İmdat Freni

Yaratıcı Emek ve AKP Türkiye’si: Bir suç unsuru olarak sanat – Oğulcan Yiğit Özdemir

Emeğin görünümleri olarak yaratıcı emek, Sovyet ülkelerinde entelektüel ve sanatsal her türden faaliyeti kapsayacak biçimde tanımlanarak bir mübadele değerine yahut soyut emek terazisine vuruluyordu. Elbette, son kertede sanatı sayısal değerlerle ifadesini bulacak şekilde tanımlamak olanaksız. Bu çabanın kendisi bize dijital (yani sayısal) sanat mefhumunun kendi başına bir şey ifade etmediğini, sanatın sosyal ve tarihsel koşullanmalarla çelişkili ilişkilerden türediğini de hatırlatıyor. Ancak bu başka bir yazının konusu.

Michel Foucault’nun yönetimsellik tartışmalarını yürütürken hapishane koşullarından örnekler vermesi boşuna değil. Neo-liberal devletin hâkim mantığını tanımlarken suçun bir çeşit kar-zarar hesabına bağlı olarak -hapishanelerin doluluğu, suçun demografik dağılımı, akıl hastanelerinin kimi adli suçlulara bakım kapasitesi ve tabii ki kimi minör suçların devlete duyulan ihtiyacı pekiştirecek şekilde göz ardı edilmesi- yönetim aklının (hakim rasyonalitenin) bir harcama kalemi haline geldiğini vurguluyordu.

Bu çerçeveden bakıldığında, İslami bir yönetimselliğin, müziği haram, sanatı yalan, kültürü bereketsiz kılacak çeşitli adımlar atmasında şaşılacak bir şey yok. Bu hakim rasyonalitenin ideolojik bir mekanizma olmadan işlediği gerçek demokrasiler olduğu anlamına gelmemeli. McCarthy’den Bush yönetimine siyahilere ve eşcinsellere, yanı sıra muhalefet saflarındaki sanatçıları tasfiyeye yönelen Protestan-Presbiteryen-Evanjelist mezheplerin yönetim aklını güdülediği doğrultu somut örnekleriyle AIDS hastalarına takınılan tutum gibi örneklerle hala hatırlarda.

Cumhuriyetçi pozitif hukuk mekanizmasının tanımladığı sanat anlayışının dışındaki oluşlara yönelen tutumu, bugün bile aydınların yaşadığı mahpusluk günleri, sürgünler ve faili meçhul suikastlarla hatırlanıyor. Sanatın ve sanatçının varlığıyla ilgili, memuriyet sınırlarının dışına azmetmediği, yani entelektüel ve muhalif bir kimliğe soyunmadığı sürece ise kökensel bir çelişkisi olduğunu söyleyemeyiz. Benzeri bir durumu Sovyet bürokrasisinin hoşuna gitmeyen satırlar kaleme aldığı için çalışma kamplarına yollanan yazarlardan da biliyoruz. Sergey Dovlatov’un esprili bir tonda ifade ettiği gibi “hapse girip çıkmamış bir Rus entelektüelinin beş kuruşluk değeri yoktur çünkü”.

O halde AKP Türkiye’sinin bakiyesi negatif özgürlüğe dayalı hukukun (yani muteber yurttaş olmak için şunu ve şunu yapmalısın değil, şunları şunları yapmadığın sürece istediğini yapmakta özgürsün) nelerin yapılmaması gerektiği ile ilgili güncel siyaset aracılığıyla koyduğu levhalardan anladığımız, toplumun belleğinden süzülen teamülleri dahi dumura uğratacak kadar geniş ve gelişigüzel bir tasvir sunulduğu. Bu alanı sürekli olarak özgürlükler lehine açan sanatçılar ise elbette hedef tahtasında, arada bir, sırayla.

Karantina, sokak müzisyenliği ve gayrı-sosyal devlet

Yetenekli bir sokak müzisyeni düşünelim. Günde 150 ila 250 lira arasında kazansın, bu ayda asgari ücretle 7000 lira arasında bir meblağa denk düşüyor. Kira giderleri, yemek ve faturalar düşüldükten sonra müzisyen için ikinci sevgilisinin ekmek teknesi olan enstrümanı haline gelmesi kaçınılmaz.

Şiddetini azaltır görünse de hala süren COVID-19 salgını sırasında ilan edilen uzun süreli karantina ve sokağa çıkma yasaklarının akılsızca verilmiş kararlar olduğunu söylemek, sanıyorum fazla kaçar. Ancak bu kararların olası sonuçlarıyla ilgili hiçbir önlem alınmadığı gibi, ardından gelen krizin faturasının sahnelere, müzisyenlere ve genel olarak “yaratıcı emek”le geçimini sağlayan sanatçı ve kültür emekçilerine bindiğini kabul etmek gerek.

Yüzün üzerinde müzisyenin, müzik aletlerini satmasının ardından çaresizlik sonucu intihara sürüklenmesinde, AKP tipi kültüre ve sanat emeğine karşı sürekli huzursuz bir kompleksle yaklaşan neo-liberal aklın sorumlu olmadığını kim söyleyebilir? Elbette ki bu müzisyenlere ve pek çok sanat emekçisine, yöneticiler tarafından alınan bu karar öncesinde geçinebilecekleri kadar bir bütçe ayarlanabilirdi.

Bu kasıtlı olarak yapılmadıysa, bu durumun götürülerini de hesaplayacak bir rasyonelleri vardır, diye umuyorum. İstenen şey Lenin nişanı ya da devlet sanatçılığı payesi ya da Almanya ve Fransa’daki gibi sanatçı sigortaları değil, kişiye sanatını idame ettirebileceği bir meblağın olağanüstü koşullarda sağlanması. Gündelik olağan yaşamında da hiç değilse alan kapatılmaması.

Şu meşhur kültürel hegemonya

Bütün bu tablo, hükümet yöneticilerinin kültür alanı ve sanatçılar üzerinde yeteri kadar riayet uyandıramadıkları, bu alanda pek de muteber sayılmadıkları yolundaki sayıklamalarıyla da birleştiğinde ortaya korkunç bir görüntü çıkıyor. Dilim demeye varmıyor ama, mevcut hükümetin bu alanı bir çeşit tasfiyeye götürmek için karantinayı fırsata çevirdiğini bile söyleyebiliriz.

Çalsın dombra, ver mehteri!