İmdat Freni

admin

Yaratıcı Emek ve AKP Türkiye’si: Bir suç unsuru olarak sanat – Oğulcan Yiğit Özdemir

Emeğin görünümleri olarak yaratıcı emek, Sovyet ülkelerinde entelektüel ve sanatsal her türden faaliyeti kapsayacak biçimde tanımlanarak bir mübadele değerine yahut soyut emek terazisine vuruluyordu. Elbette, son kertede sanatı sayısal değerlerle ifadesini bulacak şekilde tanımlamak olanaksız. Bu çabanın kendisi bize dijital (yani sayısal) sanat mefhumunun kendi başına bir şey ifade etmediğini, sanatın sosyal ve tarihsel koşullanmalarla çelişkili ilişkilerden türediğini de hatırlatıyor. Ancak bu başka bir yazının konusu.

Michel Foucault’nun yönetimsellik tartışmalarını yürütürken hapishane koşullarından örnekler vermesi boşuna değil. Neo-liberal devletin hâkim mantığını tanımlarken suçun bir çeşit kar-zarar hesabına bağlı olarak -hapishanelerin doluluğu, suçun demografik dağılımı, akıl hastanelerinin kimi adli suçlulara bakım kapasitesi ve tabii ki kimi minör suçların devlete duyulan ihtiyacı pekiştirecek şekilde göz ardı edilmesi- yönetim aklının (hakim rasyonalitenin) bir harcama kalemi haline geldiğini vurguluyordu.

Bu çerçeveden bakıldığında, İslami bir yönetimselliğin, müziği haram, sanatı yalan, kültürü bereketsiz kılacak çeşitli adımlar atmasında şaşılacak bir şey yok. Bu hakim rasyonalitenin ideolojik bir mekanizma olmadan işlediği gerçek demokrasiler olduğu anlamına gelmemeli. McCarthy’den Bush yönetimine siyahilere ve eşcinsellere, yanı sıra muhalefet saflarındaki sanatçıları tasfiyeye yönelen Protestan-Presbiteryen-Evanjelist mezheplerin yönetim aklını güdülediği doğrultu somut örnekleriyle AIDS hastalarına takınılan tutum gibi örneklerle hala hatırlarda.

Cumhuriyetçi pozitif hukuk mekanizmasının tanımladığı sanat anlayışının dışındaki oluşlara yönelen tutumu, bugün bile aydınların yaşadığı mahpusluk günleri, sürgünler ve faili meçhul suikastlarla hatırlanıyor. Sanatın ve sanatçının varlığıyla ilgili, memuriyet sınırlarının dışına azmetmediği, yani entelektüel ve muhalif bir kimliğe soyunmadığı sürece ise kökensel bir çelişkisi olduğunu söyleyemeyiz. Benzeri bir durumu Sovyet bürokrasisinin hoşuna gitmeyen satırlar kaleme aldığı için çalışma kamplarına yollanan yazarlardan da biliyoruz. Sergey Dovlatov’un esprili bir tonda ifade ettiği gibi “hapse girip çıkmamış bir Rus entelektüelinin beş kuruşluk değeri yoktur çünkü”.

O halde AKP Türkiye’sinin bakiyesi negatif özgürlüğe dayalı hukukun (yani muteber yurttaş olmak için şunu ve şunu yapmalısın değil, şunları şunları yapmadığın sürece istediğini yapmakta özgürsün) nelerin yapılmaması gerektiği ile ilgili güncel siyaset aracılığıyla koyduğu levhalardan anladığımız, toplumun belleğinden süzülen teamülleri dahi dumura uğratacak kadar geniş ve gelişigüzel bir tasvir sunulduğu. Bu alanı sürekli olarak özgürlükler lehine açan sanatçılar ise elbette hedef tahtasında, arada bir, sırayla.

Karantina, sokak müzisyenliği ve gayrı-sosyal devlet

Yetenekli bir sokak müzisyeni düşünelim. Günde 150 ila 250 lira arasında kazansın, bu ayda asgari ücretle 7000 lira arasında bir meblağa denk düşüyor. Kira giderleri, yemek ve faturalar düşüldükten sonra müzisyen için ikinci sevgilisinin ekmek teknesi olan enstrümanı haline gelmesi kaçınılmaz.

Şiddetini azaltır görünse de hala süren COVID-19 salgını sırasında ilan edilen uzun süreli karantina ve sokağa çıkma yasaklarının akılsızca verilmiş kararlar olduğunu söylemek, sanıyorum fazla kaçar. Ancak bu kararların olası sonuçlarıyla ilgili hiçbir önlem alınmadığı gibi, ardından gelen krizin faturasının sahnelere, müzisyenlere ve genel olarak “yaratıcı emek”le geçimini sağlayan sanatçı ve kültür emekçilerine bindiğini kabul etmek gerek.

Yüzün üzerinde müzisyenin, müzik aletlerini satmasının ardından çaresizlik sonucu intihara sürüklenmesinde, AKP tipi kültüre ve sanat emeğine karşı sürekli huzursuz bir kompleksle yaklaşan neo-liberal aklın sorumlu olmadığını kim söyleyebilir? Elbette ki bu müzisyenlere ve pek çok sanat emekçisine, yöneticiler tarafından alınan bu karar öncesinde geçinebilecekleri kadar bir bütçe ayarlanabilirdi.

Bu kasıtlı olarak yapılmadıysa, bu durumun götürülerini de hesaplayacak bir rasyonelleri vardır, diye umuyorum. İstenen şey Lenin nişanı ya da devlet sanatçılığı payesi ya da Almanya ve Fransa’daki gibi sanatçı sigortaları değil, kişiye sanatını idame ettirebileceği bir meblağın olağanüstü koşullarda sağlanması. Gündelik olağan yaşamında da hiç değilse alan kapatılmaması.

Şu meşhur kültürel hegemonya

Bütün bu tablo, hükümet yöneticilerinin kültür alanı ve sanatçılar üzerinde yeteri kadar riayet uyandıramadıkları, bu alanda pek de muteber sayılmadıkları yolundaki sayıklamalarıyla da birleştiğinde ortaya korkunç bir görüntü çıkıyor. Dilim demeye varmıyor ama, mevcut hükümetin bu alanı bir çeşit tasfiyeye götürmek için karantinayı fırsata çevirdiğini bile söyleyebiliriz.

Çalsın dombra, ver mehteri!

“Kırmızı Pazartesiler” – Masis Kürkçügil ile Katliamlar üzerine

Express dergisinin Ocak 2012 sayısı için Siren İdemen ve Yücel Göktürk tarafından Masis Kürkçügil ile yapılan söyleşiye birartibir.org‘ta yayınlandığı haliyle sitemizde yer veriyoruz.

Gabriel Garcia Marquez’in Türkçeye Kırmızı Pazartesi adıyla kazandırılan ünlü romanı “Önceden Anlatılan Ölüm”de bir cinayet anlatılır, henüz işlenmemiş, ama işlenmesi kaçınılmaz bir cinayet… Osmanlı-Türkiye tarihi de bir “kırmızı pazartesiler” serisi, önceden anlatılan katliamlar tarihi. Siyasal tarih üzerine birçok kitabı ve makalesi olan Masis Kürkçügil’den Dersim’den Roboski / Uludere’ye,  1915 soykırımından Hrant Dink’in katline,  kanlı pazartesileri dinliyoruz. Express’in Ocak 2012 tarihli 125. sayısından naklen…

Gündemimiz katliamlar: Dersim’i tartışırken Maraş’ın 33. yıldönümü geldi, Fransa’daki soykırım inkârını yasaklayan yasa nedeniyle Ermeni meselesini tartışırken Uludere katliamı oldu. Uludere’den başlayalım… 

Masis Kürkçügil: Konunun teknik boyutlarını gündeme getirdiğinde politik yanını kaybediyorsun. Kürt meselesini askeri yöntemlerle çözmeye niyetlendiğinde kaçınılmaz sonuç budur. O toprakta yaşayan insanları de factodüşman olarak görüyorsun demektir. İnsanın yaptığı mesleğin ve toplumsal hayatının bilincini belirlemesi gibi, çözüm tarzı diye gördüğün şey de, niyetin ne olursa olsun, kaçınılmaz sonuçlar üretir. Uludere’de olan, seçtiğin yönteme dahildir. Kuver gibi yani, lokantaya oturdun mu, istesen de istemesen de, su ve ekmek gelir, kuveri ödersin mutlaka. Masum insanların, sivillerin zarar görmesi kaçınılmaz; birinin tetiği oynar, birinin nevri döner, birinin gözü seğirir. Onun gözünün seğirmesinde değil mesele, senin aldığın kararda. O karar alındığında, bütün bu “hata payları” diye söylenenler gerçeklik haline dönüşür. Bir de şu var, 35 kişinin ölmesi korkunç bir şey, ama toplumun genelinde bir infial yaratmıyor. İnsanlar bunu bir “kaza” olarak kabul ediyorsa, iman tahtası sağlam da diyebiliriz, insani konularda gamsız da diyebiliriz. Böyle bir duyarlılık yok. “Kaçakçılık suç değil mi?” denebiliyor. Herkes kaçakçı, Türkiye’de vergi kaçırmayan var mı!

AKP Dersim katliamını İnönü üzerinden CHP’ye vurmak için kullanmak isterken işin ucu Bayar’a ve Atatürk’e gelince tartışma kapanıverdi. Ermeni meselesinin kahramanlarına doğrudan sahip çıkan parti yok, ama Enver Paşa’nın naaşı getirildi, devlet töreniyle anıt mezara defnedildi, Talat Paşa’nın da adı caddelerde, okullarda yaşatılıyor. AKP “33 Kurşun”un kahramanı Mustafa Muğlalı’nın ismini kışla kapısından kaldırmakla övünüyor, her fırsatta CHP’ye “İttihatçı zihniyet” diye yükleniyor, ama ne Bayar’a toz konduruyor, ne de Talat Paşa’nın ismini okullardan, caddelerden kaldırıyor. Kurtuluş’taki Ergenekon Caddesi’nin isminin değiştirilmesi de Şişli belediye meclisinde AKP’lilerin oylarıyla reddedildi. İlk Ermeni kıyımlarının faili Abdülhamit AKP cenahında hâlâ “Ulu Hakan”. Bu nasıl bir “iman tahtası”? 

Dersim de aslında Atatürk, İnönü, Bayar meselesi değil. Abdülhamit’ten başlayan bir mesele. Osmanlı İmparatorluğu’nda, daha sonra Türkiye’de yönetici kademede yer alan muhafazakâr, İslâmcı, sağcı, Kemalist, laik, mütedeyyin, bütün kesimlerden insanların Dersim’in tedip edilmesi (yola getirilmesi) için hazırladığı raporlar var. Cumhuriyet döneminde, Dersim harekâtına kadar yaklaşık yirmi Doğu Raporu var. Adını koyalım, Kürt Raporu diyelim, bunların onu Dersim’e aittir. Bir olayın gerçekleşmesi için birçok ulusal ve uluslararası koşulun yan yana gelmesi gerekir. Ama, bu kararın oluşumuna yol açan tarihi bir zihniyet var. Dersim meselesi, 19. yüzyılda, Tanzimat’la başlamış olan modern devlet inşasının –isterseniz modern ulusal devlet veya Abdülhamit’inki gibi biraz daha karma, ama modern bir devlet– getirdiği bir sonuçtur. Türk modernitesine ya da Osmanlı modernitesine büyük katkıları olan bir padişahtır Abdülhamit…

Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Ermenilerin siyasallaşma süreçleri önce kendi içlerindeki sınıf mücadelesiyle açığa çıkıyor. Bugün sözünü ettiğimiz çeşitli tartışmaların kökeninde bir Ermeni entelijansiyası var. Bu entelijansiyadan bir kesim 1848 devrimine, barikatlara katılmıştır. Bunlardan biri de anayasanın hazırlanmasında Mithat Paşa’nın yanında olan Kirkor Odyan’dır.

O “modern devlet”in inşası Abdülhamit’ten elli küsur yıl öncesine, III. Selim II. Mahmut dönemine uzanıyor. 1826 Yeniçeri Ocağı’nın büyük bir katliamla kaldırılması, o arada Bektâşi kahvelerinin –ve o mekânlarda vücut bulan Bektâşi kültürünün– imha edilmesi, “Şapka Kanunu”nu aratmayan fes uygulaması… 

Tabii. “Osmanlı yöneticileri moderniteye karşıydı” gibi abes tezlere girmeye gerek yok. Özellikle Abdülhamit döneminde okullardaki, örneğin tıbbiyedeki eğitimde Batı’daki en uç felsefi görüşler, natüralist görüşler zuhur etmiştir, hatta cumhuriyet yöneticilerine yakıştırılan sosyal Darwincilik gibi görüşler Abdülhamit dönemindeki okul sıralarında dokunmuştur. “Ermeni meselesi”nin de mutlaka 19. yüzyıldaki büyük meselelerin içinde ele alınması gerekir. Bu olay 1915’te tecelli etmiştir. 1914’te başlayan bir dünya savaşı olmasaydı, bu şekilde tecelli etmesi biraz zordu. Ama, bu savaş bir taraftan Ermeni milliyetçilerini, öbür taraftan da Türk milliyetçilerini ringe çıkarıyor ve iki boksör kapışıyor gibi bir durum değil. Bu bir siyasi, tarihi ve sosyal mücadele. 1908’in 100. yılı için çeşitli derlemeler, kitaplar yayınlandı. Doğu Batı dergisinde Halil İnalcık “Ermeniler Meşrutiyet’in hazırlanmasında önemli rol oynamışlardır” diye yazmıştı. Hikâye şöyle başlıyor aslında. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Ermenilerin siyasallaşma süreçleri önce kendi içlerindeki sınıf mücadelesiyle açığa çıkıyor. Bugün sözünü ettiğimiz çeşitli tartışmaların kökeninde bir Ermeni entelijansiyası var. Bu entelijansiyadan bir kesim 1848 devrimine, barikatlara katılmıştır. Michelet’nin, Guizot’nun öğrencisi olmuşlar, Victor Hugo’yu çok sevmişler… Bunlardan biri de anayasanın hazırlanmasında Mithat Paşa’nın yanında olan Kirkor Odyan’dır.

Merzifon’da İkinci Meşrutiyet kutlaması. Türkçe ve Ermenice pankartlar: “Hürriyet, Adalet, Müsavat”… “Azadutyun, Artarutyun, Havasarutyun”…


Kirkor Odyan’ın (1834-1887) hazırlayıcılarından olduğu Ermeni Milleti Nizamnamesi (1863) ana hatlarıyla nasıl bir düzenleme getiriyordu?

Osmanlı’daki millet esasına göre dağılımda, dini temsil önde. Ermeniler için Gregoryen milleti deniyor. 1863 Ermeni Nizamnamesi’nin oluşması, modern bir sınıf mücadelesinin ürünüdür. O ana kadar kilise babaları, yani patrikhane ile amiralar –yani sarayla iyi ilişkileri olan Artin Dadyan Paşa gibi sanayiciler, para babaları– bu milleti birlikte yönetirken, esnaf ve zanaatkâr yönetime dahil olmak ister. Ermeni Nizamnamesiyönetime katılmak anlamında bir tür anayasal devrim niteliğindedir. 1848 devriminin ruhuna uygun bir belgedir. Bugünkü tabirle “anayasal yurttaşlık” dediğimiz mesele, Ermeni siyasi hareketlerinin oluşumunda çok önemli bir unsur olmuştur. İkincisi de toprak meselesidir. Bugün toprak meselesi denince, “topraklarımıza el koyacaklar” diye herkesin tüyleri diken diken oluyor. Bahsettiğimiz o değil. Talan edilen veya gasp edilen Ermenilerin toprakları söz konusu. Anadolu’daki yoksul Ermeni köylüler hem devlete vergi vermek hem de Kürt beylerine haraç vermek durumundaydı. Aynı zamanda, özellikle 19. yüzyılın sonlarına doğru, dönem dönem büyük göçler, kaçışlar oluyor. Gasp, talan, yağma ekonomiyi yürütmenin, insanların hayatlarını idame ettirmesinin bir yoluydu.

Bugünkü tabirle “anayasal yurttaşlık” dediğimiz mesele Ermeni siyasi hareketlerinin oluşumunda çok önemli bir unsur olmuştur. İkincisi de toprak meselesidir. Bugün toprak meselesi denince, “topraklarımıza el koyacaklar” diye herkesin tüyleri diken diken oluyor. Bahsettiğimiz o değil. Talan edilen veya gasp edilen Ermenilerin toprakları söz konusu.

Topraklar gasp edilirken katliamlar da oluyor mu?

Katliam denebilir. Bilindiği gibi, literatürde “pogrom” var, “massacre” var; “jenosit” çok sonra kullanılmaya başlandı. Yağma, talan sırasında üç-beş ailenin öldürülmesi pogroma girmiyor. Pogrom, nispeten daha etli butlu bir temizlik hareketi. Yağma ve talan yapıyorsanız, insanları da öldürürsünüz. Bu, içeriden yürüyen bir süreç. Bu sürecin politizasyonunda Ayastefanos Antlaşması (3 Mart 1878) ve arkasından Berlin Antlaşması (13 Temmuz 1878) da rol oynuyor. Ayastefanos’tan sonra, Rusya’nın çok lehine olan statüyü yeniden düzenlemek için Batılılar araya giriyor ve ilk defa Berlin Antlaşması’nda Alman dış politikası Doğu’ya açılıyor. Bismarck o zamana kadar Doğu politikasına yüz vermezdi. Böylece Almanlar da işin içine giriyor. Bir anlamda, Rusya’yı sınırlıyorlar. Ermenilerin kendi konumlarını iyileştirme beklentisi söz konusu oluyor.

Ve o günlerde Ermeni siyasi hareketinin iki ünlü partisi, Hınçak ve Taşnak kuruluyor…

Siyasi hareketler yurtdışında kuruluyor. Hınçakların da, Taşnakların da kurucuları Türkiye dışındandır. Sosyal Demokrat Hınçak Partisi 1887’de Cenevre’de, Taşnaktsutyun (Ermeni Devrimci Federasyonu) ise 1890’da Tiflis’te kuruluyor. Bizim resmi görüş bunlara “terörist çete” diyor tabii. Ama Hınçaklar Cenevre’de Plehanov’un çevresinde Marksist bir parti olarak kurulmuştur. Kurucusu olan zat-ı muhterem de Rusya kökenli Avedis Nazarbeg’dir. Orada bir 1 Mayıs’ta Rus öğrenciler adına konuşma yapacak kadar tanınan, bilinen bir insandır. Geleneksel olarak Marksistler arasında Ermeni meselesi Avrupa gericiliğinin kalesi olan Çarlık’a göre irdelenirken, bu zat-ı muhterem sayesinde başlı başına bir mesele olarak, bir milli mesele olarak irdelenmeye başlamıştır.

Hınçak Partisi kurucuları Cenevre’de

Ermeni meselesini enternasyonal düzeye taşıyan ise Balkan Marksizminin kurucusu diyebileceğimiz Christian Rakovsky’dir (1873-1941); bütün Balkan dillerini ve Türkçe bilirdi. 1917 Ekim’inden sonra Ukrayna Halk Komiserleri Konseyi başkanlığını yapmış bir isimdir. Rosa Luxemburg’un Ermeni meselesi üzerine görüşlerini değiştiren, klasik bakışın dışına çıkaran da Rakovsky’dir. Ermeni meselesi böylece devletlerarası politikanın meselesi haline geldiği kadar ve ondan da fazla, sosyalistlerin bir meselesi haline gelmiştir. 1890’ların başından itibaren, Ermeni sosyalistler Lenin’in, Kautsky’nin, Rosa’nın, Troçki’nin bulunduğu İkinci Enternasyonal’de gözlemci olarak bulunmuşlardır. “Yabancı devletler bu meseleye parmak atıyor” denir. Oysa bu mesele, “devlet adamları”ndan ziyade, sosyalistlerin gündemine girmiştir. Örneğin, 1894-96 Abdülhamit katliamından sonra –öldürülenlerin sayısı 100 ila 200 bin ara sında verilir– sosyalist lider Jean Jaurès’in Fransız meclisinde yaptığı konuşma vardır. Ermeni meselesi, Rosa Luxemburg’un da ifadesiyle, yoksul bir halkın sorunu olarak ele alınır. Nihayetinde, bir köylü meselesidir, bir vatandaşlık meselesidir.

Sosyal Demokrat Hınçak Partisi 1887’de Cenevre’de, Taşnaktsutyun (Ermeni Devrimci Federasyonu) ise 1890’da Tiflis’te kuruluyor. Bizim resmi görüş bunlara “terörist çete” diyor tabii. Ama Hınçaklar Cenevre’de Plehanov’un çevresinde Marksist bir parti olarak kurulmuştur.

Hınçak ve Taşnaklar kuruluş amaçlarını nasıl ifadelendiriyordu?

Bu partilerin bir amacı Berlin’de, 1878’de söz verilen reformların yapılmasını sağlamaktı. Esas olarak, her iki partinin de kuruluşlarındaki temel mesele Çarlık Rusyası’ydı. Fakat unutmamak gerekir ki, Taşnakların adında federasyon tabiri vardı. Yalnızca Osmanlı topraklarında değil, Rusya ve İran’da da faaliyet gösteriyorlardı. 1908 Tebriz Encümen ayaklanmasına –bizdeki II. Meşrutiyet’e karşılık gelir– aktif olarak katıldılar. “Ermeni Garibaldi’si” denen Yeprem Khan yönetimindeki küçük bir Kafkasyalı grup Tahran’a giren güçler arasındaydı. 14 Temmuz 1909 İran anayasasının kabulünde katkıları oldu. Kafkasya’da, Bakü ve Tiflis’te çeşitli türden Ermeni sosyalist gruplar ortaya çıkmıştı. Ermeniler arasında “spesifist” denen, özgülcü bir akım vardı. Onlar “biz topraksız, yani vatansız ve yoksul bir halkız, millet olarak proleteriz” derler. Sultan Galiyev’den çok önce “proleter millet” tabirini kullanmışlardır.

Taşnaklarla Hınçakların temel ayrım noktaları neydi? 

Aslında, ikisi de köylü meselesini öne çıkardı. Taşnaklarınki esas olarak Narodniklerin programıdır, tam köylü sosyalistidir. Taşnaklar bir koalisyondur aslında, içinde liberalleri, milliyetçileri, sosyalistleri görürsünüz. 1907’de, Taşnaksutyun İkinci Enternasyonal’e kabul edilir. Dolayısıyla, bir İkinci Enternasyonal örgütüdür. 1907’de Bulgaristan’da yaptıkları Emek Kongresi’nde, bulundukları bölgelerdeki coğrafyada “özerklik, iyileştirme, reform, toprak meselesi, demokratik haklar”ı öne getiriyorlar. Bu çok önemli bir hikâye; kendi aralarında ayrışmalara da neden oluyor. Taşnakların tutunmasının esas nedeni kadro devşirmeleri ve fedai hareketini oluşturmaları.

Karekin Pastırmacıyan

Hınçak ve Taşnaklar Osmanlı Ermenileri arasında hemen karşılık buluyor mu?

Nasıl ki Jöntürk fikriyatı dışarıdan geldiyse, bu hareket de büyük miktarda dışarıdan geliyor. “Türk ilericiliği”nin de kökü dışarıda yani. Bu radikal görüşler dışarıdan buraya taşınıyor. 1896 Osmanlı Bankası baskını bu açıdan önemli bir olay. Armen Garo kod adlı Karekin Pastırmacıyan, daha sonra Osmanlı Meclisi’nde (1908-12) Erzurum milletvekilliği yapmış bir muhteremdir. Savaş sırasında da gönüllü Ermeni birliklerinden birinin başında. O ve bir grup fedai, 26 kişi oldukları yazılır, uluslararası mihrakların dikkatini çekmek için Karaköy’deki Osmanlı Bankası’na baskın yapıyorlar. Çatışmada dokuz fedai ölüyor, ama bankayı işgal ediyorlar. Rus ve Fransız elçiliklerinin araya girmesiyle baskını yapan fedailer tutuklanmadan bir Fransız gemisine bindirilip Marsilya’ya götürülüyor.

Bu “terörist” Armen Garo’nun Osmanlı meclisinde mebus olması nasıl oluyor?

Armen Garo, 1875 Erzurum doğumlu. 1894’te Fransa’da ziraat mühendisliği okuyor. O dönemde Taşnaklara katılıyor. 1895’te Zeytun isyanına katılmak üzere geri dönüyor. O dönemde kendisine kod adı olarak Armen Garo’yu alıyor. Osmanlı Bankası baskınından sonra Marsilya’dan Cenevre’ye geçiyor, orada doktorasını tamamlıyor. Ve Tiflis’e gidiyor. Meşrutiyetin ilanından sonra Erzurum’daki Taşnaklar telgraf çekerek ondan Meclis-i Mebusan’da kendilerini temsil etmesini istiyorlar. O da geliyor. Dört yıl milletvekilliği yaptıktan sonra Erzurum’a dönüyor. 1914 ağustosunda Taşnakların Erzurum’da topladığı Ermeni Kongresi’ne katılıyor. Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması üzerine, Rusya’nın yanında Osmanlı devletine karşı Ermeni Gönüllü Birlikleri’nde yer alıyor.

Osmanlı Bankası baskınının öncesine, Abdülhamit katliamına dönelim… 

1894-96 yıllarındayız. Asgari rakam 100 bin, azami rakam 200 bin ölü.

Resmi rakam ne? 

Resmi rakamı göreceğiz, tarih devam ediyor. (gülüyor) En az 100 bin” bile çok büyük sayı.

Ermeni meselesini enternasyonal düzeye taşıyan Balkan Marksizminin kurucusu diyebileceğimiz Christian Rakovsky’dir. 1917 Ekim’inden sonra Ukrayna Halk Komiserleri Konseyi başkanlığını yapmış bir isimdir. Rosa Luxemburg’un Ermeni meselesi üzerine görüşlerini değiştiren, klasik bakışın dışına çıkaran da Rakovsky’dir.

20. yüzyıl başında Osmanlı topraklarındaki Ermeni nüfus ne kadar?

Bir buçuk ila iki milyon arasında oynayan bir rakamdır bu.

Taşnakların tutunmasının esas nedeni kadro devşirmeleri ve fedai hareketini oluşturmaları” dedin. Fedai hareketi nasıl bir şey? 

Diyelim ki, Tiflis’ten kalkıyorsunuz, Daron’a, yani Muş’a ya da Varto’ya geliyorsunuz, oradaki yoksul Ermeni halkı, başlarındaki belâlardan kurtarmak için mücadele ediyorsunuz. Adınız yok, sanınız yok, özel hayatınız yok. Bu fedailer gayet sınıfsal bir analizle hareket ediyor. Mesela, Ermeni tefeci varsa, onun halli vaciptir. Kürt beylerine karşılar. Kızılbaş köyleri dost köyler. 1908 inkılâbından önce dağlarda olan Rupn Ter Minassyan sekiz cilt halinde anılarını yayınlamış. Sosyolojik bakımdan çok zengin malzeme sunan gözlemleri var. Fakat bu fedaileri de çok abartmamak lâzım, büyük sayılar değil bunlar nihayetinde.

Yaklaşık kaç kişiden söz ediyoruz? 

Mesela “on kişilik bir tim Daron’a gitmiş” deniyor. Bütün Muş’ta elli fedai yoktur. Ama Narodnik gelenekten geliyorlar. Rus popülizmi de yaklaşık otuz-kırk yıl çok küçük sayıda insanla o devrimci ruhu ayakta tuttu. Fedailerin örnek aldığı esas olarak bu.

“Kızılbaş köyleri dost köyler” dedin. 1915 ertesinde Ermenilerin Dersim’de kabul görmelerinin böyle bir tarihsel, kültürel geri planı mı var? 

Kızılbaş dediğimiz Kürt Aleviler, Zaza Aleviler… Dersim apayrı bir bölge. Tarihsel olarak orada Ermeniler zaten var, birlikte yaşıyorlar. Dersimlilerin inanç sistemi de, örneğin Nusayrilerin veyahut Yesevilerinkine benzemiyor. O açıdan da bir yakınlık söz konusu. Dersim bölgesinin güneyinde, Mamuretülaziz’de, yani Elazığ’da, yani Harput’ta yoğun Ermeni nüfus var. Harput şimdiki gibi değil; kolej var, manüfaktür var, insanlar ürettiklerini Avrupa’ya satıyor. 1915’te Harput’tan Dersim’e çok büyük bir göç gidiyor. Dersimliler bu göçü kabul ediyor, gelenleri teslim etmiyor. Daha sonra da buradan büyük bir koridorla o Ermeniler doğuya, Kafkasya’ya doğru kaçıyor. Birkaç yüzyıllık tarihe bakarsak, Kızılbaşlar da, Ermeniler de merkezi devlet tarafından her zaman baskı görmüş, tedip edilmişler.

14 Ağustos 1896’da, Anadolu’daki Ermeni kırımlarına dikkat çekmek için Karaköy’deki Osmanlı Bankası’na baskın düzenleyen Ermeni fedailer, Rusya ve Fransa’nın arabuluculuğuyla serbest bırakılıp gönderildikleri Marsilya’da

İttihat-Terakki 1889’da, Hınçak ve Taşnak partileriyle aşağı yukarı aynı tarihte kuruldu. Kuruluşundaki ve 1908’deki İttihat-Terakki ile 1908 sonrasındaki İttihat Terakki hep aynı çizgide mi? 

Unutmamak gerekir ki, bugün sözünü ettiğimiz İttihat-Terakki, Ahmet Rıza ve Paris’teki çevre değil. Gerçi o çevreden Bahattin Şakir, Dr. Nâzım gibileri daha sonra önemli roller üstlendilerse de, ağırlık Ahmet Rıza’daydı. Hareketin esas vurucu gücü Selânik ve Manastır’daki askeri ve siyasi çevreler. Dolayısıyla, Paris ve Rumeli’deki İttihat-Terakki arasında ciddi bir fark var. Paris’teki çevre bir fikri mücadele yürütmekteydi. Rumeli’de örgütlenen kesim ise, entelektüellik merakı olmayan, Makedon ve Ermeni devrimci örgütlerinden öğrendikleri örgütlenme biçimini devleti kurtarmak üzere gayet pragmatik bir biçimde kullanan insanlardan oluşuyordu. Yani Ahmet Rıza’nın pozitivizm temelindeki fikri faaliyetinin yerini komitacılık almıştı. Bu kan uyuşmazlığı, Ahmet Rıza’nın hızla fahri bir konuma yerleştirilmesiyle sonuçlandı. İttihat-Terakki’de bir evrim, bir değişim var mı diye bakarsak, nihayetinde planlı, programlı bir parti değil. Beğenelim beğenmeyelim, Taşnakların, Hınçakların programları var. Hatta, Hürriyet ve İtilaf’ın demesek bile, Prens Sabahattin’in çizgisi siyaseten çok daha açıklanabilir. “Teşebbüs-ü şahsi” derler, “adem-i merkeziyet” derler, önerileri açık seçiktir. Ama İttihat-Terakki bir koalisyondur, içinde her şeyi bulabilirsin.

O koalisyonda Ermeniler de var, değil mi? 

İttihatçıların çelik çekirdeğinde Ermeni yok, ama İttihatçı listesinden milletvekili seçilip 1918’e, savaşın sonuna kadar bu işi sürdüren var.

1890’ların başından itibaren, Ermeni sosyalistler İkinci Enternasyonal’de gözlemci olarak bulunmuşlardır. Ermeni meselesi, Rosa Luxemburg’un da ifadesiyle, yoksul bir halkın sorunu olarak ele alınır. Nihayetinde, bir köylü meselesidir, bir vatandaşlık meselesidir.

Abdülhamit katliamının 18-20 yıl öncesine, 1876’ya, ilk meclise dönersek, o mecliste Ermeniler de temsil ediliyor, değil mi? 

Bir temsiliyet var ama, vilayetlerdeki ileri gelenlerin kendi aralarından seçtikleri kimselerdir bunlar. Aşağıdan bir temsiliyet veya çifte intihap dediğimiz, yani seçecekleri seçen vatandaş konumu söz konusu değil. Ama bu mecliste çeşitli milliyetlerden insanlar var.

1877’de, Abdülhamit Rus harbini gerekçe göstererek meclisi kapatıyor. Uzun bir istibdat döneminin ardından, 1908’de “ilan-ı hürriyet”le birlikte meclis yeniden açılıyor. 1908’e nasıl bakmalı?

1908 Osmanlı inkılâbına çeşitli şeyler yakıştırabiliriz. Bir kere öncelikle, niyet halisâne. Biraz zamanından erken patladı deniyor. Sokaklarda nümayişler var… Esas olarak 31 Mart vakasından sonra, İttihat-Terakki ağırlığını koyduktan sonra işin rengi değişiyor.

İlk günlerde sokaklardaki nümayişlerde Müslümanlar, gayrimüslimler birarada, ortak bir gelecek arayışı söz konusu… 

Evet. Herkes hürriyet bekliyor. Hürriyetin muhtevası konusunda bir berraklık söz konusu değil, ama bir biraradalık var. Hürriyet isteniyor ama, hangi koşullarda, nasıl konularında netlik yok. Seçim sisteminin demokratikleştirilmesi söz konusu olmuyor. Yine de yılların baskı döneminden sonra bir ferahlık söz konusu. Buna öngelen bir dizi vergi ayaklanmaları var. Aykut Kansu, 1908 Devrimi kitabında, özellikle Pro-Armenia dergisinde çıkan yazıları kullanarak gösterdi ki, sadece Rumeli’de değil, Anadolu’da da ciddi hoşnutsuzluklar söz konusu. Ve Rumu da, Ermenisi de, Kürdü de, çeşitli anasırdan insanlar birlikte davranıyor. Birinci seçimlerde İttihat-Terakki ile Taşnaklar ortak listede yer aldı, Taşnaklar İttihatçıların listesinden seçime girdi. Ama bunun bir evveliyatı var. İlle de benzeteceksek, 1908 inkılâbını 1917 Ekim’ine değil, 1905 devrimine benzetebiliriz. Niyetler hâlisâne; baskı var, insanlar hürriyet istiyor, ama herkes kendi cenahından bakıyor.

Van’da Ermeni devrimciler

1908’de Abdülhamit’in devrilmesiyle birlikte, Kürtlerin tavrı menfi oluyor. Kürt beyleri Abdülhamit rejiminden hoşnut, çünkü onlara özel okul, Hamidiye Alayları, para-pul, hareket serbestisi, itibar tanınmış… Devletin merkezileştirilmesinden veya önlerine çıkacak her türlü engelden, tırnak içinde “hürriyet”ten müştekiler. 1911 İttihat-Terakki kongresinin gizli oturumunda Talat Paşa “biliyorsunuz ki Kanun-ı Esasi’ye göre Müslümanlar ve gâvurlar eşittir” dedikten sonra, bunun hikâye olduğunu anlatır. Yani Tanzimat “gâvura artık gâvur dememek” anlamına geliyorsa, Meşrutiyet de İttihatçılar için Osmanlı İmparatorluğu’nun Türkleştirilmesinden ibaretti.

Yaygın anlayışa göre, “İttihat-Terakki başından beri faşizan, milliyetçi bir zihniyetle kuruldu ve adım adım 1915’e geldik”. Böyle mi, yoksa daha karmaşık bir resimle mi karşı karşıyayız? 1908’den sonra bir yol ayrımı mı ortaya çıkıyor? 

Başlangıçta bir siyasi netlik söz konusu değil. Bu konuda en iyi çalışmaları yapan Şükrü Hanioğlu’dur. İttihat-Terakki’nin siyasi fikriyatının kuruluşunda faşizan olduğu söylenemez; o zaman zaten faşizm diye bir kavram da yok. Hanioğlu İttihatçıların fikriyatının sosyal Darwinizm de değil, kaba materyalizm denebilecek bir yönde olduğunu söylüyor. İttihatçıların temel derdi, Osmanlı devletini idame ettirmek. Bunun için de önlerinde birkaç alternatif var. 1908 inkılâbından bir hafta sonra, ağustosta, Christian Rakovsky Fransızca yayınlanan Sosyalizm dergisinde yazdığı yazıda diyor ki, “ya bu devrim halklar meselesi, toprak meselesi, kadın meselesi gibi sorunları çözerek demokratik bir Osmanlı toplumu yaratacak ya da imparatorluk dağılacak”.

Tiflis’ten kalkıyorsunuz, Daron’a, yani Muş’a ya da Varto’ya geliyorsunuz, oradaki yoksul Ermeni halkı, başlarındaki belâlardan kurtarmak için mücadele ediyorsunuz. Bu fedailer Narodnik gelenekten geliyor,  gayet sınıfsal bir analizle hareket ediyor. Mesela, Ermeni tefeci varsa, onun halli vaciptir. Kürt beylerine karşılar. Kızılbaş köyleri dost köyler.

Ayrıca, bir dünya savaşı beklentisi o günlerde bazı yerlerde tartışılıyor. Bunu dile getirenlerden biri de Parvus’tur. Çok zikzaklı bir muhterem olduğu için, değerli sayılabilecek görüşleri ve yazıları da maalesef ıskartaya çıkarılmıştır, ama 1907’de yazdığı bir broşürde, dünya ekonomisini de tahlil ederek bir dünya savaşına gidildiğini söylüyor. Rakovsky’ye dönersek, demokratik bir Osmanlı toplumunun bölgedeki savaşa da engel olacağını söylüyor. Troçki Balkan Harbi sırasında Kievskaya Misl (Kiev Düşüncesi) adında liberal düşüncedeki –liberali şu anki anlamıyla değil, o zamanki açık görüşlülük anlamıyla düşünelim tabii ki– gazetede müstear isimle yazılar yazıyor. Bölgeyi inceliyor, olayları inceliyor, yakın arkadaşı Rakovsky’nin hızlandırılmış kursundan geçiyor. Kasım 1911’de çok açık bir şekilde iki tehlikeden bahsediyor: Batılılar Osmanlı’yı parçalayacak, Osmanlı yönetimi Ermenileri kesecek.

Tekirdağ mebusu Hagop Babikyan

Troçki’nin öngörüsünün arkasında 1894-96 Abdülhamit katliamı ve 1909 Adana katliamı var herhalde.

Tabii. Adana katliamı olmuş vaziyette. Adana katliamı İttihatçılar tarafından örtüldü. Bunu araştırmak isteyen İttihat-Terakki milletvekili Hagop Babikyan da öldürüldü. Dolayısıyla, bu mesele tartışılıyor. Bir taraftan siyasallaşan bir cemaat, bir millet var, ama bu millet sınırın iki tarafında. Bir tarafında, Çarlık’ta Panslavizm yükseliyor, öbür tarafında, Osmanlı’da Panturanizm yükseliyor…

1908’den 1909’a ne oluyor da “hürriyet” elden gidiyor? 

1908’de Osmanlı inkılâbı çıktığında, İttihat-Terakki’nin ağırlığını koyabileceği bir ilişkisi yok devlet ricaliyle. Henüz ne nedir kavramaktan aciz durumda. Ama yavaş yavaş, kademe kademe bakanlıklara etkili adamlarını yerleştiriyor. Politikanın şekillenmesi 1909’da. Tatil-i Eşgal Kanunu çıkarılıyor; grevler, sendikalar yasaklanıyor. 12 Eylül gibi mübarek. 1908 temmuzunda Hürriyet, 1909 31 Mart (Nisan) ayaklanması, ardından Abdülhamit gidiyor… Ve Tatil-i Eşgal Kanunu’nu çıkarıyorsun. Dakika bir, gol bir. Bugün sadece milli meseleyle ilgileniliyor, ama sosyal ve siyasal tercihlerini de İttihatçılar Tatil-i Eşgal Kanunu’yla ortaya koyuyor. Milli mesele soyut bir şey değil ki. “Sosyal meselelerde çok özgürlükçü, çok eşitlikçi, ama haklar konusunda biraz nekes” diye bir şey tarihte yok, kimin için söylenirse söylensin, palavradır. İttihatçılar Ermenilere kötü davrandı da, Kürt hamallara iyi mi davrandı? Onlara “sendikalaşın, örgütlenin, adaylarınızı çıkarın” mı dendi? Ermeni meselesini konuşurken maalesef demokratik haklar, sosyal haklar, siyasi haklar meselesini hep es geçiyoruz. Tartışmalara bakarsan zannedersin ki, “herkes DNA testini yapsın, hakiki Türk olanlara doğrudan demokrasi veriyoruz, ötekilere vermiyoruz” denmiş. Böyle bir rejim yok ki.

1909’daki Tatil-i Eşgal kanunu için, 1925’teki Takrir-i Sükun gibi bir dönüm noktası diyebilir miyiz?

Çok açık seçik. Fikriyata, söylenene değil, fiiliyata bakacağız, eylemin muhtevasına bakacağız, Marksistsek şayet. İttihatçılar 1909’daki Adana katliamını gargaraya getiriyorlar.

Taşnakların adında federasyon tabiri vardı. Yalnızca Osmanlı topraklarında değil, Rusya ve İran’da da faaliyet gösteriyorlardı. Ermeniler arasında “spesifist” denen, özgülcü bir akım vardı. Onlar “biz topraksız, yani vatansız ve yoksul bir halkız, millet olarak proleteriz” derler. Sultan Galiyev’den çok önce “proleter millet” tabirini kullanmışlardır.

Adana katliamı nasıl oluyor? Ne kadar can kaybı var?

Adana katliamı sırasında İttihatçıların devlet teşkilatına tam oturduklarını söyleyemeyiz. Ölen insan sayısı 30 bin. Bunun tartışılacak hiçbir yanı yok. 29 binde anlaşamayız, 30 bindir! Pazarlık kaldıracak bir hikâye değil. İç içe yaşayan halklarda her zaman için düşmanlıklar olabilir, bunlar körüklenebilir… Burada İttihatçıların pozisyonu, hadisenin üstünün örtülmesi açısından önemli. İttihatçıların kulüplerinin doğrudan dahli var mı, yok mu meselesine girmek istemiyorum, bu ayrıntı birdenbire esasa nüfuz ediyor…

İttihatçılar Adana katliamını niye gargaraya getiriyor?

Takip ettiğinde ne çıkacak karşısına? Bugün Hrant’ın cinayetinin arkasına gidemedikleri gibi… Tayyip Erdoğan ya da İçişleri Bakanı kendileri gidip Hrant Dink’i öldürmedi. Peki, dibine gidiyor mu? Gitmiyor. Niye? Kendi toplumsal desteklerini, dayanaklarını kaybedecek, kendisini besleyen kanalları yok edecek. Şimdi liberaller bile “AKP devlet kanallarıyla barıştı, iç içe geçti, onları nüfuzu altına alınca şikâyet etmekten vazgeçti” diyor. Biraz örgüt sosyolojisi yapmak gerekir. (gülüyor) 

Talat Paşa’nın “gâvurla Müslüman eşit olur mu?” dediği 1911’de Selânik’teki İttihat toplantısı, 1908’in tamamen reddi değil mi?

Tabii. Bu meseleler tartışılırken hiç bu konulara girilmiyor, ama esas bunların konuşulması lâzım. “İttihatçılar ile Taşnaklar işbirliği yaptı” deniyor. Bu doğru, ama işbirliği yaparken şartları var. Abdülhamit döneminde Kürt beylerinin, Hamidiye Alayları’nın baskısıyla canlarını kurtarmak için Amerika’ya, Kafkasya’ya kaçan on binlerce Ermeni 1908 inkılâbından sonra geri döndü. Paris’te gerek Prens Sabahattin, gerekse Ahmet Rıza çevresiyle ilişkileri olan Ermeni örgütleri, 1908 sonrasında bu ilişkilerini memlekette sürdürdüler. Enver ve Talat beylerin Ermeni mezarlığında Ermeni fedailerin mezarlarına çiçek koymaları, bu ilişkinin öyle lafla geçiştirilmeyecek kadar ciddiye alındığını gösterir. Kâğıt üzerinde kalsa da Paris’te Aralık 1907’de Taşnaklar ve İttihatçılar arasındaki antlaşma, yalnızca Abdülhamit’in devrilmesini değil, kökten değişimleri de öngörüyordu.

İttihat-Terakki temsilcileri Bahattin Şakir, Ömer Naci ve Tunalı Hilmi’nin de katıldığı, Ağustos 1914’te Erzurum’da toplanan Taşnak kongresinde Taşnaksutyun partisi yöneticileri

Taşnakların İttihatçılarla yaptıkları antlaşma “haklarınız sonuna kadar verilecek” şeklindeydi. 1914’te Norveçli ve Hollandalı iki müfettişin buraya gelmesinin esas nedeni de bu hakların verilmesi. Bu, emperyalist bir müdahale olarak gösteriliyor. Peki ama, gerekçe ne, ne için geliyorlar? Adamın toprağını, evini, malını gasp etmişsin, vermiyorsun. Uluslararası hukukta “ben yaptım, oldu” yok. Biz de şimdi Fransızlara “Cezayir’de soykırım yaptınız” diyoruz. Sen bütün vatandaşların hakkını veriyorsun, millet huzur ve refah içindeyken birdenbire isyan ediyor… Şimdiki Kürtler gibi! Adamlar spor olsun diye kaçakçılık yapıyor. Bir başka açıdan tarihe baktığında görüyorsun; aynı yerde otluyorsun. Biz şimdi Hınçaklar, Taşnaklar diyoruz, ama çeşitli sosyalist çevreler de vardı. Mesela Selânik Sosyalist İşçi Federasyonu…

İlle de benzeteceksek, 1908 inkılâbını 1917 Ekim’ine değil, 1905 devrimine benzetebiliriz. Niyetler hâlisâne; baskı var, insanlar hürriyet istiyor, ama herkes kendi cenahından bakıyor. 1908’de Abdülhamit’in devrilmesiyle birlikte, Kürtlerin tavrı menfi oluyor. Kürt beyleri Abdülhamit rejiminden hoşnut, çünkü onlara özel okul, Hamidiye Alayları, para-pul, hareket serbestisi, itibar tanınmış…

Selânik büyük ölçüde Yahudi kenti, ağırlıklı olarak proletarya. Üç dilli işçi gazeteleri çıkıyor ve sosyalist bir milletvekili olan Vlahof Efendi de buradan Osmanlı Meclisi’ne giriyor. 1909’dan sonra, birçok sosyalist Hürriyet ve İtilaf’a daha yakın düşüyor, çünkü İttihatçıların bu tutumunun onlara hayat hakkı tanımayacağını ve bir zorbalık rejimi olduğunu görüyorlar. Selânik Sosyalist İşçi Federasyonu 1908 seçiminde İttihatçılarla ittifak yapmış olmasına rağmen, daha sonra Vlahof Efendi de Hürriyet ve İtilaf’la işbirliği yapıyor. Taşnaklar İttihatçılarla ilişki konusunda çok ikircikli kalıyor ve aralarında bölünüyorlar. Bazıları, mesela Andranik, “İttihatçılardan bir hayır çıkmaz” diyor, işbirliğine karşı çıkıyor. Bazıları Abdülhamit dönemindeki katliamı veya Adana katliamını göz önüne alarak “ötekiler bir felaket, bunlarla anlaşmak durumundayız” diyor. Taşnaklar İttihatçılarla hep işbirliği içinde, onlarla anlaşmak istiyorlar.

Etyen Mahçupyan geçenlerde bir televizyon programında “Taşnaklar ile İttihatçılar birbirinin kopyası” mealinde bir yorum yaptı. Bunu nasıl değerlendirmeli? 

Taşnaklar ile İttihatçılar aynı şey mi? Dürbünün hangi tarafından baktığına bağlı. “İkisi de milliyetçidir” mi demek istiyor, “ikisi de pozitivisttir” anlamında mı söylüyor, anlayamadım. Siyaseten aynı şey değil. Biri Sosyalist Enternasyonal üyesi. İttihatçıları ehven-i şer olarak görüyorlar ve bu ilişki kesintili olarak Temmuz 1914’e, Taşnakların Erzurum’daki kongresine kadar sürüyor. O kongreye Bahattin Şakir ve İttihatçıların sözcüsü Nuri Bey de katılıyor. Savaşı kazanacaklarından eminler; bölgenin bir kısmının Gürcülere, bir kısmının Müslümanlara verileceğini söylüyorlar ve Taşnaklar Osmanlılar lehine Rusya kısmında bir isyan çıkarırlarsa Erivan, Kars, Erzurum, Van, Bitlis’te Osmanlı himayesinde Ermenilere özerklik teklif ediyorlar. Taşnaklar bu teklifi kabul etmiyor, her kesimdeki Ermenilerin bağlı oldukları ülkenin ordusunda, yani Rusya’dakilerin Rus ordusunda, Osmanlı’dakilerin Osmanlı ordusunda kalacağını söylüyorlar. 1914’e gelinirken, ilişkiler artık kopmuş vaziyette. Bu “büyük felaket” sözü aslında savaş henüz başlamadan Taşnakların yayın organında başlık oluyor. Sınırın iki yanında da, yani hem Osmanlı hem Rus topraklarında Ermeniler yaşıyor. Ahalinin kim vurduya gittiğinin resmi. Ben Taşnakları siyaseten benimseyecek durumda değilim, o ayrı. Ama Taşnaklar, bırakalım ezilen ulusun bir siyasi hareketi olmasını, Sosyalist Enternasyonal içinde yer alan bir parti.

İstanbul mebusu Krikor Zohrab

İttihat-Terakki ise bir devlet partisi, hatta parti olduğu bile şüpheli. Taşnaklar kongre yapıyor, neşriyat çıkarıyor, birbirleriyle dalaşıyor, biri dağa gidelim diyor, öbürü bayıra gidelim, öteki evde oturalım diyor, farklı çizgiler var. İttihat-Terakki’de de farklı çizgiler var belki ama, karar organı demir yumruk. O karar organına herkes dahil olamıyor. Taşnaklar için hep söylenen nedir, “terörist, çeteci”. Taşnakların genel merkezi Beyoğlu’nda, Ağa Camii yanındaki Sakızağacı Sokağı’nda. Yasal bir parti! Meclis’te vekili var, gazetesi var, dergisi var, Sosyalist Enternasyonal’de temsiliyeti var. Bu adamlar bir yandan da İttihatçılarla oyun arkadaşı, meyhane arkadaşı… Hepsi değil tabii, Vartkes’le Krikor Zohrab Talat Paşa’yla öyle bir ilişkide; Armen Garo öyle değil.

Hınçakların İttihat-Terakki’yle ilişkileri nasıl?

O zamanki tabirle “Ermeni kolonileri”yle, mesela Mısır’daki Hınçaklarla İstanbul’daki Hınçaklar arasında fikri ayrılıklar var. 1908’in ardından yıllar geçmesine rağmen Ermeni halkının durumunda herhangi bir iyileşme olmadığı için, Hınçakların 1913 Köstence Kongresi’nde şiddeten yana olanlar öne çıkıyor. Hürriyet ve İtilaf’ın önderleri Şerif Paşa, Sadık Bey gibilerle anlaşma yapıp onlardan yüklüce para da alınca, Talat, Enver ve Cemal’e suikast hazırlarlar. Hınçakların Osmanlı üyeleri buna karşı çıksa da, suikast timi Mısır’dan hareket eder. Ancak, Cemal Paşa durumdan haberdar olduğu için İstanbul’a varır varmaz enselenirler. Aradan bir yıl geçer, olay yeniymişçesine, yanlarına bazı başka Hınçak üyeleri ve ilgisiz kişiler katılıp 17 Haziran 1915’te idam edilirler. Dördü suikastçı, toplam 21 kişi. Katliamı meşrulaştıran bir unsur olarak kullandılar onları. “Bakın işte bunlar yine isyan etti” diye savaştan önce tutuklanan bu kişiler tehcirden üç ay sonra asıldı. Zengin bir tarih bu. (gülüyor)

Troçki Kasım 1911’de çok açık bir şekilde iki tehlikeden bahsediyor: Batılılar Osmanlı’yı parçalayacak, Osmanlı yönetimi Ermenileri kesecek.

1915 konuşulurken hep Talat Paşa’dan bahsediliyor. Enver Paşa niye resimde yok? Dersim için Bayar’ın söylediği, 1915 için de geçerli değil mi? Enver “vurun” demese, Talat Paşa vurabilir miydi? 

Enver Paşa ordunun başında. Enver Paşa’dan ziyade, onun çok yakını olan Bahattin Şakir Teşkilat-ı Mahsusa aracılığıyla bu işi yürütüyor. Talat da evinden telgrafla idare ediyor. Bunlar açıkça biliniyor. Birebir, adam adama markaj! Talat’ın defteri maşallah yani! Talat Paşa daha sonra Berlin’de “yapmadık, etmedik, müstahaktırlar” diyor, kendisini haklı göstermeye çalışıyor. Kahramanca deniz yoluyla kaçmadan önce, ciddi miktarda evrak yakılıyor. Ama, Ermeni siyaset adamları, milletvekilleri arasında anılarını yazanlar var. Bu anılar ne kadar gerçek, ne kadar yanlış, test etmek lâzım. Ama, daha savaş başlamadan önce, 1913’te bile sonradan olacaklar neredeyse tamamen söyleniyordu. Ermenilerin mal ve can güvenliğinin sağlanması için İttihatçılar “tamam, yapacağız, edeceğiz, ama kaşımayın bu işi” diyorlardı. “Kaşırsanız, insanlar galeyana gelir, 300-400 bin Ermeni ölür!” Bunlar İttihat-Terakki’nin üç liderinden biri olan Cemal Paşa’nın sözleri.

Türkiye Cumhuriyeti’nin ileriki yıllarda kabul edeceği resmi rakamı o zamandan vermişler yani…

Tunceli Kanunu da 1935’te çıktı, birkaç sene sonra orada “isyan çıkacağını” önceden biliyorlarmış. Bizim bürokrasi her şeyi önceden bilir. (gülüyor) Savaş başladığında, Krikor Zohrab’ın Büyükada’daki evinde, Taşnaklardan bazı tiplerle İttihatçılar arasındaki görüşmeler devam ediyor bir yandan da. Ermeni mebuslar aralarında bir katliamın olacağını konuşuyorlar, ama kafalarında Abdülhamit dönemindekine benzer, onu olsa olsa biraz aşacak bir şey var. Görüşmeler son dakikaya kadar devam ediyor. İstiklal Caddesi’nde kâğıt oynuyorlar, ayrılırlarken Talat Paşa Zohrab’ı yanaklarından öpüyor. Zohrab Ayaspaşa’ya, evine gidiyor. Evine giremeden polis kaldırıyor. Polis de nereden geldiğini biliyor. Böyle terörist olur mu? Talat Paşa’yla kâğıt oynuyor, kahve içiyor, öpüşüyor, kalkıp evine gidiyor… Teröristse, Talat Paşa’yı alnından vurur, olur biter. Zohrab tutuklanırken “Talat’ın haberi var mı?” diye soruyor. (gülüyor) Bu, olayların akışıyla, ufak ufak örülen bir hadise.

1915’te Harput’tan Dersim’e çok büyük bir göç gidiyor. Dersimliler bu göçü kabul ediyor, gelenleri teslim etmiyor. Daha sonra da buradan büyük bir koridorla o Ermeniler doğuya, Kafkasya’ya doğru kaçıyor. Kızılbaşlar da, Ermeniler de merkezi devlet tarafından her zaman baskı görmüş, tedip edilmişler.

Ezcümle, 1915 “Kırmızı Pazartesi”… 

Doğrudur. Kırmızı Pazartesi. Aynı şey Süryâni katliamı için de söz konusu, Rumların tehciri için de. Nihayetinde, ya demokratik bir Osmanlı toplumu yaratacaksın veya bu unsurlardan kurtulacaksın. Tartışmaları izlediğinde görüyorsun, 1915’in geleceği adım adım biliniyor. Bunu bu açıklıkla sadece Troçki demiyor, birçok kişi dillendiriyor. Yıllar geçiyor. Nasıl çözeceksin? Çözmeyeceksin. Çözemezsen ne olacak? Kan gölü olacak. Tarihte seçenekler sınırlı. Demokratik hakların tanındığı bir Osmanlı toplumu yaratamazsan, bu kaçınılmaz.

Bugün de Kürt meselesinde aynı durumda değil miyiz?

Evet. Ya demokratik bir Türkiye Cumhuriyeti oluşturacaksın, Kürtlere talep ettiklerini vereceksin veyahut kan gölü… Siyasal ve sosyal haklar açısından birlikte yaşamanın koşullarını yaratman lâzım. Bunu yaratamıyorsan, adın ister Abdülhamit olur, ister Rüknettin…

1908 meclisine dönelim… 

Bu Hınçaklar, Taşnaklar Meclis-i Mebusan’da ne mi yapıyorlardı? Bunlar sadece toprak talebiyle veya sadece Ermeni meselesiyle mi ilgiliydi? Meclis kayıtlarında –Türkçe harflerle basılmıştır hepsi– aklınıza gelebilecek bir dizi sosyal meselede, sözünü ettiğimiz milletvekillerini sık sık kürsüde görürsünüz. Mesela, Kürt hamallarının meselesi, Zohrab Efendi kürsü alır. Bugünkü tabirle ister sosyal demokrat deyin, isterseniz merkez sol, isterseniz sosyalist, bu insanlar 1908 meclisinde sosyal meselelerin temsilcisidir ve aralarında bir işçi bloku var. Türkiye İşçi Partisi’nin 1965’te Meclis’e girmesinden önce, bu topraklarda ilk kez bir işçi grubu oluşturmuşlardır.

O grupta kimler vardı? 

Birkaç Ermeni sosyalist mebus ile Vlahof Efendi var. Önce Selânik’te mebus olan Vlahof Efendi çok önemli; daha sonra Bulgaristan’da, sonra da Yugoslavya’daki mücadelede yer alır. Anıları da yayınlanmıştır. Bugün çok tartıştığımız Kürt meselesi konusunda Armen Garo’nun Erzurum milletvekiliyken Talat’la açık görüşmesinde söylediği sözler vardır. Kürtler de olayın içinde ve bu gidişatın onların da bir bakıma Türkleştirilmesini hedeflediğini Ermeni mebus Armen Garo o zaman görüyor ve söylüyor. Bu meselelerin olduğu dönemi irdelerken, önemli bir tartışmayı unutmamak gerek. Balkan Harbi’nden de önce, Christian Rakovsky ve sosyalistler bir Balkan devletleri federasyonu kurulmasından yanaydı. Balkanlar ve Kafkasya, halklar tımarhanesi gibi. Sınırın nerede olduğu, hangi köyün ne tarafa ait olduğu, hatta birçok insanın milleti belli değil.

1909’da Tatil-i Eşgal Kanunu çıkarılıyor; grevler, sendikalar yasaklanıyor. 12 Eylül gibi mübarek. İttihatçılar Ermenilere kötü davrandı da Kürt hamallara iyi mi davrandı? Tartışmalara bakarsan zannedersin ki, “herkes DNA testini yapsın, hakiki Türk olanlara doğrudan demokrasi veriyoruz, ötekilere vermiyoruz” denmiş.

Biz hep Osmanlı’dan baktığımız için, Birinci Balkan Savaşı’nda oradan buraya göç edenlerin trajedisini biliyoruz. İkinci Balkan Savaşı’nda büyük katliam oldu. Bu halklar tımarhanesine bir çözüm olarak, daha sonra Üçüncü Enternasyonal de Balkan Sosyalist Devletler Federasyonu önerisini getirmişti. Önce, demokratik bir federasyon düşünülüyordu. Savaşı engelleyebilecek bir çözüm olarak görülüyordu bu. 1911’de Selânikli sosyalistler, Rakovsky, Ermeni ve Osmanlı sosyalistler ortak bildiri yayınlayıp Sosyalist Enternasyonal nezdinde, İtalya’nın Trablus’a, yani Libya’ya asker çıkarmasını telin etmişlerdir. Yani masal anlatmıyoruz. Düşük kalibreli de olsa, bir seçenek dile getiriliyor, insanlar ısrar ediyor, mücadele ediyordu.

Gelelim 1915’e, “büyük felaket”e… 

Maalesef bu çok trajik felaketten şu anda da tartıştığımız çeşitli halkların birarada yaşama imkânı meselesine dair çıkarılacak çok büyük dersler var. Sadece bizim için değil, bütün insanlık için. Sosyal hareketlerle ulusal hareketler arasındaki ilişki ve, tabir caizse, farklı siyasal konumlanıştaki halklar arasındaki ilişki açısından da anlamlı bir yan var. Ermeni sosyalist hareketi, kendi içindeki tutarsızlıkları veri almak kaydıyla, bir taraftan da talihsiz bir hareket, çünkü birlikte davranabileceği bir Osmanlı proletaryası söz konusu değil; Kürt proletaryası da, Türk proletaryası da çok zayıf. Dikran Zaven adında gazeteci bir muhterem var, Abdülhamit döneminde Osmanlı’daki bütün ezilen kesimlere seslenir. “Hepimiz bu istibdattan mağduruz” der. Ne kadar sınırlı da olsa, bu deneyim önemlidir. Tarihteki başarılı, başarısız hiçbir deneyim kutsanacak bir şey değildir. Mutlaka önümüzdeki sorunlar geçmişte yaşananlardan çok daha karmaşık, çok daha zorlu olacaktır. Dolayısıyla, kutsayarak, model yaratarak, fetiş yaratarak yol alınamaz, ama en küçük deneyimi de bilincimizde canlı tutmak kaydıyla.

Kayseri’de Taşnak mahkûmlar, 1915

Geldik 2006’ya… Fransa’da soykırımın inkârının yasaklanmasına dair yasa tasarısına…

2006’dan öncesi var. 1990’da, Fransız Komünist Partisi üyesi Jean-Claude Gayssot parlamentoya bir yasa teklifi getiriyor. Sonra Gayssot Yasası olarak da kabul edildi. Gayssot Yasası, insanlığa karşı işlenmiş kabul edilen her türlü suçun gerçekliğinin sorgulanmasını ve Yahudi soykırımını inkâr etmeyi yasaklıyordu. Böyle bir yasanın ifade özgürlüğüne aykırı olup olmadığı tartışması 21 yıldır sürüyor. Bu olay Ermeni meselesinden çıkmadı, biz sadece kendi meselelerimizle ilgilendiğimiz için Gayssot Yasası’nı atladık. Soykırım inkârcılığı tabii ki Yahudi meselesinden ortaya çıktı. Bu, birtakım şaklabanları, dalaverecileri meşhur etmekten başka bir işe yaramayan bir yasaklamadır. Adamın teki çıkıyor, “Hitler Yahudi dostudur” diyor, sonra Viyana’da mahkûm ediyorlar. Adam meşhur oluyor. Bu konuda çok ciddi çalışmalar yapanların çalışmaları kimse tarafından okunmuyor, ama bu adamın görüşü biliniyor. Üstelik, mağdur durumuna giriyor. Riyakâr, sahtekâr, düzenbazın teki kahraman haline geliyor. Bu tartışmaları bu şekilde engellemek tarihçilerin de üzerinde durduğu, eleştirdiği bir konu.

1913’te bile sonradan olacaklar neredeyse tamamen söyleniyordu. “Kaşımayın bu işi” diyorlardı. “Kaşırsanız, insanlar galeyana gelir, 300-400 bin Ermeni ölür!” İttihat-Terakki’nin üç liderinden biri olan Cemal Paşa’nın sözleri bunlar.

Tartışma bize yanlış aksettiriliyor. Ermeni soykırımı bağlamında inkârın yasayla engellenmesine karşı çıkanlar “soykırım değildir” demiyor. Örneğin, Dominique Vidal gibi pek çok önemli Fransız tarihçi bu yasaya karşı çıkıyor, ama onlar “1915 soykırım değildi, Ermeni soykırımı olmamıştır, mukateledir, hatta Ermenilerden fazla Türkler ölmüştür” demiyor ki! Türk devletinin parayla tuttuğu birisi yoksa, böyle tezler ileri süren yok. Onlar “biz tarihçiyiz, yargıç değiliz” diyor, “bu olay nasıl cereyan etti, bu konuda özgür bir şekilde çalışmak, tartışmak durumundayız. Bu tartışmaya herhangi bir engel konulamaz” diyorlar. Ama Türkiye’ye öyle bir yansıyor ki, bu yasayı eleştirenler sanki “soykırım değildir” görüşünde. Önce, Sarkozy için seçim yatırımı dediler. Sonra fark ettiler ki, daha önce bunu Sosyalist Parti parlamentoya getirmiş. Sarkozy söz vermiş, sonra sumenaltı etmiş, şimdi senatoda Sosyalist Parti çoğunluk olduğu için “gündeme getirin” diyorlar. Bu yasanın kaynağında Komünist Parti milletvekilinin imzası var. Dolayısıyla, bu bir Sarkozy meselesi, ucuz bir seçim taktiği değil. Fransa’daki Ermeni seçmenin oyu belli. Böyle bir tartışma nedeniyle oyunun rengini değiştirecek insan sayısı da belli. Komünist Partili bir Ermeni, Sarkozy bu yasayı gündeme getirdi diye ona oy vermez. Sosyalist Partili de vermez. Orada oylar bizdeki gibi sabahtan akşama değişmiyor. Bu yasa demokratik değil, bu mesele yasaklamayla olacak bir hikâye değil. Ama, bu yasaya biz karşı çıkabiliriz de, bu hükümet karşı çıkamaz. Karşı çıkması için önce buradaki özgürlüklere aykırı maddeleri kaldırması lâzım. Hrant’ı 301’den götürmüşsün! Kim kime ders verecek? Ayıp denen bir şey var! Orada para cezası; burada adamı öldürüyorlar, sen üstünü örtüyorsun.

2006’da Hrant Dink’in, bugün de Hosrof Dink’in bu yasaya eleştirileri çarpıtılıyor: “Bizim Ermeniler soykırım demiyor, ama ah o diaspora yok mu!” 2006’da Hrant Dink şöyle demişti: “Paris’e gideceğim, Concorde Meydanı’nda ‘soykırım olmamıştır’ diye bağıracağım. Sonra Ankara Güven Park’ta ‘Soykırım yapılmıştır’ diyeceğim.” Ama bu sözlerin hep sadece ilk kısmı hatırlatılıyor. 

Soykırım meselesine gelip dayanınca, işin esası kayboluyor. Bizim, ezilenlerin, emekçilerin bu tarihle yeniden didişmemiz gerekir. Egemenlerinki Orwell’yen bir hikâye, onların tarihsel gerçeklikle bir ilişkileri yok. Onların geleceklerini, hallerini doğrulayacak bir tarihi safsataya ihtiyaçları var. Bizimse, kendi tarihimizi yaratmak için insanların yaşamış oldukları bütün büyük felaketleri çok iyi irdelememiz lâzım ki, buradan geleceğimiz için dersler çıkaralım. Ermeni meselesi Türk-Ermeni meselesi değildir, insanlık meselesidir. I. Dünya Savaşı insani bir felakettir, bu felaketin faturasını ödeyenler vardır. Vücutta bir arıza varsa, bir yerden çıkıyor. Bu fatura da birilerine kesilmiştir. II. Dünya Savaşı’nda da Yahudilere, Çingenelere, eşcinsellere… Benzer koşullar yeniden oluştuğu zaman, şu anda çok rahat tartıştığımız bazı meseleler birden bizi tarihin girdabına sokar götürür. Dolayısıyla, hadisenin nasıl oluştuğunu bilip tartışmak çok önemli.

Tayyip Erdoğan ya da İçişleri Bakanı kendileri gidip Hrant Dink’i öldürmedi. Peki, davanın dibine gidiyor mu? Gitmiyor. Niye? Kendi toplumsal desteklerini, dayanaklarını kaybedecek, kendisini besleyen kanalları yok edecek. Biraz örgüt sosyolojisi yapmak gerekir.

Bir de “meseleyi tarihçilere bırakalım” tezi var. Bir tarafta Ermeni tarihçiler ve onları destekleyenler, diğer tarafta Türkçü tarihçiler ve devlet teşviğiyle onlara destek veren “Türk dostu” tarihçiler, tartışıp konuyu çözüme ulaştıracaklar.

Orhan Pamuk Ermeni meselesiyle ilgili açıklama yaptığında, Türk Tarih Kurumu’nda Ermeni masasının şefi profesör Kemal Çiçek “Türkiye, soykırım iddiasını kabul ederse Ermenilere 60 milyar dolar tazminat ödemeye mahkûm olacak. Pamuk’un bütün kitaplarını altın yapıp satsak bunun bedelini ödeyemeyiz. Dolayısıyla herkes haddini bilmeli ve susmalı” demişti. Bu tarihçiyle şimdi neyi tartışacaksın? Parası olan tartışır. Bu kafaya göre, 100 milyarım varsa, iki milleti katledebilirim, tazminatını verdikten sonra… Sorunumuz bu değil. Bütün bu olup biteni sosyal güçleriyle, siyasi güçleriyle kavramak, bu tarihi yeniden canlandırmak gerek ki, bütün bunlar boşuna yaşanmamış olsun.

Türkiye inkâr hakkının peşinde” başlıklı, internet üzerinden imzaya da açılan bir bildiri var. Son paragrafı şöyle: “İnkârdan beslenen bir ifade özgürlüğü söylemi buram buram riya kokuyor. Tartışmayı üçüncü ağızlardan alıp ait olduğu topraklara taşımalıyız. Söz konusu tasarıya karşı çıkmanın belki de en haklı gerekçesi budur. Onun için bırakın Fransa’yı. Fransa çok kötü bir şey yapıyormuş, niyeti hayra değilmiş. Peki, Türkiye ne yapmayı düşünüyor?” 

Henüz bu yasa karara bağlanmış değil. Bazılarının bütün ümidi yasanın çıkmaması. Halbuki yasa, soykırım meselesini değil, soykırımın tartışılabilir olup olmamasını karara bağlayacak. İşin garibi, bizim devletlûlarımız de facto soykırımı kabul etmiş durumda, “bunun tartışmasını yasaklayamazsınız, bu demokratik haklara aykırıdır” diyorlar. “Soykırım demeniz demokratik haklara aykırıdır” demiyor, diyecek hali de yok zaten. Soykırımı de facto kabul etmiş durumda.

Hugo Pratt’ın “Corto Maltese —Semerkant’taki Altınlı Yaldızlı Ev”inden

Aynı metinde, “Parlamentoların tarihi olaylarla ilgili karar alması çok yanlışmış. Parlamentoların tarihi olaylarla ilgili karar alması yanlışsa, bu, bizim Ermeni soykırımı ile ilgili TBMM’den bekleyebileceğimiz bir şey olmadığı anlamına mı geliyor” deniyor. 

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden bu yönde bir beklentisi olanlar olabilir, ama benim derdim o değil tabii. Ben ezilenlerin, emekçilerin bu meselenin bilincine varmasını, ne olup bittiğini anlamasını temel mesele olarak görürüm. Tarih bir mücadele alanıdır. Herkes kendi tarihini kuruyor. Meclis de kendine göre bir pazarlıkla tarihi kuracaktır. Meclis’ten bir şey beklemeye gerek yok. Meclis nerede zorda kalırsa, ona göre davranır. Esas mesele bu değil. Demokratik hakların, her türlü meseleyle birlikte bu meselenin de tartışılmasının ortamının sağlanması önemli olan. Bugün tartışabildiğimiz kadarıyla bu tartışma ortamının oluşmasına siyasi partilerin, yani devletlû siyasi partilerimizin zerre kadar katkısı olmamıştır. Bakınız, Cemil Çiçek’in Ermeni konferansı sırasındaki beyanatı: “Bizi sırtımızdan hançerlediler!” Böyle bir zihniyet Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı olmuş, “anayasa tartışması yapılsın” diyor. Kimse tartışmıyor. Ben de olsam korkarım. Polis sorgusunda “konuş!” demek gibi. Niye konuşayım, başım belaya girecek! Dolayısıyla, bütün tarihi, siyasi, sosyal meseleleri özgür bir biçimde tartışma ortamının sağlanması, bizim Meclis’ten isteyebileceğimiz bu. Parlamentolar soykırım konusuna karar veremezler, menfi ya da müspet anlamıyla buna insanlar karar verecektir. Hükümetin, devletlûların, Meclis’teki siyasi partilerin bu yasa tasarısı hakkında konuşma hakları yoktur, onlar önce bu toplumun önündeki benzer engelleri ortadan kaldırsınlar.

Sen bütün vatandaşların hakkını veriyorsun, millet huzur ve refah içindeyken birdenbire isyan ediyor… Şimdiki Kürtler gibi! Adamlar spor olsun diye kaçakçılık yapıyor. Bir başka açıdan tarihe baktığında görüyorsun; aynı yerde otluyorsun.

Davutoğlu bu yasa tasarısıyla ilgili konuşurken, “yasa geçerse, Fransa kendi varlığını reddetmiş olur” dedi, Fransa’nın düşünce özgürlüğüne verdiği önemi kastederek. Türkiye için böyle bir “varlık reddi” tehlikesi söz konusu değil tabii.

Başbakan Voltaire’den ne okumuştur, bilmiyorum, Voltaire’in, Montesquieu’nün adlarını geçirdi konuşmasında. Onlarla bugünkü siyasi rejim arasındaki ilişkiyi nasıl kurdu, anlamak mümkün değil. Ayrıca, şu anda Fransa’da siyaseten kendisine benzer bir lider bulunmakta. Sarkozy ve Tayyip Erdoğan aynı siyasi çizgi. Avrupa Parlamentosu’nda AKP komünistlerle aynı gruba gitmiyor herhalde. İkincisi, Fransa’da Cezayir meselesini mesele yapan kim oldu? Tabii ki Cezayirliler kendi mücadelelerini verdiler, ama Fransız sosyalistler, demokratlar, bu mücadelenin yanında yer aldılar ve bunu kendi tarihlerinde başköşeye oturtup çalışmalar yürütüyorlar. Bu bilinci ayakta tutan geniş bir kesim var. Fransa’da, Cezayir’de yapılan işkencelerden tutun, aklınıza gelebilecek her türlü ayrıntıyı içeren kitaplar, araştırmalar, belgeseller bulmanız mümkün, bunların yasaklanması söz konusu değildir. Fransa’da sol da, toplumun azımsanmayacak kısmı da bu meseleyle yüzleşmiştir.

Türkiye 1958’de, yani AKP’nin selefi ilan ettiği Menderes döneminde, BM’de Cezayir’in kendi kaderini tayin etmesi hakkındaki oylamada çekimser oy kullandı. 

Cezayir kurtuluş savaşı sırasında da Türkiye Fransa’nın yanında yer aldı. Aynı şekilde, Irak’ta Faysal devrildiği zaman da… Dolayısıyla, bu argümanları dile getiren arkadaşlarda, tarihi bilinçten vazgeçtim, tarihi malûmat da biraz kıt galiba, ne bulurlarsa, uluorta alet edevat yerine kullanmaya çalışıyorlar.

Tarihçiler tartışsın” tezine değinmiştik. “Tarihçi”den kasıt, resmi tezi savunan tarihçiler. Ermeni meselesine devletin gözüyle bakmayan birçok Türkiyeli tarihçi var, ama onların tartışması söz konusu değil; onlar tarihçi bile sayılmıyor… 

Baştan kararı vermişsin zaten, diyorsun ki “benim soyumda, sopumda, tarihimde böyle bir şey olamaz”. Bu demektir ki, “böyle bir şey olmuştur” deme ihtimali olanlar tarihçi olamaz. Yani tarihçileri de tasnif ediyorsun. Bizde bu mesele hakkında menfi, müspet konuşan tarihçiler arasında, soykırım diyen var, katliam diyen var, mukatele diyen var, asıl Ermeniler Türkleri daha çok öldürdü diyen var… Bu da nasıl oluyorsa? Ermeniler koskoca orduları çökertmişler! Çeşitli emekli büyükelçiler de TV’deki açık oturumlarda açıkça söylüyor, dünyada soykırım konusunda genel bir kanaat var. Bunu değiştirmek mümkün değildir, zaten hükümet de bir savunma hamlesi yapmaya çalışıyor. Onların düşündüğü, “acaba bunun arkasından ne gelir?”

“Büyük felaket” sözü aslında savaş henüz başlamadan Taşnakların yayın organında başlık oluyor. Sınırın iki yanında da, yani hem Osmanlı hem Rus topraklarında Ermeniler yaşıyor. Ahalinin kim vurduya gittiğinin resmi.

“Üç T” gelir diyorlar: “Tanıma, tazminat, toprak”.

Bu aslında bitmiş bir tartışmadır. Bizim için mülkiyete dayalı bir tartışmanın, üç T, beş T gibi şeylerin bir anlamı yok. Bizim için önemli olan, bu ve benzeri olayların bilince çıkarılmasıdır.

Topraklarından sürülen insanlara mülklerinin iade edilmesi ya da tazminat ödenmesi gerekmez mi? 

Ölenlerin arkasından bir ayrım yapmak mümkün değil, ama yoksul köylünün hiçbir şeyi yok, onlara hiçbir şey düşmeyecek, tefecilikten para kazanan malını alacak… Böyle abuk sabuk şeylere doğru gideriz. Burada temel sorun, toplumun bunu kendi tarihine yedirmesidir. Bu, bizim farklı bir gelecek inşa etmemize katkıda bulunacaktır ve o gelecekte insanlar kardeşçe, özgür bir biçimde yaşama imkânını bulacaklardır. Göç edenlerin geri dönmesi meselesine gelince, tabii ki göç edenlerin durumu buraya gelip yaşamak isteyebilecek bir Japondan farklıdır –Japonyalı bir insan da tabii ki hangi toprakta çalışmak, yaşamak istiyorsa yaşar; bizim anlayışımızdaki vatandaşlık hukuku böyledir. Ama sözünü ettiğimiz basit bir göç meselesi değil, sırtlarında topraklarını taşımış insanlar bunlar. Dışarıdaki Ermeniler burada yaşayan birçok Ermeniden daha fazla topraklarına bağlılar, çünkü anılar abartılarak yaşanıyor. Evlerini bağ bahçe içinde hatırlıyorlar, Allah bilir kıraç bir araziydi. Cennet gibi anlatıyorlar, nenelerinden öyle dinlemişler. Bugün tabii istediği yerde yaşamayı tercih hakkı olmalı. Avrupa Birliği’ne “sınırları kaldırın” dedikten sonra, “Ermeniler asla doğdukları topraklara dönmesin” dersen komik olur.

Bir Japon gelip “ben Yozgat’ı çok sevdim, burada yaşamak istiyorum” derse, kabul görür, hatta el üstünde tutulabilir, ama bir Ermeni aile “vaktiyle burası bizim köyümüzdü, döndük geldik” derse… 

Vay haline! Toplum bunu kabullenmezse olamaz… Hrant’ın hep çabaladığı buydu. Buradaki insanlar bunu kabul etmedikçe, kendi tarihlerini anlamayacaklar, kendi insanlıklarını da anlamayacaklar. Kâğıt üzerinde, “ona beş kâğıt verdim, buna bir bina verdim” desen bile o hayatı yeniden kurma şansın yok. Bizde bu durumlar çok arızalı. Son yaşadığımız olaylara bakınca, “şu kadar insan öldürülmüş, sürülmüş; olur böyle şeyler” gamsızlığı var. Gamsızlığın mertebesi yoktur, 35 köylü de ölse, 350 de ölse, öyle bakarsın. Birincisinde “ne oluyoruz” demezsen, binincisinde de sesini çıkarmazsın. Zihniyet meselesi. Ve maalesef milliyetçilik, muhafazakârlık, yabancı düşmanlığı, komşu sevmezlik son yirmi yılda artmıştır.

Kırmızı Pazartesi. Aynı şey Süryâni katliamı için de söz konusu, Rumların tehciri için de. Nihayetinde, ya demokratik bir Osmanlı toplumu yaratacaksın veya bu unsurlardan kurtulacaksın. Tartışmaları izlediğinde görüyorsun, 1915’in geleceği adım adım biliniyor.

Bir yandan da, “Yeni Türkiye”de dinlerin, cemaatlerin barıştığı, birbirini kucakladığı, diyalog ortamının geliştiği iddiası var. Hükümet cemaatlere bir parmak bal misali, kimi vakıf mallarını alâyıvalâ ile bahşediyor. Ermeni cemaati de hükümete teşekkür ilanları veriyor. 

Cemaat kendi içine kapalı, muhafazakâr bir çevredir. Daha önceki yönetimlere bakarak, bu yönetimin getirdiği bazı soslar konusunda, cemaat yöneticileri veya kanaat önderleri böyle bir hevese kapılmış olabilirler. Hatta bu öylesine önemsendi ki, bu kanaat önderlerinin bazıları seçimlerde AKP’den milletvekili olmak için beklentiye girdiler. Bu da bir zihniyet meselesi, cemaat de bir bütün değil. Herkes tarihle ilişkisini tasarladığı gelecekle bağlantılı olarak kuruyor. Zaten şu kadar insan kalmış, iki çeşme, bir kilise vermişsin… Hiç yoktan iyi, o ayrı hikâye, ama bunlar işin teferruatı. Kendi sorunlarını ayrı tutarak değil, diğer demokratik taleplerle bütünleşik bir şekilde ortaya koymak gerekir. Böylece, kendi talebin de büyür, genişler. Temel problem bu.

1915’in 100. yıldönümüne üç yıl kaldı. Önümüzdeki üç yılda Ermeni meselesi ve soykırım tartışması nasıl bir seyir izleyecek sence? 

1915 soykırımının daha genel kabul görmesi yönünde seyredecektir. Hükümet belli ki buna karşı birtakım savunma mekanizmaları kuracak. Ama, on yıl, yirmi yıl önceki bahaneler artık yavaş yavaş ortadan kalkmış gözüküyor. “Mukatele”, yani Ziya Gökalp’in söylediği “karşılıklı öldürme” pek geçerli olmayacak. Bu demektir ki, bir tür “yol kazası” tezine yönelinecek, yani “Ermeniler Der Zor’a sürgün edilirken birtakım çapulcuların öldürmesiyle olaylar meydana gelmiştir” denecek. “Zaten 1916’da çeşitli mahkemelerde şu kadar insan idam edildi” diye bu tez güçlendirilmeye çalışılacak. Onların Ermenileri öldürdükleri için değil, mallarına mülklerine el koydukları için yargılandıklarını biliyoruz. Sonuçta, kademe kademe savunma mekanizmalarını kuracaklar. Güç ilişkilerine bağlı bir hikâye. Şartlar başka türlü olursa, dünya politikası elverişli olursa, bir süre daha bunu gargara etme imkânı olabilir. Ama malûmuâliniz, daha birkaç sene önce Kürt yoktu, “kart kurt” vardı. Şimdi, kâh “hepsi kardeşimiz” oluyor, kâh hepsi ressamlarla beraber “terörist” oluyor, duruma göre. Bu normal, sistem kendisini koruya koruya gidecektir. Oradan bir değişim beklemek yerine, ahalinin bu konudaki hassasiyetini artırmak, aşağıdan bir tazyik, bu tartışmaları daha makûl bir çizgiye sürükleyebilir.

Tarihte seçenekler sınırlı. Ya demokratik bir Türkiye Cumhuriyeti oluşturacaksın, Kürtlere talep ettiklerini vereceksin veyahut kan gölü… Siyasal ve sosyal haklar açısından birlikte yaşamanın koşullarını yaratman lâzım. Bunu yaratamıyorsan, adın ister Abdülhamit olur, ister Rüknettin…

19 Ocak’ın beşinci yıldönümüne geliyoruz. Hrant Dink davasının seyrini nasıl değerlendiriyorsun?

Duruşma günleri mahkeme önüne gitmeye özen gösteriyorum ama, işin hukuki yönünden başından beri umutlu değildim. Nitekim, olay çok sınırlı tutuldu ve öyle kaldı. Davanın takibine, hükümetten biraz fazla beklentiyle başlandı. Ancak giderek, hükümeti karşıya almamanın çözüm olmadığı görüldü. Hükümet üzerinde yeterli baskı oldu mu? Aslında önemli bir baskı oldu, ama hükümetin bu işi daha fazla deşmesi, asli faillerin, mekanizmaların üzerine gitmesi zordur. Bir şey daha var, bu toplumda Hrant’ın öldürülmesini meşru gören birçok insan vardı, biri de çıkıp vurdu. Temel problem budur.

Cinayetten sonra beyaz bereli insanların stadyumları doldurup “Hepimiz Ogün Samastız” dediği hatırlarda. Bu dava takip edilirken hükümetin sorumluluğunun üzerinde yeteri kadar durulduğunu söylemek de zor. Cinayet işlendiğinde AKP beş yıldır iktidardaydı, bir beş yıl da cinayetin üzerinden geçti. Geldiğimiz noktada, hükümet icraatı olarak gördüğümüz, cinayetle birlikte adı anılan devlet görevlilerinin terfi ettirilmeleri ya da dönemin İstanbul valisi Muammer Güler örneğinde olduğu gibi AKP’den milletvekili seçilmesi. 

Bu hükümetin valisinin muavini çağırdı, Hrant onun makamında tehdit edildi. Birkaç gün sonra bir arkadaş evinde Hrant’la birlikte yemekteydik. Açıkça bu işten ürktüğünü söylemişti. O anda meseleyi tam olarak algılayamadım ama, şimdi olayın nereden başladığını biliyoruz. Bütün isimler belli. Ama olayın üstü örtüldü. Başlangıçta, bu Ergenekon’la, derin devletle sınırlı görüldü, ama AKP, en azından meseleyi örtmesiyle, buna yol vermiş oldu. Bu terfiler, milletvekili yapmalar, aklamak anlamına gelir. “Maaşına zam, işine son” gibi bir durum değil, aksine, hem maaşına zam ve rütbeye terfi, hem de işine devam. Bazı arkadaşlar AKP hükümetinden sadece bu meselede değil, genel olarak demokratikleşme açısından birtakım beklentilere sahipti.

Rosa Luxemburg’un sözünü ettiği sosyalizm ya da barbarlık alternatifinin –ki, tam da Ermeni katliamının gerçekleştiği günlerde söylemiştir onu– hükmünü sürdürdüğü bir dünyada, beşerin özgürleşmesi yolunda umutların kırıldığı bir dönemde yaşıyoruz. Tarihin kaydettiği felaketler bu bakımdan ezilenler için, emekçiler için kendi tarihimizin ayrılmaz parçaları.

Aslında, bu konuda son zamanlarda bir değişim söz konusu, birçok arkadaş, tabir caizse, köklü bir görüş değişikliğine uğradı. Bu hükümetin bu meselenin gerektiği gibi üzerine gitmediğini artık herkes kabul ediyor. Türkiye’de bu tür meselelerde ciddi bir hassasiyet olmamasına rağmen, çok farklı kesimlerden insanlar Hrant’ın anısına gerçekten sahip çıktı; bu bizim için önemlidir. Bu insanlar bir baskı oluşturdu derken, karınca kararınca, mütevazı ölçekte… Cenazede bulunan yüzbinler her duruşmada mahkemeye gelecek değillerdi tabii, ama dönüp baktığımızda, bu kadar yıldır, yağmurdur, kardır, kıştır, kıyamettir, her şartta mahkemenin önüne gelen insan topluluğu olayın deşifre olması umuduyla orada bulundu. Bunun etkisini de içinde bulunduğumuz toplumsal koşullarla birlikte ele almak gerekir. Uludere’de 35 kişi öldürüldü, tabii sokağa çıkanlar oldu, ama genelde sessizlik hâkim. Usûlen bir bakan istifa eder, usûlen bir idare amiri görevden alınır… O bile olmadı.

Hadi gel 1908’e dönelim” desek, 1908 temmuzuna, ne dersin?

Önümüzdeki meselelere bakarak sorarsak, acaba biz neredeyiz? O sorunları çözdük mü? İnsanlığın önünde o gün varolan sorunlarda, haklar meselesinden halklar meselesine, bir hamle yapılmış değil. Sorunları çözmüş değiliz. İlginç başka bir şey var, 1908’de şu veya bu şekilde insanlar hep birlikte coşkuyla sokaklara döküldüler. Bunu bir kez daha yaşamadık.

1907’deyiz yani. Fenerbahçe’nin kurulduğu tarihte.

1907’de, yani Taşnakların Emek Kongresi’ni yaptığı yıldayız. (gülüyor) Maalesef öyle bir şey de yok bugün.

Yoksa, Hamidiye döneminde miyiz? 

Bu toplum artık Hamidiye’yi kaldıramayacağını gördü. Korucu sistemi çöktü. Ayrıca, bir-iki yer hariç korucu sistemi tam olarak Hamidiye Alayı olmadı. Ne oldu diye soracak olursanız, daha modern bir kapitalist toplum olduk, ama insani ihtiyaçlar açısından katedilen mesafe alet edevat babında katedilenin çok altında kaldı. Rosa Luxemburg’un sözünü ettiği sosyalizm ya da barbarlık alternatifinin – ki, tam da Ermeni katliamının gerçekleştiği günlerde söylemiştir onu– hükmünü sürdürdüğü bir dünyada, beşerin özgürleşmesi yolunda umutların kırıldığı bir dönemde yaşıyoruz. Tarihin kaydettiği felaketler bu bakımdan ezilenler için, emekçiler için kendi tarihimizin ayrılmaz parçaları. Rosa’nın bir köle ayaklanmasının sembolü olan birini, Spartaküs’ü yeni dönemin mücadelelerine bayrak yapmasının böyle bir anlamı da var. Ermeni katliamı insanlığın 20. yüzyıldaki ilk büyük yenilgisinin neticesiydi; yeni yenilgilerden korunmak için bu tarihin canlandırılması şart.

Express, sayı 125, Ocak 2012

“Irksal, Cinsel, Sınıfsal Tahakkümler İç İçe Geçiyor”- Combahee Nehri Kolektifi Bildirisi

Siyah Feminizmin kurucu metinlerinden biri olan Combahee Nehri Kolektifinin 1977’de kaleme aldığı ve kesişimsellik tartışmalarının dayandığı bu mühim metni, Fehmiye Ceren Akçabay Karataş ile İlayda Tuana Öztunçel çevirisiyle yayınlanıyoruz.

İmdat Freni’nde daha önce yayımlanan bir metinde Combahee Nehri Kolektifi’nin bildirisinin önemi ve güncelliği şöyle ifade edilmişti:

“1977 yılında ABD’de Combahee River Collective adlı siyah feminist bir grup etkileyici bir bildiri yayınlar. Bütün kadınlar adına konuşan beyaz batılı kadın hareketinin ırkçılığını ve bu ırkçılığın aşılması için herhangi bir çaba gösterilmemesini eleştirirler. Siyah, Üçüncü Dünyalı ve işçi sınıfı kadınları başından itibaren feminist hareketin içindedirler ama büyük gerici güçlerin yanı sıra feminist hareket içindeki elitizm ve ırkçılık bu kadınları dilsiz ve görünmez kılmıştır. 

Collective, yalnız beyaz kadın hareketine değil siyah özgürleşme hareketinin cinsiyetçiliğine karşı da sert bir tutum alır. Ama cinsiyetçiliğe karşı tüm kadınlarla, ırkçılığa karşı siyah erkeklerle birlikte mücadele edeceğini beyan ederek özcü ve ayrılıkçı bir mücadeleyi reddeder.  Zira onlara göre, ırksal, cinsel, heteroseksüel ve sınıfsal tahakküm sistemleri birbirinden koparılamaz ve herhangi bir tahakküm sistemi diğer tahakküm sistemleri ortadan kalkmadan çözülemez. Hem beyaz kadınla hem de siyah erkekle çelişki ilişkileri olsa da esas karşıtlığı bunlarla değil beyaz heteroseksüel erkekle kurarlar. Bu çerçevede sosyalist olduklarını ve neden kapitalizme, emperyalizme ve patriyarkaya karşı eş zamanlı ve birlikte bir mücadele yürütülmesi gerektiğinin altını çizerler.

Bugün geldiğimiz noktada kaybedilen her şeyden önce Combahee River Collective’in koyduğu kapsayıcı, kendi kurtuluşunu insanlığın kurtuluşunda gören ve daralmayı değil çoğalmayı önüne koyan, ölümü değil dönüşümü hedefleyen bir siyasi perspektif”.

Siyah feminizmi, Combahee Nehri Kolektifi ve kesişimsellik hakkında ayrıca yayımladığımız şu yazıya da bakılabilir.

Çevirinin daha önce yer aldığı Okan Üniversitesi Hukuk Fakültesi bültenine buradan, metnin orijinaline ise şuradan ulaşılabilir. İyi okumalar.

İmdat Freni

Biz, 1974’ten beri biraraya gelen Siyah feminist bir kolektifiz. [1] Politikamızı belirleme ve netleştirmeye yönelik süreçte, hem kendi grubumuz bünyesinde hem de diğer progresif örgüt ve hareketlerle koalisyon halinde politik çalışmalar yaptık. Mevcut şekliyle politikamızın en geniş ifadesi ırka, cinsiyete, heteroseksüelliğe ve sınıfa dayalı tahakküme karşı aktif bir şekilde mücadele etmemiz ve asli tahakküm sistemlerinin iç iç içe geçmiş yapısına dayalı bütüncül tahlil ve uygulamaların geliştirilmesini başlıca görevimiz olarak görmemiz. Yaşam koşullarımızı bu tahakkümlerin birleşimi oluşturuyor. Siyah kadınlar olarak renkli kadınların tamamının karşı karşıya kaldığı çeşitli ve eşzamanlı tahakkümlerle mücadele etmeye uygun politik hareketin Siyah feminizm olduğunu düşünüyoruz.

Bu yazıda dört temel başlığı tartışıyor olacağız: (1) modern Siyah feminizmin doğuşu; (2) bizim neye inandığımız, başka bir deyişle politikamızın özgülendiği alan; (3) kolektifimizin [feminist bir bakış açısıyla aktarılan] kısa tarihi2 de dahil olmak üzere Siyah feministlerin örgütlenmesindeki sorunlar; ve (4) Siyah feminist meseleler ve uygulamalar.

1. Moden Siyah Feminizmin Doğuşu
Siyah feminizmde yaşanan yeni gelişmelere bakmadan önce, kökenimizi tarihsel bir gerçeklik olan Afro-Amerikalı kadınların hayatta kalma ve özgürlük için verdikleri daimi ölüm kalım mücadelesine dayandırdığımızı beyan etmek istiyoruz. Siyah kadınların Amerikan politik sistemiyle (beyaz erkek egemenliği sistemi) son derece olumsuz şekilde süregelen ilişkisi, tahakküm altındaki iki kasta, ırksal ve cinsel kastlara üyeliğimiz tarafından belirlendi. Angela Davis’in “Siyah Kadının Köle Topluluğundaki Rolü Üzerine Düşünceler”de işaret ettiği gibi, Siyah kadınlar her zaman, sadece fiziksel bir yolla olsa dahi, beyaz erkek egemenliğine karşı bir duruş gösterdi ve hem çarpıcı hem incelikli yollarla kendilerine ve topluluklarına yönelik saldırılara bilfiil direndi. Cinsel ve ırksal kimliklerinin birleşiminin yaşamlarının tamamını ve özgün politik mücadelelerinin odağını belirlediğine dair ortak bir bilince sahip olan Sojourner Truth, Harriet Tubman, Frances E. W. Harper, Ida B. Wells Barnett ve Mary Church Terrell gibi tanınan ve tanınmayan binlerce Siyah kadın aktivist her zaman varoldu. Modern Siyah feminizm annelerimiz ve kız kardeşlerimizin nesillerdir sürdürdüğü kişisel fedakarlıkların, kararlılık ve çalışmalarının bir sonucu.

En belirgin Siyah feminist tavır, 1960’ların sonlarında başlayan Amerikan kadın hareketinin ikinci dalgasıyla bağlantılı olarak gelişti. Feminist hareketin başlangıcından beri Siyah kadınlar, üçüncü dünya ülkesi kadınları ve işçi kadınlar harekete dahildi ancak hem dıştan gelen gerici baskılar hem de hareketin kendi içindeki ırkçılık ve elitizm, katılımımızın yok sayılmasına sebep olmuştu. 1973’te, New York’taki Siyah feministler, ayrı bir Siyah feminist topluluk oluşturma gerekliliği hissettiler. Bu topluluk sonrasında Ulusal Siyah Feminist Örgütü (NBFO) haline geldi. 

Diğer bir yandan Siyah feminist politika, özellikle 1960 ve 1970’li yıllardaki, Siyah özgürlük hareketleri ile açık bir ilişkiye sahip. Birçoğumuz bu hareketlerde (Sivil Haklar, Siyah ulusalcılık, Siyah Panterler) yer aldık ve hayatlarımız bu hareketlerin ideolojilerinden, amaçlarından ve amaçlara yönelik taktiklerden fazlasıyla etkilendi ve değişti. Bu özgürlük hareketleri içindeki deneyim ve hayal kırıklıklarımız, tıpkı Beyaz erkek sol çeperindeki deneyimlerimiz gibi beyaz kadınlarınkinden farklı bir ırkçılık karşıtı politika ve Siyah ve beyaz erkeklerinkinden farklı bir cinsiyetçilik karşıtı politika geliştirme ihtiyacını açığa çıkardı.

Siyah Feminizmin inkar edilemez bir kişisel kaynağı da var, bu kaynak Siyah kadınların bireysel hayatlarından, görünürde özel olan tecrübelerinden gelen politik farkındalık. Siyah feministler ve kendilerini feminist olarak tanımlamayan pek çok Siyah kadın, cinsiyete dayalı tahakkümü gündelik yaşamın değişmez bir unsuru olarak deneyimliyor. Oğlanlardan farklı olduğumuzu ve farklı muamele gördüğümüzü çocukluğumuzda fark ettik. Örneğin, bize hem “hanımefendi” olabilmek için hem de beyaz insanlar tarafından daha az uygunsuz görülmemiz için susmamız söylendi. Büyüdükçe erkekler tarafından fiziksel ve cinsel olarak istismar edilme tehdidinin farkına vardık. Ancak gerçekte bizim için çok belirgin olanı, yaşanmakta olduğunu bildiklerimizi kavramsallaştırmamızı sağlayacak hiçbir yönteme sahip değildik. 

Siyah feministler biz kadınların tahakkümle mücadele için politik çözümleme ve uygulamada kullandığı cinsel politika, patriarkal düzen, en önemlisi de feminizm gibi bazı kavramların bilincine varmadan önce duydukları delilik hissinden sıklıkla bahsederler. Gerçek şu ki ırk politikası ve elbette ırkçılık yaşamlarımıza nüfuz ederek kendi deneyimlerimize daha derinden bakmamızı, paylaşmamızı, bilinçlenmemizi ve bu sayede yaşamlarımızı değiştirecek ve üzerimizde kurulan tahakkümü tamamen ortadan kaldıracak bir politika inşa etmemizi engelleyen etmenler. Pek çok Siyah kadın bakımından bu durum hala geçerli. Gelişimimiz Siyahların mevcut ekonomik ve siyasi konumlarına da zorunlu olarak bağlı. Öncesinde Siyahlara tamamen kapalı olan belirli eğitim ve istihdam seçeneklerinden asgari düzeyde ilk pay alabilenler, İkinci Dünya Savaşı sonrası nesildeki Siyah gençlerdi. Ekonomik olarak Amerikan kapitalist ekonomisinin hala en altında yer alsak da aramızdan bir avuç insan, eğitim ve istihdamdaki sembolik uygulamaların neticesinde mevcut tahakküme karşı daha etkili bir mücadele potansiyeli içeren bazı araçlara sahip olmayı başardı.

Başlangıçta bizi yan yana getiren, ırkçılık ve cinsiyetçilik karşıtlığını birleştiren bir duruştu ve politik olarak geliştikçe heteroseksizme ve kapitalizmin neden olduğu ekonomik tahakküme de yöneldik.

2. Neye İnanıyoruz
Herşeyden önce, politikamız Siyah kadınların varoluşları gereği değerli olduğu ve özgürlüğümüzün başkalarının iznine tabi olmadığı, birer insan olarak özerkliğe duyduğumuz ihtiyacın bir gereği olduğuna dair ortak inancımızın ürünüdür. Bu kulağa saçma gelecek ölçüde açık bir gerçek olsa da, ilerici görünen başka hiçbir hareketin bize özgü tahakkümü bir öncelik olarak görmediği veya bu tahakkümün sona ermesi için ciddi bir şekilde çalışmadığı aşikar. Gördüğümüz zalim, çoğu zaman ölümcül muameleyi kayda geçmek bir yana sadece Siyah kadınlara atfedilen aşağılayıcı klişeleri sıralamak (siyah dadı, reis kadın, Safir, fahişe, kaslı lezbiyen) dahi Batı yarım kürede geçen dört yüzyıllık esaret içinde hayatlarımıza ne kadar az değer verildiğini gösteriyor. Özgürlüğümüz için istikrarlı şekilde çalışacak ölçüde bizi önemseyenin yalnızca kendimiz olduğunu fark ettik. Politikamız kendimize, kız kardeşlerimize ve mücadele ve çalışmalarımızı sürdürmemizi sağlayan topluluğumuza duyduğumuz kuvvetli sevgi ile gelişiyor.

Bize yönelik tahakküm bakımından odağımız, kimlik politikaları kavramıyla şekillendi. En derin ve potansiyel olarak en radikal politikanın, başkasının yaşadığı tahakküme son vermeye çalışmak yerine, doğrudan kendi kimliğimizden yola çıkmak olduğuna inanıyoruz. Siyah kadınlar söz konusu olduğunda bu özellikle aykırı, tehlikeli, tehdit edici ve dolayısıyla devrimci bir düşünce, çünkü bizden önce gelen bütün politik hareketler göz önünde bulundurulduğunda, herhangi birinin özgürleşmeye bizden daha layık kabul edildiğini açıkça görüyoruz. Altyapı oluşturmayı, kraliçeliği ve on adım geride yürümeyi reddediyoruz. İnsan olarak, eşit insanlar olarak kabul görülmek yeterli. 

Patriarkanın cinsel politikasının Siyah kadınların yaşamlarına sınıf ve ırk siyaseti kadar nüfuz ettiğine inanıyoruz. Yaşamlarımızda çoğunlukla eşzamanlı olarak deneyimlediğimiz için ırk, sınıf ve cinsiyet tahakkümünü birbirinden ayırmakta sıklıkla zorlanıyoruz. Salt ırksal ya da cinsel tahakküme karşılık gelmeyen ırksal-cinsel tahakküm diye bir şeyin var olduğunu biliyoruz, politik bir baskı aracı olarak beyaz erkeklerin Siyah kadınlara tecavüz tarihi bunun bir örneği.

Feminist ve Lezbiyen olmamıza rağmen, ilerici Siyah erkeklerle dayanışma içindeyiz ve ayrılıkçı beyaz kadınların talep ettiği türde bir bölünmeyi savunmuyoruz. Siyahlar olarak durumumuz, ırk gerçeği etrafında bir dayanışmayı zorunlu kılıyor. Şüphesiz ezen ırk olarak olumsuz bir dayanışma içinde yer almak istemiyorlarsa beyaz kadınların beyaz erkeklerle bu tür bir ırk dayanışması sürüdürmesine gerek yok. Bizler, siyah erkeklerle birlikte ırkçılığa karşı mücadele ederken, aynı zamanda cinsiyetçilik konusunda Siyah erkeklere karşı mücadele ediyoruz.

Tahakküm altındaki tüm insanların özgürleşmesi için patriarkayla birlikte, ekonomi-politik sistemler olan kapitalizm ve emperyalizmin de ortadan kaldırılması gerektiğinin farkındayız. Bizler sosyalistiz, çünkü çalışmanın patronların kârı değil, çalışanların ve üretenlerin ortak yararı doğrultusunda örgütlenmesi gerektiğine inanıyoruz. Maddi kaynaklar, bu kaynakları yaratanlar arasında eşit olarak dağıtılmalı. Bununla birlikte, aynı zamanda feminist ve ırkçılık karşıtı bir devrime karşılık gelmeyen sosyalist bir devrimin özgürlüğümüzü garanti edeceğine inanmıyoruz. İçinden geçtiğimiz kendine has süreçte her ne kadar bazılarımız beyaz yakalı ve profesyonel işler için birer sembol olarak görülerek çifte talep görsek de, Siyah kadınlar genelde iş gücü içinde marjinal bir pozisyonda. Bu durumdan kaynaklanan özgün sınıfsal konumu dikkate alan bir sınıfsal ilişki anlayışı geliştirmenin gerekli olduğu düşüncesindeyiz. Irksız ve cinsiyetsiz işçiler olarak görülmeyen aksine iş/ekonomik yaşamları ırksal ve cinsel tahakkümün belirleyiciliğinde şekillenen insanların gerçek sınıfsal konumlarını görünür kılmamız gerekiyor. Marx’ın teorisine, yine Marx tarafından analiz edilmiş oldukça özgün ekonomik ilişkiler çerçevesinde, temelde katılıyor olsak da Siyah kadınlar olarak kendi özgün ekonomik konumumuzu anlayabilmek için onun değerlendirmelerinin daha ileriye taşınması gerektiğini biliyoruz.

Halihazırda yaptığımızı düşündüğümüz politik katkı, kişisel olan politiktir şeklindeki feminist ilkesinin genişletilmesidir. Örneğin yaptığımız bilinç yükseltme toplantılarında, pek çok yönden beyaz kadınların yaptığı çıkarımların ötesine geçtik çünkü cinsiyetin yanı sıra ırk ve sınıfın etkileriyle de karşı karşıyayız. Deneyimlerimizi Siyah kadın tavrıyla Siyah dilinde aktarmamızın/beyan etmemizin bile kültürel ve politik yankıları var. İçinde bulunduğumuz tahakkümün kültürel ve deneyimsel doğasını araştırmak için çok fazla enerji harcamak zorunda kaldık çünkü bu konuların hiçbiri daha önce incelenmemişti. Siyah kadınların yaşamlarının çok katmanlı dokusunu daha önce kimse araştırmadı. Bu tür bir çıkarımın/kavramsallaştırmanın bir örneği bir toplantı esnasında erken dönem düşünsel meraklarımıza kendi grup üyelerimiz, özellikle Siyah erkekler tarafından hangi şekillerde saldırıldığını tartışırken ortaya çıktı. Hepimizin “zeki” olduğumuz için “çirkin”, yani “zeki-çirkin” olarak kabul edildiğini keşfettik. “Zeki-çirkin” adlandırması, çoğumuzun zihnimizi geliştirmek için “sosyal” yaşamlarımızda büyük bedeller ödemeye zorlandığımızı gösterdi. Siyah ve beyaz topluluklarda, Siyah kadın düşünürlere yönelik tepki, beyaz kadınlara, özellikle de eğitimli orta-üst sınıftan olanlara göre nispeten daha yüksek.

Daha önce de belirttiğimiz gibi, bizim için geçerli bir politik tahlil veya strateji olmadığı için Lezbiyen ayrılıkçı tutumu reddediyoruz. Bu tutum, başta Siyah erkekler olmak üzere kadınları, çocukları ve çok fazla sayıda insanı dışlıyor. Erkeklerin, destekledikleri şeyler, davranış ve tahakküm şekilleriyle yani bu toplumun bir parçası olmak için toplumsallaştırıldıkları şeylerle ilgili fazlasıyla olumsuz eleştirimiz var hatta bunlara karşı nefret duyuyoruz. Ancak onları oldukları hale getirenin erkeklikleri -başka bir deyişle biyolojik erkeklikleri- olduğu gibi yanlış bir düşünceye sahip değiliz. Siyah kadınlar olarak, herhangi bir biyolojik belirlenimcilik biçiminin, üzerine bir politika inşa edilemeyecek kadar tehlikeli ve gerici bir temel olduğunu düşünüyoruz. Sınıf ve ırk gerçeklerini inkar ederek kadınlara uygulanan tahakkümün cinsel kaynakları dışındaki kökenlerini tamamen reddeden Lezbiyen ayrılıkçılığının, onu uygulayanlar açısından dahi yeterli ve ilerici bir politik tahlil ve strateji olup olmadığını da sorgulamalıyız.

3. Siyah Feministlerin Örgütlenmesindeki Sorunlar
Siyah feminist bir kolektif olarak birlikte geçirdiğimiz yıllar boyunca başarıyı ve hayal kırıklığını, neşeyi ve acıyı, zaferi ve yenilgiyi tecrübe ettik. Siyah feminist meseleler etrafında örgütlenmenin çok zor olduğunu, hatta Siyah feministler olduğumuzu ilan etmenin bile bazı bağlamlarda zor olduğunu gördük. Bilhassa beyaz kadın hareketi gücünü ve birçok yönde gelişimini sürdürdüğü için, yaşadığımız zorlukların nedenlerini anlamaya çalıştık. Bu bölümde, karşılaştığımız örgütlenme sorunlarının bazı genel nedenlerini tartışacağız, ayrıca özelde kendi kolektifimizin örgütleme aşamalarından bahsedeceğiz.

Politik çalışmamızdaki zorluğun en büyük nedeni, tahakküme karşı sadece bir ya da iki cephede savaşmak yerine, farklı tahakküm biçimlerini bir arada ele almaya çalışmamız. Ne güvenebileceğimiz ırksal, cinsel, heteroseksüel ya da sınıfsal bir ayrıcalığa sahibiz, ne de bu gruplardan birine ait olan bir kişinin sahip olduğu ayrıcalıklara, kaynaklara ve güce en düşük ölçekte sahibiz.

Siyah bir kadın olmanın psikolojik ağırlığı ve bunun politik bilinç kazanırken ve politik çalışma yaparken yaratttığı zorluklar asla küçümsenemez. Hem ırkçı hem de cinsiyetçi olan bu toplumda Siyah kadınların varlıklarının bir kıymeti yoktur. Grubumuzun ilk üyelerinden birinin bir defasında dediği gibi, “Hepimiz yalnızca Siyah kadınlar olduğumuz için zarar görmüş insanlarız.” Psikolojik olarak ve diğer bütün yönlerden zapt edildik, buna rağmen tüm Siyah kadınların koşullarını değiştirmek için mücadele etme zorunluluğu hissediyoruz. “Bir Siyah Feministin Kız Kardeşlik Arayışı”nda Michele Wallace şu sonuca varıyor:

Biz Siyah kadınlar olarak, feminist kadınlar olarak var oluyoruz, şu an için sıkışmış halde birbirimizden bağımsız bir şekilde emek sarfediyoruz çünkü bu toplumda mücadelemiz bakımından asgari ölçüde uygun şartlar dahi yok–çünkü, en alttakiler olarak hiç kimsenin yapmadığını yapmak ve tüm dünyayla savaşmak zorundayız. [2]

Wallace, Siyah feministlerin konumuyla ilgili değerlendirmesinde, özellikle de çoğumuzun neredeyse tipik olarak karşı karşıya kaldığı yalnızlaştırmaya ilişkin vurguda, karamsar ama gerçekçidir. Bununla birlikte, devrimci eyleme doğru net bir sıçrama yapmak için en alttaki konumumuzu kullanabiliriz. Özgürlüğümüz tüm tahakküm sistemlerinin yok edilmesine bağlı olduğu için Siyah kadınlar özgür olsaydı, bu herkesin özgür olması gerektiği anlamına gelirdi.

Bununla birlikte feminizmde, varoluşumuza dair en temel varsayımlardan bazılarının, örneğin cinsiyetin güç ilişkilerinde bir etken olması gerekliliğinin sorgulanması Siyah insanların çoğunluğu açısından çok endişe vericidir. 1970’lerin başlarında yazılan Siyah ulusalcı bir broşürde erkek ve kadın rolleri şu şekilde tanımlanmıştı:

Evin reisinin şimdi de geleneksel olarak da erkek olduğunun bilincindeyiz. Erkek evin/ulusun lideridir çünkü erkeğin dünya bilgisi daha geniştir, farkındalığı daha fazladır, anlayışı daha derindir ve bu bilgileri uygulama biçimi daha akıllıcadır… Evini koruyup kollayarak devamlılığını sağlayabileceği için erkeğin evin reisi olması mantıklı tek seçenektir. Kadınlar erkeklerle aynı şeyleri yapamazlar–doğaları gereği farklı işlevleri vardır. Erkekler ve kadınların eşitliği soyut bir dünyada dahi gerçek olamayacak bir şeydir. Erkekler diğer erkeklerle yetenekleri, deneyimleri ve hatta anlayışları açısından eşit değildir . Erkeklerin ve kadınların değeri altın ve gümüşün değeri gibi düşünülebilir–eşit değildir ama ikisi de çok değerlidir. Kadın ve erkeğin birbirinin tamamlayıcısı olduğunu anlamalıyız çünkü erkek ve karısı olmadan ev/aile olmaz. Her ikisi de herhangi bir yaşam biçiminin gelişimi için gereklidir. [3]

Maddi koşulları, çok az Siyah kadını yaşamlarına az da olsa istikrar getirdiği varsayılan ekonomik ve cinsel düzenlemelere karşı çıkmaya yönlendirir. Çok sayıda Siyah kadın hem cinsiyetçilik hem de ırkçılık konusunda iyi bir kavrayışa sahiptir, ancak hayatlarının olağan kısıtları nedeniyle, her ikisiyle birden mücadele etme riskini alamazlar.

Bilindiği gibi, Siyah erkeklerin feminizme tepkisi oldukça olumsuz olmuştur. Siyah feministlerin kendi ihtiyaçları etrafında örgütlenme ihtimali elbette, Siyah erkeklerin Siyah kadınlardan daha fazla tehdit altında hissetmelerine yol açmıştır. Yalnızca kendi mücadelelerinde yer almış önemli ve çalışkan müttefiklerini kaybetmekle kalmayıp, aynı zamanda Siyah kadınlarla etkileşime girerken ve onları tahakküm altına alırken kullandıkları alışılmış cinsiyetçi yöntemleri değiştirmek zorunda kalabileceklerinin de farkındalar. Siyah feminizmin Siyah mücadelesini böldüğüne dair suçlamalar, özerk bir Siyah kadın hareketinin büyümesine karşı güçlü birer caydırıcı etmendir.

Yine de üç yıllık süreçte, yüzlerce kadın farklı zamanlarda topluluğumuzda faal olarak yer aldı. Ve aramıza katılan her Siyah kadın, hayatlarında daha önce mevcut olmayan bir olasılığa duydukları güçlü bir arzu ile gelişti.

NBFO3’nun ilk bölgesel doğu konferansının ardından 1974’ün başlarında bir araya gelmeye başladığımızda, bir örgütlenme stratejimiz, hatta bir odak noktamız bile yoktu. Sadece elimizdekileri görmek istedik. Aylarca görüşmediğimiz bir dönemin ardından, yılın sonlarında tekrar buluşmaya başladık ve yoğun bir şekilde bilinç-yükseltme yapmaya başladık. Sahip olduğumuz en baskın duygu, yıllar, yıllar sonra nihayet birbirimizi bulmuş olmaktı.Topluluk olarak politik çalışmalar yapmaya başlamasak da üyelerimiz Lezbiyen politikasına, kısırlaştırmanın kötüye kullanımı ve kürtaj hakkı çalışmalarına, Üçüncü Dünya Kadınlarının Uluslararası Kadınlar Günü faaliyetlerine ve Dr. Kenneth Edelin, Joan Little ve Inéz García hakkında açılan davalara yönelik destek eylemlerine katılmayı sürdürdü. Üye sayımızın önemli ölçüde düştüğü ilk yaz döneminde, geri kalanlarımız Siyah topluluk içinde şiddet görmüş kadınlar için bir sığınak açma olasılığına yönelik ciddi tartışmalara yoğunlaştı. (O zamanlar Boston’da sığınak bulunmuyordu.) NBFO’nun burjuva-feminist duruşuyla ve net bir politik odaktan yoksunluğuyla ciddi anlaşmazlıklarımız mevcut olduğu için bağımsız bir kolektif olmaya da o dönemde karar verdik.

O dönem aynı zamanda kürtaj hakkı faaliyetlerinde birlikte çalıştığımız ve bizi Yellow Springs’deki Ulusal Sosyalist Feminist Konferansı’na katılmaya teşvik eden sosyalist feministlerle iletişim halindeydik. Bir üyemiz Konferans’a katıldı ve bu konferans, öne çıkan ideolojinin darlığına rağmen, ekonomik koşullarımızı anlamamızı ve kendi ekonomik tahlillerimizi yapma ihtiyacını daha fazla hissetmemizi sağladı.

Sonbaharda bazı üyelerimiz geri döndüğünde, birkaç ay süren göreceli bir durgunluk dönemi yaşadık ve başlangıçta Lezbiyen-heteroseksüel ayrılığı olarak kavramsallaştırılan ama aynı zamanda sınıfsal ve politik farklılıkların sonucu olan bazı iç anlaşmazlıklarımız oldu. Yaz boyunca bir araya gelmeyi sürdürenler, bilinç-yükseltme ve salt duygusal destek topluluğu olarak faaliyet yürütmenin ötesine geçerek politik çalışma yapma konusunda kararlıydılar. 1976’nın başında, politik çalışma yapmak istemeyen ve görüş ayrılıklarını da dile getiren kadınların bir kısmı kendi istekleriyle aramızdan ayrılınca yeni bir odak arayışına girdik. Yeni üyelerin katılımıyla bir çalışma grubu haline gelme kararı aldık. Okumalarımızı birbirimizle her zaman paylaşıyorduk ve bu kararın alınmasından aylar önce bazılarımız topluluk tartışmaları için Siyah feminizm hakkında bazı yazılar kaleme almıştı. Bir çalışma grubu olarak çalışmaya ve yolumuza Siyah feminist bir yayınla devam etmenin imkanlarını tartışmaya başladık. İlkbaharın sonlarında hem politik tartışmaları hem de kişilerarası meselelerimizi çözmek için kendimize biraz zaman tanıdık. Şu anda Siyah feminist yazıları bir arada toplayacağımız bir derleme planlıyoruz. Politikamızın gerçekliğini diğer Siyah kadınlara göstermenin çok önemli olduğunu düşünüyoruz ve bunu çalışmalarımızı kaleme alıp yayararak yapabileceğimize inanıyoruz. Ülkenin her yerinde Siyah feministlerin birbirlerinden soyutlanmış halde yaşaması ve sayımızın azlığına rağmen yazma, basım ve yayıncılık konusunda bazı becerilerimizin olması, bu tür projeleri bir örgütlenme aracı olarak gerçekleştirme isteği duymamıza neden oldu. Siyah feministler olarak diğer gruplarla koalisyon halinde siyasi çalışmalar yapmaya da devam ediyoruz.

4. Siyah Feminist Meseleler ve Planlar
Birlikte geçirdiğimiz süre boyunca, Siyah kadınları özellikle ilgilendiren birçok meseleyi tespit ederek üzerinde çalıştık. Politikamızın kapsayıcılığı bizi kadınların, Üçüncü Dünya’nın ve emekçilerin yaşamlarını etkileyen tüm konularla ilgili hale getiriyor. Elbette bilhassa tahakkümde eşzamanlı unsurlar olan ırk, cinsiyet ve sınıf mücadeleleri üzerinde çalışmaya odaklamış durumdayız. Örneğin, Üçüncü Dünya kadınlarını istihdam eden bir fabrikada işyeri örgütlenmesine katılabilir ya da bir Üçüncü Dünya topluluğuna zaten yetersiz şekilde sağlanan sağlık hizmetini vermeyi kesen bir hastaneye karşı grev örgütleyebiliriz veya bir Siyah mahallesinde tecavüz kriz merkezi kurabiliriz. Sosyal yardım ve kreş için örgütlenmek de çalışmalarımızın odak noktası olabilir. Yapılması gereken çalışmaların çokluğu ve bunlara neden olan sayısız mesele, içinde bulunduğumuz tahakkümümün yaygınlığını bir nebze de olsa gösteriyor.

Kolektif üyelerinin hali hazırda üzerinde çalıştığı konular ve projeler; kısırlaştırmanın kötüye kullanılması, kürtaj hakları, şiddet gören kadınlar, tecavüz ve sağlık hizmetleridir. Bunların yanı sıra, üniversite kampüslerinde, kadın konferanslarında ve son süreçte liseli kadınlara yönelik olarak Siyah feminizm konusunda çok sayıda atölye ve eğitim gerçekleştirdik. 

Bizim için büyük bir endişe kaynağı olan ve kamuoyunda ele almaya başladığımız konulardan biri de, beyaz kadın hareketinin içindeki ırkçılık. Siyah feministler olarak, beyaz kadınların ırkçılıklarını anlamak ve bununla mücadele etmek için ne kadar az çaba harcadıklarını üzüntüyle görüyoruz; bu durum başka bir çok hususun yanı sıra ırk, renk ve Siyah tarihi ve kültürü hakkında yüzeysel bile denemeyecek bir kavrayışa sahip olmalarından kaynaklanıyor. Beyaz kadın hareketinde ırkçılığı ortadan kaldırmak, tanımı gereği beyaz kadınların yapması gereken bir iş, ancak bu konuda konuşmaya ve sorumluluk alınmasını talep etmeye devam edeceğiz.

Politikamızın uygulaması, amacın araçları her zaman haklı çıkardığına dair bir inanca dayanmıyor. “Doğru” politik amaçlara ulaşma gayesi adına çok sayıda yıkıcı ve gerici eylem gerçekleştirildi. Feministler olarak insanlara politika namına zarar vermek istemiyoruz. Kendi topluluğumuz içinde ve devrimci toplum vizyonumuzda, kolektif işleyişe ve gücün hiyerarşik olmayan bir şekilde bölüşümüne inanıyoruz. Uygulamamızın temel yönü olan eleştiri ve özeleştiri yoluyla gelişecek politikamızı sürekli olarak sorgulamaya kararlıyız. Kızkardeşlik Güçlüdür’ün girişinde Robin Morgan şöyle yazar:

Beyaz heteroseksüel erkeklerin devrimci rolü nasıl üstlenebilecekleri konusunda en ufak bir fikrim yok, çünkü onlar gerici-yerleşik-çıkar-gücünün tam olarak somutlaşmış hali.

Siyah feministler ve Lezbiyenler olarak oldukça belirgin bir devrimci görevimiz olduğunu biliyoruz ve bizi bekleyen yaşam boyu sürecek çalışma ve mücadeleye hazırız.

[1]Bu ifade Nisan 1977 tarihlidir.

[2] Wallace, Michele. “A Black Feminist’s Search for Sisterhood,” The Village Voice, 28 July 1975, s. 6-7.

[3] Mumininas of Committee for Unified Newark, Mwanamke Mwananchi (The Nationalist Woman), Newark, N.J., ©1971, s. 4-5.

Çevirenlerin Notları:

1 Kolektif ismini, ABD’de kölelik karşıtı mücadelenin önemli safhalarından biri olan Amerikan İç Savaşı sırasında eski bir kadın köle olan Harriet Tubman önderliğinde gerçekleştirilen ve Güney Carolina’da 750 kölenin özgürleştirilmesini sağlayan Combahee Nehri Baskınından almıştır. Bildiride siyah feminist hareketin öncüleri arasında sayılan Tubman aynı zamanda iç savaş öncesinde “Yeraltı Demiryolu” olarak adlandırılan, güneydeki köleleri kuzeye kaçırarak özgürleştiren hareketin önde gelen bir üyesidir. (Ç.N.)

2 Metnin aslında tarih kelimesi “history” yerine “herstory” olarak kullanılmıştır. Eril dilde değişim çabasının bir örneği olan bu anlatım farkı, cümleye parantez içindeki “feminist bir bakış açısıyla aktarılan” ifadesi eklenerek çeviriye aktarılmaya çalışılmıştır.( Ç.N.)

3 NBFO, National Black Feminist Organization (Ulusal Siyag Feminist Örgüt)’ün kısaltmasıdır. (Ç. N.)

Emperyal Miras: Putin ve Büyük Rus Milliyetçiliği – Denis Paillard

Ukrayna’nın Rus orduları tarafından işgali, Vladimir Putin’in tarihsel özü Rusları, Belarusluları ve Ukraynalıları bir araya getirmek olan “Büyük Rusya’yı” yeniden kurma arzusunun işaretidir. Bu bağlamda Putin, Çarlık İmparatorluğu’ndan günümüz Rusya’sına uzanan, Stalin’den ve Stalin’in ölümünden sonraki SSCB liderlerinden geçen uzun bir geleneğin mirasçısıdır. Otokrasi ve büyük Rus milliyetçiliği farklı biçimlerde de olsa her zaman mevcut olmuştur.

Vladimir Putin’in Ukrayna hakkındaki söylevi, bu emperyal mirasın bir parçası: 1917 Devrimi sırasında Büyük Rusya’nın birliği bozuldu. 22 Şubat 2022’de (işgalden iki gün önce) yaptığı açıklamada, Ukrayna Cumhuriyeti’nin 1917 devriminden sonra Lenin’in izlediği politikanın yıkıcı sonucu olduğunu açıklıyor: “Öyleyse, modern Ukrayna’nın tamamen Rusya tarafından veya daha doğrusu Bolşevik ve komünist Rusya tarafından yaratıldığı gerçeğiyle başlayayım. Süreç 1917 Devrimi’nden hemen sonra başladı ve Lenin ve silah arkadaşları bunu Rusya’ya karşı çok kaba bir şekilde yaptı – ayrılma yoluyla, kendi tarihsel topraklarının bir kısmını parçalayarak. […] Rusya’nın ve halkının tarihsel kaderi açısından, devlet inşasının Leninist ilkeleri yalnızca bir hata değildi, dediğimiz gibi, hatadan bile daha kötüydü.”

Bu deklarasyon, Temmuz 2021’de hükümet web sitesinde yayınlanan ve Putin’in pozisyonunu tanımlayan uzun bir metni (50 bin karakter) yansıtıyor. Bu metinde Ukraynalılar ve Rusların bir ve tek halk olduğu söyleniyor ve sonuç olarak şöyle yazıyor: “Ukrayna’nın gerçek egemenliğinin ancak Rusya ile ortaklık içinde mümkün olduğuna inanıyorum. Manevi, insani ve medeniyet bağlarımız yüzyıllar boyunca oluşmuş ve kökenleri aynı kaynaklara sahip olup, sınavlar, başarılar ve ortak zaferlerle pekişmiştir. Akrabalıklarımız nesilden nesile aktarıldı. Milyonlarca aileyi birleştiren kan bağlarında, modern Rusya ve Ukrayna’da yaşayan insanların kalplerinde ve hatıralarında yer almaktadır. Birlikte, her zaman çok daha güçlü ve daha başarılı olduk ve olacağız. Çünkü biz tek bir halkız.”

Ukrayna’ya müdahalenin bu bağlamda düşünülmüş olduğu, 26 Şubat’ta (işgalden iki gün sonra) RIA Novosti Ajansı’nın sitesinde yayınlanan (sonra derhal geri çekilen) metinle de doğrulanıyor. Önceden yazılmış ve Rus kuvvetlerinin hızlı ve mutlak zaferini öngören bu belge, gerçek riskleri açıkça tanımlıyor:

Rusya, birliğini yeniden sağlıyor. Gerçekten de 1991 trajedisi, tarihimizin bu korkunç felaketi, bu doğal olmayan altüst oluş nihayet aşıldı […] Rusya Rus dünyasını, Rus halkını birleştirerek tarihsel bütünlüğünü gerçekleştirmekte: Büyük Rusyalılar (Rusya Federasyonu Rusları), Belaruslular ve Küçük Ruslar (Ukraynalılar). […] Ukrayna Rusya’ya yeniden döndü. Bu geri dönüş, Ukrayna’nın devlet olma statüsünü kaybettiği anlamına gelmiyor. Basitçe, dönüşüme uğrayacak, yeniden düzenlenecek ve Rus dünyasının ayrılmaz bir parçası olarak orijinal durumuna geri döndürülecek.

Diğer bir deyişle Ukrayna’nın işgalinin, Ukrayna’yı Rusya’ya karşı manevralar için bir üs olarak kullanmakla suçlanan AB ve ABD ile ilişkilerini sona erdirerek tekrar Rusya’ya katmak gibi temel bir hedefi bulunmakta. Ancak Putin’in Rusya’sının bu emperyal/emperyalist mantığının [1] öncelikli olduğunun altı çizilmeli: Batı’nın ve NATO’nun kınanması bu perspektiften anlaşılmalıdır.

İşgalden sonraki ilk dört hafta boyunca Ukraynalıların silahlı direnişi, başta öngörülen hızlı zafer yanılsamasını ve orijinal planların gerçekleştirilmesi ihtimalini yerle bir etti. Ancak bu durum başlangıçtaki projenin güncelliğini ortadan kaldırmıyor: Ukrayna’yı ne pahasına olursa olsun (ki bugüne kadar ödenen bedel Ukraynalılar için çok büyük) Rusya’ya bağlamak. Bugün, bundan sonra ne olacağını tahmin etmek zor – manzara oldukça kasvetli: Yalnızca Ukraynalıların kahramanca direnişinin Rus işgaline son verebilmesi pek mümkün görünmüyor.

Ukrayna halkıyla tam ve etkin dayanışma meselesini anlamak ve tanımlamak için, şu konumdan başlamak çok önemli: Ukrayna’daki savaş, emperyal/emperyalist bir gücün, özgürlüğünü ve bağımsızlığını savunan bir ulus devlet olan Ukrayna’ya karşı yürüttüğü saldırganca bir savaştır. Bu temel algı, iki kamp arasındaki cepheleşmenin bir temsili lehine kısmen gizlenme eğiliminde: Bir yanda Batı (NATO şapkası altında AB ve ABD), diğer yanda bütünlüğünün saldırıya uğradığını ve tehdit edildiğini yüksek sesle ve açıkça ilan eden Rusya. Savaşın uzaması, Ukrayna direnişinin ve bağımsızlık ve egemenlik mücadelesinin zararına olacak şekilde, yalnızca bu kampist görüşü besleyebilir ve güçlendirebilir.

Mevcut durum ve bugün Ukrayna halkının üzerinde asılı duran dramatik tehditler, “halkların hapishanesi” Çarlık İmparatorluğu’nun sonunu getiren 1917 Devrimi sonrasında halkların kendi kaderini tayin hakkının yalnızca (çok) kısa bir süre için tanındığı uzun bir tarihin parçasıdır. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ni oluşturan cumhuriyetlere tanınan ulusal hakları fiilen reddeden büyük Rus kıskacı, çok hızlı bir şekilde yeniden etkinleştirilmiştir.

Lenin, Stalin’e Karşı

Putin’in çeşitli açıklamalarında Lenin, üniter bir devleti sorguladığı için şiddetle saldırıya uğradı. Stalin, Rusya’nın tarihsel çıkarlarına uygun olarak üniter pozisyonu savunan kişi olarak sunuldu. Sonunda Stalin geri adım atıp Lenin’in savunduğu tezleri benimsediyse, aslında Moshe Lewin’in Lenin’in Son Kavgası’nda yazdığı gibi: “(Stalin), olayların gidişatının, devletin gerçek çıkarlarının galip geleceğine ve birliğin nasılsa planladığı gibi işleyeceğine ikna olmuştu. Bu koşullarda, Lenin’e kâğıt üzerinde tamamen boyun eğmekte bir mahsur görmüyordu” (s. 89).

1920’lerde ulusların haklarının tanınması dönemi [2] gerçekten de kısa sürdü. Stalin’in iktidara gelmesiyle birlikte otokrasi ve büyük Rus milliyetçiliği üstünlüğü yeniden ele geçirdi. Aşağıda, herhangi bir kapsayıcılık iddiasında bulunmadan, farklı anların üzerinden geçeceğiz.

1930’lar: Otokrasiye Dönüş

Moshe Lewin, Stalinist Otokrasi’de Ego ve Politika (Rusya/SSCB/Rusya’da, Sayfa 2, Syllepse) adlı metninde şöyle yazar: “Stalin her zaman emperyal Çarlık tarihinin görkemini kendisinin kılma ve geleneği kendi sisteminin yararına kullanma eğilimindeydi. […] Stalin’in rejiminin İmparatorluk’la olan yakınlığını vurgulaması ve özellikle devletin en acımasız çarlar tarafından inşa edilmesiyle ilgili ortak tarihsel köklere sahip olduğunu iddia etmesi, hem kendi karakterinin, hem de sistemin ideolojik ve siyasi kimliğinin radikal bir şekilde yeniden tanımlanmasını mümkün kıldı.” (155-156). Moshe Lewin, Lenin’in Stalin’e derzhimorda (“büyük Rus kabadayısı”) dediğini hatırlatarak, Stalin’in “sonuçta aslında büyük bir Rus kabadayısı olmak istediğini” belirtir [3].

Büyük Vatanseverlik Savaşı

Savaş sırasında 1941 ve 1944 yılları arasında farklı azınlıklar sınır dışı edildi: Volga Almanları, Kalmuklar, Balkarlar, Karaçaylar, İnguşlar, Kırım Tatarları.

Stalin ve Jdanovizmin Son Yılları

Sovyet Yüzyılı’nda Moshe Lewin, Stalinizm tarihinde özellikle karanlık bir bölüm oluşturan Jdanovizm’i (1946-1950) hatırlatıyor: “Rus aşırı milliyetçiliğinin bir ifadesi olan Jdanovizm, milliyetçiliğin Rus olmayanlardaki tezahürlerine de saldırdı.” (s. 169) “Jdanovcu ideoloji, Stalin’in ideolojisidir. Bu onun ideolojik gezintilerinin doruk noktasına işaret ediyor. Stalin artık şanlı çarlık geçmişinin büyüsü altındaydı. […] ama daha vahim olanı, çürüyen Stalinizm’e özgü protofaşist nüveler taşıyan aşırı Rus milliyetçiliğiydi. Stalin bu ruhun kendisinden sonra da hayatta kalmasını istedi. Bu uğurda, çok uluslu bir ülkede “Büyük ve Kutsal Rusya’nın” (Rusların) yüceltilmesini empoze eden Sovyet marşını kişisel olarak revize etti.” (s. 172) Bu konuda ayrıca bkz. a.g.e., s. 188-189. [4]

Devlet ve parti bürokrasisi bölünmüştür; çeşitli iktidar katmanları içindeki bir dizi hizip, klik ve ağ, ortak çıkarlar ve az çok paylaşılan ideolojik konumlar temelinde, az çok kalıcı ittifakların içinde bir araya gelmektedir. Bürokrasinin bu farklı bileşenlerinin ortak noktası, SSCB’nin (aslında Rusya’nın) derzhava (“güçlü devlet”) olarak kutlanmasıdır. Ekim Devrimi’ne yapılan her türlü atıf silinir, atıf yapılan “Büyük Vatanseverlik Savaşı”dır (İkinci Dünya Savaşı). Burada, Rus olmayan ulusların asimilasyonu politikasının güçlendiğine tanık olmak mümkündür. Brejnev, tek bir Sovyet halkının yaratılması bayrağı altında Ruslaştırmanın yoğunlaşmasıyla öne çıkmıştır. 1976’dan itibaren Ruslaştırmanın ana sloganı, “Rus dili, ilerleme dili, sosyalizm ve enternasyonalizmin” kutlanmasıdır [5].

Nikolay Mitrokhin’in kitabı [6] Russkaja partija: dvizhenie russkih nacionalistov v SSSR 1953-1985 (“Rus Partisi: SSCB’de Rus Milliyetçilerinin Hareketi, 1953-1985), SBKP’nin tüm yönetim organlarında büyük Rus milliyetçiliğinin mevcut olduğunu gösteriyor: Politbüro, SBKP Merkez Komitesi ve aynı zamanda Komsomol: Şiddetli Batı karşıtlığı, güçlü bir devletin kurucusu olarak sunulan Stalin’e hayranlık, Büyük Vatanseverlik Savaşı’nın kutlanması, askeri eğitimin güçlendirilmesi ve gençliğin militarizasyonu, Büyük Rusya’nın yüceltilmesi. Bugün Putin’in söyleminin tüm bileşenleri o dönemde zaten mevcuttu [7].

SSCB’nin Sonu ve 1990’lar: Gıyabında Rusya

21 Aralık 1991, Baltık ülkeleri hariç, liderleri önceki dönemden gelen bağımsız cumhuriyetlerin yaratılmasıyla SSCB’nin sonunu işaret etti. Bu çerçevede Rusya Federatif Cumhuriyeti kuruldu. Sovyet dönemi boyunca yönetim organları konusunda fiilen devam eden Rusya/SSCB karışıklığı, düzgün işleyen Rus kurumlarının yokluğuna neden oldu. Özellikle de acilen kurulacak bir parti olan Rusya Komünist Partisi mevcut değildi.

Rusya Federasyonu, varsayılan bir Rusya’yı belirler: Cumhuriyetlerin bağımsızlığından sonra SSCB’den geriye kalanlara karşılık gelen belirsiz ve askıya alınmış bir kimlik [8]. Ekonomik düzeyde, tüm hızıyla yürütülen bir “reform” politikasıyla sistemin çöküşüne tanık oluruz: Kitlesel sanayisizleşme, ülkenin tüm servetinin vahşice özelleştirilmesi (“Moshe Lewin’e göre “yüzyılın en büyük soygunu”), yaşam standardında vahşi bir düşüş, demografik kriz. Yeltsin’in izlediği politika, IMF ve Dünya Bankası ile doğrudan ilişki içinde olan reformcu liberaller tarafından izlenen laissez-faire politikasıdır.

Bu durum karşısında, Rusya Federasyonu’nun yeni Komünist Partisi’nin ana aktörlerinden biri olduğu Rus milliyetçiliğinde de bir patlamaya tanık oluruz. Birinci sekreter Guenadi Ziyuganov, bu şiddetli milliyetçiliğin sözcüsüdür: Broşürlerinden biri Ben Kan ve Yürekten Rusum, bir diğeri ise Derzhava (“Büyük Güç”) başlığını taşımaktadır. Ve farklı vesilelerle Lenin’i eleştirmiştir: “Bana öyle geliyor ki Lenin, Rusya’dan nefret eden güçlerin güçlü baskısına ve etkisine maruz kaldı” (17 Ekim Devrimi’ni bir Yahudi-Bolşevik komplosu olarak sunan tezden çok uzakta değiliz.) [9].

Putin’in Rusyası: Büyük Rusya’yı Yeniden İnşa Etmek

İkinci Çeçen savaşı sırasında iktidara gelen Putin, çok hızlı bir şekilde, Sovyet İmparatorluğu’nun çöküşünden doğan (Rusya’yı vuran ikinci büyük felakete – ki ilki 1917 Devrimi’dir – sistemli olarak asimile edilen) Rusya Federasyonu ile tarihi Büyük Rusya arasındaki uçurumu azaltmayı amaçlayan bir dizi operasyona girişti. Bu hem içeride otoriterlik ve güçlü bir devlet, katı bir vatanseverlik, “yozlaşmış” Batı’nın ve Rusya’nın baş düşmanının kınanması şeklinde, hem de dışarıda “yakın çevreye”, yani SSCB’nin yıkılmasından sonra ortaya çıkan cumhuriyetlere yönelik müdahaleler şeklinde yansımasını buldu.

Rusya, etki alanını terk etme girişiminde bulunan çeşitli “renkli devrimlere” müdahale etti: 2003’te Gürcistan’daki Gül Devrimi, 2005’te Kırgızistan’daki Lale Devrimi, 2004’te Ukrayna’daki Turuncu Devrim. Aynı zamanda kısa süre önce Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki ve Kazakistan’daki çatışmaya da. Bu girişim, Abhazya ve Güney Osetya gibi Gürcistan topraklarının (2008’de) Rusya’ya bağlanması şeklinde de gerçekleşti. Ancak Ukrayna karşısında Putin’in stratejisi en radikal ve acımasız biçimi alacaktı: Diğer cumhuriyetlerden farklı olarak Ukrayna, Putin için Büyük Rusya’nın ayrılmaz bir parçasıdır. –Bkz. yukarıda alıntılanan, Putin’in Ukrayna’ya askeri müdahale sırasındaki açıklamaları. [10]

2014 yılında Maidan zamanında, Kırım’ın ilhakı ve kendini ilan eden Lugansk ve Donetsk cumhuriyetlerinin ortaya çıkmasıyla ilk adım atıldı. 24 Şubat’ta başlatılan Ukrayna işgali de yeni bir adımdır. Her şey bunun maceracı Putin’in bir hevesi olmadığını, büyük ölçüde teorize edilmiş olan Büyük Rusya’yı yeniden inşa etme projesinin bir parçası olduğunu gösteriyor. Ukraynalıların sert direnişi Rus birliklerinin ilerlemesini yavaşlattıysa da, olayların bundan sonraki gidişatını tahmin etmek çok zor. Ancak Putin’in Ukrayna’yı dağıtma planından vazgeçtiğini düşünmek için hiçbir neden yok.

Dipnotlar:

[1] “Emperyal/emperyalist” yazarak, Ukrayna’ya müdahalenin hem büyük Rus şovenizminin, hem de bugün dünyanın farklı yerlerinde (özellikle Suriye, Afrika) uygulandığı gibi Rus emperyalizminin meselesi olduğunu vurgulamak istiyoruz.

[2] Böylece Lenin, Kırım Tatarları Özerk Cumhuriyeti’nin kurulmasını destekledi. Savaş sırasında Kırım Tatarları -diğer ulusal azınlıklarla birlikte- Orta Asya’ya sürüldü. Ancak SSCB’nin sona ermesinden sonra Kırım’a dönebildiler. 2014 yılında Rusya’nın Kırım’ı işgal etmesi, Tatarlara karşı daha fazla zulüm anlamına geliyordu. Birçoğu ya Ukrayna’ya ya da Türkiye’ye göç etti (100.000 kişi).

[3] 1930’lardaki büyük ölçekli baskı, Ukraynalı aydınları ve yazarları da vurdu. Isobel Koshib’in makalesine bakın: “Rus bombaları düşerken Kharkivli bir şair, “Tarih tekerrür ediyormuş gibi geliyor” diyor. Site A l’Encontre, 30 Mart 2022.

[4] Burada, Moshe Lewin’in Russia/SSCB/Russia giriş metninden bazı pasajlar yer almaktadır. (M Editeur / Page2 / Syllepse, 2017).

[5] Bu soru ve daha özel olarak Ukrayna’da geliştirilen politika hakkında, bkz. Cahier Ukraine, L’Alternative, François Maspero (ed.): n°31, January 1985.

[6] N. Mitrokhin kısa süre önce çevrimiçi La Revue des Idées dergisinde (22 Mart 2022) kendini ilan eden Donbass cumhuriyetleri hakkında bilgiye dayalı ve çarpıcı bir makale yayınladı. Bkz.ESSF, Mitrokhin Nikolay.

[7] N. Mitrokhin’in kitabının daha sistematik bir sunumu için bkz. Rusya/SSCB/Rusya’nın Giriş bölümü, s. 19-22.

[8] Bu meseleye dair bkz. Moshe Lewin “Zamanımızın Milliyetçiliği: Rusya Örneği”, Rusya/URSS/Rusya, s. 205-238.

[9] Bkz. Denis Paillard, 1995, “Milliyetçiler, Komünistler ve Vatanseverlik Fenomeni”, V. Garros (ed.) Post-Sovyet Rusya: Tarihin Yorgunluğu, Brüksel, Kompleks.

[10] Avrasya teorisyeni Alexander Dugin’in Putin’in etkili bir danışmanı olduğu unutulmamalıdır. Avrupa’daki çeşitli aşırı sağ hareketlerle yakın ilişkiler sürdürüyor. Aşırı sağ çizgideki geopolitika.ru sitesinde Dugin’in çeşitli makaleleri bulunmaktadır.

Kaynak: https://blogs.mediapart.fr/denis-paillard/blog/040422/poutine-et-le-nationalisme-grand-russe

Çeviri: İmdat Freni Çeviri Kolektifi

Neşeli Rasyonalistler Olalım! – Oğulcan Yiğit Özdemir

Pragmatizmin kişisel çıkarları ve fantezilerini aklın uykusunda şarlatanca savunduğu bir çağdan geçiyoruz. Aynı anda hem usdışının, hem de egosantrik entrikacılığın ululandığı bu dönem, uzun zamana yayılan bir anaforun hatlarını önümüze seriyor: eylemsiz, kuralsız, düzensiz ve her şeyden önemlisi kişiliksiz. Peki ya tarihi okumak isteyenler? Basmakalıp düşünlerin ve yenilgicilik tohumunun esiri pek çoğu.

Öyleyse yeni bir türden rasyonaliteyi, neşeli bir bilme arzusunu tanımlamanın vakti olmasın? Sanatta ve politikada bağımsızlığı tehdit eden çıkarcılığı ve fırsatçılığı teşhir etmenin vaktidir bu. Politikada somut kazanımları ve zaferden çok grup çıkarlarını öngören aidiyetçiliği ve onun kimlik bunalımlarının ifadesi olarak sanatı ve sanatçıyı politik üst okumalara ram etme kaygısı, sanatçıyı da kendi çıkarlarından çok ram olduğu aidiyetlerin pragmatizmine hapsediyor. Sanatsal düşün, politikaya ram oldukça politika çıkarcılığa, sanat ise akılsızlığa gömülüyor.

Rasyoneli, hâkim rasyoneli tehdit etme iddiasıyla tamamıyla askıya alan bu grup refleksleri, banal bir üretim kaygısını ve aydın nobranlığını bir ve aynı hamleyle üretirken, sempatik görünme mecburiyeti her yanı sarmış durumda. Hayır, “isyanda bir akıl vardır”.

O halde felsefenin mistifiye edilmesine ve sanatın bir tanıtım efekti haline gelmesine karşı, neşeli bir rasyonalizmi savunmanın zamanı geldi de geçiyor.

Öncüller, ardıllar, araf

Arzularını gerçekliğin yerine koyan akla karşı, eleştirel muhakeme her zaman yeterli olmayabilir. Bu daha ziyade bir araf, bir çekilme konumu olsa gerek. Pratik aklın çıkarlarını, cemaatin pragmasının sunağında kurban etmeye ne demeli? Her açıdan canavarların çağıdır bu.

O halde bu aynı anda hem LED ışıklı, hem de karanlık ve dolayısıyla hareketsiz çağın sorunlarını tartışmak, bir cesaret, düşünme cesareti istiyor. Düşünce de bir türlü eylem olsa gerek, ancak duyumu ve deneyimi tartan, sorgulayan, aklın neden-sonuç ilişkilerinden geçiren bir düşüne ihtiyaç duyuyoruz. Dolayısıyla bu, bir eylem tarzını sorgulamayı da gerektiriyor.

Aklın metafizik kategorilerini sorgulamadan önce. ki bugünlerde kendileri nörobilimde cirit atıyor, şunu hatırlamakta büyük fayda var: akıl, eylemlerimizin geri dönüşlü bir etkisidir. İnsanın “en ince duyusudur”. Ancak belki burada biraz etimolojiye girmekte fayda var, akıl (reason) aynı zamanda neden (reason) da demek. Belki büyük harfle, her şeyi başlatan bir Reason, olmayabilir. Ama olagelen bir neden-sonuç vardır.

Bugün aklın metafizik kategorilerine saldırıyormuş görünenler (nam-ı diğer post-yapısalcılar, liberaller ve anarşistler) ve onun fizik öncesi varlığını sahiplendiği düşünülenler (Ortodoks Marksistler, Kemalistler) kaba ikiliğine sıkışmış, çoğunun kendi bölünmez (individual) psişesinde bile katışık (heterojen) bir görünüm arz ettiği bir andayız. Tam da sorunun kaynağının akla dair bu yanlış tartım, kurucu mitolojiyi tersinden üreten bu a priori özgürleşmeci kötücül meta-anlatıyı buluyoruz. Herkes büyük genesis anıyla kafayı bozmuş.

Ancak geçmişe ve bugüne dair neden-sonuç ilişkilerini tartan (ki bu noktada da apolojizm ve factualismtartışmalarımız mevcuttur) ve geleceğin “yazılı olmadığını”, dolayısıyla eylemlilik arz ettiğini, bilimin, “şen bilimin” kıtasında bilinenler ve henüz bilinmeyenler yolculuğu olduğunu kabul etmek gerek.

Rasyonalizm, yine, diyalektik, yeniden

Kısaca modern felsefede üç okul var, ampirisistler, fenomenologlar ve rasyonalistler. Duyum, deneyim ve akıl. Bunların karmaşık tekamül ve bireşimleri olsa da, çığır açıcı görünen sentezlerden bahsetmek de mümkün. Konu uzun ve karmaşık, ama bu okulların merkeze aldıkları sorunsallar ve çözüm önerileri de farklılaşıyor. Dolayısıyla her halükarda bir kamplaşma yok. Bilgi nedir, sorusunun cevabını arayanlar olduğu kadar, varlık nedir, sorusuna cevap arayanlar da var. Akıl nedir sorusu ise günümüzde bilimin felsefeden uzaklaşmasıyla biraz olsun soluklanmış görünüyor. Yine de North Whitehead’in yaşam, bilim ve akıl açısından söyledikleri yeniden gündem olur gibi.

Mega-diyalektik tarih konsepti (Stalinizm ve Fukuyamacılık) her halükarda her şeyi kavramda (özgürlük ve/ya sosyalizm) aşmaya çalışırken, mikro-iktidar ağlarıyla (bilgi reseptörleri aracılığıyla) her yanımızı kuşatan bir denetim ağının dayattığı bir tıkanmışlık, hareketsizlik de mevcut. O halde kişinin kendi aklını, çoğul ve özneler-arası eyleyebileceğini öneren, şen bir bilmeyi her şeyi bilme iddiasına (totalitarizm) ram etmeden öneren bir akıl gerek bize.

Ama bu, biraz da politikaya lazım olan. İngilizlerin common sense dediği, bizdeki adıyla akl-ı selime uymaktan bahsetmiyorum ancak, neden-sonuç ilişkilerinin getirdiği “(henüz) bilmiyorum” tümcesine duyulan ihtiyaç bu daha çok. Nasıl ki akıl deneyim ve duyumu süzüp bilgi üretiyorsa, bundan ibaret olmadığımızı ve dünyanın da neden-sonuç ilişkilerinden artakalan bir tarafı olduğunu kabul etmek gerek.

Sanatın ihtiyacı olan ise politikadan biraz olsun arınmak, ram edilmekten kurtulmak. Sanatçının ve edebiyatçının bu alanların kendi problemleriyle kendisinin hemhal olması için, politikanın biraz bu alandan uzaklaşması gerek. Nasıl ki bilimi bilim insanlarına bırakma konusunda istekliysek, sanatı da sanatsal düşünme pratiği gösteren sanatçılara bırakmalı, alanın iç tartışmalarını felsefe ve/ya siyasete mal etmekten kaçınmalıyız.

Bunun şimdiye kadarki sebebi, sanat tarihinin metodolojisindeki açmazlardı. Ancak sanat tarihinin metodolojisi tartışmaları sanat pratiğinin önüne geçti ve alanın kendi iç çatışmalarını mega-diyalektiğe tabi kılarak son 10 yılda dondurdu. Sanatın neliğine dair estetik felsefesinin sorularından beslendiğinde de, büyük bir laf kalabalığı üretti.

O halde eser, sanatçı ve eleştirmen üçgenindeki sınırların farkına varmakta fayda olduğu kanaatindeyim. Gerçek direniş, hakiki anlamda politik olan, her şey politikse zaten sanat pratiğinin içerisinde mevcuttur. Felsefenin sanattan duyduğu modası geçmiş korkuyu her iki cenahta da (kısaca –postlar ve makro-materyalistler diye ayırabileceğimiz) bulmak mümkün.

Biri politik olarak nüfuz etmek istiyor ve sonucunda her türden sanatsal pratiği güncel olana indirgiyor, diğeri ise kendi makro-stratejisinin gözlükleriyle bakıyor, dolayısıyla ayıklamacı yaklaşıyor. Her ikisi de aslında -tarihsel ve ideolojik olarak inşa edilmiş bir tasnif çerçevesinde- eril (felsefe-akıl) olanın dişil (sanat-imge) olandan duyduğu korkunun semptomları. Fail erkek, kadın yahut kendini her nasıl tanımlıyorsa. 

Dijital Gelecek: Metaverse’e karşı Paris Komünü – Emre Tansu Keten

“Teknolojinin nasıl geliştiği ve kimin

çıkarlarına hizmet ettiği siyasete bağlıdır.”

(Lizzie O’Shea)

Dijital teknolojiler üzerine yazılıp çizilenlerin yaygın olarak paylaştığı söylemde “gelecek” kelimesi özel bir önem taşıyor. Halihazırda siberuzamı kendi ekonomik çıkarları doğrultusunda çitlemeye başlamış büyük aktörler, bir yandan kârlarını en üst sınıra doğru yükseltmenin peşinde koşarken, diğer yandan ise soyut bir geleceği şimdiden parsellemek için rekabeti büyütüyor. Son dönemde sıkça konuşulan ve insan deneyiminin her veçhesinin metalaştırılmasını amaçlayan Metaverse’ün “geleceğin İnterneti” olarak anılması bunun bir örneği. Kamusal yatırımlarla ve kolektif emekle ortaya çıkan İnterneti kısa bir sürede kendi ekonomik modelleri doğrultusunda şekillendirmeyi başaran bu şirketler, aynı başarıyı gelecekte de garantilemek için yatırımlarını yeni modeller üzerinde yoğunlaştırıyor.

Şirketlerin durumu buyken, ideoloji olarak teknolojinin sözcüleri de çağ kapatıp çağ açmakla meşgul oluyor. ‘Endüstri sonrası toplum’, ‘bilgi çağı’, ‘post-truth’ vb. kavramlar, geçmişle günümüz arasında epistemolojik, ekonomik, politik bir kopuşun gerçekleştiğini, artık günümüzü geçmişteki olaylarla, kavramlarla, şablonlarla anlamamızın imkânsız olduğunu, günümüzde olmakta olanların geçmiştekilerle hiçbir bağının bulunmadığını, teknolojik gelişmelerin ise bu kopuşta temel katalizör olduğunu iddia ediyor. Teknolojik belirlenimcilik olarak anılabilecek bu ideolojik söylem, insanlığın karşısına çıkan sorunların teknoloji eksikliğinden kaynaklandığını, bu sorunların çözümünün ise yine teknikte bulunabileceğini niteleyen tekno-çözümcülüğü üretiyor. Durum böyle olunca, o çok sözü edilen gelecek tahayyül edildiğinde, geçmişi bırakın bugünün bile esamesi okunmuyor. Teknolojik gelişmenin dinamikleriyle oluşacak, kendisine hiçbir şekilde müdahale edemeyeceğimiz bir geleceğe doğru sürükleniyoruz ve İnternetin efendileri bundan heyecan duymamızı istiyor.

Avustralyalı hukukçu Lizzie O’Shea Geleceğin Tarihleri isimli kitabında tam da bu ideolojik söyleme karşı, günümüzü ve ilerisini anlamak için insanlığın tarihsel birikimine bakmamız gerektiğini söylüyor. Teknolojinin gelişimini tarihsel bir perspektiften okuyan yazar, geleceğin imgesini Zuckerberg’in dehasında, Google’ın projelerinde, çılgın fikirler üzerine bina edilmiş startuplarda değil Paris Komünü’nde, Paine’ın ve Fanon’un görüşlerinde, Avustralya yerlilerinin doğayla ilişkisinde bulabileceğimizi savunuyor.  

Teknolojik ütopyacılık ve Paris Komünü

O’Shea, toplumu teknolojik çözümlerle kusursuzlaştırma arayışlarının yüz yıldan fazla bir geçmişe sahip olduğunu aktarıyor: “Teknolojik ütopyacılık, belirli bir gelecek görüşüdür. teknolojik gelişmeyi, kusursuz toplum meydana getirmenin aracı kabul eder.” (…) “taraftarları, aşırı derecede geliştirilmiş veya optimize edilmiş teknolojinin erdemli bir bolluk toplumu yaratma kapasitesi olduğuna inanır” (s. 111). Ancak dönemin koşulları da göz önüne alındığında, bunlar genel olarak bilimkurgu edebiyatı sınırlarında dolaşan, bugünden bakıldığında ilkel olarak nitelenebilecek metinler olarak karşımıza çıkıyor. Teknolojik gelişimin hız kazandığı 20. yüzyılda, edebiyattan çıkarak siyaset ve bilime taşınan teknolojik ütopyacılık git gide bir ideoloji formuna bürünüyor. Devletin şirketleştirilmesi diyebileceğimiz neoliberal yönetim modeli, çalışma düzeninden siyasete kadar bu teknolojik belirlenimci söyleme sahip çıkıyor ve bunu pratiğe aktarmaya çalışıyor. Teknolojinin gelişmesi ve gündelik hayatta bu yeniliklerin daha fazla yaygınlaşması da bu ideolojiyi besliyor.

Geldiğimiz noktada, tekno-çözümcülük sadece tekniğin işlevsel olarak kullanılabileceği alanlarda etkin hale gelmekle kalmıyor, gazetecilik, sosyal bilimler ve siyaset üzerindeki gücünü arttırıyor. İnsanlığın kusurlarındansa tekniğin kesinliğine dayanan bir siyasetin, yani teknokratların hâkimiyetinin, insanlığa daha fazla refah sunacağı iddia ediliyor. Aynı şekilde, devletin sorumlu olduğu bütün alanlar, tekno-çözümcü bir mantıkla özel şirketlere devrediliyor. Neoliberal girişimcilik mantığı, bütün bu alanları hızla teknikleştirmeye çalışıyor. O’Shea neoliberal devlet ile teknolojik girişimciliğin çıkar ortaklığını şu sözlerle dile getiriyor: “Şirketlerin nerede bitip gözetim devletinin nerede başladığını kestirmek zor olabilir; kullanıcı ve müşterilerle ilişkilerinin üstüne kurulan kapitalizmi sürdürmekte ikisinin ortak çıkarları vardır. bunun sonucu olarak dijital yaşamlarımız devlete, her zamankinden az bir hesap verebilirlik ile her zamankinden fazla güç bahşeden bir şekilde yapılandırılır” (s. 57).

Tekno-çözümcülüğün bu güçlenişi, doğalında, teknik becerilere sahip, kültürel sermayesi yüksek insanları öne çıkartan yeni tarz bir tekno-aristokrasi tabakasının yükselmesini/güçlenmesini beraberinde getiriyor. O’Shea’nın vurguladığı gibi, bir avuç insan, milyarlarca insanın hayatını etkileyen İnterneti, büyük bir denetimsizlik içinde, akla hayale gelmeyecek paralar kazandıkları bir deney sahası olarak şekillendiriyor. Bu çemberi büyük şirketlerde, çok yüksek maaşlarla çalışan mühendis, yazılımcı ordusuyla ve Türkiye’de de örneğini gördüğümüz teknolojik girişim sahipleriyle genişletirsek, çok ufak bir ‘karar veren’ ve çok büyük bir ‘bu kararlardan etkilenen’ kümesi arasındaki devasa eşitsizliği daha iyi anlayabiliriz. Bu ekonomik olduğu kadar siyasi bir eşitsizlik. Bahsini ettiğimiz tekno-aristokrasi buradan sadece büyük kârlar değil iktidar da devşiriyor.

O’Shea’nın buna karşı önerisi ‘kararlardan etkilenenler’in bizzat kararlara müdahale edebileceği bir siyasi model. Sıradan Facebook kullanıcılarının, şirketin üzerlerindeki tahakkümüne karşı bir şeyler yapabilmesi ya da İnternette daha etkin bir şekilde var olabilmesi için kod yazmayı bilmesine ya da bu platformların algoritmalarını harfiyen anlamasına gerek yok. İnternet insanlığın ortak kaynağı olduğundan, her bir bireyin bu kaynağa dair alınan kararlara müdahil olması bir hak. Yazar burada bizi Paris Komünü deneyimine götürüyor: “Komün bize başka örgütlenme yolları bulmanın mümkün olduğunu, toplumu idare etmenin alternatif pratiklerinin ve ilkelerinin, ilişkilerin ve toplulukların mevcut dokusundan epey hızlı bir şekilde çıkabileceğini anlatıyor. Sıradan insanlar işbirliği yaparak, işlerin yapılma biçimlerine dair önceden sarsılmaz görünen kanaatleri son derece kırılganlaştırabilirler” (s. 128). Buradaki vurgu, sıradan insanların karmaşık süreçlerin yönetiminde söz sahibi olabilmesinde ve karmaşıklığa olan hâkimiyetin (yani teknik bilginin) bir iktidar gücü olarak kullanılmasının önüne geçilmesinde. Aynı zamanda Komün’ün aktif bir katılımcısı olan Elisee Reclus’un sözleriyle: “Komün geleceğe yüklü bir miras, kendisinden önceki devrimlerden daha üstün bir ideal bıraktıysa yöneticileri sayesinde değil savunucuları sayesinde bıraktı. Soyu, unvanı veya serveti sayesinde kimsenin efendi olmadığı, kökeni, kastı veya maaşı yüzünden kimsenin köle olmadığı yeni bir toplum.”[1]

Yazara göre, günümüzde İnternet, karşılığında para ödememiz gereken kültürel veya teknolojik bir ürün değil, “kamusal katılım için temel bir gereklilik” (s. 176). Bu teknolojiyi kullanarak diğer insanlarla haberleşmek, siyasi tartışmalara katılmak, toplumsal meselelere dair fikir belirtmek bir insan hakkı. Bu nedenle, öncelikle evrensel ölçekte herkesin ücretsiz bir şekilde İnternete erişmesini sağlamak, ardından ise bütün İnterneti şirketlerin sultasından kurtarıp kamusal bir hizmet hâline getirmek ve istisnasız herkesi bu hizmete dair karar alma süreçlerine dahil etmek, özellikle sol siyasetin, önünde bir görev olarak duruyor. O’Shea’nın kitaptaki referanslarından bir diğeri Tom Paine’ın 1700’lerin sonunda yazdığı gibi: “İnsanlar, ahlaki değerleri, piyasa için ürettikleriyle ölçülen ekonomik birimlerden ibaret değildir. Her insanın, varoluşunu tanımanın parçası gereği, dünyada ortaklaşa yaratılan servetten pay alma hakkı vardır” (s. 167).

Dijital kendi kaderini tayin hakkı

Bugün İnterneti kendi çıkarlarına göre şekillendiren şirketlerin başlıcaları aslında reklam şirketleri. Bunlar bize e-posta hizmeti sunsa da, görüşlerimizi yaymamıza izin verse de, tanıdıklarımızla iletişime geçmemizi sağlasa da hepsi parayı reklamcılıktan kazanıyor. Bunu da kullanıcıların verilerini ve bu verilerden elde edilen verileri reklamverenlere satarak yapıyor. “Nasıl ki Sanayi Çağı’nda çelik baronu Andrew Carnegie’yi zengin eden hammadde demir cevheri ise İnternet Çağı’nın baronlarını besleyen de kişisel veriler” (s. 31). Shoshana Zuboff, bu şirketlerin yarattığı yeni ekonomik paradigmayı gözetleme kapitalizmi olarak tanımlıyor:

“Gözetleme kapitalizmi, insan deneyiminin davranışsal veriye dönüştürülmeye müsait ücretsiz bir hammadde olduğunu tek taraflı olarak iddia eder. Bu verinin bir kısmı ürün ya da hizmet gelişimi için kullanılsa da geri kalanı mülki bir davranışsal artı değer olarak kabul edilip makine öğrenmesi denilen süreçleri beslemede kullanılır ve böylece şimdi yakın zamanda veyahut daha sonra ne yapacağınızı kestirmeye çalışan tahmin ürünlerine dönüştürülür.”[2]

Sosyal medya platformlarının sahip olduğu algoritmalar, verilerimizi kullanarak bir müşteri portföyü oluşturmakla kalmıyor, davranışlarımızı şekillendirmek, eylemlerimizi yönetmek ve sanal benliklerimizi sabitlemek için çalışıyor. Örneğin bir kadının doğum yapacağını, onun yakınlarından önce tahmin edip, ona “ideal” bir annelik tarzı (geniş ölçekli bir tüketim odaklı) hazırlamak ya da yine tüketime uygun bir kültürel formu yaygınlaştırarak bunu bir kimlik olarak pazarlamak bu algoritmaların görevi. O’Shea, veri madenciliği kullanılarak inşa edilen bu sanal benlikleri “zombi dijital ikiz” olarak adlandırıyor ve Fanon’a başvurarak bu şirketlerin kullanıcıları sömürgeleştirdiğini öne sürüyor. Fanon’un beyaz dünya için söylediklerini uyarlarsak, bu şirketler “dünyayla bir kendine mal etme ilişkisi kuruyor”.[3]

O’Shea buna karşılık dijital kendi kaderini tayin hakkımız için mücadele etmemiz gerektiğini söylüyor. Doktor ve avukatlar nasıl hasta ve müvekkilleri hakkındaki verileri üçüncü bir tarafla paylaşamıyor, bunun aksi hali suç teşkil ediyorsa, sosyal medya platformu ile kullanıcılar arasında da benzer bir ilişkinin yasal zeminde güvenceye kavuşturulmasının elzem olduğunu savunuyor. Bunun yanında kullanıcılar kendileri hakkında oluşan verileri tam olarak görmeli ve bunlar hakkında karar yetkisine sahip olmalı.

Bu hakları elde etmenin yolu ise bireyleri öne çıkartan ve ahlaki panik yoluyla işleyen bir mahremiyet kaygısının yaygınlaşması değil, mahremiyetin politikleştirilmesi, politik bir talep olarak sunulması. Tersi durumda, “CIA Zeytinburnu’nda mangal yapanları niye izlesin” şakalarına konu olan bir sinizmden başka bir şey üretilmiyor. Oysa her bir kullanıcının dünyanın en zengin şirketleri için hammadde üretmesi, bunu yapacağı koşulların bu şirketler tarafından şekillendirilmesi ve yine bu şirketlerin bilgi akışını otomatikleştirmekle yetinmeyip kullanıcıları otomatikleştirmeye çalışması[4] gayet politik bir şey. Buna karşı verilecek mücadele de ancak politik olabilir.

“İnternetin, bir oligarşinin mülkiyetinde olduğu çağın miadı doldu; özelleştirme ile, (…) ‘kapitalist gelişmenin saikleri ve zorunlulukları’ ile yapılan deney artık sona ermeli. İnterneti iyi tasarım ve sağlam kamu yatırımı yoluyla nasıl genişletip güçlendirebileceğimizi planlayabilmek için borularını ve tuşlarını görme hakkını, fiziksel varlığını haritalama hakkını talep etmeliyiz” (s. 244) diyor Lizzie O’Shea. Hukukçu olmasının da avantajıyla dijital teknolojilerin halihazırdaki gidişatına karşı özgürlükçü, kamucu ve eşitlikçi talepler sıralarken, bunların yükselebileceği temelin hukuk değil siyaset olduğunun bilinciyle yazıyor. Bu nedenle, teknoloji gibi neoliberal ideolojiyle sarmalanmış ve sürekli gelecekle yan yana anılan bir olguyu, geçmişle, 150 yıl önceki olay ve fikirlerle birlikte düşünmesinin yanında, bütün bunları sahici bir siyasal bir bağlam içerisine yerleştirmesiyle de değer kazanıyor Geleceğin Tarihleri.

Kaynak: https://t24.com.tr/k24/yazi/dijital-gelecek-metaverse-e-karsi-paris-komunu,3571


[1] Elisee Reclus’tan aktaran Kristin Ross, Ortak Lüks: Paris Komünü’nün Siyasi Muhayyilesi, çev. Tuncay Birkan, Metis Yayınları, s. 15

[2] Shoshana Zuboff, Gözetleme Kapitalizmi Çağı, çev. Tolga Uzunçelebi, Okuyan Us Yayınları, 2021, s. 20

[3] Frantz Fanon, Siyah Deri Beyaz Maskeler, çev. Orçun Türkay, Metis Yayınları, 2020, s. 103

[4] Zuboff, a.g.e., s. 21

“Sıçrayışlar! Sıçrayışlar! Sıçrayışlar!”: Lenin ve Siyaset – Daniel Bensaid

Hannah Arendt siyasetin dünyadan tümüyle yok olabileceğinden kaygılanıyordu. Yüzyılın felaketleri o düzeydeydi ki “siyasetin hâlâ bir anlamı” olup olmadığı sorusunu sormak kaçınılmaz hale geliyordu. Bu çekincelerin hedefleri daha o zamandan büyük oranda pratiğe dairdi: “siyasetin bütünüyle ulaştığı anlamsızlık özgül siyasal sorunların hızla yöneldiği çıkmaz tarafından tasdik ediliyor.”1

Arendt için totalitarizm, korkulan bu yok oluşun şekliydi. Bugün ise başka bir tehlike türüyle karşı karşıyayız: piyasa despotizminin insani yüzlü totalitarizmi. Siyaset mali piyasaların doğallaşmış düzeniyle ventrilok sermayenin ahlakçı reçeteleri arasında parçalanmış halde bulunuyor. Böylece siyasetin sonuyla tarihin sonu Fukuyama ile Furet’nin beyaz seslerinin yankılandığı metasal ebediyetin cehennemsi tekrarlanışı içinde bir araya geliyor: “Bir başka toplum fikri, neredeyse düşünülmesi imkansız hale geldi, ve de zaten bugünün dünyasında kimse bu konuda bir ilerleme göstermiyor. İçinde yaşadığımız dünyada yaşama mahkum hale geldik.”2 Melankolik olmanın da ötesinde umutsuzluk taşıyor, diyebilirdi Blanqui, Dow Jones ve Cac 40’ın hâkimiyetindeki bu insanal ebediyet.

Hannah Arendt siyasetin başlangıcına ve sonuna tarih koyabileceğini düşünüyordu. Ona göre Platon ve Aristoteles tarafından başlatılan siyaset “Marx’ın teorilerinde kesin sonuna” ulaşmıştı. Felsefenin sonunu ilan ederek diyalektik aklın kurnazlıklarıyla siyasetinkini de açıklamış oluyordu. Bu, Marx’ın siyasetinin sermayeleşmiş şiddete ve modernitenin fetişizmlerine karşı tasarlanabilecek tek çağdaş siyaset olduğunu kavrayamamaktır: Bürokratik devleti soyut evrenselliğin cisimleşmesi haline getiren “siyasal etkenin kendini beğenmiş abartılışına” açıkça karşı çıkarak “Devlet her şey için geçerli değildir” diye yazar Marx. Toplumsala yönelik tekyönlü bir tutkudan ziyade Marx’ın çabası, ayrı bir gövde olarak devletin sönümlenişini hazırlayan devletsel olmayan gövdelerin oluşumundan yola çıkarak bir ezilenler siyasetinin ortaya çıkışına yönelik.

Yaygın bir klişenin tersine, Marx’ın gerçek anlamda bir siyaset düşüncesi vardır. Bu her şeyden önce, bir kurum siyasetinden çok bir hadise siyaseti, bir savaşlar ve devrimler siyasetidir. Haziran 1848 katliamlarıyla Kanlı Hafta’nınkiler arasında geçen bir dönemin çizgisidir. Marx’ın siyasal müdahalelerinin çapını görmek için mektuplaşmalarına ve sayısız gazete yazısına göz atmak yeter: İngiltere’nin parlamenter hayatından İrlanda ulusal sorununa, İspanyol devrimlerinden, Amerikan iç savaşına, bir uluslararası işçi hareketinin oluşumundan basın özgürlüğüne, çeşitli konular işlenmiştir bu yazılarda.

Acil, hayati mesele, bir aşağıdan siyaset, egemenlerin devletsel siyasetinden dışlanmış ve yoksun olanların siyaseti meselesidir. Söz konusu olan proleter devrimlerin ve tekrarlanan trajedilerinin gizemini çözmektir: hiçbir şeyken nasıl her şey haline gelinir? Gündelik olarak zorunlu çalışmanın gönülsüz kulluğuyla* fiziksel ve zihinsel olarak örselenen bir sınıf insanın özgürleşmesinin evrensel öznesine nasıl dönüşebilir? Marx’ın yanıtları sosyolojik bir iddiaya dayanıyor: sınai gelişme proletaryanın kitleselleşmesini getirir; emekçi sınıfların sayısal büyümesi ve yoğunlaşması örgütlenmelerinde ve bilinçlerinde bir ilerlemeye sebep olur. Böylece bizzat sermayenin mantığı “proleterlerin bir egemen sınıfa dönüşümünü” getirecektir.

Engels, Komünist Manifesto’nun 1890 baskısına yazdığı önsözde bu önvarsayımı onaylar: “Manifesto’da sayılan önerilerin kesin zaferi için Marx ortak eylem ve tartışmanın sonucu olacak olan işçi sınıfının entelektüel gelişimine güveniyordu”. Genel oy hakkının kazanılmasının, toplumsal olarak çoğunluğu oluşturan İngiliz proletaryasının siyasal temsilini toplumsal gerçekliğe uyarlamayı sağlayacağı konusundaki yanılsama bu iddiadan kaynaklanıyordu. Aynı doğrultuda Antonio Labriola 1898 tarihli Manifesto yorumunda “komünistler ve proleterler arasındaki arzulanan buluşmanın bundan böyle tamamlandığı” değerlendirmesinde bulunuyordu. Proletaryanın siyasal özgürleşimi zorunlu olarak onun toplumsal gelişiminden ileri gelecekti.

Geçen yüzyılın sarsıntılı tarihi metanın büyülü dünyasından, kana susamış tanrılarından ve “tekrar kutusundan” kurtulmanın o kadar da basit olmadığını kanıtlar. Lenin’in vakitsiz güncelliği bu tespitin zorunlu sonucudur. Bugün eğer siyaset hâlâ ekonominin doğallaşması ve tarihin kaderleşmesi şeklindeki çifte tehlikenin üstesinden gelme şansına sahipse, bu şans emperyal küreselleşme koşullarında yeni bir Leninist jestten geçmektedir. Lenin’in siyasal düşüncesi bir strateji olarak siyasetin, uygun anların ve zayıf halkaların düşüncesidir.

Mekanik ilerlemenin, krizsiz ve kopuşsuz “homojen ve boş” zamanı, gayrı-siyasal bir zamandır. Kautsky’nin savunduğu “pasif bir güç birikimi” fikri bu zamansallıkta yer alır. Sakin gücün ilkel hali olan bu kaplumbağa adımlı ve “zaman dışı sosyalizm” siyasal mücadelenin belirsizliğini tarihsel evrimin ilan edilmiş yasalarında yok etmektedir.

Lenin ise, tam tersine, siyaseti mücadelenin dolu zamanı, bir krizler ve yıkımlar zamanı olarak düşünür. Siyasetin özgüllüğü, Lenin’de kendini devrimci kriz kavramıyla ifade eder. Bu bir “toplumsal hareketin” mantıksal devamı değil, toplumun tüm sınıfları arasındaki karşılıklı ilişkilerin genel bir krizidir. Bundan dolayı kriz bir “ulusal kriz” olarak tanımlanır. Metanın mistik fantazmagoryalarının bulanıklaştırdığı cephe çizgilerini açığa çıkaran bir etken olarak işlev görür. Ancak o zaman, ve kesinlikle karşı konulamaz bir tarihsel olgunlaşma sonucunda değil, proletarya şekil değiştirebilir ve “olduğuna dönüşebilir”.

Dolayısıyla devrimci kriz ile siyasal mücadele ayrılamaz biçimde birbirine bağlıdır: “İşçi sınıfının kendisi hakkında edinebileceği bilgi, çağdaş toplumun tüm sınıfları arasındaki karşılıklı ilişkiler konusundaki net bir bilgiye sıkı sıkıya bağlıdır. Bu bilgi yalnızca teorik değildir, yahut şöyle söyleyelim, teorik olmaktan çok siyasi deneyime dayalıdır”.3 Tüm sınıfların karşılıklı ilişkileri konusundaki bu bilgi siyasal pratiğin sınavından geçerek edinilir. Bu bilgi, “bizim devrimimiz”i “tüm halkın devrimi” yapar.

Bu yaklaşım siyaseti toplumsal-olana indirgeyen vülger işçiciliğin tam zıddıdır. Lenin “sınıflar meselesiyle partiler meselesini birbirine karıştırmayı” kesinlikle reddeder. Sınıf mücadelesi işçiyle patronu arasındaki uzlaşmazlığa indirgenemez. O proletaryayı, “tüm kapitalist sınıf”la, Kapital’in üçüncü cildinin konusu olan sermayenin bütünsel yeniden üretimi düzeyinde karşı karşıya getirir. Tam da bu nedenle Marx’ın sınıflar üzerine tamamlanmamış bölümünün, üretim süreciyle ilgili birinci ciltte veya dolaşım sürecini ele alan ikinci ciltte değil de bu üçüncü ciltte yer alışı son derece mantıklıdır. Dolayısıyla bir siyasal parti olarak devrimci sosyal-demokrasi işçi sınıfını, yalnızca bir işverenler grubuyla değil, fakat “çağdaş toplumun tüm sınıflarıyla ve örgütlü bir siyasal güç olarak devletle” ilişkileri içinde temsil eder.4

Leninist stratejinin kairotik zamanı, çalışmaları aralıksız biçimde bozulan seçimsel Penelope ve Danayid’lerinki değil artık*; bu, mücadelenin ritmini verdiği ve krizin askıya aldığı bir zamandır. Gerekliliğin ve olasılığın, eylemin ve sürecin, tarihin ve hadisenin iç içe geçtiği uygun anın ve özgün konjonktürün zamanıdır: “Devrimin kendisini tek bir eylem şeklinde tasavvur edemeyiz: devrim, az ya da çok derin durgunluk evreleriyle bölünen az ya da çok şiddetli patlamaların hızla birbirini takip etmesidir. Bu nedenle partimizin esas faaliyeti, faaliyetinin esas odağı, hem en şiddetli patlama dönemlerinde hem de durgunluk evrelerinde yürütülmesi mümkün ve gerekli bir çalışma olmalıdır, yani tüm Rusya için birleşik bir siyasal ajitasyon çalışması.”

Devrimlerin, hızlanmalar ve yavaşlamalardan oluşan kendi temposu vardır. Aynı zamanda düz çizginin ani dönemeçler ve yol ayrımlarında kırıldığı kendine özgü bir geometriye de sahiptir. Böylece parti yeni bir şekil kazanır. Lenin için o artık ne bir deneyimler birikiminin sonucu ne de proleterleri karanlık cehaletten aklın aydınlığına yükseltmekle görevli mütevazı bir pedagogtur. Parti stratejik bir operatör, sınıf mücadelesinin bir çeşit vites kutusu ve [demiryolu] makasçısı haline gelir. Benjamin’in çok iyi sezinlediği gibi siyasetin stratejik zamanı, klasik mekaniğin çizgisel zamanı değil, fakat düğümlerle dolu ve hadiselere gebe kesintili bir zamandır.

Bolşevizmin kendini tanımlama sürecinde içinden geçtiği çatışmalar bu devrim içinde devrimi ifade eder. Ne Yapmalı ve Bir Adım İleri İki Adım Geri’deki polemiklerden, klasik metinler esas olarak askeri bir disiplinin hakim olduğu merkezileştirilmiş bir öncü fikrini muhafaza eder. Esas olan ise başka bir noktada. Lenin, “örgütsüzleştirici” olarak nitelendirdiği, parti ile sınıfın birbiriyle karıştırılmasına karşı mücadele eder. Bu ikisi arasında yapılan ayrım, o dönemde sosyalist hareketin özellikle de Rusya’da yaşadığı büyük tartışmalar çerçevesinde yer alır. Lenin’in bu anlayışı, kimi zaman “saf bir sosyalizmi” savunarak siyasalın özgünlüğünü inkar etmek için birbirine yaklaşan popülist, ekonomist, Menşevik akımların karşısındadır.

Bu şeklî ortodoksinin görünüşte kalan uzlaşmazlığı esasında demokratik devrimin tarihsel evrim yolundaki zorunlu bir aşama olduğu fikrini ifade eder. Güçlenmeyi ve toplumsal ve seçimsel çoğunluğa ulaşmayı beklerken yeni doğan işçi hareketi yönetici rolünü burjuvaziye bırakmalı ve kapitalist modernleşmenin yardımcı gücü rolünü oynamakla yetinmelidir.

Kautsky’nin İkinci Enternasyonal içindeki ortodoks pozisyonlarının altında yatan, beklemesini bilen için her şeyin zamanında ve saatinde geleceği inancına dayalı, tarihin yönüne duyulan bu güvendir: “iktidar yollarını”, bu sonuncusunun olgun bir meyve gibi düşeceği güne kadar sabırla katetmek lazım.

Lenin için ise, tam tersine, hedef hareketi yönlendirir, strateji taktiği, siyaset de tarihi önceler. Bundan dolayıdır ki birleşmeden önce sınırlarını belirlemek ve birleşmek için de “tüm memnuniyetsizlik ifadelerini kullanmak, rüşeym halinde olsa bile bir tepkinin en küçük unsurlarını dahi tasarlamak” gerekir. Bir başka deyişle siyasal mücadele “işçilerin patronlara ve hükümete karşı mücadelesinden çok daha geniş ve komplekstir”.5 Böylece Raboçeye Dielo siyasal hedefleri doğrudan ekonomik mücadeleden çıkarsayınca, Lenin “proletaryanın çok şekilli siyasal faaliyetinin düzeyini aşağı çektiği” eleştirisini getirir. “Sadece işçilerden oluşan bir hareketin” kendi başına bağımsız bir ideoloji tasarlayabileceğini düşünmek bir yanılsamadır. İşçi hareketinin salt kendiliğinden gelişimi, tam aksine “onu burjuva ideolojisine tabi kılmayla” sonuçlanır.

Çünkü egemen ideoloji bilinçlerin manipüle edilmesine değil, meta fetişizminin nesnel etkisine dayanır. Bu demir çemberden ve doğurduğu gönülsüz kölelikten ancak devrimci krizle ve partilerin siyasal mücadelesiyle kurtulunabilir.

Lenin’de her şey siyaseti eksik olanın sahneye girmesi şeklinde tasarlamaya yönlendirir: “sınıflar ayrımı sonuçta elbette ki siyasal gruplaşmanın en derin zeminini oluşturur”, fakat bu sonucu “getirecek olan yalnızca siyasal mücadeledir.”6 Böylece “komünizm toplumsal hayatın, kelimenin gerçek anlamıyla tüm noktalarından fışkırır; her yerde yeşerir. Özel bir itinayla yollardan biri tıkandığında, bulaşacak başka bir yol bulur, kimi zaman da en beklenmeyeni.”7 Bu nedenle “hangi kıvılcımın yangını alevlendireceğini” bilemeyiz.

Tucholsky’ye göre Leninist siyaseti özetleyen şiar da buradan gelir: “hazır olun!” Muhtemel olmayana, öngörülemeyene, hadiseye hazır olmak! Lenin siyaseti “ekonominin yoğunlaşmış ifadesi” şeklinde tanımladıysa da, bu yoğunlaşma siyasetin artık “ekonomi üzerinde öncelik” sahibi olmaktan kaçınamayacağı niteliksel bir değişimi ifade eder. Buharin “ekonomik ve politik bakış açılarının iç içe geçmesini önererek” ise tam tersine “eklektizme kaymakta”. Aynı şekilde, İşçi Muhalefetine karşı 1921’deki polemiğinde, siyaseti tekrar toplumsala indirgeyen ve ulusal ekonomiyi yönetme görevinin doğrudan “üretici sendikalarında birleşmiş üreticilere” düştüğünü öne süren –ki bu sınıf mücadelesini sentezsiz korporatif çıkarlar arası bir çatışmaya indirgemek anlamında gelir– bu “çirkin ismi” tekrar eleştirir.

Tam tersine, siyasetin kendi dili, grameri ve sentaksı vardır. Kendi gizillikleri ve lapsüsleri vardır. Siyaset sahnesinde, şekil değiştirmiş sınıf mücadelesi “en kesin, en bütünlüklü ve en iyi tanımlanmış ifadesini partiler arası mücadelede”. bulur.8 Dolaysız belirlenimlerine indirgenemeyecek spesifik bir düzleme dayanan siyasal söylem aritmetikten çok cebire benzer. Gerekliliği, doğrudan sömürü ilişkilerine bağlı toplumsal taleplerinkinden farklı, “çok daha geniş” bir düzeydedir. Çünkü, “vülger marksistlerin” düşündüğünün aksine siyaset “ekonomiyi uysalca takip etmez”. Devrimci militanın ideali, dar ufuklu korporatif sendikacı değil, toplumun tüm alanlarında yıkıcılığın ateşini körükleyen “halk hatibi”dir.

“Leninizm”, daha doğrusu “Devlet ortodoksisi mertebesine ulaşmış Stalinistleştirilmiş Leninizm” çoğu zaman bürokratik despotizmden sorumlu tutulur. Sınıftan ayrı tutulan öncü parti kavramının aygıtın reel toplumsal hareketi ikame edişini ve bürokratik cehennemin çemberlerini bünyesinde tohum halinde taşıdığı fikri yaygındır. Her ne kadar haksız da olsa, bu suçlama gerçek bir soruna değinir. Eğer siyaset toplumsalla karıştırılmamalıysa, birinin diğeri tarafından temsili zorunlu olarak problematik hale geliyor: meşruluğunu ne üzerine kurmalı?

Lenin’de temsil edenler ve edilenler arasında, siyasal devletin sönümlenmesinde doruğuna ulaşacak bir tekabüliyet eğilimini öne sürerek bu çelişkiyi çözme eğilimi gerçekten de mevcut. Hiçbir zaman tek bir temsilciyi kabul etmeyen ve sürekli olarak kurucu biçimlerin çoğulculuğu içinde yeniden gözden geçirilen temsiliyetin çelişkileri böylece ortadan kalkmış olur. Meselenin bu yönü, daha az önemli olmayan bir diğerini gölgeleme riskini taşır. Ki üstelik, Lenin kendi getirdiği yeniliğin tüm boyutlarının da farkında değildir. Kautsky’nin temel metinlerinden birini alıntıladığını zannederek, onu kesin bir biçimde deforme eder. Kautsky “bilimin” proleterlere “sınıf mücadelesinin dışından” geldiğini ve “burjuva entelektüeller” tarafından taşındığını yazar. Müthiş bir kalem kaymasıyla, Lenin “siyasal bilincin” (yani artık “bilim” değil!) “ekonomik mücadelenin dışından” geldiğini (yani toplumsal olduğu kadar siyasal da olan sınıf mücadelesini dışından değil!) ve artık bir sosyolojik kategori olarak entelektüeller tarafından değil, spesifik biçimde siyasal alanı yapılandıran bir aktör olarak parti tarafından taşınır. İki önerme arasında kayda değer bir fark mevcut.

Toplumsal gerçekliğin daimi bir yer değiştirme ve yoğunlaşma oyunu aracılığıyla kendini ifade ettiği bir siyasal dilin bu denli aralıksız biçimde üzerinde durmak, mantıksal olarak bir çoğulculuk ve temsiliyet düşüncesine yol açmalıdır. Eğer parti sınıf değilse, aynı sınıf kendi farklılıklarını ve çelişkilerini ifade eden çeşitli partilerce siyasal açıdan temsil edilmelidir. Böylece toplumsalın siyasetteki temsili kurumsal ve hukuki bir tasarının konusu olmalıdır. Lenin bu kadar ileri gitmez. Fakat yine de, keşif çalışmaları yaparak özgün bir siyasal alanı açar.

Böylece temsiliyeti, siyasal profesyonelleşmeyi sınırlamayı hedefleyen Paris Komünü’nden esinlenmiş yasalara tabi kılar: seçilmişler için bir vasıflı işçininkine eşdeğer bir maaş, görevin getirdiği ayrıcalıklara ve kayırmalar karşı sürekli bir dikkat, seçilmişlerin seçenlere karşı sorumluluğu. Direngen bir efsanenin aksine Lenin emredici bir vekalet önermez. Ne partinin içinde: “delegelerin yetkileri emredici vekaletlerle sınırlandırılmamalı”; yetkilerini uygulamada, “tümüyle özgür ve bağımsızdırlar”; kongre veya meclis egemendir. Ne de devlet organları düzeyinde: “Vekilleri geri çağırma hakkı”, temsiliyeti özel çıkarlarla yerel çıkarların korporatif toplamına indirgeyen, sentez ihtimali sunmayan, demokratik karar alımını her türlü özden ve hedeften arındıran emredici vekaletle birbirine karıştırılmamalı.

Çoğulculuğa gelince, Lenin ısrarla “nüanslar mücadelesinin” “bir ortak anlaşmayla onayladığı” sınırlar içinde geliştiği sürece parti içinde gerekli ve kaçınılmaz olduğunu ifade eder. “Süreklilik arz eden ve bitmek bilmeyen memnuniyetsizlik, kızgınlık ve çatışma kaynaklarını, alışıldık skandalların ve aşağılık çekişmelerin dar kafalı seyrinden koparıp, fikirlerini savunmak için henüz alışılmadık bir haysiyetli ve düzenli mücadele kanalına sokmak için Parti tüzüğünde her türlü azınlığın haklarını sağlama gerekliliği”ni savunur Lenin. “Bu mutlak güvenceler içinde azınlığa kongrede temsil ve tam ifade özgürlüğüne sahip olacak bir (veya birkaç) katip grubunun tahsis edilmesini dahil ediyoruz”.9

Siyaset bir tercih ve karar işiyse, örgütlü bir çoğulculuğu gerektirir. Burada örgütlenme ilkeleri söz konusudur. Örgütlenme sistemiyse, somut durumlar itibariyle, fırsatlar labirentinde ilkeleri gözden kaçırmamak koşuluyla değişiklik arz edebilir. Bu durumda ünlü “eylemde disiplin” konusu bile Leninizmin altın yaldızlı efsanesinde iddia edildiğinden daha esnek hale gelebilir. Ayaklanmaya karşı çıkarak Zinoviev ve Kamenev’in gösterdiği disiplinsizliğe karşın kalıcı olarak görevlerinden uzaklaştırılmamaları örneği iyi bilinir. Lenin’in kendisi de, uç koşullarda, kişisel bir “partizan itaatsizlik” hakkını talep etmekten çekinmez. Parti saflarında “ajitasyon özgürlüğü”ne kavuşmak için görevinden istifa etmeyi düşünür. Hatta kritik karar alma anında, merkez komiteye şu sözleri yazar: “Gitmemi istemediğini yere [Smolny’ye] gittim. Hoşçakalın”.

Kendi mantığı Lenin’i, parlamenter ve demokratik gelenekten yoksun bir ülkede temsiliyeti ve çoğulcuğu düşünmeye iter. Ama yine de Lenin bu fikri sonucuna ulaştırmaz. Bunun (en az) iki neden var. İlki, Fransız devriminden, tahakkümcü bir kez kovulduktan sonra halkın (veya sınıfın) homojenleşmesinin sadece bir zaman meselesi olduğu yanılsamasını miras almasıdır: Halkın bünyesindeki çelişkiler artık ya ötekinden (yabancıdan) ya da ihanetten gelebilir. İkincisi ise, siyaset ile toplumsal arasındaki ayrımın, bu ikisi arasında tasarlanan ilişkinin ölümcül biçimde tersine çevrilmesine karşı bir bağışıklık sağlamamasıdır: siyasetin toplumsallaşmasını başlatmak yerine proletarya diktatörlüğü toplumsalın bürokratik biçimde devletleştirilmesi anlamına da gelebilir. Lenin’in kendisi de “sovyetler içinde parti mücadelesinin sona ermesi” öngörüsünde bulunmamış mıydı?10

Gerçekten de Devlet ve İhtilal’de, artık tam anlamıyla ayrı bir devlet oluşturmayan bir doğrudan demokrasi lehine partiler işlevlerini yitirir. Fakat, baştaki beklentilerin tam aksine toplumun devletleşmesi, devlet işlevlerinin toplumsallaşmasına baskın geldi. Askeri bir kuşatmanın ve kapitalist restorasyonun oluşturduğu temel tehdit karşısında devrimciler hiç de ikincil olmayan bürokratik karşı-devrim tehlikesinin arkalarından yükseldiğini göremediler. Paradoksal biçmde, Lenin’in zayıflıkları otoriter eğilimleri kadar, belki de daha fazla, liberter eğilimlerinden kaynaklanır. Sanki bu ikisini, yani Marx’in terimleriyle ifade edecek olursak “siyasal (devletsel) yanılsamayla” “toplumsal (liberter) yanılsamayı” birleştiren gizli bir bağ varmış gibi.

Böylece devrimci kriz muhtemel bir çözülmenin kritik anıymış gibi belirir: “Genel olarak tarih, ve özellikle devrimler tarihi her daim en iyi partilerin, en ileri sınıfların en bilinçli öncülerinin düşündüğünden içerik olarak daha zengin, daha çeşitli, daha çokbiçimli, daha canlı ve daha yaratıcıdır. Ve bu anlaşılabilir, çünkü en iyi öncüler onbinlerce insanın bilincini, iradesini ve tutkusunu ifade ederken, devrim tüm insanal yetilerin coşkunluk ve gerilim anlarından biri, sınıf mücadelelerinin en çetini tarafından kamçılanan yüzbinlerce insanın bilincinin, iradesinin, hayalgücünün, tutkusunun eseridir. Buradan büyük önem taşıyan iki pratik sonuç çıkar: ilki devrimci sınıfın görevini yerine getirebilmek için toplumsal faaliyetin hiç istisnasız tüm biçimlerini ve tüm yönlerini eline geçirmesini bilmesidir; ikincisi devrimci sınıfın bir biçimi bir diğeriyle hızla ve aniden değiştirmeye hazır olmasıdır.”11

Lenin, toplumsal ilişkilerin saklı gerçekliğini birdenbire ortaya çıkaran hadisenin apansızlığına hazır olmanın gerekliliğini çıkarsar: “Kitlelerin özel bir uyanışı yönünde hangi kıvılcımın yangını alevlendireceğini bilmiyoruz, bilemeyiz. Bundan dolayı zemini, tüm zeminleri hatta görünürde en eski, en şekilsiz ve en verimsizlerini dahi hazırlamak için, komünist ilkelerimizi eyleme geçirmeliyiz. Yoksa, görevimizin gerektirdiği düzeyde olamayız, yeterli hazırlığı yapmamış, gerekli tüm silahları edinmemiş oluruz.”

Tüm zeminleri işlemek! En beklenmedik sonuçlar karşısında tektikte olmak!

Ani biçim değişikliklerine hazır olmak!

Tüm silahları almayı bilmek!

Beklenmeyen hadisenin ve belirli bir konjonktürün somut imkanlarının sanatı olarak tasarlanan bir siyasetin özdeyişleri işte bunlar.

Siyasetteki bu devrim bizi İkinci Enternasyonal’in İflası’nda sentetize edilmiş devrimci kriz kavramına götürür. Bu kriz, bir durumun çeşitli değişken unsurları arasındaki etkileşim tarafından tanımlanır: yukarıdakilerin eskisi gibi yönetemediği; aşağıdakilerin eskisi gibi ezilmeyi kaldıramadığı; ve bu çifte imkansızlığın kitlelerin ani bir köpürmesine tercüme edildiği bir durum. Bu kriterleri sahiplenerek, Troçki, Rus Devriminin Tarihi’nde “bu öncüllerin koşullu karşılıklılığı”nın altını çizer: “Proletarya ne kadar kararlılıkla ve güvenle harekete geçerse, ara tabakaları o kadar çok sürükleme imkanına sahip olur, egemen tabaka ne kadar yalıtılmışsa, moral bozukluğu o kadar artar; ve sonuç olarak, yönetici tabakaların parçalanması, devrimci sınıfın değirmenine su taşır”.

Fakat kriz kendi çözümünün koşullarını garantilemez. Bu nedenle Lenin devrimci partinin müdahalesini kritik bir durumun belirleyici etkeni olarak görür: “Her devrimci durumdan bir devrim çıkmaz, bu ancak sıralanan tüm nesnel değişimlere bir de öznel değişim eklendiğinde meydana gelir. Bu öznel değişim devrimci sınıfın, bir kriz döneminde bile düşürülmedikçe hiçbir zaman [kendinden] düşmeyecek olan eski hükümeti tümüyle parçalamak için yeterince keskin eylemler yürütme kapasitesinde yatar”. Kriz ancak –çoğu kez caniyane bir gericiliğin lehine– bir yenilgi, veya kararlı bir öznenin müdahalesiyle çözülür.

Lukacs’ın Tarih ve Sınıf Bilinci’nde “leninizm”e dair yorumu da bu yönde. Bu eser, Komünist Enternasyonal’in beşinci kongresinden itibaren termidorcu bolşevizm yanlılarının şimşeklerini üzerine çekmesine neden olmuştu. Lukacs “yalnızca proletaryanın bilincinin kapitalizmin krizinden çıkış yolunu gösterebileceği” olgusu üzerinde duruyordu, “ve bu bilinç ortaya çıkmadığı sürece, kriz daimi bir hal alıyor, başlangıç noktasına dönüyor ve aynı durumu tekrarlıyor”: “Dolayısıyla kapitalizmin ‘son kriziyle’ yani belirleyici kriziyle önceki krizleri arasındaki fark, yaygınlığı ve derinliğindeki bir dönüşümde, yani niceliğinin niteliğe dönüşmesinde yatmıyor. Daha doğrusu, bu dönüşüm, proletaryanın krizin yalnızca bir nesnesi olmaktan çıkması ve kapitalist üretime içkin antagonizmanın açıkça ortaya çıkması şeklinde kendini gösterir.”12 Troçki’nin otuzlu yıllarda nazizm ve stalinist reaksiyon karşısında insanlığın krizinin bir devrimci önderlik krizinde yattığına dair formülünde bu görüşlerin yankısını bulabiliriz.

Strateji “bir kitle, hız ve zaman hesabıdır” derdi Chateaubriand. Sun Tzu için savaş sanatı değişimin ve hızın sanatı halini almıştı bile. Bu sanat “tavşanın hızını” kazanmayı ve “aniden karar vermeyi” gerektiriyordu çünkü en görkemli zaferin bile “muharebe bir gün önce veya birkaç saat sonra verilmiş olsaydı” yenilgiye dönüşebileceği kanıtlanmıştır. Bundan ileri gelen davranış ilkesi askerler kadar siyasetçiler için de geçerli: “Uygun bulduğunuz hiçbir fırsatı kaçırmayın. Beş unsur her yerde ve eşit saflıkta bulunmaz; dört mevsim her sene birbirini aynı şekilde takip etmez; güneşin doğuşu ve batışı her zaman ufkun aynı noktasında gerçekleşmez. Günlerin bazıları yavaş akar, diğerleri kısadır. Ay büyür ve küçülür ve hep aynı parlaklıkta değildir. İyi yönetilen ve disiplinli bir ordu tüm bu çeşitlilikleri taklit eder.”

Devrimci kriz kavramı bu strateji dersini siyasileştirerek sahiplenir. Bazı istisnai koşullarda, güçler dengesi kritik bir noktaya ulaşır: “ritmlerdeki her düzensizlik çatışmalı sonuçlar doğurur. Bozar ve sarsar. Zaman içinde de, bir buluşla, bir yaratımla doldurulması gereken bir delik açabilir. Bu, bireysel açıdan da, toplumsal açıdan da ancak bir krizden geçerek olabilir.”13 Zaman içinde bir delik? Oldubittinin kaçınılmazlığının karşısına çıkan “olupbitmemişin” sızacağı bir delik.

1905’te, Lenin hız övgüsü konusunda Sun Tzu’ya katılır.

“Anında başlamak”, “derhal” hareket geçmek gerektiğini ifade eder: “Derhal ve her yerde mücadele grupları oluşturun. Hegel’in sözünü ettiği ve ‘diyalektiğin muhteşem bir tanımını’ oluşturan bu ‘yitip giden anları’ havada yakalamak gerekir.”14 Çünkü Rus devrimi proleter devrimine uzatılan bir burjuva devriminin organik sonucu değil, fakat bu iki devrimin bir “üst üste binişi”dir. Muhtemel bir felaketin engellenebilmesi ince bir konjonktür anlayışına bağlıdır. Slogan sanatı uygun anın sanatıdır. Dün geçerli olan bir talimat, bugün geçersiz ve yarın tekrar geçerli hale gelebilir: “4 Temmuz [1917]’a kadar tüm iktidarın sovyetlere geçmesine ilişkin slogan doğruydu.” Sonrasında ise artık değildi. “fiu anda ve yalnızca şu anda, en fazla birkaç gün boyunca, veya bir ya da iki hafta boyunca, böylesi bir hükümet…”15

Birkaç gün! Bir hafta!

29 Eylül 1917’de Lenin kararsız davranan “merkez komite”ye yazar: “Kriz olgunlaştı.” “Beklemek bir suç” haline gelir. 1 Ekim’de, “derhal iktidarı alması”, “hemen ayaklanmaya geçilmesi” için zorlar. Birkaç gün sonra yeniden yüklenir: “Bu satırları 8 Ekim’de yazıyorum. Rus devriminin başarısı iki ya da üç günlük mücadeleye bağlı.” Yine ısrar eder: “Bu satırları 24’ünün gecesi yazıyorum. Durum en kritik aşamasında. fiu anda ayaklanmayı geciktirmenin ölüm anlamına geldiği açıkça ortada. Her şey pamuk ipliğine bağlı.” Dolayısıyla “bu akşam, bu gece” harekete geçmek gerekir.

“Tedricilikten kopuş” notunu yazıyordu Lenin, savaşın başında tekar okumaya koyulduğu Hegel’in Büyük Mantık’ının sayfa kenarlarına. Ve ısrar ediyordu: “Sıçrayışlar olmaksızın tedricilik hiçbir şeyi açıklamaz. Sıçrayışlar! Sıçrayışlar! Sıçrayışlar!”16

Temmuz 2002

1. Hannah Arendt, Qu’est-ce que la politique, Paris, Seuil,

2. François Furet, Le Passé d’une illusion, Paris, Robert Laffont-Calmann-Lévy 1995, p. 57

* Gönülsüz kullak: Etienne de la Boétie (1530-1563)’nin “Gönüllü kulluk üzerine söylev”ine gönderme yapılıyor. Ç-N.

3. Lénine, Œuvres Cilt 9, p 119 et 15, p. 298.

4. Lénine, Œuvres, Cilt 5, p. 408.

* Penelope gündüz yaptığı örgüleri gece bozarken, Danaos’un kızları, kocalarını öldürmenin cezası olarak dipsiz bir fıçıyı suyla doldurmaya mahkum olmuşlardı. Ç-N.

5. Lénine, Œuvres 5, 440:463

6. Ibid, Cilt 7, p. 41. Böylece, ultra-emperyalizm hakkındaki 1915 tartışmasında Lenin, dünya çapında kapitalist üretim ilişkilerinin olgunluğunun sistemin çöküşüne yol açacağı görüşünde olan yeni bir ekonomizmin tehlikesini sezer. Siyasalın toplumsala veya ekonomiye indirgenmesinden kaçınma kaygısını yirmili yılların başında Sovyet devletinin karakterizasyonu konusundaki tartışmalarda tekrar görebiliriz. İşçi Devletinden söz edenlere Lenin şu cevabı verir: “bu devlet tam olarak bir işçi devleti değil, sorun burada” (32’nci cilt, s.16). Onun formülüyse bir sosyolojik karakterizasyondan daha betimleyici ve daha karmaşık: bu “bürokratik deformasyonlara” sahip bir işçi ve köylü devleti olacaktır, işte “tüm gerçekliği içinde geçiş [dönemi]». Son olarak da sendikalar konusundaki tartışmada, Lenin yine orijinal bir tutum alıyor: bir siyasi iktidar organı olmadıklarından sendikalar “zorlayıcı devlet örgütlerine” dönüştürülemez.

7. Ibid, Cilt 31.

8. Ibid, Cilt 10, p. 15.

10. Lénine, Œuvres, Cilt 25, p. 335.

9. Lénine, Œuvres, Cilt 7, p. 470.

11. Lénine, La maladie infantile du communisme.

12. G. Lukacs, Histoire et Conscience de Classe, Paris, Minuit, 1967.

13. Henri Lefebvre, Eléments de rythmanalyse, Paris, Syllepses.

14. Lénine, Cahiers Philosophiques, Paris, Editions sociales, 1973, p. 257.

15. Lénine, Cilt 25, pp; . 17 et 277.

16. Lénine, Cahiers Philosophiques, op. cit. p. 118-119.

Çeviri: Uraz Aydın

Bu yazı Daniel Bensaid’in Köstebek ve Lokomotif (Yazın Yayıncılık) kitabından alınmıştır.

Alain Krivine, Bir Devrim Zanaatkarı- Masis Kürkçügil

Fransız Troçkist hareketinin ve Dördüncü Enternasyonal’in önemli simalarından Alain Krivine’i, seksen yaşında kaybettik. Alain, hem Fransız 68 hareketinin öne çıkan birkaç isminden biriydi hem de bu isimler arasında yaşamını yitirdiği güne kadar siyasal angajmanınlarından vazgeçmeyen ve örgütlü kalan tek isimdi.

10 Temmuz 1941’de Paris’te doğar, Alain Krivine. Krivine’ler 19. yüzyılın sonlarında Yahudi karşıtı pogromlardan sonra Fransa’ya göç eden Ukraynalı bir Yahudi ailesidir. Dört erkek kardeşinin de üyesi olduğu Fransız Komünist Partisi’nin (FKP) gençlik örgütü olan Komünist Gençlik’e 17 yaşındayken katılır ancak Cezayir’in bağımsızlığını reddeden bu partinin siyasi çizgisiyle anlaşamazlıklar yaşar, hızla Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi’ne Fransa’daki destek şebekesine katılır. Öte yandan partinin “destalinizasyonu” ve partide eğilim kurma hakkın için mücadele eder. 1966’da FKP’den ihraç edilir. Bu sırada Dördüncü Enternasyonal militanlarıyla ilişki kurmuş olan Krivine, aynı yıl Devrimci Komünist Gençlik’i (JCR) kurar. Troçkist olmakla birlikte dünya gençliğinde yankısı olan Guevaracılık gibi radikal akımlara da açık olan JCR önce Vietnam savaşına karşı seferberlikte önemli bir rol oynar, sonrasında da 1968 hareketinde kilit bir aktör haline gelir, tıpkı Alain’in kendisi gibi. JCR’in kapatılmasının ardından 5 haftalığına hapse giren Krivine, çıkınca Devrimci Birlik’in kuruluşunda yer alır ve 1969 seçimlerinde bu parti adına cumhurbaşkanı adayı olur, %1.1 ile en düşük sonucu alır. Devrimci Birlik de özellikle faşist gruplara yaşadığı meydan savaşlarının ardından 1974’de kapatılır, Alain yine beş haftalığına içeri girer, bu kez çıkınca Devrimci Komünist Birlik’i (LCR) kurar yoldaşlarıyla birlikte. 2006’ya kadar bu partinin siyasi bürosunun üyesi olarak enternasyonalist, sendikal, feminist, ırkçılık karşıtı, evraksızlar ve barınamayanların lehindeki tüm mücadelelerinde yer alır. Peugeot fabrikalarındaki LCR örgütlenmesinden Rusya’daki Dördüncü Enternasyonal grubunun kurulmasına, sahada koşturmaktan vazgeçmeyen Alain, 1999-2004 yılları arasında LCR’in Lutte Ouvriere (İşçi Mücadelesi) grubuyla ittifakı sonucu Avrupa Parlamentosunda görev alır. Yıllarca bu partinin sözcülüğünü yapmış olan ve bir ölçüde kamuoyunun gözünde onunla özdeşleşmiş olan Alain, olabildiğince başarılı bir inisiyatifle bu sözcülüğü 2000’lerin başından itibaren yeni bir militan kuşağın temsilcisi olan, posta çalışanı Olivier Besancenot’ya devreder. Fakat Alain, hem daha geniş kesimleri kapsayan ve 2009’den itibaren LCR’in yerini alan Yeni Antikapitalist Parti’de (NPA) hem de Dördüncü Enternasyonal’de aktif olmayı son yıllara kadar sürdürür.

Aşağıda Masis Kürkçügil’in, dostu ve yoldaşı Alain Krivine’in anısına kaleme aldığı yazıyı yayımlıyoruz.

İmdat Freni

Uzun süreli militantizmin kaçınılmaz yanı içinde bir dizi yeni başlangıçları içermesidir.  Alain Krivine 80 yaşında aramızdan ayrılırken bu tür yeni başlangıçların neredeyse müptelası olmuştu. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ülkesinde ve dünyada öne çıkan her olayda hazır ve nazırdı, ister kürsüde ister sokakta, nerede ihtiyaç varsa orada. Başkalarının deneyimine tavsiye vermek için değil anlamak, öğrenmek için yaklaşırdı, yeniyetme bir devrimcinin merakıyla. 

Hayat hikayesinin dökümünü çıkaracak veya otobiyografisini okuyacak olanlar, üstadı Ernest Mandel’den öğrendiğini söylediği bir ilkeyi nasıl da hayatının pusulası yaptığını anlayacaklardır. Asla kendi örgütünün çerçevesine ve hele hele ihtiyacına göre siyaset yapmadı. Yapılması gereken daima emekçilerin, ezilenlerin yakıcı sorunlarından hareketle yapılmalıydı. Bu nedenle 100 kişilik veya bin kişilik örgütteyken de, on bin kişilik örgütteyken de daima bir kitle insanıydı. Onların dilinden konuşuyordu, tıpkı militanların ruhlarını kavradığı gibi. 

Tarık Ali, Alain Krivine ve Ernest Mandel

Yoldaşlarını bir kampanyaya davet ederken onları düşündürtüyor, güldürüyor, coşkulandırıyor ve toplantıdan çıkışta herkes laf olsun diye değil keyifle eyleme koyuluyordu. Mutualité salonu böylesi toplantıların mekanıydı. Herhalde onun gibi hatip parmakla gösterilebilir. Siyasetle eğleniyordu da denebilir, Daniel Bensaid bir sohbetimizde öyle demişti. Yani devrimci siyaseti zevkle yapıyor, ondan zanaatkarane bir haz alıyordu, kuru bir görev bilinciyle değil ve elbette uzmanlaşmadan ve getirdiği yabancılaşmadan azade. Sadece bir kürsü insanı da değildi, “tahrik ve teşvik ettiği” insanlarla birlikte her daim eylemin ortasındaydı.

İnsan ilişkileri eskilerden gençlere hep tazeydi. Araya ara girmezdi. Yoldaşlık onun için yalnızca bir görev meselesi değil aynı zamanda insaniydi. Yaz Üniversitelerinde herkesle özel olarak ilgilenirdi.

68’in en yaşlısı olan Alain, erken siyasallaşmasının da bir ürünü olarak Cezayir savaşından bugüne bir köprü işlevi de gördü. 2012’de Cezayir Devriminin 50. Yılı için konuştuğumuzda aniden heyecanlandı ve kürsüdeymiş gibi sürükledi götürdü. Antikolonyalist mücadelenin mütevazı savaşçılarından biriydi ne de olsa (dairesinin kapısında sağcılar bomba patlatmıştı). İlişikteki resimde onu 2019’da Ukrayna’da bir gösteride torunu yaşındaki insanlarla birlikte görüyoruz. Mücadele varsa umut var demekti onun için. Dediği gibi “yalnızca muhafazakarlar hayal kurmaz.”

Ukrayna, Mart 2019’da “Toplumsal Hareket”in kuruluşunda

Ernest Mandel’in ardından Dördüncü Enternasyonal’in sözcüsü olmayı da üstlendi, Alain.

Türkiye’de ilk kez Birleşik Sosyalist Parti’nin 1995 Haziran Kongresine ve sonra da ÖDP’nin çeşitli kongrelerine katıldı. O gençlerden hoşnuttu, gençler de ondan. Yabancı delegasyon (özellikle Yunanistan Komünist Partisi -KKE- temsilcileri) onunla özel olarak ilgilenirdi. Sanıldığı gibi siyasi bir muarız olarak gördükleri için değil gençliklerinde veya sürgünde Fransa’da bulunmak zorunda olanlar Alain’i hep merak ederdi çünkü. 

Alain’i kendi topluluğumuz dışında özellikle Avrupa Antikapitalist Partiler toplantılarında Lizbon, Madrid ve Paris’te izleme imkanım oldu. Çok farklı geleneklerden gelen bu partilerin buluşmasında derleyici, toparlayıcı özelliği öne çıkıyordu. Benim talihsizliğim Lizbon’da Alain ile birlikte kameraların karşısına çıkmaktı. Öyle bir hatibin yanında konuşmak güzeldi de ikide bir nasıl gidiyor diye de Alain’e bakma ihtiyacı hissediyordum.

2008’de 1968’in ünlü toplantı salonu Mutualité’de NPA’nın kuruluşunda ben de bulunuyordum. Bir yeni başlangıç daha. Ama eskiyi inkar etmeden. Ne de olsa hiçbir zaman sıfırdan başlamıyoruz (Daniel’in sevdiği bir motto). 

Son yıllarda hem Fransa hem dünya halleri pek parlak denemezdi. 2018’de son kez çalışma odasında görüştüğümüzde ona hiç yakıştıramadığımız bir karamsarlık gölgesi vardı. Evet durum parlak değildi ama 68’in 50. yılı vesilesiyle kendisiyle yapılan bir görüşmede belirttiği gibi durumun parlak olmaması “vazgeçmeye yol açmamalıdır. Vazgeçmek söz konusu değil. Umut, belki de beklenenden daha erken dönecektir. Bunun için kendimizi hazırlamalıyız.”

Ama aslolan ne denirse, şimdi dünyayı değiştirmek her zamankinden de acildi ve kimileri bir zamanlar “devrimi çok sevmiştik” dese de devrimi hâlâ sevenler vardı.

Onu unutmak ne mümkün! Ancak bazı hasletlerini, onu yitirdiğimizde anladığımız da bir gerçek. Onu sevgiyle değil yalnızca, özlemle de anacağız.

İmdat Freni tarafından Alain Krivine’in anısına hazırlanmış bir video

ABD: Starbucks’ta Sendikalaşma Muharebeleri – Sharon Zhang

21 Şubat Pazartesi günü, Starbucks Workers United, şirketin sendikaları çökertme çabalarını hızlandırmasına rağmen, sendika temsilciliği için 100’den fazla mağazada başvuru yapıldığını duyurdu. 

Sendika, “Artık resmileşti – 100 mağazaya ulaştık” diye tweet attı. “103 mağaza (tam olarak) NLRB’ye [Ulusal Çalışma İlişkileri Kurulu’na] Starbucks Workers United hareketine katılmak için dilekçe verdi!”

Virginia’daki üç mağazada ve Wisconsin’deki bir mağazadaki yeni başvurularla birlikte 26 eyalette 100’ün üzerinde sendikalaşma başvurusu yapılmış bulunuyor. Şimdiye kadar iki mağaza başarılı bir şekilde sendikalaştı ve binlerce işçi mağazalarında sendikal örgütlenme kampanyaları düzenliyor.

Sendikaya göre, sendikalaşma için başvuran mağaza sayısı sadece son üç haftada ikiye katlandı; Ocak ayı sonunda yaklaşık 50 mağaza sendikalaşma başvurusunda bulundu.

Workers United’ın uluslararası başkanı Lynne Fox yaptığı açıklamada, “Hatadan kaçınalım, iyi bir başlangıç yaptık” dedi. “Her zaman Kevin Johnson [Starbucks CEO’su] ile bir görüşmeyi memnuniyetle karşılarım. Çalışma ilişkileri düşmanca değil, işbirliğine dayalı olmalıdır. İşçinin sesi duyulmadan başarı olmaz.”

Şirket, sendikalaşma hareketine karşı giderek daha düşmanca tavır alıyor ve hareket büyüdükçe daha umutsuz hamleler yapıyor. Şubat ayının başlarında şirket, Tennessee, Memphis’te sendikalaşan bir mağazada yedi işçiyi işten çıkardı. İşten atılan işçilerin hepsi mağazanın örgütlenme komitesinde bulunuyordu.

Son zamanlarda şirket, sendikalaşma kampanyasının başladığı ilk yer olan New York, Buffalo’da önde gelen bir örgütleyici işçiyi işten çıkardı. Eski Starbucks çalışanı Cassie Fleischer, sendikanın girdiği Buffalo mağazalarındaki ilk sözleşmelerin imzalanması için şu anda şirketle müzakerelerde bulunan komitenin bir üyesiydi.

Fleischer, Facebook’ta “sendikanın örgütlenme ve müzakere komitelerinin bir yöneticisi ve Covid-19 güvenliği konusundaki grevin düzenlenmesine katkıda bulunmuş biri olarak, bir şeylerin değiştiğini biliyorum” dedi. Bu, 2017’de imza attığım şirket değil ve bu, mağazalarımızda sendikaya ihtiyacımız olduğunu daha da güçlü biçimde kanıtlıyor.”

Bir şirketin, sendika kurma hakkını kullanan işçilere misilleme yapması yasa dışıdır. Ancak, işverenin haksız uygulamalarına ilişkin itirazların Ulusal Çalışma İlişkileri Kurulu (NLRB) tarafından işleme koyması yıllar alabilir. Ayrıca, şirketin sendikalı bir çalışanını geçerli bir sebep olmaksızın işten çıkararak yasaları ihlal ettiği tespit edilirse, şirket için esasen herhangi bir ceza yoktur, şirket yalnızca çalışanı yeniden işe almak ve kaybedilen zaman için ücretlerini ödemekle– veya çalışanı kovmasaydı, şirket için normal işletme maliyeti ne ise onu ödemekle- yükümlü olacaktır.

Üç hafta önce şirket ayrıca Arizona, Mesa’da sendikalaşan bir mağaza için oy sayımını geciktirmeye çalıştı ve sebep olarak sendika seçimlerinin mağaza bazında yapılmaması gerektiği argümanını tekrarladı. NLRB bu kez şirket aleyhine karar verdi, çünkü şirket oy sayımını erteleme amacıyla iddialarını çok geç sunmuştu. Mağazanın gelecekte sendikalaşacağından emin olan sendika için oylama sonucunda çok ucu ucuna bir zafer gerçekleşti. Mesa’daki kafenin vardiya amiri Michelle Hejduk düzenlediği basın toplantısında, “Bu bizim için inanılmaz bir hayal kırıklığı oldu, ancak esas zaferi ileride elde edeceğimizi biliyoruz” dedi.

Şirket, Mesa ve Buffalo’daki seçimleri geciktirme veya durdurma girişimlerinde daha önce mağaza bazında seçimlere karşı çıkmaya çalıştı, ancak NLRB her seferinde onlara karşı karar verdi.

Bu taktikler, şirketin sendikalaşmaya karşı yürüttüğü diğen manevralara ekleniyor. Mesa’da işçiler, sendikalaşma kampanyası başladığında şirketin mağazaya beş yönetici ve çok sayıda çalışan eklediğini söylüyor. Ve ülke çapındaki işçiler, şirketin her sendikalaşan kafenin çalışanlarıyla onları yıldırmaya dönük zorunlu toplantılar düzenlendiğini bildirdi.

Şirket ayrıca Buffalo’da işçilerin sendikaya katıldığı kafelerdeki toplu sözleşme görüşmelerini etkilemeye çalışıyor [Starbucks kendini tek bir şirket gibi sunuyor ve dolayısıyla mağaza bazında yapılan sendikalaşmaya ve sözleşmere karşı çıkıyor]. 

Şirket örgütlenen çalışanlarına bir sendikaya oy vermeden önce müzakerelerin sonuçlarını beklemelerini söylüyor –  ki muhtemelen gerekirse müzakereleri yıllarca uzatacağını çok iyi biliyor. 

Bu arada çalışanlar, Starbucks’tan sendika karşıtı kampanyasını durdurması ve sözde ilerici bir şirket olarak köklerine geri dönmesini talep ediyor.

Tercüme: İmdat Freni Çeviri Kolektifi

Kaynak: Truthout

Görsel: JASON REDMOND / AFP VIA GETTY IMAGES

Rus Feministlerden Savaş Karşıtı Manifesto

Bu metin, Ukrayna’daki işgale ve savaşa karşı birleşen Rus feministlerin manifestosudur. Feminizm, Rusya’da Vladamir Putin tarafından başlatılan zulüm dalgasının altında yok edilemeyen az sayıdaki muhalif hareketten biri. Şu an Rusya’da en az 30 kentte bir kaç düzine feminist grup örgütlü bulunuyor. Bu metinde, Rusya çapındaki savaş karşıtı hareket içinde yer alan feministler, tüm dünyadaki feministlere Putin hükümeti tarafından başlatılan askeri saldırganlık karşısında birleşme çağrısı yapıyor.

Çeviri: Çatlak Zemin

Kaynak: Jacobin

Bu harekatın hazırlığı uzun bir süredir yapılmaktaydı. Rus birlikleri aylardır Ukrayna sınırına doğru hareket halindeydi. Ülkemiz hükümetiyse askeri bir saldırı olasılığını inkar ediyordu. Şimdi bunun bir yalan olduğunu görüyoruz.

Rusya komşusuna savaş ilan etti. Ukrayna’ya ne kendi kaderini tayin hakkını ne de barışçıl bir yaşam umudu tanıdı. Bizler—bir kez daha—son 8 yılda Rusya hükümetinin inisiyatifiyle bir savaşın yürütülegeldiğini ifşa ediyoruz. Donbas’taki savaş, Kırım’ın yasal olmayan ilhakının bir sonucu. Luhansk ve Donetesk halklarının hiçbir zaman Rusya ve liderinin umurunda olmadığına, 8 yıl sonra bu cumhuriyetlerin tanınmasının Ukrayna’yı özgürleştirme kisvesi altında işgal etmenin bahanesi olduğuna inanıyoruz.

Rusya vatandaşları ve feministler olarak bu savaşı kınıyoruz. Politik bir güç olarak feminizm, saldırgan bir savaşın ve askeri işgalin yanında olamaz. Rusya’daki feminist hareket; kırılgan gruplar için, içinde şiddete ve askeri çatışmalara yer olmayan, fırsat ve imkan eşitliğinin tesis edildiği, adil bir toplum kurma mücadelesi vermekte.

Savaş şiddet, yoksulluk, zorla yerinden etme, darmadağın olan hayatlar, güvensizlik ve geleceksizlik demek. Savaşın feminist hareketin temel değerleri ve hedefleri ile uzlaştırılması mümkün değil. Savaş toplumsal cinsiyet eşitsizliğini katlar ve yıllar içinde edinilmiş insan hakları alanındaki kazanımları geriletir. Savaş beraberinde sadece bombaların ve kurşunların şiddetini değil, cinsel şiddeti de getirir: Tarihin bize gösterdiği gibi, savaşlar sırasında tecavüze uğrama riski her kadın için katbekat artar. Bunlar ve daha birçok başka sebeple Rus feministleri ve feminist değerleri paylaşanlar, ülkemiz yönetimi tarafından başlatılan bu savaşa karşı güçlü bir karşı çıkış geliştirmelidir.

Bu savaş, Putin’in konuşmalarından anlaşıldığı üzre, hükümet ideologlarının öne sürdüğü “geleneksel değerler” uğruna başlatıldı—Rusya’nın sözümona tüm dünyada bu değerlere biat etmeyi reddedenlere ya da başka değerleri benimseyenlere karşı şiddet kullanımını da içerecek şekilde misyonerliğini yapmaya soyunduğu değerler uğruna. Bu “geleneksel değerler”in toplumsal cinsiyet eşitsizliğini, kadınların sömürülmesini ve patriyarkanın katı normlarına uymayan herhangi bir yaşam, kendini-tanımlama ve eyleme biçimine karşı devlet baskısını içerdiği, eleştirel düşünce kapasitesine sahip olan herkes için apaçık. Komşu bir ülkeyi işgalin meşrulaştırma aracının bu çarpık normları dayatma arzusu ve bir “özgürleştirme” demagojisi olması, Rusya çapında tüm feministlerin bütün enerjileriyle bu savaşa karşı durmaları için bir başka sebep.

Bugün feministler Rusya’da aktif kalabilen birkaç politik güçten biri. Uzun bir zamandır Rus yetkililer bizi tehlikeli bir politik hareket olarak görmedi, dolayısıyla diğer politik gruplara nazaran bir süreliğine devlet baskısından görece az etkilendik. Şu an Kaliningrad’dan Vladivostok’a, Rostov-on-Don’dan Ulan-Ude ve Murmansk’a kadar ülke çapında 45’den fazla farklı feminist grup örgütlü faaliyetini sürdürüyor. Rusya’daki tüm feminist grupları ve bağımsız feministleri Savaşa Karşı Feminist Direniş’e katılmaya ve aktif biçimde savaşa ve bu savaşı başlatan hükümete karşı durmaya, dünya çapında tüm feministleri de bu direnişimize katılmaya çağırıyoruz. Çoğuz; birlikte çok şey başarabiliriz. Feminist hareket son on yılda inanılmaz bir medya ve kültür gücüne ulaştı; şimdi bunu politik bir güce dönüştürmenin zamanı. Savaşa, otoriteryanizme ve militarizme karşı muhalefet biziz. Gelmekte olan gelecek, bizleriz.

Tüm dünya feministlerine çağrımızdır:

  • Ukrayna’daki savaşa ve Putin diktatörlüğüne karşı barışçıl gösterilere katılın, çevrim-içi veya çevrim-dışı kampanyalar başlatın ya da kendi eylemlerinizi gerçekleştirin. Savaşa Karşı Feminist Direniş sembolünü ve #FeministAntiWarResistance, #FeministsAgainstWar hashtag’lerini materyal ve yayınlarınızda kullanabilirsiniz.
  • Ukrayna’daki savaş ve Putin’in saldırganlığı hakkındaki bilgileri yayın. Şu anda tüm dünyanın Ukrayna’yı desteklemesine ve her koşulda Putin’in rejimini reddetmesine ihtiyacımız var.
  • Bu manifestoyu başkalarıyla paylaşın. Feministlerin bu savaşa ve herhangi bir savaşa karşı olduklarını göstermemiz gerek. Putin rejimine karşı birleşmeye hazır Rus aktivistlerinin olduğunu göstermemiz de elzem. Hepimiz şu anda devletin zulmüne karşı tehlike içindeyiz ve desteğinize ihtiyacımız var.

Savaş Karşıtı Feminist Direniş

Başlık İmdat Freni tarafından değiştirilmiştir.

Savaşa Karşı Feminist Direniş’in daha fazla bilgi paylaştığı (Rusça) bir telegram kanalı mevcut.

Görsel:   © Avtozaklive