İmdat Freni

Gündem

Ernest Mandel 20. Yüzyılın En Büyük Marksist Düşünürlerinden Biriydi – Alex De Jong

Belçikalı sosyalist entelektüel ve aktivist Ernest Mandel, 5 Nisan 1923’te doğdu. Mandel, yirminci yüzyılın ikinci yarısında Marksist teorinin en önemli eserlerinden bazılarını yazan, yorulmak nedir bilmeyen bir ajitatör ve düşünürdü.

Mandel bugün belki de en çok, fazlasıyla aşina olduğumuz bir terimi popülerleştiren –Geç Kapitalizm– kitabıyla hatırlanıyor. Fredric Jameson, postmodernizmi kuramsallaştırırken Mandel’in ekonomik yazılarından büyük ölçüde yararlandı ve “geç kapitalizm” terimi, kültürel analiz için bir tür gazetecilik klişesi haline geldi.

Bir zamanlar polisiye romanların toplumsal tarihini yazmış olan Mandel, eserinin, ilginç biçimde benimsenmesine gülümsemiş olabilir. Ancak onun asıl amacı, kültürel yan etkilerini analiz etmekten daha çok kapitalizmin iktidar yapılarına meydan okumaktı.

Nazi hapishane sisteminden sağ kurtulan bir direniş savaşçısı olarak gençlik yıllarından 1990’ların neoliberal çorak topraklarındaki son günlerine kadar, bu hedefe sadık kaldı. Mandel’in siyasi yaşamı ve çalışmaları günümüzün yeni sosyalist hareketi için önemli bir ilham kaynağı olabilir.

Nazizme Karşı Direniş

Mandel, Belçika’nın Antwerp kentinde Alman kökenli asimile olmuş Polonyalı Yahudilerden oluşan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası Henri Mandel’in sol görüşe, özellikle de Leon Troçki’nin fikirlerine sempatisi vardı. 1930’larda Naziler Almanya’da iktidara geldikten sonra Mandellerin evi, solcu mülteciler için bir buluşma yeri haline geldi. Bu mültecilerin sosyalizm, Sovyetler Birliği’ndeki son gelişmeler ve faşizmin yükselişi hakkındaki tartışmalarını dinleyen genç Ernest, radikal siyasetle erken yaşta tanıştı.

Mayıs 1940’ta Nazi Almanyası’nın ülkeyi işgal etmesiyle savaş Belçika’ya geldi. Yerleşik solun büyük bir kısmı yeni duruma yanıt veremedi. Sosyal demokrat Belçika İşçi Partisi ve sendikaların birçok lideri ülkeden kaçarken, eski İşçi Partisi lideri Hendrik de Man işgalcilerle işbirliği çağrısında bulundu.

Sovyet-Alman saldırmazlık paktı o sırada hala yürürlükteydi ve Belçikalı Komünistler “en saf ve en eksiksiz tarafsızlık” duruşunu ilan ettiler. Nazi işgalinin başlamasından haftalar sonra, Sovyetlerin emriyle çalışan bir suikastçı Troçki’yi Meksika sürgününde öldürdü.

Bu kargaşanın ortasında bir grup bağımsız solcu, Mandellerin evinde ilk Flamanca yeraltı gazetesini çıkarmaya başladı. Gazetedeki makalelerin çoğunu Ernest ve babası yazdı. Ağustos 1942’de Ernest yeraltına çekildi. O yılın sonunda tutuklandı ancak nakledilirken kaçmayı başardı.

Mandel’in biyografi yazarı Jan Willem Stutje’ye göre Henri Mandel, oğlunun serbest bırakılması için fidye ödemişti. Ernest’in “cesur kaçışı”, “sorgulanmaktan kaçınmak isteyen ajanlar tarafından sahnelenmiş” olabilir. Stutje’ye göre, Mandel’in kaçışı onu suçluluk duygusuyla baş başa bırakmıştır.

Mandel, kararlı bir şekilde direniş faaliyetlerine devam etti. Bu sırada Troçkist Devrimci Komünist Parti’ye (RCP) üye olmuştu. 1944 başlarında RCP, Alman ve ABD şirketleri arasındaki temaslar hakkında doğrudan Alman askerlerine hitap eden iki dilli bir broşür yayınladı: “Efendileriniz mülklerini kurtarmak için pazarlık yaparken siz top ateşine kurban ediliyorsunuz.” 28 Mart 1944’te broşürü dağıtırken Mandel tekrar tutuklandı.

Yahudi olmasından ziyade direniş faaliyetleri nedeniyle tutuklanan Mandel, farklı hapishanelere ve çalışma kamplarına gönderildi, bir noktada IG Farben’in bir kimyasal fabrikasında çalışmaya zorlandı. Bir direniş üyesi, bir Yahudi ve Stalinist mahkum arkadaşları tarafından hor görülen bir Troçkist olarak hayatta kalma şansı çok azdı.

Mandel daha sonra, bunu başarmasının nedenlerinden birinin şans olduğunu hatırlıyordu. Ama aynı zamanda, Naziler iktidara gelmeden önce Sosyal Demokrat Parti’nin destekçisi olan bazı Alman gardiyanlarla ilişki kurmadaki başarısını da takdir ediyordu: “Bu, kendini koruma açısından bile yapılacak en akıllıca şeydi.” Zorlu koşullar etkisini gösterdi ve Mandel 1945’in başlarında hastaneye kaldırıldı. 25 Mart 1945’te ABD güçleri Mandel’in tutulduğu kampı kurtardı.

Troçki’den Sonra Troçkizm

Mandel’in doğrudan aile üyeleri savaştan sağ kurtulmuş olsa da, büyükannesi, teyzesi ve amcası aileleriyle birlikte Auschwitz’de öldürüldü. Henri Mandel oğlu için akademik bir kariyer hayal ediyordu ama Ernest’in başka öncelikleri vardı. Nazizmin ve savaşın dehşetini üreten sisteme, kapitalizme karşı mücadeleye devam etmek istiyordu. Hayatı boyunca faşizm deneyimi, Mandel için siyasi ve ahlaki bir referans noktası olarak kalmaya devam etti.

Leon Troçki ve destekçileri 1938 yılında Dördüncü Enternasyonal’i (FI) kurmuştu. Troçki, yaklaşan savaşın Stalinist Komünist Partileri gözden düşüreceğini tahmin ediyor ve FI’nın bir alternatif haline geleceğini umuyordu. Yine de Sovyetler Birliği’nin Nazi Almanyası’nın yenilgiye uğratılmasında oynadığı önemli rol ve komünistlerin Avrupa’daki direniş hareketlerine katılması sonucunda bu partiler daha önce eşi benzeri görülmemiş bir prestij ve popülerlik kazandı ve işçi hareketinin radikal kanadındaki rakiplerine sınırlı büyüme fırsatları bıraktı. 

Bu arada, savaş ve baskı FI ile ilişkili küçük grupları yok etmişti. Mandel Troçkist hareketin inşasına yardım etmenin kendi görevi olduğunu hissetti ve bu hareketin saflarında önde gelen bir aktivist oldu. Kısmi olarak, Yahudi tarihi ve antisemitizm üzerine önemli bir çalışmanın yazarı olan yakın arkadaşı Abram Leon gibi Nazilerin öldürdüğü yoldaşlarının anısı, onu harekete geçirmişti.

Birçok radikal gibi Mandel de savaşın, I. Dünya Savaşı’nda olduğu gibi Avrupa’da bir devrim dalgasının başlangıcı olacağını düşünüyordu. 1938’de Troçki’nin FI için hazırladığı program, kapitalizmin karaya oturduğunu iddia ediyordu:

İnsanlığın üretici güçleri durgunlaşıyor. Yeni buluşlar ve iyileştirmeler maddi zenginlik düzeyini yükseltmekte başarısız olmaktadır. Tüm kapitalist sistemin toplumsal krizi koşullarındaki konjonktürel krizler, kitlelere her zamankinden daha ağır yoksunluklar ve acılar yaşatmaktadır.

Mandel yavaş yavaş sistemin işlemeye devam etmekle kalmayıp daha da gelişebileceğini ve 1945’ten sonra uzun bir ekonomik büyüme dönemine girilebileceğini fark etti. Bu koşullar altında, Troçkist kimliğini gizli tutarak Belçika Sosyalist Partisi’ne katıldı ve Belçika’daki sosyalist sol üzerinde etkili olan haftalık La Gauche (Sol) gazetesinin kurulmasına yardımcı oldu.

Bu dönemde Mandel, sosyalist bir kuramcı ve lider olarak kendini gösterdi. 1962 yılında ilk büyük çalışması olan Marksist İktisat Teorisi‘ni yayınladı. Kitap, konu hakkında sistematik bir sunum sağladı ve “çağdaş bilimin bilimsel verilerinden” yararlanarak “Karl Marx’ın tüm ekonomik sisteminin yeniden oluşturulabileceğini” kanıtlamaya çalıştı.

Mandel kitabın girişinde yaklaşımını “genetik-evrimsel” olarak tanımlamış ve bununla konusunun kökeni ve evrimi üzerine çalıştığını kastetmiştir. “Marksist ekonomi teorisi,” diye yazıyordu, “bir yöntemin, bu yöntem kullanılarak elde edilen sonuçların ve sürekli olarak yeniden incelemeye tabi tutulan sonuçların bir toplamı” olarak görülmelidir. Sürekli olarak yeni bulguları entegre etmeye çalışan tarih ve teorinin birleşimi, Mandel’in çalışmalarının karakteristik özelliği oldu.

Yapısal Reformlar ve Sosyalist Strateji

İngilizce çevirisi neredeyse sekiz yüz sayfayı bulan Marksist İktisat Teorisi üzerinde çalışırken Mandel, La Gauche çevresinin bir parçası olarak “anti-kapitalist yapısal reformlar” stratejisini geliştirdi. Bununla, kendi kendine sosyalizmi getirmeyecek ama yine de ona doğru adımları temsil edecek ve “işçi sınıfına büyük sermayeyi kararlı bir şekilde zayıflatma yeteneği verecek” reformları kastediyordu.

Mandel’e göre Belçika’daki olası anti-kapitalist yapısal reformlar arasında tam istihdamı garanti edecek bir planlama bürosunun örgütlenmesi, büyük şirketler üzerinde kamu kontrolü ve enerji sektörünün kamulaştırılması yer alıyordu. Ekonomik reformların siyasi iktidar meselesinden ayrı tutulamayacağını vurguladı.

Mandel, Belçika gibi oldukça gelişmiş bir kapitalist ülke için uygun olabilecek sosyalist bir strateji formüle etmeye çalışıyordu. Bu çabanın ilham kaynaklarından biri, sağcı hükümet tarafından önerilen bir dizi reforma karşı 1960 kışında yapılan Belçika genel greviydi. Birkaç hafta süren greve yüz binlerce işçi katılmıştı. Solcu Halk Cephesi’nin iktidara gelmesinin ardından Haziran 1936’da gerçekleşen Fransız grevleri ve fabrika işgalleri de Mandel’in bahsettiği bir diğer örnekti.

Savaş sonrası ekonomik büyüme döneminde yaşam koşulları pek çok kişi için iyileşmişti, ancak Belçika genel grevi gibi mücadeleler kapitalist gelişmenin işçi sınıfını tam olarak pasifize etmediğini gösteriyordu. Mandel’e göre, kapitalizme karşı mücadelede işçilerin en güçlü silahları örgütlülük, siyasi eğitim ve temel ekonomik rollerinin bilincine varmalarıydı.

İşçilerin mücadelelerinin sadece ekonomik koşullar etrafında dönmediğini, aynı zamanda yabancılaştırıcı ve baskıcı iş uygulamalarına karşı direnişten de kaynaklandığını fark etti. Nispeten iyi durumda olan işçiler bile işyerinde yabancılaşma ve tahakküm yaşıyordu. Mandel, 1960 grevinin bilançosunda, işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesinin “sadece temel, acil çıkarlar için verilen bir mücadele olmaması bakımından geçmişteki toplumsal mücadelelerden farklı olduğunu” yazmıştır. Bu mücadele “toplumu yeniden yapılandırmak için bilinçli bir mücadele” haline gelebilir.

Mandel, Belçika grevinin kaybedilmiş bir fırsat olduğunu, çünkü böyle bir yeniden yapılanmayı önerecek siyasi bir liderlik olmadığını söylüyordu. Devrimci değişimin gerçekleşmesi için, ekonomik reformlar için verilen mücadelenin siyasi iktidar sorununa kadar genişletilmesi gerekiyordu.

Mandel’e göre mücadele ancak “hasımla sadece fabrikalarda değil sokaklarda da yüzleşilirse” zafere ulaşabilirdi. Mandel, tarihin, hedeflerine ulaşmak için ekonomik olduğu kadar siyasi iktidarı da ele geçirmek gerektiğini çalışan insanlara “yorulmadan anlatacak” devrimci bir partinin kurulması gerektiğini gösterdiğinde ısrar ediyordu.

Geç Kapitalizmin Dinamikleri

1960’larda Mandel, Marx’ın Kapital’i yayınlamasından bir asır sonra kapitalizmin nasıl işlediğine dair anlayışını geliştirdi. “Geç kapitalizm “de karar kılmadan önce başlangıçta “neo-kapitalizm” terimini kullandı. 1972 tarihli kitap, Mandel’in başyapıtıdır.

Geç Kapitalizm’de “savaş sonrası uzun hızlı büyüme dalgasının nedenlerine Marksist bir açıklama getirmeye” çalışmıştır. Mandel’e göre, bu büyüme döneminin, yerini “dünya kapitalizmi için çok daha düşük bir genel büyüme oranıyla karakterize edilen, artan bir başka uzun toplumsal ve ekonomik kriz dalgasına” bırakmasını sağlayan “içsel sınırları” da vardı. Savaş sonrası patlamanın 1970’lerin ortalarında sona ereceğini doğru tahmin etmiştir.

Mandel, teknolojik yenilik oranlarındaki artışı geç kapitalizmin özelliklerinden biri olarak görmüştür. Bu durum sabit sermayenin ömrünü kısaltmış ve büyük firmaların planlama yapma ihtiyacının artmasına neden olmuştur. Ayrıca, 1929 Wall Street Çöküşü gibi çöküşleri önlemek için ekonomiye daha önce görülmemiş ölçekte devlet müdahalesi olmuştur. Mandel’in 1964’te gözlemlediği gibi: “Devlet artık gizli sübvansiyonlardan ‘zararların kamulaştırılmasına’ kadar uzanan yollarla doğrudan ve dolaylı olarak özel karı garanti eder.

Ancak kapitalizmin çelişkilerinin üstesinden gelmek için yapılan her girişim, onu yeni sorunlarla karşı karşıya bırakmıştır. Hükümetler tarafından desteklenen bankalar, şirketlere ucuz kredi sağlayarak hızlı büyümeyi mümkün kıldı ama aynı zamanda enflasyona da yol açtı. Böyle bir enflasyon, büyük, sermaye yoğun firmalar arasındaki rekabetin merkezinde yer alan uzun vadeli büyük yatırımlara zarar verdi.

Buna karşılık, enflasyonla mücadele girişimleri kendi sorunlarını yaratarak ekonomik büyümeyi azalttı. Devletin ekonomiye müdahalesi, yıkıcı krizlerden kaçınmak ve kârları garanti altına almak için yararlı olabilir. Ama aynı zamanda “ekonominin” doğal olarak verili olmadığını da herkese açıkça göstermiştir.

Devrimci Ufuklar

Mandel, bu tür çelişkilerden kaynaklanan devrimci değişim olasılığı üzerine bahis oynadı. Belçika genel grevi ve 1965 Yunan Apostasia krizi gibi patlamalar onu klasik bir Marksist ikilemle karşı karşıya bıraktı. Eğer Marx’ın ısrar ettiği gibi “her toplumun egemen ideolojisinin egemen sınıfın ideolojisi olduğu” doğruysa, o zaman işçi sınıfı kendini nasıl özgürleştirebilirdi?

Mandel, egemen sınıf ideolojisinin egemenliğinin, kitle iletişim araçları, okul sistemi vb. aracılığıyla “ideolojik manipülasyondan” daha derin kökleri olduğunu kabul etti. Bu hakimiyet, emekçilerin birbirleriyle rekabete zorlandıkları ve emek güçlerinin satışına bağımlı oldukları kapitalizmin günlük işleyişinden güç alıyordu.

Ancak kapitalizmin egemen tekeller arasındaki rekabetten kaynaklanan kaçınılmaz çelişkileri ve krizleri de egemen konsensüste çatlaklara yol açtı. Sosyalistler için temel soru, ekonomik çalkantının kaçınılmaz sonucu olan hoşnutsuzluk patlamalarının ötesine nasıl geçileceğiydi. Yaşam koşullarına ve ücretlere yönelik saldırılara karşı savunmacı mücadelelerden işçi iktidarı taleplerine geçmek için “bilinçli bir sıçrama” gerekiyordu.

Mandel, sosyalist örgütlenme ihtiyacına ilişkin etkili bir metinde, böyle bir sıçramayı neyin mümkün kılacağına dair fikirlerini geliştirdi. Üç grup arasında ayrım yaptı: işçi sınıfı kitlesi; bu sınıfın aktivist işçilerden oluşan öncüsü ve devrimci örgütlerin üyeleri. Üçüncü kategori ikincisiyle kısmen örtüşüyordu.

Mandel’in çerçevesine göre, “öncü” kendini ilan etmiş bir elit değil, işçi sınıfının en kararlı ve enerjik aktivistleriydi. Devrimci bir hareket inşa etmek, bu tür aktivist işçileri sosyalist fikirlere kazanmak anlamına geliyordu. Bu onlara örgütlülük sağlayacak ve acil toplumsal mücadelelerin kaçınılmaz gelgitleri sırasında siyasi aktivizmden çekilmelerini önleyecekti.

Radikal değişim ancak kapitalizmin çelişkilerinin kitlesel öfke ve protesto yarattığı huzursuzluk dalgaları sırasında mümkün olabilir. Böyle dönemlerde, devrimci bir parti giderek daha büyük insan gruplarını siyasi eyleme çekmeye çalışmalı ve anti-kapitalist talepler önermelidir.

Mandel devrimi, örgütlü eylem ile emekçilerin kaçınılmaz olarak farklı gruplar halinde örgütleneceği kendiliğinden hareketler arasındaki bir etkileşim süreci olarak görüyordu. Bu, Marksist solda sırasıyla Vladimir Lenin ve Rosa Luxemburg figürleriyle ilişkilendirilen örgütlülük ve kendiliğindenlik arasındaki basmakalıp ayrımı kesiyordu. Mandel yarı şakayla karışık kendisini “Luxemburgcu sapmaları olan bir Leninist” olarak tanımlıyordu.

Nesiller Arası Bir Köprü

1960’lar ve 70’lerin başı, Mandel’in sanki sınıf mücadelesinin yükselen dalgası tarafından sürükleniyormuş gibi olağanüstü üretken olduğu çalkantılı zamanlardı. Geç Kapitalizm‘in yanı sıra, o yıllarda yayınladığı diğer kitaplar arasında ABD ve Avrupa kapitalizmi arasındaki çelişkiler üzerine bir çalışma, Karl Marx’ın Ekonomik Düşüncesinin Oluşumuüzerine bilimsel bir metin, Batı Avrupa Komünist Partileri arasındaki Avrokomünist eğilimin bir eleştirisi ve kapitalizmin tarihindeki patlama ve çöküş döngülerinin bir incelemesi olan Kapitalist Gelişmenin Uzun Dalgaları yer alıyordu. Mandel hayatı boyunca iki düzineden fazla kitap ve yüzlerce makale yayınlamıştır.

Mandel aynı zamanda yorulmak bilmeyen bir ajitatör ve tartışmacıydı. 1964 yılında sosyalist planlama üzerine tartışmalara katılmak üzere Küba’ya davet edildi. Che Guevara, Marksist İktisat Teorisi’ni büyük bir ilgiyle okumuş ve Mandel ile kapsamlı tartışmalar yürütmüştü.

Mandel ise Arjantinli devrimci liderden çok etkilenmişti. Bolivya ordusu 1967 yılında Guevara’yı bir gerilla savaşı kampanyası başlatmaya çalışırken yakalayıp yargısız infaz ettiğinde, Mandel “büyük bir dost, örnek bir yoldaş, kahraman bir militan” için tutkulu bir övgü yayınladı.

Kapitalist devletlerin hükümetleri Mandel’i kendi topraklarında istenmeyen bir varlık olarak gördüler. 1969 yılında ABD yetkilileri, Yüksek Mahkeme’nin muhafazakâr çoğunluğunun daha sonra Donald Trump’ın “Müslüman yasağını” haklı çıkarmak için emsal olarak gösterdiği bir davada Mandel’in ülkeye girişini reddetti. Birkaç yıl sonra, Batı Alman hükümeti Mandel’in Berlin Özgür Üniversitesi’ndeki atamasını engellemek için müdahale etti ve onu ülkeden sınır dışı etti.

Fransa, Mandel’i topraklarında yasaklayan bir başka ülkeydi. Mayıs 1968’de, Dördüncü Enternasyonal’e doğru ilerleyen radikal bir grup olan Devrimci Komünist Gençlik (JCR) toplantılarına konuşmacı olarak davet edildi. JCR, Mayıs ’68’deki ayaklanma ve protestolara yoğun bir şekilde katılmıştı.

Pratik bir faaliyette bulunmak için tatmin edici bir fırsat olsa gerek ki, Mandel, “barikatlar gecesi” sırasında Paris Latin Mahallesi’nde barikatların kurulmasına yardım etti. Paris’e geldiği araba sokak çatışmaları sırasında tahrip olmuştu. Bir muhabir Mandel’in “Ne kadar güzel! Bu devrim!” dediğini duymuştu.

Yeni nesil devrimciler için Mandel, devrimci tarih ve deneyimle bir bağlantıydı. JCR liderlerinden Daniel Bensaïd, Mandel’in kendilerine “açık, kozmopolit ve militan bir Marksizmi” keşfetmelerinde nasıl yardımcı olduğunu hatırlıyor. Bensaïd’e göre bu genç radikaller için Mandel “teoride bir öğretmen” ve kuşaklar arasında bir köprüydü – insanların yerine düşünmek yerine onları düşündüren biriydi.

Mandel’in işçiler, sendikacılar, radikal öğrenciler ve devrimci aktivistlerle yaptığı sayısız toplantıda edindiği güçlü pedagojik becerileri vardı. 1967 yılında yayınladığı “Marksist İktisat Teorisine Giriş” adlı broşürü çok okunan bir klasik haline geldi.

Sosyalizm ya da Barbarlık

Sosyalist değişim için bu kadar çok mücadele etmiş olan Mandel’in 1995 yılında, neoliberal hegemonyanın zirvede olduğu bir dönemde hayata veda etmesinde trajik bir yan vardır. Mandel, 70’lerin sonlarından itibaren toplumsal mücadelelerin düşüşüne uyum sağlamakta güçlük çekmiştir.

Yeni yüzyılda Mandel’in 1974’te yayınladığı Marksizme Giriş adlı popüler kitabı inceleyen Bensaïd, bu kitabın sosyalizmin geleceğine ilişkin iyimser siyasi analizinin Mandel’in “bir bütün olarak proletaryanın artan yayılımına, homojenliğine ve olgunluğuna duyduğu sosyolojik güvene” dayandığını ileri sürer. Bensaïd’e göre bu güven “savaş sonrası sanayi kapitalizminin yarattığı özgül durumu ve onun özgül düzenleme biçimini geri dönüşü olmayan tarihsel bir eğilime dönüştürmüştür.” Ancak 1980’lerin neoliberal saldırısı bu süreci tersine çevirerek örgütlü emek güçlerinin altını oyar:

Geri döndürülemez olmaktan çok uzak olan homojenleşme eğilimi, iş birimlerinin dağıtılması, dünya işgücü piyasasında rekabetin yoğunlaşması, ücretlerin ve emek zamanının bireyselleştirilmesi, boş zamanların ve yaşam tarzlarının özelleştirilmesi, toplumsal dayanışma ve korumanın metodik olarak yıkılması politikaları tarafından zayıflatılmıştır. Başka bir deyişle, kapitalist gelişmenin mekanik bir sonucu olmaktan çok uzak olan direniş güçlerinin toparlanması ve sermaye tarafından kurulan düzenin yıkılması, günlük mücadelelerde tekrarlanan ve sonuçları hiçbir zaman kesin olmayan kesintisiz bir görevdir.

Hayatının ilerleyen dönemlerinde Mandel’in coşkulu iyimserliği kapitalizmin uzun vadeli etkilerine karşı uyarılarla birleşti. Tarihsel seçimin barbarlık ya da sosyalizm olduğunda ısrar ediyordu ve sosyalist bir sonuç garanti değildi.

Bu dönemde Mandel, İkinci Dünya Savaşı’nda ve Nazizm’in suçlarında ifadesini bulan kapitalist barbarlık çalışmalarına geri döndü. Troçki’nin ömür boyu hayranı olarak kalmasına rağmen, daha önceki bazı yargılarını yeniden değerlendirdi ve Troçki’nin 1920’lerin başındaki “karanlık yılları” sırasındaki pratiklerine daha eleştirel hale geldi; Mandel’e göre, “Bolşevik liderliğin stratejisi işçilerin öz-etkinliğini teşvik etmek yerine engelliyordu.”

Mandel, kendisini Aydınlanma’nın geleneğinin içinde değerlendirerek insanın özgürleşmesi ve kendi kaderini tayin etme çabası içinde konumlandırmaktan gurur duyuyordu. Manuel Kellner’in de gözlemlediği gibi, bu terimden hoşlanmasa da Mandel’in düşüncesinde ütopik bir boyut vardı. Bu, kelimenin tam anlamıyla ütopyacılıktı: toplumun insan eylemiyle çok daha iyi bir şeye dönüştürülebileceğine olan inanç.

Sosyalizmin ve komünizmin krizi Mandel’in gözünde her şeyden önce bu inancın kriziydi. “Sosyalistlerin ve komünistlerin temel görevi,” diye yazmıştı ölümünden kısa bir süre önce, “milyonların bilincinde sosyalizmin güvenilirliğini yeniden tesis etmektir.” Sosyalizmin hedeflerini “İncil’e yakın terimlerle” tanımladı:

Açlığı ortadan kaldırın, çıplakları giydirin, herkese onurlu bir yaşam sağlayın, uygun tıbbi yardım alamadığı için ölenlerin hayatlarını kurtarın, cehaletin ortadan kaldırılması dahil kültüre özgür erişimi yaygınlaştırın, demokratik özgürlükleri ve insan haklarını evrenselleştirin ve her türlü baskıcı şiddeti ortadan kaldırın.

Mandel’e göre böyle bir gelecek umudu, insanları baskıcı ve yabancılaştırıcı koşullara karşı her zaman isyan ettirmiş olan isyan kıvılcımına dayanıyordu. Sosyalistlerin görevi, tüm bu isyanları destekleyerek ve ileriye dönük alternatif bir yol sunarak bu kıvılcımı alevlendirmekti.

Bu görev değişmedi. Farklı bir tarihsel dönemde, Mandel’in yazı ve aktivizm mirası yeni bir yol arayışında bize yardımcı olabilir.

Çeviri: Yener Çıracı

Kaynak: https://birdunyaceviriblog.wordpress.com/2023/04/29/ernest-mandel-20-yuzyilin-en-buyuk-marksist-dusunurlerinden-biriydi-alex-de-jong/

Fransa’daki Eylemler Üzerine On Bir Politik Tez – Ugo Palheta

I

19 Ocak’tan bu yana Fransa’da gelişen hareket pek çok açıdan heyecan verici. Yalnızca iki ayda ülkenin politik atmosferini köklü bir biçimde değiştiren hareket, hâkim yenilgi havasını dağıtmakla kalmadı, aynı zamanda yerleşik toplumsal düzenin ve neoliberal politikaların hevesli savunucularının da dengesini bozdu, hatta dehşete düşmelerine yol açtı; mücadeleye girişen milyonlarca insanın olasılıklar dünyasını genişletti ve bu sayede kendi güçlerinin farkına varmalarını sağladı. Ama hepsinden önemlisi, Macroncu rejimin toplumsal olarak ne ölçüde izole edildiğini gözler önüne sererek Fransa’da yıllardır derinleşmekte olan hegemonya krizini iyice görünür kıldı. Kendisini politik olarak ifade etmenin bir yolunu bulamayan toplumsal hoşnutsuzluğu kristalize etti, nüfusun büyük bir bölümünün (en başta da işçi sınıfının ve gençliğin) Macron ve hükümetine yönelik yaygın güvensizliğini meşru bir öfkeye dönüştürdü.

II

Geldiğimiz noktada bu iş, tek başına emeklilik reformu meselesi olmaktan çıkmıştır. Sendikaların oldukça kısıtlayıcı ifadesiyle “toplumsal” da değildir basitçe. Alabildiğine ve bütünüyle politiktir: Ulusal hale gelir gelmez, geniş bir toplumsal boyut kazanır kazanmaz ve köklerini daha derinlere salar salmaz hareket, kendisini şu ya da bu kapitalistle yahut sektörel bir kısıtla değil (ki bu da başlı başına önemlidir), siyasi rejim tarafından temsil edilen (ve savunulan) burjuva sınıfının bütünüyle bir yüzleşme olarak ortaya koydu. Bu bakımdan böylesi bir hareket, sınıflar arasındaki güç dengesini kalıcı olarak değiştirerek siyasi düzende bir gedik açmaya muktedirdir.

“Politik” düzey ile “sosyo-ekonomik” düzey arasında bir ayrım yaratmak, ve böylece kullanılan kategorileri bulanıklaştırarak sınıf mücadelelerini yapay biçimlere hapsederek daraltmak her büyük halk hareketinin doğasında vardır. Bizim şu anda deneyimlemekte olduğumuz da dâhil her kitle mücadelesi, tam da bu nedenle toplumsal olmasının yanı sıra politiktir de, zira kaçınılmaz bir biçimde siyasi rejimi ve onda somutlaşan büyük çıkarları kendisine hedef olarak belirlemeye meyleder: mülk sahiplerini, sömürücüleri, yönetici sınıfı. Egemen sınıfın şu ya da bu reformu aklamak için inşa ettiği her türden anlatıya, tüm adaletsizlikleri, yabancılaşması ve şiddetiyle toplumsal düzenin bütününe kafa tuttuğu ölçüde ideolojik ve kültüreldir de. Aynı zamanda karşıt dünya anlayışları arasında; toplumun, insan ilişkilerinin ve yaşamlarımızın nasıl olması gerektiğine dair alternatif görüşler arasında bir savaşa yol açtığı için de öyledir.

III

Şu anki hareket, kendisinden önce gelen tüm toplumsal hareketliliklerin, hiç değilse 2010’lara damgasını vuran mücadele dalgasının omuzlarında yükseliyor: özellikle de Notre-Dame-des-Landes’de yapılması planlanan havaalanına karşı verilen büyük çabanın; istihdam yasası karşıtı mücadelenin; Sarı Yeleklilerin; cinsel ve toplumsal cinsiyete dayalı şiddete ve daha geniş anlamda toplumsal cinsiyet baskısına karşı feminist seferberliklerin; emeklilik reformuna karşı 2019-2020’deki hareketin; kayıt dışı göçmenlerin mücadelelerinin; ve (ırkçılık karşıtı olanlar dâhil) polisin suçlarına ve her türden devlet şiddetine karşı verilmiş tüm mücadelelerin omuzlarında. Bugünkü hareket, kendisini önceleyen bu hareketlerin kazanımlarını hem mücadele yöntemleri ve taktikleri bakımından hem de ideolojik bakımdan bütünleştiriyor, onları kendi mücadelesine eklemliyor ve geliştiriyor.

Bununla birlikte, bugünkü hareket ile öncekiler arasında göz ardı edilemeyecek bir fark var ki o da parlamenter solun, özellikle de Boyun Eğmeyen Fransa’nın (LFI) 74 milletvekilinin yükselişi ve artan militanlığıdır. “Toplumsal” bir zeminde kalmakta ısrarcı olan Fransız Demokratik İşçi Sendikaları Konfederasyonu (CFDT) başta olmak üzere çoğu sendikanın siyasallaştırılmasında ve radikalleştirilmesinde bu vekillerin katkısı büyük. Bu nedenledir ki LFI’nin yeni milletvekillerinin çoğunun (ister Rachel Keke’yi ister Lois Boyard’ı aklınıza getirin), sokak gösterileri, grev gözcülüğü ve ablukalar gibi sınıf mücadelesinin klasik yöntemlerini hiçbir suretle parlamento mücadelesinin karşısına koymamış olmaları sevindiricidir.

IV

Zafere erişmek istiyorsak bütün çabamızı bu hareketi daha da yaygınlaştırma ve yoğunlaştırma hedefine yöneltmeliyiz. Ne kadar ileri gidebileceğimizi bilmiyoruz, ama hiç değilse hükümeti bu reformdan geri adım atmaya zorlayabiliriz. Önümüzdeki aylarda ve yıllarda bu türden bir zafer iki, üç kat sayılır, zira Macron bu reformu bütün düğümü çözecek olan savaş şeklinde kabul ederek büyük bir hesaplaşmanın peşinde. Bu sayede işçi sınıfının yirminci yüzyıldaki kazanımlarının topyekûn yok edilmesine önayak olmak ve görev süresinin sonuna kadar kendi gücünü pekiştirmek istiyor. Neoliberal karşı-devrim dersini almış bir Thatchercı olarak Macron, öyle veya böyle eşitlik ve toplumsal adaletin olduğu bir dünya umuduyla harekete geçenleri, grev ve gösteriler düzenleyenleri, blokajcıları ve ittifakları umutsuzluğa sürüklemek için öncelikle toplumsal hareketin en mücadeleci kesimlerini dağıtması gerektiğini iyi biliyor.

V

Sözleri ve uygulamalarıyla Macroncu hükümet bu kavgada yeteri kadar ileri gitmeye hazır olduğunu daha şimdiden gösterdi, tüm polis baskısını devreye sokarak hareketin siyasallaşmasına katkıda bulundu. Yeni “polislik tasarısı”nın ve adı kötüye çıkmış Lallement’dan daha az gaddar sayılan bir polis şefinin Paris’e atanmasının yarattığı yanılsamaları alt üst eden polis, gerçekten de son günlerde müdahalelerinin ölçüsüz şiddetiyle anılır hale geldi. Geçtiğimiz on yılda normalleştirilen ve rutinleştirilen bu şiddete “hata” yahut “acemilik” denemez, ziyadesiyle faşizan bir polisin olağan davranışıdır artık bu. Ancak polisin davranışı, 49-3’ün işletilmesini izleyen eylem dalgasındaki göstericilerin sayısı ve kararlılığı karşısında belirli bir dehşet ile de karakterize oluyor.

Demokrasinin asgari standartlarından bile tümüyle yoksun oluşuyla bildiğimiz Beşinci Cumhuriyet’e özgü bir dizi kurumsal dalavereyle zar zor geçirdiği tasarısında ülkede büyük ölçüde azınlıkta kalan, devlet şiddetini ifşa eden videoların ve tanıklıkların birikmesiyle istikrarını kaybeden Macronizm, önüne kattığı ideologlarıyla birlikte, insanları şiddetin göstericilerden geldiğine ve polis şiddeti denen şeyin polis kanına susamış barbarlar tarafından icat edilmiş bir efsane olduğuna ikna etmekte artık başarılı olamıyor. Max Weber’in meşhur tanımıyla, meşru şiddet tekelinde sadece devletin “hak iddia edebildiğini”, ve sözü edilen “başarı” olmadığında da saplanıp kalınacağının ispatı.

Hem bu dalaverelerle hem de son günlerde harekete yönelik oldukça acımasız baskılarıyla, otoriterlik karşıtı demokratik bir kampanyanın ve siyasi özgürlüklerin lehine bir gedik açan hükümetin ta kendisi oldu. Macron’un ilk beş yıllık döneminin ve Hollande-Valls hükümetlerinin katı sürekliliği içinde, bu güç devşirme çabaları [coups de force], Beşinci Cumhuriyet’in Bonapartist kurumlarının gün yüzüne çıkardığı sorunu kitlesel ölçekte ortaya koymayı mümkün kılıyor: zorunlu bir Kurucu Meclis aracılığıyla mevcut anayasal çerçeveden kopuşun gerekliliği ve toplumsal sorunla eklemlenmeyi şart kılan gerçek bir demokrasi olasılığı.

VI

Toplumsal ve siyasal vaziyetin nasıl niteleneceğine ilişkin haklı tartışmalar başladı. Orada burada insanlar, koşulların olgunlaştığı devrimci bir sürece geçiş olasılığıyla, “omzumuzla düzeni hafifçe dürtsek her şeyin yerle bir olacağı”  (Jacques Rancière) “devrim öncesi bir ândan” söz ediyorlardı. Böyle söyleyerek, en azından alıntılanan ilk makalede, bundan böyle proletaryanın devrimci bir savaşın fitilini ateşlemesinin önündeki (tek değilse de) başlıca engelin “sendika önderlikleri” olduğu da söylenmiş oluyor. Hatta daha da toptancı bir biçimde sorumluluk “işçi hareketinin önderliğine”, yani sendikalar arası koordinasyona havale ediliyor.

Gerçekten de, proletarya -denildiği gibi- “bir bütün olarak” hareketin lehine radikalleştiği ölçüde, rejim toplumsal öfkeyi kanalize etme gücünü yalnızca sendika önderliği aracılığıyla elinde tutuyor: “Sendikalar arası koordinasyon, krizdeki Beşinci Cumhuriyet rejiminin son emniyet supabı görevini görüyor.” Ve dahası: “Devrim öncesi ‘ân’ın açıkça devrim öncesi bir duruma, hatta devrimci bir duruma dönüşmesinin önündeki en büyük engelin, işçi hareketinin muhafazakâr ve kurumsal liderliğinin ta kendisi olduğunu söylemekte hiçbir sakınca yok.”

Bu türden bir hipotez, bu çizgiyi savunan akımlar veya örgütler ne kadar zayıf olsalar da, onun öne sürdüğü sorunlar toplumsal hareketin mücadeleci kesimleri arasında yaygın biçimde paylaşılan endişeleri yansıttığı için önemlidir. Böyle bir hipotezin bariz sonuçları da vardır: buna benzer bir görüşü dile getirdiğinizde, “işçi hareketinin önderliğinin” derhal feshedilmesinin ve sendikalar arası koordinasyona alternatif bir hareketin yaratılmasının, toplumda radikal bir değişim için emek veren insanların öncelikli görevi olduğunu söylemiş olursunuz.

VII

Bu akıl yürütmedeki ilk hata, seferberliğin belli başlı sınırlılıklarını hafife almasıdır. Hâlbuki bu sınırlılıkların üstesinden gelmek için, yalnızca ikna olmuşları ikna etmeyi amaçlayan retorik gösterişlerden ya da zaten harekete geçmeye istekli olanların desteğini pek da kazanamayacak bir gönüllülük çağrısındansa, onları ciddiye almamız gerekir.

Hâlihazırdaki bu sınırlılıklarından ötürü hareketin gücü şimdilik yalnızca Macron’u mevcut reform projesinden geri adım atmasını sağlamaya yeter, ancak bunu başaracak olursa, -en azından şu aşamada- devrimci bir durum yaratmayacaktır ama Macron’un beş yıllık görev süresi boyunca planlanan tüm reformlarından geri adım atmasına da neden olacaktır. Militan bir azınlığın iradeciliği gereklidir, ancak bu zayıflıkların üstesinden gelmek, ve ne kadar yaygın ve radikal olursa olsun bir toplumsal protestonun devrime dönüşmesini sağlamak için tek başına yeterli değildir. Bizimki gibi nesnel olarak ekososyalist, feminist ve ırkçılık karşıtı bir yönde açık bir siyasi kopuş ve devrimci bir dönüşüm talep eden bir durumda bile böyledir bu.

Bir devrim asla “kimyaca saf” olmaz, ilk ve son kez yazılmış bir ders kitabını da harfiyen tekrar etmez, ancak bazı unsurları da varsayar ki bunlar olmadan “devrim öncesi bir ân”ın sözünü etmek stratejik bir hipotezden ziyade bir hüsnükuruntu (veya militan dar grupların kendi kendilerini örgütleme taktikleri) olur. Bir devrimin asli ve ayırt edici özelliği, bir iktidar ikiliğinin (gerek burjuva devleti ile onun dışındaki halk iktidarı biçimleri arasındaki, gerekse de devletin kendi içindeki ikiliklerin) az ya da çok belirgin [affirmée] görünümüyse, devrim öncesi anlar belirli bileşenlerin varlığını gerektirir: ekonomide sürekli bir blokaj, anlamlı düzeyde bir öz-örgütlenme, mücadele içindeki hareketlerde merkezîleşmeye ve ulusal koordinasyona dönük girişimler, ve yanı sıra, devlet aygıtı veya daha geniş planda egemen sınıf içinde çatlaklar.

Gelgelelim, şu anki hareket, saydığım bu unsurlardan büsbütün yoksundur:

– Ekonominin yalnızca birkaç sektörü, esas olarak da kamu veya yarı-kamu sektörler (çöp toplayıcılar, demiryolu, elektrik, ulusal eğitim vb.) gerçek bir grev faaliyeti yaşıyor (ve bunların da çok azı sürekli hale geiyor). Rafineriler gibi belirli sektörler bir yana bırakılacak olursa, asıl sendikal seferberliklerin yaşandığı günlerde bile büyük özel şirketlerin hemen hiçbirinde işler durma noktasına gelmiyor.

– Grevin bir miktar ağırlık kazandığı sektörlerde dahi, genel kurullar ve grev komiteleri çerçevesindeki öz örgütlenme, önceki hareketlerden bile çok zayıf.

– Farklı sektörlerden eylemci gruplar ortaya çıksa da (2019-2020’de böyle gruplar çıkmıştı), özellikle aralık 1995’teki “interpros” eylemcilerine kıyasla bu gruplar hareket içerisinde (bir bütün olarak işçi sınıfından söz etmiyorum bile) epey azınlıktalar. Bu küçük militan gruplar, grevin genişlemesini ve yoğunlaşmasını etkilemenin gerçek bir yolunu bulmaktan çok kendi kitlelerini artırmanın ve kendilerini büyütmenin peşinde.

– Son olarak, devlet aygıtı sapasağlam duruyor (özellikle de polis-ordu-yargı gibi baskı aygıtları) ve her ne kadar bu reformun onlar için bir aciliyeti varmış gibi görünmese de işverenler Macron’u desteklemeye devam ediyor.

Tüm bu sınırlılıklar hiçbir şekilde mevcut hareketin değerini azaltmadığı gibi önümüzdeki haftalar bu durumun ötesine geçmemize ve belirli sınırları aşmamıza izin verebilir, ancak görevlerin ve stratejinin doğru tanımı teşhisin doğruluğuna bağlıdır.

VIII

Birinci hatanın çıkış noktası da olan ikinci bir hata, hem hareket için hem de sendikalar ve siyasi örgütler için önümüzdeki dönemde büyük bir stratejik sorun olması gereken şeyi çözmüş olduğunu iddia etmektir. Son iki ayın “bir bütün olarak proletaryanın radikalleşmesine” tanık olduğunu iddia etmek, Macron’a yönelik genelleştirilmiş büyük düşmanlığın kitlesel bir antikapitalist bilinç anlamına gelmediği gerçeğini görmezden gelmek demektir. Macron’un şahsında cisimleşen çıkarların haddinden fazla kişiselleştirilip psikolojikleştirilmesiyle mücadele etmeliyiz ki onun bir “deli”, “dengesiz” ya da “sosyopat” olarak anılması onun aslında sermayenin, özellikle de mali sermayenin bir temsilcisi olduğu gerçeğinin üstünü örtmesin. Ama hepsinden önemlisi, proletaryanın büyük çoğunluğunun aslında hareketin içinde yer almadığı gerçeğini hafife alıyoruz.

Hemen hemen tüm işçiler reforma karşı, Macron’a da düşmanlar ancak çoğu şu an için herkete mesafeli. Sınıfın yalnız küçük bir kesimi gösterilere katıldı, ezici bir çoğunluk ise güvencesizlik, uzun süredir ücretlerde devam eden durgunluk, hızla artan enflasyon gibi kaçınmanın mümkün olmadığı maddi nedenlerle bu yöne doğru bir adım atmadı. Birçok işyerinde eylemci ekipleri zayıflatan sendika karşıtı baskının, İstihdam Yasası’nın ve başta özel sektör olmak üzere sendika kaynaklarının yapısını bozan ve kısıtlayan Macron kararnamelerinin de bunda payı büyük, ki buna eski mağlubiyetlerin tatsız anılarını da ekleyebiliriz. Bunun yanında öz örgütlülük düzeyi de önceki hareketlere kıyasla (2019-20 dönemindekilerle, özellikle SNCF ile kıyaslandığında böyle, ama Kasım 1995 ile kıyaslandığında bu çok daha aşikar) düşük ve meslekler arası koordinasyon ya hiç yok, ya da çok zayıf.

49-3’ün yürürlüğe konmasından bu yana halk hareketi çok daha otonom bir hal almış durumda, sendikalar arası koordinasyondan onay almaksızın Fransa’nın dört bir yanında günlük eylemler düzenliyorlar ve daha ofansif mücadele yöntemleri izliyorlar, genel meclisler bugünlerde daha bereketli görünüyor, ama hareketin tonunu ve ritmini hâlâ sendikalar arası koordinasyon belirliyor. Üstelik şu an için kimsenin onun bu işlevine -doğrudan ya da dolaylı- bir meydan okumaya giriştiği de yok.

Ezilenlerin ve sömürülenlerin devrimci bir süreç içerisinde dahi hiçbir zaman bir bütün hâlinde seferber olmadıkları şeklinde bir itiraz gelebilir buna. Yine de, yalnızca Fransa özelinde ele alacak olursak, Mayıs-Haziran 68’de 7,5 milyon grevcinin (ve seferberlik hâlindeki 10 milyon insanın) olduğu tahmin ediliyordu ki o günlerde bugüne kıyasla çok daha az sayıda işçinin olduğu bir ülkede (şimdilerde 26 milyon olan işçi sayısı o günlerde 15 milyon civarıydı). Ekonominin çarklarının birkaç hafta boyunca durması, çok sayıdaki işyeri işgali ve siyasal rejimin ilk anda yaşadığı kargaşayla o zamanki durumun da işçi konseylerinin oluşmasına izin vermeyen öz-örgütlenmelerin kısıtlarına rağmen devrim öncesini andıran tarafları vardı. Bu durum, devrimci bir kopuşun gerekliliğine inanmış militanlara, ki bunlar Fransız Komünist Partisi’nin ve diğer sol örgütlerin içindelerdi, oldukça özel nitelikte sorumluluklar yüklüyordu.

IX

Hareketin açmazları, sendikalar arası koordinasyonun oynadığı zararlı rolle izah edilir olmaktan çok uzaktır. Bugün geldiğimiz noktada, hiçbir öz örgütsel yapının olmamasının nedeninin sendikalar arası koordinasyonun hareketi yönlendirmesi olduğunu söyleyen bütünüyle bayağı bir akıl yürütmeyle yetinemeyiz. Hareketin tonunu ve ritmini belirleyen sendikalar arası koordinasyon ise bunun nedeni herhangi bir öz örgütlenme yapısının olmamasıdır.

İşçi hareketinin güvenilmez önderliklerinin hareketin hakiki bir devrimci sürece dönüşümünü engellediği şeklindeki önermenin 1968’de tartışılmayı hak eden nesnel bir dayanağı vardı. O dönemde Fransa’da temel olarak işçi sınıfı içinde kök salmış ve geniş (%20’nin üzerinde) bir seçmen kitlesine sahip Komünist Parti’nin öncülüğündeki CGT (Genel Emek Konfederasyonu) başta olmak üzere güçlü işçi sendikaları mevcuttu. Esasında, Fransız Komünist Partisi, işçilerin doğrudan müdahil olmalarının beklenmediği ve sendika yetkililerinin yönlendirdiği, ekseriyetle atıl nitelikteki grev yöntemi lehine işyerlerinde ortaya çıkabilecek öz örgütlenme biçimlerine set çekti. Parti, özellikle de işçi grevlerinin ölçeği ve öğrenci hareketinin kararlılığından serseme dönen Gaullist rejimin umutsuz göründüğü birkaç gün yahut hafta süresince iktidar bahsini ve hükümetin parçalanmasını gündeme getirebilecek gözü pek teşebbüslerde bulunmayı da reddetti.

Sendikaların, en azından 1968’deki durumlarıyla karşılaştırıldığında oldukça güçten düştüğü ve artık kitlesel bir işçi partisinin bulunmadığı günümüzde ise durum bundan tamamıyla farklıdır. Juan Chingo’nun önermesini izleyecek olursak genel grevin inşası için bir hat teşkil etmesi gereken de işte bu durumdur. Hâlbuki tam tersi doğrudur; en sert ihtilaflar, çoğunlukla, en fazla sendika üyesine sahip ve mücadeleci sendikaların (genel itibarıyla aynı torbaya koymamızın mümkün olmadığı CGT, Solidaires ve/veya FSU) varlığını sürdürdüğü iş kolu ve iş yerlerinde açığa çıkmıştır. Öte yandan, sendikalaşmadan yoksun iş kolu ve iş yerleri, kitlelerin ‘işçi hareketinin kötü şöhretli önderlikleri’nce engellenmeksizin radikal hareket tarzına sözüm ona hazır bulunduğu yerler olmaktan çok bireyselleşmenin, edilgenliğin, sözde fikir birliğine dayalı yöneticiliğin hüküm sürdüğü ve hatta aşırı sağın oyunu artırdığı yerlerdir.

Bu önermenin ne ölçüde geçerli olduğunu üniversitelere bakarak anlarız. Üniversitelerde sendikalar oldukça güçsüzken, aktivistler en azından şu ana dek en büyük zorluğu kapsamlı öz örgütsel yapılar oluşturmakta çekmiş (genel meclislerin çoğu yakın zamana dek ancak birkaç yüz öğrenciyi harekete geçirmiştir) ve son dönemde oldukça kitlesel genel meclisleri tecrübe eden üniversitelerde dahi (Paris’te Tolbiac, Toulouse’da Mirail) öğrenci örgütlenmelerinin cılız varlığı hareketin genişleme ve öz örgütlenmesini zayıflatmıştır. Bir başka deyişle, proletarya ve gençler hâlihazırda bir bütün olarak radikalleşmiş, ve sendika önderlikleri devrimci bir saldırının vücut bulması için alt edilmesi gereken tek engel olsaydı, sendikalaşmanın en cılız olduğu iş kollarında, bir başka deyişle, sendika önderliklerinin kontrolünün en zayıf olduğu yerlerde radikal mücadelelerin gelişimine ve gelişkin öz örgütlenme biçimlerine tanık olurduk. Oysaki hakikat bundan oldukça uzaktır.

Bütünüyle devrimci bir önderliğin (reformist) işçi sendikası önderliklerince ikame edildiği önermesi basitliğin tüm avantajlarına, (meşhur ‘alternatif devrimci önderliğin’ küçük örgütlenmelerin ben merkezli parti inşasının ürünü olarak tasavvur edilmesindeki gerçek dışılığın dezavantajlarına değilse de) dar görüşlülüğün tüm dezavantajlarına sahiptir. Elbette ki sendikalar arası eşgüdümün daha mücadeleci bir tarza sahip olmasının (nöbetleşe şekilde greve çıkmayı reddetmek, grevi yineleme yönünde açık bir çağrı, genel meclislere katılım ve benzeri şekillerde) sendikaların halihazırda yerleşik olduğu belirli sektörlerde (kesin olmasa da) baştan itibaren daha kuvvetli bir hareketliliğe imkân tanıyabileceğini düşünebiliriz ancak bu noktada mevcut hareketliliğin çerçevesinin sınırlarına varırız ki bu onun en kuvvetli olduğu noktalardan biridir aynı zamanda; işçi sendikaları cephesinin, o olmaksızın hareketin bu ölçeğe ulaşması ve bu denli yaygın kabul görmesi şüpheli olan kalıcı birliği.

Ne devrimci bakış açısından ne de fiili hareketler içinde çabalamaktan vazgeçmek isteyen aktivistler açısından mevcut ve gelecek dönemdeki zorluklar ve görevler tamamıyla farklı nitelikte görünür. Bunlar, işçi sendikalaşmasını halihazırda hareket halindeki iş kollarının ötesine taşımak, işçi sendikası örgütlenmelerindeki ‘sol kanatları’ güçlendirmek, (geleneksel örgütlenmelerin dışında olmakla birlikte onlara karşı olmayıp eklemlenen) yeni radikal eğilim ve hareketlerin doğuşuna katkı sunmak, Macron nefretinden düzenin bütünlüklü eleştirisine uzanmak için siyasi ve kültürel faaliyeti derinleştirmek ve son olarak da bütünüyle farklı bir toplum inşa etmek için kapitalizm karşıtı bir kopuş ihtiyacıdır.

X

Mevcut durumun dışa vurduğu ana hususlardan biri, işçiler ve gençlik arasında siyasi bilinç seviyelerinin olağanüstü yayılımıdır. Kapitalizm karşıtı bir kopuş ve farklı bir toplum beklentisi 2016 ve 2023 arasındaki süreçte toplumda şüphesiz yükselmiştir ancak bu beklenti siyasi rejim ve daha spesifik olarak da Macron’a dönük insiyaki nefretle aynı hızda gelişim göstermiyor. Dolayısıyla, hâkim Macron karşıtı duyarlılık ve bilhassa da sunduğu emeklilik karşı-reformuna dönük düşmanlık pekâlâ aşırı sağa da yarar sağlayabilir.

Oldukça yakın tarihli (Şubat sonunda yapılan) bir kamuoyu yoklaması, Marine Le Pen’i, partisi Ulusal Birlik 60 yaşında emekliliğin geri verilmesini teklif etmese ve uzaması mümkün grevlere karşı çıksa da bilhassa işçi sınıfı içinde, Macroncu karşı-reform projesinin başlıca (Jean-Luc Mélenchon’un nispeten önünde) aleyhtarı olarak gösterdi. Henüz yayımlanan bir kamuoyu yoklaması, emeklilik karşı-reformunun kabul olmamasından en fazla fayda sağlayacak siyasi gücün Ulusal Cephe/Ulusal Birlik olabileceğini öne sürerek bunu doğruladı. Elbette ki bu durum bizi köklü nedenlere ve seçime dair aşılama ve ideolojik endoktrinasyonun halihazırda önceye uzanan tarihine götürür. Ne var ki, siyasi seçkinlerle medya seçkinlerinin son yıllarda solu (özellikle de Boyun Eğmeyen Fransa’yı) şeytanlaştırırken aşırı sağı saygıdeğer kılmaları ve ‘düşüncelerinin’ önemini azaltmalarını ciddiye almaksızın hiçbir şeyi anlayamayız.

Kimi hareketlerde kısmi tortullaşmalar yaşanmış olabilir ancak bunlar hareketlerin ağırlık merkezini meydana getiren sınıfları ve sınıf fraksiyonlarını yalnızca kısmi şekilde etkiler. Nitekim Sarı Yelekliler’in açtığı alan bir aydınlanma süreci ve siyasi radikalleşme sahnesiydiancak halk sınıflarının, kırsal yahut yarı kırsal bölgelerle birlikte bilhassa küçük kasabalardaki harekete en elverişli fraksiyonlar da dahil olmak üzere yalnızca sınırlı bir kesimine nüfuz etti. Bu durum harekete duyulan bağlılıkla (ki bu mevcut harekette olduğu gibi oldukça geniş ve Sarı Yelekliler hareketinin başlangıcındaki gibi daha düşük ölçüde olabilir) hareketliliklere etkin katılım arasındaki yarık fazla olduğu için daha da doğrudur muhtemelen. Özellikle de bu katılım genel meclislerdeki geniş katılıma dayandığı ve sona erdiğinde siyasallaştırıcı etkileri grevden çok daha az olan bir ya da daha fazla gösteriye indirgendiğinde.

Dolayısıyla, toplumsal ve siyasi sol (muhalefet) için en hayati sorunlardan biri, hareketi gençlerin -sınırlarını müşterek örgütlenmenin, özellikle de işçi sendikalarının ve çıkarlarının iyi kötü berrak ve tutarlı temsili zemininde harekete geçmenin çizdiği- sınıf bilinci seviyesinin çok daha düşük olduğu iş kolu ya da çeperlere doğru genişletirken hareketin ortaya çıktığı yerde sürdürmeyi ve derinleştirmeyi başarmaktır. Meseleye bu iş kolları ve nüfusun geniş kesimleri açısından bakıldığında durum, o muhteşem ‘devrim öncesi an’ ilanından çok ama çok  uzaktır: genel anlamda öncü işçilerin bir günlük grev ve gösterileri başarması, onların hareketin modaliteleri hakkında müşterek karar vermek üzere genel meclise katılımının sağlanması, vb. Bu bakımdan, ‘güvenilmez önderlikleri’ suçlayan mekanik ve soyut slogan yalnızca kafa karıştırmaz/dikkati dağıtmaz, çoğu durumda köstek de olur .

XI

Hareketin siyasi neticesinin ne olacağı hususu açıkça önümüzde duruyor. Toplumsal hareketlilikler -ne denli kitlesel ve radikal olurlarsa olsunlar- kendiliğinden siyasal bakış açıları yaratmazlar, özellikle de iktidar meselesinin ve mülk sahibi sınıflarla zaruri siyasi karşılaşmanın nasıl ele alınacağı probleminden kasti olarak kaçındıkları zaman (Daniel Bensaïd ‘toplumsal ilüzyon’ olarak adlandırır bunu). Hareketin şimdiye dek düşük seviyede bir öz örgütlenme ve eşgüdümle karakterize olduğu mevcut durumda çok daha doğrudur bu. Ancak toplumsal hareketlerin, tek başına bir perspektif ortaya koyabilecek siyasal güçler karşısında ikincil bir rolle yetinmeleri gerektiğine dönük bir olumlama meselesi değildir söz konusu olan. Mesele daha çok, toplumsal hareket ve sol arasındaki iş birliği-çatışma diyalektiği çerçevesindedir; eğilimler ve bakış açılarına, siyasi bir kopuş tahayyülüne dair en açık tartışmaları hiçbir surette engellemeyecek bir birlik tesis etmek çerçevesindedir.

Bu bağlamda özellikle de Fransız Komünist Partisi tarafından savunulan ortak inisiyatif (RIP) referandumu önerisinin hareketin açtığı ihtimallerin ne denli altında olduğunu, faydacılık görünümü ardında oldukça gerçeklikten uzak olduğunu ve sol bakımından siyasi krize karşı bir yanıt geliştirme zorunluluğuna hiçbir surette karşılık gelmediğini ifade etmekle başlayalım. Bu pek çok eylemcinin dokuz ay boyunca çabalamasını gerektirecek 4,8 milyon imza toplamak demek ve dolayısıyla mesele şu anda hareketi genişletmek olmasına ve Macron hâlihazırda yeni ölümcül projeler (yalnızca göçe ilişkin Darmanin yasası değil, emek ve istihdam hakkında bir yasa da) açıklamasına rağmen enerjileri bütünüyle imza toplamaya yöneltecek. Dahası, 4,8 milyon imza toplansa dahi referandum önerisi her iki mecliste de altı ay içerisinde incelenecek. Bir başka deyişle, bu süre zarfında durum büyük ölçüde, muhtemelen hareketin aleyhine değişirdi. Böylesi bir öneri hiçbir surette hareketin şimdi ve buradaki üçlü avantajını ileri taşımamıza imkân vermiyor: çeşitli kilit iş kollarında bir grev, 10 gün boyunca öngörülemez olan çok yönlü bir hareketlilik ve oldukça duygudaş bir kamuoyu.

Kimi zaman ‘Mayıs 68’in son haddine vardığı’ görüşü dillendirildi. Bu çekici bir slogan ancak Mayıs 1968 nüfusun geniş kesimleri, özellikle de hâlihazırda harekete geçmiş olanlar için (muhtemelen müphem şekilde olsa da) olumlu bir referans olmayı sürdürdüğü için değil. Yukarıda ifade ettiğim üzere, Mayıs 68 analojisinin bir sloganın üretebileceği ajitatif etkinin ötesinde işlevsel olup olmadığı belli değil. Hele de ‘son haddine varma’ fikri pek açık görünmüyor. Bu, Mayıs-Haziran 68 hareketince canlandırılan kapitalizmden kopuş ve toplumsal özgürleşme umuduyla sonuna dek gitmemiz gerektiğini ifade etme meselesidir ve bizler açısından barizdir fakat hareketin ve solun karşı karşıya olduğu acil stratejik sorunlara hiçbir yanıt sunmaz.

Mücadelenin siyasallaştırılması ve siyasi rejime dönük inanılmaz düzeydeki güvensizlikle birlikte, yalnızca karşı-reformun derhal geri çekilmesi, Ulusal Meclis’in dağıtılması ve yeni seçimler yapılması taleplerini eklemleyen bir öneri mevcut durumda şifahi aşırılıkçılık ve geçmiş reçetelerin tekrarı şeklindeki çifte tuzağa düşmeksizin yeterli olabilecek gibi duruyor. Elbette, siyasi kopuş seçim sahnesine indirgenemez ancak Daniel Bensaïd’in hatırlattığı üzere, “özellikle de parlamenter geleneğin yüz yılı aşkın süredir var olduğu ve evrensel oy hakkının sağlam şekilde yerleştiği ülkelerde, devrimci bir sürecin ‘aşağıdan sosyalizm’e ağırlık veren, ancak temsili biçimlerin de dâhil olduğu, (vurgu bana ait – U. P.) bir meşruiyet devri dışında tasavvur edilemeyeceği açıktır.”

Kopuşa yönelimli sol bir hükümet kurma mücadelesini de buraya eklemeliyiz, ki bu programın unsurlarını, özellikle tüm halk sınıfları ve daha geniş anlamda ücretliler için, ama aynı zamanda daha spesifik olarak onun içindeki bazı kesimler için merkezî ve acil sorunlar etrafında netleştirip tayin etmek anlamına geliyor: fiziksel olarak zor işlerde çalışanlar için 55, diğer herkes için 60 yaşında tam ücretle emeklilik; ücretlerde derhal artış ve enflasyona endeksleme (kayan ücret ölçeği); fiyatların ve kiraların sabitlenmesi; kamudaki güvencesiz işçilere kadro verilmesi ve özel sektörde kalıcı sözleşmelere geçilmesi; istihdamda, maaşlarda ve sosyal yardımlarda sistemik cinsiyet ve ırk ayrımcılığına karşı proaktif önlemler alınması; kamu hizmetinde kitlesel işe alımların yapılması, temel kamu hizmetlerinin ve mallarının (ulaşım, enerji, sağlık, otoyollar vb.) yeniden kamulaştırılması; ve ekolojik bir planlama.

Soru, zorunlu bir şekilde, toplumsal hareketlerin ilişkileriyle, ama özellikle de sendikaların -bilhassa da CGT, Solidaires ve FSU gibi sınıf sendikacılığının var olmaya devam ettiği sendikaların- küresel olarak onların taleplerini karşılayan böylesi bir hükümetle olan ilişkileriyle ilgili olarak ortaya çıkacaktır. Kopuş programına sahip herhangi bir sol hükümet, kendisini yönetici sınıfın muazzam baskısı altında bulacaktır (yatırım şantajı, Avrupa kurumlarının baskısı vesaire). Buna karşı dengeyi sağlamayı, şartlı bir teslimiyetten kaçınmayı ve yukarıda sözü edilen önerileri dayatmayı mümkün kılacak tek şey geniş bir halk seferberliğidir. Meydana gelecek toplumsal çatışma, kısa vadede kaçınılmaz olarak sermayenin tüm toplum, yaşamlarımız ve çevre üzerindeki, ve dolayısıyla üretim, mübadele ve iletişim araçlarının özel mülkiyeti üzerindeki iktidarını sorgulamaya yol açtığı ölçüde, temelde anti-kapitalist bir dinamiği de beraberinde getirecektir.

Yeni seçimler olduğu takdirde, yeni bir siyasi mücadele de başlayacaktır; ancak toplumsal hareketin emeklilik reformuna karşı kazanacağı bir zafer, NUPES’i güçlü bir konuma getirir. Özellikle de Macron’a ve projesine karşı rüştünü ispatlamış, NUPES içindeki baskın güç olan Boyun Eğmeyen Fransa (LIFI) için geçerlidir bu. Toplumsal seferberlikler hiçbir zaman seçimlerdeki güç dengesi üzerinde otomatik etkiler yaratmadığından bu da en kestirme yol değildir (68 Mayıs-Haziranını ve hareketten sadece birkaç hafta sonra, Beşinci Cumhuriyet’in en sağcı meclisinin seçilmesini anımsayın…). Yukarıda ayrıca, aşırı sağın gerçek parlamento pratiklerinin sahici anlamda bir  denge oluşturmaması gibi temel nedenlerden ötürü FN/RN’nin şu anda reformun geniş kitlelerce reddedilmesinden en çok yararlanan güç gibi göründüğünü de vurguladık. Bununla birlikte, mevcut anketlerin, Macron’un geri adım atmayacağına dair –bu aşamada yanıt verenler tarafından geniş çapta kabul gören- yenilgiyi kabul eder bir varsayım altında olduğuna da dikkat edilmelidir. Hareket nihai olarak muzaffer olsaydı, medya ve siyaset tarafından maruz kaldığı önemsizleştirme de düşünüldüğünde aşırı sağı etkisiz kılıp kılamayacağını bilemesek de, bu sayede solun siyasal-seçimsel bir yükseliş yakalayacağı hipotezi hayalci bir hipotez olmaktan çıkardı.

Hareketlilik, yerleşik düzenden bir kopuş dinamiği anlamında, inkâr edilemez bir şekilde yeni bir durum ve bir çatallanma olasılığı yarattı. Her şeye erişilmiş değil, ancak birkaç ay öncesine kadar saçma görünen öngörüler artık mümkün. Mücadelenin önümüzdeki gün ve haftalarında ateşkes olmayacak. Sadece siyasi rejimi değil, tüm mümkünlerin sınırlarını zorlamak da bizim elimizde.

Çeviren: Halil Can İnce ve Büşra Özcan

Kaynak: https://textumdergi.net/fransadaki-eylemler-uzerine-on-bir-politik-tez/

Che’nin sosyalizmi – Michael Löwy

Latin Amerika marksizminin kurucusu Carlos Mariategui, 1928’de yayınlanan bir makalesinde şöyle diyordu: “Elbette Latin Amerika’daki sosyalizmin taklit ya da kopya değil, şiirsel bir yaratıcılığın eseri olmasını istiyoruz. Indo-Amerikan sosyalizminin esin kaynağı kendi gerçeğimiz, kendi dilimiz olmalı. Bu, yeni kuşaklara layık bir misyondur.”

Che’nin Mariategui’nin bu makalesinden esinlenip esinlenmediğini bilmiyoruz. Ama, okumuş olması muhtemel, zira hayat arkadaşı Hilda Gadea’nın Küba devrimini izleyen yıllarda Mariategui’nin yazılarını Che’ye verdiği biliniyor. Her halükârda, Che’nin siyasi düşüncesi ve pratiği, özellikle 1960’lı yıllarda, Sovyet modelini itaatkâr bir şekilde taklit etmenin Doğu Avrupa’da yarattığı felç haline odaklanmıştı. Che’nin sosyalizmin kuruluşuna dair fikirleri, “yeni bir şeyin şiirsel yaratımı”nı, farklı bir sosyalizm arayışını (bu arayış kesintili ve bütünlükten uzak olmasına rağmen) ve mevcut sosyalizmin bürokratik karikatürüne radikal bir muhalefeti içeriyordu.

Che’nin düşüncesi 1959’dan 1967’ye dek dikkate değer bir şekilde evrildi. Sovyet tarzı sosyalizmle, yani marksizmin Stalinist versiyonuyla arasına koyduğu mesafe giderek açıldı. 1965’te, Kübalı bir dostuna yazdığı mektupta, Küba’da Sovyet mahreçli marksizm kitaplarının yayınlanması şeklinde tezahür eden “ideolojik kuyrukçuluğu” sert bir dille eleştiriyordu. “Bu ‘Sovyet tuğlaları’nın dezavantajı, düşünmene izin vermemeleridir: Parti senin adına düşünüyor. Senin yapman gereken onların düşüncesini sindirmekten ibaret.”

1963’ten sonraki yazılarında, “taklit ve kopya”yı reddedişi, alternatif bir model arayışı, daha radikal, daha eşitlikçi, daha dayanışmacı, daha insani ve komünist etikle daha tutarlı bir sosyalizm arayışı belirginleşmiştir.

Che’nin Ekim 1967’deki ölümü, siyasal olgunlaşmasını ve entelektüel gelişimini noktaladı. Geride bıraktığı yazıları her soruya cevap veren, cilalanmış bir yapı arzetmez. Merkezi planlama, bürokrasiyle mücadele gibi sorunlara ilişkin düşünceleri bütünlükten uzaktır.

Ekonomizm ve komünist etik

Che’nin yeni bir yol arayışındaki temel itki –özgül ekonomik sorunların ötesinde– sosyalizmin bir uygarlık, bir toplumsal etik, bireyciliğe, frenleri patlamış egoizme, rekabetçiliğe, kapitalizmin karakteristiği olan herkesin herkese düşman olmasına taban tabana zıt bir toplum modeli sunamadığı takdirde, anlamını yitireceğine ve muzaffer zolamayacağına inancıdır.

Che’ye göre, sosyalizmin kuruluşu, yalnızca “üretici güçlerin gelişimi”ne önem veren Stalin, Krusçev ve haleflerinin “ekonomist” anlayışlarına tezat ahlâki değerlerden ayrı düşünülemez. Haziran 1963’te, gazeteci Jean Daniel’e verdiği ünlü mülâkatta, “reel sosyalizm”in eleştirisini geliştirdiği görülür: “Komünist etiği olmayan bir ekonomik sosyalizm beni ilgilendirmiyor. Yalnız yoksullukla değil, yabancılaşmayla da mücadele ediyoruz. Eğer komünizm devrimci bilinçten ayrıştırılırsa, bir bölüşüm yöntemi olabilir, ama devrimci bir etiğe sahip olamaz.”

Eğer sosyalizm, kapitalizmle onun sahasında savaşmayı, yani üretkenlik ve tüketim sahasında kapitalizme üstün gelmeyi iddia ederse ve bunu kapitalizmin silahlarıyla –metalar, rekabet, benmerkezli bireycilik– yapmaya kalkışırsa başarısızlığa mahkûmdur. Che’nin SSCB’nin çözülüşünü öngördüğü söylenemez, ama farklılıkları tolere edemeyen, yeni değerleri içermeyen, düşmanını taklit eden ve emperyalist metropolleri “yakalamak ve geçmek” dışında ihtirası olmayan bir sosyalist modelin istikbali olmadığına dair sezgisi aşikârdır.

Che Guevara’nın yeni yol arayışı üç başlıkta özetlenebilir: Ekonomi yönetiminin yöntemleri, ifade özgürlüğü ve sosyalist demokrasi perspektifi.

Birincisinin Che’nin düşüncesinde merkezi bir yer işgal ettiği açıktır. Diğer ikisi, ki bunlar birbirleriyle yakından bağlantılıdır, daha az gelişmiştir ve çeşitli boşluklarla ve çelişkilerle maluldür. Ancak kaygılarında ve siyasi pratiğinde hep mevcuttur.

Ekonomi yönetiminin yöntemleri

Planlamanın çeşitli veçhelerine ilişkin 1963-64 yıllarındaki ünlü tartışmada, Sovyet modelinin taraftarlarına muhalefet etmiştir. O tartışmadaki muarızları, Fransız marksisti Charles Bettelheim tarafından desteklenen Küba Dış Ticaret Bakanı Alberto Mora ve Küba’nın Ulusal Tarım Reformu Enstitüsü Başkanı Carlos Rafael Rodriguez’dir. Ernesto Guevara’nın Belçikalı marksist ekonomist Ernest Mandel tarafından desteklenen görüşleri “reel sosyalizm”in radikal bir eleştirisidir.

Che’nin itiraz ettiği Doğu Avrupa modelinin anahatları şöyleydi: Sosyalizme geçiş aşamasındaki ekonomilerin nesnel kuralının değer yasası olması (Stalin’in bu tezi, o dönemde Charles Bettelheim tarafından savunuluyordu); metanın üretim sisteminin temeli olması; rekabetin (kurumlar ve bireylerarası) üretkenliği artıran bir faktör olarak kabul edilmesi; kolektif teşvikler ve paylaşım yöntemleri yerine bireysel olanların tercih edilmesi; yöneticilere ve işletme müdürlerine ekonomik imtiyazlar verilmesi; sosyalist ülkeler arasındaki ekonomik ilişkilerde piyasa kriterinin belirleyici olması.

Şubat 1965’teki ünlü Cezayir Söylevi’nde, Che, emperyalist ülkelerle mücadele eden halklarla reel sosyalist ülkeler arasındaki eşitsiz ticari ilişkilere dikkat çekerek, sosyalist olduklarını iddia eden ülkelere “Batı’nın sömürücü ülkeleriyle işbirliği yapmaya son vermeleri” çağrısında bulunmuştu.

Sosyalizm, Che’ye göre, “insanlığa dair yeni bir bilinç geliştirmedikçe, yalnızca sosyalizmi kurmuş olan veya kurmakta olan toplumlara değil, dünya ölçeğinde emperyalizmden mustarip olan halklara kardeşçe bir yaklaşım içinde olmadıkça” varolması mümkün değildi.

Mart 1965’te yayınlanan “Küba’da Sosyalizm ve İnsan” başlıklı makalesinde, Doğu Avrupa’daki sosyalizm modellerini analiz ediyor ve “kapitalizmi kendi fetişleriyle fethetme” anlayışını reddediyordu. “Kapitalizmden devralınan köhne araçlarla (ekonomik birim olarak meta, kârlılık, bireysel maddi çıkarı bir kaldıraç olarak görmek vs.) sosyalizmin kurulabileceği hülyası bizi çıkmaz sokaklara götürecektir. Komünizmi kurmak için, yeni maddi temellerle birlikte yeni insanın yaratılması zorunludur.”

Che’ye göre, Doğu Avrupa ülkelerinden ithal edilen modelin başlıca tehlikelerinden biri, sosyal eşitsizliği artıran ve teknokratlarla bürokratlardan oluşan imtiyazlı bir kesim yaratmaktı. “Bu sistemde, hep daha fazla kazanan yöneticilerdir. Demokratik Alman Cumhuriyeti’ndeki yeni uygulamaya bakın: Yöneticilere verilen önem ve dahası, yöneticilerin yönettikleri için mükâfatlandırılmaları.”

Bu tartışmada iki taraf vardı. Bir tarafta, ekonomiyi değer yasası ve piyasa kuralları gibi kendine özgü yasaları olan bir özerk bir alan olarak gören “ekonomist” anlayış, diğer tarafta ise üretim önceliklerinin, fiyatlara ve benzeri konulara ilişkin ekonomik kararların sosyal, etik ve politik kriterlere bağlı olduğunu savunan siyasal sosyalizm anlayışı vardı. Che’nin önerisi, soyalizmin bu siyasal kriterleri temel alarak kurulmasıydı, dolayısıyla sosyalizm anlayışı Sovyet modelinden farklıydı.

Ancak şu da eklenmeli: Guevara, Stalinist bürokratik sistemin yapısına ilişkin net bir fikir geliştirememiştir.

İfade özgürlüğü

1963-64’teki ekonomi tartışmalarının önemli bir siyasi boyutu vardı ve bu, tartışmanın bizatihi kendisiydi: Sosyalizmin inşası sürecinde görüş ayrılıklarının toplumsal olarak ifade edilmesi ya da devrimin bağrındaki demokratik çoğulculuğun meşruiyeti.

Bu sorun ekonomi tartışmasında aleni değil, örtük olarak dile getirilmişti. Guevara, bu sorunu planlamadaki demokrasi meselesiyle net veya sistematik olarak ilişkilendirmemişti. Ancak, 1960’lı yıllarda, çeşitli vakalarda, tartışma özgürlüğünden ve fikri çoğulculuktan yana olmuştu. Kübalı Troçkistler konusunda aldığı tavır, bu açıdan ilginç bir örnektir. Che, Troçkistlerin analizlerine katılmıyordu, hatta birçok defa onları sert bir dille eleştirmişti. Ancak, 1961’de, Küba polisinin Troçki’nin Sürekli Devrim kitabınının provalarını imha etmesini kınamış, bunun “yapılmaması gereken bir yanlış” olduğunu vurgulamıştı. Birkaç yıl sonra, 1965’te, Küba’dan ayrılmasından kısa bir süre önce, Kübalı Troçkist lider Roberto Acosta Hechevarria’nın hapis cezasına son verilmesini sağlamış ve Hechevarria’nın serbest bırakılışında ona dostane bir mesaj göndermişti: “Acosta, fikirler şiddet kullanılarak yok edilemez.”

1964’te, Sovyetler’in kendisini “Troçkistlik”le suçlayan raporuna karşı, Sanayi Bakanlığı’ndaki yoldaşlarına şöyle demişti: “Bu durumda karşı fikirleri ya tartışma yoluyla bertaraf edebilecek kapasitede olacağız ya da o fikirlerin ifade edilmesine göz yumacağız. Fikirleri zor kullanarak bertaraf etmek mümkün değildir. Öyle yapıldığı takdirde zekânın özgür gelişimini engellemiş oluruz. Troçki’nin düşüncelerinde değerli birçok şey var, ancak temel kavrayışları ve son dönemdeki eylemleri bence yanlıştır.”

Guevara’nın, ifade özgürlüğünü en belirgin şekilde savunduğu ve Stalinist otoriterliğe en doğrudan eleştirisini yönelttiği alanın sanat olması tesadüf değildir. “Küba’da Sosyalizm ve İnsan” makalesinde, Sovyet tarzı “sosyalist gerçekçilik”i tek bir sanat biçimini empoze ettiği gerekçesiyle kınamıştır. “Memurların anladığı türden bir sanat bu. Ve bu metodla gerçek sanatsal arayışa son veriliyor, insanoğlunun sanatsal ifadesine daha doğar doğmaz deli gömleği giydiriliyor.

Sosyalist demokrasi

Che, sosyalizme geçişte demokrasinin rolü üzerine tamamlanmış bir teori geliştirmemiş olmakla birlikte, 20. yüzyılda sosyalizme büyük zarar veren otoriter ve diktatoryal anlayışları hep reddetmiştir. “Halkı eğitmek” iddiasında bulunanları, Marx Feuerbach Üzerine Tezler’de eleştirmişti. (“Eğiticileri kim eğitecek?”) Che de, 1960’ta yaptığı bir konuşmada şunları söylüyordu:

“Halkı eğitmenin ilk reçetesi onları devrime dahil etmektir. Halka, sırtında despotik bir hükümetle haklarını elde edeceğini öğretilebileceğini asla aklımızın ucundan geçirmeyelim. Halka öğretilecek ilk ve temel şey, haklarını fethetmeleridir. Yönetimde temsil edildiklerinde, onlara öğretilenleri ve çok daha fazlasını öğreneceklerdir. Başka bir deyişle, yegâne kurtuluş pedagojisi, devrimci pratik içinde halkın kendi kendisini eğitmesidir. Marx’ın ‘Alman İdeolojisi’nde dediği gibi: Şartların değişmesi ile insan eyleminin ya da kişisel değişimin çakışması yalnızca devrimci pratikle ortaya çıkabilir ve rasyonel olarak anlaşılabilir…”

Che, 1966’da, Sovyet ekonomi-politiğini eleştirdiği notlarında, şu satırlara yer veriyor: Stalin’in tarihsel suçu komünist eğitimin yerine dizginlenmemiş bir otorite kültünü koymasıdır.”

Che’nin düşüncesinde, demokrasi ve planlama arasındaki ilişki yeterince irdelenmemiştir. Planlamayı savunan ve piyasa kategorilerini reddeden tezleri çok önemlidir ve günümüzdeki neoliberal “piyasa dini”nin hâkimiyeti açısından yeniden değerlendirilmelidir. Ne var ki, Che’nin tezleri kilit siyasi soruyu bir kenarda bırakmaktadır: Planlamayı kim yapacak? Ekonomik plandaki başlıca tercihleri kim belirleyecek? Hakiki bir demokrasi olmadan –yani: a) siyasal çoğulculuk b) özgür tartışma c) toplumun tartışılan ekonomik öneriler içinde serbestçe tercihini yapması– planlama kaçınılmaz olarak bürokratik ve otoriter bir “ihtiyaçlar üzerinde diktatörlük” (tıpkı Sovyetler Birliği tarihinin bolca örneklediği gibi) yaratacaktır. Başka bir deyişle, sosyalizme geçişteki ekonomik sorunlar siyasal sistemin yapısından ayrı düşünülemez. Küba tecrübesinin son otuz yıl içinde gösterdiği, demokratik sosyalist kurumların yokluğunun olumsuz sonuçlarıdır. Ancak, yine de Küba, diğer reel sosyalist ülkelerdeki bürokratik ve totaliter sapmalardan kaçınmayı başarmıştır.

Bu tartışma devrimin kurumları meselesiyle bağlantılıdır. Guevara burjuva demokrasisini reddetmiştir, ancak anti-bürokrasi ve eşitlikçi duyarlılıklarıyla birlikte, sosyalist demokrasiye dair net bir vizyon geliştirmemiştir. “Küba’da Sosyalizm ve İnsan”da, devrimci devletin yanlışlar yapabileceğini, kitlelerin bu yanlışlara reaksiyon göstererek devleti yanlışlarını düzeltmeye zorlayacağını (buna örnek olarak partinin 1961-62’de Anibal Escalante liderliğinde izlediği sekter politikayı veriyor) kabul etmektedir. Ancak, şunu da eklemektedir: “Bu sistem hukuki, adilane önlemler almak için yeterli değildir. Kitlelerle daha yapısal bir bağ gerekmektedir.” Başlangıçta, kitlelerle liderler arasında muğlak bir “diyalektik birlik”le yetinmektedir. Ancak, birkaç sayfa sonra, sorunun çözümünün etkili bir demokratik denetime yol açmasından uzak olduğunu itiraf etmektedir. “Devrimin bu kurumsallaşması henüz gerçekleştirilememiştir. Yeni bir şey arıyoruz…”

Ernesto Guevara’nın hayatının son yıllarında reel sosyalizmi “taklit ve kopya” etmeyi reddederek Sovyet modelinden giderek uzaklaştığını biliyoruz. Ne var ki, son dönem yazılarının büyük bir bölümünün yayınlanması izah edilemez bir şekilde gerçekleşmedi. Bu yazılardan biri de, 1966’da kaleme aldığı SSCB’deki Bilimler Akademisi’nin Ekonomi Politiği’ne yaptığı eleştiriydi. Che’nin ekonomiye dair düşünceleri üzerine önemli bir kitap yazan Carlos Tablada, 1996’da kaleme aldığı bir makalede, Che’nin söz konusu yazısından bazı alıntılar yapıyor. (Tablada, Che’nin yazısının tamamını yayınlama izni alamamış.) Alıntılanan paragraflardan biri özellikle ilginç, zira Guevara’nın siyasal düşüncesinin sosyalist demokrasiye yaklaştığını gösteriyor. Che, demokratik planlama sürecinde, ekonomik kararları bizzat halkın, işçilerin, onun deyişiyle “kitlelerin” vereceğini söylüyor:

“Ekonomik faktörlerin toplumsal kaderi belirlediği bir plasebo, bir sahte ilaç veriliyor bize. Bu mekanik, gayrı-marksist bir tekniktir. Kitleler kendi kaderlerini belirleyebilmelidir, üretimin hangi payının birikime ve tüketime ayrılacağına onlar karar vermelidir. Ekonominin tekniği bu enformasyonun sınırları dahilinde işlemelidir ve kitlelerin bilinçleri bunun uygulanmasını temin etmelidir.”

Ekim 1967’de, CIA’nin ve Bolivyalı işbirlikçilerinin suikast kurşunları, yeni bir sosyalizmin, demokratik komünizmin yaratılmasını kesintiye uğrattı.

Çeviren: Yücel Göktürk
Express, sayı 77, Ekim 2007
Michael Löwy’nin Haziran 2001’de İtalya’daki Ernesto Che Guevara Vakfı’nda yaptığı konuşmadan özetlenmiştir.

Kaynak: https://birartibir.org/chenin-sosyalizmi/

Ukrayna’nın Karşı Saldırısı Karşısında Rusya’nın Güçsüzlüğü – Taras Kobzar

Taras Kobzar, Donetsk’ten anarko-sendikalist bir aktivist. Önce Kiev’de toprak savunması yaptı, daha sonra orduya katıldı. Bu röportajda, Ukraynalıların Rus ordusunu 2014’te ilhak edilen bölgelerin ötesine püskürteceğine ikna olduğunu söylüyor ve Vladimir Putin tarafından açıklanan kısmi seferberlikte bir yenilginin işareti olarak görüyor.

Savaştan yedi ay uzaktayız. Ukrayna’da durum nedir?

24 Şubat 2022’de, Putin tarafından “özel askeri operasyon” olarak adlandırılan Rus birlikleri tarafından Ukrayna’nın tam ölçekli işgali başladı. 2014 yılında Kırım’ın ilhakı, Donetsk ve Luhansk bölgelerinin işgali ve ülkenin bu doğu bölgelerinde “halk cumhuriyetlerinin” kurulmasıyla başlatılan savaşın devamı niteliğinde olup, Kremlin propagandası “Ukrayna’da iç savaş” ve “Rusça konuşan nüfusun kendi kaderini tayin hakkı” idi. 24 Şubat’tan bu yana, işgal üç cepheyi içeriyordu: biri kuzeyde (Çernihiv oblastları, Kiev oblastında Sumy ve Kiev yakınlarında bir saldırı), biri doğuda (Kharkov oblastı ve batıya doğru Donetsk ve Luhansk Oblastlarında ilerleme) ve biri güneyde (işgal altındaki Kırım’dan Kherson, Odessa, Berdyansk ve Mariupol bölgelerine kadar). Putin, Ukrayna’yı ikiye bölen Dinyeper Nehri’nin doğusundaki tüm toprakları işgal etmeyi ve Kiev’i ele geçirmeyi planladı. Rus ordusu, Ukrayna ordusunun ve kitlesel olarak bölgenin savunmasına girişen Ukrayna halkının güçlü direnişiyle karşılaştı. Nisan ayında Kiev’den geri itildi ve kuzey bölgesini terk etti. Mayıs-Ağustos ayları arasında, ağır çatışmalar pahasına, yavaş yavaş doğu yönüne çekildi, diğerlerinin yanı sıra Rubizhne, Lissitchansk, Sievierodonetsk kasabalarını alarak Luhansk bölgesinin kuzeyini ele geçirdi ve Kramatorsk, Bakhmout ve Avdiivka’ya saldırmaya devam etti. Donetsk Oblastı. Ardından, şehrin neredeyse tamamen yıkılmasından sonra yaz aylarında Mariupol’u aldı. Eylül ayında, bir Ukrayna ordusu karşı taarruzu güneye Herson’a doğru ilerlemeye başladı ve doğuya Kharkiv bölgesine doğru ilerleyerek Rus güçlerini geri çekilmeye zorladı. Bugün Rus ordusu, Ukrayna topraklarının 100.000 km2’den fazlasını veya yaklaşık %20’sini kontrol etmeye devam ediyor.

Ukrayna ordusunu nasıl görüyorsunuz?

2022’de Ukrayna ordusu 2014’e göre pek çok açıdan daha iyi durumda. Bu sadece teçhizat ve silahlanma yapısı ve komutası ile ilgili değil, her şeyden önce tecrübesi ve motivasyonu ile ilgili. Ukrayna ordusu ve toplumu, 2013-2014’ten daha yüksek ve daha niteliksel bir bilinç düzeyine sahiptir. Tabii ki silah ve erzak konusunda durum istediğimiz kadar iyi değil, ancak bu sivil toplumun yoğun faaliyeti ile telafi ediliyor. Örneğin bir grup eski anarşist yoldaşla, askerleri tedarik etmek, onları yasal olarak savunmak ve ülkemizin geleceği ile ilgili tartışma ve inşa alanları oluşturmak için birliğimizde bir Askerler Komitesi oluşturduk.

Sosyal ağlarda, birçok video doğudaki köylerin Ukrayna ordusu tarafından kurtarılmasını ve sakinlerin sevincini gösteriyor. Rus işgalinin bu son aylarında ne yaşadılar?

Savaş ve işgal, siviller için her zaman ağır bir yük ve acıdır. İşgalci kendisinden yana olmayan insanları baskı altına alıyor, ekonomik durum çöküyor, insanlar sürekli olarak Bucha’da ve başka yerlerde gördüğümüz gibi topçu ateşinden ölme veya askerler tarafından öldürülme riskiyle karşı karşıya. Bu dehşetlerin doğrudan tanığıydım. Ben kendim, 2014 yılında Rusya yanlısı ayrılıkçılar ve Rusya adına hareket eden askeri grupların Ukraynalılara zulmetmek ve şehrimdeki protestocuları öldürmek için Ukrayna ile ilgili her şeyi yok etmeye başladığı 2014 yılında ailemle birlikte ayrılmak zorunda kaldığım Donetsk’liyim. “Rus dünyasının” neye benzediğini gördüm ve sekiz yıl boyunca şehrimdeki gelişmeleri takip edebildim. Donetsk, gelişmiş altyapısı ve kültürel yaşamı ile zengin bir şehirden önce Doğu Ukrayna’nın ekonomik merkeziydi. Şimdi hiçe indirgendi. 2014’ten önce orada bir milyondan fazla insan yaşıyordu. Nüfusun neredeyse yarısı 2014’ten kaçmak zorunda kaldı, evlerini, işlerini ve tüm sosyal bağlarını kaybetti. Donetsk yağmalandı: birçok işletme yıkıldı ya da Rusya’ya devredildi ve sakinler kişisel mülklerini, arabalarını çalmaktan, sakinlerinden boşaltılan apartmanlara ve evlere yerleşmekten çekinmediler. Siyasi olarak, herhangi bir özgür siyasi ve sosyal faaliyeti imkansız kılan otoriter bir rejim kuruldu. Örneğin insanlar sokakta tutuklanıp cepheye gönderilebilir. Donetsk Filarmoni Orkestrası’ndan bir grup müzisyenin, bir provadan hemen sonra zorla seferber edilip Mariupol’da savaşmak için gönderilenlerin hikayesini biliyoruz. Bu müzisyenlerin çoğu öldü. Rus düzeni hayatın her alanına hakimdir. Okullara sızıyor, çocukların zihinlerini zehirliyor, onları şovenist propagandayla aşılıyor. En iğrenç militarize edilmiş “çocuk örgütleri” işgal altındaki topraklarda kuruldu: bunlar “Hitler Gençliği”ni andırıyor, ancak Sovyet Stalinist tarzında. Eylül ayından bu yana, kurtarılan Harkov Oblastında Ukraynalı askerler tarafından çekilen çok sayıda video, sivillerin Ukrayna ordusunu desteklediğini gösteriyor. Bir asker olarak doğrudan tanığım. İşgal ve bombardımanlardan acı çektikten sonra, sıradan Ukraynalılar kurtarıcıları, yurttaşlarını, Ukrayna ordusunun askerlerini sevinçle karşılıyor. Bu, kendilerine saygı duyan ve topraklarını seven insanların, “Rus barışının” gerçek bir “Rus faşizmi” olduğunu ve sadece ölüm, yıkım ve üzüntü getirdiğini pratikte gören insanların normal tepkisidir.

Ukrayna tarafındaki fikir işgal altındaki toprakları kurtarmak mı yoksa daha ileri gitmek mi? Özellikle ülkenin doğusunda Rusya gibi bir komşuyla nasıl yaşayabilirsiniz? Ailenle birlikte Donetsk’e geri dönmeyi hayal edebiliyor musun?

Görevimiz, 2014’ten beri Rusya tarafından ele geçirilen bölgeleri serbest bırakarak bu savaşı durdurmaktır. Bu hedef, ancak Putin’in otoriter siyasi rejiminin düşmesine yol açacak Rus işgal ordusunu yenerek elde edilebilir. Rusya’da sadece gerçekten demokratik bir düzenin kurulması, gelecekte Rusya ile barışı garanti edebilir. Ve Almanya’daki Nazi rejiminin düşmesinden sonra olduğu gibi, bu savaşı destekleyen herkesin pişmanlık duymasıyla. Bizim tarafımızdan, sınırlarını savunabilen güçlü, bağımsız ve özgür bir Ukrayna inşa etmeliyiz. Ve evet, eminim sadece Donbass, Donetsk’i değil, tüm Ukrayna’yı da kurtaracağız. Ve şehrimi, sadece acı verici hayallerimde gördüğüm evimi tekrar görebileceğim.

Yedi aylık bir savaştan sonra, Rus ordusu, “dünyanın ikinci ordusu” hakkında ne düşünüyorsunuz? Bence Rus ordusu kapasitelerinin algılanmasının Şubat 2022’den beri, sadece Ukrayna’da değil, aynı zamanda dünyadaki birçok insan için de değiştiğini düşünüyorum. Putin üç gün içinde Ukrayna’nın kontrolünü ele almaya söz vermişti. Ancak Rus ordusu tarafından uzun bir kavga ve çok kanla birçok şehir ve hatta küçük köy alındı. Üç gün içinde bölgenin kontrolünü ele geçirmek imkansızdı. Putin başarısız oldu. Rus ordusunun ana zayıflığı, hedeflerinin, yöntemlerinin ve onu oluşturan insanların canice doğasıdır. Buna, Ukrayna halkının manevin gücünü, topraklarını ve sevdiklerini savunan insanların ahlaki büyüklüğünü de ekleyin.

Putin son günlerde Rusya’da kısmi bir seferberlik açıkladı. Ne anlama geliyor bu?

Zaten orduda görev yapmış  ve askeri becerilere sahip olan yedekler askere alınmalıdır. 300.000 kişiyi harekete geçirmesi planlanıyor. Kremlin diktatörünün söylemi bugün: “Serbest bıraktığımız bölgeleri terk edemeyiz, sakinlerinin korumamıza ihtiyacı var” ve “Anavatanımız tehlikede”. Bu sözlerden, Ukrayna’nın kontrolünü hızla ele geçirme planlarının başarısız olduğu, savaşın sürdürelemediği ve Kremlin rejiminin tehlikede olduğu anlaşılmalıdır. Putin, bu savaşı kaybederek, daha önce işgal edilen Ukrayna bölgelerini kaybederek Rusya’daki gücünü kaybedeceğini anlıyor. Kaybedilen bir savaş, Putin rejiminin çöküşü anlamına gelir. Rus ordusunun kayıpları yüksektir, rakamlar 50 ila 60.000 gibi. Ruslar, yüzlerce kilometreden fazla uzanan muazzam bir cephedeki pozisyonu tutmak için çok yetersizler. Altı aylık kavgadan sonra, Rus işgal ordusunun acil bir takviyeye ihtiyacı var.

Ve kısa vadede Putin’in stratejisi nedir?

Siyasi bir manevra olarak Putin, savaşın devamını desteklemek için işgal altındaki bölgelerde sözde “referandumlar” organize etmekten oluşan eski kurnazlığı kullandı. Ateşli silah tehdidi altında alınan Ukrayna bölgelerinin nüfusunun “talep” edildiği üzere Rusya Federasyonu’na dahil edilmesini bekliyoruz. Böylece, Rus propagandası açısından, Ukrayna ordusunun yeni savaş operasyonları “Rus bölgesi”nde gerçekleştirilecek. Sonuçta, Kherson bölgesi ve Zaporijia bölgesi zaten Rus ilan edildi. Ve Rus sınırlarının “ihlali” durumunda Putin nükleer silah kullanmayı vaat ediyor.

Rus sosyal ağlarında panik rüzgarı görüyoruz. Bunu Ukrayna’da nasıl görüyorsunuz? Ve cephede ne değişecek?

Rusya’da seferberliğin duyurulmasından sonraki ilk 24 saatten itibaren, potansiyel askerlerin toplu bir göçü başladı. Sınırlarda ülkeyi terk etmek isteyen Rus vatandaşları uzun kuyruklar oluşturuyor. Ukrayna toplumu için Rusya’daki seferberlik beklenmedik bir haber değildi. Kremlin propagandacıları ve bağımsız askeri analistler zaten bu konuda çok konuştular. Seferber edilenlerin cepheye varmaya başlamaları, işgalcilerin altı aydır kanları çekilmiş birimlerini yeniden oluşturmaları üç ayı bulacaktır. Ancak zaman şimdi Ukrayna için çalışıyor. Hızla değişen bir ortamda üç ay çok uzun bir süre. Dünyadaki ve Rusya’daki siyasi durum değişebilir, ancak Putin’in yararına değil. Ukrayna cephesindeki askeri durum da gelişebilir. Son iki haftanın olayları: Ukrayna ordusu tarafından Kharkiv bölgesinin kurtarılması ve Rus birliklerinin hâlâ çok yakın zamanda bulunduğu Luhansk bölgesinin kuzeyine girişi ve Ukrayna ordusunun Kherson yönünde taarruzu savaşta güç dengesini güçlü bir şekilde Ukrayna lehine çevirdi.

Putin’in bu seferberlik ilanı, güçsüzlüğün kabulü değil mi?

Çok farklı bir Putin görüyoruz. Diktatör, dünya siyasetinde kendine güvenen bir aktör olarak konumunu kaybeder, halka açık konuşmalarında daha az sakin ve serinkanlı görünür. Ortalama bir Rus erkeği de endişeli. Rus sosyal medyasına bir bakış, Putin’in yurtseverlerinin normalde kibirli tavrının ve coşkulu militarizminin yerini kafa karışıklığına ve şaşkınlığa bıraktığını gösteriyor. Kremlin yetkililerine yönelik eleştiriler, düne kadar onları hararetle destekleyenlerden giderek daha fazla geliyor. Ne yazık ki, bu eleştiri hâlâ emperyal şovenizm bulaşmış insanlardan geliyor ve Putin rejiminin suçlarından pişmanlık duymadan ya da hatalarının farkında olmaktan ilham almıyor. Savaşta yenilmekten ve cephede ele geçirilme ihtimalinden korkarlar. Ancak bu panik, düşman saflarına düzensizlik getiriyor ve Rus toplumunun bilincindeki bu değişimin başlangıcı bile olumlu olarak değerlendirilebilir. Rusya’da seferberlik, genel bir paniği ve hâlâ çekingen ve küçük çaplı protestoları tetikledi. Ruslar savaşmak istemiyor. Ukrayna’da ise tam tersine Putin’in seferberliği kahkahalara neden oldu. Ukrayna toplumu için şaka, hiciv ve alay konusu oldu. Ukraynalılar savaşmak istiyor ve savaşacak çünkü biz kendi ülkemizdeyiz ve evlerimizi ve ailelerimizi, özgürlük ve bağımsızlık hakkımızı savunuyoruz.

Kaynak: https://lundi.am/Face-a-la-contre-offensive-ukrainienne-l-impuissance-russe

Rusya kaybetmeye mahkûm – Ilya Budraitskis

Yoldaşımız Ilya Budraitskis ile Bir+Bir sitesi adına Yücel Göktürk tarafından yapılan söyleşiyi okurlarımızla paylaşıyoruz. – İmdat Freni

İşgal, ya da Putin’in deyişiyle “özel askeri operasyon” sizin için sürpriz oldu mu?

Ilya Budraitskis: Oldu. Son âna kadar buna ihtimal vermiyordum. Zira, başarısızlıkla sonuçlanması kaçınılmazdı. Rusya’nın böyle bir savaşı kazanabilmesi mümkün değil. Şu ya da bu şekilde yenilgiye uğrayacak. 

Nasıl bir yenilgi olur bu?

Rusya bu işgali siyasi olarak nasıl yönetebilir? Bir kukla hükümetle mi? Öyle bir hükümetin ne uluslararası camiada ne de Ukrayna halkının nezdinde meşruiyeti olabilir. Şimdi bile, güney Ukrayna’daki işgal altındaki bölgelerde, örneğin Kherson’da, Rusya yerel halkın katılımını sağlayan, saygısını kazanan yerel yönetimler kuramıyor. İşgal altındaki bölgelerdeki yöneticilerin birçoğu Rus emniyet güçlerinden devşirme. Ve bu yöneticiler topluma net bir mesaj veremiyor –bu bölgeler Rusya Federasyonu’nun bir parçası mı olacak, yoksa Donetsk ve Luhansk gibi bir kukla “halk cumhuriyeti”ne mi dönüşecekler? 

Rusya, dediğiniz gibi, yenilmeye mahkûmsa Putin niçin böyle kritik bir stratejik yanlış yaptı?

Putin Ukrayna halkının çoğunluğunun Rus birliklerini selamlayarak karşılayacağını, kayda değer bir direnişin olmayacağını düşünmüştü. Kremlin Ukrayna’nın teslim olacağını bekliyordu. Rus yetkililer kendi propagandalarına inanıyor. Yaptıkları propagandaya göre, Ukrayna halkının büyük çoğunluğu Rusya yanlısı bir hükümeti bağırlarına basmaya hazırdı, sadece küçük bir milliyetçi azınlık böyle bir hükümet kurulmasına karşı çıkıyordu, dolayısıyla yapılması gereken bu azınlığı izole etmekti. Ancak, bunun gerçeklikle ilişkisi olmadığı ortaya çıkınca, stratejiyi “uzun vadeli tahripkâr bir savaş”a çevirdiler, Ukraynalılara ve Avrupalı müttefiklerine direnişin çok pahalıya mâlolacağını kabul ettirmeye yöneldiler. Ne var ki, Ukrayna’nın işgali Rusya için hâlâ bir çıkmaz sokak –bu kadar geniş bir alanı istila etmek ve sömürge tarzı bir saf şiddetle yönetmek mümkün değil.

ABD ve müttefiklerinin uyguladığı yaptırımların Rusya ekonomisi üzerinde nasıl bir etkisi oldu?

Yaptırımların çok ciddi etkileri oldu. Yüzlerce, binlerce işyeri iflasın eşiğine geldi, enflasyon katlandı. Yıl sonuna doğru hayat daha da zorlaşacak. Ancak, Rusya ekonomisi ayakta kalacak, çünkü bütünüyle doğalgaz ve petrol ihracatına yaslanıyor ve bu iki kalemde büyük sorunlar yaşanmıyor. Öte yandan, IMF’nin son raporuna göre, Rusya ekonomisi yıl sonunda yüzde 6 küçülmüş olacak. Bu da şu anlama geliyor: Yaptırımlar ortalama vatandaşı yoksullaştırıyor ve ülkenin ekonomik büyümesini engelliyor, ama Putin’in savaşa son vermesini sağlayamıyor.  

Bu işgal ne gibi siyasal sonuçlar doğurabilir?

Bir öngörüde bulunmak çok zor. Birkaç ihtimalden biri, ateşkes ve bunun sorunu dondurması. Bu durum Putin rejiminin bir süre daha, ama muhtemelen çok uzun olmayan bir süre varlığını koruması demektir. Bu da sosyal ve ekonomik çöküşün ve rejimin baskıcı eğilimlerinin sürmesi demek olacak. Putin iktidarı Moldova ve Baltık ülkeleri gibi post-Sovyet devletlere karşı saldırgan politikasını da sürdürecektir. Putin rejimi ancak savaşla istikrarını koruyabilecek bir model haline geldi. İhtimallerden biri bu anlattıklarım, diğeri ise şu: Rus işgalinin yenilgiye uğraması kesinleşirse, yaptırımlar toplum için dayanılmaz hale gelirse, tabanda ve siyasal elit içinde muhalefetin büyüyerek bir siyasi krize yol açmasına ve bunun bir rejim değişikliği yaratmasına tanık olabiliriz. Ukrayna’nın işgaliyle birlikte açık bir yarı faşist diktatörlüğe dönüşen bu rejime duyulan yaygın pasif hoşnutsuzluk kitlesel protesto gösterilerine dönüşebilir. 

Muhalefet ne durumda? Eylül 2021 seçimlerindeki tabloyu nasıl yorumluyorsunuz? 

Putin on yılı aşan iktidarında “denetimli demokrasi” veya “güdümlü demokrasi” denen bir siyasal sistem kurdu. Bu sistemde rejime kökten muhalif partiler seçimlere katılamıyor. Parlamentoda muhalif partiler var, ama bunlar şu veya bu ölçüde Kremlin tarafından yönlendiriliyor. Yarı bağımsız yegâne parti Komünist Parti. 2021 Eylül’ündeki seçimlerde bayağı başarılı oldular, oyların yüzde 20’sini aldılar. Ancak bu başarıyı sadece kendi güçleriyle değil, muhalefetin ortak stratejisi sayesinde elde ettiler. Muhalefetin ortak stratejisi, kazanma ihtimali en yüksek adayların parti kimliği gözetmeksizin desteklenmesine dayalı “akıllı oy” tabir edilen yöntemdi. Ve birçok bölgede seçilme ihtimali en yüksek adaylar Komünist Parti’nin adaylarıydı.

Komünist Parti’nin nasıl bir yapısı var, nasıl bir komünizmi temsil ediyor?

Komünist Parti 1990’larda, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin halefi olma iddiasıyla, ama farklı bir programla kuruldu. Stalinizm, Rus milliyetçiliği ve bir tür sosyal demokrasinin karışımı bir yapısı var. Son yıllarda en güçlü muhalefet odağı haline geldiler; rejime duyulan hoşnutsuzluğun ifadesi Komünist Parti’ye oy vermek oldu. Birçok liberal Putin’den kurtulma adına Komünist Parti’ye oy verdi.  

Rusya Komünist Partisi’nin anti-demokratik bir yapısı var. Partinin liderliği Kremlin’le bağlantılı ve birtakım gizli anlaşmalarla sadık muhalefet rolünü oynamaya hazır. Partinin çizgisini değiştirmek isteyen akımlar ya tasfiye ya da marjinalize ediliyor. Parti yönetimi bu konuda çok mahir. Fakat gene de birçok yerel temsilci toplumdaki çeşitli akımlara açık olan bir siyasal kültürü geliştirmek için çabalıyor. Bu, kuşak çatışması meselesiyle de yakından ilgili bir durum. Parti liderliği çok yaşlı.  Gennady Zyuganov 1993’te lider seçilmişti. Şimdi 76 yaşında, otuz senedir koltukta. Partiyi kontrol altında tutan sabit lider. Kremlin’le anlaşmaya hazır bir kişilik. 

Komünist Parti’nin Lenin’le ilişkisi nasıl?

SSCB’nin kurucusu olduğu için Lenin’i saygıyla anıyorlar. Ama asıl Stalin’i önemsiyorlar, çünkü neticede 1920’lerin başından 1950’lerin başına kadar SSCB’nin lideri Stalin’di. Öte yandan, Zyuganov konuşmalarında Samuel Huntington’a ve medeniyetler çatışmasına atıfta bulunuyor. Kitaplarında Rus medeniyetini Batı etkisinden korumak gerektiğinden söz ediyor. Bu bakımdan Zyuganov’la rejimin ideologları arasında büyük bir fark yok.

Komünist Parti Ukrayna’nın işgaline nasıl bakıyor?

Ukrayna’nın işgali Komünist Parti için büyük bir sınavdı. Parti liderliği işgali destekledi ve bu, seçimlerde onlara oy verenlerin birçoğunun beklentisiyle çelişiyordu. Partide savaş aleyhtarı sesler de vardı. Örneğin, işgalin başlangıcında, Komünist Partili üç vekil itirazlarını açıkladı. Partinin bazı yerel temsilcileri, Moskova Belediyesi Meclisi’nin bazı üyeleri dahil olmak üzere, açıkça savaş karşıtı tutum aldılar. Parti liderliğinin savaş yanlısı politikasına karşı çıkarak parti üyeliğinden istifa edenler oldu.      

Genel kamuoyunun tutumu ne yönde? Çoğunluk işgal ve savaş yanlısı mı?

Putin iktidarının son on yıldaki icraatı toplumun depolitize edilmesi yönünde oldu. Putin’in kurduğu politik sistemin çok önemli bir ögesi buydu. Toplumun çoğunluğu alternatif bir siyasi tutum almaktan, hükümeti onaylamadıklarını açıkça ifade etmekten korkuyor. Bu nedenle, hoşnutsuzluğun gerçek düzeyinin ne olduğunu söylemek zor. Kamuoyu yoklamalarına bakarsanız, toplumun yüzde 70’i, Ukrayna’ya yapılan “askeri operasyon”u destekliyor. Bu kamuoyu yoklamalarını yapan kişilerin birçoğu, insanların bu soruya cevap vermeyi reddettiklerini itiraf etti. Kamuoyu yoklama kuruluşlarının hepsi, şu veya bu ölçüde, Kremlin’in denetimi altında. Gene de toplumun yüzde 30’u savaş yanlısı olmadığını beyan etti. Bu gurur duyulacak bir şey.   

Bu yüzde önümüzdeki günlerde artar mı sizce?

Kamuoyu yoklamalarının anlattığım yapısı nedeniyle tahmin yapmak zor. Putin’in depolitizasyon stratejisinin çok önemli kısmı toplumun maddi refahına dayanıyor. Hayat standardının düşmesi Putin’in ödemek zorunda kalacağı ağır bir bedele sebep olur. Putin iktidarının temeli toplumun 1990’lardaki öfkesiydi. 1990’larda ülke kaos içindeydi ve Putin’le birlikte bir istikrar oluştu. Dolayısıyla, savaşı destekleyenler 90’lardan beri elde ettikleri her şeyin yok olması, alıştıkları tüketim seviyesinin kaybolması endişesi taşıyor. Şimdilik şartlar pek o kadar kötü değil, ama yıl sonuna dek Ukrayna sorununa bir çözüm bulunamazsa, duyulan o endişe politik sonuçlar doğurabilir.    

“1990’larda ülke kaos içindeydi” dediniz. Kaosun sebebi neydi?

1990’lar Rusya için “şok terapi”, yani 1990’ların ilk yarısındaki kökten piyasacı reformlar demektir. Putin iktidara geldiğinde, bu sosyal kaosa, suça ve yoksulluğa son vereceğini, güvenlik, istikrar ve ekonomik büyüme dönemine girileceğini vaat etmişti. Putin’in iddiası şudur: Kendisi iktidarda olmazsa Rusya tekrar kaosa düşer. Ukrayna savaşındaki retorik de aynı: “Kaosu ve ulusal güvenliğimizin tehdit edilmesini önlemek için bu askeri operasyonu yapmak zorundaydık. Dolayısıyla, savaş söz konusu değil. Bu, refahımıza, esenliğimize yapılan tehditleri önlemek için girişilen bir harekât.”    

Rusya’yla Ukrayna arasındaki gerilimin arka planında neler var?

Birçok sebep var. Gerilim 2000’lerin başında başladı. Geçenlerde vefat eden Ukrayna’nın ilk devlet başkanı Leonid Kravchuk bir Sovyet bürokratıydı, sonradan bağımsızlık yanlısı bir tutum aldı. Onun Putin veya Lukashenko’dan temel farkı, 1994’te seçimleri kaybettiğinde, yenilgiyi kabul etmesiydi. Bu bir dönüm noktasıydı, 1994 sonrasında siyasal anlayışlar değişti. Post-Sovyet devletlerin çoğunluğunda otoriter tek adam rejimleri kuruldu. 2004’te, Ukrayna’daki başkanlık seçiminde, mücadele Rusya yanlısı Yanukovich ile Batı yanlısı Yushchenko arasındaydı. Seçimlerden önce, Rusya’nın hangi adayı destekleyeceği besbelliydi. Yanukovich’in kriminel bir geçmişi vardı, popüler bir isim değildi, Ukrayna’nın Rusça konuşan kesimiyle güçlü bir bağı yoktu. Büyük sermayenin adamıydı, organize suçlarla ilişkiliydi. Gene de Rusya onu destekledi. Bu çok kritik bir andı, zira Putin o gündür bugündür aynı güçleri destekliyor, Doğu Ukrayna’nın büyük sermayesini arkasına alan siyasetçileri.

2000’lerin başında, Ukraynalıların çoğunluğu Ukrayna’nın Rusya’ya komşu olması nedeniyle NATO’ya girmemesi gerektiğini düşünüyordu. NATO üyeliğinin Ukrayna için iyi olacağını düşünenler azınlıktaydı. On yıl içinde bu tablo değişti. Sebep yalnızca “Batı propagandası” değildi, daha ziyade Rusya’nın Ukrayna politikasının yanlışlığıydı. Bu yanlış politikanın temelinde Ukraynalıların bilincini, beklentilerini umursamamak yatıyordu. Rusya için önemli olan “bizim elemanlar”dı – Yanukovich veya Medvedchuk gibi büyük sermayenin Kremlin yanlısı, yolsuzluklara batmış siyasetçilerdi.                   

“Seçim kazanmak istiyorsan seçmenlerin senin istediğin yönde oy kullanmalarını sağlayacaksın”: Putin’in siyaset anlayışı bu cümledir. Ona göre, demokratik seçim diye bir şey yoktur, her zaman ve her yerde bütün seçimler manipüle edilir. Dolayısıyla, Ukrayna’da Yanukovich’i desteklediğinde, manipülasyonlar yoluyla durumu denetimi altında tutabileceğini ve arzuladığı seçim sonucunu elde edeceğini düşünüyordu. Ama Kasım 2013 – Şubat 2014’te Maidan ayaklanması oldu ve Yanukovich devrildi. Putin’e göre, her kitlesel ayaklanma birilerinin tezgâhıdır –CIA’in ve benzeri güçlerin. Maidan’ı da dış güçlerin bir tezgâhı olarak görüyordu.   

Söz “seçim manipülasyonu”na gelmişken… Putin’in Aralık 2011 ve Mart 2012’deki seçim zaferleri hile iddialarıyla gölgelenmiş ve meşruiyeti tartışmalı hale gelmişti. O süreç nasıl seyretti, nasıl aşıldı? 

Meşruiyet krizi Eylül 2012’de, Putin üçüncü defa başkanlık seçimine gireceğini ilan etmesiyle başladı. Bu anayasaya aykırıydı. Putin’in üçüncü kez başkan olmak istemesi rejimin daha otoriter ve daha tek adamcı olmaya yöneldiğini gösteriyordu. Bu ilanın on ay öncesinde, Aralık 2011’de, Putin’in Birleşik Rusya Partisi parlamento seçimlerini kazanmıştı, ama o kadar çok hile vakası vardı ki, on binlerce insan sokağa çıktı, seçim sonuçlarını protesto etti. Bu gösteriler Putin’in zaferini gölgeledi. Ancak, dört ay sonra, Mart 2012’de, Putin başkanlık seçimini kazandı. Bunun sebebi sadece seçim hileleri değildi, “idari mobilizasyon” tabir edilen uygulamaydı. Kamu çalışanları –öğretmenler, hekimler, emniyet güçleri– rejimin dayattığı yönde oy verdi. Putin ayrıca, ABD muhafazakârları ve Türkiye’deki iktidar gibi, “kültür savaşı” kozunu kullandı. “Liberal azınlığın” karşısına “sessiz çoğunluğu”, geleneksel değerlere bağlı kesimleri çıkardı. Tam da o esnada anti-LGBTİ+ ve benzeri söylemler resmi propagandanın öne çıkan unsurları oldu. Öte yandan, ağırlıklı olarak liberallerin temsil ettiği muhalif hareket sadece demokratik haklara odaklanarak toplumsal tabanını daraltmıştı. Derken, 2014’te Kırım ilhak edildi ve Ukrayna savaşının fitili ateşlendi. Kırım’ın ilhakı Putin’in iç politikasıyla derinden bağlantılıydı. Putin seçmenleri “ulusalcı siyaset” etrafında topladı. Kırım’ın ilhakını ve Rusya’nın oynamak istediği uluslararası rolü destekleyenlerin Putin’i de desteklemeleri gerekiyordu, çünkü Putin’in meşruiyeti ile Rusya’nın uluslararası arenadaki çıkarlarının meşruiyeti birbirinden farklı şeyler değildi.

2014’te, “Kırım mutabakatı” ilan edildi. Bu, Rusya toplumunun çoğunluğu Kırım’ın ilhakını destekliyor demekti. Ve tabii bu çoğunluk Putin rejimini de destekliyor demekti aynı zamanda. İki-üç yıl bu ulusalcı siyaset iş gördü, ama 2017’den itibaren “Kırım mutabakatı” daha da sorunlu bir hale gelmeye başladı, zira insanlar büyüyen sosyal eşitsizlikten ve rejiminin otoriterliğinden mustaripti. Alexey Navalny’nin populist muhalefeti bu anda başladı ve gençliğin önemli bir kısmını cezbetti. Bu durum, rejimin gözünde, 2012’deki kitlesel gösterilerden daha tehlikeliydi. Navalny 2012’den gereken dersi çıkarmıştı: Sosyal eşitsizliğe odaklandı ve söylemini onun üzerine kurdu.   

Navalny nasıl bir geçmişten geliyor?

Siyasal kariyerine 2000’lerin başında, liberal olarak başladı. Liberal demokrat parti Yabloko’nun üyesiydi. Geleneksel Rus liberalizminin yürümediğini, toplumsal bakımdan çok dar sınırlar içinde olduğunu görerek partisinden ayrıldı. Rusya’da rejime rakip olmak için geniş bir sosyal tabana ve eşitsizliklere hitap eden bir söyleme sahip olmak gerekiyor. Navalny 2000’lerin başında ulusçuluğa göz kırpıyordu, sonradan yolsuzluklara odaklanmaya başladı. Aslında yolsuzluk doğru bir terim değil, çünkü sorun siyasal ve sosyal gücün yapısal organizasyonu, siyasal ve iktisadi gücün birbirlerinden ayrışmaması. Siyasal hâkimiyete sahipseniz ülkenin iktisadi kaynaklarına da hâkim oluyorsunuz. Navalny yolsuzluklar üzerinden Putin rejiminin yapısına çomak soktu ve eşitsizlikleri vurgulamaya başladı. “Şu yatlara, villalara, ülke dışındaki Rus elitlerinin devasa mal varlıklarına bakın. Ve sonra dönüp Rus halkının büyük çoğunluğunun yaşadığı yoksulluğa bakın”, Navalny’nin söylemi buydu. Ancak bu sol bir söylem değildi, popülistti. Popülist siyaset Putin için tehlikeli, çünkü toplumun liberal kesimleriyle demokrasiden ziyade sosyal adalet talebini öne çıkaran kesimler arasında ortak bir zemin oluşturuyor. Navalny’nin örgütünün 2021’de vahşice imha edilmesinin sebebi buydu. Navalny’yi zehirlediler, sonra da hapse tıktılar. Aktif taraftarları tutuklandı veya ülkeyi terketmek zorunda kaldı. Örgütleri rejim tarafından “aşırı uç” olarak damgalandı ve yasaklandı. Navalny de dokuz yıl hapis cezasına mahkûm edildi. 

Medeniyetler Çatışması’nda, Samuel Huntington “Avrupa’daki en belirgin kültürel sınırın Batı ve Doğu Ukrayna arasında uzandığını, ancak Ukrayna’nın medeniyetler çatışmasına bir istisna teşkil ettiğini, Doğu ve Batı Ukrayna toplumları arasında savaş ihtimalini çok düşük gördüğünü, zira iki toplumun da Slav ve Ortodoks olduğunu” söylüyordu. Öngörüsünde yanıldığı ortada, ama “fay hattı” tespiti doğrulanmış görünüyor. Bu durumu nasıl yorumluyorsunuz?

Huntington çağımızın çok önemli düşünürlerinden. Önemi öngörülerinden ötürü değil, sunduğu dünya görüşünün etkisinden ötürü. Huntington’ın dünya görüşü küresel elitlerin siyasal tahayyülleri üzerinde çok etkili oldu. Özellikle Rus elitleri arasında çok yankılandı. “Fay hattı” tespitinde haklıydı, ama görüldüğü gibi, öngörüsü yanlışlandı. Aynı kitapta, Huntington Yunanistan’ın AB üyesi olmasını yanlış buluyordu, çünkü ona göre AB Batı medeniyetine, Yunanistan ise Batı medeniyetine değil, Ortodoks medeniyetine aitti. Bu nedenle aralarında anlaşmazlık çıkacaktı. Bu defa öngörüsü doğrulandı, AB-Yunanistan arasında anlaşmazlık çıktı, ama sebep Huntington’ın kavramsal çerçevesindeki gibi kültürel-dini farklar değildi, AB’nin iktisadi sistemiyle Yunanistan’ın yapısal sorunları arasındaki ilişkiydi. Ukrayna konusunda ise dil ve kültür meselesinin bir siyasal sorun barındırdığını söylerken haksız değildi, ama çatışma çıkmayacağını öngörürken diğer siyasal faktörleri gözardı ediyordu.   

Putin rejiminin kilometre taşlarına göz atalım. Putin’in 2000 yılında iktidarı Yeltsin’den devralışıyla birlikte, Rusya’da muhafazakâr-otoriter paradigma siyasete hâkim olmaya başladı. 2006’da, Putin’in partisinin önde gelen ideoloğu Surkov “egemen demokrasi” kavramını ortaya attı. 2007’de, Putin ülkesinin iç ve dış güvenliğinin iki koşulu olduğunu ilan etti: Muhafazakâr değerler ve nükleer güç. 2008’de Gürcistan’la savaşa girildi. 2012’de, yeni rejimin ideoloji cephesini oluşturmak üzere İzborsk Kulübü kuruldu. 2012’den itibaren, Putin’in söylemi İzborsk’un söylemine paralel olarak anti-Batı çizgide ilerlemeye başladı. “Rusya’nın demografik ve ahlâki krizi”ne çarenin “manevi ve muhafazakâr değerler” olduğu vurgulandı. 2014’te, Rusya-Ukrayna arasında Minsk Antlaşması imzalandı, ancak bu antlaşmaya karşı İzborsk “topyekûn askeri harekât” propagandasına başladı. 2015’te, İzborsk’un önde gelen teorisyenlerinden Valery Korovin’in The End of the Ukraine Project (Ukrayna Projesinin Sonu) adlı, temel tezi “Ukrayna Lenin tarafından yaratılmış suni bir tarihsel konudur” olan kitabı yayınlandı. Korovin ayrıca Ukrayna’daki Rusların, neo-Nazilerin etkisi altındaki Ukrayna hükümetinin “Russofobi”sine hedef olduğunu iddia ediyordu. Yedi yıl sonra, Ukrayna işgalinin başladığı günlerde, Putin “özel askeri operasyon” adını verdiği saldırıyı gerekçelendirirken Korovin’in tezini yankıladı. Buna, İzborsk’un 2016’da yayınladığı Doctrine of the Russian World’de (Rus Dünyasının Doktrini) vurgulanan “Rusların ve Ukraynalıların tarihsel birliği”ni de ekledi. Putin rejiminin ideolojik çerçevesinin bu kronolojisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Evet, Putin rejiminin ideolojisinin bugünlere gelişindeki adımlar böyle. Ancak, Putin rejiminin İzborsk ideologlarıyla ilişkisi çok karmaşık. İzborsk üyeleri Rus devletinin baskıcı ve askeri aygıtında egemen olan düşünce biçimini formüle ederek dile döküyor. İzborks’un kurucusu Alexander Prokhanov kariyeri boyunca Rusya ordusuna yakın bir gazeteci-yazar olarak tanındı. O ve yönettiği Zavtra (Yarın) adlı gazete yönetici elitler nezdinde çok etkili. Prokhanov kariyerine Soyvetler’in Afganistan’ı işgal etmesini savunarak başlamıştı. Bunu militarist-emperyalist bir biçimde yapıyor, savaşı romantize ediyor, Rus askerlerinin cesaretine methiye düzüyordu. Bu, Rus devlet aygıtında egemen olan düşüncenin ifadesiydi.  

Putin’e gelince, onun söylemi bir alaşım. İktidarının başında, Sovyetler’in çöküşünü “Rusya’nın başına gelen en büyük siyasal felâket” olarak adlandırırken Rusların duygularına hitap ediyordu. Ancak, Rusların büyük çoğunluğu için söz konusu felâket jeopolitik değil, sosyaldi. Felâket sosyaldi, çünkü radikal piyasacı reformlar toplumsal yıkıma yol açmıştı. Putin Sovyet toplumunun yıkımına duyulan bu derin, acılı kaygıyı jeopolitik hınçla ikame etti. Bu ikame Putin’in söyleminin çok önemli bir unsuru: Toplumu onarmak, sağaltmak istiyorsak, Rusya’nın uluslararası arenadaki gücünü restore etmeliyiz. Putin rejiminin ideolojik numarası bu ve bu çok başarılı olmuş bir numara.

Putin’in restorasyon söylemi “Çarlık Rusya’sının manevi mirasıyla Sovyetler Birliği’nin askeri ve nükleer gücünün buluşması” diye özetlenebilir. Bu “buluşma”nın dinamikleri neler?

Çarlık Rusya’sıyla SSCB’yi buluşturan kavram “Tarihsel Rusya”. Putin’in de kullandığı bu kavram İzborsk çevrelerinde çok popüler. “Tarihsel Rusya”nın ardındaki fikir şu: Çarlık Rusya’sı ve Sovyetler Birliği aynı özün farklı devlet biçimleridir, öz Rusya’dır. Ve post-Sovyet dönemdeki Putin Rusya’sı da o tarihsel özün yeni varoluş biçimidir. Bu formülasyonun ideolojik kökenlerine baktığımızda, Ekim Devrimi sonrasında Rusya’dan iltica eden Beyaz Rusların bir kısmının 1920’lerde yazdıklarını görüyoruz. Mülteci Beyaz Rus topluluklarda çeşitli fikir akımları vardı ve bunlardan biri Sovyet hükümetinin tanınması gerektiğini öne sürüyordu. Savunucularının anti-komünist olduğu bu görüşe göre, Bolşevikler, özellikle de Stalin liderliği “Tarihsel Rusya”yı restore ediyordu, Rus İmparatorluğu’nu başka bir ad altında yeniden kuruyordu. Bu akımın güncel teorisyenlerinden biri olan Nikolay Ustryalov, 1990’larda ve 2000’lerin başlarında, Rus düşünürleri etkileyen bir isimdi.  “Tarihsel Rusya” kavramı sözünü ettiğim gelenekten alındı, Prokhanov ve diğer İzborsk mensupları tarafından işlendi, nihayetinde Putin’in anlatısına girdi.

Rusya devletinin reenkarnasyonuna dair bu büyük anlatı, II. Dünya Savaşı’nın sona ermesinin kutlandığı 9 Mayıs Zafer Günü törenlerinde dile getirilir oldu. Sovyet döneminde Kızıl Meydan’da böyle bir kutlama yapılmazdı. Çünkü savaşın anısı çok tazeydi; kötürüm kalan, yakınlarını kaybeden milyonlar vardı. Zafer Günü kutlamaları 1970’lerde, Brejnev döneminde başladı. Brejnev II. Dünya Savaşı gazilerindendi, bu ulusalcı anlatıyı mobilize etmek iktidarını sağlamlaştırmak bakımından işine geliyordu. Gene de o dönemki törenler bugünkülere kıyasla çok daha sönüktü. 9 Mayıs kutlaması Putin’le birlikte giderek popülerleşti ve özellikle 2014’teki Kırım işgaliyle rejimin ideolojik enstrümanlarından biri haline geldi.  

Putin’in kendisini Batı karşıtlığına konumlaması Huntington’ın medeniyetler çatışması fikrini benimsemesine yol açtı. Putin’in Batı karşıtlığında derin anti-devrimci görüşlerinin önemli yeri olduğunu da vurgulamak gerekiyor. Putin birkaç yıl önce, I. Dünya Savaşı’nın yıldönümü vesilesiyle yaptığı konuşmada, Rus ordusunun I. Dünya Savaşı’nda neredeyse muzaffer olduğunu, ancak “hainler”in 1917’de Rusya’yı sırtından bıçaklayarak zaferi engellediğini söyledi. Ve o “hainler”i Kırım’ın ilhakına karşı çıkanlara benzetti. Onlar da Bolşevik, teslimiyetçi, anti-yurtsever zihniyeti temsil ediyordu. 

Putin’in bu yılki Zafer Günü söylevini nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Putin’in 9 Mayıs söylevi “Rusya ile Batı arasındaki ezeli çelişki” nakaratıydı. SSCB’nin “Tarihsel Rusya”nın adlarından biri, faşizmin ya da Nazizmin ise Batı’nın Rusya’ya karşı yürüttüğü ezeli saldırganlığın tezahürlerinden biri olduğu fikrini tekrarladı. Putin’e göre, Napoleon veya Hitler arasında pek bir fark yok, ikisi de Rusya’nın bekasını ve manevi değerlerini ezelden beri tehdit eden Batı’nın temsilcisi. 9 Mayıs söylevinde, Putin 12. yüzyıldaki Rusya kralı Monamakh’ı ve 18. yüzyılda Osmanlı’ya karşı savaşan Amiral Ushokov’u da andı.   

Ushokov akla Napoleon’u yenilgiye uğratan, Savaş ve Barış’ta da övgüyle anılan General Kutuzov’u getiriyor. Rus edebiyatı dendiğinde akla ilk gelen isimlerden olan Tolstoy’la rejimin ve muhalefetin ilişkisi nasıl? 

Tolstoy günümüz Rusya’sında çok tartışmalı bir yazar. Savaşa karşı çıkan kesimler Tolstoy’dan yaptıkları pasifist alıntılarla kendilerini ifade ediyor. Rejim ise haliyle Tolstoy’a soğuk duruyor. Tolstoy hâlâ okul müfredatında var, ama eserlerinin kısaltılmış versiyonlarına atıf yapılıyor. Savaş ve Barış’tan alınan bazı pasajlarla, o büyük eser Rus halkının Fransız işgaline karşı kazandığı zaferin anlatısı olarak sunuluyor. Tolstoy öyle bir yere indirgeniyor. Öte yandan, Dostoyevski “Batı’nın liberal değerleri”ne, “renkli devrimler”e, LGBT+ haklarına karşı resmi propagandanın aracı olarak kullanılıyor.

Kaynak: https://birartibir.org/rusya-kaybetmeye-mahkum/

Emperyal Miras: Putin ve Büyük Rus Milliyetçiliği – Denis Paillard

Ukrayna’nın Rus orduları tarafından işgali, Vladimir Putin’in tarihsel özü Rusları, Belarusluları ve Ukraynalıları bir araya getirmek olan “Büyük Rusya’yı” yeniden kurma arzusunun işaretidir. Bu bağlamda Putin, Çarlık İmparatorluğu’ndan günümüz Rusya’sına uzanan, Stalin’den ve Stalin’in ölümünden sonraki SSCB liderlerinden geçen uzun bir geleneğin mirasçısıdır. Otokrasi ve büyük Rus milliyetçiliği farklı biçimlerde de olsa her zaman mevcut olmuştur.

Vladimir Putin’in Ukrayna hakkındaki söylevi, bu emperyal mirasın bir parçası: 1917 Devrimi sırasında Büyük Rusya’nın birliği bozuldu. 22 Şubat 2022’de (işgalden iki gün önce) yaptığı açıklamada, Ukrayna Cumhuriyeti’nin 1917 devriminden sonra Lenin’in izlediği politikanın yıkıcı sonucu olduğunu açıklıyor: “Öyleyse, modern Ukrayna’nın tamamen Rusya tarafından veya daha doğrusu Bolşevik ve komünist Rusya tarafından yaratıldığı gerçeğiyle başlayayım. Süreç 1917 Devrimi’nden hemen sonra başladı ve Lenin ve silah arkadaşları bunu Rusya’ya karşı çok kaba bir şekilde yaptı – ayrılma yoluyla, kendi tarihsel topraklarının bir kısmını parçalayarak. […] Rusya’nın ve halkının tarihsel kaderi açısından, devlet inşasının Leninist ilkeleri yalnızca bir hata değildi, dediğimiz gibi, hatadan bile daha kötüydü.”

Bu deklarasyon, Temmuz 2021’de hükümet web sitesinde yayınlanan ve Putin’in pozisyonunu tanımlayan uzun bir metni (50 bin karakter) yansıtıyor. Bu metinde Ukraynalılar ve Rusların bir ve tek halk olduğu söyleniyor ve sonuç olarak şöyle yazıyor: “Ukrayna’nın gerçek egemenliğinin ancak Rusya ile ortaklık içinde mümkün olduğuna inanıyorum. Manevi, insani ve medeniyet bağlarımız yüzyıllar boyunca oluşmuş ve kökenleri aynı kaynaklara sahip olup, sınavlar, başarılar ve ortak zaferlerle pekişmiştir. Akrabalıklarımız nesilden nesile aktarıldı. Milyonlarca aileyi birleştiren kan bağlarında, modern Rusya ve Ukrayna’da yaşayan insanların kalplerinde ve hatıralarında yer almaktadır. Birlikte, her zaman çok daha güçlü ve daha başarılı olduk ve olacağız. Çünkü biz tek bir halkız.”

Ukrayna’ya müdahalenin bu bağlamda düşünülmüş olduğu, 26 Şubat’ta (işgalden iki gün sonra) RIA Novosti Ajansı’nın sitesinde yayınlanan (sonra derhal geri çekilen) metinle de doğrulanıyor. Önceden yazılmış ve Rus kuvvetlerinin hızlı ve mutlak zaferini öngören bu belge, gerçek riskleri açıkça tanımlıyor:

Rusya, birliğini yeniden sağlıyor. Gerçekten de 1991 trajedisi, tarihimizin bu korkunç felaketi, bu doğal olmayan altüst oluş nihayet aşıldı […] Rusya Rus dünyasını, Rus halkını birleştirerek tarihsel bütünlüğünü gerçekleştirmekte: Büyük Rusyalılar (Rusya Federasyonu Rusları), Belaruslular ve Küçük Ruslar (Ukraynalılar). […] Ukrayna Rusya’ya yeniden döndü. Bu geri dönüş, Ukrayna’nın devlet olma statüsünü kaybettiği anlamına gelmiyor. Basitçe, dönüşüme uğrayacak, yeniden düzenlenecek ve Rus dünyasının ayrılmaz bir parçası olarak orijinal durumuna geri döndürülecek.

Diğer bir deyişle Ukrayna’nın işgalinin, Ukrayna’yı Rusya’ya karşı manevralar için bir üs olarak kullanmakla suçlanan AB ve ABD ile ilişkilerini sona erdirerek tekrar Rusya’ya katmak gibi temel bir hedefi bulunmakta. Ancak Putin’in Rusya’sının bu emperyal/emperyalist mantığının [1] öncelikli olduğunun altı çizilmeli: Batı’nın ve NATO’nun kınanması bu perspektiften anlaşılmalıdır.

İşgalden sonraki ilk dört hafta boyunca Ukraynalıların silahlı direnişi, başta öngörülen hızlı zafer yanılsamasını ve orijinal planların gerçekleştirilmesi ihtimalini yerle bir etti. Ancak bu durum başlangıçtaki projenin güncelliğini ortadan kaldırmıyor: Ukrayna’yı ne pahasına olursa olsun (ki bugüne kadar ödenen bedel Ukraynalılar için çok büyük) Rusya’ya bağlamak. Bugün, bundan sonra ne olacağını tahmin etmek zor – manzara oldukça kasvetli: Yalnızca Ukraynalıların kahramanca direnişinin Rus işgaline son verebilmesi pek mümkün görünmüyor.

Ukrayna halkıyla tam ve etkin dayanışma meselesini anlamak ve tanımlamak için, şu konumdan başlamak çok önemli: Ukrayna’daki savaş, emperyal/emperyalist bir gücün, özgürlüğünü ve bağımsızlığını savunan bir ulus devlet olan Ukrayna’ya karşı yürüttüğü saldırganca bir savaştır. Bu temel algı, iki kamp arasındaki cepheleşmenin bir temsili lehine kısmen gizlenme eğiliminde: Bir yanda Batı (NATO şapkası altında AB ve ABD), diğer yanda bütünlüğünün saldırıya uğradığını ve tehdit edildiğini yüksek sesle ve açıkça ilan eden Rusya. Savaşın uzaması, Ukrayna direnişinin ve bağımsızlık ve egemenlik mücadelesinin zararına olacak şekilde, yalnızca bu kampist görüşü besleyebilir ve güçlendirebilir.

Mevcut durum ve bugün Ukrayna halkının üzerinde asılı duran dramatik tehditler, “halkların hapishanesi” Çarlık İmparatorluğu’nun sonunu getiren 1917 Devrimi sonrasında halkların kendi kaderini tayin hakkının yalnızca (çok) kısa bir süre için tanındığı uzun bir tarihin parçasıdır. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ni oluşturan cumhuriyetlere tanınan ulusal hakları fiilen reddeden büyük Rus kıskacı, çok hızlı bir şekilde yeniden etkinleştirilmiştir.

Lenin, Stalin’e Karşı

Putin’in çeşitli açıklamalarında Lenin, üniter bir devleti sorguladığı için şiddetle saldırıya uğradı. Stalin, Rusya’nın tarihsel çıkarlarına uygun olarak üniter pozisyonu savunan kişi olarak sunuldu. Sonunda Stalin geri adım atıp Lenin’in savunduğu tezleri benimsediyse, aslında Moshe Lewin’in Lenin’in Son Kavgası’nda yazdığı gibi: “(Stalin), olayların gidişatının, devletin gerçek çıkarlarının galip geleceğine ve birliğin nasılsa planladığı gibi işleyeceğine ikna olmuştu. Bu koşullarda, Lenin’e kâğıt üzerinde tamamen boyun eğmekte bir mahsur görmüyordu” (s. 89).

1920’lerde ulusların haklarının tanınması dönemi [2] gerçekten de kısa sürdü. Stalin’in iktidara gelmesiyle birlikte otokrasi ve büyük Rus milliyetçiliği üstünlüğü yeniden ele geçirdi. Aşağıda, herhangi bir kapsayıcılık iddiasında bulunmadan, farklı anların üzerinden geçeceğiz.

1930’lar: Otokrasiye Dönüş

Moshe Lewin, Stalinist Otokrasi’de Ego ve Politika (Rusya/SSCB/Rusya’da, Sayfa 2, Syllepse) adlı metninde şöyle yazar: “Stalin her zaman emperyal Çarlık tarihinin görkemini kendisinin kılma ve geleneği kendi sisteminin yararına kullanma eğilimindeydi. […] Stalin’in rejiminin İmparatorluk’la olan yakınlığını vurgulaması ve özellikle devletin en acımasız çarlar tarafından inşa edilmesiyle ilgili ortak tarihsel köklere sahip olduğunu iddia etmesi, hem kendi karakterinin, hem de sistemin ideolojik ve siyasi kimliğinin radikal bir şekilde yeniden tanımlanmasını mümkün kıldı.” (155-156). Moshe Lewin, Lenin’in Stalin’e derzhimorda (“büyük Rus kabadayısı”) dediğini hatırlatarak, Stalin’in “sonuçta aslında büyük bir Rus kabadayısı olmak istediğini” belirtir [3].

Büyük Vatanseverlik Savaşı

Savaş sırasında 1941 ve 1944 yılları arasında farklı azınlıklar sınır dışı edildi: Volga Almanları, Kalmuklar, Balkarlar, Karaçaylar, İnguşlar, Kırım Tatarları.

Stalin ve Jdanovizmin Son Yılları

Sovyet Yüzyılı’nda Moshe Lewin, Stalinizm tarihinde özellikle karanlık bir bölüm oluşturan Jdanovizm’i (1946-1950) hatırlatıyor: “Rus aşırı milliyetçiliğinin bir ifadesi olan Jdanovizm, milliyetçiliğin Rus olmayanlardaki tezahürlerine de saldırdı.” (s. 169) “Jdanovcu ideoloji, Stalin’in ideolojisidir. Bu onun ideolojik gezintilerinin doruk noktasına işaret ediyor. Stalin artık şanlı çarlık geçmişinin büyüsü altındaydı. […] ama daha vahim olanı, çürüyen Stalinizm’e özgü protofaşist nüveler taşıyan aşırı Rus milliyetçiliğiydi. Stalin bu ruhun kendisinden sonra da hayatta kalmasını istedi. Bu uğurda, çok uluslu bir ülkede “Büyük ve Kutsal Rusya’nın” (Rusların) yüceltilmesini empoze eden Sovyet marşını kişisel olarak revize etti.” (s. 172) Bu konuda ayrıca bkz. a.g.e., s. 188-189. [4]

Devlet ve parti bürokrasisi bölünmüştür; çeşitli iktidar katmanları içindeki bir dizi hizip, klik ve ağ, ortak çıkarlar ve az çok paylaşılan ideolojik konumlar temelinde, az çok kalıcı ittifakların içinde bir araya gelmektedir. Bürokrasinin bu farklı bileşenlerinin ortak noktası, SSCB’nin (aslında Rusya’nın) derzhava (“güçlü devlet”) olarak kutlanmasıdır. Ekim Devrimi’ne yapılan her türlü atıf silinir, atıf yapılan “Büyük Vatanseverlik Savaşı”dır (İkinci Dünya Savaşı). Burada, Rus olmayan ulusların asimilasyonu politikasının güçlendiğine tanık olmak mümkündür. Brejnev, tek bir Sovyet halkının yaratılması bayrağı altında Ruslaştırmanın yoğunlaşmasıyla öne çıkmıştır. 1976’dan itibaren Ruslaştırmanın ana sloganı, “Rus dili, ilerleme dili, sosyalizm ve enternasyonalizmin” kutlanmasıdır [5].

Nikolay Mitrokhin’in kitabı [6] Russkaja partija: dvizhenie russkih nacionalistov v SSSR 1953-1985 (“Rus Partisi: SSCB’de Rus Milliyetçilerinin Hareketi, 1953-1985), SBKP’nin tüm yönetim organlarında büyük Rus milliyetçiliğinin mevcut olduğunu gösteriyor: Politbüro, SBKP Merkez Komitesi ve aynı zamanda Komsomol: Şiddetli Batı karşıtlığı, güçlü bir devletin kurucusu olarak sunulan Stalin’e hayranlık, Büyük Vatanseverlik Savaşı’nın kutlanması, askeri eğitimin güçlendirilmesi ve gençliğin militarizasyonu, Büyük Rusya’nın yüceltilmesi. Bugün Putin’in söyleminin tüm bileşenleri o dönemde zaten mevcuttu [7].

SSCB’nin Sonu ve 1990’lar: Gıyabında Rusya

21 Aralık 1991, Baltık ülkeleri hariç, liderleri önceki dönemden gelen bağımsız cumhuriyetlerin yaratılmasıyla SSCB’nin sonunu işaret etti. Bu çerçevede Rusya Federatif Cumhuriyeti kuruldu. Sovyet dönemi boyunca yönetim organları konusunda fiilen devam eden Rusya/SSCB karışıklığı, düzgün işleyen Rus kurumlarının yokluğuna neden oldu. Özellikle de acilen kurulacak bir parti olan Rusya Komünist Partisi mevcut değildi.

Rusya Federasyonu, varsayılan bir Rusya’yı belirler: Cumhuriyetlerin bağımsızlığından sonra SSCB’den geriye kalanlara karşılık gelen belirsiz ve askıya alınmış bir kimlik [8]. Ekonomik düzeyde, tüm hızıyla yürütülen bir “reform” politikasıyla sistemin çöküşüne tanık oluruz: Kitlesel sanayisizleşme, ülkenin tüm servetinin vahşice özelleştirilmesi (“Moshe Lewin’e göre “yüzyılın en büyük soygunu”), yaşam standardında vahşi bir düşüş, demografik kriz. Yeltsin’in izlediği politika, IMF ve Dünya Bankası ile doğrudan ilişki içinde olan reformcu liberaller tarafından izlenen laissez-faire politikasıdır.

Bu durum karşısında, Rusya Federasyonu’nun yeni Komünist Partisi’nin ana aktörlerinden biri olduğu Rus milliyetçiliğinde de bir patlamaya tanık oluruz. Birinci sekreter Guenadi Ziyuganov, bu şiddetli milliyetçiliğin sözcüsüdür: Broşürlerinden biri Ben Kan ve Yürekten Rusum, bir diğeri ise Derzhava (“Büyük Güç”) başlığını taşımaktadır. Ve farklı vesilelerle Lenin’i eleştirmiştir: “Bana öyle geliyor ki Lenin, Rusya’dan nefret eden güçlerin güçlü baskısına ve etkisine maruz kaldı” (17 Ekim Devrimi’ni bir Yahudi-Bolşevik komplosu olarak sunan tezden çok uzakta değiliz.) [9].

Putin’in Rusyası: Büyük Rusya’yı Yeniden İnşa Etmek

İkinci Çeçen savaşı sırasında iktidara gelen Putin, çok hızlı bir şekilde, Sovyet İmparatorluğu’nun çöküşünden doğan (Rusya’yı vuran ikinci büyük felakete – ki ilki 1917 Devrimi’dir – sistemli olarak asimile edilen) Rusya Federasyonu ile tarihi Büyük Rusya arasındaki uçurumu azaltmayı amaçlayan bir dizi operasyona girişti. Bu hem içeride otoriterlik ve güçlü bir devlet, katı bir vatanseverlik, “yozlaşmış” Batı’nın ve Rusya’nın baş düşmanının kınanması şeklinde, hem de dışarıda “yakın çevreye”, yani SSCB’nin yıkılmasından sonra ortaya çıkan cumhuriyetlere yönelik müdahaleler şeklinde yansımasını buldu.

Rusya, etki alanını terk etme girişiminde bulunan çeşitli “renkli devrimlere” müdahale etti: 2003’te Gürcistan’daki Gül Devrimi, 2005’te Kırgızistan’daki Lale Devrimi, 2004’te Ukrayna’daki Turuncu Devrim. Aynı zamanda kısa süre önce Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki ve Kazakistan’daki çatışmaya da. Bu girişim, Abhazya ve Güney Osetya gibi Gürcistan topraklarının (2008’de) Rusya’ya bağlanması şeklinde de gerçekleşti. Ancak Ukrayna karşısında Putin’in stratejisi en radikal ve acımasız biçimi alacaktı: Diğer cumhuriyetlerden farklı olarak Ukrayna, Putin için Büyük Rusya’nın ayrılmaz bir parçasıdır. –Bkz. yukarıda alıntılanan, Putin’in Ukrayna’ya askeri müdahale sırasındaki açıklamaları. [10]

2014 yılında Maidan zamanında, Kırım’ın ilhakı ve kendini ilan eden Lugansk ve Donetsk cumhuriyetlerinin ortaya çıkmasıyla ilk adım atıldı. 24 Şubat’ta başlatılan Ukrayna işgali de yeni bir adımdır. Her şey bunun maceracı Putin’in bir hevesi olmadığını, büyük ölçüde teorize edilmiş olan Büyük Rusya’yı yeniden inşa etme projesinin bir parçası olduğunu gösteriyor. Ukraynalıların sert direnişi Rus birliklerinin ilerlemesini yavaşlattıysa da, olayların bundan sonraki gidişatını tahmin etmek çok zor. Ancak Putin’in Ukrayna’yı dağıtma planından vazgeçtiğini düşünmek için hiçbir neden yok.

Dipnotlar:

[1] “Emperyal/emperyalist” yazarak, Ukrayna’ya müdahalenin hem büyük Rus şovenizminin, hem de bugün dünyanın farklı yerlerinde (özellikle Suriye, Afrika) uygulandığı gibi Rus emperyalizminin meselesi olduğunu vurgulamak istiyoruz.

[2] Böylece Lenin, Kırım Tatarları Özerk Cumhuriyeti’nin kurulmasını destekledi. Savaş sırasında Kırım Tatarları -diğer ulusal azınlıklarla birlikte- Orta Asya’ya sürüldü. Ancak SSCB’nin sona ermesinden sonra Kırım’a dönebildiler. 2014 yılında Rusya’nın Kırım’ı işgal etmesi, Tatarlara karşı daha fazla zulüm anlamına geliyordu. Birçoğu ya Ukrayna’ya ya da Türkiye’ye göç etti (100.000 kişi).

[3] 1930’lardaki büyük ölçekli baskı, Ukraynalı aydınları ve yazarları da vurdu. Isobel Koshib’in makalesine bakın: “Rus bombaları düşerken Kharkivli bir şair, “Tarih tekerrür ediyormuş gibi geliyor” diyor. Site A l’Encontre, 30 Mart 2022.

[4] Burada, Moshe Lewin’in Russia/SSCB/Russia giriş metninden bazı pasajlar yer almaktadır. (M Editeur / Page2 / Syllepse, 2017).

[5] Bu soru ve daha özel olarak Ukrayna’da geliştirilen politika hakkında, bkz. Cahier Ukraine, L’Alternative, François Maspero (ed.): n°31, January 1985.

[6] N. Mitrokhin kısa süre önce çevrimiçi La Revue des Idées dergisinde (22 Mart 2022) kendini ilan eden Donbass cumhuriyetleri hakkında bilgiye dayalı ve çarpıcı bir makale yayınladı. Bkz.ESSF, Mitrokhin Nikolay.

[7] N. Mitrokhin’in kitabının daha sistematik bir sunumu için bkz. Rusya/SSCB/Rusya’nın Giriş bölümü, s. 19-22.

[8] Bu meseleye dair bkz. Moshe Lewin “Zamanımızın Milliyetçiliği: Rusya Örneği”, Rusya/URSS/Rusya, s. 205-238.

[9] Bkz. Denis Paillard, 1995, “Milliyetçiler, Komünistler ve Vatanseverlik Fenomeni”, V. Garros (ed.) Post-Sovyet Rusya: Tarihin Yorgunluğu, Brüksel, Kompleks.

[10] Avrasya teorisyeni Alexander Dugin’in Putin’in etkili bir danışmanı olduğu unutulmamalıdır. Avrupa’daki çeşitli aşırı sağ hareketlerle yakın ilişkiler sürdürüyor. Aşırı sağ çizgideki geopolitika.ru sitesinde Dugin’in çeşitli makaleleri bulunmaktadır.

Kaynak: https://blogs.mediapart.fr/denis-paillard/blog/040422/poutine-et-le-nationalisme-grand-russe

Çeviri: İmdat Freni Çeviri Kolektifi

Sıradan Ruslar Bu Savaşı İstemiyor – Ilya Matveev & Ilya Budraitskis

Rusya 23 Şubat’ı 24 Şubat’a bağlayan gece Ukrayna’ya saldırdı. En büyük korkular gerçek oldu. İşgalin boyutu tam olarak anlaşılmamakla birlikte, Rus ordusunun sadece Güneydoğu’da değil (sözde “halk cumhuriyetlerinin” sınırı boyunca) ülkenin dört bir yanındaki hedeflere saldırdığı ilk andan biliniyordu. 24 Şubat sabahı ülkenin çeşitli şehirlerinde Ukrayna halkı patlamalarla uyandı.

Vladimir Putin, operasyonun askeri hedefini açıkça ortaya koydu: Ukrayna ordusunun tamamen teslim olması. Siyasi plan belirsizliğini koruyor; ancak belki de büyük olasılıkla Kiev’de Rus yanlısı bir hükümetin kurulması hedefleniyor. Rus hükümeti, direnişin hızla kırılacağını ve Ukraynalıların büyük çoğunluğunun yeni rejimi görev bilinciyle kabul edeceğini öngörüyor. Savaşın toplumsal sonuçları Rusya içinse açıkça ağır olacaktır; 24 Şubat sabaha karşı, Batı yaptırımları henüz açıklanmamışken, Rus borsaları çöktü ve ruble değer kaybında rekor kırdı.

Putin’in savaşın başladığını duyurduğu konuşması, emperyalizm ve sömürgeciliğin aleni dilini temsil ediyordu. Bu anlamda Putin iktidarı, yirminci yüzyılın başlarından bu yana açıkça emperyalist bir güç gibi konuşan tek hükümet oldu. Kremlin, Ukrayna’ya duyduğu nefreti ve ona ceza gibi bir “ders” verme arzusunu artık (NATO genişlemesi de dahil olmak üzere) diğer şikayetlerin arkasına gizleyemez durumda. Bu eylemler akla yatkın “çıkarların” ötesinde ve Putin’in anladığı şekliyle “tarihsel görev” alanında bir yerde durmaktadır.

Ocak 2021’de Alexei Navalny’nin tutuklanmasından bu yana, polis ve güvenlik güçleri özellikle Rusya’daki örgütlü muhalefeti baskı altına aldı. Navalny’nin örgütü “radikal” addedildi ve dağıtıldı, destek eylemleri yaklaşık on beş bin kişinin tutuklanmasıyla sonuçlandı ve bağımsız basının neredeyse tamamı ya kapatıldı ya da “yabancı ajanlar” damgasıyla faaliyetleri ciddi ölçüde sınırlandırıldı. Savaş karşıtı kitlesel eylemler yaygınlaşmadı; olası eylemleri koordine edebilecek hiçbir politik güç yok ve tek kişilik bir protesto dahi olsa, herhangi bir sokak eylemine katılım hızlı ve şiddetli bir şekilde cezalandırılıyor. Rusya’daki aktivist ve entelektüel çevreler, olaylar karşısında şokta ve moralleri bozuk.

Rusya’da halk arasında savaşa açık bir desteğin görülmemesi ise umut verici tek işaret. (Rus hükümetinin “yabancı ajan” diye hedef gösterdiği) son bağımsız seçim ajansı Levada Center’a göre, Rusların yüzde 45’i Donetsk ve Luhansk “halk cumhuriyetlerinin” resmi olarak tanınmasını desteklerken, yüzde 40’ı desteklemiyor. Her ne kadar “bayrak etrafında toplanma” belirtileri kaçınılmaz olsa da, büyük medya kaynakları üzerindeki tam denetime ve televizyonlardaki dramatik propaganda demagojisi yağmuruna rağmen, Kremlin’in savaş coşkusunu körükleyememesi dikkat çekicidir.

2014’te Kırım’ın ilhakını izleyen yurtsever seferberlik gibi bir hareket bugün gelişmiyor. Bu anlamda, Ukrayna’nın işgali, Kremlin’in dışa dönük saldırganlığının her zaman içerdeki meşruiyeti desteklemeyi amaçladığına dair yaygın teoriyi çürütüyor. Bilakis bu savaş rejimi istikrarsızlaştıracak ve hatta bekasını dahi bir ölçüde tehdit edecek, zira “2024 sorunu” (Ruslar bir sonraki seçimlerde sandığa giderken yeniden Putin’in seçilmesi için ikna edici bir neden ortaya koyma gereksinimi) hala gündemde.

Dünyanın her yerinde Sol, şu sade mesaj etrafında birleşmeli: Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline hayır. Rusya’nın eylemleri için hiçbir geçerli mazeret yok; sonuç yalnızca acı ve ölüm olacak. İçinden geçtiğimiz bu dram günlerinde, Ukrayna ile uluslararası dayanışmaya çağırıyoruz.

Çeviri: Sena Çenkoğlu

Kaynak: https://sendika.org/2022/02/siradan-ruslar-bu-savasi-istemiyor-ilya-matveev-ilya-budraitskis-648257/

Rus Sosyalist Hareketi Açıklaması: Rus emperyalizmine karşı, Ukrayna’dan elinizi çekin!


Putin, Ruslara yaptığı konuşmasını yeni bitirdi. Kendisine cumhurbaşkanı diyen adam, konuşmasına, Ukrayna’nın yaratıcısının Vladimir İlyiç Lenin olduğunu ve Ukrayna’nın bugünkü haliyle varlığının Bolşeviklerin milliyetler siyasetinin bir sonucu olduğunu söyleyerek anti-komünist bir övgüyle başladı. Putin, Bolşevikleri “milliyetçileri beslemekle” suçlayarak, milliyetçiliğin en kötü ve en iğrenç biçimini, Büyük Rus şovenizmini örtbas ediyor. Bu bağlamda Putin, Ukraynalıları onlara “komünizmden arındırmanın” ne demek olduğunu göstermekle tehdit etti. Konuşmasının bağlamı göz önüne alındığında, bu sözler Ukrayna’ya doğrudan müdahale tehdidinden başka bir şey olarak algılanamaz. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde Putin, Leninist milliyetler politikalarını eleştirirken planlı ekonomiye, kamulaştırmalara taş attı ve Stalinizmi övdü.
Muhalefete yapılan zulüm, yolsuzluk, artan mal ve hizmet fiyatları, bağımsız mahkemelerin yokluğu; Putin Ukrayna hakkında söylediği her şeyde sanki Rusya’dan bahsediyor gibiydi. Ukrayna’da devam eden reformların korkunç toplumsal eşitsizliklere, yoksullaşmaya, işsizlik ve diğer sorunlara yol açtığını inkâr etmiyoruz. Ancak Ukrayna’nın kaderine Rus askeri donanımı ve Rus yanlısı lobiciler tarafından değil, bu ülkedeki işçiler ve tüm ezilenler tarafından karar verilmesi gerektiğine inanıyoruz. Putin’in bize hatırlattığı Ukrayna’nın Rusya Federasyonu’na olan borçları askeri bir işgal sebebi değildir. Ukrayna halkı Rusya’dan borçlanmadı; Rus hükümetinin bu borçları, Rusya Federasyonu topraklarında güvenli bir şekilde ikamet eden Viktor Yanukoviç de dahil olmak üzere kendilerine verdiği kişilerden talep etmelidir.
Minsk anlaşmalarını sadece Kiev değil, aynı zamanda sözde “halk cumhuriyetleri”ndeki emperyalist adacıkları desteklemekten vaz geçmeye niyeti olmayan Moskova da ihlal etmektedir.
Rus birliklerinin derhal geri çekilmesinden, Luhansk ve Donetsk illerindeki silahlı oluşumlara yönelik tüm askeri desteğin sona ermesinden, ateşkesten ve Ukrayna yurttaşlarının Doğunun ve Batının emperyalistleri olmadan ülkelerinin kaderini belirleme hakkından yanayız!

Rus Sosyalist Hareketi

Gizli Bir Cezalandırma Yöntemi: Hasta Tutsakların Ölüme Terk Edilmesi – Gizem Karaköçek

İnsan Hakları Derneğinin verilerine göre 2020 yılının başından bu yana 64 hasta tutsak hayatını kaybetti. Hazırladıkları hak ihlalleri raporuna göre hasta tutsakların tedaviye erişimleri kısıtlanıyor ve hasta tutsaklar adeta ölüme terk ediliyor. Hasta mahkumlar özellikle siyasi bir nedenden cezaevinde ise ilaçlara erişemiyor, hastalığı nedeniyle cezaevinde kalamayacak durumdayken bile tahliye edilmiyor. İnsan Hakları Derneği (İHD) Diyarbakır Şubesi’nin cezaevleriyle ilgili yıllık raporuna göre Türkiye cezaevlerinde 604’ü ağır 1605 hasta mahpus var. 

CHP İnsan Haklarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Gulizar Biçer Karaca’nın cezaevlerindeki hak ihlalleri üzerine hazırladığı rapor son 25 yılın hasta mahkumlar açısından nasıl geçtiğini özetler nitelikte. Son 25 yılda cezaevlerinde hayatını kaybeden hasta mahkûm sayısı hazırlanan rapora göre 2 bin 670. Hasta mahkumların tedaviye ulaşması, doğru ilaçları kullanması engelleniyor ve hastalıklarının ilerlemesine göz yumuluyor.

Sorun elbette ki hem yasal düzenlemede hem de uygulamada. Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun’a göre hapis cezasının infazı, mahkûmun hayatı için kesin bir tehlike teşkil ediyorsa mahkûmun cezaevinde kalmasının hayatı için tehlike arz ettiğine dair Adlî Tıp Kurumunca düzenlenen ya da Adalet Bakanlığınca belirlenen tam teşekküllü hastanelerin sağlık kurullarınca düzenlenip Adlî Tıp Kurumunca onaylanan raporla ancak hasta mahkûmun cezasının ertelenmesine karar verilebilir. Ancak bilindiği gibi Adli Tıp Kurumu bağımsız bir kurum değil aksine kadrosu mevcut iktidarın bakanlığı tarafından belirleniyor. Malumun ilamı olacak belki ama Adli Tıp Kurumu hasta mahkumlar için inceleme yaparken elbette yargılandıkları dosyalara bakmayı ve raporu buna göre hazırlamayı da ihmal etmiyor. Geçtiğimiz yıl bu zamanlarda Adalet Bakanı Abdülhamit Gül tarafından yapılan açıklamaya göre tam teşekküllü hastanelerden rapor alan 1330 mahkûmun ağır hastalık raporları Adli Tıp Kurumu tarafından onaylanmadı. Adli Tıp Kurumu’nun siyasi otoritelerden bağımsız bir karar alması günümüz Türkiye’si için bir hayalden başka bir şey değil. 

Maalesef tek sorun taraflı bir Adli Tıp Kurumu’nun verdiği raporlar da değil. Adli Tıp Kurumu’nun “cezaevinde kalamaz” raporunun ardından hasta mahkûm “toplum güvenliği bakımından tehlike oluşturmayacağı” değerlendirmesine de tabi tutuluyor ve zaman zaman Adli Tıp Kurumu tarafından “cezaevinde kalamaz” raporu verilse bile toplum güvenliği bahane edilerek mahkumların cezasının infazının ertelemesi gerçekleşmiyor.

Yargılamalarında ve cezaevlerinde maruz kaldıkları hak ihlalleri yetmezmiş gibi bir de hasta tutsaklar tedavilerinin aksatılması, ilaçlara ulaşımlarının engellenmesi gibi insan haklarına aykırı tutumlarla karşılaşmaya devam ediyor ve yaşamları tehlikeye girse bile cezaevlerinde ölüme mahkûm ediliyorlar. Hasta tutsaklar derhal serbest bırakılıp tedavileri en elverişli koşullarda sürdürülmeli. En acil şekilde hasta tutsaklar için insan haklarını gözeten ve vicdanları yaralamayan bir düzenlemenin getirilmesi ve kurumların bağımsızlaştırılması gerekiyor.

Fotoğraf: Evrensel

Çoğulcu Bir Sosyalist Özne İhtiyacı – Masis Kürkçügil ile Söyleşi

Bir süredir sosyalist hareketin farklı kesimleri arasında yürütülen strateji tartışmalarına dair kaleme aldığımız metinlerde emekçilerin özgüvenlerini arttıracak, sınıf bilinçlerinin yeniden şekillenmesine yardımcı olacak birleşik bir antikapitalist siyasal odağın inşasının elzem olduğunu vurguladık. Çoğulculuk ilkesinin herhangi bir siyasal mücadele aracının inşasında olduğu gibi böylesi bir odağın inşasının da önünü açacağını ve dolayısıyla sosyalistler tarafından alamet-i farika düzeyinde sahiplenilmesi ve geliştirilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bu vesile ile Türkiye sosyalist hareketinde birleşik parti inşası açısından en gelişkin deneyimler olan BSP ve ÖDP içerisinde yer almış Masis Kürkçügil ile Türkiye’de ve dünyada, tarihte ve gelecekte birleşik parti ve parti içi çoğulculuk meselesi üzerine konuştuk.

İmdat Freni: Birleşik parti tecrübelerinden, özellikle de BSP ve ardından ÖDP deneyimlerinden Türkiye sosyalist hareketi pek fazla ders çıkarmaya gayret etmedi. Bir başka deyişle, BSP-ÖDP deneyiminin kapsamlı bir bilançosunun çıkarıldığını söylemek pek mümkün değil. Odaklanılan nokta bu deneyimin başarısızlık ile sonuçlanmış olması ve genel kanı ise “başarısızlığının” nedeninin parti içinde farklı geleneklerden gelen grupların varlığından kaynaklandığı yönünde. Sen hem BSP hem de ÖDP süreçlerinde yer aldın, senin değerlendirmen nedir?

Masis Kürkçügil: İşçi sınıfının, emekçilerin birliğinden söz edip darmadağınık bir sosyalist hareketin “birleşik” olmasını garipsemeyi garipserim. Birleşik Sosyalist Parti ve onun Geleceği Birlikte Kuralım-Parti Girişimi ile birleşmesiyle oluşan ÖDP’nin bir muhasebesi ancak geleceğin nasıl tahayyül edildiği ile birlikte ele alınabilir. Eğer “ayrışık” bir parti, monolitik bir parti tahayyül ediliyorsa buradan çıkarılacak herhangi bir ders yoktur. Bu durumda birileri nesnel gerçekliği, yani sosyalist hareketin parçalı bohça halini, bu da yetmezmişçesine sayıları kendine sosyalist diyen en büyük birkaç örgüt kadar olabilecek partisizleri de bir kenara koyup kendilerinin doğrusal gelişimi ile 84 milyonluk bir toplumun önemli bir kısmını kucaklayacaklarını iddia edebilirler. Bu iddiayı doğrulamak için ise muzafferane tiratlar yerine çok somut göstergelere ihtiyaç vardır. Abartılacak üye sayıları bile bu göstergelerin içini dolduramaz. Toplumsal etkinlik açısından örneğin son dönem işçi mücadelesinin simgesi haline gelen Metal Fırtına’da toplam sosyalist tahrik ve teşvikin bile kıymeti harbiyesi olmadığı bilinmekte.

Öte yandan “başarısızlık” yalnızca “birleşik” faaliyetler için değil “ayrışıklar” için de geçerli. ÖDP başarısız oldu, peki, ama başarılı olan var mı? Tek başına yürümeyi önüne koyup da bu işi becerdiğini söyleyebilecek olan? Tarihsel ve siyasal bir muhasebe yapacaksanız sosyalist hareketin bir unsuruna değil, bütünün gelişimine bakmak durumundasınız.

Eğer çoğulcu bir antikapitalist, anti-emperyalist, feminist, ekolojist, özyönetimci, enternasyonalist, kendi geleceğini belirleme hakkını kabul eden bir parti inşası hedefleniyorsa karınca kaderince BSP-ÖDP deneyiminden çıkarılacak önemli dersler vardır. Elbette ciddi hatalar da var. Ve esas olarak da dersler bu hatalar üzerinden çıkarılabilir.

Bunların arasında farklı geleneklerden gelenlerin yeni sorunlar, yeni görevler etrafında yeniden şekillenmesinde ciddiye alınabilir bir yol kat edilmemesi gelmekte. Yani partinin oluşumunda ve kuruluşunda katkıları olanların sınırlı adımlardan sonra kaynaşması (füzyonu) mümkün olmamıştır.

BSP’de örneğin öyle bir seçim sistemi vardı ki gruplar kendileriyle sınırlı oy kullandıklarında oylarının değeri düşüyordu. Şeklen de olsa önemli bir adımdı bu. Kadın kotasının ilk kez bu partinin ilk kongresinde karar altına alınıp uygulandığı da eklenmeli. Ayrıntısına burada giremezsek de yaklaşık 4 bin kişilik, büyük miktarda bir veya iki darbeyi göğüslemiş insanların ağırlıkta olduğu bir partiydi. Bileşenlerin hızla derlendiği ve güç kazandığı bir evreden sonra bu derlenme partinin organikleşmesine değil de bileşenlerin iç sorunlarının önemsenmesine yol açınca tıkanma başladı; Aralık 1995 seçimlerine BSP katılma hakkını kaybettiğinde HADEP ile ittifak kararı alındığında bir yarılma oldu.

ÖDP’nin kuruluşundan sonra da bileşenler açısından yeniden bir derlenme oldu. Üye sayısı 20 bine yaklaştı.  Başta en yakın olacağı beklenen iki bileşen [Kurtuluş ve Devrimci Yol’dan gelenler] arasındaki gerilim giderilemediği gibi her ikisi de kendi içinde gerilimler yaşadı. Yarılma 1999 seçimleri arifesinde yine “ittifak” konusunda açığa çıktı denebilir. İlk 2 yıl faaliyet bakımından yoğun geçerken (Sultanahmet meydanında HADEP ile birlikte yapılan “Ne RefahYol Ne Hazır Ol!” büyük mitingi, Fenerbahçe stadındaki “Demokrasi” buluşması gibi kitlesel gösteriler) seçim sonuçları itibarıyla beklenenin altında kalınsa da henüz aşılmamış bir orana ulaşıldı. Sonraki 5 yılda da içselleştirilmemiş önemli programatik adımlar atılmış, savaş karşıtı gösteriler başta olmak üzere önemli katkılar gerçekleşmiştir.

ÖDP’de aşılamayan bir durum fluluktu. Birliğin harcı olarak sanki belirsizliğe mahkûm olunmuştu. Partinin kendini yenilemesi, emekçilerle kaynaşması için yapılması gereken tartışmalar yerine eylem kapasitesini düşüren içe dönük, partiyi felçleştiren bir fraksiyon kemikleşmesini aşma imkânı bulunamadı. Örneğin seçim meselesi bir taktik mesele olmasına rağmen ilkesel bir sorun gibi ele alındı.

Oysa 1999 seçimlerinde tek başına seçime giren partide “ittifak” meselesi bir yarılmaya neden olmuşken 2002 genel seçimlerinde herhangi bir organ kararı olmadan Sema Pişkinsüt’ün partisiyle ittifak yapılabildi ve 2004 yerel seçimlerinde de DEHAP ve SHP dahil bir ittifaka gidilebildi. 2007 seçimlerinden söz etmeye bile gerek yok!

Çoğulcu parti meselesi sol kamuoyunda sanki 90 sonrasının bir yeniliği imiş gibi algılanıyor. Uluslararası işçi hareketi tarihine baktığımızda, farklı akımların yan yana duruşu, parti içi eğilim, tartışma serbestisi gibi meseleler konusunda nasıl bir birikimden, ne türden deneyimlerden bahsedilebilir?

Çoğulcu partiden kastettiğimizin parti içi demokrasi olduğunun altını çizmek gerek. Tabii parti içi demokrasi kongreden kongreye merkezden hazırlanan birtakım metinlerin oylanmasından oldukça farklı, her bir üyenin tekil olarak veya aynı görüşte olan üyelerin farklı farklı pozisyonları parti içinde tartışabilme ve ikna etme imkânıdır. Lenin’in, Lassalle’ın Marx’a yazdığı bir mektubundan kitabının başına koyduğu alıntı hatırlanabilir.  (Bu alıntının kendisi parti içi tartışmaların önemine değindiğine göre “monolitik” bir partiden söz edilmediğinin anlaşılması gerekir.)

Çoğulculuk kakofoni anlamına gelmez aksine parti içi demokrasi ne kadar gelişkin olursa üyelerin bir bütün olarak iradelerini yansıtmaları o kadar imkân dahilinde olur. Yani eylem kapasitesini yükselten parti içi demokrasidir. Partiyi güçlendiren de budur, diyor Lassalle Marx’a, Lenin’in yaptığı alıntıda.

Galiba bilinçlenme dediğimiz, hâkim ideolojiye karşı mücadelenin yanı sıra Marksizm hakkında üstünkörü bilgilerle de bir hesaplaşma.

Marx’ı Blanqui, Lassalle ve hatta Bakunin gibi devrimcilerin safında düşünmek, onu sırça köşkte bir ilim irfan insanı olarak ters yüz etmemek gerek. Paris Komünü günlerinde Blanqui’nin Fransız proletaryasını temsil ettiği, Marx’ın Blanqui’yi Enternasyonal’e katmak için çabaladığı hatırlanmalı. Birinci Enternasyonal “çoğulcu” muydu sorusunun cevabı sanırım açık. Proudhon da orda. Proudhon ile alabildiğine sert bir polemik yapıyor ama “tasfiye” etmiyor.

Örgüt deyince Lenin’in Ne Yapmalı’sı akla geliyor ama diyebiliriz ki yakın zamanlarda Lars T. Lih’in kitabı (Lenin’i Yeniden Keşfetmek) çıkana kadar derinlemesine bir okumadan ziyade alıntılar arasında sıkışıp kalındı. Öte yandan, Lenin’in de daha sonra ifade edeceği gibi bu kitapta tarif edilen örgütlenme biçimi son derece özgün koşullara karşılık düşer.

Bilindiği gibi 1920’de İngiliz komünistlerinin Labour Party’ye katılabileceği, orada örgütlenebileceğini söyler. Yani örgütlenme ve inşa konularında esnektir Lenin ve tabiri caizse kitaba bağlı kalmayaraktan mevcut güçler ilişkisi içinde sınıf mücadelesine ne katkı sağlayacaksa oraya yönelmekten kaçınmaz.

Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisinin kendisinin çoğulculuğu (“Bolşevik hizip”!) bir yana Bolşevik Partisinde Lenin’in her söylediğinin ayet gibi kabul edildiğini kim iddia edebilir ki? Şubat Devrimi’nden sonra bu devrimin burjuva aşamada kalmayıp sosyalizme yönelmesi gerektiğini ilan ettiği “Uzaktan Mektuplar”ının Pravda’da Stalin ve Kamenev tarafından yayınlanmadığını hatırlayalım. Ya da Brest Litovsk görüşmeleri sırasında farklı görüşlerin bulunması bir yana, bu antlaşmaya karşı olan Sol Komünistlerin “Komünist” diye gazete çıkardıkları da malum.

Komünist Enternasyonal kurulurken katledilmiş olan Devrimin Kartalı olarak bilinen Rosa Luxemburg’un Lenin ile bir dizi konuda ayrı düştüğü de bilinir. Bir dizi başka örnek verilebilir.

Peki, dünyanın diğer coğrafyalarında yaşanan birleşik ve çoğulcu parti deneyimleri arasında, hem problemleriyle hem de kazanımlarıyla anlamlı örneklerden söz edebilir misin?

Bir döküm çıkarmak gerekirse, yetmişli yılların ortalarından itibaren sosyalizm iddiasında olan çeşitli kesimlerin ciddi bir güç kaybına uğradığı, birçoklarının tarihten silindiği söylenebilir. Tabii dünya işçi hareketi derken, sendikalar da bu dönemden sonra eski güçlerini kaybettiler, geleneksel sektörler çöktü, işçi sınıfı yeniden şekillendi. Ellilerdeki, altmışlardaki yapılanmalar krizden çıkamadı.

Ancak çalışan kitlelerin mücadelesi durmadı. Geçmişten çok farklı biçimler altında yeni arayışlar ortaya çıktı.

Denebilir ki 90’lı yıllardan sonra düne kadar çok farklı gelenekten gelenler bir partide buluştular. Örneğin İtalya’da Komünist Partinin Avro-Komünizmi benimseyip ABD’deki Demokrat Parti’ye benzer bir partiye yöneldiği bir ortamda solda kalanlar, Maocu hareket (Democrazia Proletaria) ve Dördüncü Enternasyonal İtalyan Seksiyonu, Komünist Yeniden Oluşum’da (Rifondazione Comunista-PRC) bir araya geldiler. Danimarka’da hâlâ sürmekte olan Kızıl Yeşil İttifak iyice “benzemezleri” yan yana getirdi. Latin Amerika’nın motor gücü Brezilya’da askeri diktatörlükten çıkışta önemli bir rol oynayan ve kuruluşunu işçi önderlerinin gerçekleştirdiği Emekçiler Partisi (PT) ilk on yılından sonra sağa kaydı. Bugün faşizan Bolsonaro’yu devirmek için en güçlü aday ama yine kendi sağına bakıyor. Partinin sağa kayışı karşısında ayrılanların 2004’te oluşturduğu Sosyalizm ve Özgürlük Partisi de (PSOL) çoğulcu bir parti (10 milletvekilleri var).

Portekiz’de Bloco de Esquerda (Sol Blok) KP’den ayrılan Politica XX1, Maocular ve Troçkistlerin birlikte oluşturduğu bir blok iken bugün parti haline gelmiş durumda ve KP’den daha fazla oy alıyor (%10).

Arjantin’de dört Troçkist örgütün kurduğu cephe (FIT-U) son seçimlerde yine önemli bir başarı elde etti (%6) ve seçmen sağa kayarken bile oylarını artırmayı becerdi. Pakistan’da, Rusya’da bu tür girişimler devam ediyor.

Yani geleceğe yönelik görevler konusunda (program) anlaşmış farklı geleneklerden gelen sosyalistlerin bir partide mücadele etmesine geçtiğimiz 30 yılda çokça rastlandığı gibi önümüzdeki dönemde daha da fazla rastlayacağımız kesindir. Birçok siyasal hareket kendi geleneğinden çok farklı yerlerde arayışlarını sürdürmekte.

Ama bir model aramak yerine, her ülkenin güç ilişkileriyle şekillenen ihtiyaçlarına göre emekçilerin, ezilenlerin kurtuluşu için mümkün ve hatta muhtemel gücü bir araya getirmek zorunludur. Kurtuluş gününe hazırlanmak için önce emekçilerin, ezilenlerin gündelik hayatlarında onlarla birlikte inandırıcı bir alternatif inşa etmek gerek. Elli yıllık darmadağınıklığı sınıf mücadelesinde parti veya cephe ama mutlaka bir birleşik güç haline getirmeden gidermek mümkün değildir. “Birleşik” partiden ziyade bir partinin doğrusal gelişmesine yönelik beklentiler yoğun olmuştur. “Birleşik” partiden ayrılan her birim de 20 yılda birleşik partinin gücü bir yana o partideyken sahip olduğu gücünün yarısı kadar bile güç toparlayamamıştır.

Türkiye sosyalist hareketi az rastlanır bir bölünmüşlüğe sahip. Bunun tarihsel nedenleri nelerdir sence ve bunun üstesinden gelmenin, çoğulcu bir siyasal kültürü inşa etmenin yollarına dair ne diyebilirsin?

Bizdeki dağınıklık dünya rekoruna gidebilir. Bunu herhangi bir dile çevirmeye kalktığınızda muhatabınız hemen birçok hareketi birbirine indirgemeye başlayabilir. Ayrım noktalarının ne kadarının birbiriyle telif edilemeyecek olduğuna dair bir araştırma şaşırtıcı sonuçlar verecektir. Örneğin 80 öncesi kaç tane belli merkezleri (SSCB, Çin, Arnavutluk gibi) esas alan hareket vardı ve sonunda ne oldu sorusu bir anahtar olabilir. Açık söylenmesi gerekirse ayrımların ne kadarının tarihin süzgecinden geçtiği de tartışmalıdır.

Bizim dünya Marksist literatürüne katkıda bulunan bir sosyalist kültürümüz yok. Yani “izm”ler babında bu kadar ayrışmanın meşruiyeti yok.

Öte yandan sınıf dinamiğinin nispeten düşük bir seyir izlemesi, gruplaşmaların hizaya gelmesine imkân sağlayacak, onları nesnel gerçeklikle yüzleşerek bir eğitimden geçilmesine pek imkân tanımadı. Bu bapta anılabilecek en önemli olayın, 15-16 Haziran 1970 işçi direnişinin dönemin önde gelen hareketlerinden herhangi birini yeniden düşünmeye sevk etmediğini de yeniden düşünmek gerekir.

12 Mart sonrasındaki onlarca akımın had safhaya varan rekabetinin de emekçiler tarafından makul karşılandığını ve derlenip toparlanmaya katkıda bulunduğunu söyleyebilecek kimsenin olabileceğini sanmıyorum.

Lenin’in Sol Komünizm-Bir Çocukluk Hastalığı kitabını okumakla başlanabilir, ancak sınıf hareketiyle bir kaynaşma gerçekleşmeden hizaya gelmek de pek mümkün gözükmüyor.  Hapishanede koğuşu, karavanayı, haysiyeti paylaşmak zorunda kalanlar bu dayanışmayı daha önce sınıf düşmanlarına karşı neden gösteremediklerini de sorgulamış olmalılar.

Haziran Direnişi, tıpkı 15-16 Haziran gibi sosyalistleri fenersiz yakaladı. Buradan çıkarılacak ders orada bulunan milyonların birbirlerine pasaport, kimlik sormadan hareket etmelerindeki saiki iradeye dönüştürecek bir stratejiyi öne çıkarmaktır.

Marksistler uzun yıllar Paris Komününün (çok az Marksist, bolca Blanquist, bir miktar Proudhon’cu) derslerini rehber edindiler; sonra 1905 Devrimi geldi ve ardından 1917 Devrimleri. Eski kuşak 15-16 Haziran’ı değerlendiremedi, 2013 Haziran Direnişinin üzerinden de az zaman geçmedi. Ama elde üzerinde düşünülmesi gereken o kapsamda bir deneyim de olmadığına göre, ya duvara karşı bildiğimizi okuyacağız ya da orada açığa çıkan özlemlerin gerçekleştirilmesi, emekçilerin kurtuluşunun kendi eserleri olması için hem parti içinde hem parti dışında sosyalist hareketin çoğulculuğunu göz önünde tutacağız.