İmdat Freni

Blog

“Liberal Hegemonyanın Krizi Aşırı Sağa Yönelimin Nedenidir” – Ilya Budraitskis ile Söyleşi

Sürgündeki Rus siyaset bilimci ve aktivist İlya Budraitskis, bu röportajında ​​aşırı sağın yükselişinin nedenlerini, yeni faşistlerin peşinde koştuğu hedefleri ve radikal solun faşizme karşı mücadelede 20. Yy.’dan  çıkarması gereken dersleri anlatıyor. Son olarak, günümüzde anti-faşist bir politika için izlenecek yollara ilişkin önerilerde bulunmaktadır.

Söyleşiyi gerçekleştiren: Philipp Schmid (BFS/Sosyalizmi için Hareket- Zürih)

Avrupa’daki siyasi gelişmeler son derece endişe verici. Faşist Almanya İçin Alternatif (AfD) partisi, 2025 federal seçimlerinde oyların yüzde 20,8’ini aldı. Almanya’daki protesto gösterilerinde insanlar gece yarısına 5 dakika kaldığını değil, saatin 17.33 olduğunu söylüyor. Bu panik haklı mı?

Evet, bu korkuların haklı olduğunu düşünüyorum. Avrupa, ABD, Latin Amerika vb. ülkelerde aşırı sağcı partilerin etkisinin giderek arttığını gözlemliyoruz. Elbette bu küresel eğilim farklı ulusal bağlamlarda farklı şekillerde kendini gösteriyor, ancak tehlike gerçek. Aslında bu, seçkinci kesimlerin burjuva iktidarının siyasal yapılanmasını kökten değiştirme ve farklı bir siyasal rejim kurma arzusuyla bağlantılıdır. Bu Rusya’da zaten yaşandı, ABD’de de süreç devam ediyor. Batı Avrupa’da aşırı sağ önemli seçim başarıları elde etti, ancak siyasal iktidarın dönüşümü henüz gerçekleşmedi. Ancak giderek güçlenen yapısı göz önüne alındığında bu durum gelecek için olası bir senaryo olmaya devam ediyor.

Hangi siyasal düzeni hedefliyorlar?

Bu durum en çok ABD’de görülüyor. Trump’la birlikte aşırı sağ yeniden iktidara geldi. Senato, Temsilciler Meclisi ve Yüksek Mahkeme gibi devlet aygıtının en önemli çarklarını kontrol eder. Ve şimdi siyasal sistemi tepeden tırnağa yeniden yapılandırarak otoriter bir rejime doğru götürmeye çalışıyor. Bunun kapitalist bir işletme gibi örgütlenmesine girişiyorlar. Trump ve Musk’ın amacı bu. Bu, liberal demokrasinin ortadan kaldırılması ve onun yerine bir tür modern monarşinin getirilmesi anlamına gelir. Otoritenin demokratik meşruiyete değil, kişiselleştirilmiş güç ve otoriter lider ilkesine dayandığı bir rejimi arzuluyorlar.

Aşırı sağın, toplumun otoriter biçimde yeniden yapılandırılmasının dışında ideolojik programı nedir?

İdeolojik programlarının özünde liberal demokrasinin sonunun geldiği düşüncesi yatmaktadır. Bu, uluslararası hukuk ve hoşgörü gibi sahte ilkelerle yönlendirilen gizli bir küresel seçkinlerin arkasına saklandığı sahte bir hükümet, kukla bir hükümet olacaktır. Aşırı sağ, liberal elitlerin sözde ahlak ve değerlerini, güçlüyü değil zayıfı koruduğu gerekçesiyle eleştiriyor.

Aşırı sağa göre uluslararası politikanın tek ilkesi güçlünün hukuku olmalıdır. Toplumu yönetmenin “doğal” yolu budur. Trump ve Putin’in yönetim mantığı bu. Bunu Putin’in Ukrayna’ya verilen desteği eleştirmesinde görüyoruz: Ona göre, kendini savunamayan küçük ulusların var olma hakkı yoktur. Dolayısıyla egemenlikleri, yani bağımsız ülkeler olarak varlıkları aşırı sağın gözünde yapaydır.

Avrupa’da son on yılda aşırı sağ ve faşist güçlerin yükselişini nasıl açıklıyorsunuz?

Avrupa’da aşırı sağ partilerin giderek artan seçim başarısının birçok nedeni var. Bunlardan en önemlilerinden biri, son onyıllardaki neoliberal reformların ardından Avrupa toplumlarının geçirdiği dönüşümdür. Nüfusların giderek artan toplumsal atomizasyonu, sendikaların ve işçilerin diğer öz örgütlenme biçimlerinin dağıtılması, demokratik geleneklerin gerilemesiyle el ele gidiyor. Demokratik gelenekler yalnızca liberal kurumlar sistemi olarak değil, aynı zamanda toplumun kendini kolektif ve örgütlü bir biçimde savunma kapasitesi olarak da anlaşılmalıdır.

Bu, liberal elitlerin ideolojik krizinin maddi temelidir; çünkü vatandaşlar burjuva liberal demokrasisinden ve kurumlarından giderek daha fazla hayal kırıklığına uğruyorlar. Kendilerini temsil edilmediklerini ve duyulmadıklarını hissediyorlar. Aşırı sağ, bu yaygın duyguları ustalıkla kullanıyor.

Klasik Marksist faşizm analizi, faşizmi her zaman kapitalizmin krizine bir tepki ve burjuvazinin işçi hareketinin güçlenmesine verdiği bir yanıt olarak görmüştür. Bu analiz hala geçerli mi?

Tarihsel farklılıklara rağmen 1920’ler/1930’lar ile günümüz arasında benzerlikler de var. Weimar Cumhuriyeti’nin siyasal kurumlarındaki kriz, 1929’dan itibaren yaşanan Büyük Buhran ve buna eşlik eden büyük toplumsal çalkantılar, Alman faşizminin yükselişi ve iktidarı ele geçirmesi için verimli bir zemin hazırladı. Proleter devrim tehlikesi henüz ortada yokken, Alman işçi hareketi dünyanın en güçlü hareketlerinden biriydi. Sosyal demokrat SPD ve komünist KPD, faşistlerin nüfuz mücadelesi verdiği kitle partileriydi. Genel toplumsal kriz nedeniyle halk, burjuva liberal demokrasi sisteminden büyük ölçüde hayal kırıklığına uğramıştı. Bunu, kapitalist düzenin çoklu kriziyle karakterize olan mevcut durumda da gözlemleyebiliyoruz. Ancak temel bir fark var.

Nedir ?

1920’lerde ve 1930’larda faşistler, kapitalist sistemin geleceği için alternatif vizyonlar sunmak amacıyla işçi hareketiyle rekabet ettiler. Sınıf çatışmasının olmadığı, ulusal zaferin halkı birleştireceği bir gelecek vizyonunu yaydılar. Ve topluma milli dayanışma ruhuyla ve bir tür faşist kolektivizmle bağlı yeni bir insan yaratma hırsına sahiplerdi. İşte bu yüzden bu gerici faşist ütopya 1920’lerde ve 1930’larda Avrupa’daki birçok insana bu kadar çekici geliyordu. Ve bu yüzden sosyalist ütopyayla ve farklı bir insan ilişkileri sosyalist vizyonuyla rekabet ediyordu. Bugün geleceğe dair alternatif vizyonlar arasında bir rekabet görmüyorum.

Ama faşistler her zaman ulusal sınırları olan, homojen bir halktan oluşan ve cinsiyetlerin açıkça tanımlandığı farklı bir toplumu yaymazlar mı?

Evet, ama zamanın anlamı ve algısı, Avrupa’da yüz yıl öncesine göre çok farklı. O dönemde toplumsal özlemlerin merkezinde daha iyi bir gelecek ve toplumsal ilerleme meselesi yer alıyordu. 1980’lerden itibaren geç kapitalizmin egemenliği altında gelecek fikri ortadan kalktı. İnsanlar öncelikle şimdiki zamanla ve geçmişin bugünkü duruma yol açan yorumlarıyla ilgilenirler. Alternatif bir geleceğin düşünülemediği şu anda yaşıyoruz. İşte tam da bu, toplumun neoliberal yeniden örgütlenmesinin sonucudur. Margaret Thatcher’ın meşhur “Başka alternatif yok” (TINA) sözü, az çok toplumsal bir uzlaşı haline geldi. Trump’ın siyasi platformu bunu açıkça ortaya koyuyor. Somut öneriler getirmiyor, geleceğe dair net bir vizyon ortaya koymuyor. O, kendi tanımladığı bir “hakikat” adına, “liberal şimdiki zamanı” inkar ediyor.

Yeni aşırı sağın karakterizasyonuna dönelim. Faşizm konusunda tanınmış Marksist akademisyen Enzo Traverso, 2017 yılında yayınlanan Faşizmin Yeni Yüzleri (Ayrıntı, 2024) adlı kitabında yeni faşistleri tanımlamak için “post-faşizm” terimini öneriyor. Ne demek istiyor?

Enzo Traverso, günümüz post-faşist partilerinin, tarihsel modellerinden farklı olarak, burjuva liberal demokrasisinin mekanizmalarından kopmaya çalışmadığını düşünüyor. Tam tersine, nüfuzlarını genişletmek için demokrasi mekanizmalarını başarıyla kullanıyorlar. Onlar sadece sistemi kullanarak iktidara gelmek istiyorlar. İtalya örneği buna bir örnektir. Post-faşist Giorgia Meloni siyasal sistemi devirip yerine faşist bir rejim koymadı. Marine Le Pen veya AfD’nin Almanya’da Fransız hükümetine katılması durumunda da böyle bir senaryonun gerçekleşmesi pek mümkün görünmüyor. Aksine toplumların ve elitlerin zihniyetini yavaş yavaş değiştirmeye çalışacaklardır. Siyasal sistemi yeni bir otoriter faşizme dönüştürme konusunda iktidar çevrelerinde hâlâ bir fikir birliği yok. Ancak aşırı sağın sürekli baskısı altında bu durum değişebilir.

Zaten bugün liberal ve muhafazakâr hükümetler aşırı sağın taleplerini benimsiyorlar. Aşırı sağın liberal burjuva kurumlarını ve seçimlerini kullanmasının, tüm bu hareketler için nihai siyasal projelerini gerçekleştirme yolunda bir geçiş noktası oluşturabileceğini anlamamız gerekir. Bu nedenlerle, günümüz aşırı sağı ile tarihsel faşistler arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları anlatmak için “post-faşizm” teriminin yararlı olduğunu düşünüyorum.

Bu analizi Rusya ve Putin rejimi için de geçerli kılmak mümkün müdür?

Evet, Rusya tam da bu süreci yaşadı ve bugün aşırı otoriter bir rejime sahip. Putin’in iktidarının son 25 yılında Rus rejimi kökten değişti. İlk on yılda, 2000’li yıllarda Rusya daha çok otoriter, teknokrat ve neoliberal bir rejimdi. 2007/2008 küresel ekonomik krizi sadece Arap dünyasında değil, Rusya’da da genel bir siyasi krize yol açtı. Putin’in yeniden seçilmesine karşı 2011/2012’de Moskova ve diğer Rus şehirlerinde kitlesel protestolar yaşandı. Sivil toplumun bu protestoları politik ve ideolojik bir tehdit olarak algılandı ve Rus elitlerinin rejimlerinde otoriter bir dönüşümün gerekli olduğuna inanmasına yol açtı.

Bu dönüşümün etkisi ne oldu?

Tabandan gelen toplumsal hareketlerin bir hükümeti devirebileceği fikri, otokratik rejimler için varoluşsal bir tehdit oluşturmaktadır. İşte bu nedenle Putin’in 2012’de başkanlığa dönüşü, sözde geleneksel ve anti-demokratik değerlere doğru ideolojik bir yönelimi beraberinde getirdi. Bu antidemokratik unsurlar, Rus devletinin bir toplumsal sözleşmenin sonucu değil, tarihin bir meyvesi olduğu düşüncesine dayanıyordu. Rusya Federasyonu, Rus İmparatorluğu’nun ve Sovyetler Birliği’nin doğrudan devamıdır. Bu, Putin’in ülkeyi yönetmek için halk tarafından seçilmesine gerek olmadığı, kaderin onu yönlendirdiği anlamına geliyor. Putin kendisini Büyük Petro ve Stalin’in doğrudan halefi olarak görüyor. Bu fikirler nihayet 2020 yılında Rus Anayasası’nda yer aldı. Bu inançlar aynı zamanda 2013/2014 yıllarında Ukrayna’daki Maidan protestoları sırasında yaşanan olaylara verilen şiddetli tepkinin de temel sorumlusudur.

Ne için ?

Meydandaki Ukraynalılar Rus nüfuzuna karşı protesto gösterileri düzenliyor ve Ukrayna’nın ulusal egemenliğinden yana tavır takınıyorlardı. Protestolar Rus rejimi tarafından sadece “dışarıdan sahnelenmiş” olarak nitelendirilmekle kalmadı, aynı zamanda “tarihi Rusya’ya” yönelik bir iç tehdit olarak da algılandı. Putin’in iktidarının ikinci on yılında Ukrayna’ya askeri müdahaleler başladı ve bunlar arasında Kırım’ın ilhakı da vardı. Putin rejiminin otoriterleşmesi ve onun ömür boyu ülkenin başkanı olarak atanması da buna eşlik etti.

Demokrasiye bağlı Rus sivil halkı bu gelişmelere nasıl tepki verdi?

Putin, bir kez daha Rus toplumunun büyük bölümünde artan demokratik protesto hareketleriyle ve hoşnutsuzlukla karşı karşıya kaldı. Bu protesto dalgasında hem dış hem de iç tehditlerin bir bileşimini gördü. 1917 Rus Devrimi de dahil olmak üzere tüm devrimlerin, Rusya’nın dış düşmanları tarafından gizlice kontrol edildiği iddia ediliyordu. Batı’nın, Rus toplumunu, ister liberal ister sosyalist olsun, yanlış fikirlerle zehirlediği söyleniyor. Putin’in yeniden başlayan protestolara cevabı Şubat 2022’de Ukrayna’yı işgal etmek oldu. Putin için Ukrayna meselesi yalnızca Rus devletinin dünya sahnesindeki jeostratejik çıkarları meselesi değil. Sadece NATO ile rekabet kaygısı taşımıyordu, aynı zamanda kendi rejiminin varlığını da düşünüyordu. İşte bu yüzden Ukrayna’nın işgali bir dönüm noktası oldu. Putin savaşı, rejimi baskıcı bir diktatörlüğe dönüştürmek için kullandı.

Peki Putin rejimini bugün faşist olarak mı tanımlıyorsunuz?

Evet, neden olmasın? Elbette günümüz faşizmi, tarihi faşizmden birçok bakımdan farklıdır. Rusya’da, Almanya ve İtalya’dan farklı olarak faşizmin tarihsel bir modeli yoktur. Bilakis, Putin rejiminin ilham alabileceği çeşitli başka otoriter gelenekler de var. Örneğin Putin, Rus İmparatorluğu’nun aşırı muhafazakâr ve dinsel geleneğini, kendi otokrasisini meşrulaştırmak için kullanıyor. Stalinist geçmişten kalma baskıcı uygulamalar da benimsendi; bunu FSB gizli servisinin (KGB’nin halefi) rolünden anlayabiliriz. Bugün Rus rejiminin en etkili unsuru FSB’dir.

Batı’daki radikal sol kesimin bir kısmı Rusya’daki faşist rejimin oluşturduğu tehlikeyi görmezden geliyor, daha da kötüsü inkar ediyor.

Kesinlikle öyle, daha da trajik olanı ise kendi ülkelerinde faşizmin yükselişine tamamen hazırlıksız olmasıdır. Yeni faşizmin yükselişi sol için büyük bir meydan okumadır. Örneğin ABD’de Trump’ın yeniden seçilmesinden önce radikal sol, eleştirilerini ağırlıklı olarak Biden ve Demokrat Parti’ye yöneltmiş, Trumpizm’in yarattığı gerçek tehlikeyi unutmuştu. Bugün tamamen kaybolmuştur. Bu durum diğer ülkelerde de yaşanabilir. Tarih bize solun 20.yy’da  faşizmin yükselişine hazırlıksız olduğunu öğretiyor. Stalinist Komünist Enternasyonal, faşist tehdidi uzun süre önemsizleştirdi. Bugünkü fark, radikal solun yüz yıl öncesine göre çok daha zayıf olmasıdır.

Anti-faşist direnişten başka hangi dersler çıkarılabilir ?

Tarihin en önemli dersi, faşizmin her zaman militarizasyona ve savaşa yol açtığıdır. Avrupalı ​​anti-faşistler, 1920’lerde ve 1930’larda faşistlerin iktidara yükselişinin başlangıcında bunu fark etmemişlerdi. Bugün bu durum çok daha belirgindir ve bu nedenle anti-militarist ve anti-emperyalist propagandamızı anti-faşist propagandayla birleştirmeliyiz. Sol, sadece askeri harcamalardaki artışı eleştirmekle yetinmemeli. Putin gibi bir rejim her türlü barışçıl bir arada yaşamayı reddediyor ve savaşı ülkeyi yönetmenin ve nüfuzunu genişletmenin bir aracı olarak yüceltiyor. “Çok kutuplu dünya” kavramının ardındaki mantık budur; artık evrensel hakların veya kuralların olmadığı, ancak en güçlü ulusun üstün geldiği bir dünya.

(Post-)faşizmle daha etkili bir şekilde mücadele edebilmek için  21. yüzyıl anti-faşizminin temelinde ne olmalı ?

Aşırı sağın yükselişine karşı geniş koalisyonlar oluşturmalıyız. Ancak bunlar liberal burjuva kurumlarının savunulması anlamına gelmemelidir. Bu bizim görevimiz değil ve boşuna olur. Zira liberal hegemonyanın krizi, pek çok insanın mevcut yapılara olan güvenini kaybetmesinin ve aşırı sağa yönelmesinin nedenlerinden biridir.

Bana göre radikal sol iki saldırı hattı izlemeli: Birincisi, toplumsal hoşnutsuzluğa yanıt vermeli, ama alternatif çözümler önermeliyiz. Aşırı sağ, insanların tüm sorunlarının sebebinin göç olduğuna inanmasını istiyor. Bunun nesnel olarak doğru olmadığını, AfD’nin 2025 federal seçimlerinde göçmen oranının en düşük olduğu seçim bölgelerinde en fazla oyu almış olması gerçeği ortaya koyuyor. Bu, solun insanların gerçek sorunlarının gerçek nedenlerini öne çıkararak doldurması gereken potansiyel bir siyasi boşluk yaratıyor.

Ve ikincisi?

İkincisi, burjuva demokratik kurumlar ve bunların işleyişiyle sınırlı “demokrasi”yi değil, “demokrasi”yi savunmaya odaklanmalıyız. “Demokrasi”nin savunulmasını eşitlik ve katılım talebiyle birleştirmeliyiz, çünkü 18. ve  19. yy’larda  demokrasinin ortaya çıkışının bütün anlamı budur: halk sınıflarının siyasal nüfuz ve temsil için mücadelesi. Demokrasiyi “aşağıdan gelen güç” olarak gören böylesi sol veya sosyalist bir anlayış, sol partileri, sendikaları ve çeşitli feminist, ırkçılık karşıtı, ekolojik ve mahalle öz-örgütlenmelerini bir araya getiren geniş bir anti-faşist koalisyon için ortak bir temel oluşturabilir. Post-faşistlerin ve neo-faşistlerin yıkmak istedikleri projeler tam da bunlardır, çünkü bunlar kapitalist bir işletme gibi yapılandırılmış hiyerarşik bir devlet düzeni fikrine aykırıdır.

15 Mayıs’ta Socialismus‘ta yayınlandı.

Kapak Görseli: 11 Mayıs’ta Paris’te düzenlenen neo-faşist eylem.

Çeviri: İmdat Freni Çeviri Kolektifi

Keşmir, Hindistan, Pakistan: Savaş Halinin Tarihi ve Enternasyonalizm üzerine – Pierre Rousset

Bu makale, Hindistan ile Pakistan arasında Keşmir sorunu nedeniyle yaşanan son “sıcak” krizi değerlendirmeyi amaçlamaktadır. Dikkat edilmesi gereken birçok faktör var. Son olaylar, şüphesiz, 1947’de İngiliz emperyalizminin alt kıtaya dayattığı felaketli bölünmeye dayanan uzun bir askeri gerginlik ve savaşlar tarihinin parçasıdır. Ancak son dönemde, ilgili ülkeleri, jeopolitik ortamı, bölgesel su kaynaklarının yönetimini ve kullanılan silahları etkileyen derin değişiklikler yaşandı. Dolayısıyla tarihin neredeyse aynı şekilde tekerrür edeceğini varsayamayız. Belki de bize sorulan en önemli soru şudur: Ne var ne yok? Buna yanıt vermek ise öncelikle bölgedeki sol örgütlerin görevidir. Yazıyı revize etmem gerekse bile, analiz veya hipotez unsurlarını tartışma ve eleştiri için sunacağım.

1947’deki bölünme, yaklaşık 15 milyon insanı dinsel nedenlerle büyük bir zorunlu göçe zorladı. Müslümanlar, Pakistan’ın batısında (İndus Havzası’nda) ve doğusunda (Ganj Havzası’nda, 1971 bağımsızlık savaşından sonra Doğu Pakistan’ın Bangladeş olmasıyla) toplanmışlardı. Ancak bugün Hindistan’ın Haydarabad eyaletinde hâlâ çok büyük bir Müslüman nüfusu bulunmaktadır. “Müslüman” topraklarında yaşayan Hinduların çoğu o zamandan beri Hindistan’a taşındı, ama hepsi değil.

Keşmir, Britanya İmparatorluğu sınırları içinde yer alan bir Himalaya ülkesidir. Nüfusunun büyük çoğunluğu Müslümandır. 1947’deki “tamamlanmamış” bölünme ve ardından gelen Birinci Hindistan-Pakistan Savaşı ile parçalandı. Kendi kaderini tayin hakkı konusunda oylama yapılacağı vaat edildi, ama tabii ki bu hiçbir zaman gerçekleşmedi. Pakistan bugün Azad Keşmir ve Gilgit-Baltistan topraklarını işgal ediyor; Hindistan Jammu ve Keşmir ve Ladakh topraklarını; Çin Aksai Çin ve Şaksgam Vadisini.

Sürekli gerginlik ve üç savaş

Emperyalizmin “böl ve yönet” politikasının sonuçları hâlâ hissediliyor, ama esas olarak yönetici seçkinler bunları sürekli canlandırdığı için. Düşük yoğunluklu savaşın bu gizli hali, Pakistan ve Hindistan rejimleri tarafından muhalefeti dışlamak veya susturmak, ulusal birlik çağrısı yapmak (değişen başarı oranlarıyla), toplumsal sorunlardan dikkati uzaklaştırmak, askeri bütçelerin büyüklüğünü meşrulaştırmak vb. için kullanılıyor.

Üç yüksek yoğunluklu savaş yaşandı. İlki 1947-1949 yılları arasında, bölünmenin ardından. BM himayesinde Keşmir’i ikiye bölen bir kontrol hattının oluşturulmasıyla sonuçlandı (tanınan bir sınır değil). İkincisi 1965-1966’da, üçüncüsü ise 1999’da Kargil tepelerinde yaşandı ve her iki taraftan da binlerce kişi öldü. Çatışmalar çok zor şartlar altında, yüksek irtifada gerçekleşiyor.

Hindistan, Himalaya sınırında Çin ile de çatışma içinde olmasına rağmen 1974 yılında Çin’e tepki olarak nükleer silah edinmişti. Pakistan uygun teknolojiyi ithal etti ve ilk testlerini 1998 yılında gerçekleştirdi (bu teknolojiye sahip olan tek Müslüman ülkedir). Ancak, Avrupa’da olduğu gibi “dehşet dengesi” askeri çatışmalara son veremedi, durum Kore yarımadasındakinden çok farklı olsa bile, burada “kayma” riskleri göz ardı edilemez. Fransa ise, “taktik” bir silah olan tehlikeli bir duman bulutu üzerindeki araştırmalarını öne sürerek, bu silahın kullanılması fikrini siyasi olarak “normalleştirmeye” çalışıyor. Evrensel nükleer silahsızlanma birincil acil durum olmaya devam ediyor.

Mevcut krizin seyri

22 Nisan’da, dini bir silahlı grup, Keşmir’in doğu kesiminde (Hindistan işgali altında) bulunan Pahalgam’da bir saldırı gerçekleştirdi. Hindistan Pakistan’ı kınadı.

7 Mayıs’ta Yeni Delhi Sindoor Operasyonu’nu başlattı. Keşmir Kontrol Hattı’nın her iki yakasına yönelik olağan topçu ateşinin yanı sıra, uçaklar ve insansız hava araçlarıyla Pakistan topraklarındaki çok sayıda hedefi vuruyor.

Çatışma giderek tırmanıyor ve Pakistan, Hindistan’ın iç kesimlerindeki havaalanları da dahil olmak üzere hedefleri yok etmek için insansız hava araçları gönderiyor.

Her iki ülkede de medya savaşçı milliyetçiliği körüklüyor. Ancak özellikle insansız hava araçlarının yaygın kullanımının durumu değiştirdiği açık. Hindistan burjuvazisi vatanseverlik histerinin bir parçasıydı, ayıldı ve Başbakan Narendra Modi’nin ateşkesi kabul etmesini talep etti. Hindistan, uluslararası sermayeyi çekmek için Washington-Pekin anlaşmazlığını fırsata çevirmeye çalışıyor. Müslüman karşıtı ideolojinin ateşini körüklemek, ülkenin hoşgörüsüz “Hindulaştırılmasını” tamamlamayı amaçlayan BJP’nin (Modi’nin partisi) etno-milliyetçi politikaları için iyi olabilir; ancak askeri güvensizlik iş dünyası için kötüdür.

Hindistan hükümeti her zaman Pakistanlı komşusuna karşı bir üstünlük duygusu hissetmiştir. Demografi, stratejik derinlik (doğudan batıya 1.600 km), ekonomik imkânlar ve günümüzde ırkçı bir ideoloji bu hissiyatı körüklüyor. Stratejik olarak Pakistan’ın bu avantajları bulunmuyor. Ordunun gizli servislerinin Afgan Taliban’ıyla kuzeybatı sınırında uzun süredir sürdürdüğü bağların amacı, onu “dost” bir ülke haline getirmek ve böylece ona belli bir stratejik derinlik kazandırmaktı. Afgan Talibanı artık Pakistan Talibanı’nı destekleyerek onun başlıca düşmanı haline geldi.

Ancak Pakistan’ın savunması beklenenden daha etkili oldu. Pilotlarının, daha büyük komşusuna göre daha iyi eğitimli olduğu söyleniyor. Çin hava kuvvetlerine ve saldırganı çok uzaklardan vurabilecek füzelere sahip. Fransız Rafale’nin de aralarında bulunduğu beş Hint uçağının, füze karşı tedbir kabiliyetlerinin etkili olmadığı veya etkinleştirilmediği gerekçesiyle düşürüldüğü bildirildi.

Ancak İslamabad’ın sürdürülebilir bir savaş çabasını sürdürmesi mümkün değil. Ülke borç batağında ve IMF’nin yoğun baskısı altında. Her iki ülke de zaferini ilan ederken, 10 Mayıs’ta ateşkes anlaşması imzalandı ve 12’sinde ilan edildi. Bu sadece bir ateşkes, barış değil. Bu ateşkesi anlamayan BJP taraftarlarını kızdırdıktan sonra Narendra Modi, Sindoor Operasyonu’nun bitmediğini, hatta hükümetin kalıcı politikası haline geldiğini ilan etti. Böylece, özellikle Bihar eyaletinde, komşusuna ve Hindistan’ın Haydarabad eyaletindeki büyük Müslüman cemaatine karşı “Müslüman karşıtı nefreti” körüklemeye devam ederek önemli seçim olaylarına hazırlanıyor. Hıristiyanlar aynı zamanda Hindu üstünlükçülüğünün (Hindutva) taraftarı olan Hindu kökten dincilerinin de hedefidir.

Pahalgam saldırısını kim gerçekleştirdi?

Hindistan işgali altındaki Keşmir’in Pahalgam kentinde 22 Nisan’da düzenlenen ve 26 masum insanı öldüren terör saldırısını gerçekleştiren köktendinci silahlı grup kimdir? Hindistan, Leşker-i Tayyibe’yi derhal kınadı ve Leşker-i Tayyibe’nin Pakistan ordusuyla bağlantılı olması nedeniyle doğrudan İslamabad’ı suçlamasına izin verdi. Ancak bunun böyle olduğuna dair bir kanıt yok.

Hindistan rejimini desteklemeyi ve dinamik bir ulusal birliğe entegre olmayı reddederken (ki iki büyük sol parti olan Hindistan Komünist Partisi ve Marksist Komünist Partisi bunu yaptı), Hintli yoldaşlarım Pahalgam saldırısının gerçekten Pakistan servisleri tarafından emredildiğine ikna olmuş görünüyorlar. Bana garip gelen, terörist niteliği itibarıyla kesinlikle kınanması gereken bir eylemin, tamamen Keşmirli bir grup tarafından gerçekleştirilmesi ihtimalinin, hatta olasılığının bile görünüşte dikkate alınmamış olmasıdır. Ancak bu hipotez ciddiye alınmayı hak ediyor.

Bu grup, sınır çizgisinden uzakta, gelişmiş araçlar kullanmadan, gerillanın sahip olması gereken temel silahlarla (otomatik silahlar, ancak yüksek kaliteli patlayıcılar değil) ve uzun mesafeli seyahatin tehlikeli olduğu aşırı militarize bir bölgede faaliyet gösteriyordu. Jammu ve Keşmir’deki durum halk açısından hem sosyal hem de dini açıdan kötüleşmeye devam ediyor. Bölgenin “sahip olduğu” özerk statü pratikte pek bir şey ifade etmedi, ancak 2019’da yürürlükten kaldırılması, Yeni Delhi’nin önderlik ettiği sömürgeci mülksüzleştirme politikasının acımasızca sertleşmesinin habercisi oldu ve yönetimin Hindulaştırılması dinamiğini harekete geçirdi, vb. “Kayıp kişiler” o kadar çok ki, kocalarının ölü mü diri mi olduğunu bilmeyen “yarı dul” kadınlardan bahsediyoruz. Hintli yoldaşlarımın açıkça kınadığı baskıcı bir durum. Bu koşullar altında yerel bir direniş grubunun oluşmaması şaşırtıcı olurdu.

Pakistan yönetimindeki Keşmir topraklarında ise koşullar çok daha az sert.

Jammu ve Keşmir’de faaliyet gösteren terör örgütlerinin ordu ve askeri istihbarat servisleri (Inter-Service Intelligence, ISI) tarafından eğitildiği ve yönlendirildiği konusunda şüphe yoktur. Ancak son zamanlarda durum değişti. Pakistan’da konuşlanan köktendinci oluşumların önemli bir kısmının özerkleştiği ve artık kendi amaçlarının peşinde koştuğu anlaşılıyor. Afgan Talibanı ise, Pakistan Talibanı’nı (Tehreek Taliban Pakistan, TTP) destekliyor… Orduyla savaşan ve toprakların bir kısmını kontrol eden. 2021 yılında ülkeden aceleyle kaçan ABD ve yerel müttefiklerinin geride bıraktığı stoklardan aldıkları ağır silahları onlara teslim ettiler.

Pakistan uzun süre doğrudan veya dolaylı askeri rejimler altında yaşadı (bugünkü gibi, göstermelik Şehbaz Şerif hükümetiyle) ve demokratik dönemler sadece ara dönemlerdi. Ancak muhtemelen eşi benzeri görülmemiş bir rejim krizi yaşıyor. Pakistan ordusu, bir zamanlar koruması altına aldığı ve çok güçlenen ama şaşırtıcı derecede popülerliğini koruyan İmran Han’ı hapse attığından beri derin bir şekilde popülerliğini yitirdi. Üst düzey bir Pakistanlı subay, imajını düzeltmek için saldırıdan sonra övünebilir; ancak askeri kastın ardındaki ulusal birlik çağrısı, askeri tesislerin yanı sıra artık köktendinci eğitim merkezleri olmayan medreseler ve camileri de hedef alan Sindoor Harekatı saldırılarının ardından halk arasında duyulan öfke ne olursa olsun, şimdilik ölü bir mektup gibi görünüyor.

Su ve enerjinin jeopolitiği

Modi hükümetinin İndus Antlaşması’nı askıya alma kararıyla bölgesel gerginlik önemli ölçüde arttı. Pakistan için suların adil bir şekilde paylaşılması hayati önem taşıyor; özellikle ülkenin geçim kaynağı olan Pencap’taki tarımsal sulamaya katkı sağlaması gerekiyor. 1960 yılında imzalanan bu anlaşma, iki ülke arasında istikrarlı bir işbirliği mekanizması oluşturuyor ve ender rastlanacak nitelikte. Pahalgam saldırısından sonra alınan bu uzaklaştırma tam bir düşmanlık eylemidir. Bildiğimiz üzere küresel ısınmanın yaşandığı çağımızda su kaynaklarının kontrolü geçmişe oranla daha da stratejik bir konu haline geliyor.

Türkiye ve Yakın ve Ortadoğu ülkeleri, çatışmaların durdurulması için arabulucu olarak devreye girdi. Aynı zamanda Endonezya ile birlikte dünyanın en büyük Müslüman ülkelerinden biri olan ve kendilerine nükleer silah sağlama imkânı verebilecek olan Pakistan’ı da savunacaklar. Ancak asıl önemli olan iki güç ABD ve Çin’dir. Trump’ın yarın ne yapacağını kim tahmin edebilir? Geriye Pekin kalıyor.

“Pakistan Koridoru” Çin rejimi için büyük önem taşıyor; Hindistan’ı batıya atlayarak okyanusa ulaşmasını sağlıyor. Gwadar limanına giden kuzey-güney güzergahı (inşa halinde) Pakistan yönetimindeki Keşmir’den (Gilgit-Baltistan) başlıyor ve çeşitli bağımsızlık direniş hareketlerinin faaliyet gösterdiği (bazen Hindistan tarafından da destekleniyor?) ve Pakistan ordusunun sözünü esirgemediği (burada da insanlar “kayboluyor”) bir çatışma bölgesi olan Belucistan’da son buluyor. Çin’in yatırımları önemli ve silahlı kuvvetleri, Çin şirketlerinin güvenlik servislerinin koruması altında koridorun her yerinde bulunuyor. Pekin’in etkisi o kadar belirgin ki, Pakistan elitleri arasında bazı karışıklıklara yol açmış durumda, ancak bu durum tamamen bitmiş gibi görünüyor.

Bu, Modi rejiminin göz ardı edemeyeceği bir gerçektir.

Yeniyi hesaba katın, bakış açınızı değiştirin, enternasyonalist gibi davranın

Yeni şeyler düşünmemiz gerekiyor. Burada bizi ilgilendiren durumda, “yeni”nin önemli olduğu görülüyor: Hindistan’da, Hindutva’nın dışlayıcı dinamiği (Modi, eski Britanya İmparatorluğu’nun sınırlarının tamamı üzerinde hak iddia ediyor); Bölgecilik ve silahlı çatışmaların pençesindeki Pakistan’da büyük bir rejim krizi yaşanıyor; köktendinci hareketlerin coğrafyasında bir çalkantı; iklim krizinin hızlanan etkileri; bilinmeyen jeopolitik sorunların yeniden canlanması, ABD’nin içine battığı ve sonuçları küresel olacak bir başka rejim krizinin geleceğini temsil ediyor…

Her örgütün bölgesel krizin durumunu ilk başta kendi ülkesinden, kendi siyasal yönelimlerinden analiz etmesi doğaldır. Ancak analizi ilerletmek ve birlikte hareket etmek için, sınırların ötesine geçerek, krize dahil olan diğer ülkelerin (ve birlikte hareket etmek istediğimiz diğer kuruluşların) durumunu gözlemleyerek bakış açımızı değiştirme çabasını göstermeliyiz.

Bu Avrupa için de geçerlidir (Batı Avrupalılar Ukrayna savaşını Doğu Avrupa’da yaşandığı gibi görüyorlar) veya uzak bir Asya krizini anlamaya çalışan bir Avrupalı ​​için…

Enternasyonalizm, askeri bir çatışma durumunda solda yer aldığını iddia eden güçler için açıkça bir ölçüttür. Söz konusu ülkelerdeki yoldaşlarımın büyük çoğunluğu, bu dengeyi akıntıya karşı ve yoğun baskılara rağmen korumuş, ulusal birlik ve militarizme karşı tavırlarını korumuş, Keşmirlilerin kendi kaderini tayin hakkının tam olarak tanınması için çabalamış, bu, Pakistanlı, Hintli ve Çinli militanların öncelikli görevidir.

Bu kendi kaderini tayin hakkını hayata geçirmek kolay değil, özellikle de her Keşmir topraklarının onlarca yıl ayrılık deneyimi yaşamış olması göz önüne alındığında. Ancak Keşmirlilerin bu kendi kaderini tayin hakkı tanınmadığı sürece, devlet veya devlet dışı birçok yerleşik güç tarafından istismar edilen bölgesel krize kalıcı bir çözüm bulunamayacaktır.

Çeviri: İmdat Freni

Kaynak: https://internationalviewpoint.org/spip.php?article8999

Almanya’da Rosa Luxemburg Vakfı’nın 6. Sendika Konferansı Başarıyla Gerçekleştildi – MİCHAEL SANKARİ 

Rosa Luxemburg Vakfı’nın (RLS) 6. Sendika Konferansı 2-4 Mayıs 2025 tarihleri ​​arasında Berlin’de gerçekleştirildi. 3.000’den fazla katılımcıyla, sol görüşlü sendika üyelerinin on yıllardır gerçekleştirdiği en büyük buluşmaydı; giderek şiddetlenen karşı rüzgarlara karşı bir karşı güç örgütleme iradesinin etkileyici bir göstergesiydi.

Katılım o kadar fazlaydı ki salonlar tamamen doluydu. Ancak katılımcıların çoğu bu organizasyon kusurunu sabırla ve iyi niyetle karşıladı. Ortam sıcak olsa da herkes daha zor günlerin bizi beklediğinin farkındaydı; bunun tek nedeni yeni hükümet değildi.

Sadece bir buluşmadan daha fazlası

Bu konferans, sendika emekçilerinin bir araya gelmesinden çok daha fazlasıydı. Siyasi bir mesaj gönderdi: Taban canlı, örgütleniyor ve toplu sözleşmelerin içeriğinin ve bunların yenilenmesi etrafındaki mücadelelerin ötesine geçen sorular soruyor. Etkisi geleneksel Sol Parti tabanının ötesine geçti ve sendikalarda aktif olan çok sayıda insanı kendine çekti; partiye yakın olsunlar ya da olmasınlar, örgütlü olsunlar ya da olmasınlar.

Göçten etkilenen iş dünyası aktivistleri ve sendikal hareketin çeşitli kesimlerinden gelen mücadeleler, önceki konferanslara göre daha da görünür hale geldi. Platform, sendika liderlerinin ve resmi çevrelerin önde gelen temsilcileri tarafından değil, Tesla, Charité Tesis Yönetimi (CFM), perakende sektörü ve diğerlerinden şirket anlaşmazlıklarına karışan meslektaşları tarafından domine ediliyordu.

Umut ve endişe arasında

Ortam heyecan verici, neredeyse coşkuluydu; umut, yenilenme ve mücadele duygusunun bir karışımıydı; aynı zamanda her zamankinden daha ciddi ve endişeliydi; mevcut duruma uygundu. Özellikle mücadeleci konuşmalara sık sık alkışlar, sloganlar, tezahüratlar ve hatta gözyaşları eşlik etti. İşçilerin maruz kaldığı aşağılanma ve kötü muamelenin toplumda sıradanlaştığı bir dönemde, saygı ve onur özlemi duyuluyordu.

Kenarlarda ise her zamanki gibi abartılar ve eleştiriler vardı. Bazı mezhepçi gruplar kendilerini talihsiz bir şekilde ortaya koydular: Die Linke’ye yönelik “eleştirileri” -örneğin, “sadece AfD’nin hâlâ bir barış partisi olduğu” iddiası- birçok kişide anlaşılmazlığa yol açtı. Hem analitik açıdan hatalı hem de etkisi tehlikeli olabilecek bir abartı. Bir şey netleşti: Anti-militarist mücadelenin ayrıştırıcı değil, birleştirici bir temele ihtiyacı var.

Ve konferans tam da bunu öneriyordu, bu konuda da: Filistin’le ve Almanya’daki dayanışma hareketiyle dayanışma göstermekten çekinmemek. Tam tersine, hiç kimse bugün sendikal hareketin uluslararası dayanışmanın en gelişmiş ifadesi olduğunu tartışmayacaktır.

Bu konferansın gerçekleştirilmesinde sol kanadın önemli katkıları bulunan aygıtların rolü daha eleştirel bir şekilde incelenmeyi hak ediyor. Çünkü sendika bürokrasisinin tam da bu kesimi, sendika yapılarını dönüştürmeye yönelik her türlü harekete karşı her zaman açıkça düşmanca olmasa da temel bir şüphecilikle yaklaşmaktadır.

Oryantasyon ve hedefler

Konferansın teması “daha fazla çatışmaya, daha fazla demokrasiye, daha fazla siyasete doğru ilerlemek” idi ve pek çok tartışmanın odağında tam da bu çizgi vardı. Merkezi temalardan biri şuydu: Bu konferansların mevcut formatı sendikaların derin bir şekilde siyasallaşmasını teşvik etmeye yeterli mi?

Açık olan şeylerden biri de sendikanın nasıl örgütlendiğinin her şeyden çok daha fazla fark yarattığıdır. Şirket içi fiyat mücadeleleri ve toplu sözleşmelerin yenilenmesiyle sınırlı örgütlenme yöntemleri yeterli değildir. Şirket içindeki günlük işlerle toplumun siyasallaşması arasında stratejik bir bağ kurulmalı; vekaleten siyaset yapılmadan, tek seferlik olaylar yaratılmadan. İşte bu bağlamda “görünmez arka plan çalışması” (” Kleinarbeit “) kavramı anahtar sözcük haline geldi. Propagandanın bittiği, örgütlenmenin başladığı an. Sözde “ilerici” çevrelere odaklanmak yerine “kitlelere” yönelmek. Çatışma kültürünü gizli ama sürekli bir biçimde geliştirmek. Gürültü yapmadan, reklam peşinde koşmadan – ama her gerçek hareketin merkezine çatışmayı koyarak. Bu konu üzerinde özel bir düşüncenin geliştirilmesi gerekmektedir.

Uygulama teoriyle buluştuğunda: stratejik öğrenme alanları

Labor Notes (ABD) ‘dan Keith Brown ile birlikte organize edilen ve Violetta Bock liderliğindeki çalıştay , siyasi eğitimin pratik ölçütlere bağlanmasının güzel bir örneğiydi. 200’ü aşkın katılımcıyla konferansın en çok katılım alan etkinliklerinden biri oldu.

Karışım mükemmeldi: ABD’deki örgütlenme pratiklerine dair örnekler , Trump’a karşı mücadele ve sendika kırma konusunda detaylı bilgiler  ve aynı zamanda kişinin kendi işyerinde örgütlenmesi için araçlar. Birçok kişi atölyeden şu duyguyla ayrıldı: Yarın başlayabilirim.

Hatta IGBCE (Kimya-Enerji-Maden) sendikasının bile ekiplerine yeni bir canlılık kazandırmak için örgütlenmeyi keşfetmesi, bu yaklaşımların artık sendikal yenilenmenin ne kadar merkezinde yer aldığını gösteriyor.

Yeniden silahlanmayla barış olmaz

Kapanış oturumunda yeniden silahlanmaya ve savaş endüstrisine karşı net bir duruş sergilenirken, yönetimin uyum sağlama çizgisine karşı mücadele etmek için önümüzdeki sendika kongrelerinde birleşme çağrısı yapıldı. Bu mücadeleye kaç meslektaşımızın katılacağını bilmek için henüz çok erken. Ama çağrı yapıldı.

Konferansın eş organizatörü Fanny Zeise, sendika yenilenmesinin üç temel unsurunu belirledi: “Çatışmaya daha fazla açıklık, daha fazla demokrasi ve daha fazla siyaset – neoliberalizmin giderek artan karşı rüzgarının bizden talep ettiği şey budur.”

Fanny, cumartesi akşamı yaptığı konuşmada, gelecekteki federal hükümetin mevcut sorunlara değinmediğini söyledi. Tam tersine, 100 yıl önce zorlu mücadelelerle kazanılan sekiz saatlik işgününe saldırıyor. Söz konusu olan, halkla ve özellikle işçilerin greve hazır olduğu işyerlerinde direniş oluşturmaktır.

Teşvikten daha fazlası: stratejik bir an

6. Sendika kongresi sadece cesaretlendirme toplantısı değildi. Bu, durağan kalmayıp çatışmayı, siyasi netliği ve insanları bir araya getirmek için nasıl örgütleneceğini yeniden düşünmek isteyen bir hareket için bir dayanak noktası, hatta belki de bir dönüm noktasıydı. Böylece Rosa Luxemburg Vakfı sadece alan sağlamakla kalmamış, aynı zamanda umut ediyoruz ki sol görüşlü sendikal hareketin gelecekte güvenebileceği sürdürülebilir bir yapıyı da güçlendirmiştir.

6 Mayıs 2025

Savaş İçindeki Ukrayna’da Sosyalist Bir Bakış Açısı – Patrick Le Tréhondat

Sotsialnyi Rukh: Ukraynalı bir Sosyalist Örgüt

Tam kapsamlı savaşın başlamasından sekiz ay sonra Sotsialnyi Rukh (Sosyal Hareket) aktivistlerini Kiev’de ulusal bir konferansta topladı. 17 Eylül 2022’de çok zor şartlar altında gerçekleşen bu etkinlik, durum değerlendirmesi yapmak ve örgütün yol haritasını ortaya koymak amacıyla gerçekleştirilmiştir.

24 Şubat 2022’den bu yana geçen ayları değerlendiren Sotsialnyi Rukh, “sivil toplumun devletin rolünü yerine getirmek ve ondan yardım beklemek yerine neredeyse tüm toplumsal işlevlerini üstlenmek zorunda kaldığını” vurguladı.

Açıklamada, savaşın “yeni öz örgütlenme ve halk siyaseti biçimlerine yol açtığı” ifade edildi:

Halkın ulusal kurtuluş savaşı temelinde harekete geçirilmesi, halkın ortak bir davaya katılım duygusunu ve bu ülkenin oligarklar ya da şirketler sayesinde değil, sıradan insanlar sayesinde var olduğu bilincini güçlendirdi. Savaş Ukrayna’daki toplumsal ve siyasal yaşamı kökten değiştirdi ve biz bu yeni toplumsal örgütlenme biçimlerinin yok olmasına izin vermemeli, aksine onları geliştirmeliyiz.

Sotsialnyi Rukh, ileri sürdüğü talepler arasında, “işçilerin denetimi altındaki temel işletmelerin millileştirilmesi” ve “işletmelerin mülkiyet biçimi ve çalışanların yönetimlerine katılımı ne olursa olsun, tüm işletmelerde muhasebe defterlerinin açılması, bu hakkın gerçekleştirilmesi için ayrı seçilmiş organlar ve komitelerin oluşturulması” gerektiğini vurguladı.

Böylece örgüt, ülke savunması görevinde yetersiz kalan oligarşik bir iktidar karşısında zorunluluk olan, toplumun halk tarafından kontrol ve yönetimi için kendi kendini yöneten bir siyasi yönetim kurmuştur. Nitekim bu örgütün üyesi Katya Gritseva, Kasım 2022’de Paris’e yaptığı ziyarette verdiği bir röportajda “birçok kişinin gönüllü olduğunu” gözlemlemiştir:

Karşılıklı yardımlaşma içinde olurlar, böyle bir duruma hazırlıksız olan devletin eksikliklerini telafi etmek için devlet dışı örgütler kurarlar. Bu öz örgütlenme dinamiği, muhafazakârların, hatta aşırı sağın geri dönüşüyle ​​çelişiyor. Sol için önemli olan, bu dinamiğin lehine hareket etmek, işçilere, halka yardım etmektir; ama bunu yaparken de Stalinistlerin yaptığı gibi ders vermeye kalkışmamaktır.

O tarihten bu yana, Sotsialnyi Rukh, tüm olumsuzluklara rağmen, Rus saldırganına karşı anti-emperyalist direnişe tüm gücüyle katılırken, bu sosyalist yönelimini sürdürdü. Aktivistlerinin birçoğu silahlı kuvvetlere katılmış durumda ve örgüt onlara maddi destek sağlamak için (özellikle insansız hava araçlarının satın alınması için) sürekli olarak bağış toplama etkinlikleri düzenliyor.

Sotsialnyi Rukh ayrıca, özellikle otoriter bir hiyerarşi karşısında askerlerin sorularına cevap vermek ve sorunlarını çözmelerine yardımcı olmak için bir yardım hattı işleterek, askerlerin sosyal haklarını savunmalarına yardımcı oluyor.

Sosyalist Ruh küçük bir örgüttür, ama küçük bir grup değildir. İçerisinde örneğin Marksist ve liberteryen duyarlılıklar birbirine karışıyor. Aktivistleri sendikal harekette, FPU ve KVPU konfederasyonlarında, ayrıca sağlık çalışanları sendikası Be Like Us, öğrenci sendikası Priama Diia ve kiracılar sendikası gibi bağımsız sendikalarda yer alıyor.

Sotsialnyi Rukh, egemen sınıfların hizmetinde olan ve Ukrayna proletaryasının toplumsal kazanımlarını adım adım yok eden ve çoğu zaman etkisiz kalan Ukrayna iktidarına karşı, sömürülen ve ezilenlerin demokratik öz-örgütlenmesini mümkün olan her yerde teşvik ediyor. Şirketlerin çalışanlar tarafından kontrol edilmesi ve yönetilmesi çağrısında bulunurken, örneğin bombalama saldırıları sırasında sığınak arayanları tehlikeye atan ciddi arızaların ardından hava sığınaklarının halk tarafından kontrol edilmesi çağrısında bulunuyor.

Sotsialnyi Rukh, üyelerinin eğitimine ve fikirlerin tartışılmasına da büyük önem veriyor. Savaşa rağmen canlı ve eleştirel bir entelektüel hayata katkıda bulundu. İşçi haklarının savunulması, Ukrayna işçi hareketinin tarihi, Güney Amerika’daki devrimci hareketin tarihi gibi çok çeşitli konularda düzenli olarak konferanslar düzenliyor. Tüm bu kamu forumları aynı zamanda çevrimiçi olarak da yayınlanıyor. Bazen konuşmacılar başka ülkelerden de geliyor, çünkü Sotsialnyi Rukh, savaş zamanlarında bile Çin bürokrasisinin gerçekleştirdiği Tiananmen katliamını anmayı, İngiliz işçilerinin grevini selamlamayı, dünyadaki (Gürcistan, Filistin, Arjantin, ABD, vb.) işçi ve sömürge karşıtı mücadeleler hakkında bilgi yayınlamayı unutmayan enternasyonalist bir örgüt olduğunu iddia ediyor.

Batı’nın ihanetlerine ve terk edişlerine rağmen Ukrayna’nın verdiği acı dolu ulusal kurtuluş mücadelesinde Sotsialnyi Rukh, ülkenin varoluş mücadelesini, Ukraynalı kitlelerin kendi kaderini tayin hakkı ve kendi kendini örgütlemesi yoluyla toplumsal kurtuluşla birleştiren sosyalist bir perspektifi savunmaktadır.

Bu koleksiyon, bu mücadeleyi ve aynı zamanda demokratik özyönetim sosyalizmine doğru bu somut yaklaşımı (ve onun geçiş yollarını) resmediyor. Deneyimi, toplumsal pratikleri ve siyasi yazıları, uluslararası solun 21. yüzyılda özgürleşmeye yönelik bir program geliştirme çabaları için paha biçilmez bir değer teşkil ediyor.

Patrick Le Tréhondat
Patrick Le Tréhondat, Dayanışma Yazı İşleri Tugayları ve Ukrayna’ya Yönelik Avrupa Destek Ağı’nın Fransız Komitesi üyesidir. 1 Mayıs 2025.

Zafer Günü Kutlamaları ve Faşizmin Hayaleti – Enzo Traverso

[Bugün, 80 yıl önce, 8 Mayıs’ta, Avrupa, faşizmin muazzam bir mücadelenin ardından yenilgisini kutladı. Ancak tarihçi Enzo Traverso’nun da işaret ettiği gibi, Avrupa’da Zafer Günü’nün bu yeni yıldönümü, aşırı sağın 1945’ten bu yana hiç olmadığı kadar güçlü olduğu bir zamana denk geliyor.]

Anma törenleri, tarihe ilişkin popüler bilinçle örtüşmeyen, geçmişe ilişkin hegemonik anlatıların ilginç aynalarıdır. Bu durum özellikle 8 Mayıs 1945 gibi dünya yıldönümleri için geçerlidir.

Batı, gücünü göstermek ve değerlerini savunmak amacıyla onlarca yıldır Avrupa’da Zafer Günü’nü (VE-Day) kutluyor. Bu zihniyette Batı, sadece güçlü değil, aynı zamanda erdemliydi de. Liberal demokrasinin bu ayini, tüm katılımcıların ittifaklarını oluşturan anılar, semboller ve değerler etrafında bir araya gelmesiyle, sorunsuz ve rızaya dayalı bir şekilde gerçekleşti.

Çatışmaların sona ermesinin 40. yıl dönümü olan 1985’te, Almanya Federal Cumhuriyeti (FAC) de bu anma törenlerine katıldı. Batı Almanya Cumhurbaşkanı Richard von Weizsäcker, Bundestag’da yaptığı ünlü konuşmasında, Almanya’nın bu tarihi bir yenilgi günü olarak değil, kurtuluş günü olarak görmesi gerektiğini ciddi bir şekilde dile getirmişti.

Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından Zafer Günü, Batı’nın zaferini, yani kapitalizmi, askeri gücü, güçlü kurumları, ekonomik refahı ve keyifli bir yaşam tarzını simgeliyordu. Bazı akademisyenler bir tür Hegelci tarih sonu tahmininde bulunurken, diğerleri Hollywood tarzı mutlu sondan söz ediyor.

İstikrarsız Referanslar

Bugün bu güven verici ritüel, geçmiş bir dönemi anımsatan, anakronik bir şey gibi görünüyor. Üçüncü Reich’ın çöküşünün üzerinden 80 yıl geçti ve faşizm Avrupa’da yeniden ortaya çıkıyor. Altı Avrupa Birliği ülkesinde (İtalya, Finlandiya, Slovakya, Macaristan, Hırvatistan ve Çek Cumhuriyeti) aşırı sağcı partiler iktidarda. Benzer partiler Almanya’dan Fransa’ya, Polonya’dan İspanya’ya kadar Avrupa Birliği’nin her yerinde önemli aktörler haline geldi.

Bu bağlamda uluslararası anma törenlerinden kaçınmak daha uygun görünebilir. Sonuçta, ABD’nin her yerde bulunan başkan yardımcısı, 1945’in kurtarıcısı JD Vance, özgürlüğü Almanya İçin Alternatif’i (AfD) överek kutlayabilirdi ya da aynı şekilde her yerde bulunan Elon Musk aynı şeyi Hitler selamı vererek yapabilirdi.

Kıtanın doğusunda Vladimir Putin, faşizme karşı mücadelede 20 milyon can kaybı veren Sovyet halkının fedakarlığını, üç yıl önce “Nazi” Ukrayna’yı işgal eden Rus ordusunun kahramanlığını överek anacak. Tarihi yapılarımız sarsılıyor; Geleneksel hafıza, içinde bulunduğumuz çağın korkunç kaosuna karşılık gelmiyor.

Avrupa’da Zafer Günü, resmi niteliğinin yanı sıra sol açısından da unutulmaz bir tarihtir. Eric Hobsbawm’ın [1917-2012] belirttiği gibi, bu gün Aydınlanma Çağı’nın barbarlığa karşı zaferini simgeliyordu. Aydınlanma Çağı’nın mirasının düşman mirasçıları olan liberalizm ve komünizm arasındaki koalisyon, Üçüncü Reich’ı yenmişti. Bu vizyon Direniş kültüründe egemendi; buna göre anti-faşizm, medeniyet düşmanlarına karşı savaşıyordu. Birçok açıdan doğru olmakla birlikte, bu bakış açısı yine de fazla basitleştiriciydi.

Belki de bu yıldönümü, ritüelleşmiş ve benimsenmiş anmalara başvurmaktan ziyade, bizi eleştirel bir yeniden değerlendirmeye yöneltmelidir. Zafer Günü, “Aydınlanma” koalisyonunun ayakta kalamayacağı yeni bir dünya düzeninin kurulması da dahil olmak üzere birçok boyutu olan bir dünya savaşında askeri bir ittifakın zaferini kutluyor.

Batı’da ABD baskın süper güç haline geldi; Sovyet blokunda, SSCB’nin Nazi saldırganlığına karşı öz savunma savaşı, Doğu Avrupa’da askeri işgale ve yeni bir sömürgecilik biçimine dönüştü. Liberalizm ve komünizm fikirleri emperyalizm ve Stalinizm biçiminde kurumsallaştı.

Sol açısından II. Dünya Savaşı’nın sona ermesi, Üçüncü Reich’ın çöküşünden doğan yeni rejimlere demokratik meşruiyet kazandıran direniş hareketlerinin zaferiydi. Batı Avrupa ülkelerinin çoğunda demokrasi galipler tarafından dayatılmadı, direnişle kazanıldı.

Claudio Pavone’nin [1920-2016] belirttiği gibi, direniş kavramının çeşitli boyutları vardı. Hem Alman işgaline karşı tüm ulusal kurtuluş hareketlerini, hem anti-faşist güçler ile Nazi işgalcileriyle işbirliği yapan birçok rejim arasındaki iç savaşı, hem de egemen seçkinlerin ve Avrupa kapitalizminin çoğu bileşeninin faşizme ve işbirliğine bulaşmış olması nedeniyle toplumu değiştirmeyi amaçlayan bir sınıf savaşını kapsıyordu.

Bu sınıf savaşı, sosyalist bir ülke haline gelen Yugoslavya’da kazanıldı ve İtalya’dan Fransa’ya kadar birçok ülkede güçlü bir solun oluşmasına zemin hazırladı. İspanya’da Frankoculuğa, Portekiz’de ise Salazarizm’e karşı direnişi güçlendirdi.

Kurtuluş’un Belirsizlikleri

Ancak Avrupa sınırlarının ötesine baktığımızda manzaranın çok daha çeşitli olduğu görülüyor. 8 Mayıs 1945, dünya çapında bir yıldönümü olması bakımından ayrı bir öneme sahiptir. Batı’da Zafer Günü kurtuluşun sembolü olarak kutlanırken ve mitselleştirilirken, durum başka yerlerde böyle değildi.

Orta ve Doğu Avrupa’da bu kurtuluş anı kısa sürdü; zira Nazi rejimi hızla yerini SSCB tarafından kurulan otoriter rejimlere bıraktı. Birçok ülkede bu, Ruslaştırma ve ulusal baskı anlamına geliyordu.

Zafer Günü, Afrika ve Asya’da kurtuluşu kutlayan bir anma etkinliği de değildir. Cezayir’de aynı tarih, Fransız ordusunun ulusal bağımsızlık için yapılan ilk gösterileri vahşice bastırdığı Setif ve Guelma sömürge katliamlarının yıldönümüdür. Bu, Fransız Afrika’sını kasıp kavuran ve iki yıl sonra Madagaskar’da zirveye ulaşan emperyal şiddet dalgasının başlangıcıydı [Fransız ordusunun Mart 1947’de başlatılan Madagaskar ayaklanmasını bastırması, 1947 ile 1949 yılları arasında on binlerce kişinin ölümüne yol açacaktı].

Sömürgeci şiddetin bu şekilde patlamasından, direniş partilerinin oluşturduğu Paris’teki koalisyon hükümeti sorumluydu. Bu koalisyonda, önde gelen sol partiler olan sosyalistler ve komünistler yer alıyordu. Anti-faşist ve anti-sömürgeci hafıza her zaman uyumlu ve kardeşçe olmuyor. II. Dünya Savaşı’nın sona ermesinin yıldönümü methiyeci kutlamalardan ziyade eleştirel bir anmayı hak ediyor.

(Makale 8 Mayıs 2025’te Jacobin web sitesinde yayınlanmıştır)

Enzo Traverso, Cornell Üniversitesi’nde ders veriyor. Türkçedeki son eseri – Devrim: Bir Entelektüel Tarih (Ayrıntı Yay., 2024).

Çeviri: İmdat Freni

Suriye: “Esad Düştü ama Devrim Kazanmadı” – Yasin el-Hac Salih

Esad rejiminin devrilmesiyle Suriye devrimi zafere ulaştı mı? Aralık 2024’ten bu yana tanık olduğumuz şey, uzun ve dolambaçlı bir yol olsa da, başarılı bir devrim mi?

Bu soru kavramsal olarak önemlidir, çünkü Suriye’de devrimin başlangıcından rejimin çöküşüne kadar geçen yaklaşık on dört yılın derinlemesine anlaşılmasını gerektirir. Siyasi bir ağırlığı da var, zira verilecek cevap kamuoyunun Suriye’nin mevcut gerçekliğine ve Esad sonrası geleceğine nasıl yaklaşacağını belirleyecek.

Yakında detaylı bir anlayışın ortaya çıkması pek mümkün görünmüyor: Bu on dört yılın tarihi, onlarca yıl boyunca tekrar tekrar yazılacak. Ancak siyasi tartışma sadece mümkün değil, aynı zamanda neslimizin tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir dönüm noktasıyla karşı karşıya olduğumuz bu dönemde düşüncelerimizi netleştirmek için gereklidir.

Bu satırların yazarı için bu sorunun kişisel bir boyutu var. Suriye devriminin başarısız olduğunu ve Suriye demokratlarının siyasi vizyonlarını bu ayıklatıcı gerçeğe dayandırmaları gerektiğini defalarca dile getirdim.

Rejimin yıkılması ve yıllar süren melankoliden sonra gelen sevinç patlaması, kimilerine göre benim yanıldığımı kanıtladı ve bazı arkadaşlarım da bu görüşü dile getirdiler. Ama o sırada ne argümanlarım ne de pozisyonumu savunacak enerjim olmasına rağmen şüpheci kalmaya devam ettim.

Aşağıda bu yönde ilk girişim yer almaktadır.

Kazananlar var!

Belki de Esad rejimi ancak bu şekilde düşebilirdi: ideolojik olarak tutarlı, savaşta sertleşmiş Sünni İslamcı güçlerin oluşturduğu bir koalisyonun elinde, elverişli bölgesel ve uluslararası bağlamın da desteğiyle. Ancak devrimi izleyen yılların çetrefilli seyri, Mart 2011 ile Aralık 2024 arasında asgari düzeyde bile olsa homojen bir sürekliliğin var olduğu varsayımını sorgulatıyor.

Başlangıçta barışçıl, daha sonra 2012 ortalarına kadar karma (barışçıl ve silahlı) bir Suriye-Suriye çatışması olarak başlayan süreç, giderek artan bölgesel çıkarlar, özellikle İran ve bazı Körfez ülkelerini de içine alan bir Sünni-Şii çatışmasına dönüştü. Bu aşama, Eylül 2013’teki ABD-Rusya kimyasal silah anlaşmasına kadar devam etti [ABD Dışişleri Bakanı John Kerry ile Rus mevkidaşı Sergey Lavrov arasında Suriye’deki kimyasal silahların “2014’e kadar” ortadan kaldırılmasına ilişkin anlaşma!], bu anlaşma uzaktan bir uluslararasılaşmanın başlangıcını işaret etti ve ardından doğrudan askeri müdahaleler izledi: ABD’nin 2014’te, Rusya’nın 2015’te ve Türkiye’nin 2016’da müdahaleleri.

Suriyeli devrimcilerin kontrolü yavaş yavaş elinden kayıp gittikçe, devrim, giderek artan bir şekilde devrimci olmayan çatışmaların (mezhepsel ve bölgesel) altında gömüldü ve sonunda “teröre karşı savaş” olarak yeniden markalandı; bu da Esad rejiminin fiilen itibarını yeniden tesis etti.

2016’dan bu yana geçen yıllar devrimden uzak, sefalet ve parçalanmayla geçti. Bunlar devrimin yenilgisini, devrim içindeki mezhepçi güçlerin hakimiyetini, Özgür Suriye Ordusu’nun [29 Temmuz 2011’de kurulan ve 2013’te dönüşüm geçiren isyancı grupların bir araya gelmesiyle oluşan ÖSO] tamamen çöküşünü ve siyasi muhalefetin Türkiye’ye tabi kılınmasını simgeliyordu.

Bu dönemde, giderek artan ulusal parçalanma ortamında İdlib’de “Sünni bir oluşumun” ortaya çıkışı da yaşandı. Bu yapı içindeki egemen güçler, Sünni toplumların sistematik şiddet, katliamlar ve kendilerine karşı kimyasal silahların ve varil bombalarının ayrımcı kullanımı deneyimlerinin körüklediği radikalleşme, militarizasyon ve mezhepçileşme gibi içsel süreçler tarafından ancak kısmen şekillendirilebildi. Ancak bu güçler, Suriye devriminden yıllar önce Irak’ta kök salmış olan küreselleşmiş, toplum karşıtı İslamcı nihilizmin bir sonucuydu.

Şu anda iktidarda olan kesim (Heyet Tahrir el-Şam-HTŞ), Suriye devriminin ilk aşamalarında hiçbir rol oynamamıştır ve Suriye toplumundan gelmemektedir. Geçici başkanı, Irak’ta çeşitli takma adlar altında faaliyet gösteren eski bir cihatçıdır ve eğitim yıllarını Amerikalılara ve Irak’ın yeni Şii hükümetine karşı savaşarak geçirmiştir. Yıllarca az tanınan bu isim, Suriye’deki Selefi cihatçı grup Nusra Cephesi’nin liderliğini yaptı.

2011 devrimine, onun sembollerine ve ulusal oluşumuna söz ve eylemde düşman olan grubu gibi o da, Arap Baharı bağlamında halk intifadası olarak başlayan Suriye ayaklanmasının dinamiklerinden ziyade, hem toplumlarımızı (toplumsal örgütlerimizi) hem de genel olarak dünyayı reddeden vahşi ve ulusaşırı bir nihilizmde kök salmıştı. Aksine, muhalifliğe meyilli, fikirleri ve modeli geniş bir toplumsal veya siyasal çoğunluğun temeli olarak hizmet edemeyen ve yapısı itibarıyla milliyetçilikle, demokrasiyle, Suriye tarihiyle ve hatta Suriye toplumu kavramıyla veya herhangi bir modern siyasal düzenle tamamen çelişen seçkinci ve komplocu bir azınlığa aittir.

Bu nedenle nihilisttir; yalnızca siyasi sistemi kökten reddettiği için değil, aynı zamanda kolektif siyasi varoluşun temellerini de inkar ettiği için.

Zamanla Hayat Tahrir el-Şam (HTŞ), IŞİD’in benimsemeye devam ettiği aşırı nihilizmden uzaklaştı. Yavaş yavaş Suriye devriminin dilini benimsedi ve bayrağını reddetmekten vazgeçti, ancak açıkça Sünni üstünlükçü bir konumdan hareket etmeye devam etti.

Rejimi deviren koalisyon HTC’nin yanı sıra – “Saldırganlığın Caydırılması Harekatı” [27 Kasım 2024’te başlatıldı] – resmi bir nedeni olmayan ve öncelikle Afrin Kürtlerine karşı [özellikle Ocak 2018’de], ancak aynı zamanda kontrolleri altındaki tüm Kuzey Suriye halkına karşı uzun bir suistimal geçmişi olan isyancı ve yolsuz grupları da içeriyordu ve etkili bir şekilde Türkiye’nin vekilleri olarak hareket ediyorlardı.

Bu bağlamda, Esad rejiminin düşmesi, Saydnaya hapishanesinin derinliklerinden ve Esad’ın güvenlik servislerinden çıkanlar gibi, küllerinden yeniden doğan devrim için hâlâ bir zafer olarak değerlendirilebilir mi?

Çöküş, Suriye genelinde yaygın ve haklı bir sevince yol açtı; bu sevinç, katliam, misilleme veya yıkım korkusunun olmamasıyla beslendi. Bu sevinç, rejimin sonunun barış getireceği, Batı’nın uyguladığı yaptırımların kaldırılacağı ve ekonomik toparlanmanın başlayacağı yönündeki umutlarla daha da arttı.

Ancak bu zaferi kutlayanların birçoğu kendini zafer kazanmış hissetmiyor. Rejimin düşüşü 2011 devriminin zaferinden çok, sözde “Sünni oluşumun” zaferi olarak görülüyor.

Devrimden sonra yıllarca katliam, yerinden edilme ve yoksulluk yaşayan bu grup, güçlü bir kurban olma duygusu ve intikam alma arzusu geliştirdi. Bu dürtüler, Esad sonrası döneme uygun olmayıp, ayrımcılığı, aşırılığı ve mantıksızlığı körükleme olasılığı daha yüksektir.

Bu tepkiler, rejim güçlerinin kalıntılarının sınırlı bir isyanı sonrasında geçen mart ayında kıyıda çok sayıda barışçıl Aleviyi hedef alan soykırımsal şiddet biçiminde patlak verdi. 6 Mart’ta eski askerler ve Esad yanlısı milisler tarafından bir saldırı başlatıldı. Rejimin güvenlik güçleri karşılık veriyor ve iç ve dış gruplar sivil halkı acımasızca bastırıyor ve katlediyor.

Esad ile yaşanan çatışmanın Sünni toplumda derin köklere sahip olmaması durumunda uzun sürmeyeceğini ve rejimin devrilmesine yol açmayacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak bu, çatışmanın artık siyasal ve kurumsal gerçekliklerde şekillenen mezhepsel ve dışlayıcı bir yörüngeye doğru derin bir şekilde kaydığı gerçeğini ortadan kaldırmıyor…

Ama devrim değil!

Bu düşüncelerimi, şu merkezi soruyu daha iyi anlayabilmek için ileri sürüyorum: 2011 devrimi, 2024 sonunda rejimin düşmesiyle zafere ulaşmış mıdır?

Hazır iki cevap hakimdir. Birincisi, esas olarak sözde “Sünni oluşum”un parçası olanlar veya devrimi ulusal kurtuluş hareketinden ziyade bir Sünni darbesi olarak görenler tarafından dile getirilen, evet, devrimin açıkça zafer kazandığı iddiasıdır.

İkincisi ise bu iddiayı reddederek, ortaya çıkan sonucun İslamcıların silahlı bir ele geçirmesi olduğunu ve Suriye’nin artık BM ve büyük güçler tarafından terörist olarak kabul edilen aşırılıkçıların boyunduruğu altında olduğunu ileri sürüyor. Yeni rejimin devrilmesini açıkça talep etsin veya etmesin, mantığı bu noktaya varıyor.

Bu görüşü paylaşanlar Esad’ın düşüşüne üzülmüyor olabilirler (bazıları üzülüyor), ama bundan mutlu da değiller. Aşağıda, Esad’ın düşüşünün gerçekte neyi temsil ettiğine dair daha ayrıntılı ve daha az kutuplaşmış bir anlayışa doğru ilerleme girişimi yer almaktadır.

Bu tutumumuzu bir kez daha vurgulamak gerekirse, Esad rejiminin devrilmesi gerçekten de tarihi bir olaydır. Bu kişisel bir görüş değildir. Bu rejim, Saydnaya Hapishanesi ve onun geniş güvenlik aygıtından da anlaşılacağı üzere, nihai çöküşüne kadar kan bağları ve yolsuzlukla tanımlandı. Bu rejim çok uzun süredir iktidarda, kendi halkının kanını döktü, mallarına el koydu, mezhepçiliği güçlendirdi ve ulusal egemenliği yabancı [İran ve Rusya] koruması karşılığında takas etti; bu da Suriye’nin topraklarına, toplumuna ve kaynaklarına zarar verdi.

Biraz eski moda bir deyimle, devrilmesi gereken, ulusal olmayan bir rejimdi; ulusal ihanet rejimiydi. Bundan sonra ne olursa olsun, Suriye’nin hayatta kalma şansına sahip olabilmesi için tarihinin bu kanlı ve durgun sayfasını acilen kapatması gerektiği gerçeğini değiştirmeyecektir.

Olayın büyüklüğünü abartmak mümkün değil. Bu, toplumu, düşünceyi, kolektif kimliği hiçbir şeyden esirgemeyen tektonik bir altüst oluş. İttifaklar ve rekabetler yeniden çiziliyor, yeni kutuplaşmalar ortaya çıkıyor ve insanlar, olup biteni idrak edemeden, sanki büyük bir depremin artçı şoklarına yakalanmış gibi her yöne çekiliyorlar.

Jeolojik bir felaketle yapılan bu karşılaştırmanın Suriyelilerin aktif rolünü inkar etmek anlamına gelmediği açıktır. Bunun yerine, yaşananların ham gücünü ve bu gücün Suriyelilerin eylemlerini nasıl şekillendirdiğini, onları şu anki an kadar değişken ve istikrarsız hale getirdiğini aktarmaya çalışıyor. Ve bu herkesi krize sürükler.

Bugün hiçbir Suriyeli, özellikle de kamusal alanda görev alan herkes, bu krizden muaf değil ve dünyamızdaki bu büyük ve beklenmedik değişime duyarsız değil. Kazananlar da dahil.

Verimli ama bir o kadar da kafa karıştırıcı bir geçiş döneminde yaşıyoruz. Bu dönem, başka hiçbir şeye yer bırakmasa bile, düşünmeyi gerektiriyor. Akışkan bir halde yaşıyoruz, biçimsiz ve hâlâ şekil verilebilir bir durumdayız; nihai yapılanması en azından kısmen bize bağlı. Arada kalmış bir durumda olmanın anlamı budur: Şeylerin, bireylerin ve fikirlerin tarihsel bir geçiş içinde var olduğu, eski dünyanın her geçen gün daha da kaybolduğu, yenisinin ise şekil almaya çalıştığı bir kaos dönemi. Analizimizin hali de budur: ara, geçici ve büyük ölçüde deneysel, bir dil bulmaya çalışan ve bu mücadelede tökezleyen, biçimsiz gerçekliklerden ve tutarsızlığa gömülme tehlikesiyle karşı karşıya olan.

Olayın boyutu bir yana; Devrimin zafer kazandığını iddia etmek başka bir şeydir. Rejimi devirmek Suriye devriminin temel hedeflerinden biriydi; ancak bu, kendi başına bir amaç değil, daha yüksek amaçlara ulaşmanın bir aracıydı.

Devrim, eşitlik, onur, hukukun üstünlüğü temelinde, mezhepçilikten ve işkenceden uzak, yeni ve özgür bir Suriye inşa etmeyi amaçlıyordu. Bu anlamda hayır, devrim zafer kazanmadı. Ve Esad’ın devrilmesinden aylar geçmesine rağmen, bir zamanlar onu tanımlayan hedeflere yaklaştığımıza dair hiçbir işaret yok.

2011 devrimi başarısız oldu. İster 2012 ortalarında, ister 2013 baharında, isterse daha hoşgörülü bir ifadeyle rejim ve müttefiklerinin 2016 sonlarında Doğu Halep’in kontrolünü yeniden ele geçirmesiyle çökmüş olsun. Rejimin çöküşü tamamen farklı bir boyuttadır: inkar edilemez bir şekilde tarihi bir olaydır, ancak devrim için bir zafer teşkil etmez. İkisi arasındaki uçurum çok büyük, kapatılamaz.

2011’den 2024 Aralık ayına kadar süren Suriye çatışması, bir kısmı Suriyeli olmak üzere birçok gücün yer aldığı, ancak en güçlüleri de dahil olmak üzere çoğunluğun Suriyeli olmadığı bir mücadeleydi.

Rejimin düşmesiyle bu çatışma sona mı erdi? Umut buydu, zira rejimin çöküşü büyük ölçüde Suriye’nin zaferiydi.

Ancak bunun tam tersine işaretler de var: Alevilere yönelik katliamlar, süregelen intikam eylemleri, güvenlik kaosu ve egemen kesimin iktidarı tekeline alma konusundaki dizginsiz arzusu, çatışmanın hâlâ çok canlı olduğunu gösteriyor.

Başka bir nihilizm

Yazar, yukarıdakiler ışığında, taraftarlarıyla pek az ortak görüş paylaşmasına rağmen, “Devrim zafer kazandı mı?” sorusuna verilen ikinci olumsuz cevaba daha yakın görünüyor.

Özellikle, “teröristler” ve “aşırılıkçılar” hakkındaki söylemlerde sıklıkla ima edilen, yeni iktidar düzeninin artık her ne pahasına olursa olsun devrilmesi gerektiği iddiasından uzaklaşıyor. Bu, “terörizm” ve “aşırılıkçılık” gibi terimlerin rahatsız edici bir şekilde yanlış kullanıldığını, ahlaki, yasal ve kavramsal temellerinden arındırıldığını ve belirli gruplar için basit etiketlere indirgendiğini gösteriyor; bu etiketler genellikle kendileri aşırı, hatta nihilist olan bağlamlarda kullanılıyor.

Doğru bir şekilde tanımlandığında, “terörizm”, siyasi hedeflere ulaşmak için sivilleri hedef almaktır; bu tanım, bu tür eylemlerin dünyadaki önde gelen failleri arasında, örneğin ABD, İsrail ve artık dağılmış olan Esad rejimini en sık kullanan ülkeler arasına yerleştirir.

Bu terim mezhepsel amaçlar için de kolaylıkla kötüye kullanılabiliyor, örtülü olarak yalnızca silahlı Sünni İslamcılar için kullanılıyor. “Aşırılık” da benzer şekilde işliyor: Artık müzakere, uzlaşma veya bir arada yaşamanın reddini değil, sadece belli ideolojik oluşumları ifade ediyor: İslamcı ve daha önce Filistin milliyetçisi.

Bu ne devrimin dilidir, ne eleştirel düşüncenin, ne de demokratik siyasetin. Çağdışı, seçkinci ve otoriterdir, ayrımcılık ve ırkçılıkla doludur ve her türlü özgürleştirici potansiyelden yoksundur. Daha da kötüsü, sıklıkla yalnızca siyasi hareketleri veya ideolojileri değil, tüm toplulukları hedef alan düşmanca ve öfke dolu söylemlerde, sözlü ve duygusal şiddette ortaya çıkıyor.

Bu şekilde konuşanlar devrim çağrısı yapmıyor, devrimin gerçekleşmesi için çalışmıyor, demokratik mücadeleyi farklı bir bağlamda yenilemiyor.

Bir politikanın ayırt edilebilmesi, miras alınan bölünmelerin patlayıcı potansiyeline ve mevcut düzeni devirmek için uluslararası destek umuduna dayanmaktadır.

Bu tutumda, 2012’de Suriye’de ortaya çıkan İslami nihilizme çarpıcı biçimde benzeyen, son derece nihilist bir şey var: Gerçekliğin öfkeyle reddedilmesi, sonuçlara kayıtsız kalınması ve tıpkı cihatçıların çağdaş toplumumuzdaki insanlığa duydukları aşağılama gibi, toplumun kendisine karşı bir düşmanlıktan kaynaklanması.

Bu ikili düşmanlığa dayanan bir politika, doğası gereği aşırılıkçıdır. Siyaseti, pazarlığı ve uzlaşmayı reddeder, etrafında önemli bir toplumsal veya siyasal çoğunluk oluşmasını imkânsız kılar.

Aşırılık karşıtı, siyaset yanlısı

Suriye’nin şiddetten, provokasyonlardan ve dayatılan gündemlerden uzak, sakin bir geçiş sürecine ihtiyacı var. Bu, nefes almamız, kamu hizmetlerini yeniden sağlamamız, yaptırımları kaldırmamız, yerinden edilmiş kişilerin büyük ölçekte geri dönmesine izin vermemiz ve kayıpların akıbetini ortaya çıkarma çabalarını ilerletmemiz gereken bir an olmalı.

Bu geçiş, Şam’ın önemli tavizler sunduğu, ulusal birliği koruyan ve dış müdahaleleri azaltan yerel yönetim biçimlerini veya “özyönetim”i desteklediği, benzersiz durumlara sahip bölgeler için siyasi anlaşmalar yapılmasını da gerektiriyor.

Bölgesel veya uluslararası güçlerin desteğine bağlı kalacak bir güç politikası izlemektense, Suriye’nin yerel ve etnik topluluklarına (Dürziler, Kürtler, Aleviler) taviz vermek daha iyidir.

Bugün hem içeride hem dışarıda pasifize etmek doğru bir yaklaşımdır. Suriye toplumunun ılımlılaşmaya doğru evrilmesi ve kamusal aktörlerin yeniden toparlanıp, kendilerine yeni bir yön vermeleri için en uygun koşulları sunmaktadır. Esad döneminde Suriye’yi yerle bir eden güç siyaseti bugün ona hiçbir fayda sağlamayacaktır.

Bazıları sorabilir: Neden bekleyelim? Neden eski liderlere yaptığımız gibi yeni liderlere de karşı çıkmıyoruz? Cevap hem dikkatli olmakta hem de gerçekçi olmakta yatıyor. Böyle bir politika, bazı kesimlerin güvendiği topluluklar arasında bile çok az toplumsal desteğe sahiptir. Ne Cezire Kürtleri, ne Süveys Dürzileri, hatta ne de Aleviler -katliamlara rağmen- bugün devrim veya silahlı ayaklanma peşinde değiller.

Tam tersine, genel talep daha çoğulcu, daha temsili ve daha ademi merkeziyetçi, gerçek anlamda adil ve özgürleştirici bir sistemdir ve bu da şimdilik siyasi araçlarla gerçekleştirilmektedir.

Bu değişebilir mi? Arap olmayan Sünni gruplardan ve muhafazakâr olmayan bazı Arap Sünnilerden devrimci bir koalisyon çıkabilir mi? Ancak mevcut iktidar aşırılığa doğru yönelirse, yani siyasi çözümleri reddederse böyle bir yörünge ortaya çıkmaya başlayabilir. Ya da matematiksel olarak ifade etmek gerekirse: Liderlerin aşırılıkları, aşırı politikalarının süresiyle çarpıldığında, sonunda yeni bir devrimci koalisyon ortaya çıkabilir.

Ancak böyle bir koalisyon, aşırıcılığa karşı koyabilecek, ortak bir kamu davası inşa edebilecek, hegemonya savaşını kazanabilecek, bugün mevcut yönetimi eleştirenler arasında yaygın olan dışlayıcı ve yüceltici söylemin aksine, ılımlılığa ve kapsayıcılığa doğru ilerleyebilecek bir güç olarak görülmelidir.

Aslında mevcut hükümet yapısı içerisinde iki tür aşırılıkçı eğilim görüyoruz. Birincisi, medyanın ilgisini çeken ve toplumsal korku yaratan aşırı Selefi veya cihatçı dürtüler veya her ikisi de var, ancak bunlar en tehlikeli olanlar değil. İkincisi, Anayasa Beyannamesi’nde ve hükümetin kuruluşunda somutlaşan, iktidarı tepedeki küçük bir grubun elinde toplama arzusundan kaynaklandığı görülen aşırı merkeziyetçi eğilimler var. Bu merkeziyetçi eğilimler, Selefilerin ve cihatçıların dağınık aşırılıkçılığından daha az dikkat çekicidir, ancak uzun vadede daha tehlikelidir.

Bir sorunu çözmek yerine, yeni bir sorun yaratılmıştır: Anayasa Bildirgesi ve hükümetin kurulmasıyla güvence altına alınmaya çalışılan kurumsal istikrar, ülkenin toplumsal ve coğrafi parçalanmışlığı göz önüne alındığında sürdürülebilir değildir. Kurumsal istikrara yönelik çabaların bu toplumsal ve coğrafi sorunların çözümünden önce değil, çözüm sonrasında gelmesi gerekirdi.

Ahmed el-Şara ve ekibi bunu yaparken arabayı atın önüne koydu. Suriye için çok dar, hiç kimseye hitap etmeyen, hatta reddedilmesi gereken bir elbise dikmişler.

Bu sorunun nasıl çözüleceğini kimse bilmiyor. Bir yandan Dürzilerin veya Kürtlerin mevcut kurumsal çerçeveyi kabul etmeleri düşünülemez. Öte yandan, zorla dayatılan bir çözüm imkânsız (ve elbette istenmeyen bir seçenek olarak) görünüyor.

Bugün en uygun yol, mevcut bölünmüşlükleri aşmak, Suriye tarihine damgasını vuran boğucu merkeziyetçilikten kurtulmak ve Suriye toplumunun gerçek çoğulculuğuna esnek bir şekilde yanıt vermek amacıyla, özellikle Anayasa Bildirgesi, hükümet ve askeri eğitim süreçleri olmak üzere mevcut devletin ciddi ve müzakereli bir yeniden yapılandırılmasına girişmektir.

Bu, iki-üç adım geriye gitmek, geçen mart ayından önceki duruma dönmek, böylece daha sağlam bir şekilde ilerlemek anlamına geliyor. Kamu kurumlarının oluşumuna siyasi çözümlerle öncülük etmek en doğrusudur, tersi değil.

Siyaset, müzakereleri, uzlaşmaları, alışverişi, orta yolu ve ortaya çıkan fikir birliğini desteklemek için oluşturulmuş kurumları içerir.

Ama siyasete kapı kapanırsa, devrime kapı açılır, bir süre sonra bile olsa. Ve hiç kimse bu kuralın başkaları için geçerli olup, kendisi için geçerli olmadığı yanılgısına kapılmamalıdır.

(30 Nisan 2025’te aljumhuriya.net sitesinde yayımlanan makale)

Yasin el-Hac Salih , 1980’den 1996’ya kadar 16 yılını Suriye’deki Hafız Esad diktatörlüğünün zindanlarında geçirdi. Suriye devrimi, hapishane, işkence ve rejimin soykırım şiddetini konu alan birçok kitabın yazarıdır; bunlar arasında The Impossible Revolution: Making Sense of the Syrian Tragedy (Hurst, Londra, 2017) yer almaktadır. Al-Jumhuriya’nın kurucularından ve yayın kurulu üyesidir .

Kaynak: https://alencontre.org/moyenorient/syrie/syrie-assad-est-tombe-mais-la-revolution-na-pas-gagne.html

Çeviri: İmdat Freni

1 Mayıs’ta Anti-Faşist ve Anti-Emperyalist Direnişin Bayrağını Yükseltelim! – IV. Enternasyonal

Dördüncü Enternasyonal Yürütme Kurulu’nun Açıklaması

5 Nisan’da ABD’de Trump ve aşırı sağcı hükümetine karşı duyulan büyük öfke, 1.300 eylemde 500.000 kişiyi bir araya getirdi. Bu büyük eylemler sadece bir başlangıçtır. Tüm dünyada işçi sınıfına, göçmenlere, ırkçılık mağdurlarına, kadınlara ve LGBTİ+ topluluklara yönelik ağır saldırılar karşısında direnişin mümkün olduğunu göstermektedir.

Sırbistan, Yunanistan, Güney Kore, Türkiye, İngiltere, Almanya, Arjantin ve Hindistan gibi pek çok ülkede halk, kendi hükümetlerine ve aşırı sağa karşı ayaklandı. Bu direnişlerin çoğunda gençler belirleyici bir rol oynadı. Siyonist devletin Gazze’de yürüttüğü soykırıma karşı ayağa kalkan yüz binlerce genç — özellikle emperyalist ülkelerdeki farklı etnik kökenlerden gelenler ve Siyonizm karşıtı Yahudiler — anti-emperyalist ve aşırı sağ karşıtı mücadelenin yolunu gösteriyor. Bu hareket, aynı zamanda Rus işgaline karşı Ukrayna direnişiyle, Fransız emperyalizmine karşı Kanak halkının mücadelesiyle ve tüm diğer anti-faşist ve anti-emperyalist dayanışma ve direnişlerle güçlü bağlar kuruyor.

1 Mayıs 2025, dünya genelinde savaş politikalarına, aşırı sağa, liberalizme ve halkların demokratik, ekonomik ve sosyal haklarını hedef alan saldırılara karşı uluslararası dayanışmayı yükseltme günüdür. Dünyanın dört bir yanında Filistin bayrağı, direnişin simgesi olarak göndere çekilecektir.

Dünya giderek daha istikrarsız, belirsiz ve tehlikeli bir hale geliyor. Kapitalizmin neden olduğu iklim felaketi ve çok boyutlu krizlerle karşı karşıyayız. Putin ve Trump’ın otoriter, yabancı düşmanı, korumacı siyasetleri; ticari ve emperyalist savaşlarla bu krizi daha da derinleştiriyor. Trump’ın uygulamaları işten çıkarmaları artırıyor, ekonomik krizi ve enflasyonu ağırlaştırıyor, ekokırıma ve emperyalist talana ivme kazandırıyor.

Trump, Putin, Netanyahu, Meloni, Orbán, Erdoğan, Modi, Xi Jinping ve Marcos gibi otoriter ve emperyalist ya da bölgesel emperyalist hükümetler bu saldırıların başını çekiyor. Bunların gerici muhafazakârlığı; kadınların üreme haklarına, LGBTİ+ bireylere — özellikle trans bireylere — basın ve ifade özgürlüğüne, göçmenlere ve ırkçılığın hedefi olan, yasa dışı ilan edilen, ailelerinden koparılan, hapsedilen ve sınır dışı edilen milyonlara yönelik ağır saldırılarla birleşiyor.

Bu koşullar altında, Dördüncü Enternasyonal; milliyet, etnik köken, toplumsal cinsiyet ya da cinsel yönelim gözetmeksizin, eşit haklarla hareket ve yerleşim özgürlüğü için verilen mücadelenin aciliyetini vurgulamaktadır. Fiyatların dondurulmasını, ücretlerin artırılmasını, gayrimeşru borçların iptalini ve bankalarla büyük enerji şirketlerinin kamulaştırılmasını talep ediyoruz.

Trump ve Putin’in savaş politikalarına — Ukrayna’nın işgali, Filistin’deki soykırım ve Ukrayna’nın zenginliklerini paylaşmaya yönelik aralarındaki anlaşma girişimlerine — verilecek yanıt militarizm olamaz. Avrupa Birliği, savaş çığırtkanlığına ve kemer sıkma politikalarına dayanan üçüncü bir ekonomik ve askeri kutup oluşturmak üzere kendini örgütlemeye çalışıyor

Putin ve Trump’a karşılık verme bahanesiyle askeri bütçeler artırılıyor. Bunun için  sağlık, eğitim, sosyal yardım, kamu istihdamı ve özellikle Trump’ın yaptığı gibi Küresel Güney’e yönelik yardımların budanması gerektiğini iddia ediyor.

Bu yönelim insanlık için yeni savaş tehditleri, nükleer yıkım riski, dünya çapında neo-faşizmin yükselişi ve iklim krizine karşı mücadelede kararlı bir geri çekilme anlamına geliyor. Dördüncü Enternasyonal, savaşa, militarizme ve özellikle nükleer silahlanmaya karşı küresel bir hareketin inşasını hayati görüyor. Bu hareket, başta Filistin ve Ukrayna olmak üzere Kongo, Sudan, Sahel, Kürdistan, Ermenistan, Yemen, Myanmar gibi emperyalizmin ve bölgesel tahakkümün hedefi olan tüm halkların direnişlerini dışlamaz — tersine, onlarla doğrudan bağlantılıdır. Çünkü adalet olmadan barış olmaz.

Şiddet yerine işbirliğine, rekabet yerine (doğal kaynakların, ulaşımın, bankaların kamusal denetimine dayanan) toplumsallaşmaya, neyi üreteceğimize ve hangi ürünlerin dolaşımına onay vereceğimize dair demokratik tercihlere, aşırı sağın körüklediği nefrete karşı dayanışmaya dayalı başka bir dünya kurmak istiyoruz.

Bu mücadelenin ön saflarında aşırı sağa, liberal iktidarlara ve savaşa karşı direnenler ile Filistin’in ve Ukrayna’nın özgürlüğü için mücadele edenler bulunuyor.

Dördüncü Enternasyonal bunu 18. Kongresi’nde kabul ettiği Ekososyalist Devrim Manifestosu’nda ifade etmiştir. 1 Mayıs vesilesiyle işçileri, köylüleri, emekçi mahallelerinin halkını, ezilen halkları ve sınıfları dünyayı dönüştürmek üzere harekete geçmeye çağırıyoruz. Aşırı sağın yükselişi ve tüm hükümetlerin otoriter politikaları karşısında, militarizm, emperyalizm, neo-faşizm ve neo-liberalizme karşı birleşik kampanyalar örmek zorundayız. Güç ilişkilerini değiştirelim!

1 Mayıs’ta haykıralım:
– Emperyalizme ve otoriterliğe karşı uluslararası dayanışma!
– Savaşları ve militarizmi durduralım! Filistin özgürleşsin! Rus askerleri Ukrayna’dan çekilsin!
– Dünyanın her yerinde aşırı sağa dur diyelim!
– Ekososyalist devrim için işçilerin taleplerini savunalım!

28 Nisan 2025

Suriye: Alevi Katliamları, Mezhepçilik ve Geçiş Adaleti – Joseph Daher

Aralık 2024’te Esad rejiminin devrilmesinin ardından oluşan coşku, Mart 2025’in başlarında yeni kurulan Suriye ordusuna bağlı silahlı gruplar tarafından kıyı bölgelerindeki Alevi sivillere yönelik büyük çaplı katliamların ardından büyük ölçüde dağıldı.

Bu trajik olayların ardından iktidardaki yeni yönetime bağlı silahlı gruplar, Alevi sivillere yönelik yeni suikastlar ve başka saldırılar gerçekleştirdi. Uluslararası Af Örgütü’nün kıyı şeridinde son dönemde yaşanan ölümcül olaylara ilişkin raporunun yayımlanmasının ardından örgütün genel sekreteri şunları söyledi: “Sivilleri kasten öldürmek veya yaralı, teslim olmuş veya esir düşen savaşçıları kasten öldürmek bir savaş suçudur.”

Başlangıçtaki şiddet olayları, eski Esad rejimine bağlı silahlı kişilerin, iktidardaki yeni yönetimin güvenlik güçlerine ve sivillere yönelik saldırıları koordine etmesiyle başlamış olsa da, Suriye ordusunun farklı kesimleri tarafından yürütülen baskı kampanyası daha sonra kitlesel olarak sivillere ve Alevi ailelere yönelik suikast kampanyalarına dönüşmüş ve yüzlerce sivilin ölümüyle sonuçlanmıştır .

Ayrıca bu katliamlar nedeniyle yaklaşık 13 bin Suriyeli Lübnan’ın kuzeyine, on binlercesi de ülkenin iç kesimlerine kaçtı.

“Esad rejiminin kalıntılarıyla mücadele” bahanesiyle gerçekleştirilen bu katliamlar, esas olarak mezhepsel nefret ve “intikam” duygusundan kaynaklanmış, Alevi toplumunun tamamı yanlış bir şekilde eski rejimle özdeşleştirilmiştir. Oysa Alevilerin büyük çoğunluğu eski rejime bağlı silahlı unsurların güvenlik güçlerine yönelik gerçekleştirdiği silahlı saldırıları desteklememiştir. Ayrıca katledilen sivillerin birçoğu Esad rejimine karşı gelmiş ve rejimin Aralık 2011’de devrilmesini kutlamıştı.

Bu trajik olayların ardından sosyal medya mezhepçi ve nefret söylemleriyle dolup taşarken, Suriye İnsan Hakları Merkezi Direktörü Fadel Abdulghany’nin de aralarında bulunduğu önde gelen insan hakları aktivistleri katliamları haberleştirdikleri ve belgeledikleri için tehdit ve hakaretlere maruz kaldı.

Sahil kesimindeki Alevi nüfusa yönelik katliamların sorumluluğu yeni Suriye yönetimine aittir. Sadece şiddetin ve mezhepsel nefretin yükselişini engelleyememekle kalmadılar, aynı zamanda hem doğrudan doğruya hem de bu katliamlara yol açan siyasal koşulları yaratarak buna aktif olarak katkıda bulundular.

Nitekim Alevi bireylere ve topluluklarına yönelik insan hakları ihlalleri, kaçırma ve öldürmeler de dahil olmak üzere son aylarda artış göstermiş ve bunlardan bazıları, örneğin Aralık 2024’teki Fahil katliamı ve Şubat 2025’teki Arzah katliamı , kıyıdaki katliamların provaları gibi görünmektedir.

İktidardaki yetkililer her defasında bu eylemleri münferit olaylarmış gibi sunmuş, faillerine karşı ciddi tedbirler almamışlardır.

Ayrıca, Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) ve Suriye yetkilileri, Alevi toplumunu, eski rejimin Suriye halkına karşı kullandığı bir araç olarak sürekli olarak resmetmektedir.

Nitekim Suriye Dışişleri Bakanı Esad el-Şibani, Belçika’nın başkenti Brüksel’de düzenlenen 9. Suriye Bağışçıları Konferansı’nda yaptığı konuşmada, “54 yıllık azınlık yönetimi, 15 milyon Suriyelinin yerinden edilmesiyle sonuçlandı…” diyerek dolaylı olarak, Esad ailesinin kontrolündeki bir diktatörlüğün değil, ülkenin onlarca yıldır Alevi toplumunun bir bütün olarak yönettiğini ima etmiştir.

Alevi isimlerin eski rejimde, özellikle askeri ve güvenlik teşkilatında önemli mevkilerde yer aldığı yadsınamazken, devletin ve onun temel kurumlarının niteliğini “Alevi kimliği”ne indirgemek veya rejimi dini azınlıkları kayıran, Sünni Arap çoğunluğa karşı sistematik ayrımcılık yapan bir rejim olarak göstermek hem bir hatadır hem de gerçeklikten uzak bir analizdir.

Mezhepçiliğin araçsallaştırılması eski rejimin nihai hedefi değildi, daha ziyade iktidarını sürdürmenin bir aracıydı.

Bu gerginliklerin ve mezhepsel nefretin, bölge halkları arasında kökleşmiş kadim dinsel ayrılıklardan veya kökleşmiş herhangi bir şeyden kaynaklanmadığının açıkça belirtilmesi gerekir. Mezhepçilik ve mezhepsel gerginlikler modernitenin bir ürünüdür ve siyasal kökenlere sahiptir. Bu durumda mezhepsel dinamikler, eski Esad rejiminin Suriye halkını bölmek için bir araç olarak kullandığı mezhepsel politika ve uygulamalarının yanı sıra, HTŞ ve diğer silahlı muhalif gruplar da dahil olmak üzere yeni iktidar otoritelerinin eylemlerinden kaynaklanmaktadır. Bu gruplar mezhepçiliği aktif bir biçimde araçsallaştırdılar ve bunu politikaları, eylemleri ve söylemleriyle yapmaya devam ediyorlar.

Her Suriyeli için adalet sağlanmazsa kaos daha da derinleşecek

Mezhepçilik temelde iktidarı pekiştirmenin ve toplumu bölmenin bir aracıdır. Ülkenin sorunlarının kaynağı ve güvenliği tehdit eden bir grup olarak, inancı veya etnik kökeni itibarıyla belirli bir kesimi göstererek, işçi sınıfını sosyo-ekonomik ve siyasal sorunlardan uzaklaştırmaya, böylece bu kesime yönelik baskıcı ve ayrımcı politikaları meşrulaştırmaya çalışmaktadır.

Üstelik mezhepçilik, güçlü bir toplumsal kontrol mekanizması olarak işlev görür ve işçi sınıfının, içinde yaşadığı toplumun yönetici elitlerine olan bağımlılığını pekiştirerek sınıf mücadelesinin gidişatını şekillendirir. Sonuç olarak, işçi sınıfı bağımsız siyasal eylem kapasitesinden yoksun bırakılmakta ve toplumsal kimlikleriyle tanımlanmakta, siyasal olarak bu kimlik temelinde hareket etmektedirler.

Bu bağlamda yeni iktidar, eski Esad rejiminin izlerini takip ediyor, mezhepçi politika ve uygulamaları bir yönetim ve toplumsal ayrıştırma aracı olarak kullanmaya devam ediyor.

Mezhepsel dinamiklerin ötesinde, son olaylar aynı zamanda iktidardaki yeni otoritelerin, tüm bireylerin ve grupların savaş suçlarından sorumlu tutulmasını sağlamayı amaçlayan kapsamlı ve uzun vadeli bir geçiş adaleti çerçevesi oluşturma konusundaki başarısızlığının ve reddinin sonucudur.

Sürdürülebilir ve barışçıl bir geleceğin önünü açmak için Esad rejiminin sistematik vahşet mirasının ele alınması önemlidir. Bu yaklaşım, intikam eylemlerinin sınırlandırılması ve toplumlar arası artan gerginliğin azaltılması konusunda belirleyici bir katkı sağlayabilirdi.

Cumhurbaşkanı Ahmed el-Şara, Suriye sahilindeki olayları araştırmak üzere bir soruşturma komisyonu kurdu ve iç barış için yüksek komisyon oluşturdu. Ancak, bulguların açıklanması hala bekleniyor ve resmi son tarih 9 Nisan olarak belirlendi. Bu arada, bu bölgelerdeki Alevi sivillere yönelik insan hakları ihlalleri devam ediyor.

Uluslararası Af Örgütü’nün kıyı bölgelerindeki son olaylara ilişkin raporuna ve hükümetin rolüne yönelik daha geniş eleştirilere yanıt olarak Suriye İçişleri Bakanlığı’ndan bir kaynak, The New Arab’ın kardeş yayını olan El Arabi el Cedid’e , “Sahadaki verileri ve gerçekleri göz ardı etmek ve soruşturma komisyonunun çalışmalarını karalamak, nesnelliğin en temel standartlarına aykırı bir titizlik eksikliğidir.” Dedi. Bu, geçmişi bilinen, Suriye’ye hem millete hem de halkına düşman ülkelerle ittifakı aşikar olan aktörlerin yürüttüğü bir siyasi proje lehine bir tarafgirliği ifade etmektedir.”

Bununla birlikte Ahmed al- Şara ve iktidardaki müttefikleri, kapsamlı bir geçiş adaleti mekanizması kurmakla ilgilenmiyorlar; çünkü bunun kendilerini de sivillere ve çeşitli yerel nüfusa karşı işledikleri suçlar ve suistimaller nedeniyle hesap vermeye maruz bırakacağından korkuyorlar.

Ayrıca, geçiş adaleti, eski rejimle bağlantılı iş adamlarına yasadışı olarak verilen devlet varlıklarının geri alınmasını ve kamu ve devlet fonlarının özelleştirilmesi veya devlet arazilerinin işçi sınıfı ve genel çıkarlar aleyhine devredilmesi gibi ciddi mali suçlardan sorumlu olanların hesap vermesini amaçlayan eylemleri içeriyorsa, toplumsal bir boyut da taşıyabilir.

Yeni iktidarın, eski Cumhurbaşkanlığı Sarayı ile bağlantılı iş dünyası figürleriyle anlaşmalar ve düzenlemeler yapmayı hedefleyen ekonomik yönelimi, neoliberal politikaları derinleştirme ve kamu varlıklarını özelleştirme arzusu, kapsamlı bir geçiş adaleti sürecinin ilkeleriyle bir kez daha çelişmektedir.

Son yaşananlar, gelecekte açılacak cezai kovuşturmalara delil toplamak ve mağdurların hafızasını ve geçmişini korumak amacıyla Suriye’deki insan hakları ihlallerini belgelemeye devam etmenin önemini vurgulamaktadır.

Yalnızca, tüm mezhepsel ve etnik kökenlerden emekçi sınıfların geniş katılımıyla demokratik ve kapsayıcı bir süreç, mezhepsel şiddet döngüsünü kırabilir ve insan hakları ihlallerinin faillerinin hesap vermesini sağlayabilir.

Bunun için Suriyeli aktivistlerin, demokratik ve ilerici grupların iktidardaki yeni yönetime karşı dengeleyici bir güç oluşturması, özellikle adalet ve cezasızlıkla mücadele konularında taviz vermeleri için baskı yapması gerekiyor. Eski bir söz vardır: Adalet olmadan barış olmaz.

Joseph Daher

Kaynak: The New Arab , 3 Nisan 2025:
https://www.newarab.com/opinion/no-hope-justice-if-sectarianism-new-syrian-state-doctrin

Görsel: ALI HAJ SULEIMAN / GETTY IMAGES VIA AFP

Çeviri: İmdat Freni

Halk Rejim Değişikliğine Direnirken – Balkan Yücel

  1. 2023 genel seçimlerinde arkasındaki kitle desteğinin azaldığını hisseden, bir sene sonraki yerel seçimlerde ise bunun hızla erimekte olduğu gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalan Erdoğan, partisinin ikinci parti konumuna düştüğü bu seçimlerin ardından elindeki devlet imkânlarını daha agresif bir şekilde kullanma yoluna gitti. Bir yandan DEM Partili Hakkari Belediyesi’ne kayyum atayarak yeni “çözüm süreci”nde Kürt hareketine karşı elini güçlendirmeye çalışırken, diğer yandan CHP’li Esenyurt Belediyesi’ne kayyum atayarak CHP’ye karşı izleyeceği “yargı siyaseti”nin başlangıç vuruşunu yapmış oldu. Bu kayyum atamalarını hem DEM hem de CHP’li belediyelere yeni operasyonlar izledi. Bir yandan da menajer Ayşe Barım ve oyuncular üzerinden 12 yıl önceki Gezi İsyanı cezalandırılıp, yeni sokak direnişlerine gözdağı verildi, TÜSİAD yöneticileri üzerinden iktidar politikalarını eleştirmenin maliyeti dosta düşmana gösterilmiş oldu. Teğmenlerin ihracı üzerinden de, yeni devlet mimarisinin inşasının tamamlandığı, devlet içerisinde herhangi bir siyasi çatlağa imkân kalmadığı, herkesin buna göre pozisyon alması gerektiği mesajı gerekli mercilere iletildi. 
  2. Böylesi bir “siyasi” ortamda, yerel seçimlerdeki zaferin yarattığı özgüveni de arkasına alan Ekrem İmamoğlu, adaylığını erken bir aşamada ilan ederek, Erdoğan’ı erken seçime zorlama taktiğini uygulamaya koydu. Başka bir bakış açısıyla, yargı operasyonlarının nihayetinde kendisini hedef alacağını tahmin eden İmamoğlu, cumhurbaşkanı adaylığını ilan ederek, AKP’nin bu konuda elini zorlaştırmak istedi. Ve nihayet 18 Mart akşamı İmamoğlu’nun diplomasını hukuka, yönetmeliklere ve teamüllere aykırı bir şekilde iptal ettiren iktidar, 19 Mart sabahı İmamoğlu ile birlikte 100’ü aşkın ismi gözaltına aldırdı. Diploma iptali, gözaltı operasyonları ve İmamoğlu’nun tam da CHP’nin cumhurbaşkanı adaylığı için ön seçim yapacağı 23 Mart sabahı tutuklanması bu operasyonların, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde, tamamen siyasi saiklerle yapıldığını, serbest bir seçim düzeninden, her zaman Erdoğan’ın kazandığı göstermelik seçimler düzenine geçişi amaçladığını göstermektedir. Böyle bir ortamda hukuku, davaları, duruşmaları, itirazları konuşmak, işin siyasi yönünü perdeleyip, tartışmaların iktidarın arzu ettiği alana çekilmesine hizmet etmekten başka bir işe yaramayacaktır. 
  3. İktidarın elindeki devlet imkânlarını ama en çok da yargı mekanizmasını bu kadar cüretkâr bir şekilde araçsallaştırabilmesinin en önemli nedenlerinden birisi ABD emperyalizminin ve onun şimdiki başkanı Donald Trump’ın iktidara bu konuda atılacak adımların getireceği maliyetlerin sınırlanmasına yönelik güvence vermesidir. 16 Mart günü Erdoğan ile Trump arasında gerçekleşen telefon görüşmesi ve bu görüşmenin Trump’ın yakın elemanlarından birisi tarafından “harika” ve “gerçekten dönüştürücü” bir görüşme olarak nitelenmesi; operasyonların ardından aynı kişinin “Türkiye’den gelen pek çok iyi ve olumlu haber var” şeklinde fikir belirtmesi, Trump’ın yine aynı günlerde Erdoğan’dan “iyi lider” diye söz etmesi ve Türkiye kitlesel eylemlerle sarsılırken Dış İşleri Bakanı Hakan Fidan’ın ABD’yi ziyaret etmesi, Erdoğan’ın bu cüretkâr tavırlarının arkasındaki güvenceyi açık etmektedir. 
  4. CHP yönetimi, 18 Mart akşamı ve 19 Mart sabahı (kendilerinden beklenebileceği gibi) hukuktan, itirazlardan, yasal süreçlerden bahseder, işin siyasi yönünü vurgulamak konusunda çekingen bir hat izlerken olayın seyrini değiştiren, Beyazıt’ta önlerine konulan polis barikatını yıkarak İBB binasının bulunduğu Saraçhane’ye doğru yürüyüşe geçen üniversite öğrencileri olmuştur. Bu eylemin yarattığı heyecan ve yaydığı cesaret kısa sürede diğer üniversitelere de sirayet etmiş, başta İstanbul, Ankara ve İzmir olmak üzere, ülkenin birçok şehrinde üniversite öğrencileri eylemlerin doğal öncüsü konumuna yerleşmiştir. Öğrenciler hızla örgütlenerek, üniversitelerde forumlar organize ederek ve alanları doldurarak sadece eylemlerin yayılmasını ve güçlenmesini sağlamakla kalmamış, aynı zamanda CHP liderliğini de hem söylem hem de eylem konusunda daha sert bir tavır almaya zorlamıştır. “Mitinge değil eyleme geldik” sloganlarıyla Saraçhane’yi domine eden öğrenciler, Özel’in sokak ve boykot çağrısının arkasındaki itici güç olmuş, bununla da yetinmeyerek son günlerde CHP’nin çağrılarından bağımsız, Saraçhane dışında, oldukça kitlesel eylemler örgütlemişlerdir. İktidarın yargı aparatlarının özellikle öğrencileri ve bunların içerisindeki sosyalist kadroları hedef alması, eylemlerin itici gücü konusunda AKP’nin de fikir sahibi olduğunu göstermektedir. 
  5. Öğrencilerin eylemler içerisindeki kritik rolü böylesine açıkken, sokakta gelişen toplumsal muhalefetin CHP’ye yedeklenmemesi, CHP’nin bu süreci kendi siyasi çıkarları için kontrol etmesine fırsat tanınmaması oldukça önemlidir. Her şeyden önce, bu eylemlerin salt İmamoğlu’nun tutuklanmasına karşı bir tepki olmadığı herkesin malumudur. Rant ve yağma politikalarıyla ülkeyi bir enkaz haline getiren AKP’nin ekonomiden eğitime, adaletten bürokrasiye, kültürden spora kadar el atıp tarumar etmediği bir alan yoktur ve toplumun çok büyük bir kesimi AKP’nin yağma politikasından bir şekilde nasibini almıştır. Rektör adı altında üniversitelere atanan parti komiserleri, sadece AKP’li olduğu için okullara akademisyen yapılan cahil yandaşlar ile nitelikli akademisyenlerin üniversitelerden çeşitli yöntemlerle uzaklaştırılması, öğrencilerin sefalet düzeyinde bir yaşama mahkûm edilmesi, mezun olduklarında kendilerini işsizlik ya da çok düşük ücretlerle kötü çalışma koşullarının beklemesi, öğrencilerin isyanına rengini veren koşullardır örneğin. Toplum böylesine etraflı ve derin sorunlarla karşı karşıyayken, bütün bunlara karşı yükselen öfkenin sermaye yanlısı bir partinin düzen içi çözüm önerileriyle soğurulması, sorunların başka biçimlerde devam etmesini garanti altına almaktan başka bir işe yaramayacaktır. Bu nedenle üniversitelerde ve işyerlerinde özörgütlülüğün kurulması ve güçlendirilmesi elzemdir. 
  6. Eylemlerde sıklıkla karşımıza çıkan aşırı sağcı, Türkçü ve hatta faşizan unsurlar, bazıları tarafından iddia edildiği gibi, eylemlere ana rengini vermekten uzaktır. Yüzbinlerce insanın katıldığı eylemlerde, ağırlıklı toplam kendisini Atatürkçü ve sosyal demokrat olarak niteleyen insanlardır. Ümit Özdağ’ın tutuklanmasının ve Öcalan’la müzakerelerin açık edilmesinin ardından tepki gösterecek kanal bulamayan, çoğunluğu sempatizan düzeyinde, popülist ve sığ propagandadan etkilenen gençler bu eylemleri kendileri için bir fırsat olarak görmüşlerdir. Ancak bu toplamın, Avrupa’daki neo-faşist örgütlenmelere benzer bir hiyerarşi ve disiplin içerisinde örgütlü bir şekilde davranmadığı, sağlam bir faşist doktrine sahip olmadığı ve paramiliter bir yapılanmanın uzağında oldukları hatırlanmalıdır. Eylemler içerisindeki bu eğilim, eylemleri terk etmeye yönelik bir alarmizm ile değil, ileriye yönelik bir tehlike işareti olarak, gerekli ideolojik ve politik mücadelenin gerekliliği bilinciyle karşılanmalıdır. Bu konuda en büyük iş tabii ki sosyalistlere düşmektedir.
  7. Uzun yıllardır Gezi İsyanı’nı kriminalize etmek ve kitlesel sokak eylemlerinin bir daha yaşanmaması için herkesi tehditle susturmak çabasında olan iktidar, tam 12 yıl sonra karşısında yine sokağı bulmuştur. Kitlelerin aktif olarak siyasete müdahale ettiği, Troçki’nin deyişiyle, kendileri ile siyaset arasındaki duvarları birer birer yıktığı böyle dönemlerde, sokak siyaseti herkesi kendi açtığı alana davet etmektedir. Bu davetin en önemli konuğu hiç şüphesiz işçi sınıfıdır. Son yıllarda Gaziantep’teki tekstil işçilerinden Polonez işçilerine, Erdoğan’ın grev yasaklarına daha güçlü grevlerle yanıt veren metal işçilerinden Ankara’ya yürüyen ya da kendilerini madene kilitleyen maden işçilerine kadar birçok işçi direnişi/eylemi gerçekleşmiştir. Erdoğan’ın hayalini kurduğu seçimsiz ebedi başkanlık sistemine karşı direnişin başarıya ulaşmasının tek yolu, başka bir gelecek için sokağa çıkan gençlerin ve demokrasiyi savunmak için bütün tehditlere rağmen sesini yükselten yurttaşların mücadelesiyle işçi sınıfının ekmek mücadelesini birleştirmektir.

Türkiye ve Neo-faşist Yayılma – Gilbert Achcar

Geçtiğimiz Çarşamba gününden bu yana Türkiye’de meydana gelen olaylar son derece ciddi: Bu olaylar ülkenin demokrasinin boğulmasına doğru kayışında yeni ve çok tehlikeli bir adımı teşkil ediyor. İstanbul’un popüler belediye başkanı ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin 2028’de yapılması planlanan bir sonraki cumhurbaşkanlığı seçimindeki adayı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması ve Türkiye’nin en büyük şehrinin belediyesindeki yaklaşık 100 çalışanın yolsuzluk (Türk yargısı, damadından başlayarak Erdoğan’ın çevresindeki yolsuzlukları daha iyi soruşturmalıydı) ve “terörizm” (Yani PKK – hükümetin bu partiyle barışçıl bir çözüm için müzakere ettiği bir dönemde) bağlantılarını bir araya getiren suçlamalarla gözaltına alınması diktatörlüklerin bilindik oyun kitabından fırlamış bir davranış.

Suçlamaların uydurma olduğuna ve temel amacın ülkesini diğer otokratik yöneticiler gibi ömür boyu yönetmeye kararlı görünen Recep Tayyip Erdoğan’ın yönetimine karşı en güçlü muhalif figürü ortadan kaldırmak olduğuna dair herhangi bir şüphesi olan varsa, İstanbul Üniversitesi’nin İmamoğlu’nun tutuklanmasının arifesinde diplomasını geçersiz kılma kararı şüpheye yer bırakmıyor. Üniversite diploması Türkiye’de cumhurbaşkanlığına aday olmak için gereken şartlardan biri ve üniversitenin iptal kararı tamamen uyduruk bir gerekçeye dayanıyor, özellikle de İmamoğlu diplomasını otuz yıl önce almışken!

Yaklaşık bir yıl önce, Türkiye’deki son yerel seçimlerin ardından, Erdoğan’ın iktidarının ilk on yılında ülkesinde demokrasinin yerleşmesinde oynadığı rolü hatırlatmıştım. Kendisine rakip olarak gördüğü partisinin liderlerini görevden almak da dahil olmak üzere daha sonraki otokratik sürüklenişine rağmen, partisinin belediye seçimlerindeki yenilgisini kabul etmesini övmüştüm ki bu onu, 2020 sonbaharında gerçekleşen seçim sürecini baltalamaya çalışan ve başkanlığın kendisinden çalındığını iddia ederek hala yenilgisini kabul etmeyi reddeden Donald Trump da dahil olmak üzere yenilgiyi kabul etmeyen birçok neo-faşistten ayırıyordu.

Bu hikayenin kıssadan hissesi, siyasi kariyerine diktatörlük rejimine karşı cesur bir mücadeleyle başlayan ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olarak görev yaptığı dönemde, şu anda rakibi olan mevcut belediye başkanına yaşattıklarının çok benzerini yaşayan ve ülkesinde demokrasinin yerleşmesinde övgüye değer bir rol oynayan bu adamın, güç sarhoşluğu ve büyük bir popülariteye sahip olmanın verdiği keyifle, demokrasi pahasına da olsa bu durumu zorla dayatarak devam ettirme arzusuna kapılmış olmasıdır.

Yine de geçen yıla kadar Erdoğan, demokrasinin giderek zorlanarak da olsa ayakta kalmasını sağlayan özgürlük alanının korunması ile bu alana diktatörce tecavüz edilmesini birbirinden ayıran niteliksel kırmızı çizgiyi aşmadı. Bu, Erdoğan’ın özellikle Kürtlere karşı milliyetçi ve etnik fanatizm, cinsiyetçilik ve din adına veya başka bir şekilde çeşitli liberal değerlere düşmanlık da dahil olmak üzere aşırı sağ ideolojinin bazı temel bileşenlerini içeren bir ideolojik zeminde “[kendi] halk tabanının saldırgan, militan seferberliğine” dayanarak bazı neofaşist özellikler sergilemesine rağmen gerçekleşti (bkz. “The Age of Neo-Fascism and Its Distinctive Features”, 4 Şubat 2025).

Erdoğan’ın şu anki savruluşu, demokrasi konusundaki tutumları bakımından neo-faşist rejimlerin saflarına katılımını tamamladığını göstermektedir. Yukarıda bahsi geçen makalede bu duruşu şu şekilde tanımlamıştım: “Neo-faşizm, selefinin yaptığı gibi çıplak bir diktatörlük kurmak yerine demokrasinin temel kurallarına saygı gösterdiğini iddia etse de, her neo-faşist yöneticinin gerçek popülarite seviyesine (ve dolayısıyla seçimlere hile karıştırma ihtiyacı duyup duymamasına) ve kendisi ile muhalifleri arasındaki güç dengesine bağlı olarak gerçek siyasi özgürlükleri farklı derecelerde aşındırarak demokrasinin içeriğini boşaltmaktadır.”

Erdoğan’ın neo-faşizme doğru kaymasının arkasında iki ana etken var. Birincisi, otoriter bir yönetici ne zaman yükselen bir muhalefetle karşılaşsa ve demokrasi yoluyla gücünü kaybetmekten korksa neo-faşist eğilim artar. Vladimir Putin bunun bir örneğini teşkil ediyor: 2012’de (o zamanki anayasaya göre üst üste iki dönemden fazla başkanlığı yasaklayan başbakanlığa geçiş maskaralığından sonra) başkanlığa geri döndüğünde ve yükselen halk muhalefetiyle karşılaştığında neo-faşizme sürüklenmesi yoğunlaştı. Aynı zamanda Putin, tıpkı Erdoğan’ın daha sonra Kürtlere karşı yaptığı gibi, özellikle Ukrayna’ya karşı milliyetçi duyguları kışkırtma yoluna gitti.

İkinci ve en önemli etken ise Donald Trump tarafından temsil edilen neo-faşizmin ABD’de iktidara yükselişidir. Bu durum, örneğin İsrail, Macaristan ve Sırbistan’da açıkça gördüğümüz ve küresel olarak giderek daha fazla tanık olacağımız gibi, fiili ya da gizli neo-faşizmin çeşitli biçimlerinin güçlenmesi adına güçlü bir teşvik sağlamıştır. Neo-faşist yayılmanın gücü, ana neo-faşist kutbun gücüyle orantılıdır: Nazi Almanyası 1930’larda yükselişe geçtiğinde, faşist bulaşıcılık özellikle Avrupa kıtasında büyük ölçüde güçlendi. Neo-faşist yayılım bugün daha da güçlenmiştir; ABD, her ne kadar bariz sınırlar dahilinde olsa da, demokrasinin aşınmasına karşı caydırıcı bir rolden, bu aşınmayı doğrudan ya da dolaylı olarak teşvik eden bir role geçmiştir. Erozyon halihazırda devam etmekte ve ABD’nin sınırları içerisinde hızlanmaktadır.

Dolayısıyla Erdoğan’ın muhalefete saldırısının, geçen cuma günü, Trump ile yaptığı ve Trump’ın yakın dostu ve çeşitli müzakerelerdeki temsilcisi Steve Witkoff’un “harika” ve “gerçekten dönüştürücü” olarak tanımladığı bir telefon görüşmesinin ardından başlaması tesadüf değil. Witkoff bu görüşmeyle ilgili, “Başkan’ın [Trump] Erdoğan ile bir ilişkisi var ve bu önemli olacak. Ve bu görüşmenin bir sonucu olarak şu anda Türkiye’den gelen pek çok iyi ve olumlu haber var. Sanırım önümüzdeki günlerde haberlerde bunu göreceksiniz” diye eklemişti (Witkoff’un açıklaması İmamoğlu’nun tutuklanmasından iki gün sonra yapılmıştı, her ne kadar tam olarak bu tutuklamaya atıfta bulunmasa da). Dahası Erdoğan, Türk milliyetçisi aşırı sağcı müttefikleri tarafından kutsanan son uzlaşmalarla Kürt hareketini etkisiz hale getirmeyi başardığına inanıyordu (yanıldığı kanıtlandı: Kürt hareketi, muhalefeti ve halk protestolarını destekledi). Ayrıca Erdoğan, Avrupalıların bu kritik dönemde kendisine ve özellikle de askeri potansiyeline ihtiyaç duyduklarına ve bu nedenlerle kendisine gerçek bir baskı uygulamayacaklarına inanıyor.

Türkiye örneğinde umut kaynağı olmaya devam eden şey, Erdoğan’ın tahmin ettiğinin çok ötesinde bir halk tepkisiyle karşılaşmış olmasıdır. Bu kitlesel tepki, onlarca yıllık totaliter yönetimin ardından halk hareketinin köreldiği Rusya’da Putin’in karşılaştığından çok daha büyüktür. İkinci kez seçilmesinden bu yana sadece Demokrat Parti’den çok zayıf bir muhalefetle karşılaşan Trump da dahil olmak üzere, neo-faşizmin öncülerinin çoğunun karşı karşıya kaldığı tepkiden çok daha büyüktür. Erdoğan, Türkiye’nin güvenliği, istikrarı ve ekonomisi pahasına (Merkez Bankası Türk lirasının tamamen çökmesini önlemek için 14 milyar dolar harcamak zorunda kaldı ve borsa keskin bir düşüş yaşadı) baskıyı arttırarak (Cezaevlerinde yaklaşık 400 bin kişinin bulunduğu ve bunların içerisinde çok sayıda siyasetçi ve gazetecinin bulunduğu ülkede son eylemlerde tutuklananların sayısı bin 500’e yaklaşıyor) halk hareketini ezmeye çalışıyor.

Türkiye’de devam eden mücadele tüm dünya için giderek daha önemli bir hale geliyor. Ya Erdoğan muhalefeti bertaraf etmeyi başaracak ki bu da Beşar Esad’ın 2011’de Suriye’deki halk ayaklanmasını bastırmasına benzer kanlı bir baskı gerektirebilir ve ülkenin iç savaşa sürüklenmesi riskini doğurabilir ya da halk hareketi galip gelerek Erdoğan’ın geri adım atmasına ya da şu veya bu şekilde düşmesine neden olacak. Eğer Türkiye’deki halk hareketi kazanırsa, bu zafer dünya çapında neo-faşizmin yükselişine karşı direnişi harekete geçirmede önemli bir etki yaratacaktır.

Çeviri: İmdat Freni

Kaynak: https://internationalviewpoint.org/spip.php?article8919