Pragmatizmin kişisel çıkarları ve fantezilerini aklın uykusunda şarlatanca savunduğu bir çağdan geçiyoruz. Aynı anda hem usdışının, hem de egosantrik entrikacılığın ululandığı bu dönem, uzun zamana yayılan bir anaforun hatlarını önümüze seriyor: eylemsiz, kuralsız, düzensiz ve her şeyden önemlisi kişiliksiz. Peki ya tarihi okumak isteyenler? Basmakalıp düşünlerin ve yenilgicilik tohumunun esiri pek çoğu.
Öyleyse yeni bir türden rasyonaliteyi, neşeli bir bilme arzusunu tanımlamanın vakti olmasın? Sanatta ve politikada bağımsızlığı tehdit eden çıkarcılığı ve fırsatçılığı teşhir etmenin vaktidir bu. Politikada somut kazanımları ve zaferden çok grup çıkarlarını öngören aidiyetçiliği ve onun kimlik bunalımlarının ifadesi olarak sanatı ve sanatçıyı politik üst okumalara ram etme kaygısı, sanatçıyı da kendi çıkarlarından çok ram olduğu aidiyetlerin pragmatizmine hapsediyor. Sanatsal düşün, politikaya ram oldukça politika çıkarcılığa, sanat ise akılsızlığa gömülüyor.
Rasyoneli, hâkim rasyoneli tehdit etme iddiasıyla tamamıyla askıya alan bu grup refleksleri, banal bir üretim kaygısını ve aydın nobranlığını bir ve aynı hamleyle üretirken, sempatik görünme mecburiyeti her yanı sarmış durumda. Hayır, “isyanda bir akıl vardır”.
O halde felsefenin mistifiye edilmesine ve sanatın bir tanıtım efekti haline gelmesine karşı, neşeli bir rasyonalizmi savunmanın zamanı geldi de geçiyor.
Öncüller, ardıllar, araf
Arzularını gerçekliğin yerine koyan akla karşı, eleştirel muhakeme her zaman yeterli olmayabilir. Bu daha ziyade bir araf, bir çekilme konumu olsa gerek. Pratik aklın çıkarlarını, cemaatin pragmasının sunağında kurban etmeye ne demeli? Her açıdan canavarların çağıdır bu.
O halde bu aynı anda hem LED ışıklı, hem de karanlık ve dolayısıyla hareketsiz çağın sorunlarını tartışmak, bir cesaret, düşünme cesareti istiyor. Düşünce de bir türlü eylem olsa gerek, ancak duyumu ve deneyimi tartan, sorgulayan, aklın neden-sonuç ilişkilerinden geçiren bir düşüne ihtiyaç duyuyoruz. Dolayısıyla bu, bir eylem tarzını sorgulamayı da gerektiriyor.
Aklın metafizik kategorilerini sorgulamadan önce. ki bugünlerde kendileri nörobilimde cirit atıyor, şunu hatırlamakta büyük fayda var: akıl, eylemlerimizin geri dönüşlü bir etkisidir. İnsanın “en ince duyusudur”. Ancak belki burada biraz etimolojiye girmekte fayda var, akıl (reason) aynı zamanda neden (reason) da demek. Belki büyük harfle, her şeyi başlatan bir Reason, olmayabilir. Ama olagelen bir neden-sonuç vardır.
Bugün aklın metafizik kategorilerine saldırıyormuş görünenler (nam-ı diğer post-yapısalcılar, liberaller ve anarşistler) ve onun fizik öncesi varlığını sahiplendiği düşünülenler (Ortodoks Marksistler, Kemalistler) kaba ikiliğine sıkışmış, çoğunun kendi bölünmez (individual) psişesinde bile katışık (heterojen) bir görünüm arz ettiği bir andayız. Tam da sorunun kaynağının akla dair bu yanlış tartım, kurucu mitolojiyi tersinden üreten bu a priori özgürleşmeci kötücül meta-anlatıyı buluyoruz. Herkes büyük genesis anıyla kafayı bozmuş.
Ancak geçmişe ve bugüne dair neden-sonuç ilişkilerini tartan (ki bu noktada da apolojizm ve factualismtartışmalarımız mevcuttur) ve geleceğin “yazılı olmadığını”, dolayısıyla eylemlilik arz ettiğini, bilimin, “şen bilimin” kıtasında bilinenler ve henüz bilinmeyenler yolculuğu olduğunu kabul etmek gerek.
Rasyonalizm, yine, diyalektik, yeniden
Kısaca modern felsefede üç okul var, ampirisistler, fenomenologlar ve rasyonalistler. Duyum, deneyim ve akıl. Bunların karmaşık tekamül ve bireşimleri olsa da, çığır açıcı görünen sentezlerden bahsetmek de mümkün. Konu uzun ve karmaşık, ama bu okulların merkeze aldıkları sorunsallar ve çözüm önerileri de farklılaşıyor. Dolayısıyla her halükarda bir kamplaşma yok. Bilgi nedir, sorusunun cevabını arayanlar olduğu kadar, varlık nedir, sorusuna cevap arayanlar da var. Akıl nedir sorusu ise günümüzde bilimin felsefeden uzaklaşmasıyla biraz olsun soluklanmış görünüyor. Yine de North Whitehead’in yaşam, bilim ve akıl açısından söyledikleri yeniden gündem olur gibi.
Mega-diyalektik tarih konsepti (Stalinizm ve Fukuyamacılık) her halükarda her şeyi kavramda (özgürlük ve/ya sosyalizm) aşmaya çalışırken, mikro-iktidar ağlarıyla (bilgi reseptörleri aracılığıyla) her yanımızı kuşatan bir denetim ağının dayattığı bir tıkanmışlık, hareketsizlik de mevcut. O halde kişinin kendi aklını, çoğul ve özneler-arası eyleyebileceğini öneren, şen bir bilmeyi her şeyi bilme iddiasına (totalitarizm) ram etmeden öneren bir akıl gerek bize.
Ama bu, biraz da politikaya lazım olan. İngilizlerin common sense dediği, bizdeki adıyla akl-ı selime uymaktan bahsetmiyorum ancak, neden-sonuç ilişkilerinin getirdiği “(henüz) bilmiyorum” tümcesine duyulan ihtiyaç bu daha çok. Nasıl ki akıl deneyim ve duyumu süzüp bilgi üretiyorsa, bundan ibaret olmadığımızı ve dünyanın da neden-sonuç ilişkilerinden artakalan bir tarafı olduğunu kabul etmek gerek.
Sanatın ihtiyacı olan ise politikadan biraz olsun arınmak, ram edilmekten kurtulmak. Sanatçının ve edebiyatçının bu alanların kendi problemleriyle kendisinin hemhal olması için, politikanın biraz bu alandan uzaklaşması gerek. Nasıl ki bilimi bilim insanlarına bırakma konusunda istekliysek, sanatı da sanatsal düşünme pratiği gösteren sanatçılara bırakmalı, alanın iç tartışmalarını felsefe ve/ya siyasete mal etmekten kaçınmalıyız.
Bunun şimdiye kadarki sebebi, sanat tarihinin metodolojisindeki açmazlardı. Ancak sanat tarihinin metodolojisi tartışmaları sanat pratiğinin önüne geçti ve alanın kendi iç çatışmalarını mega-diyalektiğe tabi kılarak son 10 yılda dondurdu. Sanatın neliğine dair estetik felsefesinin sorularından beslendiğinde de, büyük bir laf kalabalığı üretti.
O halde eser, sanatçı ve eleştirmen üçgenindeki sınırların farkına varmakta fayda olduğu kanaatindeyim. Gerçek direniş, hakiki anlamda politik olan, her şey politikse zaten sanat pratiğinin içerisinde mevcuttur. Felsefenin sanattan duyduğu modası geçmiş korkuyu her iki cenahta da (kısaca –postlar ve makro-materyalistler diye ayırabileceğimiz) bulmak mümkün.
Biri politik olarak nüfuz etmek istiyor ve sonucunda her türden sanatsal pratiği güncel olana indirgiyor, diğeri ise kendi makro-stratejisinin gözlükleriyle bakıyor, dolayısıyla ayıklamacı yaklaşıyor. Her ikisi de aslında -tarihsel ve ideolojik olarak inşa edilmiş bir tasnif çerçevesinde- eril (felsefe-akıl) olanın dişil (sanat-imge) olandan duyduğu korkunun semptomları. Fail erkek, kadın yahut kendini her nasıl tanımlıyorsa.