. Hastalığın Kalküta’nın, Bombay’ın, Johannesburg’un ve daha pek çok kentin gecekondularına sızdığını göreceğiz. Virüsün bu gezegenin yenilenme, istenmeyenlerden kurtulma yolu olduğunu söyleyen yöneticileri zaten duymaya başladık bile. Bu, en kırılgan ve en güçsüz olana yönelik soy ıslahı temelli bir toplumsal temizlik çağrısıdır.

-Bunun bize gösterdiği insanlar olmadığında emisyonların azaldığı değil – çünkü pek çok insan ölmüyor. Bunun bize gösterdiği, dünyanın pek çok iş olmadan çok daha sağlıklı bir yer olduğu, çünkü – sizin de söylediğiniz gibi – insanlar sadece hayatı var eden işleri yapıyorlar.

-Koronavirüsün dünya için bir reset düğmesi olduğu argümanı ekofaşist bir argüman. Olması gereken, toplumsal örgütlenme için bir reset düğmesi olması. Eğer virüs tehlikesi geçerse ve eski hayatlarımıza geri dönersek, o zaman bu süreç bize hiçbir şey öğretmemiştir.

Evde kalmanın bir gereklilik olması nedeniyle evlerimizi paylaştığımız insanlarla zaman geçirmenin güzelliğini fark edebildik. Ama her ne kadar güvenlik sağlasa da kapitalizm egemenliğinde ev aynı zamanda inanılmaz boyutta bir şiddetin sahnesidir. İki gün önce daha evvel gönüllüsü olduğum bir kadın sığınağından bir mail aldım; vakalarda artış beklediklerini ve destek için gidip gidemeyeceğimi soruyorlardı. Brezilya, Sri Lanka ve Hindistan’daki yoldaşlarım da aynı şeyi söylüyorlar: Herkesin evde olmasının yarattığı o basınçlı tencere etkisiyle artan ev içi şiddet. Toplumsal izolasyona ihtiyacımız yok. Fiziksel izolasyona ve toplumsal dayanışmaya ihtiyacımız var. Sokağın karşısında yaşayan yaşlı komşumuzu görmezden gelemeyiz; markete gitmesi onun için güvenli değil. Gözlerinin etrafına çokça makyaj yapmış olan ve başını kapıya çarptığını söyleyen iş arkadaşımızı da görmezden gelemeyiz. Düzenli olarak birbirimizi yoklamalıyız.

Yöneticiler bunu teşvik etmekte sıfıra yakın çaba gösterseler de insanlar bunu gönüllü olarak yapıyorlar. Bütün bu kriz içinde muhteşem dayanışma ve ihtimam eylemleri görmek mümkün. Bütün bunlar umut kaynağı.

-Ev işleriyle ilgili konuşalım biraz da. Çünkü “hayati” dediğimiz bu işlerin çoğunun halen kadınlar tarafından yapıldığı bir süreçteyiz. Ve normalde evde kadınların sorumlu olduğu bakım işleri birdenbire kocaları tarafından da yapılıyor. Bu bazı insanların toplumsal yeniden üretim işleri anlayışına nasıl bir perspektif getiriyor?

-Joan C. Williams, işçi sınıfından erkeklerin orta sınıf erkeklerden daha fazla çocuk bakımı işi üstlendiğini ortaya koyan ilginç bir çalışma yaptı. İşçi sınıfından erkekler kadın işi olduğu için bunu kabul etmek istemezken orta sınıf erkekler bununla övünüyorlar. Bu tabunun zayıflayıp zayıflamadığını merak ediyorum. Birleşik Devletler’de kadınlar haftalık olarak erkeklerden dokuz saat daha fazla ev işi yapıyorlar. Bu dokuz saat değişebilir ama genel olarak tutumun değişip değişmeyeceğini merak ediyorum. Partnerleri dünyayı bir arada tutarken erkekler aileyi bir arada tutmaktan gurur duyacaklar mı?

-Sizin de dediğiniz gibi erkeklerin bunu kabul etmemesinin bir nedeni, bu işlerin kadın işi olması. Pek çok iş aynı zamanda ırksallaşmış durumda. Bu bakım işlerini yapan pek çok kadın göçmen kadınlar, beyaz olmayan kadınlar.

-Birleşik Devletler’de bu işler ırksallaşmış durumda. Dünyanın başka bölgelerinde, mesela Hindistan’da bu işler halen göçmen kadınlarda ve en yoksul ve en düşük kasttan kadınlarda. Her toplumun en kırılgan kesimleri bu işleri yapıyor. Ücretleri ve sahip oldukları haklar da bunun bir yansıması.

Toplumsal yeniden üretim bakımından gün içinde yapılması ihtiyacını duyduğumuz pek çok iş beyaz olmayan kadınlar tarafından yapılıyor. Göçmen kadınlar ya da siyah kadınlar bu işleri yapmadan yemek yememiz, sokaklarda yürümemiz, çocuklarımızın ve yaşlılarımızın bakımını sürdürmemiz, evlerimizi, otellerimizi temizletmemiz mümkün olmazdı. Dünyayı var eden bu işler, kapitalizm tarafından tamamen görmezden geliniyor.

-Bugünlerde sıklıkla salgının bir savaş gibi olduğu söylemini duyuyoruz. Fakat iktisatçı James Meadway bundan savaş zamanı-karşıtı ekonomi olarak söz etti, çünkü yapmamız gereken şey savaşın karşıtı. Üretimi azaltmalıyız. Umarım bu öyle bir anlayışı ortaya çıkarır ki, gerekli olan ve radikal biçimde farklı bir dünyada bile devam edecek olan iş, fetişleştirmeye çok alıştığımız “birliklerin” aksine yüzyıllardır sistematik olarak değersizleştirilmiş olan iştir.

-Üretimin azaltılması konusunda James’le hemfikirim. Ancak her tür üretim için geçerli değil bu. Tıbbi malzemelerin, gıdanın ve diğer hayatı var eden ürünlerin üretimini artırmalıyız. Dünyanın en zengin ülkesi Birleşik Devletler’de doğru ekipmanı olmadan işe giden hemşireler tanıyorum.

Fakat örneğin internet üzerinden alışverişi ele alalım; Giysi ve ayakkabı alışverişini internetten yapabilmek gerçekten çok hoş. Ama hazır haldeki bir çift ayakkabının bizim kapımıza gelebilmesi için kaç işyerinden geçmesi gerektiğini unutmayalım. Düşünün; kamyon şoförleri, dolum istasyonlarını açık tutması gereken işçiler, o istasyonları temizleyen işçiler. Hayati ilaçları internet üzerinden sipariş vermeye bir itirazım yok ama güzel bir çift ayakkabı biraz ertelenebilir. Genellikle o bir çift ayakkabının arkasındaki görünmeyen emek gücünü pek düşünmeyiz. O ayakkabıları kapımıza getiren üretim ve tedarik zincirindeki insanları pek düşünmeyiz. Fakat bu pandemi günlerinde bunu düşünmek zorundayız. Bu onlara dayatabileceğimiz bir risk mi? Bu, insan emeğinin üretimine değil, insan emeğine bakmakla ilgili.

İkinci nokta, “birliklerimizi destekleyin” sözüne dair: Bence birliklerimizi bütünüyle yeniden tarif etmeliyiz. Sağlık çalışanları, gıda üretim işçileri, temizlik işçileri, çöp toplama işçileri: Birliklerimiz bunlar! Desteklememiz gereken insanlar bunlar. Birliklerimizi can alan insanlar olarak düşünmemeliyiz. Birlikleri hayat veren ve hayatı devam ettiren insanlar olarak görmeliyiz.

-Uzun yıllardır iklim değişikliğiyle savaşabilmek için kapitalizmde değişimi reddedenlerle uğraşıyoruz; ancak bugün gördük ki her şey hızla değişebiliyor. Bu durum gelecekte ilim felaketine karşı savaşta bize hangi dersleri sunuyor?

-Altyapı için mücadelemiz gerekli fakat yetersiz. Toplumsal örgütlenmeye yönelik bir tutum değişikliği için çaba sarf etmek zorundayız. Bunu yapmak yalnızca toplumsal demokratik kazanımlar için mücadele etmekten daha zor. Bugün zaten biliyoruz ki küresel sıcaklık artışı gıda üretme kapasitemizi küresel düzeyde krize sokacak. Şayet kontrol altına alınmazsa Güney Asya ve Afrika gibi bölgelerde sıcaklıklar öyle yüksek seviyelere çıkacak ki yılın büyük bir kısmında açık alanda tarım imkânsız hale gelecek ve besi hayvanları ölecek. Bugün benim ailemin de yaşadığı Delhi’de yılın büyük bölümünde okullar kapalı kaldı, çünkü hava haddinden fazla sıcaktı; kışın da hava kirliliği nedeniyle aynı durum söz konusu.

Gıda üretimine yönelik tehdit, yükselen cinsiyetçilik ve küresel düzeyde kadına yönelik şiddetle sarmal biçimde gidecek; çünkü sofraya yemek getirmekten ve çoğunlukla o yiyeceği fiilen üretmekten “sorumlu” olanlar kadınlar ve beyanı kadın olanlar. Ve zaten hâlihazırda dünyanın dört bir yanında temiz içme suyu krizi var ki, bu daha da kötüye gidecek.

Bir başka deyişle, eğer iklim değişikliği ile bugün koronavirüse karşı benimsediğimiz aciliyette baş etmezsek, daha sonra gelecek olanın yanında bu virüs tatil gibi kalacaktır. İklim felaketi geçici değil ve pek çoğumuzun eve kapanma seçeneği de olmayacak.

COVID-19 krizinden sonra kapitalizm alışılageldiği gibi işbaşı yapmaya çalışacak. Fosil yakıtları kullanılmaya devam edecek. Bizim görevimiz, sistemin unutmasına izin vermemek.

Çeviri: Sanem Öztürk

Tith Bachatarya ile Sarah Jaffe tarafından yapılan bu söyleşi, 2 Nisan 2020 tarihinde dissentmagazine.org sitesinde yayınlanmıştır.

Pornografi, Kameraya Çekilmiş Fuhuştur – Michele Kelly/Scarlett X

Fuhuş ve pornografi feminizmin belki de en tartışmalı konularından ikisi. Aşağıdaki yazının yazarı Michele Kelly gibi düşünen porno karşıtı feministler için fuhuş ve pornografi bir ve aynı şey ve ikisi de erkek sömürüsünün ve şiddetinin en açık sahası ve aracıdır. Sadece erkekler tarafından kontrol edilen bu sektör(ler)e –diğer deyişle tecavüz piyasasına- kadınlar şiddetle sokulurlar ve şiddet altında çalıştırılırlar. Fuhşa ve pornografiye karşı çıkmamak, erkek egemenliğini ve şiddetini daha da pekiştiren kurumsal-endüstriyel tecavüzü desteklemek anlamına gelmektedir. Dolayısıyla, fuhuş ve pornografi karşıtı feministler için seks işçiliği diye bir iş, bu işin de özgür iradeyle tercih edilmesi gibi bir şey yoktur. Carol Pateman’ın dediği gibi fuhuş, kapitalizmin herhangi bir dalı olmaktan ziyade erkeklerin cinsel haklarını, kadın bedenine ulaşma ve onu kontrol etme özgürlüklerini garanti altına alan patriyarkal sözleşmenin kurumlarından önemli bir tanesidir. Özgür seçim iddiası güç ilişkilerini, bazı kadınların mecburiyetini görmeyen liberal bir safsatadır. Fuhuş ve pornografi amasız fakatsız yasaklanmalı, Kate Millett’in deyimiyle “siyasi tutsaklar” kurtarılmalıdır.

Cinselliği kadınların ezilmesinin merkezi bir alanı olarak tanımlayan bu pozisyona karşı, kendilerini “pro-sex” olarak tanımlayan feministler, kadınların fuhuş ve pornografi alanlarında failliği olmayan kurbanlar olarak görülmesini ve pornografiye ve fuhuşa karşı yasakçı bir tutum benimsenmesini eleştirirler. Bazı kadınların bu sektörlerde zorla ve kötü koşullar altında çalıştırıldıkları doğrudur ama bu alanlarda çalışmayı özgürce seçen kadınlar da vardır. Ki seks işçisi de herhangi bir işçi gibi emeğini belirli bir ücret karşılığında satar. Bu emeği diğer emek biçimlerinden daha değersiz görmek erkek egemenliğinin bir ikiyüzlülüğüdür. Seks işçileri verdikleri cinsel hizmetin karşılığını alabildikleri için ev kadınlarından daha şanslı bir konumda bile sayılabilirler. Diğer işçiler gibi sendikal haklara ve güvenli çalışma koşullarına ihtiyaçları vardır. Pornografi ise illa erkeklerin heteroseksüel erkek cinselliğinin hizmetinde, şiddet yüklü ve şiddeti teşvik eden, kadınları pasif ve değersiz kılan bir iş olmak zorunda değildir. Cinsellik ve cinsiyet klişelerine karşı, kadın cinselliğini merkeze alan, kadınların güçlenmesine hizmet eden, ırksal çeşitliliği yansıtan, işçilerin güvenli bir biçimde ve emeğinin karşılığını alarak çalıştığı feminist bir pornografi üretimi mümkündür.

Feminizm için son derece çelişkili ve çatışmalı konular olan fuhuş ve pornografi ile ilgili kabaca özetlenen bu iki yaklaşımı çeşitli açılardan eleştiren veya destekleyen çok sayıda melez politik konum da söz konusudur. Pornografi ve fuhuş karşıtı pozisyonun dile getirdiği şiddet, sömürü, şiddetin teşviki ve normalleştirilmesi ile ilgili konular gözardı edilemeyeceği gibi seks işçilerinin faillikleri, şiddete-hastalıklara-istimara- karşı hakları, fuhşa karşı olma gerekçesiyle kriminalize edilmeleri gibi sorunlar da görmezden gelinemez. Kelly’nin aşağıdaki yazısını, bu tartışmalar içinde önemli noktalara dikkat çektiği için yayınlıyoruz.

İmdat Freni

Ticarileşmiş cinsel sömürüden yani hem fuhuştan hem de pornografi sektöründen sağ çıkmış biri olarak, “tüm kadınların güvenliğini sağlamak” adına üçüncü tarafları, örneğin pezevenkleri cezai yaptırımdan azade kılma iddiasını tamamen gülünç buluyorum.

Şu nedenle:

Birleşik Krallıkta pornografi endüstrisi neredeyse tümüyle yasallaştırılmış durumda. Yalnızca çocukların cinsel istismarını, ölülerle ve hayvanlarla cinsel ilişkiyi ve ölüm tehlikesini içeren eylemleri sahneye koyan pornografi ürünlerini bulundurmak ve dağıtmak cezai müeyyide kapsamında.

Ticari bir endüstri ve meşru bir iş sahası olarak değerlendirildiğinden -porno yanlısı lobinin iddiaları doğru olsaydı- pornografinin içinde bulunan kadınlar açısından en güvenli seks endüstrisi alanı olmasını bekleyebilirdik.

Fakat bu yanlış.

Kendi deneyimim bakımından porno endüstrisi uzak arayla yaşadığım en şiddetli ve zehirli fuhuş biçimi olmuştur. Yasal olması bana “oyuncu” olarak “çalışan haklarına” erişim sağlamıyor, daha çok pezevenkler ve porno yapımcıları tarafından istenildiği gibi şiddet uygulamak ve sömürmek için yasal düzenlemeye tabi olmayan bir ortam yaratıyordu.

Bu herkesin bildiği bir sır. Bir zamanlar bu endüstrinin en tutulan aktrislerinden ikisi 14 ve 15 yaşlarında sektöre sokulmuştu. Porno yapımcılarının reşit olmayan kadınları sektöre almak için sahte kimlik kartlarının alımından söz ettiğini duydum ve “sosyal yardım sisteminden yeni çıkmış” genç kadınların bu endüstride çalışmaya en yatkın olanlar olduğunun iddia edildiği bir sohbete tanık oldum. Savunmasız kızların ve genç kadınların bu açık istismarının bir kez olsun pornografik filmleri düzenleyen, üreten ve dağıtanlar -çoğunlukla erkekti bunlar- tarafından mahkûm edildiğini duymadım.

Porno dünyası fuhşunkinden farklı değil. Başka insanlar da sürece dahil oluyor ve onlardan biri elinde kamerayla uygulanan şiddetin her bir dakikasını kayda alıyor. Sonuçta kamera önünde bir fuhuş. Bu sektörde yer alan insanların çoğu farklı roller de üstleniyor: Porno aktrislerinin çoğu aynı zamanda “eskortluk” yapıyor ve tam tersi de gerçekleşiyor. Tanıdığım porno yapımcılarının birçoğu aynı zamanda eskort ajansı, genelev veya duyuru siteleri işletiyordu. Genelevler tabii ki Birleşik Krallık’ta yasadışı olduğundan en riskli işletmeler olarak görülüyor. Onları cezai çerçeveden çıkarmak orada sömürülen kadınları şiddet karşısında daha az savunmasız yapmayacak, hali hazırda kadınlara ve çoğu kez kızlara cinsel şiddet uygulayan ve onları sömürenlerin kârlarını daha meşru kılacaktır.

Pornografinin giderek daha da şiddetli hale geldiği artık bir sır teşkil etmiyor, ne var ki sıklıkla bunun “yalnızca bir sahne oyunu” olduğunun iddia edildiğini duyuyorum.

Bu bir oyun değil. Gırtlağı sıkılan kızın gırtlağı gerçekten sıkılıyor. “Acı verici ters ilişki” sahnesindeki kadın kendisine anal tecavüzde bulunan adamın gerçekten durması için yalvarıyor çünkü canı acıyor. İpucu sahneye verilen isimde saklı. Kadının yüzüne uygulanan şiddet, kolektif tecavüzler ve işkence “oynanmıyor” fakat ekran, izleyicinin bu şiddet biçimlerinin uygulandığı kadını insan olarak görmemesine yardımcı olan bir tampon görevi görüyor. Kadın, platoda hiçbir etkinlik göstermeyen bir “performansçı”, sahneye konulmak ve her zaman daha fazlasını talep eden bir erkek bakışı tarafından tüketilmek dışında. Daha fazla acı. Daha fazla ıstırap. Daha fazla aşağılama. Bu sektörü erkek talebinin besliyor olması özellikle pornografide şiddetin sürekli olarak artıyor olmasından gözlemlenebilir.

Bir keresinde kamera önünde resmen bir toplu tecavüze uğradım. Muhtemelen o görüntüler bazı adamlar onları izleyip mastürbasyon yapsın diye dijital ortamlarda dolaşıyordur hala. Daha yukarıda sözünü ettiğim en popüler “aktrisler”den biri, kendisine hakaretler yağdırılırken dışkı içinde sürünmek zorunda bırakıldığı bir sahneni ardından omzuma yaslanıp hüngür hüngür ağladı. Ve bu anaakım porno endüstrisindeydi, hani şu “gonzo” tipi amatör pornoya göre daha güvenli hatta daha “alımlı” sayılan.

Seks ticareti meşrulaştırılınca olanlar bunlar işte. Kâr insan haklarına baskın geliyor. Ve üçüncü taraflarda herhangi bir çekincenin olmayışı uygulanan şiddetin görünmez ve duyulmaz olduğu ve listelenmediği anlamına geliyor.

Bu kendilerini fuhşun başka sektörlerinde bulan ve muhtemelen hiçbir zaman bir porno çekiminde bulunmayacak kadınları da etkiliyor. Para karşılığı seks yapmak isteyen erkekler çoğunlukla filmlerde gördükleri ve ancak bakarak mastürbasyon yaptıkları şiddetli sahneleri yeniden üretmenin arayışındalar.

Tıpkı fuhuş alanında çalışan kadın gibi porno oyuncusu kadın da kameralar bir kez çalışmaya başladı mı, kendi “hayır”ının bir önemi olmadığını fark eder. Esasen onun “hayır”ı giderek şiddet seviyesi artan senaryo talebini yanıtlamanın bir unsuru bile olabilir. Daha öncesinde belirlenen sınırlar her ne olursa olsun kamera bir kez çekmeye başladıktan sonra tüm vaatlerin uçup gittiğini acı biçimde deneyimledim. Burada erkek “düzücü”nün de bir “aktör” olarak ücret alıyor oluşu onu uyguladığı şiddetteki sorumluluğundan azade kılmıyor. 

Zaten bazı durumlarda erkek “aktörler” esasında fuhuş yapmaya gelmiş sıradan insanlar oluyor. Sıradan erkeklerin gelip bir “porno starının gangbang”ine katılmak için para verdiği ve kameraya alınan “seks partileri” ülkenin seks kulüplerinde hayli popüler hale geldi. Bu işletmeleri açan porno yapımcıları ve pezevenkler sömürü ve şiddet için yeni yollar bularak her daim daha “yaratıcı” bir şekilde zenginleşiyorlar. Fuhuş yapmaya gelenler ve izleyiciler de, elbette ki, hep daha sert ve aşırı görüntü ve deneyim talebini yükseltiyorlar.

Bir çekim sırasında bardağıma uyuşturucu konduktan sonra porno endüstrisinden ayrıldım. Bugün hala bilinçsiz haldeyken başıma ne geldiğine dair hiçbir fikrim yok ama o sahnelerin internette bir yerlerde dolandığından da hiç şüphem yok.

Bu arada “tecavüz pornosu”, gösterilen fiziksel şiddet kişinin hayatına kastedecek aşırılıkta olmadığı takdirde yasa dışı değil.

Pornografi ve fuhuş cinsel rıza hakkındaki yasalarımızla alay ediyor.

Şimdi bana lütfen tüm bunların kadınların güvenliğini nasıl sağlayacağını açıklar mısınız?

Çeviri: Uraz Aydın

Kaynak: https://tradfem.wordpress.com/2019/10/01/la-pornographie-cest-de-la-prostitution-filmee-et-totalement-depenalisee-cela-ne-la-rend-pas-sure/

Sosyalist Feminizm: Günümüz için Rosa Luxemburg – Nancy Holmstrom

Rosa Luxemburg feministlere teorik ve politik bir miras bıraktı mı? Yani, kadınların ezilmesini nasıl anlayacağımız konusunda bize kuramsal bir rehberlik sunuyor mu? Eğer sunuyorsa, bu nedir?

Rosa Luxemburg’un kadınların ne olması ve ne olmaması gerektiğiyle ilgilenmeden hem baskıcı düzenimizin doğasını anlamak –daha da önemlisi değiştirmek– hem de kendi politik ve kişisel hayatını sürdürmek konusundaki tutkulu adanmışlığıyla yıllardan beri feministler için bir model olduğu tartışma götürmez.

Fakat bugün, sosyalist feministler arasındaki teorik tartışmalar hakkında bir şey söylemesi gerekse ne söylerdi? Hatta bu anlamda bir feminist olur muydu? Kadınların ezilmesi konusundaki görüşüyle ezilen uluslar hakkındaki pozisyonu aynı olur muydu? [Lenin’in benimsediği ulusların kaderini tayin hakkını sınıf mücadelesinden bir sapma olarak görür ve karşı çıkar (ed.)]

Feministlerin bugün karşı karşıya kaldığı pratik siyasi sorunlar üzerine Luxemburg’un çalışması bize herhangi bir rehberlik sunuyor mu? Panelimizde bu tür soruları ele alacağız.

Luxemburg ve Zetkin

Luxemburg özel olarak kadınlara ilişkin yazılmış hemen hemen hiç metin bırakmamıştır geriye, kadın hareketinde de aktif değildir. Bazıları bunlardan yola çıkarak onun feminist olmadığı ya da zaten kadın sorunlarıyla ilgilenmediği sonucuna varır.

Açık ki bu konular onun ana ilgi alanı değildir, ama neden olmak zorunda ki? İşbölümü yapılamaz mı?

Clara Zetkin, Luxemburg’un yakın arkadaşı ve yoldaşı, tıpkı 70’lerdeki bilinç yükseltme grupları gibi gruplar oluşturmak da dahil –ki bunlar Lenin’i açıkça huzursuz etmiştir-, işçi sınıfından kadınlarla çalışmasıyla tanınır. Luxemburg’un onun fikirleriyle ters düştüğüne dair bir kanıtım yok.

Tam aksine, Kasım 1918’de yazdığı son mektupların bazılarında Rosa, Zetkin’den kadınlar üzerine bir makale talep eder: “şu an çok önemli, ve burada hiçbirimiz bu konuda herhangi bir şey anlamıyoruz”. Sonrasında Spartaküs gazetesinde bir kadın bölümü açar: “… bu çok acil bir mesele! Kaybedilen her gün kabahat” der.

Bu yazışmaya ve kadınların meseleleri üzerine kısa yazılarına dayanarak -kavramların bugün kullandığımız anlamlarıyla- Luxemburg’un bir Marksist ya da sosyalist feminist olduğu fazlasıyla açıktır.

Öncelikle, bazısı Marksist olan, bazısı olmayan bir sosyalist feministi nasıl karakterize ettiğimden kısaca bahsedeceğim, sonra da Luxemburg’un bize göre bu tartışmanın neresinde durduğunu açıklayacağım.

Çalışan kadınların özel ihtiyaçları Luxemburg için bir öncelik teşkil etmesine rağmen, bazılarının yalnızca “burjuva talepleri” olarak görebileceği tutumları da desteklemiştir. Kadınlara ve kadınların oy hakkına karşı ayrımcılık içeren tüm yasaların kaldırılmasını hem bir prensip meselesi olarak hem de pratik siyasi sebeplerle savunur.

Sosyalist Feministler Arasında

Bütün sosyalist feministler için sınıf kadınların hayatında merkezdedir, ama aynı zamanda hiçbiri cinsiyet ya da ırk ile ilgili ezilmeyi ekonomik sömürüye indirgemez. Hepimiz hayatımızın bu yönlerini birbirinden ayrılmaz ve sistematik olarak bağlı görürüz; yani sınıf her zaman cinsiyetli ve ırksaldır.

Kesişimsellik terimi bunun için kullanılır. Bazı baskı biçimlerinin tüm kadınlar için geçerliyken, bazılarının sınıfa ve milliyete göre değiştiğini düşündüğünden Luxemburg kesinlikle böyle bir perspektife sahipti.

Çalışan kadınların özel ihtiyaçları Luxemburg için bir öncelik teşkil etmesine rağmen, bazılarının yalnızca “burjuva talepleri” olarak görebileceği tutumları da desteklemiştir. Kadınlara ve kadınların oy hakkına karşı ayrımcılık içeren tüm yasaların kaldırılmasını hem bir prensip meselesi olarak hem de pratik siyasi sebeplerle savunur.

Kadınların siyasete dahil edilmesi, sosyalist erkekleri bile etkileyen “cahil ailenin boğucu havası” olarak adlandırdığı durumla mücadeleye yardımcı olacak ve aynı zamanda sosyal demokrat güçlerin saflarını inşa edecekti. Bu görüşler aslında zamanın gelişmiş burjuva kadın örgütlerinde savunuldu.

Bir vesileyle, sosyal demokratları Liberallerle seçim ittifakı yapmak için kadınların oy hakkı meselesinde taviz vermelerini eleştiriyor. En radikal sosyalistler çoğunlukla en iyi feministlerdir de.

Ne var ki, kesişimselliğin geniş tanımı içinde bu tür baskı biçimlerinin nasıl anlaşıldığı ve nasıl bağıntılı oldukları hususunda farklılıklar bulunmaktadır.

Bazı sosyalist feministler kapitalizm ve cinsiyetçiliği (genellikle “patriyarka” denen) birbirinden ayrı olsa da kesişen, eşit açıklayıcı öneme sahip sistemler olarak görür. (Irksal/etnik tahakkümden sorumlu olan diğer sistemler de genellikle tablonun bir parçasıdır.)

Tıpkı kapitalizmin, kapitalistler ve işçiler arasındaki baskı ve sömürü ilişkilerine dayanması gibi patriyarka da erkeklerin kadınları tahakküm altına aldığı bir sistemdir. Bazıları başka biçimlerde açıklayarak erkeklerin kadınları sömürdüğünü söyler. Bu da “ikili sistem” görüşü olarak bilinir.

Marksist Feminizm

Diğer yandan, diğer Marksist/sosyalist feministler, günümüzde her şeyi açıklayan bir kudrete sahip olan sadece tek bir ezme-ezilme ve sömürü sisteminin bulunduğunu, bunun da kapitalizm olduğunu düşünür. Ne var ki, değişik zaman ve mekanlarda cinsiyetçilik gibi farklı ezme-ezilme biçimleri bu sistem çerçevesinde az veya çok rol oynar.

Bir veya iki –veya daha çok- sistem konusu, oldukça soyut bir teorik sorundur, fakat genellikle pratik siyasi bir sorunla bağlantılıdır. Mesela, ne tür bir siyasi örgütlenme önceliklidir? Sınıfsal konular, emek mücadelesi ve diğer ekonomik konular toplumsal cinsiyet açısından hiçbir zaman ayrıştırılmamalı mıdır? Veya sosyalist bir bakış açısından kadınların sorunlarına ayrıksı bir biçimde eşit önem vermek meşru mudur?

İkili sistem kuramcıları, sınıf ve cinsiyet (veya ırk) meseleleri etrafında örgütlenmeye aynı derecede siyasi önem atfedecektir. Neden atfetmesinler ki? Peki, benim de benimsediğim tek sisteme dayalı teorik pozisyondan hangi politik sonuçlar çıkarılabilir?

Benim görüşüme göre –bunu özellikle vurgulamak isterim- cinsiyet (veya ırk) etrafındaki mücadeleler daha az siyasi önceliğe sahip değildir. Sosyalist feministler, bir veya iki sistem ile ilgili soyut sorular hakkındaki görüşleri ne olursa olsun, her ikisini entegre etmeye çalışırlar.

Örneğin, çağdaş sosyalist feministler tıpkı liberal feministler gibi yasal kürtaj hakkını savunurlar fakat bunu doğum kontrol, tıbbi tedavi, çocuk bakımı, daha iyi ve eşit ücret hakları gibi işçi kadınlara üreme konusunda bağımsızlık kazandıracak tüm gerekli şeylerle birleştirirler.

Oldukça eminim ki Luxemburg diğer tahakküm biçimlerinin içinde iş gördüğü bir çerçeve olarak kapitalizme kuramsal olarak öncelik veren tek sistem pozisyonunu benimserdi. Pratik siyasi sorunlarla ilgili olarak, kesin emin olmamakla birlikte, siyasi öncelikler açısından esnek bir pozisyona sahip olacağını düşünüyorum (belki de bu benim görüşüm olduğu için).

Luxemburg’un yukarıdaki sözlerinin açıkça ortaya koyduğu gibi, ev işlerini üretken olmayan emek olarak tanımlamak ne hakarettir ne cinsiyetçidir. Devlet için çalışan bir marangoz veya benzer şekilde devlet okulunda çalışan öğretmen kapitalist anlamda “üretken” değildir –genel anlamda kesinlikle ve çok önemli düzeyde üretken oldukları halde.

Tahakküm ve Sömürü

1912 yılında yayınlanan “Kadınların Oy Hakkı ve Sınıf Mücadelesi”nde Luxemburg, günümüz tartışmalarıyla da ilgisi olan önemli bir tartışma yürütür. Şöyle yazar:

“Sermayenin ve ücret sisteminin egemenliği sürdükçe sadece artı değer üreten ve kapitalist kar sağlayan emek üretkendir. Bu bakış açısına göre, bacaklarıyla işverenine kar sağlayan bir kafedeki dansçı ‘üretken’ bir emekçi kadınken evin dört duvarı arasında çalışan kadınların ve proletaryanın annelerinin emeği üretken olmayan emek olarak kabul edilir. Bu, kaba ve aptalca geliyor kulağa fakat bugünün kapitalist ekonomik düzeninin kabalığının ve aptallığının kesin ifadesidir…”

Kapitalizmde üretken (olmayan) emeği anlatmak ve tahakkümü kapitalist sömürüden ayırmak için birden çok kez kullandım bu alıntıyı.

Bazı feministler, ev işinin üretken olmayan emek olduğunu söyleyen Marksist pozisyona çok güceniyorlar ve bazıları “ev işinin ücretlendirilmesini” savunuyor.

Luxemburg’un yukarıdaki sözlerinin açıkça ortaya koyduğu gibi, ev işlerini üretken olmayan emek olarak tanımlamak ne hakarettir ne cinsiyetçidir. Devlet için çalışan bir marangoz veya benzer şekilde devlet okulunda çalışan öğretmen kapitalist anlamda “üretken” değildir –genel anlamda kesinlikle ve çok önemli düzeyde üretken oldukları halde.

Kapitalist anlamda “üretken” olmanın ne anlama geldiğini anlamak elzemdir, çünkü kapitalist sistemi işler kılan şey budur.

Ev içi emek tartışmasında söylenecek daha çok şey var ama daha önemli olan nokta daha 1912 yılında Luxemburg’un yazdığı gibi, “milyonlarca işçi kadın … kapitalistler için -tıpkı erkekler gibi- fabrikalarda, atölyelerde, tarımda, ev işi endüstrisinde, bürolarda ve mağazalarda kar üretirler. Onlar da bugünün toplumundaki en katı ekonomik anlamıyla bile üretkendirler.”

Luxemburg bu gerçeği, kadınların oy hakkı için bir argüman olarak kullandı; “kadınlara uygun rollere” ilişkin patriyarkal anlayışın ne kadar gülünç hale geldiğini gösteriyordu.

Bu teorik nokta ve onun önemi konusunda Luxemburg’a katılıyorum. Diğer yandan, bunun siyasi önemini aşırı vurgulamak konusunda dikkatli olmamız gerektiğini düşünüyorum.

Ev işi, artı değer açısından üretken olsaydı bile, ev kadınlarını örgütlemek sosyalistler için öncelikli bir görev haline gelmezdi. Artı değer üreten özel hapishanelerdeki gardiyanlarla kıyaslayın. Sermaye tarafından sömürülseler bile, sosyalist örgütlenme için ümit vadeden adaylar olmayacaklardır. 

Diğer yandan, kamu sektörü çalışanları da bu anlamda üretken değildir fakat kamu sektörüne yapılan saldırı göz önüne alındığında örgütlenme için kritik bir sektördür ve olmalıdır. Sosyalistlerin enerjilerini en çok nereye kanalize etmeleri gerektiği birçok faktöre bağlıdır ve bu anlamda, değişen koşullar konusunda uyanık olmalıyız.

Luxemburg’un bu çılgın kapitalist sistem içindeki “üretken” emeğin anlamı konusundaki vurgusu ayrıca kapitalizmin gezegenimizi neden faciaya sürüklediğini ve neden kar değil insan ihtiyaçları için üretime dayanan bir toplum kurmamız gerektiğini açıklamaya yardımcı olur. Bu konu etrafında örgütlenmek bugün herkes için temel bir mesele olmalıdır.

Luxemburg, hem kendi spesifik ihtiyaçları için daha iyi savaşabilmeleri hem de evrensel kadın çıkarlarını desteklemeleri için burjuva kadın hareketinden bağımsız bir işçi kadın örgütü kurmayı savundu.

Daha da çelişkili olarak, Luxemburg işçi sınıfı içinde ve sosyalistler arasında bağımsız özörgütlenmeyi savundu, ve Zetkin’i Spartakist Birlik içinde bir kadın seksiyonu kurması konusunda cesaretlendi. Bu pozisyon bugün birçok Marksistin pozisyonundan daha ileridedir.

Sonuç olarak, Luxemburg’un hayatı ve çalışmaları bugünün sosyalist feministlerine çok şey sunabilir. Bütün cevaplar için kendisine bakmamız gerekmez ve katılmayacağımız bazı alanlar olabilir, ama buradaki anlaşmazlıklarımızdan daha çok olmayacaktır.

Mart- Nisan 2016

Çeviri: Ceren Ataer

The Socialist Feminist Project A Contemporary Reader in Theory and Politics (Monthly Review Press, 2003)’in editörlüğünü yapmış ve Capitalism For and Against: A Feminist Debate (Cambridge University Press)’in ortak yazarlarından olan Nancy Holmstrom, sosyalist feminist bir aktivist ve felsefe profesörüdür.

Kaynak: http://www.europe-solidaire.org/spip.php?article37354