İmdat Freni

Gündem

Savaş İçindeki Ukrayna’da Sosyalist Bir Bakış Açısı – Patrick Le Tréhondat

Sotsialnyi Rukh: Ukraynalı bir Sosyalist Örgüt

Tam kapsamlı savaşın başlamasından sekiz ay sonra Sotsialnyi Rukh (Sosyal Hareket) aktivistlerini Kiev’de ulusal bir konferansta topladı. 17 Eylül 2022’de çok zor şartlar altında gerçekleşen bu etkinlik, durum değerlendirmesi yapmak ve örgütün yol haritasını ortaya koymak amacıyla gerçekleştirilmiştir.

24 Şubat 2022’den bu yana geçen ayları değerlendiren Sotsialnyi Rukh, “sivil toplumun devletin rolünü yerine getirmek ve ondan yardım beklemek yerine neredeyse tüm toplumsal işlevlerini üstlenmek zorunda kaldığını” vurguladı.

Açıklamada, savaşın “yeni öz örgütlenme ve halk siyaseti biçimlerine yol açtığı” ifade edildi:

Halkın ulusal kurtuluş savaşı temelinde harekete geçirilmesi, halkın ortak bir davaya katılım duygusunu ve bu ülkenin oligarklar ya da şirketler sayesinde değil, sıradan insanlar sayesinde var olduğu bilincini güçlendirdi. Savaş Ukrayna’daki toplumsal ve siyasal yaşamı kökten değiştirdi ve biz bu yeni toplumsal örgütlenme biçimlerinin yok olmasına izin vermemeli, aksine onları geliştirmeliyiz.

Sotsialnyi Rukh, ileri sürdüğü talepler arasında, “işçilerin denetimi altındaki temel işletmelerin millileştirilmesi” ve “işletmelerin mülkiyet biçimi ve çalışanların yönetimlerine katılımı ne olursa olsun, tüm işletmelerde muhasebe defterlerinin açılması, bu hakkın gerçekleştirilmesi için ayrı seçilmiş organlar ve komitelerin oluşturulması” gerektiğini vurguladı.

Böylece örgüt, ülke savunması görevinde yetersiz kalan oligarşik bir iktidar karşısında zorunluluk olan, toplumun halk tarafından kontrol ve yönetimi için kendi kendini yöneten bir siyasi yönetim kurmuştur. Nitekim bu örgütün üyesi Katya Gritseva, Kasım 2022’de Paris’e yaptığı ziyarette verdiği bir röportajda “birçok kişinin gönüllü olduğunu” gözlemlemiştir:

Karşılıklı yardımlaşma içinde olurlar, böyle bir duruma hazırlıksız olan devletin eksikliklerini telafi etmek için devlet dışı örgütler kurarlar. Bu öz örgütlenme dinamiği, muhafazakârların, hatta aşırı sağın geri dönüşüyle ​​çelişiyor. Sol için önemli olan, bu dinamiğin lehine hareket etmek, işçilere, halka yardım etmektir; ama bunu yaparken de Stalinistlerin yaptığı gibi ders vermeye kalkışmamaktır.

O tarihten bu yana, Sotsialnyi Rukh, tüm olumsuzluklara rağmen, Rus saldırganına karşı anti-emperyalist direnişe tüm gücüyle katılırken, bu sosyalist yönelimini sürdürdü. Aktivistlerinin birçoğu silahlı kuvvetlere katılmış durumda ve örgüt onlara maddi destek sağlamak için (özellikle insansız hava araçlarının satın alınması için) sürekli olarak bağış toplama etkinlikleri düzenliyor.

Sotsialnyi Rukh ayrıca, özellikle otoriter bir hiyerarşi karşısında askerlerin sorularına cevap vermek ve sorunlarını çözmelerine yardımcı olmak için bir yardım hattı işleterek, askerlerin sosyal haklarını savunmalarına yardımcı oluyor.

Sosyalist Ruh küçük bir örgüttür, ama küçük bir grup değildir. İçerisinde örneğin Marksist ve liberteryen duyarlılıklar birbirine karışıyor. Aktivistleri sendikal harekette, FPU ve KVPU konfederasyonlarında, ayrıca sağlık çalışanları sendikası Be Like Us, öğrenci sendikası Priama Diia ve kiracılar sendikası gibi bağımsız sendikalarda yer alıyor.

Sotsialnyi Rukh, egemen sınıfların hizmetinde olan ve Ukrayna proletaryasının toplumsal kazanımlarını adım adım yok eden ve çoğu zaman etkisiz kalan Ukrayna iktidarına karşı, sömürülen ve ezilenlerin demokratik öz-örgütlenmesini mümkün olan her yerde teşvik ediyor. Şirketlerin çalışanlar tarafından kontrol edilmesi ve yönetilmesi çağrısında bulunurken, örneğin bombalama saldırıları sırasında sığınak arayanları tehlikeye atan ciddi arızaların ardından hava sığınaklarının halk tarafından kontrol edilmesi çağrısında bulunuyor.

Sotsialnyi Rukh, üyelerinin eğitimine ve fikirlerin tartışılmasına da büyük önem veriyor. Savaşa rağmen canlı ve eleştirel bir entelektüel hayata katkıda bulundu. İşçi haklarının savunulması, Ukrayna işçi hareketinin tarihi, Güney Amerika’daki devrimci hareketin tarihi gibi çok çeşitli konularda düzenli olarak konferanslar düzenliyor. Tüm bu kamu forumları aynı zamanda çevrimiçi olarak da yayınlanıyor. Bazen konuşmacılar başka ülkelerden de geliyor, çünkü Sotsialnyi Rukh, savaş zamanlarında bile Çin bürokrasisinin gerçekleştirdiği Tiananmen katliamını anmayı, İngiliz işçilerinin grevini selamlamayı, dünyadaki (Gürcistan, Filistin, Arjantin, ABD, vb.) işçi ve sömürge karşıtı mücadeleler hakkında bilgi yayınlamayı unutmayan enternasyonalist bir örgüt olduğunu iddia ediyor.

Batı’nın ihanetlerine ve terk edişlerine rağmen Ukrayna’nın verdiği acı dolu ulusal kurtuluş mücadelesinde Sotsialnyi Rukh, ülkenin varoluş mücadelesini, Ukraynalı kitlelerin kendi kaderini tayin hakkı ve kendi kendini örgütlemesi yoluyla toplumsal kurtuluşla birleştiren sosyalist bir perspektifi savunmaktadır.

Bu koleksiyon, bu mücadeleyi ve aynı zamanda demokratik özyönetim sosyalizmine doğru bu somut yaklaşımı (ve onun geçiş yollarını) resmediyor. Deneyimi, toplumsal pratikleri ve siyasi yazıları, uluslararası solun 21. yüzyılda özgürleşmeye yönelik bir program geliştirme çabaları için paha biçilmez bir değer teşkil ediyor.

Patrick Le Tréhondat
Patrick Le Tréhondat, Dayanışma Yazı İşleri Tugayları ve Ukrayna’ya Yönelik Avrupa Destek Ağı’nın Fransız Komitesi üyesidir. 1 Mayıs 2025.

1 Mayıs’ta Anti-Faşist ve Anti-Emperyalist Direnişin Bayrağını Yükseltelim! – IV. Enternasyonal

Dördüncü Enternasyonal Yürütme Kurulu’nun Açıklaması

5 Nisan’da ABD’de Trump ve aşırı sağcı hükümetine karşı duyulan büyük öfke, 1.300 eylemde 500.000 kişiyi bir araya getirdi. Bu büyük eylemler sadece bir başlangıçtır. Tüm dünyada işçi sınıfına, göçmenlere, ırkçılık mağdurlarına, kadınlara ve LGBTİ+ topluluklara yönelik ağır saldırılar karşısında direnişin mümkün olduğunu göstermektedir.

Sırbistan, Yunanistan, Güney Kore, Türkiye, İngiltere, Almanya, Arjantin ve Hindistan gibi pek çok ülkede halk, kendi hükümetlerine ve aşırı sağa karşı ayaklandı. Bu direnişlerin çoğunda gençler belirleyici bir rol oynadı. Siyonist devletin Gazze’de yürüttüğü soykırıma karşı ayağa kalkan yüz binlerce genç — özellikle emperyalist ülkelerdeki farklı etnik kökenlerden gelenler ve Siyonizm karşıtı Yahudiler — anti-emperyalist ve aşırı sağ karşıtı mücadelenin yolunu gösteriyor. Bu hareket, aynı zamanda Rus işgaline karşı Ukrayna direnişiyle, Fransız emperyalizmine karşı Kanak halkının mücadelesiyle ve tüm diğer anti-faşist ve anti-emperyalist dayanışma ve direnişlerle güçlü bağlar kuruyor.

1 Mayıs 2025, dünya genelinde savaş politikalarına, aşırı sağa, liberalizme ve halkların demokratik, ekonomik ve sosyal haklarını hedef alan saldırılara karşı uluslararası dayanışmayı yükseltme günüdür. Dünyanın dört bir yanında Filistin bayrağı, direnişin simgesi olarak göndere çekilecektir.

Dünya giderek daha istikrarsız, belirsiz ve tehlikeli bir hale geliyor. Kapitalizmin neden olduğu iklim felaketi ve çok boyutlu krizlerle karşı karşıyayız. Putin ve Trump’ın otoriter, yabancı düşmanı, korumacı siyasetleri; ticari ve emperyalist savaşlarla bu krizi daha da derinleştiriyor. Trump’ın uygulamaları işten çıkarmaları artırıyor, ekonomik krizi ve enflasyonu ağırlaştırıyor, ekokırıma ve emperyalist talana ivme kazandırıyor.

Trump, Putin, Netanyahu, Meloni, Orbán, Erdoğan, Modi, Xi Jinping ve Marcos gibi otoriter ve emperyalist ya da bölgesel emperyalist hükümetler bu saldırıların başını çekiyor. Bunların gerici muhafazakârlığı; kadınların üreme haklarına, LGBTİ+ bireylere — özellikle trans bireylere — basın ve ifade özgürlüğüne, göçmenlere ve ırkçılığın hedefi olan, yasa dışı ilan edilen, ailelerinden koparılan, hapsedilen ve sınır dışı edilen milyonlara yönelik ağır saldırılarla birleşiyor.

Bu koşullar altında, Dördüncü Enternasyonal; milliyet, etnik köken, toplumsal cinsiyet ya da cinsel yönelim gözetmeksizin, eşit haklarla hareket ve yerleşim özgürlüğü için verilen mücadelenin aciliyetini vurgulamaktadır. Fiyatların dondurulmasını, ücretlerin artırılmasını, gayrimeşru borçların iptalini ve bankalarla büyük enerji şirketlerinin kamulaştırılmasını talep ediyoruz.

Trump ve Putin’in savaş politikalarına — Ukrayna’nın işgali, Filistin’deki soykırım ve Ukrayna’nın zenginliklerini paylaşmaya yönelik aralarındaki anlaşma girişimlerine — verilecek yanıt militarizm olamaz. Avrupa Birliği, savaş çığırtkanlığına ve kemer sıkma politikalarına dayanan üçüncü bir ekonomik ve askeri kutup oluşturmak üzere kendini örgütlemeye çalışıyor

Putin ve Trump’a karşılık verme bahanesiyle askeri bütçeler artırılıyor. Bunun için  sağlık, eğitim, sosyal yardım, kamu istihdamı ve özellikle Trump’ın yaptığı gibi Küresel Güney’e yönelik yardımların budanması gerektiğini iddia ediyor.

Bu yönelim insanlık için yeni savaş tehditleri, nükleer yıkım riski, dünya çapında neo-faşizmin yükselişi ve iklim krizine karşı mücadelede kararlı bir geri çekilme anlamına geliyor. Dördüncü Enternasyonal, savaşa, militarizme ve özellikle nükleer silahlanmaya karşı küresel bir hareketin inşasını hayati görüyor. Bu hareket, başta Filistin ve Ukrayna olmak üzere Kongo, Sudan, Sahel, Kürdistan, Ermenistan, Yemen, Myanmar gibi emperyalizmin ve bölgesel tahakkümün hedefi olan tüm halkların direnişlerini dışlamaz — tersine, onlarla doğrudan bağlantılıdır. Çünkü adalet olmadan barış olmaz.

Şiddet yerine işbirliğine, rekabet yerine (doğal kaynakların, ulaşımın, bankaların kamusal denetimine dayanan) toplumsallaşmaya, neyi üreteceğimize ve hangi ürünlerin dolaşımına onay vereceğimize dair demokratik tercihlere, aşırı sağın körüklediği nefrete karşı dayanışmaya dayalı başka bir dünya kurmak istiyoruz.

Bu mücadelenin ön saflarında aşırı sağa, liberal iktidarlara ve savaşa karşı direnenler ile Filistin’in ve Ukrayna’nın özgürlüğü için mücadele edenler bulunuyor.

Dördüncü Enternasyonal bunu 18. Kongresi’nde kabul ettiği Ekososyalist Devrim Manifestosu’nda ifade etmiştir. 1 Mayıs vesilesiyle işçileri, köylüleri, emekçi mahallelerinin halkını, ezilen halkları ve sınıfları dünyayı dönüştürmek üzere harekete geçmeye çağırıyoruz. Aşırı sağın yükselişi ve tüm hükümetlerin otoriter politikaları karşısında, militarizm, emperyalizm, neo-faşizm ve neo-liberalizme karşı birleşik kampanyalar örmek zorundayız. Güç ilişkilerini değiştirelim!

1 Mayıs’ta haykıralım:
– Emperyalizme ve otoriterliğe karşı uluslararası dayanışma!
– Savaşları ve militarizmi durduralım! Filistin özgürleşsin! Rus askerleri Ukrayna’dan çekilsin!
– Dünyanın her yerinde aşırı sağa dur diyelim!
– Ekososyalist devrim için işçilerin taleplerini savunalım!

28 Nisan 2025

Suriye: Alevi Katliamları, Mezhepçilik ve Geçiş Adaleti – Joseph Daher

Aralık 2024’te Esad rejiminin devrilmesinin ardından oluşan coşku, Mart 2025’in başlarında yeni kurulan Suriye ordusuna bağlı silahlı gruplar tarafından kıyı bölgelerindeki Alevi sivillere yönelik büyük çaplı katliamların ardından büyük ölçüde dağıldı.

Bu trajik olayların ardından iktidardaki yeni yönetime bağlı silahlı gruplar, Alevi sivillere yönelik yeni suikastlar ve başka saldırılar gerçekleştirdi. Uluslararası Af Örgütü’nün kıyı şeridinde son dönemde yaşanan ölümcül olaylara ilişkin raporunun yayımlanmasının ardından örgütün genel sekreteri şunları söyledi: “Sivilleri kasten öldürmek veya yaralı, teslim olmuş veya esir düşen savaşçıları kasten öldürmek bir savaş suçudur.”

Başlangıçtaki şiddet olayları, eski Esad rejimine bağlı silahlı kişilerin, iktidardaki yeni yönetimin güvenlik güçlerine ve sivillere yönelik saldırıları koordine etmesiyle başlamış olsa da, Suriye ordusunun farklı kesimleri tarafından yürütülen baskı kampanyası daha sonra kitlesel olarak sivillere ve Alevi ailelere yönelik suikast kampanyalarına dönüşmüş ve yüzlerce sivilin ölümüyle sonuçlanmıştır .

Ayrıca bu katliamlar nedeniyle yaklaşık 13 bin Suriyeli Lübnan’ın kuzeyine, on binlercesi de ülkenin iç kesimlerine kaçtı.

“Esad rejiminin kalıntılarıyla mücadele” bahanesiyle gerçekleştirilen bu katliamlar, esas olarak mezhepsel nefret ve “intikam” duygusundan kaynaklanmış, Alevi toplumunun tamamı yanlış bir şekilde eski rejimle özdeşleştirilmiştir. Oysa Alevilerin büyük çoğunluğu eski rejime bağlı silahlı unsurların güvenlik güçlerine yönelik gerçekleştirdiği silahlı saldırıları desteklememiştir. Ayrıca katledilen sivillerin birçoğu Esad rejimine karşı gelmiş ve rejimin Aralık 2011’de devrilmesini kutlamıştı.

Bu trajik olayların ardından sosyal medya mezhepçi ve nefret söylemleriyle dolup taşarken, Suriye İnsan Hakları Merkezi Direktörü Fadel Abdulghany’nin de aralarında bulunduğu önde gelen insan hakları aktivistleri katliamları haberleştirdikleri ve belgeledikleri için tehdit ve hakaretlere maruz kaldı.

Sahil kesimindeki Alevi nüfusa yönelik katliamların sorumluluğu yeni Suriye yönetimine aittir. Sadece şiddetin ve mezhepsel nefretin yükselişini engelleyememekle kalmadılar, aynı zamanda hem doğrudan doğruya hem de bu katliamlara yol açan siyasal koşulları yaratarak buna aktif olarak katkıda bulundular.

Nitekim Alevi bireylere ve topluluklarına yönelik insan hakları ihlalleri, kaçırma ve öldürmeler de dahil olmak üzere son aylarda artış göstermiş ve bunlardan bazıları, örneğin Aralık 2024’teki Fahil katliamı ve Şubat 2025’teki Arzah katliamı , kıyıdaki katliamların provaları gibi görünmektedir.

İktidardaki yetkililer her defasında bu eylemleri münferit olaylarmış gibi sunmuş, faillerine karşı ciddi tedbirler almamışlardır.

Ayrıca, Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) ve Suriye yetkilileri, Alevi toplumunu, eski rejimin Suriye halkına karşı kullandığı bir araç olarak sürekli olarak resmetmektedir.

Nitekim Suriye Dışişleri Bakanı Esad el-Şibani, Belçika’nın başkenti Brüksel’de düzenlenen 9. Suriye Bağışçıları Konferansı’nda yaptığı konuşmada, “54 yıllık azınlık yönetimi, 15 milyon Suriyelinin yerinden edilmesiyle sonuçlandı…” diyerek dolaylı olarak, Esad ailesinin kontrolündeki bir diktatörlüğün değil, ülkenin onlarca yıldır Alevi toplumunun bir bütün olarak yönettiğini ima etmiştir.

Alevi isimlerin eski rejimde, özellikle askeri ve güvenlik teşkilatında önemli mevkilerde yer aldığı yadsınamazken, devletin ve onun temel kurumlarının niteliğini “Alevi kimliği”ne indirgemek veya rejimi dini azınlıkları kayıran, Sünni Arap çoğunluğa karşı sistematik ayrımcılık yapan bir rejim olarak göstermek hem bir hatadır hem de gerçeklikten uzak bir analizdir.

Mezhepçiliğin araçsallaştırılması eski rejimin nihai hedefi değildi, daha ziyade iktidarını sürdürmenin bir aracıydı.

Bu gerginliklerin ve mezhepsel nefretin, bölge halkları arasında kökleşmiş kadim dinsel ayrılıklardan veya kökleşmiş herhangi bir şeyden kaynaklanmadığının açıkça belirtilmesi gerekir. Mezhepçilik ve mezhepsel gerginlikler modernitenin bir ürünüdür ve siyasal kökenlere sahiptir. Bu durumda mezhepsel dinamikler, eski Esad rejiminin Suriye halkını bölmek için bir araç olarak kullandığı mezhepsel politika ve uygulamalarının yanı sıra, HTŞ ve diğer silahlı muhalif gruplar da dahil olmak üzere yeni iktidar otoritelerinin eylemlerinden kaynaklanmaktadır. Bu gruplar mezhepçiliği aktif bir biçimde araçsallaştırdılar ve bunu politikaları, eylemleri ve söylemleriyle yapmaya devam ediyorlar.

Her Suriyeli için adalet sağlanmazsa kaos daha da derinleşecek

Mezhepçilik temelde iktidarı pekiştirmenin ve toplumu bölmenin bir aracıdır. Ülkenin sorunlarının kaynağı ve güvenliği tehdit eden bir grup olarak, inancı veya etnik kökeni itibarıyla belirli bir kesimi göstererek, işçi sınıfını sosyo-ekonomik ve siyasal sorunlardan uzaklaştırmaya, böylece bu kesime yönelik baskıcı ve ayrımcı politikaları meşrulaştırmaya çalışmaktadır.

Üstelik mezhepçilik, güçlü bir toplumsal kontrol mekanizması olarak işlev görür ve işçi sınıfının, içinde yaşadığı toplumun yönetici elitlerine olan bağımlılığını pekiştirerek sınıf mücadelesinin gidişatını şekillendirir. Sonuç olarak, işçi sınıfı bağımsız siyasal eylem kapasitesinden yoksun bırakılmakta ve toplumsal kimlikleriyle tanımlanmakta, siyasal olarak bu kimlik temelinde hareket etmektedirler.

Bu bağlamda yeni iktidar, eski Esad rejiminin izlerini takip ediyor, mezhepçi politika ve uygulamaları bir yönetim ve toplumsal ayrıştırma aracı olarak kullanmaya devam ediyor.

Mezhepsel dinamiklerin ötesinde, son olaylar aynı zamanda iktidardaki yeni otoritelerin, tüm bireylerin ve grupların savaş suçlarından sorumlu tutulmasını sağlamayı amaçlayan kapsamlı ve uzun vadeli bir geçiş adaleti çerçevesi oluşturma konusundaki başarısızlığının ve reddinin sonucudur.

Sürdürülebilir ve barışçıl bir geleceğin önünü açmak için Esad rejiminin sistematik vahşet mirasının ele alınması önemlidir. Bu yaklaşım, intikam eylemlerinin sınırlandırılması ve toplumlar arası artan gerginliğin azaltılması konusunda belirleyici bir katkı sağlayabilirdi.

Cumhurbaşkanı Ahmed el-Şara, Suriye sahilindeki olayları araştırmak üzere bir soruşturma komisyonu kurdu ve iç barış için yüksek komisyon oluşturdu. Ancak, bulguların açıklanması hala bekleniyor ve resmi son tarih 9 Nisan olarak belirlendi. Bu arada, bu bölgelerdeki Alevi sivillere yönelik insan hakları ihlalleri devam ediyor.

Uluslararası Af Örgütü’nün kıyı bölgelerindeki son olaylara ilişkin raporuna ve hükümetin rolüne yönelik daha geniş eleştirilere yanıt olarak Suriye İçişleri Bakanlığı’ndan bir kaynak, The New Arab’ın kardeş yayını olan El Arabi el Cedid’e , “Sahadaki verileri ve gerçekleri göz ardı etmek ve soruşturma komisyonunun çalışmalarını karalamak, nesnelliğin en temel standartlarına aykırı bir titizlik eksikliğidir.” Dedi. Bu, geçmişi bilinen, Suriye’ye hem millete hem de halkına düşman ülkelerle ittifakı aşikar olan aktörlerin yürüttüğü bir siyasi proje lehine bir tarafgirliği ifade etmektedir.”

Bununla birlikte Ahmed al- Şara ve iktidardaki müttefikleri, kapsamlı bir geçiş adaleti mekanizması kurmakla ilgilenmiyorlar; çünkü bunun kendilerini de sivillere ve çeşitli yerel nüfusa karşı işledikleri suçlar ve suistimaller nedeniyle hesap vermeye maruz bırakacağından korkuyorlar.

Ayrıca, geçiş adaleti, eski rejimle bağlantılı iş adamlarına yasadışı olarak verilen devlet varlıklarının geri alınmasını ve kamu ve devlet fonlarının özelleştirilmesi veya devlet arazilerinin işçi sınıfı ve genel çıkarlar aleyhine devredilmesi gibi ciddi mali suçlardan sorumlu olanların hesap vermesini amaçlayan eylemleri içeriyorsa, toplumsal bir boyut da taşıyabilir.

Yeni iktidarın, eski Cumhurbaşkanlığı Sarayı ile bağlantılı iş dünyası figürleriyle anlaşmalar ve düzenlemeler yapmayı hedefleyen ekonomik yönelimi, neoliberal politikaları derinleştirme ve kamu varlıklarını özelleştirme arzusu, kapsamlı bir geçiş adaleti sürecinin ilkeleriyle bir kez daha çelişmektedir.

Son yaşananlar, gelecekte açılacak cezai kovuşturmalara delil toplamak ve mağdurların hafızasını ve geçmişini korumak amacıyla Suriye’deki insan hakları ihlallerini belgelemeye devam etmenin önemini vurgulamaktadır.

Yalnızca, tüm mezhepsel ve etnik kökenlerden emekçi sınıfların geniş katılımıyla demokratik ve kapsayıcı bir süreç, mezhepsel şiddet döngüsünü kırabilir ve insan hakları ihlallerinin faillerinin hesap vermesini sağlayabilir.

Bunun için Suriyeli aktivistlerin, demokratik ve ilerici grupların iktidardaki yeni yönetime karşı dengeleyici bir güç oluşturması, özellikle adalet ve cezasızlıkla mücadele konularında taviz vermeleri için baskı yapması gerekiyor. Eski bir söz vardır: Adalet olmadan barış olmaz.

Joseph Daher

Kaynak: The New Arab , 3 Nisan 2025:
https://www.newarab.com/opinion/no-hope-justice-if-sectarianism-new-syrian-state-doctrin

Görsel: ALI HAJ SULEIMAN / GETTY IMAGES VIA AFP

Çeviri: İmdat Freni

Yunanistan: Kitle Hareketi Yeniden Rayına Oturdu! – Manos Skoufoglou

28 Şubat 2025 Yunanistan için tarihi bir gündü. Genel grev, Yunan devletinin tarihinde değilse bile, 1974 askeri cuntanın düşüşünden bu yana ortaya koyulan en büyük seferberliği temsil ediyordu. Arjantin, Güney Kore ve Avustralya’ya kadar düzinelercesi yurtdışında olmak üzere 260’tan fazla şehirde eşi benzeri görülmemiş mitingler düzenlendi.

2023 yılında, bir yolcu treni ile bir yük treni arasında meydana gelen büyük bir kazada 11 işçi ve çoğunluğu gençlerden oluşan 46 yolcu hayatını kaybetti. Bu kaza, Yunan hükümetlerinin, IMF’nin ve AB’nin ekonomik uyum programları tarafından dikte edilen özelleştirme ve elden çıkarma politikalarının bir parçası olarak ulusal demiryolu şirketinin İtalyan Ferrovie di Stato Italiano‘ya satılmasının ardından hızlanan uzun bir kötüye gidiş sürecinin sonucuydu.   O dönemde de büyük gösteriler ve iki büyük genel grev organize edildi. Ancak, Komünist Parti de dahil olmak üzere sendika bürokrasisi daha fazla grev çağrısı yapmayı reddetti ve kitle hareketi geri çekildi.

Birkaç ay sonra sağcı hükümet yüzde 41 gibi çarpıcı bir oy oranıyla yeniden seçildi ve bu sonuç solun geniş kesimlerinde hayal kırıklığı yarattı. Bu kesimler öfkenin sonuçlarının toplumsal bilince yansıması için henüz çok erken olduğunu göremedi ancak tohum ekilmişti.   Kısa bir süre önce, şirketi ve devlet yetkililerini ifşa edebilecek kanıtların fiziksel olarak gömülmesi de dahil olmak üzere açık bir örtbas vakası ortaya çıktı. 26 Ocak’ta, kurbanların ailelerinin kurduğu dernek tarafından yapılan bir miting çağrısı Yunanistan’da ve yurtdışında 200’den fazla şehirde binlerce kişinin ilgisini çekti. Bu durum gündemi değiştirdi.

Kamu sektörü çalışanlarının Ulusal Konfederasyonu ve özel sektörün radikal birincil ya da ikinci düzey sendikaları kazanın yıldönümünde grev çağrısında bulundu. İlk başta Ulusal Özel Sektör İşçileri Konfederasyonu bürokrasisi bu çağrıya katılmayı reddetti. Ancak aşağıdan gelen baskı kısa sürede karşı konulamaz hale geldi. Kararlarını değiştirmek zorunda kaldılar ve 28 Şubat genel grev günü oldu.

Hükümetin küstah tavrı katılımı ateşledi

Greve giderken katılımın olağanüstü olacağı belliydi. Hükümetin üst kademelerinden gelen küstah ve saygısız açıklamalar durumu daha da ateşledi ve yanardağ patladı. Neredeyse hiç kimse işe gitmedi ve neredeyse hiçbir şey çalışmadı.  Her şehirde gösterilere katılımın toplam nüfusun yüzde 25 ila yüzde 40’ı arasında olduğu ve protestocular arasında çok büyük oranda gençlerin bulunduğu belirtiliyor.   Atina’da yoğun polis baskısı kalabalığı saatlerce dağıtmakta başarılı olamadı.  

Çok geniş, küçük burjuva katmanları demokratik adalet talepleriyle harekete geçirildi. Ancak, asıl önemli rolü oynayan işçi sınıfı oldu. Ülkedeki demiryollarının perişan durumu göz önüne alındığında, trenle seyahat edenler çoğunlukla işçi sınıfı ve üniversite öğrencileri olduğu için, kurbanların çoğu işçi sınıfına mensuptu. İşçi sınıfının gelirindeki erozyona karşı biriken öfke patlamayı daha da körükledi.  

Başlangıçta örgütlü işçilerle yakınlaşmak için çok çalışılması gereken Indignados hareketinin aksine, sendikalar, kazada çocuklarını kaybeden ailelerin kurduğu dernek ile birlikte örgütleyiciydi. Bu durum, başından beri grev talep eden tren makinistleri sendikasının aksine, tamamen hükümet tarafından kontrol edilen ulusal demiryolu işçileri sendikasının hain rolüne rağmen gerçekleşti.  

Son birkaç gün içinde Mitsotakis hükümeti çizgisini değiştirdi. Grevi, “muhalefet tarafından istismar edilmemesi gereken bir ulusal yas günü” olarak gösteriyorlardı. Ancak oyunu değiştirmek için artık çok geçti.   Hükümet sadece güvenilir bir muhalefetin olmaması nedeniyle bir arada kaldı. Ancak ikinci bir greve dayanması çok zor olacak.  

Demiryolunu satan SYRIZA hükümeti inandırıcılıktan yoksun

Aşırı sağdan sola tüm muhalefet, en azından sözde, hareketi destekliyor. Ancak aşırı sağ, hükümetin krizinden faydalanmasına rağmen, eylemlerde aktif bir rol oynayamıyor. Ocak ayında, mitingden önce birkaç aşırı sağcı pankart ortaya çıkmış, ancak miting başlar başlamaz ortadan kaybolmuştu. Grevde ise aşırı sağ hiç yoktu, tabii aralara gizlenmiş şekilde değilse. Birkaç olayda, kalabalık arasında tespit edilen faşistler, aktivistlerin saldırısına uğradı. Yalnızca kitlesel hareketin bir yenilgisi, aşırı sağa bu öfkeyi gerici bir yöne saptırma fırsatı verebilir. Bu nedenle mitingde görülebilen solun pankartları ve bayraklarıydı. Ancak şu da bir gerçek ki hiçbir parlamenter, merkez sol ya da reformist parti yeterli değildi.  

SYRIZA inandırıcılıktan yoksun çünkü demiryolunu satan aslında SYRIZA hükümeti. PASOK’un sosyal-demokratları son yıllarda biraz toparlandılar, ancak hareketten karlı çıktıkları söylenemez. Ayrıca Yunanistan krizindeki her bir kemer sıkma anlaşmasına oy veren tek parti.   SYRIZA’dan ayrılan Konstantopoulou’nun popülist partisi kamuoyu yoklamalarında güç kazanıyor ancak sendikalarda ve kitle hareketinde hiçbir gücü yok. KP’nin önemli güçleri var ama hükümetin istifası (PASOK tarafından bile dile getiriliyor) ya da demiryollarının kamulaştırılması gibi radikal talepleri desteklemeyi reddediyor.  

Hiçbir parti gerçek anlamda muhalefete liderlik etmiyor. Siyasi sistemin krizin ilk yıllarını andıran mevcut parçalanmışlığı yeni fırsatlar barındırıyor.   Bağımsız antikapitalist ve devrimci örgütler, kısıtlı ama mevcut güçleriyle önemli bir rol oynadılar. Sendikalar üzerindeki baskıya katkıda bulundular. Mitingin ön saflarında, sahnenin önünde iyi bir şekilde konumlandılar. Devam edilmesi gerektiği konusunda ısrarcı oldular. Eylemlerin geniş çoğulculuğu karşısında sekter bir duruştan kaçınırken, kitle hareketine daha radikal bir yönelim önermeye, sınıfsal doğasının altını çizmeye ve öz örgütlenmesi için araçlar sağlamaya çalışan bağımsız bir bakış açısını sürdürüyorlar.  

Bununla birlikte, bu rolü oynamak ve reformistlerin liderliğine itiraz etmek, kendi sınırlamalarımızın, programatik olgunlaşmamışlıklarımızın, tereddütlerimizin veya rutinlerimizin üstesinden gelmeyi gerektiriyor. Yeni kilometre taşlarına ihtiyacımız var. Bunlardan ilki, sendikaları ve kitleleri harekete geçirerek 2023’te zaten bu rolü oynamış olan kadınlar günüdür. Ardından yeni bir genel greve ihtiyacımız var. Geçmişteki benzer deneyimlere dayanarak, mahallelerde yerel halk meclislerine ve işyerlerinde işçilerin birleşik cephe komitelerine ihtiyacımız var. Hareketin net talepleri desteklemesine ihtiyacımız var: Hükümetin düşürülmesi, demiryollarının işçilerin kontrolü altında kamulaştırılması, güvenli kamu ve ucuz ulaşım, özelleştirmelerin durdurulması.

Ve son olarak, bu kez kurumsallaşmış bir soldan müteşekkil bir hükümet beklentisinin ötesine geçecek bir yönelime ihtiyacımız var, aksi takdirde bir kez daha kitlesel bir hayal kırıklığıyla karşı karşıya kalacağız.

Manos Skoufoglou, OKDE Spartakos Merkez Komitesi ve ANTARSYA Merkez Koordinasyon Komitesi üyesi.   

Bu yazı 7 Mart 2025 tarihinde okde.org’ta, 12 Mart 2025 tarihinde www.internationalviewpoint.org’ta yayınlanmıştır. Ara başlıklar İmdat Freni tarafından eklenmiştir.   Çeviri: İmdat Freni

Kafkasya’da demokrasi için ayaklanma: Gürcistan halkı hükümete karşı

Ashley Smith, Ilya Budraitskis, Ia Eradze, Luka Nakhutsrishv, Lela Rekhviashvili 

Tiflis’te kitlesel gösteri, 5 Aralık 2024. Fotoğraf (https://www.facebook.com/photo/? fbid=1162886352503483&set=pb.100063463873729.-2207520000) Mautskebeli tarafından çekilmiştir.

Tempest’tan Ashley Smith ve Posle Media’dan Ilya Budraitskis, Gürcü aktivist ve akademisyenler Ia Eradze, Luka Nakhutsrishvili ve Lela Rekhviashviliile ayaklanmanın kökleri, gidişatı ve Gürcistan’ın küresel kapitalizm ve emperyalist düzen içindeki yeri üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi.

Kafkasya’da 3.8 milyon nüfuslu küçük bir ülke olan Gürcistan, derin bir krize sürüklendi. Halk, Rusya tarzı “yabancı nüfuz yasası”, homofobik LGBTQ karşıtı propaganda yasası, son seçimlere hile karıştırılması ve AB’ye üyelik müzakerelerinin askıya alınması nedeniyle iktidar partisi Gürcü Rüyası’na karşı ayaklandı. Milyarder Bidzina Ivanishvili Gürcü Rüyası’nın arkasındaki ipleri elinde tutuyor. Kendisi ülkenin en zengin oligarkı ve neredeyse hükümetin tüm bütçesine ve ülkenin GSYİH’sının beşte birine denk gelen 6.4 milyar dolar servete sahip. Kendisi ve partisi, Batı ile çatışmaları ve Rusya’ya olan eğilimleri ne olursa olsun, ülke halkının, servetinin ve kaynaklarının yağmalanması ve sömürülmesinde tüm emperyalist güçler ve çok uluslu şirketlerle işbirliği yapmakta.

Böylesi bir otoriterlik ve sömürüden bıkan Gürcü halkı, hükümetlerini protesto etmek, demokrasi ve eşitlik için kitlesel gösteriler düzenledi. Gürcü Rüyası, protestoları bastırmak ve protestocuları tutuklamak suretiyle son derece acımasız bir şekilde karşılık verdi. Ancak hareket, geri adım atacağına dair hiçbir işaret göstermiyor ve biz bu yazıyı yayımlarken kitlesel protestolar üst üste yirmi dördüncü gündür devam ediyor. Ülke bıçak sırtında duruyor.
Tempest’tan Ashley Smith ve Posle Media’dan Ilya Budraitskis, Gürcü aktivist ve akademisyenler Ia Eradze, Luka Nakhutsrishvili ve Lela Rekhviashvili ile ayaklanmanın kökleri, gidişatı ve Gürcistan’ın küresel kapitalizm ve emperyalist düzen içindeki yeri üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi.


Ilya Budraitskis & Ashley Smith: Gürcistan halkı Hükümete karşı yeni bir kitlesel protesto hareketiyle ayağa kalktı. Bu hareketin kökleri kısmen Gürcü Rüyası’nı yeniden iktidara getiren son seçim sonuçlarına bir tepki. Neye dayanarak aday oldular? Muhalefet partileri ve platformları nelerdi? İnsanlar bu seçeneklerden memnun muydu? Sonuçlar ne oldu? Seçimlere hile karıştırıldı mı?


Luka Nakhutsrishvili: Gürcü Rüyası hükümetine karşı kitlesel bir demokratik ayaklanmanın ortasındayız. Yüz binlerce kişi Tiflis’in ana meydanında ve ülkenin dört bir yanındaki şehir ve kasabalarda barışçıl protesto gösterileri düzenliyor. Geçtiğimiz iki hafta içinde, Tiflis’in her yerinde sürekli protesto yürüyüşleri düzenlendiğini gördük. Giderek daha fazla sayıda meslek grubu ve mahalle kendi kendine örgütlenmeye başladı. Bu, yakın tarihimizde eşi benzeri görülmemiş bir durum.
Protestoların asıl kaynağı, Viktor Orban’ın Macaristan’da hükümetini otoriter bir rejime dönüştürmek için kullandığı senaryoyu takip eden iktidar partisinin yarattığı derin meşruiyet krizidir. Ancak Gürcistan Rüyası, illiberal demokrasi anlayışını, Orban tarzının ötesine taşıyarak, seçimlere hile karıştırdı ve protestoculara daha çok Belarus ve Rusya’yı andıran bir biçimde baskı uyguladı. Avrupa Birliği ile katılım müzakerelerinin askıya alınması sadece son damla oldu. Geçtiğimiz iki yıl içinde Gürcü Rüyası dramatik bir aşırı sağa dönüş yaptı. 2012’de iktidara geldiğinde sosyal demokrat olduğunu iddia ediyordu ve Avrupa Parlamentosu’ndaki sosyalist bloğun bir parçasıydı. Pek çok kişi Rusya’ya meyledebileceğinden endişe etse de, AB entegrasyonunu ve NATO üyeliğini desteklemeye devam etti. Ancak Rusya’nın 2022’de Ukrayna’yı işgal etmesinden bu yana, Avrupa şüpheciliğini benimsemek, sağcı milliyetçiliği kucaklamak, gerici cinsiyet politikalarını savunmak, komplo teorilerini siyasi ana akıma taşımak ve Rusya’ya açık sempati ifade etmek için tam bir U dönüşü yaptı.
Gürcü Rüyası korku tellallığı yapan bir platformda, “savaşı değil, barışı seçin” sloganını, bir yanda yıkılmakta olan Gürcistan, diğer yanda yıkılmış Ukrayna görüntüleriyle birlikte kullandı. İma ettikleri şey açıktı; eğer muhalefete oy verirseniz Gürcistan Rusya tarafından istila ve işgal edilecek.

Gürcü Rüyası’nın tabanına gelince, AB ile bütünleşmeye sempati duyan seçmenlerinin çoğunu kaybetmiş olsa da, LGBT karşıtı yasalarını onaylayan, Washington’un Gürcistan’ı küresel bir savaşa sürükleme planına karşı ve Gürcistan’ın egemenliğini ihlal ettiğini iddia ettikleri AB bürokratlarına düşmanlık besleyen aşırı sağcı milliyetçi seçmenler arasında destek kazandı. Seçmenlerinin geri kalanı, Gürcü Rüyası’nın sinizmi kullanarak manipüle ettiği savaş korkusuyla onları destekledi.
Dört ana muhalefet partisi, seçimlerde Gürcü Rüyası’na meydan okumak için koalisyonlar halinde birleşti. Bunların çoğu bir önceki hükümete bağlı olan, teknokrat müesses nizamın partileriydi ve halkın büyük çoğunluğun derdine deva olamayacaklarını gösterdiler. Seçmenlerin çoğu onları sevmiyor ve Gürcü Rüyası’nı yenmek ya da en azından salt çoğunluğu kazanmalarını ve tek başlarına iktidar olmalarını engellemek için taktiksel olarak onlara oy verdiler.

IB & AS: Sonuçta Gürcü Rüyası, sonuçlara hile karıştırdığına dair geniş çaplı iddiaların ortasında çoğunluğu kazandı. Bu doğru mu?

LN: Evet. Anketler en büyük parti olarak kalacağını ancak tek başına hükümet kuracak kadar oy alamayacağını gösteriyordu (Polonya’da geçen yıl yapılan seçimlerde Kaczynski’nin aşırı sağcı partisi gibi). Hiç kimse yüzde 54 oyla kazanacağını tahmin etmiyordu. Bu sonucu garantilemek için, akla gelebilecek her türlü otoriter hileye başvurdular, temelde halkın çoğunun kırılgan sosyal durumunu –ki bu durumu kendileri sistematik olarak yeniden üretti– bir iktidar aracına dönüştürdüler.
Parti, destekçilerinin birden fazla yerde oy kullanmasına yardımcı olmak ve böylece sonuçlarını yükseltmek için oy dönme dolabı dediğimiz şeyi organize etti. Gürcü Rüyası ayrıca, insanların tıbbi bakım da dâhil olmak üzere asgari sosyal refah sistemimize erişimini kesme tehdidiyle insanları kendisine oy vermeye zorladı. Öğretmenler gibi kamu sektöründe çalışanları işlerini kaybetme tehdidiyle korkuttular.
Güvenlik güçleri, yakınları hapiste olan insanlara Gürcü Rüyası’na oy vermedikleri takdirde adil yargılanmayacaklarını söyledi. Muhalefet partilerini desteklediğini bildikleri kişilerin oy kullanmalarını zorlaştırmak için kimlik kartlarını ellerinden aldılar.
 Yüz binlerce göçmenin oy kullanmasını çok zorlaştırdılar. Neden mi? Çünkü bu grup, politikacılardan ve yoksulluktan duydukları hayal kırıklığı nedeniyle ülkeyi terk etmişti ve muhalefete oy verme eğilimindeydiler.
Daha sonra Gürcü Rüyası, cumhurbaşkanının seçim yasalarının kitlesel ihlali nedeniyle seçimlerin anayasaya aykırı olduğunu ilan etmek için açtığı davayı bozdu. Parlamentoyu toplamak için kontrol ettikleri mahkemenin kararını bile beklemediler –ki bu da Anayasa’yı açıkça ihlal eden bir durum. Böylece Gürcü Rüyası, seçimlere ne kadar bariz ve fena bir şekilde hile karıştırdıklarının yarattığı meşruiyet krizini daha da şiddetlendirmek adına her şeyi yapmış oldu.

IB & AS: Ayaklanmanın tetikleyicisi Gürcü Rüyası’nın Avrupa Birliği’ne katılım sürecini askıya alma kararıdır. Özellikle Gürcülerin çoğunluğunun entegrasyonu desteklediği göz önüne alındığında neden böyle bir karar aldı?

Ia Eradze: Gürcistan Rüyası muhtemelen seçimlere hile karıştırmasının ardından çok az protesto ile karşılaştığı için katılım müzakerelerini askıya aldı. Ayrıca kendi iktidarını tehdit eden AB’nin demokratik reform şartlarını da kabul etmek istemiyor. Son olarak Rusya’nın perde arkasından baskı yaptığına şüphe yok.
Görüşmeleri askıya almaları durumu değiştirdi ve benim gibi seçim sonuçları karşısında şoke olan insanları uyandırdı. Yaklaşık iki hafta boyunca felç olmuş gibi hissettim. Hiçbir şey yapamadım. Seçimlerden sonra muhalefet partileri tarafından organize edilen gösteriler oldu ama o kadar büyük değildi.

Katılımın az olması kolektif felcin bir sonucuydu. İnsanların Gürcü Rüyası’na böyle bir zafer kazandıran hilelerin büyüklüğünü kavramaları haftalar aldı. Hayal kırıklığı yüzeyin altında birikmeye başladı. Gürcü Rüyası’nın Anayasamızı ihlal ederek katılım müzakerelerinin askıya alındığını açıklaması, biriken öfkenin barajını yıktı ve bu öfke tüm ülkeye yayıldı.
Açıklamaları pek çok açıdan büyük bir şans. Otoriter bir yönetim kurarken AB müzakerelerine devam ediyormuş gibi sahte anlaşmalar yapmalarından gerçekten korkuyordum. Bu çok daha kötü olurdu. Neyse ki bizim için aşırıya kaçtılar ve şimdi hükümete karşı kitlesel bir hareketin ortasındayız.
Çoğu insan sadece AB üyeliğini protesto etmiyor. Otoriter bir hükümetin Anayasamızı, haklarımızı ve geçim kaynaklarımızı hoyratça çiğnemeye devam etmesini engellemek için sokaklardayız. Gürcistan Rüyası’nın okullardan mahkemelere kadar tüm devlet kurumlarını kendine ve onu kontrol eden oligarkların çıkarlarına hizmet edecek araçlara dönüştürmesine karşı demokrasimizi savunmak için protesto ediyoruz. 

Hükümet ayaklanmamıza tam bir vahşetle karşılık verdi. Devrim planladıklarını iddia ettikleri insanların evlerine baskınlar yapmaya başladılar. Bazı muhalefet liderlerini tutukladılar. Rejim gün geçtikçe daha otokratik bir hal alıyor. Yaklaşık 500 kişi tutuklandı ve bunların çoğu dövüldü; bazılarına işkence yapıldı (kamu avukatı bile birçok tutukluya yapılan muamele işkence olarak değerlendirilmektedir). Son birkaç gün içinde insanların polis tarafından sokaklardan kaçırıldığını gördük. Tutuklular arasında profesörler, üniversite ve okul öğrencileri, sanatçılar ve doktorlar var.
IB & AS: Protestolar neye benziyor? Hangi gruplar ve sınıflardan insanlar katılıyor ve AB’ye katılım onlar için neden önemli? Bunlar özel yasayı protesto edenlerle aynı kişiler miydi? Protestocuların temel talepleri nelerdir?
Ia E: Çok kalabalıklar. Ülkedeki 3.8 milyon insanın büyük bir kısmı gösterilere katıldı. Yaklaşık bir milyon nüfuslu Tiflis’te her gün gün boyu ve gece boyunca en az 100.000 kişi, bazı günler ise 150.000’den fazla kişi protesto gösterileri düzenliyor. Bu protestolar yabancı ajan yasasına karşı düzenlenen bahar protestolarından çok daha büyük ve sadece Tiflis’te de değil. Ülke genelinde, sadece büyük ilçelerde değil, kırsal kesimdeki küçük kasabalarda da gerçekleşiyor. Ve bahar protestolarından çok daha çeşitlidirler. Her yaştan insan harekete katıldı. Gençler yoğunlukta ama herkes bir şekilde dışarıda. Profesyonellerden işçilere kadar farklı sınıflardan insanlar gösterilerde yer alıyor. Seyretmesi gerçekten çok güzel.
Herkes karşı karşıya olduğumuz tehlikenin farkında. Ben eğitimi savunmak için eylemler düzenleyen bir girişimin parçasıyım. Toplumun farklı kesimlerinden sayısız başka grup da aynı şeyi yapıyor. Bunların hiçbiri çok koordine değil. Ayrı ayrı örgütlenmiş girişimlerin bir araya gelerek kitlesel protestolara dönüşmesi gibi.
Sabah uyandığımda, hangisine katılmak istediğimi anlamak için protesto programına bakıyorum. Bir gün kendimi dört farklı protestoda buldum. Sayıları çok fazla çünkü hepsi kendi kendini organize ediyor.
Bu gerçeklik, protestoları bir komplo, yabancı güçler ve onların yerel ajanları tarafından kışkırtılan bir “Maidan” olarak göstermeye çalışan hükümet medyasıyla çelişiyor. Durum öyle değil, kendiliğinden ve merkezi olmayan bir şekilde gelişti. Eğer bu kadar merkezi bir şekilde planlanmış olsaydı, mitinglere gider ve organize konuşmacıların yer aldığı bir platform görürdünüz. Böyle bir şey konusu değil. Aslında gösterilerin yapıldığı Tiflis’in ana meydanında sahne yok, konuşmalar yok ve muhalefet partileri protestolara öncülük etmiyor. Gün içinde organize bir slogan bile atılmıyor. Protestoların çoğu hükümeti sessiz bir şekilde protesto etmekten ibaret. Bununla birlikte enerji inanılmaz. Ancak hareket yavaş yavaş kolektif sesini bulmaya başladı; şimdiden iki temel talebi dile getirdi: yeni seçimler ve hapisteki tüm protestocu ve aktivistlerin derhal serbest bırakılması.

LN: Protestonun bu kadar merkezsiz olması karşısında diline bakınca ilginç bir durum gözleniyor. Protestocular, bu ülkede yanlış olan her şeyin sembolü haline gelen parlamento binasına havai fişeklerle ateş ediyor ve lazer gösterileri yapıyorlar. Konserler düzenliyor ve güvenlik güçlerinin göstericileri hapsetmek ve parlamentodan ayırmak için kullandığı metal çitlere vuruyorlar.
Gecenin ilerleyen saatlerinde protestolar sokaklarda özel kuvvetlere karşı yoğun partizan çatışmalara dönüşüyor. Hükümetin korkusunun ve baskıya yöneldiğinin bir işareti olarak, havai fişekler, lazer ve yüz kapatma yasaklandı.


Ia E: Bu kendiliğindenliğin ortasında, insanların gösterilerde bir araya gelen küçük girişimler halinde örgütlenmeye başladığını vurgulamak istiyorum. Ancak merkezi olmayan bir şekilde planlama yapılıyor, hedefler seçiliyor ve bir hareket organize ediliyor. Örneğin, protestolar bir dizi kamu kurumunu hedef almış ve bu kurumların harekete iftiralarına ya da rejimin acımasızlığını desteklemelerine karşı çıkmıştır. Bu kurumlar arasında Kamu Yayıncısı, ülkenin ana ulusal tiyatrosu, Eğitim Bakanlığı, Yazarlar Evi, Ulusal Sinema Merkezi, Adalet Sarayı ve Ulusal Eğitim Kalitesini Geliştirme Merkezi bulunmaktadır.
Bazı durumlarda kamu görevlilerinin dışarıda gösteri yapanlara katıldığına tanık olmak çok etkileyiciydi. Kamu görevlileri ayrıca, parti sadakati ile devlet kurumları arasındaki çizgiyi silmeyi amaçlayan bir hükümetin baskısına rağmen dilekçeleri imzalamaya ve yürüyüşler düzenlemeye başladılar.
Muhalefet partileri şu anda harekette neredeyse hiçbir rol oynamıyor. Batı medyasının söylediklerinin tersine bir kenara itilmiş durumdalar. İnsanlar bu partilerin en azından gösterilerde sıcak çay sağlamak gibi bir şey yapmaları gerektiğine dair şakalar yapıyor.
LN: Ancak muhalif medya, malum nedenlerden dolayı varlıklarını abartılı bir şekilde yansıtıyor. Kendi desteklerini arttırmak istiyorlar. Gürcü Rüyası’nın medya propagandası da insanları bu protestoların “radikal muhalefet” tarafından başlatıldığına ikna etmeye çalışıyor. Ancak protestolara katıldığınızda, aslında ihmal edilebilir bir güç olduklarını ve çok az şey yaptıklarını görüyorsunuz.
Bu politikacılardan bazıları oynadıkları rolün önemsizliğinin o kadar bilincine vardılar ki artık gösterilerde kendileriyle röportaj yapılmasını reddediyorlar. Sonuç olarak, şu anda röportaj verenler, birçoğu gaz maskeli olan genç insanlar ve onların söyledikleri, politikacılardan duyabileceğiniz her şeyden çok daha mantıklı.

IB & AS: Bu protestolar Ukrayna’daki Maidan ayaklanmasına çok benziyor. O ayaklanmalar da öğrenciler arasında başlamış ve daha sonra acımasız bir baskıyla karşılaştıklarında hızla toplumun geri kalanına yayılarak hükümeti deviren militan bir kitlesel ayaklanmaya dönüşmüştü. Hükümetteki istifalar ve muhalif siyasetçilerin protestolara katılması gibi bölünmelerle birlikte Gürcistan’daki ayaklanmanın da aynı yolu izleyebileceğini düşünüyor musunuz?

Ia E: Bu krizin kurumsal, barışçıl ve yasal bir şekilde nasıl çözülebileceği artık hayal bile edilemez. Ülkemiz, halk ile hükümet arasında topyekûn bir çatışma içinde…

LN: Olaylar açıkça tırmanıyor. Hükümet gözetim, baskınlar ve acımasız baskılara yöneldi. Ama kimse sokaklardan korkmuyor. Hareket artık yeni seçimler değil, hükümetin kendisinin gitmesini talep ediyor, de hemen. Kitlelerin hissiyatı ya biz ya onlar şeklinde. Şu anda bir kırılma noktasında ve Gürcü Rüyası’nın yönetme kapasitesine meydan okumak için çatışmanın tırmanıp tırmanmayacağını göreceğiz.
Ukrayna Maidan’ı ile benzerliklere gelince, ironik bir şekilde, Yanukoviç’in yaptığı gibi AB görüşmelerini iptal etmekten maskeleri yasaklamaya ve sokak haydutlarını harekete geçirmeye kadar Maidan senaryosunu takip eden Gürcü Rüyası’dır. Mevcut ayaklanmayı, iç ve dış düşmanlarının Gürcistan’ı “Maidanlaştırma” girişiminden başka bir şey olarak anlamlandıramıyor gibi görünüyorlar. Bu Maidan takıntısı, hükümetin bu protestoları anlamakta ve bastırmakta başarısız olmasının nedenlerinden biri olabilir.
Lela Rekhviashvili: Ayrıca, Gürcü Rüyası Maidan ayaklanmasını insanları protesto etmekten korkutmak için kullandı ve istismar etti. Eğer devlete bu şekilde meydan okursanız, Rusya’nın müdahale edeceğini ve bizim de Ukrayna gibi istila, işgal ve savaşa maruz kalacağımızı söylediler. Bunu seçim boyunca da yaptılar.
Ancak Gürcü Rüyası kibirleri ve belki de aptallıklarıyla, şeytanlaştırdıkları kitlesel muhalefeti kışkırttı. Onların otoriterliği bu muazzam gösteri dalgasının ana nedenidir. Şimdi, giderek otokratikleşen bir hükümet ile geri adım atma emaresi göstermeyen bir kitle hareketi arasında bıçak sırtındayız.
IB & AS: Anlattığınız tüm senaryo, hükümetin normal işlevlerinin bir krizi çözemediği dünyadaki diğer birçok ayaklanmaya benziyor. Genellikle bu tür durumlarda insanlar hükümete alternatifler, devlete alternatif oluşturabilecek halk meclisleri yaratırlar. Bahsettiğiniz tüm bu öz örgütlenmenin bir araya gelerek daha üst düzey birlik ve demokratik karar alma mekanizmaları oluşturduğuna dair işaretler var mı? LN: Henüz değil. Bu noktada insanlar harekete geçiyor ve göz yaşartıcı gaza dayanmanın, baskıdan kaçmanın ve yetkililer tarafından basılıp tutuklanmaktan kaçınmanın yeni yollarını buluyorlar.
Ia E: İnsanlar örgütlenmeye başlıyor. Çeşitli gruplar ve çeşitli hareketler ortak projeler üzerinde birleşti. Bunun en iyi örneği, birçok gücün bir araya gelerek kamu yayın kanalını yanlı yayınları nedeniyle protesto etmesi ve protestoyu canlı yayınlamalarını ve katılımcılarla röportaj yapmalarını talep etmesi ve sonuçta kanalı uzlaşmaya zorlamasıdır. Örnekler var, ancak insanlar henüz hareketi tartışmak ve girişimleri kolektif olarak planlamak için halk meclisleri organize etmedi.
LN: Aramızda analiz yapan ve yazanlar bile geçen ay yaşananları yeni yeni anlamaya başlıyor. Tüm bu süreç bizi çok etkiledi. Hileli seçimlerden duyulan hoşnutsuzluk sürekli bir protestoya yol açamadığından, daha küçük topluluklar içinde örgütlenen yavaş bir direniş için hazırlık yapmaya başlamıştık. Ancak daha sonra protestolar patlayarak hükümetle karşı karşıya gelen geniş çaplı bir harekete dönüştü. IB & AS: Gürcistan, küresel ticaret için bir geçiş bölgesi olarak oynadığı rol nedeniyle çeşitli büyük emperyal güçler (ABD, AB, Rusya ve Çin) arasında sıkışmış görünmektedir. Gürcistan’ın küresel kapitalizmdeki rolünü açıklar mısınız? Gürcistan Rüyası’nın AB üyeliğini askıya alması küresel kapitalizmdeki konumunu değiştirir mi? Rus kapitalizmine daha fazla entegre olur mu?

LR: Gürcistan, emperyal güçlerin kalkınma maskesi altında yağmacı bir ekonomik sistemin kurulmasını kolaylaştırdığı tipik bir çevre ülkesidir. AB ve ABD, 1990’ların başından bu yana ülkenin siyasi ekonomisini önemli ölçüde şekillendirerek sürdürülemez çelişkilerin ortaya çıkmasına katkıda bulundu. Bir yandan Gürcistan’ın demokratik olmasını istiyorlar, ancak diğer yandan, başta en güçlü oligark Ivanishvili olmak üzere, yerel kapitalistler ülkeyi kâr için yağmalamak istiyor. 
Onların kalkınma programını uygulamak ve bir demokrasiyi sürdürmek imkânsız. Neden mi? Çünkü yağma ve yoksullaştırma, kalkınma stratejisine meydan okuyan muhalefeti kışkırtıyor. Bu direnişi kontrol altına almak için baskı ve bununla birlikte otoriterliğe dönüş gerekiyor.
Özellikle Gürcistan’ın bir “enerji merkezi” ve “yeşil” enerji koridorunun bir parçası haline gelmesi AB ve Gürcistan hükümetinin ortak hedefi olduğundan, enerji sektörü bu çelişkinin iyi bir örneğidir. 1990’larda, ama özellikle 2003’teki Gül Devrimi’nden bu yana, Batılı hükümetler, yardım kuruluşları (örneğin USAID) ve kalkınma bankaları (örneğin Dünya Bankası, Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası) enerji sektörünün özelleştirilmesini ve serbestleştirilmesini kolaylaştıracak devlet kurumlarının oluşturulmasında önemli bir rol oynadı.
2008 yılına gelindiğinde Gürcistan, Sovyetlerden miras kalan 50 kadar hidroelektrik santralinin 2 tanesi hariç hepsini özelleştirmişti. Batılı kurumlar özelleştirmeyi ve doğrudan yabancı yatırıma bağımlı bir ekonomi yaratılmasını desteklerken, enerji santrallerini ve enerji dağıtım tesislerini satın alanlar ağırlıklı olarak Rus sermayesiydi.
Özelleştirme yoluyla DYY (doğrudan yabancı yatırım) çekme fırsatları ortadan kalkınca, hükümet -yine Batılı aktörlerle işbirliği içinde- AB’nin yeşil dönüşüm gündeminin bir parçası olarak yeşil hidroelektrik santrallerini teşvik etmeye başladı. Mevcut kapasiteler yurtiçi elektrik talebini neredeyse karşılıyor olsa bile, hükümet 2024 yılına kadar ülke genelinde 214 yeni hidroelektrik santrali için sözleşme imzaladı. Finansal sermayeyi çekmek için arazi ve su kaynakları nominal fiyatlarla sunulmuş ve devletin yatırımcıları bir dizi finansal, bürokratik ve siyasi riskten koruyacağı sözü verilmişti.
Yeni hidroelektrik projelerinin çıkarcı doğası göz önüne alındığında, yerel halk hareketleri bu tür projelere, özellikle de Namakhvani, Nenskra, Khudoni gibi büyük projelere karşı çıkmış ve bazen iptal ettirmeyi veya engellemeyi başarmıştır. Hükümet, AB’nin Azerbaycan, Gürcistan, Romanya ve Macaristan arasında bir ‘yeşil enerji koridoru’ oluşturmaya başlaması ve Karadeniz’in altından geçecek bir elektrik kablosunu finanse etmeyi taahhüt etmesiyle, 2022’de karşı çıkılan tüm hidroelektrik santral projelerini canlandırmak ve yenilerini önermek için yeni bir ivme kazandı.
Başta Avrupa Enerji Topluluğu olmak üzere Avrupa kurumları, Gürcistan hükümetinin elektrik ihracatının kalkınma gündeminin kilit noktası olduğunu ilan ettiği ve daha önce tartışmalı olan tüm büyük hidroelektrik santrallerini inşa etme taahhüdünde bulunduğu planlama faaliyetlerine katıldı.
Yeni hidroelektriğin “yeşil geçiş” gündemi ve kalkınmanın her derde devası olarak tanıtılmasından bu yana geçen 15 yıl boyunca, bir dizi yerel kapitalist inşaat sürecinden nasıl faydalanacaklarını öğrenmiş, bazıları yeni santralleri kripto para madenciliğiyle ilişkilendirmiş ve böylece sektörün genişlemeye devam etmesi için güçlü bir yerel lobi oluşturmuştu.
Gürcü Rüyası, hidroelektrik karşıtı muhalif hareketleri ana düşmanlarından biri olarak ilan ediyor. Gürcistan’ın ekonomik kalkınmasına yönelik bu tür muhalefeti bastırmak için Yabancı Ajanlar Yasası’nın kabul edilmesi de dâhil olmak üzere iktidarın pekiştirilmesinin önemli olduğunu açıkça beyan ediyorlar.
Gürcistan hükümetinin Batılı güçlerle işbirliği içinde ve Rus ve Çin sermayesi de dâhil olmak üzere (enerjide öne çıkmayan ancak ulaşım altyapılarında öne çıkan) başkalarının yararına hazırladığı kalkınma gündeminin demokratik olarak uygulanmasının imkânsız olmasa da zor olduğunu söylerken kastettiğim budur. Dolayısıyla Gürcü Rüyası tıpkı siyasi öncülleri gibi, yerel ve uluslararası sermayenin çıkarlarına daha iyi hizmet edebilmek için otoriterliğe yöneliyor.
AB entegrasyonunun bozulmasının tehlikeli olduğunda ısrar ettiğimizde, bunun nedeni AB entegrasyonunun sorunlu sonuçlarından habersiz olmamız ya da sağ popülizmin Avrupa’nın hem merkez hem de çevre ekonomilerini nasıl sarstığını ve birçok Avrupa ülkesinin Filistin’de ortak savaşlarını, soykırımlarını yürütürken insan haklarına, uluslararası hukuka, BM’ye, UCM’ye ve UAD’ye olan bağlılıklarını nasıl ayaklar altına aldıklarını bilmememiz değildir. Bunun aksine, bizim için mevcut otoriter konsolidasyonun aynı sorunlu ekonomik kalkınma gündemini daha da acımasız bir yüzle ortaya çıkarmaya hizmet ettiği ve buna karşı protesto olasılığını bile bastırdığı çok açık. Bu, sosyal ve siyasi hakların korunmasına ilişkin en temel mekanizmalar tarafından periferide olmanın en kötü etkilerinden korunmadan Avrupa’nın periferisi olmak anlamına gelmekte.
Peki ya Rusya ve Çin? Rusya hakkında pek bir şey söyleyemeyiz çünkü yaptıkları tüm anlaşmalar kamuoyu önünde değil perde arkasında gerçekleşti. Rusya Gürcistan’a baskı yaptı mı? Muhtemelen öyle ama bunun mahiyeti hakkında detaylı bilgiye sahip değiliz. Ancak Rus yetkililerin AB-Gürcistan ilişkilerinin bozulmasından memnuniyet duyduklarını açıkça gözlemleyebiliyoruz.
Çin de sessiz kaldı ama ekonomik çıkarları açık. Gürcistan’ı Avrupa pazarına erişim sağlayan bir geçiş bölgesi olarak görüyor.   Gürcistan, özellikle Rusya’nın emperyalist Ukrayna işgalinin Çin’in Avrupa’ya giden kuzey yolunu kesmesinden sonra önem kazanmıştır.
Alternatif güzergâhlardan biri olan ve Gürcistan’dan geçen Kuşak ve Yol Girişimi’nin orta koridoru şimdi çok daha önemli hale geldi. Çin’in en son isteyeceği şey ticaretlerini sekteye uğratacak herhangi bir istikrarsızlıktır. Katılım ya da otoriterlik umurunda değil, yeter ki rota açık kalsın. LN: Lela’nın Gürcü Rüyası’na dair açıklaması, onu bir tür anti-emperyalist parti olarak gösteren kampistlerin açıklamasından çok daha iyi. Ancak gerçek çok daha banal: Gürcistan, İvanişvili’nin daha az varlıklı işadamları ve siyasetçilere ayrıcalıklar tanıyarak elitlerin sadakatini sağladığı ve başta yargı olmak üzere ilgili tüm devlet kurumlarının bu kişilerin çıkarlarını korumak üzere ele geçirildiği oligarşik bir rejimdir. Dolayısıyla Gürcistan’da oligarşik sistemi yeniden üreten özerk bir iç dinamik mevcuttur. Bu dinamik hiçbir şekilde sadece küresel ya da Batı sermayesiyle etkileşime indirgenemez.
Kampistler bunu anlamıyor ve sonunda Gürcü Rüyası’nın yabancı ajanlar yasasını geçirmekten seçimlere hile karıştırmaya ve hatta mevcut hareketi bastırmaya kadar yaptığı her şeyi mazur görüyorlar. Ancak birçok kampistin yorumunun aksine, Gürcü Rüyası’nın durumu ele alış biçimi, hiçbir şekilde yalnızca “Batı emperyalizmi”ne karşı bir tepki değildir; bu, otoriter önlemlerini dolaylı olarak meşru müdafaa olarak haklı çıkarır.
Kampistler Avrupa’yı sömürgeci geçmişi, yeni sömürgeci bugünü ve soykırıma suç ortaklığı nedeniyle kınamakla yetiniyor, sanki mesele bitmiş gibi. Bunların çoğu doğru olsa da, otokratik tabiatına, sömürülmemize ve zulm edilmemize suç ortaklığına rağmen Çin’i bir alternatif olarak sunuyorlar. Böyle alternatif olmaz.
Sol’un demokrasi taahhütlerini bir kenara bırakıp egemenlik adına Gürcü Rüyası’nın otoriter dönüşünü papağan gibi tekrarlamasının felaket olduğunu düşünüyorum. Bu sadece yanlış değil, aynı zamanda siyasi olarak da felakettir. Özgürlükçü siyasete kendini adamış herkes bunu reddetmelidir.
Eğer Sol bunu benimserse, izole ve sahipsiz kalmasını garanti altına almış olacaktır. Demokrasi ve eşitlik için mücadele eden, nesiller boyunca gördüğümüz en büyük hareket üzerinde etkili olacaktır. Sol’u hareketin barikatlarının diğer tarafına koyacaktır.

LR: Bu kampist sol, hükümetin egemenlik ve sömürgecilik karşıtı söylem gibi kavramları kötüye kullanmasını papağan gibi tekrarlıyor. Bunu yaparken de oligarklarımıza ve uluslararası sermayeye hizmet eden ve şu anda kendi halkını şiddetle bastıran bir hükümetle aynı safta yer alıyorlar. Rusya’dan Macaristan’a ve Çin’e kadar otoriter devletler, kendi yağmacı yönetimlerini meşrulaştırmak için Batı’nın emperyalizm ve sömürgecilik konusundaki korkunç sicilini sinik bir şekilde kullanmaktadır. Bu yoldan giden solcular, Sara Wagenecht’in Almanya’da yaptığı gibi kızıl/kahverengi bir ittifakla tehlikeli bir şekilde flört ediyorlar.
IB & AS: Bu transit merkezi durumu göz önüne alındığında, farklı nedenlerle Gürcistan’da çıkarı olan tüm bu güçler -Çin, Rusya, ABD, Avrupa Birliği- ayaklanmaya ve şu anda Gürcistan’daki krize nasıl tepki verdiler?

LN: Bu noktada sadece Batılı güçler hükümetin baskı ve şiddetini kınadı. Ayrıca seçim sonuçlarını da tanımadılar; oysa Çin, Türkiye, İran ve Rusya Gürcü Rüyası’nı zaferinden dolayı tebrik etti. Rusya ayrıca Gürcü Rüyası’nın yardıma ihtiyacı olması halinde asker göndermeye hazır olduklarını belirtti.

Ia E: AB hükümetleri Gürcü Rüyası’nın vahşetini kınamış olabilir, ancak Batılı kalkınma bankaları kınamadı. Neden mi? Çünkü Gürcü Rüyası kredilerini ödemeye devam etme ve anlaşmalı kalkınma projelerini sürdürme konusunda her niyeti gösteriyor. Bankalar ekonomik çıkarlarını demokrasinin önüne koyuyor gibi görünüyor. Aynı zamanda, Gürcü Rüyası’nın ve onu destekleyen ekonomik elitlerin bu bankalar tarafından finanse edilen kalkınma projeleri sayesinde muazzam bir kazanç elde ettiği de aşikâr. Bu da Gürcistan’ın izlediği ekonomik kalkınma rotasının ne tamamen Batı tarafından hükümete dayatıldığını ne de kaçınılmaz olduğunu, aksine Gürcü Rüyası hükümetinin küresel olarak hâkim olan kalkınma söyleminin kurallarını kabul etmek için bilinçli ve oldukça profesyonel bir seçim olduğunu bir kez daha vurgulamamı sağlıyor.

LN: En kötü senaryoda, AB Gürcistan’a demokratikleşmesi için normatif ve siyasi baskı uygulamaktan vazgeçecek ve Azerbaycan, Sırbistan ve diğer Orta Avrupa ve Orta Asya ülkelerinde olduğu gibi bu sefil hükümet döneminde bile Gürcistan ile iş yapmaya devam edecektir. Sırbistan, katılım sürecinde sürekli olarak takılıp kalmış bir ülke olarak özellikle dikkat çekici bir örnek olabilir. AB, Sırbistan’ın otoriterliğini kınarken, ülkede lityum çıkarılmasına ilişkin halktan destek bulmayan sözleşmeleri şart koşuyor. Yurtdışındaki kampistler veya yerel egemenlik yanlılarımız bunu Batı’nın nihayet egemen bir ülkeyi kendi haline bırakması olarak yorumlayabilir. Ancak gerçekte bu bizim için bir sorun olacaktır, çünkü Avrupa çerçevesiyle ilişkilendirilmiş normatif demokrasi ufku, demokrasiyi tamamen yok etmeye kararlı bir hükümet üzerinde halk baskısı oluşturmak için vazgeçilmez bir araçtır. Bu anlamda protestocular için AB, hukukun üstünlüğü, sivil haklar ve eşitliğin sembolüdür.
Bu noktada, kitlesel düzeyde, Avrupa’ya yönelik çaba ve “Gürcistan’ın parlak, Avrupalı geleceğini savunma” dili, demokrasi ve sosyal adalet taleplerini dile getirmek için mevcut tek seçenek gibi görünüyor. O halde soru, Avrupa ufkunun gerçekten çökmesi durumunda insanların bunları nasıl yeniden ifade edeceğidir. “Kolektif Batı”dan yayılan demokrasi ve insan hakları normlarından soyutlanmış bir şekilde siyasi demokrasi ve ekonomik eşitlik için nasıl mücadele edeceğiz, edebilir miyiz?

IB & AS: Bu dinamik durumda sizce Gürcistan Solu, toplumsal hareketler ve sendikalar neyi savunmalı? Gürcü Rüyası’na ve kapitalizm yanlısı muhalefet partilerine meydan okumak için solda siyasibir alternatif oluşturma imkânı var mı?

Ia E: Bunu söylemek çok zor çünkü geçmişte de girişimler oldu ve bunlardan hiçbir şey çıkmadı. Şu anda çok umutluyum çünkü Gürcü Rüyası’nın otoriter dönüşü insanları bir tür siyasi uyanışa zorladı.
Bir parti kurma konusunda konuşmaya başlamamız gerekiyor. Şimdilik insanlar kendi kendine örgütlenen güçleri ortak talepleri yansıtmak üzere bir araya getiren bir platform hareketi örgütlemekten bahsetmeye başladılar. Bu bir süreç başlatabilir.

LN: Bu arada, giderek daha fazla insan Gürcü Rüyası partisinin çıkarlarının hâkim olmayacağı, çoğunlukla yeni sendikalarda sendikalaşma ihtiyacı hissediyor. Bu, iki gelişmeye anında verilen bir yanıt olarak ortaya çıkıyor: Pek çok kişi grevi en etkili barışçıl protesto ve direniş aracı olarak keşfetmiştir, ancak Gürcistan’da yasal açıdan greve gitmek kolay olmadığından, sendika temelinde örgütlenmek bunu denemenin en pratik yolu olarak görünmekte. Daha da önemlisi, pek çok kamu çalışanı, Kamu Hizmeti Kanunu’nda alelacele yapılan yeni sert değişikliklere tepki olarak  Gürcü Rüyası tarafından kabul edilen ve yakında farklı kamu kurumlarındaki partiye sadık yöneticilerin hükümeti eleştiren kamu çalışanlarını yeniden işe almasını ya da onlara baskı yapmasını kolaylaştıracak olan yasa. Birkaç hafta önce “solcu” ya da “Sovyet” anakronizmi olarak aşağılanan grevler ve sendikalar, birdenbire protestoların ortasından doğan organik bir gereklilik olarak öne çıkmaya başladı.
Dolayısıyla ilk görevimiz mücadeleyi inşa etmek ve sürdürmektir. Hükümetin hareketimize verdiği otoriter tepki, insanları demokrasimizi korumak için genel grev gibi liberal muhalefetin itibarsızlaştırmaya çalıştığı strateji ve taktikleri düşünmeye itiyor.

IB & AS: Uluslararası sol bu durumda nasıl bir pozisyon almalı? Ve Gürcistan’ın kendi kaderini tayin, demokrasi ve eşitlik mücadelesine yardımcı olmak için ne yapabiliriz?
LR: Uluslararası sol aslında Gürcistan solu ile aynı soruyla karşı karşıya -AB ve Rusya arasındaki çatışmanın belirsizleştirici çerçevesi nasıl aşılır? Önemli olan jeopolitik rekabetin çevre ülkeleri nasıl sıkıştırdığını anlamak ve açıklamaktır.
Soldaki hiç kimse emperyal güçlerden (ABD, AB, Rusya ve Çin) herhangi birinin bizim çıkarlarımıza hizmet etmesini beklememeli. Rekabetleri ne olursa olsun, yağmacı bir gündemi paylaşıyorlar ve bunu sağlamak için otoriter bir rejimi destekleyecekler. Daha da önemlisi, emperyal güçler arası rekabet ve hegemonya mücadelesi, çevre devletler için ciddiye alınması gereken yeni riskler ve kırılganlıklar yaratıyor. Uluslararası solun daha fazla Gürcü solcu ve aktivistle ilişki kurması iyi olurdu. Bu noktada, Batı emperyalizminin tek suçlu olduğu yönündeki yanlış ve yanıltıcı çerçeveye inanan, kitlesel bir halk hareketini onun maşası olarak suçlayan ve yerel oligarşik rejimi temize çıkaran insanlara kulak vermek yönünde güçlü bir eğilim var.
Eğer uluslararası sol bu insanların izinden giderse, Gürcü Rüyası’nın periferik kapitalizm üzerindeki egemenliğini desteklemiş olacaktır. Batı solundan bazıları bu kadar benmerkezci olmaktan ve eleştirilerini sadece Batı emperyalizmiyle sınırlamaktan vazgeçse iyi olur. Onlardan Batı’yı eleştirmemelerini, bunu daha ciddi bir şekilde yapmalarını ve Batılı olmayan aktörleri de eleştirmelerini istiyorum. Sadece Batı’ya değil, istisnasız kapitalizme ve emperyalizme karşı tutarlı bir duruş sergilemenin tek yolu budur.

LN: Uluslararası soldan temel ricam, bu otoriter rejime karşı verdiğimiz demokrasi mücadelesinde yerel irademizi, Gürcistan halkının iradesini tanımalarıdır. “İkinci Maidan” ve “renkli devrim” söylemlerini tekrarlamayı bırakın. Bu sizi haklı hissettirebilir ama bize ihanet etmenize ve bizi ezen rejim, mazur göstermenize yol açar.

Ia E: Soldaki insanların periferideki insanların iradesinin olduğunu unutması beni hayrete düşürüyor. Bu bir umutsuzluk politikasıdır. Kolektif irademiz ülkemizde ve dünyadaki diğerleriyle dayanışmanın temelidir. Lütfen Gürcü Rüyası’na karşı mücadelemizde yanımızda olun.

Ia Eradze, post-sosyalist alanda finansman üzerine araştırmalar yapan bir politik ekonomisttir. Halen Gürcistan Kamu Politikaları Enstitüsü’nde (GIPA) doçent ve CERGE-EI Vakfı öğretim üyesidir. Aynı zamanda İlia Devlet Üniversitesi Sosyal ve Kültürel Araştırmalar Enstitüsü’nde araştırmacı olarak görev yapmaktadır.
Luka Nakhutsrishvilite Tiflis İlia Devlet Üniversitesi’nde eleştirel teori dersleri vermekte ve aynı üniversitenin Sosyal ve Kültürel Araştırmalar Enstitüsü’nde araştırmacı ve proje koordinatörü olarak görev yapmaktadır. Gürcistan ve Kafkasya’da modernite, popüler direniş ve devrimci kültür projeleri üzerine çalışmaktadır.
Lela Rekhviashvili, Leibniz Bölgesel Coğrafya Enstitüsü’nde araştırmacı olarak çalışmakta ve sosyalizm sonrası Doğu Avrupa ve Avrasya’ya odaklanarak politik ekonomi ve bölgesel coğrafya konusunda uzmanlaşmıştır.
Ilya Budraitskis Posle Media’da editör olarak görev yapmaktadır.
Ashley Smith, Tempest Collective’in bir üyesidir.

Suriye’deki İsyanı Anlamak – Joseph Daher ile Röportaj

Suriye’deki isyan, dünyayı şaşırtarak 54 yıl önce Hafız Esad’ın bir darbeyle iktidarı ele geçirmesinden bu yana Suriye’yi yöneten Esad ailesi diktatörlüğünün düşmesine yol açtı. Rejimin askeri güçleri, emperyal destekçisi Rusya ve bölgesel destekçisi İran, bu düşüşü engelleyemedi. Rejim kontrolündeki şehirler kurtarıldı, binlerce siyasi mahkûm korkunç zindanlarından çıkarıldı ve on yıllar sonra ilk kez özgür, kapsayıcı ve demokratik bir Suriye için yeni bir mücadele alanı açıldı. Aynı zamanda, çoğu Suriyeli, böyle bir mücadelenin devasa zorluklarla karşı karşıya olduğunu biliyor. Bu zorlukların başında, Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) ve Türkiye destekli Suriye Milli Ordusu (SMO) geliyor. Her ne kadar bu güçler askeri zaferin öncüsü olmuş olsa da, otoriter yapıları ve dini-etik ayrımcılık geçmişleri nedeniyle endişe yaratıyorlar. Sol kesimden bazıları, bu isyanın ABD ve İsrail tarafından yönlendirildiğini temelsiz bir şekilde iddia etti. Diğerleri ise bu isyancı güçleri, 2011’de Esad rejimini neredeyse devirmek üzere olan ilk halk devrimini yeniden canlandırıyormuş gibi romantize etti. Ancak bu iki görüş de Suriye’de şu an yaşanan karmaşık dinamikleri tam olarak yansıtmıyor.Bu röportajda, hızla değişen Suriye durumunun ortasında, Tempest, İsviçreli Suriyeli sosyalist Joseph Daher ile Esad rejiminin düşüşüne yol açan süreci, ilerici güçler için umutları ve gerçekten özgürleşmiş, halkın ve toplumun çıkarlarına hizmet eden bir ülke için verilen mücadelede karşılaşılan zorlukları konuştu. 

Tempest: Rejimin düşmesinden sonra Suriyeliler neler hissediyor?

Joseph Daher: İnanılmaz bir mutluluk. Bu tarihi bir gün. Esad ailesinin 54 yıllık zulmü sona erdi. Ülke genelinde, Şam’dan Tartus’a, Humus’tan Hama’ya, Halep’ten Kamışlı ve Süveyda’ya kadar her dinden ve etnik gruptan insanların Esad ailesinin heykellerini ve sembollerini yıktığı halk gösterilerinin videolarını gördük.Tabii ki rejimin cezaevlerinden, özellikle “insan mezbahası” olarak bilinen ve 10.000-20.000 mahkûmu barındırabilen Sednaya hapishanesinden siyasi mahkûmların kurtuluşu büyük bir mutluluk yarattı. Bunların bazıları 1980’lerden beri tutukluydu. Benzer şekilde, 2016 veya öncesinde Halep ve diğer şehirlerden yerlerinden edilmiş insanlar evlerine ve mahallelerine dönerek yıllar sonra ailelerini gördüler.Ancak askeri saldırıların ilk günlerinde, halkın tepkileri başlangıçta karışıktı ve Suriye toplumunun hem içinde hem de dışında farklı siyasi görüşleri yansıtıyordu. Bazı kesimler bu toprakların fethedilmesinden ve rejimin zayıflamasından büyük bir memnuniyet duymuştu, şimdi ise potansiyel düşüşünden mutlular.Bununla birlikte, bazı kesimler HTŞ ve SMO’dan korkuyor. Bu güçlerin otoriter ve gerici doğası ile siyasi projeleri hakkında kaygılılar. Ve bazıları, yeni durumda neler olacağından endişe ediyor. Özellikle Kürtlerin geniş kesimleri ve diğerleri, Esad diktatörlüğünün düşmesinden memnun olmakla birlikte, SMO’nun zorunlu göç ve suikast eylemlerini kınadılar. 

Tempest: Rejimin askeri güçlerini yenen ve çöküşüne yol açan isyancı ilerlemeleri ve olayların sırasını anlatabilir misiniz? Ne oldu?

JD: Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) ve Türkiye destekli Suriye Milli Ordusu (SMO), 27 Kasım 2024’te Suriye rejim güçlerine karşı bir askeri kampanya başlattı ve çarpıcı zaferler kazandı. Bir haftadan kısa bir sürede HTŞ ve SMO, Halep ve İdlib vilayetlerinin çoğunu kontrol altına aldı. Ardından, Şam’ın 210 kilometre kuzeyindeki Hama şehri, Rus hava kuvvetlerinin desteklediği rejim güçleriyle yaşanan yoğun askeri çatışmaların ardından HTŞ ve SMO’nun eline geçti. Hama’dan sonra HTŞ, Humus’un kontrolünü ele geçirdi.Başlangıçta Suriye rejimi, Hama ve Humus’a takviye güçler gönderdi ve ardından Rus hava kuvvetlerinin desteğiyle İdlib ve Halep şehirlerini ve çevresini bombaladı. 1 ve 2 Aralık’ta İdlib’e 50’den fazla hava saldırısı düzenlendi; en az dört sağlık tesisi, dört okul tesisi, iki yerinden edilmişler kampı ve bir su istasyonu etkilendi. Hava saldırıları 48.000’den fazla insanın yerinden edilmesine ve hizmetlerin ve yardımların ciddi şekilde aksamasına yol açtı. Diktatör Beşar Esad, düşmanlarına yenilgiyi vaat etti ve “terörizmin yalnızca güç dilinden anladığını” söyledi. Ancak rejimi her yerden çökmekteydi.Rejim şehirden şehre toprak kaybederken, güneydeki Süveyda ve Dera vilayetleri kendilerini özgürleştirdi; HTŞ ve SMO’dan farklı ve bağımsız olan yerel halk içinden çıkmış silahlı muhalefet güçleri kontrolü ele geçirdi. Rejim güçleri, Şam’ın yaklaşık on kilometre yakınındaki yerleşim yerlerinden çekildi ve İsrail’in işgali altındaki Golan Tepeleri’ne komşu Kuneytra vilayetindeki mevzilerini terk etti.Ne HTŞ ne de SMO’ya bağlı çeşitli silahlı muhalif güçler başkente yaklaşırken Şam’ın banliyölerinde gösteriler çoğaldı, Beşar Esad’ın tüm sembollerinin yakıldı ve rejim güçleri çöktü ve çekildi. 7-8 Aralık gecesi Şam’ın kurtarıldığı duyuruldu. Beşar Esad’ın tam olarak nerede olduğu ve kaderi başlangıçta bilinmiyordu, ancak bazı bilgiler Moskova’nın koruması altında Rusya’da olduğunu gösteriyordu.Rejimin düşüşü, askeri, ekonomik ve siyasi açıdan yapısal zayıflığını kanıtladı. Adeta bir kartondan ev gibi çöktü. Bu şaşırtıcı değildi çünkü askerlerin büyük çoğunluğu Esad rejimi için savaşmaya gönüllü değildi; düşük maaşlar ve kötü koşullar nedeniyle kaçmayı veya savaşmamayı tercih ettiler, özellikle de birçoğu zorla askere alınmış olduğu için.Güneydeki bu dinamiklerin yanı sıra, isyancıların saldırısının başlangıcından bu yana ülkenin farklı bölgelerinde başka olaylar da yaşandı. Öncelikle, SMO, Halep’in kuzeyindeki Kürtlerin liderliğindeki Suriye Demokratik Güçleri (SDG) kontrolündeki topraklara saldırılar düzenledi ve ardından SDG’nin hakimiyetindeki kuzeydeki Menbiç şehrine karşı yeni bir saldırı başlattığını duyurdu. 8 Aralık Pazar günü, Türk ordusu, hava kuvvetleri ve topçularının desteğiyle SMO şehre girdi.İkinci olarak, SDG, rejim güçlerinin ve İran yanlısı milislerin diğer bölgelere yeniden konuşlanmak üzere geri çekilmesinin ardından, rejim güçlerinin kontrolündeki Deyrizor vilayetinin çoğunu ele geçirdi. SDG, ardından rejimin hâkimiyeti altındaki kuzeydoğudaki geniş bölgeler üzerinde kontrolünü genişletti.

Tempest: İsyancı güçler kimlerdir ve özellikle ana isyancı oluşumlar olan HTŞ ve SMO kimlerdir? Politikaları, programları ve projeleri nelerdir? Halk sınıfları onlar hakkında ne düşünüyor?

Joseph Daher: HTŞ’nin liderlik ettiği askeri kampanya ile Halep, Hama, Humus ve diğer bölgelerin başarılı bir şekilde ele geçirilmesi, bu hareketin birkaç yıl içinde hem siyasi hem de askeri olarak daha disiplinli ve daha yapılandırılmış bir organizasyona dönüşümünü birçok yönden yansıtmaktadır. HTŞ artık insansız hava araçları üretebilmekte ve bir askeri akademi işletmektedir. Son birkaç yılda hem baskı hem de dahil etme yöntemleriyle belirli bir sayıda askeri grup üzerinde hegemonyasını dayatmayı başarmıştır. Bu gelişmelere dayanarak, bu saldırıyı başlatacak konuma gelmiştir.HTŞ, kontrol ettiği bölgelerde yarı-devlet aktörü haline gelmiştir. Suriye Kurtuluş Hükümeti (SKH) adını verdiği bir hükümet kurmuş, bu hükümet HTŞ’nin sivil yönetimi olarak hareket etmekte ve hizmet sunmaktadır. Son birkaç yılda, HTŞ ve SKH, kendi yönetimlerini normalleştirmek amacıyla bölgesel ve uluslararası güçlere rasyonel bir güç olarak kendilerini sunma isteği göstermiştir. Bu çaba, özellikle eğitim ve sağlık gibi temel sektörlerde, finansal kaynaklar ve uzmanlıktan yoksun olan SKH’nin bazı sivil toplum kuruluşlarına daha fazla alan tanımasına yol açmıştır.Bu durum, HTŞ’nin kontrol ettiği bölgelerde yolsuzluk olmadığı anlamına gelmez. HTŞ, otoriter önlemler ve polis gücü aracılığıyla yönetimini sağlamlaştırmıştır. HTŞ, ideolojisine aykırı gördüğü faaliyetleri özellikle bastırmış veya sınırlamıştır. Örneğin, HTŞ, kadınlara, özellikle kamplarda yaşayanlara destek veren birkaç projeyi, bu projelerin cinsiyet eşitliği gibi kendi yönetimine düşman fikirleri teşvik ettiği gerekçesiyle durdurmuştur. HTŞ ayrıca siyasi muhalifleri, gazetecileri, aktivistleri ve eleştirmen veya muhalif olarak gördüğü kişileri hedef almış ve gözaltına almıştır.Hâlâ birçok güç, özellikle ABD tarafından terör örgütü olarak tanımlanan HTŞ, kendini daha ılımlı bir aktör olarak göstermeye çalışmakta ve artık rasyonel ve sorumlu bir aktör olarak tanınmayı hedeflemektedir. Bu dönüşüm, 2016 yılında El Kaide ile bağlarını koparması ve siyasi hedeflerini Suriye ulusal çerçevesinde yeniden yapılandırmasıyla başlamıştır. HTŞ ayrıca El Kaide ve IŞİD ile bağlantılı kişi ve grupları baskı altına almıştır.Şubat 2021’de, bir ABD’li gazeteciye verdiği ilk röportajında lideri Ebu Muhammed el-Colani (gerçek adı Ahmed el-Şaraa), kontrol ettiği bölgenin “Avrupa ve Amerika’nın güvenliğine bir tehdit oluşturmadığını” ifade etmiş ve yönetimi altındaki bölgelerin yurtdışına yönelik operasyonlar için bir üs haline gelmeyeceğini belirtmiştir.Kendisini uluslararası arenada meşru bir muhatap olarak tanımlama çabasında, grubun terörizmle mücadeledeki rolünü vurgulamıştır. Bu değişim kapsamında, bazı bölgelerde Hristiyanların ve Dürzilerin dönüşüne izin verilmiş ve bu toplulukların bazı liderleriyle temaslar kurulmuştur.Halep’in ele geçirilmesinden sonra, HTŞ kendini sorumlu bir aktör olarak sunmaya devam etmiştir. Örneğin, HTŞ savaşçıları, bankaların önünde video çekimleri yaparak özel mülk ve varlıkları korumak istediklerini ifade etmişlerdir. Ayrıca, sivilleri ve azınlık dini topluluklarını, özellikle Hristiyanları koruyacaklarına dair söz vermişlerdir; çünkü bu toplulukların kaderinin yurtdışında yakından izlendiğini bilmektedirler.Benzer şekilde, HTŞ, Kürtler ve İsmaililer ile Dürziler gibi İslami azınlıkların korunacağına dair birçok açıklama yapmıştır. Ayrıca Alevilere yönelik bir açıklama yayınlayarak, onları rejimle bağlarını koparmaya çağırmış; ancak onları koruyacaklarını ya da gelecekteki durumları hakkında net bir şey söylememiştir. Bu açıklamada, HTŞ, Alevi topluluğunu rejimin Suriyelilere karşı bir aracı olarak tanımlamaktadır.Son olarak, HTŞ lideri Ebu Muhammed el-Colani, Halep şehrinin yerel bir otorite tarafından yönetileceğini ve HTŞ dahil tüm askeri güçlerin önümüzdeki haftalarda şehirden tamamen çekileceğini belirtmiştir. El-Colani’nin yerel, bölgesel ve uluslararası güçlerle aktif olarak etkileşim kurmak istediği açıktır.Ancak, HTŞ’nin bu açıklamalarını ne kadar uygulayacağı hala belirsizdir. Örgüt, İslami köktendinci bir ideolojiye sahip otoriter ve gerici bir organizasyon olarak kalmaya devam etmektedir ve saflarında hâlâ yabancı savaşçılar bulunmaktadır. Geçtiğimiz birkaç yıl içinde, İdlib’de HTŞ’nin yönetimi, siyasi özgürlükler ve insan hakları ihlalleri, suikastlar ve muhaliflere yönelik işkenceler nedeniyle birçok halk gösterisi düzenlenmiştir.Dini veya etnik azınlıkların sadece ibadet etmelerine izin vermek ya da onları tolere etmek yeterli değildir. Esas mesele, onların ülkenin geleceğini belirlemede eşit vatandaşlar olarak haklarını tanımaktır. Daha genel olarak, HTŞ lideri el-Colani’nin “İslami yönetimden korkan insanlar ya bunun yanlış uygulamalarını görmüş ya da onu doğru anlamamışlardır” gibi açıklamaları kesinlikle güven verici değil, tam tersine endişe vericidir.Türkiye destekli Suriye Milli Ordusu’na (SMO) gelince, bu, çoğunlukla İslamcı muhafazakâr politikaları benimseyen silahlı grupların bir koalisyonudur. SMO’nun oldukça kötü bir itibarı vardır ve kontrol ettikleri bölgelerde özellikle Kürt nüfusa karşı çok sayıda insan hakları ihlali yapmıştır. SMO, 2018 yılında Türkiye liderliğindeki Afrin’i işgal kampanyasına katılmış ve çoğu Kürt olan yaklaşık 150.000 sivilin zorla yerinden edilmesine yol açmıştır.Mevcut askeri kampanyada da SMO, Kürtlerin önderlik ettiği Suriye Demokratik Güçleri (SDG) kontrolündeki bölgeleri ve büyük Kürt nüfus barındıran yerleri hedef alarak esasen Türkiye’nin çıkarlarına hizmet etmektedir. Örneğin, SMO, daha önce SDG yönetiminde olan Halep’in kuzeyindeki Tel Rıfat ve Şahba bölgelerini ele geçirmiş ve 150.000’den fazla sivilin zorla yerinden edilmesine ve Kürt bireylere yönelik suikastlar ve kaçırmalar dahil olmak üzere birçok insan hakkı ihlaline neden olmuştur. SMO daha sonra Türk ordusunun desteğiyle, 100.000 sivilin yaşadığı ve SDG kontrolündeki Menbiç şehrine yönelik bir askeri saldırı başlatacağını duyurmuştur.Bu nedenle HTŞ ve SMO arasında farklılıklar vardır. HTŞ, Türkiye’den nispeten bağımsız bir yapıya sahipken, SMO tamamen Türkiye tarafından kontrol edilmekte ve onun çıkarlarına hizmet etmektedir. İki güç farklıdır, ayrı hedefler peşinde koşarlar ve aralarında çatışmalar yaşansa da şimdilik bu çatışmalar gizli tutulmuştur. Örneğin, HTŞ şu anda SDG ile bir çatışma arayışında değildir. Buna ek olarak, SMO, HTŞ’nin SMO üyelerine yönelik “agresif davranışlarını” eleştiren bir bildiri yayınlamış, HTŞ ise SMO savaşçılarını yağmacılık yapmakla suçlamıştır.

Tempest: Suriye’yi yakından takip etmeyenler için bu durum bir anda ortaya çıkmış gibi görünüyor. Bu durumun kökleri Suriye’nin devrimine, karşı devrimine ve iç savaşına nasıl dayanıyor? Ülkede son dönemde yaşanan ve askeri saldırıyı tetikleyen gelişmeler nelerdir? İsyancıların ilerlemesine alan açan bölgesel ve uluslararası dinamikler nelerdir?

Joseph Daher: Başlangıçta HTŞ, askeri kampanyayı Esad rejimi ve Rusya’nın kuzeybatıdaki bölgelerine yönelik artan saldırı ve bombardımanlarına bir tepki olarak başlattı. Ayrıca, Moskova ve Tahran’ın müzakereleriyle Mart 2020’de kabul edilen çatışmasızlık bölgelerini ihlal ederek rejimin ele geçirdiği bölgeleri geri almayı amaçladı. Ancak elde ettikleri şaşırtıcı başarılarla birlikte, hedeflerini genişlettiler ve açıkça rejimi devirmeyi amaçladıklarını ilan ettiler. Bu hedefi, kendileri ve diğer güçlerle birlikte şimdi gerçekleştirmiş durumdalar.HTŞ ve SMO’nun bu kadar başarılı olmasının sebebi, rejimin ana müttefiklerinin zayıflamış olmasıdır. Esad’ın uluslararası alandaki en büyük destekçisi olan Rusya, güçlerini ve kaynaklarını Ukrayna’daki emperyalist savaşına yönlendirmiştir. Bu durum, Rusya’nın Suriye’deki katılımını önceki yıllardaki benzer askeri operasyonlara kıyasla önemli ölçüde sınırlamıştır.Suriye rejiminin diğer iki önemli müttefiki olan Lübnan’daki Hizbullah ve İran, 7 Ekim 2023’ten bu yana İsrail tarafından ciddi şekilde zayıflatıldı. Tel Aviv, Hizbullah lideri Hasan Nasrallah dahil olmak üzere örgütün lider kadrosuna yönelik suikastlar düzenledi, saldırılarla kadrolarını yok etti ve Lübnan’daki güçlerini bombaladı. Hizbullah, kuruluşundan bu yana en büyük zorlukla karşı karşıya. İsrail ayrıca İran’a yönelik dalgalar halinde saldırılar düzenleyerek zayıflıklarını ortaya çıkardı ve son birkaç ayda İran ve Hizbullah’ın Suriye’deki pozisyonlarını bombalamayı artırdı.Ana destekçileri zayıf ve meşgul durumda olan Esad diktatörlüğü, savunmasız bir pozisyona düştü. Yapısal zayıflıkları, yönettiği halktan destek görmemesi, kendi askerlerinin güvenilmezliği ve uluslararası ve bölgesel destekten yoksunluğu nedeniyle isyancı güçlerin ilerlemelerine direnemedi ve şehir şehir yönetimi bir karton ev gibi çöktü.

Tempest: Rejim müttefikleri başlangıçta nasıl tepki verdi? Suriye’deki çıkarları nelerdir?

Joseph Daher: Hem Rusya hem de İran başlangıçta rejimi destekleme sözü verdi ve HTŞ ile SMO’ya karşı savaşması için rejime baskı yaptı. Saldırının ilk günlerinde Rusya, Suriye rejiminden toparlanmasını ve “Halep’te düzeni sağlamasını” istedi; bu, muhtemelen Şam’ın bir karşı saldırı yapmasını umduklarını gösteriyor.İran ise bu saldırıya karşı Moskova ile “koordinasyon” çağrısında bulundu. ABD ve İsrail’in isyancı saldırılarının arkasında olduğunu ve bunun Suriye rejimini istikrarsızlaştırma ve İsrail’in Filistin ve Lübnan’daki savaşından dikkatleri başka yöne çekme girişimi olduğunu iddia etti. İranlı yetkililer, Suriye rejimine tam destek verdiklerini açıkladılar ve “askeri danışmanlarının” Suriye ordusunu desteklemek için ülkedeki varlığını sürdürme ve artırma niyetlerini teyit ettiler. Tahran ayrıca rejime füze ve insansız hava araçları sağlamayı ve hatta kendi birliklerini konuşlandırmayı vaat etti.Ancak bu çabalar açıkça işe yaramadı. Rejim kontrolü dışındaki bölgelere Rusya’nın hava saldırıları düzenlemesine rağmen, isyancıların ilerleyişi durdurulamadı.Her iki gücün de Suriye’de kaybedecek çok şeyi var. İran için Suriye, Hizbullah’a silah transferi ve lojistik koordinasyon için hayati öneme sahip. Rejim düşmeden önce, Lübnanlı örgütün, rejim güçlerine destek sağlamak için Humus’a küçük bir “denetim gücü” gönderdiği ve Lübnan sınırına yakın Suriye’deki kalelerinden biri olan Kusayr’da 2.000 asker konuşlandırdığı söylentileri vardı. Ancak rejim düşerken bu güçlerini geri çekti.Rusya açısından, Suriye’nin Lazkiye eyaletindeki Hmeymim hava üssü ve Tartus’taki deniz tesisi, Rusya’nın Orta Doğu, Akdeniz ve Afrika’daki jeopolitik etkisini göstermek için önemli yerler olmuştur. Bu üslerin kaybedilmesi, Rusya’nın uluslararası statüsünü baltalayabilir; çünkü Suriye’deki müdahalesi, sınırları dışındaki olayları askeri güçle şekillendirme yeteneğini ve Batılı devletlerle rekabet etme kapasitesini göstermek için bir örnek olarak kullanılmıştır. 

Tempest: Bu senaryoda diğer bölgesel ve emperyal güçler, özellikle Türkiye, İsrail ve ABD, ne tür bir rol oynadı? Bu durumdaki hedefleri nelerdir?

JD: Türkiye’nin Suriye ile ilişkilerini normalleştirme iradesine rağmen, Ankara, Şam’dan giderek hayal kırıklığına uğradı. Bu nedenle, askeri saldırıyı teşvik etti ya da en azından yeşil ışık yaktı ve bir şekilde destek sağladı. Ankara’nın başlangıçtaki amacı, Suriye rejimiyle, ayrıca İran ve Rusya ile gelecekteki müzakerelerde pozisyonunu güçlendirmekti.Şimdi rejimin düşmesiyle birlikte Türkiye’nin Suriye’deki etkisi daha da arttı ve muhtemelen ülkenin en önemli bölgesel aktörü haline geldi. Ankara ayrıca SMO’yu, Türkiye’nin terör örgütü olarak tanımladığı PYD’nin silahlı kanadının hâkim olduğu SDG’yi zayıflatmak için kullanmayı hedefliyor. PYD, Türkiye’nin terör örgütü olarak kabul ettiği PKK’nın kardeş örgütü olarak görülüyor ve bu tanım ABD ve AB tarafından da paylaşılıyor.Türkiye’nin iki başka ana hedefi var. Birincisi, Türkiye’deki Suriyeli mültecilerin zorla Suriye’ye geri gönderilmesini gerçekleştirmek. İkincisi ise Kürtlerin özerklik arayışlarını engellemek ve özellikle Kuzeydoğu Suriye’de Kürt liderliğindeki yönetimi (Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi veya Rojava) zayıflatmak. Bu yönetim, Türkiye’de Kürtlerin kendi kaderlerini tayin etmesi için bir emsal teşkil edebileceği için mevcut rejim açısından tehdit oluşturuyor.Ne ABD ne de İsrail bu olaylarda bir rol oynadı. Hatta tam tersine, ABD rejimin devrilmesinin bölgeyi daha da istikrarsızlaştırabileceğinden endişeliydi. ABD yetkilileri başlangıçta, “Esad rejiminin BM Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı kararında belirtilen siyasi sürece katılmayı reddetmesi ve Rusya ile İran’a bağımlılığı, kuzeybatı Suriye’deki Esad rejimi hattının çökmesi dahil, şu an yaşanan koşulları yarattı” açıklamasını yaptı.Ayrıca, “Bu saldırının, terör örgütü olarak tanımlanan Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) tarafından yönetildiği ve kendilerinin bu saldırıyla hiçbir ilgisinin olmadığı” belirtildi. Türkiye’ye bir ziyaretin ardından Dışişleri Bakanı Antony Blinken, Suriye’de gerilimin düşürülmesi çağrısında bulundu. Rejimin düşmesinin ardından ABD yetkilileri, doğu Suriye’de yaklaşık 900 askerle varlıklarını sürdüreceklerini ve IŞİD’in yeniden ortaya çıkmasını önlemek için gerekli önlemleri alacaklarını açıkladılar.İsrail tarafında ise yetkililer, “Esad rejiminin çöküşünün muhtemelen İsrail’e karşı askeri tehditlerin gelişebileceği bir kaos yaratacağını” ifade ettiler. İsrail, 2011’deki devrim girişiminden bu yana Suriye rejiminin devrilmesini hiçbir zaman tam anlamıyla desteklemedi. Temmuz 2018’de Netanyahu, Esad’ın ülkeyi yeniden kontrol altına almasına ve gücünü istikrara kavuşturmasına itiraz etmedi.Netanyahu, İsrail’in yalnızca İran ve Hizbullah gibi algılanan tehditlere karşı harekete geçeceğini belirterek, “Esad rejimiyle bir sorunumuz olmadı, 40 yıldır Golan Tepeleri’nde tek bir kurşun bile sıkılmadı” dedi. Rejimin düşüşünün duyurulmasından birkaç saat sonra, İsrail işgal ordusu, isyancıların bu bölgeyi ele geçirmesini önlemek amacıyla Golan Tepeleri’ndeki Hermon Dağı’nın Suriye tarafını kontrol altına aldı. Daha önce, İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, İsrail işgal ordusuna Golan tampon bölgesini ve “bitişik stratejik pozisyonları” kontrol altına almaları talimatını vermişti.

Tempest: Pek çok kampçı, bu kez Esad’ın yenilgisinin Filistin kurtuluş mücadelesi için bir gerileme olacağını iddia ederek Esad’ı savunmaya geçti. Bu argüman hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu durum Filistin için ne anlama gelir?

Joseph Daher: Evet, kampçılar, bu askeri saldırının “El Kaide ve diğer teröristler” tarafından yönetildiğini ve bunun Suriye rejimine karşı Batı emperyalistlerinin bir komplosu olduğunu, İran ve Hizbullah’ın liderliğindeki sözde “Direniş Ekseni”ni zayıflatmayı amaçladığını iddia ediyorlar. Bu eksenin Filistinlileri desteklediğini iddia ettikleri için, kampçılar Esad’ın düşüşünün bu ekseni zayıflattığını ve dolayısıyla Filistin’in kurtuluş mücadelesini baltaladığını öne sürüyorlar.Bu argüman, yerel Suriyeli aktörlerin herhangi eyleme kapasitesine sahip olabileceğinitamamen görmezden gelmenin yanı sıra, sözde “Direniş Ekseni”ni destekleyenlerin temel problemi, Filistin’in kurtuluşunun, bu devletlerin veya diğer güçlerin gerici ve otoriter yapıları ile neoliberal ekonomik politikalarına bakılmaksızın, yukarıdan geleceğini varsaymalarıdır. Bu strateji geçmişte başarısız oldu ve bugün de başarısız olacaktır. Aslında, Orta Doğu’daki otoriter ve despotik devletler, ister Batı ile müttefik olsun ister ona karşı olsun, Filistinlileri sürekli olarak hayal kırıklığına uğratmış ve hatta baskı altına almıştır.Ayrıca kampçılar, İran ve Suriye’nin ana hedeflerinin Filistin’in kurtuluşu değil, kendi devletlerinin korunması ile ekonomik ve jeopolitik çıkarlarının devam ettirilmesi olduğunu görmezden geliyorlar. Bu çıkarlar her zaman Filistin’in önüne geçer. Özellikle Suriye, Netanyahu’nun az önce alıntıladığım sözlerinde açıkça belirttiği gibi, onlarca yıldır İsrail’e karşı hiçbir şey yapmamıştır.İran, retorik olarak Filistin davasını desteklemiş ve Hamas’a fon sağlamıştır. Ancak 7 Ekim 2023’ten bu yana temel hedefi, gelecekte ABD ile yapılacak siyasi ve ekonomik müzakerelerde en iyi pozisyona gelebilmek için bölgedeki konumunu güçlendirmek olmuştur. İran, siyasi ve güvenlik çıkarlarını garanti altına almak istemekte ve bu nedenle İsrail ile doğrudan bir savaştan kaçınmaya özen göstermektedir.Filistinlilere ilişkin temel jeopolitik hedefi, onları özgürleştirmek değil, özellikle ABD ile ilişkilerinde bir pazarlık unsuru olarak kullanmaktır. Benzer şekilde, İran’ın Nasrallah’ın öldürülmesine, Hizbullah’ın kadrolarının yok edilmesine ve İsrail’in Lübnan’a karşı yürüttüğü acımasız savaşa karşı pasif tepkisi, birinci önceliğinin kendisini ve çıkarlarını korumak olduğunu göstermektedir. İran, bu çıkarları feda etmeye ve kilit devlet dışı müttefikinin savunmasına gelmeye istekli değildi.İran’ın Hamas’a karşı en iyi ihtimalle güvenilmez bir müttefik olduğu da kanıtlanmıştır. Çıkarları örtüşmediğinde Hamas’a sağladığı fonu azaltmıştır. Örneğin, 2011’deki Suriye Devrimi sırasında, Filistin hareketi Suriye rejiminin Suriyeli protestoculara karşı uyguladığı katliamcı baskıyı desteklemeyi reddettiğinde İran, Hamas’a yaptığı mali yardımı kesmiştir.Suriye rejimi söz konusu olduğunda, Filistin’e olan sözde desteği konusunda karşıt argümanlar tartışılmazdır. İsrail’in soykırımcı savaşının geçtiğimiz yıl boyunca Filistin’i savunmak için hiçbir adım atmamıştır. 7 Ekim öncesi ve sonrası İsrail’in Suriye’yi bombalamasına rağmen rejim buna karşılık vermemiştir. Bu, rejimin 1974’ten bu yana önemli ve doğrudan bir İsrail ile çatışmadan kaçınma politikasına uygundur.Buna ek olarak, rejim Suriye’deki Filistinlilere defalarca baskı uygulamıştır. 2011’den bu yana birkaç bin Filistinliyi öldürmüş, Şam’daki Yermuk mülteci kampını harap etmiştir. Ayrıca Filistin ulusal hareketine doğrudan saldırılarda bulunmuştur. Örneğin, 1976’da Hafez Esad, yeni devrilen diktatör Beşar Esad’ın babası, Lübnan’a müdahale ederek solcu Filistin ve Lübnan örgütlerine karşı aşırı sağcı Lübnan partilerini desteklemiştir.1985 ve 1986’da Beyrut’taki Filistin kamplarına askeri operasyonlar düzenlemiş, 1990’da ise yaklaşık 2.500 Filistinli siyasi mahkûm Suriye hapishanelerinde alıkonulmuştur.Bu tarih göz önüne alındığında, Filistin ile dayanışma hareketinin, çıkarlarını Filistin ile dayanışmanın önüne koyan, jeopolitik kazanç için rekabet eden ve ülkelerinin işçilerini ve kaynaklarını sömüren emperyalist ya da yarı-emperyalist devletleri savunması ve onlarla hizalanması bir hatadır. Elbette ABD emperyalizmi, savaş, yağma ve siyasi tahakküm geçmişiyle bölgenin başlıca düşmanı olmaya devam etmektedir.Ancak, gerici bölgesel güçleri ya da Rusya ve Çin gibi diğer emperyalist devletleri Filistin’in veya onunla dayanışma hareketinin müttefiki olarak görmek mantıklı değildir. Bu durumu destekleyecek herhangi bir kanıt bulunmamaktadır. Bir emperyalizmi diğerine tercih etmek, kapitalist sistemin ve halk sınıflarının sömürüsünün istikrarını garanti etmek anlamına gelir. Benzer şekilde, Filistin’i özgürleştirme amacı doğrultusunda otoriter ve despotik rejimleri desteklemek, yalnızca ahlaki açıdan yanlış olmakla kalmaz, aynı zamanda başarısız bir strateji olduğu defalarca kanıtlanmıştır.Bunun yerine, Filistin dayanışma hareketi, Filistin’in kurtuluşunu bölgedeki devletlere değil, halk sınıflarının özgürleşmesine bağlı olarak görmelidir. Bu sınıflar, Filistin ile özdeşleşir ve kendi demokrasi ve eşitlik mücadelelerini, Filistin’in kurtuluş mücadelesiyle sıkı bir şekilde bağlantılı olarak görür. Filistinliler mücadele ettiklerinde, bu genellikle bölgesel özgürleşme hareketini tetikler ve bölgesel hareket, işgal altındaki Filistin’deki harekete geri yansır.Bu mücadeleler diyalektik olarak bağlantılıdır; bunlar, toplu özgürleşme için karşılıklı mücadelelerdir. Aşırı sağcı İsrailli bakan Avigdor Lieberman, 2011’de bölgesel halk ayaklanmalarının İsrail’e oluşturduğu tehlikeyi fark etmişti. Lieberman, Hüsnü Mübarek’i deviren ve ülkede demokratik bir açılım dönemine kapı aralayan Mısır devriminin, İran’dan daha büyük bir tehdit olduğunu söylemişti.Bu, Filistinlilerin ve Lübnanlıların İsrail’in acımasız savaşlarına karşı direnme hakkını reddetmek anlamına gelmez. Ancak Filistinli ve bölgedeki halk sınıflarının birleşik isyanının, yalnızca Orta Doğu ve Kuzey Afrika’nın tamamını dönüştürme, otoriter rejimleri devirme, ABD ve diğer emperyalist güçleri bölgeden çıkarma gücüne sahip olduğunu anlamaktır. Filistin’e ve bölgedeki halk sınıflarına yönelik uluslararası anti-emperyalist dayanışma esastır; çünkü bu kesimler yalnızca İsrail’e ve MENA’nın gerici rejimlerine değil, aynı zamanda onların emperyalist destekçilerine karşı da mücadele etmektedir.Filistin dayanışma hareketinin, özellikle Batı’daki ana görevi, yöneticilerimizin yalnızca İsrail’in ırkçı yerleşimci-sömürgeci apartheid devleti ve Filistinlilere karşı soykırımcı savaşını değil, aynı zamanda İsrail’in Lübnan gibi bölgedeki diğer ülkelere yönelik saldırılarını da desteklemedeki suç ortaklığını kınamaktır. Hareket, bu yöneticilere Tel Aviv ile olan tüm siyasi, ekonomik ve askeri ilişkileri kesmeleri midelerinde baskı yapmalıdır.Bu şekilde dayanışma hareketi, İsrail’e yönelik uluslararası ve bölgesel desteği zayıflatarak Filistinlilerin ve bölgedeki halk sınıflarının özgürleşmesi için alan açabilir. 

Tempest: Suriye’deki isyancıların ilerleyişi, ilerici güçlerin devrimci mücadeleyi yeniden canlandırması ve hem rejime hem de İslami köktendinciliğe alternatif sağlaması için bir alan açabilir mi?

Joseph Daher: Bu soruya kesin cevaplar yok, bundan ziyade sorular var. Rejimin kovulduğu bölgelerde aşağıdan bir mücadele ve öz örgütlenme mümkün olacak mı? Sivil toplum örgütleri (NGO’lar olarak dar anlamda değil, Gramsci’nin anlamında devlet dışında popüler kitle oluşumları) ve demokratik ve ilerici politikalarla alternatif siyasi yapılar kendilerini kurup örgütlenebilecek mi? HTŞ ve SMO’nun güçlerinin genişlemesi, yerel düzeyde örgütlenme için bir alan açacak mı?Bunlar, bana göre açık yanıtları olmayan temel sorular. HTŞ ve SMO’nun geçmişteki politikalarına bakıldığında, demokratik bir alanın gelişmesine cesaret vermedikleri, tam tersine otoriter davrandıkları görülüyor. Bu tür güçlere güvenilmemelidir. Sadece demokratik ve ilerici talepler için mücadele eden halk sınıflarının öz örgütlenmesi, bu alanı yaratacak ve gerçek bir özgürleşme yolunu açacaktır. Bu, savaş yorgunluğundan baskıya, yoksulluktan toplumsal yer değiştirmelere kadar birçok engelin üstesinden gelinmesine bağlı olacaktır.Ana engel geçmişte, şimdi ve gelecekte otoriter aktörler olmuştur ve olacaktır: daha önce rejim, şimdi ise muhalefet güçlerinin büyük bir kısmı, özellikle HTŞ ve SMO. Onların yönetimi ve aralarındaki askeri çatışmalar, demokratik ve ilerici güçlerin geleceğini demokratik bir şekilde belirlemesi için alanı boğmuştur. Rejim kontrolünden kurtarılan alanlarda bile aşağıdan gelen demokratik ve ilerici direniş seferberliği henüz görmüş değiliz. Ve SMO’nun Kürt bölgelerini ele geçirdiği yerlerde, Kürtlerin haklarını ihlal etmiş, onları şiddetle bastırmış ve çok sayıda insanı zorla yerinden etmiştir.Gerçek şu ki, Suriye rejimine ve İslami köktendinci güçlere açıkça karşı çıkabilen bağımsız bir demokratik ve ilerici bloğun ciddi şekilde eksikliği var. Bu bloğun inşası zaman alacaktır. Otokrasiye, sömürüye ve her türlü baskıya karşı mücadeleleri birleştirmesi gerekecek. Demokrasi, eşitlik, Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkı ve kadınların özgürleşmesi taleplerini yükselterek ülkenin sömürülen ve ezilenleri arasında dayanışmayı inşa etmelidir.Bu tür talepleri ilerletmek için, ilerici blok, sendikalardan feminist örgütlere, (etnik-dini) topluluk örgütlerinden ulusal yapılara kadar halkçı örgütler inşa etmeli ve yeniden inşa etmelidir. Bu, toplumun bütünündeki demokratik ve ilerici aktörler arasında işbirliği gerektirecektir.Bununla birlikte, bir umut var. Başlangıçta temel dinamik askeri olup HTŞ ve SMO tarafından yönlendirilmiş olsa da, son birkaç gün içinde ülke genelinde büyüyen popüler gösteriler ve sokaklara çıkan insanlar gördük. Bu insanlar HTŞ, SMO veya diğer silahlı muhalefet gruplarının emirlerini takip etmiyor. Yukarıda belirtilen çelişkiler ve zorluklarla birlikte, Suriyelilerin aşağıdan sivil halk direnişini yeniden inşa etmeye ve alternatif iktidar yapıları oluşturmaya çalışmaları için bir alan var.Buna ek olarak, en önemli görevlerden biri, ülkenin merkezi etnik bölünmesi, yani Araplar ve Kürtler arasındaki bölünme ile başa çıkmaktır. İlerici güçler, bu bölünmeyi aşmak ve bu nüfuslar arasında dayanışmayı oluşturmak için Arap şovenizmine karşı net bir mücadele yürütmelidir. Bu sorun, 2011’deki Suriye devriminin başlangıcından beri bir meydan okumadır ve halkın gerçekten özgürleşmesi için ilerici bir şekilde ele alınması ve çözülmesi gerekmektedir.Suriye Devrimi’nin demokrasi, sosyal adalet ve eşitlik için olan orijinal hedeflerine dönmeye ve bunu Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkını savunan bir şekilde yapmaya yönelik çaresiz bir ihtiyaç vardır. Kürt PYD’si, yaptığı hatalar ve yönetim biçimi nedeniyle eleştirilebilir, ancak Kürtler ve Araplar arasında bu tür bir dayanışmanın önündeki ana engel değildir. Bu engel, başlangıçta Batı ve bölgesel ülkeler tarafından desteklenen ve Suriye Devrimi’ni ilk yıllarında yönlendirmeye çalışan, Arap ağırlıklı Suriye Ulusal Koalisyonu’ndan başlayarak, bugünkü HTŞ ve SMO gibi iki kilit askeri gücün şovenist politikaları olmuştur.Bu bağlamda, ilerici güçler, Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi dahil olmak üzere Suriyeli Araplar ve Kürtler arasında işbirliği peşinde koşmalıdır. Bu özerk yönetim projesi ve siyasi kurumları, Kürt nüfusunun büyük kesimlerini temsil etmektedir ve çeşitli yerel ve dış tehditlere karşı onları korumuştur.Bununla birlikte, bu yapının da hataları vardır ve eleştirilmeden desteklenmemelidir. PYD veKuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi, iktidarına meydan okuyan siyasi aktivistlere ve gruplara karşı güç ve baskı kullanmıştır. Ayrıca sivillerin insan haklarını ihlal ettiği durumlar da olmuştur. Yine de, özellikle kadınların toplumsal hayatta her seviyede daha fazla yer alması, laik yasaların kodifikasyonu ve dini ve etnik azınlıkların daha fazla dahil edilmesi konularında bazı önemli başarılar elde etmiştir. Ancak, sosyo-ekonomik meselelerde kapitalizmle bağlarını koparamamış ve halk sınıflarının şikayetlerini yeterince ele alamamıştır.PYD ve Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi’ne yönelik eleştiriler ne olursa olsun, ilerici güçler, onları “şeytan” ya da “ayrılıkçı” bir etno-milliyetçi proje olarak tanımlayan Arap şovenizmini reddetmeli ve karşı çıkmalıdır. Ancak bu tür bağnazlığı reddederken, bazı Batılı anarşistler ve solcuların yaptığı gibi, özerk yönetimi eleştirisiz bir şekilde romantikleştirip, onu aşağıdan yeni bir demokratik güç biçimi olarak yanlış tanıtmaktan da kaçınılmalıdır.Suriyeli Arap demokratlar ve ilericiler ile Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi ve ona bağlı kurumlar arasında halihazırda bir miktar işbirliği yapılmış ve bu işbirliği genişletilmelidir. Ancak her türlü işbirliğinde olduğu gibi, bu da eleştirisiz bir şekilde yapılmamalıdır.Herkese, Esad rejimi ve müttefiklerinin yüz binlerce sivilin kitlesel öldürülmesinden, büyük yıkımlardan, derinleşen yoksullaşmadan ve Suriye’deki mevcut durumdan birinci derecede sorumlu olduğunu hatırlatmak önemlidir. Ancak Suriye devriminin hedefi, HTŞ lideri el-Culani’nin CNN röportajında söylediğinin ötesine geçer. Amaç yalnızca bu rejimi devirmek değil, demokrasi, eşitlik ve ezilen gruplar için tam haklarla karakterize edilen bir toplum inşa etmektir. Aksi takdirde, bir kötülüğü bir başka kötülükle değiştiririz.

Tempest: Rejimin düşmesi bölge ve emperyal güçler üzerinde ne gibi etkiler yaratacak? Uluslararası sol bu durumda nasıl bir tutum almalı?

Joseph Daher: Rejimin düşmesinin ardından HTŞ lideri el-Culani, seçimlerin ardından tam yürütme yetkilerine sahip bir hükümete devredilene kadar Suriye devlet kurumlarının eski rejimin Başbakanı Muhammed Celali tarafından denetleneceğini belirtti ve düzenli bir geçiş sürecini güvence altına alma çabalarını sinyalini verdi. Suriye telekomünikasyon bakanı Eyad el-Hatib, telekomünikasyon ve internetin çalışmaya devam etmesini sağlamak için HTŞ’nin temsilcileriyle işbirliği yapmayı kabul etti.Bu, HTŞ’nin kontrollü bir güç geçişi gerçekleştirmek, yabancı korkuları yatıştırmak, bölgesel ve uluslararası güçlerle temas kurmak ve müzakere edilebilecek meşru bir güç olarak tanınmak istediğini açıkça gösteriyor. Bu tür bir normalleşmenin önündeki bir engel, HTŞ’nin hâlâ terör örgütü olarak tanımlanması ve Suriye’nin yaptırımlara tabi olmasıdır.Ülkede bir istikrarsızlık dönemi beklenmelidir. Örneğin, rejimin düşmesinin ertesi günü Şam’da sokaklarda bir miktar kaos görüldü; merkez bankası yağmalandı.Rejimin düşüşünün bölgesel ve emperyal güçler üzerinde ne gibi etkileri olacağını söylemek hâlâ zor. ABD ve Batı devletleri için ana hedef, kaosun bölgeye yayılmasını önlemek için zararı kontrol altına almaktır. Bölgesel devletler ise mevcut durumdan memnun değiller, çünkü son birkaç yılda rejimle bir normalleşme sürecine girmişlerdi. Türkiye’ye gelince, temel amacı, Suriye’deki gücünü ve etkisini pekiştirmek ve kuzeydoğudaki Kürt liderliğindeki özerk bölgeden kurtulmak olacaktır. Türk dışişleri bakanı, Pazar günü yaptığı açıklamada, Türk devletinin, IŞİD’in ve özellikle “PKK’nin” Şam rejiminin düşüşünden faydalanarak etkisini genişletmemesini sağlamak için Suriye’deki isyancılarla temas halinde olduğunu söyledi. Dikkate alınması gereken bir diğer etki ise İran’ın bölgesel etkisinin ve dolayısıyla Hizbullah’ın Lübnan’daki etkisinin zayıflamasıdır.Ancak farklı güçlerin ortak bir hedefi vardır: Suriye ve bölgede bir tür otoriter istikrar dayatmak. Bu elbette bölgesel ve emperyal güçler arasında bir birlik olduğu anlamına gelmez. Her birinin kendi, çoğu zaman birbirine zıt çıkarları vardır, ancak Orta Doğu ve Kuzey Afrika’nın istikrarsızlaşmasını, özellikle küresel kapitalizmin petrol akışını bozabilecek herhangi bir tür istikrarsızlığı istemezler.Uluslararası sol, rejimin kalıntılarıyla veya yerel, bölgesel ve uluslararası karşı-devrim güçlerine taraf olmamalıdır. Aksine, devrimcilerin siyasi pusulası, aşağıdan gelen halkçı ve ilerici mücadelelerle dayanışma ilkesi olmalıdır. Bu, ilerici ve kapsayıcı bir Suriye için örgütlenen ve mücadele eden grupları ve bireyleri desteklemek ve onları bölgedeki halk sınıflarıyla dayanışma içinde birleştirmek anlamına gelir.Suriye, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da böylesine değişken bir dönemde, romantizmin ve yenilginin ikiz tuzaklarından kaçınmalıyız. Bunun yerine, bölgedeki ve dünyadaki halk güçleri arasında eleştirel, ilerici ve uluslararası dayanışma stratejisi izlemeliyiz. Bu, özellikle bu karmaşık zamanlarda, solun kritik bir görevi ve sorumluluğudur.

 Kaynak: https://tempestmag.org/2024/12/understanding-the-rebellion-in-syria/Çeviri: İmdat Freni     

Tarihsel ve siyasal bir perspektiften 7 Ekim – Gilbert Achcar

Elimizdeki rakamlara göre 7 Ekim’de 36’sı çocuk, 71’i yabancı olan 767 sivil ile 376 asker ve güvenlik görevlisi olmak üzere çoğunluğu İsrailli 1.143 kişi öldürüldü, 250’ye yakın kişi de esir alındı. Aynı gün, İsrail kaynaklarına göre, saldırganlar arasındaki 1.600’den fazla savaşçı olay yerinde öldürüldü ve 200’e yakın kişi tutuklandı. Gazzeli kaynaklara göre 7 Ekim’den bu yana, tahminen %40’ı çocuk olmak üzere 35.000’e yakın Filistinli öldürüldü. Enkaz altında kaldığına inanılan 20.000 kadar kişinin de bunlara eklenmesi gerekiyor. Çoğu ağır, 78.000’e yakın yaralı var. Gazze’de yaşayan 2,4 milyon insanın büyük çoğunluğu yerlerinden edilmiş durumda ve tüm nüfusu, İsrail’in bölgeye giren yardım miktarını ciddi şekilde kısıtlaması nedeniyle giderek artan bir açlık çekiyor. Gazze’deki konutların çoğu, bu yüzyılın kesinlikle en yıkıcı ve muhtemelen nükleer silahlar haricinde yoğunluk (kapsam ve hızın birleşimi) açısından gelmiş geçmiş en yıkıcı bombardıman harekâtında yok edildi. Aslında Hiroşima’ya atılan atom bombası 15 kiloton TNT’lik bir patlamaya sahipken, İsrail silahlı kuvvetleri Gazze’nin 365 km karelik alanına bu tonajın yaklaşık beş katını atmış durumda. Tüm bu rakamların geçici olduğunu ve bu yazının kaleme alındığı sırada her geçen gün arttığını söylemeye gerek yok.

7 EKİM NEYİN DEVAMIYDI?

İsrail’in 7 Ekim saldırısına verdiği ilk tepki, bu saldırıyı sadece bir günde öldürülen en büyük İsrailli katliamı olarak nitelendirmekle kalmayıp, aynı zamanda “Holokost’tan bu yana Yahudilere yönelik en büyük katliam” olarak da tanımlamak oldu. Bunlar tartışmalı ve siyaseten manidar tanımlamalardır. Yine de ikinci tanımlama Batı ülkelerinde bir slogan haline geldi; örneğin Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron 7 Şubat 2024’te, o gün Gazze sınırı yakınlarında öldürülen 42 Fransız vatandaşı için düzenlenen törende 7 Ekim’i “yüzyılımızın en büyük antisemit katliamı” olarak nitelendirdi.

Yukarıda tasvir edilen korkunç bilançoyu göz önünde bulunduran herkes için, 7 Ekim saldırısı ile Nazilerin Yahudilere yönelik katliamı arasındaki örtülü analoji oldukça uygunsuz görünmelidir, çünkü her iki durumda da gerçek güç dengesini ve ezen ve ezilenlerin kimliğini tamamen göz ardı etmektedir. Antisemitizm ve Holokost üzerine çalışan birçok uzmanın ortaklaşa kaleme aldıkları “Holokost Hafızasının Kötüye Kullanımı Üzerine Açık Mektup”ta çok haklı olarak ifade ettikleri gibi:“Yahudi cemaatinde pek çok kişinin 7 Ekim’de yaşananları anlamaya çalışırken Holokost’u ve daha önceki pogromları hatırlaması anlaşılabilir bir durumdur; katliamlar ve sonrasında ortaya çıkan görüntüler, Yahudi tarihinin çok yakın geçmişinden kaynaklanan soykırımcı antisemitizme dair kökleşmiş kolektif hafızayı harekete geçirmiştir. Ancak Holokost’un hatırasına başvurmak, Yahudilerin bugün karşı karşıya kaldığı antisemitizmi anlamamızı engellemekte ve İsrail-Filistin’deki şiddetin nedenlerini tehlikeli bir şekilde yanlış yansıtmaktadır. Nazi soykırımı, küçük bir azınlığa saldıran bir devlet ve onun gönüllü sivil toplumunu içeriyordu ve daha sonra kıta çapında bir soykırıma dönüştü. Gerçekten de, İsrail-Filistin’de yaşanan krizin Nazizm ve Holokost ile karşılaştırılması, hele ki bu karşılaştırmalar siyasi liderler ve kamuoyunu yönlendirebilecek diğer kişilerden geliyorsa, entelektüel ve ahlaki bir hatadır.”

Hamas ile Naziler arasında ne tür benzerlikler tespit edilebilirse edilsin, Hamas ile İsrail’in aşırı sağcı Siyonist hükümeti arasında kesinlikle daha fazla benzerlik var. Likud, faşist bir soyağacına sahip bir parti. Kudüs’teki İbrani Üniversitesi Çağdaş Yahudilik Enstitüsü’nde profesör olan İsrailli Holokost tarihçisi Daniel Blatman’ın İsrail gazetesi Haaretz’de “neo-Nazi” olarak tanımlamaktan çekinmediği bakanları da kapsamaktadır.

7 EKİM’İN BAĞLAMI

BM Genel Sekreteri Antonio Guterres, 24 Ekim’de yaptığı açıklamada 7 Ekim’in “durduk yere ortaya çıkmadığı” gibi oldukça açık ve sabit bir gerçeği dile getirdiği için İsrail tarafından “terörizmi meşrulaştırmakla” suçlanırken, İsrail’in BM Büyükelçisi Guterres’in istifasını talep etti. 1967 sonrası işgale işaret eden Guterres, “Filistin halkı 56 yıldır boğucu bir işgale maruz tutuluyor. Topraklarının adım adım yerleşim yerleri tarafından ele geçirilmesine ve şiddete şahit oluyor. Ekonomileri yıkılmış, insanlar yerlerinden edilmiş ve evleri yerle bir edilmiş durumda. Siyasi çözüme olan inançları yok olmaya başladı.” Ayrıca şu yorumu yapmıştır: “Filistin halkının sıkıntıları Hamas’ın korkunç saldırılarını haklı gösteremez ve bu korkunç saldırılar Filistin halkının toplu olarak cezalandırılmasını haklı gösteremez.” Buna rağmen, Benjamin Netanyahu’nun siyasi rakibi ve İsrail’in 7 Ekim savaşı sonrası kabinesinin sözde “ılımlı” üyesi Benny Gantz bile, BM Genel Sekreteri’nin “teröre göz yumduğunu” belirterek, “terör savunucularının dünya adına konuşamayacağını” ekledi ve böylece İsrail’in elçisi tarafından ortaya konan talebi zımnen onayladı.

İsrailli yetkililerin bu tepkileri, modern zamanların yaygın ahlakı ve uluslararası hukuku başka bir halkın topraklarının işgalini kınadığından beri, modern zamanlardaki tüm işgalci güçlerin ortak gerçekliği inkâr etmelerinin bir başka örneğiydi. Aslında 7 Ekim sadece “durduk yere ortaya çıkmadı” aynı zamanda özellikle Gazze Şeridi’nde bir noktada şiddetin alevleneceği tamamen öngörülebilirdi. Aralık 2009’da, İsrail’in 2005’te askerlerini geri çekmesinin ve 2007’de Hamas’ın bölgeyi ele geçirmesinin ardından Gazze’ye uyguladığı ablukanın üzerinden iki yıl geçtikten ve İsrail’in bölgeye yönelik ilk büyük bombardımanından (2008-9) birkaç ay sonra Larry Derfner, The Jerusalem Post’ta İsrailli vatandaşlarına haklı sorular yöneltti: “Kendimize sormamız gereken soru şudur: Eğer birisi bize, bizim Gazze’deki insanlara davrandığımız gibi davransaydı, ne yapardık? Sorun, Gazze’deki yaşamı hayal edemiyor olmamız değil. Sorun, bu durumu hayal etmeye çalışmaktan kaçınmamız kararında olmamız. Eğer yaparsak, belki de orada durmayız. Belki de ülkemizin Gazze’yi terk ettiği durumda bizim durumumuzun nasıl olacağını hayal etmeye çalışırız. Ve er ya da geç, orada oldukları gibi bizim burada nasıl yaşadığımızı hayal etmeye çalışabiliriz. Ya da ne yapacağımızı değil, sadece düşüneceğimiz şeyi hayal etmek – insanlar hakkında, savaş bittikten sonra bile iyileşmeye başlamamıza izin vermeyen ve sınırlarımızı kuşatan, yalnızca hayatta kalmamızı sağlayacak kadar malzemeyi içeriye almasına izin veren ve kitlesel salgınları önlemek için yeterli miktarda malzeme sağlar.”

İşin aslı, Hamas’ı temel olarak antisemitizmden ve Nazilerle benzerlik göstermekten ibaret olarak sunmak, 1948’de Siyonistlerin Filistin topraklarını ele geçirmesini İkinci Dünya Savaşı’nın son savaşı olarak sunma stratejisinin, şu anda Arap-İsrail anlatı savaşının yoğun yeni bir bölümünün devamıdır. Bu strateji, Kudüs müftüsü Emin el-Hüseynî figürünün 1945 sonrası suistimal edilmesi ile başladı. Böylece, modern zamanların son kolonyal fethi, Nazizm’e karşı savaşın son cephesi olarak sunulabilir. Bu stratejik söylem, ataları doğrudan suçlu, suç ortağı veya seyirci olan ülkelerin vatandaşları ve Yahudi mültecilere ülkelerinin kapılarını kapatarak Avrupa Yahudilerinin Nazi soykırımına uğramasının suçunu taşıyan ülkelerde çok iyi işliyor. Ancak bu strateji, dünyanın çoğunluğunu oluşturan Küresel Güney’de aynı etkiyi göstermiyor. Onlar Filistinlileri Nazi emperyalizminin devamı olarak değil, uzun ve kanlı bir kolonyal tarihin kurbanlarından biri olarak algılıyorlar.

TARİHTEN KISSALAR

7 Ekim’in ardından, Afrika tarihi uzmanı Fransız dostum Michel Cahen, 1961 yılında Angola’da yaşanan olaylar ile Orta Doğu’da devam eden olaylar arasında çarpıcı bir benzerliğe dikkatimi çekti. 1961 yılında, Afrika kıtasında sömürgecilikten kurtulma yolunda büyük bir ilerleme kaydediliyordu. Angola’da ise komşu Kongo Cumhuriyeti’nin bir önceki yıl Belçika sömürge yönetiminden bağımsızlığını kazanmasının ardından durum farklıydı. Portekiz sömürge yetkilileri, Angolalı bağımsızlık yanlılarına yönelik baskılarını arttırmıştı. Bu durum, katı Portekiz sömürgeciliğine karşı duyulan öfkenin muazzam bir şekilde artmasına neden oldu. Afrika’nın geri kalan sömürge bölgelerinde, sömürgecilik karşıtı silahlı mücadeleler gelişiyordu. Angola da istisna değildi. Sömürgecilik karşıtı hareketlerden biri, lideri Holden Roberto olan Angola Halkları Birliği (UPA) idi. Bu birlik, daha sonra Angola Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLNA) adını alacaktı. 15 Mart 1961’de UPA militanları çok sayıda köylünün de katılımıyla Kongo sınırından kuzey Angola’ya geçti. Birkaçı tüfekli, çoğu palalı dört ila beş bin kişilik ayak takımı kitlesi saldırıya geçti ve yüzlerce beyaz sömürgeciyi erkek, kadın, bebek ve çocuk demeden ve diğer etnik kökenlerden ya da melezlerden oluşan çok daha fazla Angolalıyı tarif edilemez derecede korkunç şekillerde öldürdüler.

Portekiz’in aşırı sağcı diktatörü António de Oliveira Salazar hava kuvvetlerinin yoğun bir şekilde kullanıldığı büyük bir misilleme harekâtı başlattı. Birkaç ay içinde on binlerce siyah öldürüldü, çok sayıda köy yakıldı ve geniş bir coğrafya yerle bir edildi. Burada tarihsel bilginin iki öğesi daha devreye girmektedir. Birincisi, UPA/FLNA, Sovyet destekli Angola’nın Kurtuluşu için Halk Hareketi’nin (MPLA) CIA tarafından desteklenen rakibiydi. Aşırı sağcı Portekiz NATO’nun kurucu üyelerinden biriydi. Bu nedenle, Roberto’nun daha sonra İsveçli bir araştırmacıya açıkladığı gibi: “NATO ve Portekiz ile ilişkiler nedeniyle Batılı ülkelerden yardım alamıyorduk. Hiçbir desteğimiz yoktu. Güvenebileceğimiz küçük destek ise Tunus gibi Afrika ve Arap ülkelerinden geliyordu. Ve bizim için çok önemli olan İsrail’den. İsrail hükümeti o dönemde bize yardım etti.” İkinci olarak, Roberto’yu silahlı mücadeleye teşvik eden Frantz Fanon 1961 tarihli ünlü kitabı Yeryüzünün Lanetlileri’nde “Kendiliğindenliğin Büyüklüğü ve Zayıflığı” başlıklı bölümünde Angola olaylarını şu ifadelerle yorumlamıştır: “Hatırlıyoruz; 15 Mart 1961’de Angola köylüleri iki üç binerlik gruplar halinde Portekiz mevzilerine saldırdı. Köyler ve havalimanları kuşatıldı ve sayısız saldırı yaşandı, ama binlerce Angolalı sömürgecinin makineli tüfekleriyle tarandı. Angola ayaklanmasının liderleri, ülkelerini gerçekten kurtarmak istiyorlarsa farklı taktikler benimsemeleri gerektiğini çok geçmeden kavradılar. Bu yüzden Angola lideri Roberto Holden, öteki kur­tuluş savaşları modelini ve gerilla savaşı tekniklerini kullanarak Angola Ulusal Ordusu’nu yakım zamanlarda yeniden organize etti.”

SONUÇ OLARAK

Bu iki tarihsel kesitten hangisi Hamas önderliğindeki 7 Ekim ve ardından İsrail hükümeti tarafından gerçekleştirilen saldırıya daha çok benzemektedir. Nazi önderliğindeki Yahudi karşıtı saldırı ve ardından aynı Naziler tarafından gerçekleştirilen Avrupalı Yahudilerin yok edilmesi mi? Yoksa UPA önderliğindeki Portekiz karşıtı saldırı ve ardından ABD’nin suç ortaklığıyla Portekiz aşırı sağ hükümeti tarafından gerçekleştirilen saldırı mı? UPA önderliğindeki 15 Mart Angolalıları öncelikle beyaz karşıtı ırkçılıkla mı yoksa Portekiz’in sömürgeci baskısına duydukları nefretle mi motive olmuşlardı? Aynı şekilde, 7 Ekim’de Hamas liderliğindeki Filistinliler öncelikle antisemitizmden mi yoksa İsrail’in sömürgeci baskısına duydukları nefretten mi kaynaklanıyordu? Bu soruların cevapları, Filistin, Arap ya da Müslüman karşıtı ırkçılık ve beyazlaştırılmış İsraillilere duyulan “narsist şefkat” ile körleşmemiş herkes için apaçık olmalıdır.

çeviren: Kıvanç Eliaçık

kaynak: https://www.birgun.net/makale/tarihsel-ve-siyasal-bir-perspektiften-7-ekim-548382

1970’li yıllarda karanfiller ülkesinde yaşayan genç bir enternasyonalist: Christian Tresso

 Kişisel ve politik nedenlerle 1974-75 yıllarını devrimci Portekiz’de geçiren bir militanın anılarını yayınlıyoruz.  

***

Devrimci bir militan olmak 68 Mayıs-Haziran barikatlarına katılacak yaşta olmayan gençlerin henüz ergenlik çağındayken devrimci mücadeleye katılmaya karar vermesi alışılmadık bir durum değildi. Bu nedenle benim durumum istisnai bir durum değildi. Bir anarşist sempatizanı olarak CRS’den (çevik kuvvet ç.) “FNL kazanacak! » (Vietnam Ulusal Kurtuluş Cephesi) ve “Vietnam’da Barış!” değil » Kasım 1969’da Vietnam halkının mücadelesiyle dayanışma amacıyla yasaklanan bir gösteri sırasında ilk cop darbelerimi almıştım. 1970 yılında Ligue Communiste’e katılmaya karar verdiğimde 15 yaşındaydım. Aktivizmim, B52’lerin attığı bombaların altında ezilen Çinhindi halklarının kahramanca direnişiyle, Latin Amerika’daki cesur mücadelelerle, dayanılmaz Pompidou düzenine karşı mücadeleyle beslendi. 1973 yılı, orduya katılmanın ertelenmesini ortadan kaldıran Debré Yasasına karşı muazzam lise seferberliklerinin yılıydı (22 Mart 1973’te Paris’te 200.000 gösterici ve 2 Nisan’da 200.000’i Paris’te olmak üzere 236 şehirde 500.000’den fazla genç yürüdü).  İşte o yıl lisans eğitimimin ardından sosyoloji ve siyaset bilimi eğitimime yaşadığım taşra kasabasında devam etmeye karar verdim.

Ancak 1973 yılı aynı zamanda Şili’de yaşanan korkunç trajedinin ve Halkın Birliği umutlarının kanlı bir şekilde yıkıldığı yıldı. Hayatın tesadüfleri  beni, partnerim olan Portekizli genç bir kadın da dahil olmak üzere diğer öğrencilerle birlikte bir evde  yaşamaya zorladı. Anti-faşist muhalefette yer alan bir avukatın kızıydı. 1964’teki Brezilya askeri darbesinin sonuçlarından kaçmak için ailesiyle birlikte 1959’dan beri Brezilya’da, 1965’ten beri de Cezayir’de yaşıyordu. Çoğu zaman hayal bile edemediğimiz bir şekilde Portekiz’e bir geziden konuşuyorduk.. Diktatörlük 48 yıldır yürürlükteydi. Ancak 16 Mart 1974’te ordu birlikleri Lizbon’a doğru ilerledi. Başarısız olurlar ve 200 asker tutuklanır. Bu, rejimin zayıflığının çok açık bir göstergesiydi… Bir buçuk ay sonra, 25 Nisan’da Silahlı Kuvvetler Hareketi askerleri, Avrupa topraklarındaki en eski diktatörlüğe son verdi. Birkaç gün sonra Lizbon’daydık ve partnerimin babası Manuel Sertório ile tanıştık; bu anti-faşist savaşçı, büyük bir dürüstlüğe ve örnek teşkil edecek bir inanç gücüne sahipti ve beni dostluğuyla onurlandırmıştı.  

Bedeli ağır bir şekilde kazanılmış özgürlüğün esintisi

2024’te, Lizbon’un 50 yıl önceki atmosferini anlatmak oldukça zor! Karanfillerle süslenmiş tüfeklerini sallayan askerlerin görüntüleri, yüzbinlerce insanın gösterilerde sevinç duyması. Şili trajedisinden yedi ay sonra büyük bir kalabalığın sosyalizm ve özgürlük çağrısıyla büyük bir sevinçle yürüdüğünü unutmamalıyız. Baskı güçlerinin ortadan kalkması karşısında duyulan inanılmaz özgürlük hissi. Artık polis yok, ceza da yok. Devrim dönemlerinde zihniyetlerin değişme hızı etkileyicidir. Bu heyecan verici ortamda, 1974 yılının Temmuz ayının başında gerzçekleştirdiğimiz, bu devrimci sürece katılmak için Lizbon’a gelip yerleşmeye karar verdik. Bu güzel şehir bayramdaydı. Baskı, korku, keyfilik ve neredeyse yarım asırlık dayanılmaz diktatörlük artık geride kalmıştı. Her yerde siyasi tartışmalar, meydanlarda konuşmalar, her şeyin çok hızlı gerçekleştiği izlenimi veriyordu. 1961’den bu yana süren sömürge savaşlarına bir son verilmesini hayal etmek nihayet mümkün oldu. Sansürün olmadığı, sendikaların, partilerin, gazetelerin inşasını öngören uğursuz siyasi polis PIDE’nin işkencecilerinin olmadığı bir gelecek hayal ediliyordu. Mantık bana IV. Enternasyonal’in Portekiz bölümü olan LCI’ya (Liga Comunista Internacionalista) katılmamı emretti.

Aralık 1973’te kurulmuş küçük bir organizasyondu. En tanınmış kişisi doktor João Cabral Fernandes’ti (1946 -). Tanınmış bir entelektüel olacak genç Francisco Louça’nın (1956-) canlı zekasından ve karizmasından çok etkilendim. “Tarih boynumuzu ısırıyordu” ve hiçbir şey iyimserliğimizi azaltacak gibi görünmüyordu. Polis ve jandarma görünmezdi ve silahlı askerlerin halkla dostluk kurması heyecan vericiydi. Sokaktaki sürekli tartışmaların görüntüsü rahatlatıcı olsa da, MRPP’nin (Proletarya Partisinin Yeniden Örgütlenmesi Hareketi) Maoistlerinin inanılmaz propaganda kapasitesinin hemen ilgimi çektiğini itiraf etmeliyim. PCP’yi (sosyal faşizm) ve Sovyetler Birliği’ni (sosyal emperyalizm) ana düşmanlar olarak suçlayan çok renkli posterlerin ve şehrin her yerindeki büyük boy afişlerin (sadece Lizbon’u tanıyordum) sefahati, bu örgütün önemli mali kaynaklara sahip olduğu anlamına geliyordu. Küçük LCI büyük bir tesis edinmeyi başarmıştı! Aşırı sol örgütler, sürgüne gitmekte acele eden diktatörlük sempatizanlarının terk ettiği evleri ve binaları “kamulaştırdı”. Şehir merkezinde, Rua de Palma 268 numarada bulunan, iki palmiye ağacıyla çevrili, dört katlı güzel bir evdi. Sahibinin, 1936’da kurulan faşist bir örgüt olan Portekiz Lejyonunun bir üyesi olduğu ve kaçtığı yönünde söylentiler vardı. Portekiz Lejyonu, Estado Novo‘nun ideolojisine göre amacı “manevi mirası savunmak” ve “komünist ve anarşist tehdide karşı savaşmak” olan, İçişleri ve Savaş Bakanlıklarının yetkisi altındaki bir milis gücüydü. İkinci Dünya Savaşı sırasında Portekiz Lejyonu, Hitler’in Avrupa hakkındaki fikirlerini açıkça savunan tek Portekiz örgütüydü. Aktivistlerin yardımıyla örgütün yeni genel merkezi, broşür basımına ayrılmış bir odayla yeniden düzenlendi.  

Dünyanın merkezi Lizbon

1974-75 yılında üniversiteye kayıt yaptıramayacağımızı çok çabuk anladık. Devrimin hızla zafere ulaşacağına ve zaferden önce ve sonra çok meşgul olacağımıza inandığımız için çok fazla hayal kırıklığına uğramadık! Sorun açıkça militan faaliyete ek olarak bir miktar kazanç getiren faaliyete sahip olma konusunda ortaya çıktı. Bu yüzden Agence France Presse’e iş için başvurdum (hiçbir vasfım olmadığı göz önüne alındığında, bu çok mütevazı olabilirdi). Yine de şehri iyi bildiğim ve Portekizce’yi akıcı konuştuğum için çok iyi karşılandım. Lizbon, her milletten çok sayıda gazetecinin varış noktası haline gelmişti ve AFP, gelen Fransızca konuşan gazetecilere yardım etmek zorundaydı. İşte bu şekilde o zamanlar var olmayan bir terim olan “mihmandar” oldum. Prosedür çok basitti. AFP gerektiğinde beni aradı ve ben de yeni gelen bir gazeteciye eşlik etmek zorunda kaldım. Bana, günü birlikte geçirdiğim ve yemek yediğim gazeteciden para ödeniyordu. O dönemde tanıştığım tüm gazeteciler ideal bir konuma sahip kaliteli bir otel olan Hotel Mundial’de kalıyordu. Gazeteci, diplomat ya da siyasi lider iseniz olmanız gereken yer burasıydı. Büyük saflığımla Mundial Oteli ile Saygon’daki Continental Oteli’ni karşılaştırmadan edemedim! (Vietnamlı devrimciler, benim 30 Nisan 1975’te sevinçle kutlayacağım zaferlerini henüz elde etmemişlerdi…). Açıkçası “mihmandar” olacağım karakterleri seçecek halim yoktu. Yarım asır sonra anılarım elbette silikleşti… Yine de Le Monde’un özel muhabiri ve Ligue communiste liderlerinden Gérard Filoche’nin arkadaşı Dominique Pouchin ve ayrıca özgeçmişinde 1951’de faşist süreli yayın Rivarol ile işbirliğini içeren yazar Gérard de Villiers gibi birbirine çok zıt isimleri hatırlıyorum. Cezayir Savaşı sırasında subay ve ardından kıdemli muhabir olarak görev yaptıktan sonra, ırkçı, kadın düşmanı ve faşist düzyazısını damıtmayı başardığı SAS romanlarının başarılı yazarı oldu. Hotel Mundial, İtalyan Komünist Partisi muhalifi Rossana Rossanda, Corriere della Sera’dan gazeteci Bernardo Valli ve aynı zamanda arkadaş olduğum Jean-Marie Simonet gibi fotoğrafçılarla da tanışma fırsatı bulduğum yerdi. Her halükarda, Portekiz’deki küçük bir Troçkist örgütte tabandan aktivist olan, üniversite eğitimi almamış 19 yaşındaki genç bir adamın kendisini bu yerde ve bu insanlara bulması çok ironikti. Portekiz devriminin etkisi dünya çapındaydı. Bu sürecin sempatizanları, ordunun bir kısmının işçi hareketinin yanında yer alması nedeniyle olağan kuralların dışında kalan bu seferberliği ve bu radikalleşmeyi gözlemlemek için Lizbon’da bir araya geldi. Açıkçası tüm uluslararası siyasi örgütler bu olguyu anlamak istiyordu. Heyetler gelmeye devam ediyordu. Dolayısıyla ben aynı zamanda bu geziye katılan Dördüncü Enternasyonal’in liderlerinin “mihmandarı” olacaktım.

25 Mayıs 1974’te, Ernest Mandel’in konuştuğu aşırı solun birleşik mitingine 2.500 coşkulu katılımcı katıldı. Konuşmasının tamamı Lizbon’un demokratik basında yayınlandı. Bu vesileyle Pierre Franck, Alain Krivine, Ernest Mandel, Daniel Bensaïd gibi liderlerle vakit geçirip konuşma fırsatı buldum. Pierre Franck’ın bana Fransa’daki faşistlerin zayıflığını Kurtuluş’un gücüyle açıkladığını veya Bensaïd’in bana devrimci bir örgütün gazetecilere ve avukatlara karşı dikkatli olması ve yönetim pozisyonlarına erişimlerini engellemesi gerektiğini söylediği çok dostane, gayri resmi sohbetleri hatırlıyorum. Bu görüşmeler sırasında beni etkileyen şey, bu liderlerin sempatisi, kibirden yoksun olmaları, yardımseverlikleri, muhataplarına bu kadar rahat hitap etmeleriydi. Bu ilişkilerin o zamanın en sol kanadında ne kadar istisnai olduğunu bugün daha iyi anlıyorum; O zamandan beri bana Nahuel Moreno ya da Pierre Lambert gibi karakterlerin kırılgan ve otoriter karakterini anlatan yoldaşlarla sohbet etme fırsatım oldu. Dördüncü Enternasyonal, Charles Michaloux’yu kalıcı olarak Lizbon’a göndermeye karar verdi. Onun kaldığı süre boyunca gazetecilerle olan faaliyetlerim dışında zamanımın çoğunu onunla toplantılarda, seferberliklerde, çevirilerde vb. çalışarak geçirdim.  

Devrim büyüyor ve kutuplaşıyor

11 Mart 1975’te örgüt binasına doğru gidiyordum ki, gökyüzünde savaş uçakları gördüm ve çok hızlı bir şekilde herkes darbeden bahsediyordu. Bir darbenin güpegündüz başlamasına duyduğum şaşkınlığı hatırlıyorum(!) ama hemen Paris’teki “Rouge” gazetesine telefon ettim. Radikalleşmenin arttığı, işçi denetiminin arttığı bir dönemde bu girişime tepki gösterilmesini de tuhaf buldum. 12 Mart itibarıyla Ulusal Kurtuluş Cuntası ve Danıştay’ın yerine Devrim Konseyi kuruldu. Hükümet, geniş bir kamulaştırma programı da dahil olmak üzere açık bir şekilde sola yöneldi. Yüzde 91,7 gibi rekor bir katılım oranıyla 25 Nisan’da yapılan Kurucu Meclis seçimlerinde oyların yüzde 37,9’u PS’ye, yüzde 26,4’ü PPD’ye (sağ parti, mevcut PSD), yüzde 12,5’i PCP’ye verildi. . República gazetesi olayı işte bu bağlamda patlak verdi. 19 Mayıs 1975’te, gazetenin işçileri ve matbaacıları genel merkezi işgal ettiler ve gazetenin PS’den farklı görüşleri sansürlediğini öne sürerek, gazetenin müdürü Raul Rego’nun yanı sıra çoğu sosyalist olan gazetecilerin büyükkısmını görevden aldılar. Portekiz PS’sinin lideri Mário Soares bu olayı kınadı ve PCP’yi Basın Özgürlüğü Yasasına veya siyasi çoğulculuğa saygı göstermemekle suçladı. Aynı akşam sosyalistler tarafından gazete binası önünde büyük bir gösteri düzenlendi. Askeri güçler binayı boşaltıp mühürledi. Mário Soares, işi François Mitterrand’ın desteğini aldığı Fransa’ya ihraç etti. Göstericilerle çevrili República genel merkezi önünde yaptığım gezilerden birinde, tarif edilemez Gérard de Villiers’e eşlik ederken, fotoğrafçı Jean-Marie Simonet’yi buldum. Diyalogumuz bir göstericiyle bir yanlış anlaşılmaya yol açtı ve bu durum, orada bulunan üç Fransız’ı sevinçle linç etmeye hazırlanan kalabalığın içinde bir hareketlenmeyle sonuçlandı. Gérard de Villiers’in kiraladığı Austin Cooper’da düzeni sağlayan askerlerin (coşkusuz) koruması altında kaçırıldık. Arabanın tavanına yağan yumruk yağmuru altında, korkudan çürümüş, korkusuz ve vicdansız kahramanının şerefine casus romanları yazan ürkek yazara baktım. Bunun coşkulu bir vizyon olduğunu kabul ediyorum. 19 yaşındayken insan ciddi olamıyor! República olayının ve siyasi olayların değişmesinin ardından, Portekiz Sosyalist Partisi ülkedeki büyük gösterilerin kökenindeydi. 1975 yazına, özellikle Portekiz’in kuzeyinde güçlü gerilimler damgasını vurdu. Bu dönem “Verão Quente” (“sıcak yaz”) olarak tanımlanacak.

Daha sonra ülkede bir anti-komünist şiddet dalgası patlak verdi. Portekiz Komünist Partisi’nin Rio Maior kasabasındaki genel merkezi 13 Temmuz’da arandı ve yakıldı. Takip eden haftalarda birçok Parti merkezi yıkıldı. 1975 yazı, Portekiz devrim sürecinin en çalkantılı ve şiddetli dönemlerinden birine işaret ediyordu. Öte yandan fabrika, ev ve büyük tarımsal mülklerdeki işgaller yoğunlaştı. Ülke, köylülerin toprak sahiplerine karşı mücadele ettiği Güney, Alentejo ile geleneksel elitlerin ve Katolik Kilisesi’nin derinden etkilediği, devrime karşı duran küçük çiftçilerin yaşadığı Kuzey arasında açıkça ikiye bölünmüştü. Dominique Pouchin’e Portekiz’in kuzeyine kadar eşlik ettim ve gericiliğin gücünden, kararlılığından, Kilise’nin yoksul ama şiddetle anti-komünist olan köylüler üzerindeki nüfuzundan etkilendim. Sosyalist Parti, Komünist Parti ile karşı karşıya geldiğinde, piskoposluk ve diğer gerici güçlerle ittifak kurmaktan çekinmiyordu. Lizbon’a geldiğimden beri Manuel Sertório ile siyasi sohbetlerim günlüktü. Tüm siyasi veya diplomatik görev tekliflerini reddetmişti. Bordigist tezlerden güçlü bir şekilde etkilenmişti ancak Troçkistlerle tartışmayı kabul etti. Ayrıca, özellikle proleter devrimin zafer olasılığı konusunda pek iyimser olmadığı için, bizim “notumuzun düşmesinden” ve üniversite eğitimimizin olmamasından da çok endişeliydi. İşte bu bağlamda Ağustos 1975’te Fransa’ya dönmeye karar verdik. Üç ay sonra, 25 Kasım’da bir darbe, 25 Nisan’da açılan umutların ölüm çanını çaldı.  

Çeviri: İmdat Freni

Kaynak: https://www.contretemps.eu/temoignage-jeune-internationaliste-portugal-revolution/

Şili’den Nikaragua’ya, 21. yüzyılın devriminin yollarını keşfetmek – Daniel Bensaïd ve Stathis Kouvélakis

Okurlarımıza Daniel Bensaid ile 2007-2008 yıllarında yapılan bir söyleşinin transkriptini ve ardından aynı yazarın Şili’deki Halk Birliği deneyimine (1970-1973) ve sosyalizme kurumsal ve aşamalı bir yoldan ulaşma girişimini sona erdiren darbeye odaklanan bir metnini sunuyoruz. Yazı boyunca Daniel Bensaid, 21. yüzyılda herhangi bir sosyalist devrimin karşı karşıya olduğu bazı önemli stratejik soruları ele alıyor. Bu iki metinden önce Stathis Kouvélakis’in bir giriş yazısı yer alıyor. 

Daniel Bensaïd 2007 ve 2008 yılları arasında Fréquence Paris Plurielle radyosunda bir düzine röportaj verdi. Bu söyleşiler, işçi hareketinden simalarla ya da “kısa yirminci yüzyıl”daki kilit olaylarla ilişkilendirilen 12 tarih etrafında düzenlenmiştir: Ekim Devrimi, İspanya İç Savaşı, İkinci Dünya Savaşı, sömürgecilik karşıtı mücadeleler, Küba 1959, Lumumba suikastı, Mayıs 1968, Şili 1973, Mayıs 1981, Berlin Duvarı’nın yıkılışı, vb. çevrimiçi mevcut ses formatında. Deşifre edilmiş bir versiyonu 2020 yılında Editions du Croquant tarafından Fragments radiophoniques başlığı altında yayımlanmıştır. 20. yüzyılı sorgulamak için 12 röportaj .

Bu, 20. yüzyılın ikinci yarısında Latin Amerika’daki devrimci döngünün sonunu belirleyen Şili ve Nikaragua devrim deneyimlerine ayrılmış röportajın transkriptidir. Bunu, Daniel Bensaïd’in Şili’nin yenilgisini “gerçekçi” bir şekilde yorumlayan ve uzlaşma yolunda daha da ileri gidilmesinin daha iyi olacağını savunan solcularla polemiğe girdiği, 11 Eylül 1973 darbesinin otuzuncu yıldönümü vesilesiyle yazılmış daha önceki bir makale takip ediyor. Dahası aynı kişiler, trajik sonuçtan kısmen de olsa Şili solunun en radikal kesimlerini, özellikle de MIR’i sorumlu tutmaktan çekinmiyorlar. Basit bir tarihsel tartışma olmaktan uzak olan bu değerlendirmeler, Bensaïd’in de işaret ettiği gibi, nihayetinde yazarlarının 2000’li yıllarda Latin Amerika ve Avrupa’daki merkez sol (veya ılımlı sol) hükümetler tarafından izlenen sosyal-liberal politikalara verdikleri desteği haklı çıkarmayı amaçlamaktadır.

Daniel Bensaïd’in bu iki metninin karşılaştırmalı bir okuması, kendi ilgi alanlarının yanı sıra, yazarın kaygılarının merkezinde yer alan devrimci strateji sorunlarına ilişkin düşüncelerinde bir evrim olduğunu göstermesi bakımından daha da ufuk açıcıdır. Bu evrim, Latin Amerika ve Avrupa’daki konjonktürle ve radikal sol örgütlerde ve kendi siyasi akımında meydana gelen yeniden yapılanmalarla yakından bağlantılıdır. Dağılma sürecindeki bir devlet otoritesinin yerini sovyetlerin aldığı Rus Devrimi’nin klasik şemasından esinlenen “ikili iktidar” ve silahlı kuvvetlerden gelen karşı-devrimci girişimlere verilen yanıt türüyle başlayalım. İlk metinde Bensaïd, düşmana taviz verme mantığının acı verici başarısızlığının altını çizdikten sonra, geriye dönüp baktığında “stratejik hatanın tankazoya (Haziran 1973’teki başarısız darbe) ayaklanmacı, toplumsal ve silahlı bir karşı saldırıyla yanıt vermeye çalışmamak olduğunu” düşünen MIR lideri Andrès Pascal’ın tutumunu onaylayarak aktarıyor. 

Bu pozisyon, Kerenski’nin geçici hükümetini devirmeye çalışan Çarlık generali Kornilov’a yapılan atfın da gösterdiği gibi (ayrıca alıntı yapılmıştır), Ekim 1917 tipi bir durumu da yansıtmaktadır. Aslında devrimci süreci yeniden başlatan ve Ekim taarruzunun yolunu açan, bu darbe girişimine karşı halkın verdiği muzaffer tepkiydi. Bu açıdan bakıldığında Daniel Bensaïd, Halk Birliği Şili’sinde “sanayi kordonlarının ve komandoların merkezileştirilmesi ile Conception Halk Meclisi gibi geniş demokratik deneyimlerden” doğabilecek ve doğru strateji uygulandığında daha önce bahsedilen “ayaklanmacı ve silahlı karşı saldırıyı” başlatmaya hizmet edebilecek bir “ikili iktidar” sorununu da açık bırakmaktadır. 2007 yılındaki mülakatta soru kısmen yeni terimlerle sunulmuştur. “İster Haziran’da ister Eylül’de olsun, darbeye genel grevle, ordunun silahsızlandırılmasıyla, fiilen ayaklanmayla yanıt vermek için başka bir senaryodan” söz etti. Ancak bu kez Allende esas olarak darbe başlar başlamaz genel grev gibi daha aktif direniş biçimleri için çağrıda bulunmadığı için eleştiriliyordu. Bensaïd ayrıca böyle bir sivil direniş biçiminin bile “belki de mümkün olmadığını” ve “askeri olarak hazırlıklı olması gereken MIR gibi bir örgütün bile darbe tarafından gafil avlandığını” kabul etmektedir. 

Gerçekte bu değişim, sandıkla seçilen ancak Halk Birliği gibi toplumsal dönüşümün yolunu açan bir değişim programını uygulamayı öneren sol hükümetlerin kurulması sorunuyla ilgili olan bir başka değişimle bağlantılıdır. 2007 tarihli metinde, Daniel Bensaïd’in, Allende’nin görev süresine damgasını vuran egemen sınıflara verdiği tavizlere rağmen onu “reformist” olarak nitelendirmekteki isteksizliğine dikkat çekiyoruz. Ayrıca, 1973 Haziran’ındaki başarısız darbe (tankazo) ile devrimci süreci savunmak ve yeniden başlatmak için son şans olan 11 Eylül’deki başarılı darbe arasındaki belirleyici dönemde MIR’in Halk Birliği hükümetine katılımının hangi koşullar altında öngörülebileceğini de tartışıyoruz. Bu mülakatla aynı zamandaki bir metinde “birleşik cephe” ve “işçi hükümeti” tartışmalarından yola çıkan Bensaïd, iktidara erişim stratejileri ve bunlara karşılık gelen demokrasi biçimleri sorununa daha sistematik bir şekilde geri döndü.[1]. “Yüz yılı aşkın bir parlamenter geleneğe sahip olan ve genel oy ilkesinin sağlam bir şekilde yerleştiği ülkelerde, devrimci bir sürecin “aşağıdan sosyalizme” üstünlük sağlayan, ancak temsili biçimlere müdahale eden bir meşruiyet transferinden başka bir şey olarak düşünülemeyeceği oldukça açıktır” diye yazmaktadır. Ayrıca “pratikte, örneğin Nikaragua devriminde bu noktada evrim geçirdiğimizi” de kabul etmektedir.

Devrimci örgütlerin “geçiş dönemi perspektifinde bir hükümet koalisyonuna” katılımı sorununu, son deneyimler (Fransa, Latin Amerika) ve özellikle Brezilya örneği ışığında yeniden okuyarak bu konumdan inceliyor. Brezilya’da Lula’nın 2002’deki zaferinin ardından, IV. Enternasyonal’e bağlı olan ve İşçi Partisi içinde önemli mevkilerde bulunan Demokrasi ve Sosyalizm akımı (DS) hükümette yer almaya karar verdi ve özellikle Tarım Bakanlığı görevini elde etti. Bu karar, Lula’nın neo-liberal çerçeveye duyduğu saygıyla birleşince DS’de bir bölünmeye ve bazı lider ve aktivistlerinin PSOL’e (2004 yılında Brezilya radikal solunun diğer akımlarıyla birlikte kuruldu) geçmesine yol açtı. 

Gramsci’nin kategorisini kullanırsak, “Batı’da” iktidara giden yolu belirleyen tartışmaları, yani 1917 Rusya’sından niteliksel olarak farklı bir bağlamı ele alan Daniel Bensaïd, “sol güçlerin koalisyon hükümetine” katılım için “farklı şekillerde bir araya getirilmiş üç kriter” ortaya koydu: “a) bu tür bir katılım sorununun, durumun soğuk olduğu zamanlarda değil kriz durumlarında ya da en azından toplumsal seferberlikte önemli bir artış olduğunda ortaya çıkması; b) söz konusu hükümetin kurulu düzenden kopma sürecini başlatmaya kararlı olması (örneğin – Zinovyev’in [Komünist Enternasyonal’in 1923-1924 “birleşik cephe” tartışmaları sırasında] talep ettiği silahlanmadan daha mütevazı bir şekilde – radikal tarım reformu, özel mülkiyet alanına “despotik saldırılar”, vergi ayrıcalıklarının kaldırılması, Fransa’daki Ve Cumhuriyeti’nin kurumlarından, Avrupa anlaşmalarından, askeri paktlardan vb. kopma);  c) son olarak, güç dengesinin devrimcilere, taahhütlerin yerine getirileceğini garanti edemeseler bile, en azından bu taahhütleri yerine getirmeyenlere tüm bedeli ödetme imkanı vermesi gerekir.” Bu kriterlere dayanarak “[DS’nin çoğunluğunun] Lula hükümetine katılımının hatalı göründüğü” sonucuna vardı. Bununla birlikte, “ülkenin tarihini, sosyal yapısını ve PT’nin oluşumunu dikkate alarak, bu katılımla ilgili çekincelerimizi sözlü olarak ifade ederken ve yoldaşları tehlikelerine karşı uyarırken, bunu bir ilke sorunu haline getirmedik, ‘uzaktan’ ders vermek yerine yoldaşlarla birlikte sonuçlar çıkarmak için deneyime eşlik etmeyi tercih ettik” diye ekledi. Daniel Bensaïd’in bu önemli stratejik sorular üzerine düşünecek zamanı olmadı. Yine de bu geç dönem metinleri, onun düşüncesinin açıklığına ve çağımıza damgasını vuran devrimci hareketlerin deneyimlerini yeni yollarla sorgulama yeteneğine değerli bir tanıklıktır.  

Stathis Kouvélakis

 
11 Eylül 1973’te Şili ordusu, Salvador Allende hükümetinin üç yıllık kısa reformist deneyimine kanlı bir son verdi. Augusto Pinochet, Bolivya’da başlatılan yeni bir kanlı baskı ve acımasız ekonomik liberalizm döngüsünü sürdürdü.[2]. Onu kısa süre sonra Güney Amerika’daki diğer diktatörlükler takip etti. 1979 yılında, farklı bir bağlamda, Sandinistalar küçük Nikaragua’da iktidarı ele geçirerek küçük bir umut getirdiler. On yıl sonra, 1990’da, Amerikan ablukası altında bunalmış bir halde, seçimlerde iktidara geri verdiler. Güney Amerika’nın her yerinde etkin olan ABD’nin arka bahçesindeki halkların başlarını kaldırmalarına izin vermeye niyeti yoktur. Bir yanda Salvador Allende’nin Kongre tarafından seçilmesi, diğer yanda Sandinistaların silah zoruyla iktidarı ele geçirmesi gibi çok farklı bağlamlarda yaşanan Şili ve Nikaragua deneyimleri, iktidar ve her şeyden önce iktidarın nasıl, kiminle ve neden elde tutulacağı sorusunu gündeme getirmektedir.  İkincil bir soru olarak, bu süreçlerde yerli halklara ya da asimile edilmiş halklara verilen yer, daha doğrusu verilmeyen yer hakkında da bir soru eklemek istiyorum.

Belki de 11 Eylül’ün, 2001’dekinin değil 1973’tekinin, her şeyden önce duygusal bir şok olduğunu hatırlayarak başlamalıyız. Başkanlık sarayı La Moneda’nın merkezinden radyoya gelen haberlere ve ardından yavaş yavaş gelen darbenin başarılı olduğuna dair açıklamalara kulak kesilmiştik. İlk başta başarılı olamayacağını umduk, çünkü [Tankazo’dan] üç ay önce Haziran ayında başka bir darbe başarısız olmuştu, ardından Allende’nin ölümü geldi ve bu böyle devam etti.  

1965’te Endonezya Komünist Partisi’nin ya da daha sonra Sudan Komünist Partisi’nin ezildiği katliamın farklı ölçekte bir benzeri yokken böylesi bir duygusal şoku nasıl açıklıyorsunuz?

Sanırım öyle, çünkü Avrupa ve Latin Amerika’da Şili’de olanlarla çok güçlü bir özdeşleşme vardı. Bunun gerçekten de yeni bir senaryo ve olasılık, pratikte bir laboratuar deneyi olduğu ve farklı şekillerde de olsa Latin Amerika için olduğu kadar Avrupa için de geçerli olduğu hissi vardı.  

Peki neden Avrupa?   

Çünkü bugün kısmen yanlış olduğunu söyleyebileceğim bir izlenimimiz vardı, sonuçta kendi yansımamız olan bir ülkeye sahiptik. Diğer Latin Amerika ülkelerinden farklı olarak güçlü bir komünist parti vardı, Salvador Allende tarafından temsil edilen ya da yönetilen bir sosyalist parti vardı, bizimle aynı kuşaktan bir aşırı sol vardı, MAPU[3]  ve 1964-65 yıllarında Küba Devrimi’nin itici gücü ya da şok dalgası altında doğan Devrimci Sol Hareket, MIR[4] gibi küçük gruplar vardı. Bu örgütle, militanlarıyla, neredeyse bizim kuşağımızdan olan ve oldukça benzer bir geçmişe sahip olan liderleriyle bir özdeşleşme etkisi vardır. MIR iki kaynaktan beslendi: bir yandan Guevarist bir ilham, Küba Devrimi’ne bir referans; diğer yandan Troçkist bir etki, Latin Amerika’nın büyük tarihçisi Luis Vitale aracılığıyla. Her ne kadar daha sonra kenara itilmiş ya da hızla kenara çekilmiş olsa da MIR’in kurucularından biriydi. Tüm bunlar, Stalinizmin sol da dahil olmak üzere hiçbir zaman baskın olmadığı ve örneğin Arjantin’de Komünist Parti’nin oynadığı rolü oynamadığı bir ülkede gerçekleşti. Şili’ye özgü bir şey var ve durumu anlamadaki zorluklardan biri de bu. Şili Sosyalist Partisi, kendisini sosyalist olarak adlandırsa da, Avrupa sosyal demokrasisiyle çok az ilgisi vardı. Komünist Enternasyonal’in Stalinleşmesine karşı bir tepki olarak 1930’larda kurulmuş bir partiydi. Yani KP’nin sağından çok solunda yer alan bir partiydi. Dolayısıyla Şili’nin, solun seçimler yoluyla iktidara geldiği ve seçimlerin radikal bir toplumsal devrime yol açan ya da diyelim ki radikal bir toplumsal devrime geçiş yapan bir toplumsal radikalleşme sürecinin başlangıcı olabileceği bir senaryonun örneği olduğuna dair güçlü bir özdeşleşme ve fikir vardı; bu arada Küba Devrimi’nin Latin Amerika’daki prestijinin bozulmamış olmasa bile en azından hâlâ çok önemli olduğu da hatırlanmalıdır. Şili’de yaşananların hâlâ bir ders olduğunu düşünüyorum. Bugün olsa bu yansıtma mekanizması konusunda daha temkinli olurdum. Uzaktan baktığımızda Şili toplumunda var olan sosyal ilişkileri, tepki ve muhafazakarlık rezervlerini hafife alma eğiliminde olduğumuzu düşünüyorum. Bunların çoğunu orduda gördük çünkü o dönemde defalarca söylendiği gibi, ordu Alman eğitmenler tarafından Prusya ordusu çizgisinde eğitilmişti ve bu da zaten pek iç açıcı değildi. Ama dahası, o zamandan beri gördüğüm gibi, Katolik geleneğin, muhafazakar Katolik tarafın önemli olduğu bir ülke. Aslında, Allende Eylül-Ekim 1970’te yapılan bir başkanlık seçiminde %37 civarında bir nispi çoğunlukla seçildiği için bu en başından beri belliydi. Görevlendirilmesinin Meclis tarafından onaylanması için aşağıdaki koşulların yerine getirilmesi gerekiyordu[5]. Doğrudan meselenin özüne indiler: orduya dokunmamak ve mülkiyete saygı göstermek. Bunlar, Allende’nin göreve gelmesini kabul etmek için egemen sınıflar tarafından, yürürlükteki kurumlar tarafından en başından beri belirlenen iki sınırdı. Bununla birlikte, seçim zaferinin umutların artmasına ve toplumsal hareketin yükselmesine yol açtığı ve bu yükselişin Ocak 1971’de belediye seçimlerinde kazanılan büyük zaferle doruğa ulaştığı doğrudur. Allende’nin o dönemde dayandığı sol koalisyon olan Halk Birliği’nin ilk kez bir seçimde mutlak çoğunluğu kazandığına inanıyorum. Bu durum açık bir şekilde sürece daha fazla meşruiyet kazandırdı. Seçim zaferi, radikalleşme ve aynı zamanda kutuplaşma, başlangıçta Şili içinde, giderek aktif sokak yöntemleri de dahil olmak üzere sağın harekete geçmesine yol açtı. Kilit tarih Ekim 1972’deki kamyoncu greviydi. Ancak bunların maaşlı işçiler olduğunu düşünmemeliyiz: bu bir şirketti ve Şili’nin uzun ve dar coğrafyası göz önüne alındığında, karayolu taşımacılığı stratejiktir. Dolayısıyla, 1972 sonbaharında istikrarı bozmaya yönelik ilk girişim, cacerolazos ya da protesto hareketleri olarak bilinen, özellikle Santiago’daki orta sınıf tüketiciler tarafından desteklenen bir kamyoncu greviydi – Santiago nüfus bakımından ülkenin yarısından fazladır -. Bizim için sonbahar, orada ise ilkbahar. Mevsimleri tersine çevirmeliyiz. Bu durum nihayetinde Şili’deki sürecin bundan sonraki adımlarına ilişkin bir tartışmaya yol açmış ve ABD tarafından da güçlü bir şekilde desteklenen sağ kanadın istikrarsızlaştırılmasına yanıt vermek için iki olasılık ortaya çıkmıştır. Condor planından artık biliyoruz ki ABD, hem çok uluslu şirketler hem de Amerikalı askeri danışmanlar aracılığıyla darbenin hazırlanmasında uzun süredir yer alıyordu. Dolayısıyla 1973’ün başındaki kamyon şoförlerinin grevi uyarısından sonra, birkaç seçenek vardı: ya tartışılmakta olan özel mülkiyet sektörüne daha fazla müdahale, radikal yeniden dağıtım önlemleri, ücret önlemleri vs. ile süreci radikalleştirmek; ya da tartışılmakta olan özel mülkiyet sektörüne daha fazla müdahale, daha radikal yeniden dağıtım önlemleri, ücret önlemleri vs. ile süreci radikalleştirmek, Ya da tam tersine -ki Komünist Parti üyesi Ekonomi ve Maliye Bakanı [Pedro] Vuskovik tarafından öne sürülen hakim tez buydu- kamu mülkiyeti ya da sosyal mülkiyet alanını kesin olarak sınırlandırarak ve orduya ek güvenceler vererek burjuvaziye ve hakim sınıflara güven vermek.  

Tüm hikayeyi tekrar gözden geçirmeyeceğiz, ancak öne çıkan noktalar nelerdir?  

İstikrarsızlaştırmanın ikinci bölümü çok daha dramatikti; artık kamyon şoförlerininki gibi kurumsal bir grev değil, Haziran 1973’te Tankazo olarak bilinen ve bir ordunun, daha doğrusu bir tank alayının gösteriye çıktığı ve etkisiz hale getirildiği darbenin tekrarı olan bir ilk girişimdi. Ve bence bu, tartışmanın gerçekleştiği en önemli andı. Örneğin, birkaç bin çok dinamik militandan oluşan küçük bir örgüt olan MIR’in – orantıları aklınızda tutmanız gerekir, ancak Şili için bu önemliydi – bir hükümete katılma sorununu ortaya attığı andı, ancak hangi koşullar altında. Darbenin ilk başarısızlığından sonra, ağırlık merkezi sola kayacak, askeri komplocuları cezalandırmak ya da silahsızlandırmak için önlemler alacak bir hükümet kurma sorunu ortaya çıktı. Ancak tam tersi oldu. Başka bir deyişle, Haziran 1973 ile 11 Eylül 1973’teki fiili darbe arasında, kışlalarda var olan asker hareketine karşı baskı, darbeye direnme beklentisiyle silah biriktiren militanları silahsızlandırmaya yönelik aramalar ve hepsinden önemlisi, geleceğin diktatörü Augusto Pinochet de dahil olmak üzere bakanlık görevlerine yapılan atamalarla orduya verilen ek güvenceler vardı. Dolayısıyla bir değişim yaşandı ve bir yıl sonra Ekim 1974’te suikasta kurban giden MIR Genel Sekreteri Miguel Enriquez, darbe girişimi ile darbe arasındaki bu ara dönemde “Ne zaman en güçlüydük?” başlıklı bir metin yazdı. Bence son derece netti: Ağustos 1973’e kadar Santiago’da Allende’yi destekleyen ve [Tankazo’daki] darbeye yanıt veren 700.000 gösterici vardı. Aslında bu, halk hareketinin karşı saldırısının mümkün olduğu ve tam tersine, hükümetin ittifaklarını sağa doğru genişletmek ve gerçekte darbeyi teşvik etmek anlamına gelen ek vaatlerde bulunmak olduğu andı. Biz de bu şekilde şaşırdık. Salvador Allende’nin reformizminden bahsettiniz ama bizim reformistlerimizle kıyaslandığında o hâlâ sınıf mücadelesinin bir deviydi. Bugün arşiv belgelerine bakarsanız, hâlâ saygıdeğer bir adam olduğunu görürsünüz. Takip eden yıllarda, 1973, 1974 ve 1975’te çok önemli olan Şili ile dayanışma hareketinde, kahramanca ölmesine rağmen sorumlulardan biri haline getirilen Allende’ye karşı biraz sekter davrandığımızı söyleyebilirim. Bu siyasi sorunu değiştirmez. Kişiye saygı anlamına geliyor ama ortada hâlâ bir muamma var: darbenin ilk saatlerinde ulusal radyo hâlâ ondaydı, genel grev çağrısı yapmak hâlâ mümkündü, oysa biz işyerlerinde statik direniş çağrısı yaptık vs. Belki de bu mümkün değildi. MIR gibi askeri olarak hazırlıklı olması gereken bir örgüt bile darbe karşısında gafil avlandı. Bunu bugün Carmen Castillo’nun Un jour d’octobre à Santiago adlı kitabında ve filminde [Santa Fe Sokağı, 2007] görüyoruz. Hazırlıksız yakalandılar, belki de bana göre bu kadar acımasız ve büyük bir darbeyi hayal etmedikleri için. Bir darbe olasılığını hayal etmişlerdi ama bu darbe bir bakıma yarı başarılı olacak ve kırsal kesimde silahlı direnişin olduğu yeni bir iç savaş dönemini başlatacaktı. Bu nedenle, özellikle ülkenin güneyinde Mapuche azınlığı içinde yer alan köylüler arasında çalışmaya önem verdiler – ve bu da sorunun diğer yönüne geri dönüyor.  Ancak darbe gerçek bir darbe oldu. “Endüstriyel kordonlar” olarak adlandırılan ve az çok gelişmiş öz-örgütlenme biçimlerini koordine eden, özellikle Santiago’nun banliyölerinde, kırsal kesimde “komünal komandolar”, ordudaki çalışmalar ve hatta Valparaiso’da bir tür yerel sovyet olan bir halk meclisinin embriyonu ile var olan halk iktidarı organlarını merkezileştirme senaryosunu gerçekten hazırlamamışlardı, hatta muhtemelen öngörmemişlerdi. Yine de tüm bunlar mevcuttu ve ister Haziran’da ister Eylül’de olsun, darbeye genel grevle, ordunun silahsızlandırılmasıyla, fiilen ayaklanmacı bir şeyle karşılık vermek için başka bir senaryo öngörmenin mümkün olabileceğini – ancak bunu yapmak için iradeye ve stratejiye sahip olmanız gerektiğini – düşündürüyordu. Bu her zaman risklidir, ancak darbenin insan hayatları, kayıplar ve işkence görenler açısından bedelini gördüğünüzde. Ve hepsinden önemlisi, toplumsal bedeli, Pinochet’nin otuz yılı aşkın diktatörlüğünden sonra Şili’nin bugün geldiği noktayı ve dolayısıyla liberal politikalar için bir laboratuvar olduğunu gördüğümüzde, tarihi bir yenilgiden söz edebiliriz. İki komşu ülkeye, Şili ve Arjantin’e bakacak olursak, Arjantin’deki toplumsal hareket, kaybolan 30.000 kişiye rağmen, diktatörlük yıllarının [1976-1983] mücadele ruhunu oldukça hızlı bir şekilde toparladı. Şili’de ise yenilgi açıkça farklı bir ölçekte ve farklı bir süre zarfında gerçekleşmiştir.  

Nikaragua farklı bir hikaye.   

Şili’deki darbenin, Latin Amerika’da on-on beş yıl boyunca Küba Devrimi’ni takip eden devrimci mayalanmanın sonsözü olduğuna inanıyorum. Girişte de belirttiğiniz gibi, tarihlerin eşzamanlılığı etkileyici: Şili’deki darbeden üç ay önce, sanırım Haziran 1973’tü, Uruguay’da darbe oldu. 1971 yılında Bolivya’da bir darbe oldu. Tüm bunlar tamamen uyumsuz değil, çünkü aynı zamanda Arjantin’de diktatörlük düştü ve 1976’da geri dönecekti. Ancak sembolik olarak, siyasi şahsiyetler açısından, Allende’nin ortadan kaybolması, Enriquez’in ortadan kaybolması ve MIR’in neredeyse tüm liderliği açısından döngüyü kapattığını söyleyelim. Küba Devrimi tarafından başlatılan döngüyü, OLAS konferanslarını kapatır.[6]konferansları ve Che’nin 1966’da Bolivya’ya yaptığı sefer. Nikaragua belki de başka bir dönemin açılışı ya da biraz sürpriz bir başlangıç noktası. Daha önce Luis Vitale’den bahsediyordum.

Latin Amerika’daki bu gerilemeyi değerlendirdiğimiz 1976 yılındaki bir toplantıda bizi şaşırtarak şöyle demişti: “Evet, ama merkez üssü – kullanılan ifade buydu – merkez üssü yer değiştirdi, bir sonraki hamle Nikaragua”. Açıkçası çoğumuz 1976’da Nikaragua’nın nerede olduğunu bilmiyorduk. Vitale’nin bir kâhin ya da sihirbaz olduğunu söylemek istemiyorum ama Orta Amerika’da, “zayıf halka” diktatörlükleriyle, kötü örgütlenmiş toplumlarla çok özel koşullarda tarihin geldiğini gördü. Şili diktatörlüğünün toplumsal bir tabanı vardı. Bu diktatörlükler, Somoza ve benzerleri, oldukça kukla gibiydiler, çok az şeye dayanıyorlardı. Bu da 1967’de neredeyse hiçbir şey olmayan bir örgütün, Pancasàn gerilla grubu olarak adlandırılan bir gerilla grubunun baskısı ve başarısızlığından sonra Sandinista Cephesi’nin neden yüzden az militana düştüğünü açıklıyor. O dönemde onlarla birlikte çalıştık ve onlar da Filistinlilerden eğitim konusunda yardım istediler.

Burada ise tam tersi bir süreç yaşıyoruz, öncelikle sosyal ya da ayaklanmacı ya da askeri bir hareketin zaferi söz konusu, Sandinista Cephesi’nde bir arada var olan üç stratejik çizgiye girmeyeceğim. Sonunda birleşmeyi başardılar ki bu kaçınılmaz bir sonuç değildi: Tomàs Borge tarafından temsil edilen kırsal kesime yayılmış bir halk savaşı çizgisi, Jaime Wheelock tarafından savunulan daha ayaklanmacı bir çizgi ve ardından üçüncü bir varyantı temsil eden Ortega kardeşler. Ama sonunda hepsi bu özel bağlamda bir araya geldi. Ve seçim sürecini başlatan 1979’daki siyasi ve askeri zafer oldu. Nikaragua olayında eşi benzeri görülmemiş olan şey, bir devrimin ya da devrimin muzaffer bir ilk aşamasının seçimle meşrulaştırma testine tabi tutulmayı kabul etmiş olmasıdır. Üç milyondan az nüfusa sahip küçük bir ülkede bunun imkansız bir kumar olduğu söylenebilir. Örneğin Nikaragua’daki işçi sınıfından bahsederken rakamları aklımızda tutmamız gerekiyor: 100’den fazla çalışanı olan şirketlerde, çoğunlukla kereste ve maden suyu şişeleme sektörlerinde 27.000 çalışan. Ne hakkında konuştuğunuzu bilmek zorundasınız. Tarım sorunu temel bir sorundu ve belki de yerli sorunu da – buna daha sonra döneceğim. 

Meselenin özüne inecek olursak, Nikaragua’nın seçimlerde yenilmeden önce tükenerek yenilmiş olmasıdır. Başka bir deyişle, “düşük yoğunluklu savaş” – bu ifade neredeyse ironiktir – ABD tarafından çok açık bir şekilde finanse edilmiş, zaten yoksul olan bir ülkeyi bütçesinin %50’sini savunmaya ayırmaya ve bunun gelenek olmadığı bir ülkede zorunlu askerliği dayatmaya zorlamıştır. İnsanlar oğullarının askere gitmesine alışık olmadıkları için bu uygulama kırsal kesimde pek rağbet görmedi. Savaş çabaları ülkeyi sosyal ve ahlaki açıdan tüketmişti. Nikaragua devriminin Orta Amerika’ya yayılma ihtimali olduğu sürece – ki bu gerçekti – dayanabilirdik. Ve bu olasılık vardı, özellikle de El Salvador’da, sınırda olan ve kazanabilecek birkaç ayaklanma girişimi vardı. Ama bence belirleyici nokta Guatemala’ydı. Guatemala ile ilgili olarak, bugün ölen Mario Payeras adında, Yoksulların Gerilla Ordusu’nun kurucularından birinin ifadesini okuyabilirsiniz. Bize Nikaragua devriminin nasıl paradoksal bir şekilde Guatemala devriminin aleyhine işlediğini sözlü olarak da açıkladı. Ne şekilde? Basitçe, çünkü Somoza tarzı diktatörlerle uğraştıklarını sanıyorlardı ama karşılarında askeri danışmanlar vardı. 1984 yılında Guatemala City’de bir yürüyüş vardı: karşılarındaki insanlar Tayvanlı ve İsrailli askeri danışmanlardı, karşı ayaklanma uzmanlarıydı. Artık bir tonton macoute ordusu ya da benzeri bir şey değillerdi, uluslararası iç savaşta gerçekten profesyonellerdi diyebiliriz. Sonuç olarak, Guatemala ve El Salvador kaybetti ve o andan itibaren Sandinistaların seçim yenilgisi 1989-90’da kaçınılmazdı diyemem ama sonunda yıpranma yoluyla büyük olasılık haline gelmişti. Benim bakış açıma göre, Sandinistaların politikasında tartışmaya açık olan şey seçimleri yapmış olmaları değil, çünkü her şeye rağmen devam etmek daha kötü olabilirdi, ama ikili bir meşruiyet kaynağı sağlamamış olmalarıdır. Bir süre Danıştay olarak bilinen bir kurum vardı.

Bunun Fransa’daki Conseil d’Etat gibi olduğunu düşünmemelisiniz. Violetta Chamorro [Sandinistas’a karşı muhalefetin lideri ve 1990’dan 1997’ye kadar Nikaragua Devlet Başkanı] gibi işveren örgütlerinden ve hemen hemen tüm sosyal hareketlerden oluşan bir meclisti. Tarım reformunun kazanımlarını ve bir dizi başka şeyi savunmak için meşruiyeti seçilmiş parlamenter meclise karşı olan bir tür sosyal oda. Dolayısıyla bir süre için ikili bir meşruiyetin sürdürülmesi düşünülebilirdi. Dahası, daha sonra keşfedilen ve Sandinistaların safları da dahil olmak üzere yolsuzluk patlamasının aşırı hızını -ki bu gibi fakir ya da çok fakir ülkeler için bir ders olmalıdır- göz ardı etmemeliyiz. Sandinista liderliğinin en üst düzeyinde Piñata olarak adlandırılan bu durum, en güçlü ideolojik inançların bile dünyanın maddi mantığına karşı duyarsız olmadığını göstermiştir. Bu aynı zamanda Sandinista hükümetinin ahlaki itibarını kaybetmesinde de bir etken olmuştur. Burada tarihler açısından bir simetri var: 1989, geriye dönüp baktığımızda fark ettiğimiz gibi, aynı zamanda bir başka on yıllık döngünün de sonunu işaret ediyor.

1989’da Küba’da Ochoa davası, 1994’te Brezilya’da Lula’nın ikinci adaylığının başarısızlığı, Lula’nın henüz yeniden markalaştırılmadığı, “vücut giydirilmediği”, sunulabilir ve seçilebilir bir aday olması için “kırpılmadığı” bir dönem. Tamamen farklı bir bağlam sağlayacak bir seçim zaferine çok ama çok yaklaşmıştı. Aynı zamanda Berlin Duvarı’nın yıkıldığı dönemdi, vesaire vesaire. Yani 1989-90’da bir şeyler değişti ve Nikaragua da bunun bir parçasıydı. Yerli politikaları söz konusu olduğunda… Şili’de aşırı sol örgütlerin gerçek bir çaba ve açık bir irade gösterdiğini düşünüyorum. Nikaragua’da ise Miskitolar [ülkenin Atlantik kıyısında yaşayan ve kaynaklara göre sayıları 90.000 ila 150.000 arasında değişen yerli bir halk] ve Bluefields [Atlantik kıyısında bir kasaba] sorunu daha karmaşıktı. Sandinistalar, Bluefields sahilindeki yerli halkla özel olarak ilgilenmeyerek ve spesifik cevaplar vermeyerek onların sömürülmesine kapı açmış olabilirler çünkü paranoyakça olmamakla birlikte, CIA servislerinde etnik meseleleri istismar etmek için bir etnologlar aygıtı vardı ve bu onların işine yaradı. 

Şili, Bir Amnezi Hastasının Anıları (2003) Şili solunun 11 Eylül 1973’teki askeri darbesi bir “ileri kaçış” değil, önleyici, hazırlıklı bir karşı-devrimin sonucuydu.

Le Monde’da (12 Eylül 2003) yayınlanan kısa bir röportajda, eski bir Şili MIR militanı ve şimdi Başkan Lula’nın kişisel diplomatik danışmanı olan Marco Aurelio Garcia, Şili darbesinin derslerine bakıyor. 1. “Çıkarılması gereken temel ders”, “siyasi dönüşüm projesinin güçlü bir ittifak sistemine ihtiyaç duymasıdır”. Öyle olsun. Bu nedenle Marco Aurelio, 1970 yılında ordu komutanı General Schneider’in öldürülmesi vesilesiyle taslağı çizilen Halk Birliği ve Hıristiyan Demokrasisi arasındaki geniş ittifakın neden daha sonra teyit edilmediğini ve pekiştirilmediğini merak etmektedir. Sanki ittifaklar meselesi izlenen politikalardan ayrı tutulabilirmiş ve sanki sınıf mücadelesinin çatışmacı mantığı askıya alınabilirmiş gibi. Hareketin radikalleşmesi, 1972’de toplumsal mülkiyet döneminin genişlemesi, kitlesel öz savunma girişimleri (özellikle de 11 Eylül’deki başarılı darbenin habercisi olan Haziran 1973’teki başarısız darbe girişiminin ardından) karşısında burjuva partileri, toplumsal fetihlerin genişlemesine, orduda askerlerin örgütlenmesine, sanayi kordonlarının ve komandoların merkezileştirilmesine karşı mantıksal olarak burjuva düzenini savundular.

Marco Aurelio, Ekim 1972 krizinden sonra verilen yanıtın, generalleri hükümete entegre ederek tam da “ittifakı genişletmek” olduğunu unuttu mu? Komünist Parti Genel Sekreteri Luis Corvalan o dönemde şöyle demişti: “Silahlı kuvvetlerin üç kolunun temsil edildiği kabinenin fitneye karşı bir baraj oluşturduğuna şüphe yok”! Bu senaryo, Pinochet’nin uğursuz planını hazırlamak üzere hükümete katıldığı Haziran 1973 krizi sırasında da tekrarlandı. 2. O zaman soru, Allende hükümetine yönelik halk desteğini pekiştirmeyi amaçlayan bir reform politikasının, ittifakların bu beklenmedik genişlemesine feda edilip edilmeyeceği oldu. Marco Aurelio Garcia, Allende seçimleri kazanır kazanmaz, uğursuz Condor planının bir parçası olarak gericilik ve CIA tarafından kışkırtılan (bu artık geniş çapta belgelenmiş ve kanıtlanmıştır) bir darbede bu radikal solun en ufak bir sorumluluğu varmış gibi, Şili solunun büyük bir bölümünü “ileri kaçmakla” suçladığında öne sürdüğü şey budur. İşverenlerin 1972 sonbaharındaki grevinin gösterdiği sabotaj, emperyalizmin artan baskısını ve 1971’de %14 olan büyüme oranı 1972’de %2.4’e düşen bir ekonomi üzerindeki boğucu baskıyı göstermektedir. 3. Başarısızlık için radikal solun bu şekilde suçlanması doğal olarak sol içindeki mevcut polemikleri yansıtmaktadır. Marco Aurelio Garcia’ya göre MIR’in (Devrimci Sol Hareketi, aşırı solun ana örgütü) hatası “Halk Birliğinin eleştirel tarafı olmak yerine mutlak bir alternatif oluşturmak isteyerek kendisini hatalı bir pozisyona hapsetmesi” olacaktır.

Marco Aurelio, MIR’in UP zaferini ve buna katılmaksızın Allende hükümetini desteklediğini (Başkan’ın kişisel koruması olarak hareket edecek kadar ileri giderek) çok iyi biliyor. MIR 1973’te hükümete katılmayı bile düşünmüş, ancak Komünist Parti’nin ekonomi politikası ve ittifaklar konusundaki sağcı yaklaşımı karşısında bundan vazgeçmiştir. Sorun başka bir yerde, o dönemde MIR’in eylemlerine rehberlik eden uzun süreli bir halk savaşı stratejik hipotezinde yatıyordu. MIR, hükümetin devrilmesini, ancak bu uzun süreli savaşı başlatacak sınırlı bir yenilgi şeklinde olmasını bekliyordu. O andan itibaren, kendisini günün görevinden çok ertesi günün hayali görevlerine hazırladı: 1973 boyunca tehdidi daha da netleşen çatışma. İşte bu noktada, MIR liderliğinin hayatta kalan birkaç üyesinden biri olan Andrès Pascal, bugün stratejik hatanın Tankazo’ya (Haziran 1973’teki başarısız darbe) ayaklanmacı, toplumsal ve silahlı bir karşı saldırıyla yanıt vermeye çalışmamak olduğunu savunmaktadır. 4. Marco Aurelio Garcia, endüstriyel kordonların sovyetlerin embriyolarını oluşturabileceği şeklindeki bu “ikili iktidar sorunu”nun hayali olduğunu düşünmektedir. Bütün mesele de bu. Kordonların ve komünal komandoların merkezileşmesi, Halk Meclisi gibi geniş demokratik deneylerle birleşerek kurucu bir halk iktidarının oluşmasına yol açabilir mi? Zayıf ya da güçlü yönleri not etmek yeterli değildir. Bunlar kısmen ilgili stratejilere ve iradelere bağlıdır. Garcia’nın iddia ettiği gibi “darbeye karşı neredeyse hiç direniş olmadıysa” (ki bu en hafif tabirle aceleci ve tek taraflı bir yargıdır), kendimize bu direnişin nasıl hazırlandığını ve Pinochet’nin Moneda’yı bombalattığı gün başlatılmayan parolaların neler olduğunu sormamız gerekir. Elbette, sorunu bu terimlerle ifade etmek için, devrimci bir sürecin radikalleşmesinin, devam eden bir karşı devrime, aşırı uçlara tırmanan bir yanıt olduğunu kabul etmek zorundasınız. Burjuvazi ile toplumsal uzlaşı ve emperyalizmin kutsaması gibi sessiz hipotezler, Kerenski hükümetinin Şubat ve Ekim ayları arasındaki demokratik istikrarı kadar gerçek dışıdır. Kornilovlar ve Pinochetler böyle bir şeyi asla duymadılar. 5. Le Monde 12 Eylül tarihli sayısında, Jorge Castaneda’nın (Vicente Fox hükümetinin eski Meksika Dışişleri Bakanı) “devrimler döneminin sona erdiğini” (ve karşı devrimler döneminin mi?) ve Paulo Antonio Paranagua’nın stratejik açıdan farklı deneyimleri (Küba’dan Nikaragua ve El Salvador’a, Bolivya, Peru ve Arjantin üzerinden) militanların “ölüm dürtüsüne” (sic!) indirgeme eğiliminde olan bir makalesi.

Bireysel motivasyonun karanlık bir tarafı olduğu evrensel bir gerçektir. Bu hiçbir şekilde bize, özellikle Bolivya’da Che’nin ölümüyle ilgili olarak moda haline geldiği üzere, gazetecilik klişesi olan intihara teşebbüs klişesi içinde taahhütleri ve bunların siyasi anlamını psikolojize etme ve depolitize etme hakkını vermez. 6. Şili’nin aldığı derslerin kapsamını genişleten Marco Aurelio Garcia, “küçük bir çoğunlukla hükümet edilemeyeceğini en başından fark eden” “İtalyan komünist lider Enrico Berlinguer’in” açık görüşlülüğünü takdir ediyor. Şili deneyimi, saygılı Avrupa solunun “tarihi uzlaşma” veya “Moncloa Paktı” vaazları için hemen bir argüman (mazeret) işlevi gördü. Çeyrek yüzyıl sonra ne elde ettiler? Tarihi uzlaşma İtalyan işçi hareketinin silahsızlandırılmasına yardımcı oldu ve Zeytin Ağacı’nın [1996-2001 yılları arasında iktidarda olan Romano Prodi liderliğindeki merkez sol koalisyon] çöküşüne ve Berlusconi’nin yükselişine yol açtı. Berlinguer ve varisleri (Robert Hue gibi) ittifak alternatifini feda ettiler.

Bu şekilde darbelerden kaçındılar ama bunun bedeli ciddi bir toplumsal değişimden vazgeçmek, krizin derinliklerine gömülmek ve liberal karşı-reformlara açıktan teslim olmak oldu. 7. Şili deneyimine bir cenaze konuşması şeklinde yapılan bu garip dönüş, Marco Aurelio Garcia’nın “Şili modeli” ile “Brezilya modeli” arasında, Allende hükümeti ile Lula hükümeti arasında, elbette ikincisinin ezici avantajına olacak şekilde, bir paralellik kurmasına olanak tanıyor. “Zaman tanımak” daha iyi olacaktır. O dönemde Salvador Allende’yi (bazen belki de aşırı sert bir şekilde) eleştirmiştik. Yine de saygıyı hak ediyor ve tarihe onurlu bir şekilde geçecek. Lula hükümetinin yılın başından bu yana (mümkün olan en geniş ittifaklar adına) izlediği liberal politika devam ederse, ne yazık ki birkaç yıl içinde “Brezilya modelinin” egemen düzene önemsiz bir teslimiyetin bir başka örneği olarak ortaya çıkmayacağı kesin değil. Öyle görünüyor ki Lula, sonunun Walesa gibi olmaması fikrine kafayı takmış durumda. Ancak bundan kaçınmayı başaracağının garantisi yok. (Eylül 2003)

Dipnotlar Contretemps tarafından hazırlanmıştır. Patrick Le Moal’a yardımları için teşekkür ederiz.

Notlar

[1] Bu metin Penser Agir (Paris: Lignes, 2008), s. 165-198 kitabında biraz gözden geçirilmiş haliyle yeniden basılmıştır. Daha fazla okuma için, Antoine Artous’un ölümünden sonra yayınlanan La politique comme art stratégique, Paris, Syllepse, 2011, s. 53-91 ve s.93-106’da yeniden basılan “Stratégie et politique : de Marx à la 3e Internationale” ve “Front unique et hégémonie” metinlerine bakınız. 

[2] Bolivya Devlet Başkanı José Torres 1970 yılında öğrencilerin, işçilerin ve sendikaların desteğiyle iktidara geldi. Radikal sol liderlerin de yer aldığı bir danışma organı olan Halk Meclisi’ni kurdu ve yabancı tekelleri kamulaştırdı (Bolivya Körfezi, şeker endüstrisinin kamulaştırılması). Torres 1971 yazında eski askeri akademi başkanı Hugo Banzer liderliğindeki bir askeri isyanla iktidardan uzaklaştırıldı.

[3] Mouvement d’Action Populaire Unitaire, Hıristiyan Demokrasisinden kopan ve Halk Birliği’nin bir parçası haline gelen radikal solcu bir Hıristiyan hareketi. Allende hükümetlerinde Tarım Bakanı olan Jacques Chonchol bu hareketten geliyordu.

[4] 1965’te kurulan Devrimci Sol Hareketi, silahlı eylemi de içeren devrimci bir yolu savunurken, Allende hükümetine kritik destek verdi.

[5] Bu, Halk Birliği’nin açıkça azınlıkta olduğu Kongre’de (Temsilciler Meclisi ve Senato) Allende’nin seçilmesini onaylamak için Hıristiyan Demokrasisi tarafından talep edilen bir metin olan Anayasal Güvenceler Statüsüne bir atıftır. Bu tüzük, demokratik rejimin kalıcılığını garanti altına alması beklenen 9 anayasal değişikliği içeriyordu. Bunlar kısaca siyasi partilerin varlığının garanti altına alınması, basın özgürlüğünün ve toplanma hakkının tanınması, toplanma ve eğitim özgürlüğü, yazışmaların dokunulmazlığı, “çalışma özgürlüğü” ve hareket özgürlüğü, topluluk gruplarının katılımının sağlanması ve Silahlı Kuvvetler ile Carabineros’un profesyonel yapısına saygı gösterilmesini içeriyordu.

[6] Latin Amerika Dayanışma Örgütü, 1967 yılında Havana’da bir araya gelen Latin Amerika devrimci parti ve hareketlerinin konferansı.

Türkiye’de Seçimler ve Sol – Masis Kürkçügil ile Söyleşi

Yunus Öztürk

(Bu Mülakat Mesele dergisinin Şubat 2014 sayısında yayımlanmıştır) 

Masis Kürkçügil ile seçimler ve seçimlerde sosyalistlerin izlediği taktik tutumlar üzerine konuştuk. Sosyalist hareketin tarihi deneyimlerinin penceresinden bakarak, 1946 seçimlerinden 2011 seçimlerine kadar bir dizi önemli seçim tarihine kuşbakışı göz attık. Neredeyse 70 yıllık tarihi kesit içinde sosyalist hareketin ana eğilimleri üzerinde durduk. Alınan tavırların, izlenen siyasetlerin değerlendirmesini yapmaya çalıştık. Lenin’in “Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı” başlıklı çalışmasını referans alarak meseleye yaklaşan Kürkçügil, Türkiye sosyalist hareketinin bağımsız bir siyasal güç, sosyalist bir seçenek inşa etme stratejisi içinde seçimlerde aldığı taktik tutumların çelişkili olduğunu vurguluyor. Sosyalist seçeneğin inşası perspektifinin çoğu zaman ikinci planda kaldığına işaret ediyor. Öz gücüne dayanmayan “siyaset yapma” tarzının, uluslararası sosyalist hareketin tarihindeki izdüşümlerine işaret ediyor. Neredeyse 50 yıldır bağımsız bir sosyalist seçeneğin inşa edilememiş olmasında, seçim taktiklerinde ifadesini bulan politik perspektifin engelleyici etkisine dikkat çekiyor. Boykot taktiği, CHP’ye veya bağımsız adaylara oy verme seçeneğinin tarihselliği içinde bağımsız bir sosyalist seçeneğin inşası için taktik bir değeri oldu mu, bunu sorguluyor.

Yunus Öztürk (YÖ):Yerel Seçimleri konuşacağız. Ama önce devrimciler, sosyalistler için genel olarak seçimler ne anlam ifade ediyor? Seçimlere niçin katılırlar? Niçin katılmazlar? “Seçimler ve sosyalistler” deyince neleri anlamamız gerekiyor?

Masis Kürkçügil (MK):  Seçimler ve sosyalistler deyince, kitabi olarak bu işin hülasası Lenin’in Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı adlı çalışmasında verilmiştir. Kitlelerle açık bir ilişkiye geçmek, ajitasyon için, propaganda için, örgütlenme için, bir imkan olarak seçimler en güç koşullar altında bile Çarlık Rejiminde Duma seçimlerinde bile önemli olmuştur. Ancak dikkat edilmesi gereken başka hususlar var. Seçimler genel olarak bir şey ifade etmez. Burada söz konusu olan bir sosyalist seçeneğin dile getirilmesidir. Eğer bir sosyalist seçenek yoksa –tırnak içinde farklı renklerde diyelim kızıl-pembe, devrimci-reformist– mevcut  alternatiflerin kitlesel bir mahiyet kazanabilme kapasitesine sahip olabilmesine bakılmalıdır. Burada yine Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı’nda çok açık ifade edildiği gibi, bir takım propaganda grupları için bu ilkelerin vaaz edilmediğini unutmamak gerekir. İşçi sınıfı şu veya bu nedenle, diyelim ki, bir reformist partiye oy veriyordur; bu deneyimi yaşaması gerekir ve reformist parti de burjuva sistemi içinde emekçilerin kazanımlarını temsil ettiği için, onu sola doğru zorlamak, onun mücadelesini daha yaygınlaştırmak, onun içinde bir devrimci kanat oluşturmak tasavvur edilebilir. Dolayısıyla prensip bazında ele alınırsa mesele, bize pek uymaz. Bizde zaten işçi partisi yok. Çeşitli propaganda grupları var. Kitlesel karşılığı olan sosyalist örgütler uzun zamandan beri yok. Var oldukları dönemlerde bile tabir caizse bunlar sınıf partisi konumunda değildi. Yönelişleri öyledir diye iddia edilebilir. Ancak sonuç olarak henüz o kapasiteye ulaşmış durumda değillerdi. Bu bakımdan ilkesel olarak seçimleri tartışmak için biraz dolaylı yoldan muhakemeyi sürdürmek gerekiyor. “En soldaki partiyi destekleyeceksin”, en soldaki parti yok. O zaman en soldaki parti olarak bir şeyleri ikame ediyorsun. Bunu böyle söylemeyeyim ama 80’li yıllardan sonra kimisi Anavatan Partisini en soldaki parti olarak vaaz etmeye kalktı, kimisi Adalet ve Kalkınma Partisini en soldaki parti diye değerlendirmeye kalktı.  Veya CHP’yi en soldaki parti olarak gösterdiler. Çünkü bunların kitlesel güçleri var ve eğer elde siyaset yapmak için yeterli güç yoksa ve de kısa vadeli beklentiler peşindeysen, birilerinin sırtından siyaset yapmayı uygun görüyorsan, o takdirde bir şeyler oluşturabilmek için bu tür “taktikler” uydurulabilir.  Dolayısıyla bu adına layık dört dörtlük bir tartışma olmaz. Bizim tarihimizde de zaten bu seçimler konusunda ele avuca gelebilecek, ciddiye alınabilecek bir tartışma yoktur. Türkiye İşçi Partisi’nden (TİP) başlayarak özellikle –1965 demesek bile– 1969 seçimleriyle ortaya çıkan hemen hemen 50 yıllık bir deney söz konusu; ama ondan öncesine de gidersek bir tarihi deneyim olarak 1946 ve 1950 seçimleri var. Bütün bunlarda da sosyalistler bir takım tavırlar takınmışlardır. Bu can sıkıcı bir tartışma olabilir ama hatırlamakta yarar var, 1946 seçimlerinde ve yahut da o seçimlere giderken Cumhuriyet Halk Partisi’ne karşı Demokrat Parti ile Türkiye Komünist Partisi’nin belli kesimleri, Şefik Hüsnü başta olmak üzere ortak dergi çıkartmak, ortak bir muhalefet cephesi kurmak konusunda çalışmalar yapmışlardır. Hatta Fevzi Çakmak’ı bu işin içine dâhil etmenin yollarını aramışlardır. Böylece bir tür “Halk Cephesi” politikası izlenmiştir. 1934 yılından itibaren Komünist Enternasyonal’in içinde tartışılmaya başlanmış olan, 1935’ten, 7. Kongreden sonra resmileşen siyasal çizgi, sadece sosyal demokratlar ile sosyalistler arasında değil, aynı zamanda liberal burjuvaziyi de kapsayacak şekilde bir cepheyi, Halk Cephesi olarak adlandırıyordu. Halk Cephesi esas olarak “halk” kavramını da genişleten bir tabirdir ve halk kavramı da zaten esnek bir ifadedir. Burjuvazinin bir kesimini de cepheye katma çabasıdır. Fransa’da nasıl Radikal Parti, burjuva partisiydi, onu Halk Cephesine dahil ettilerse, yahut İkinci Dünya Savaşının bitiminde Orta Avrupa’da bir takım garabet rejimler ortaya çıkmasına yol açan garip ittifaklar ortaya çıktıysa; veyahut İspanya İç Savaşında sosyalistlerle, komünistlerle sınırlı olmayan, hadi diyelim Stalinistler ve sosyal demokratlarla sınırlı olmayan, burjuvaziyi de dahil eden ittifaklar olduysa, 1946 seçimlerindeki tutum da bu zihniyetle yapılmıştır. Demokrat Parti ile görüşme gayet makul gözüküyordu. Ama hepimiz biliyoruz ki, 1946 yılında iki sosyalist parti kuruldu kısa bir süre sonra kapatıldılar. Çapları oldukça sınırlıydı. Bazı sosyalist tarihçilerimiz eksik olmasın bu partilere işçi sınıfının gürül gürül aktığını söyler. Sayılar bellidir, ziyaretçi militan değildir, gözlemci de seçmen değildir. 1951-52 tevkifatında 167 kişi tutuklanmıştır, 18 de terziler tevkifatı vardır, etti mi185 kişi! 1946 seçimlerinde de Mehmet Ali Aybar Demokrat Parti listesinden bağımsız milletvekili adayıdır. Bu da bizim anladığımız anlamda kendi gücünle siyaset yapmakla ilgili olmayan, kendi dışında büyüklerin savaşında, tabiri caizse bir şekilde bir rol kapmak, kendi özgücün müsait olmadığı halde, böyle bir seçim oyununa dahil olmayı gerektirmiştir.

YÖ:O zaman şunu kesinleştirelim: Sosyalistlerin reformist işçi partilerine oy verilmesi çağrısıyla, 1946’dan sonra Türkiye sosyalist hareketinin uyguladığı seçim taktikleri arasında yöntem farkı var. Sosyalist örgütler, propaganda grubu seviyesindeyken siyaset yapmaya kalktıklarında, burjuva partilerini reformist işçi partileri rolü yükleyebiliyorlar ve kendilerine, işçi sınıfına ait olmayan kitle gücüne dayalı seçim taktikleriyle, oy verme çağrısıyla, “yüksek siyaset” yapmış oluyorlar… böylece Lenin ve Rus Devriminde sosyalistlerin izlediği seçim taktikleriyle alakasız bir seçim siyaseti çizgisiyle karşı karşıyayız… Bağımsız bir sosyalist seçeneğin inşası bakımından 1960’lı yıllar yeni bir fırsat oldu mu? Türkiye sosyalist hareketinin 1960’lı yıllardaki taktik tutumları nasıl bir stratejik ve programatik perspektifin ürünü sayılabilir?

MK: Lenin’in Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı eserine dönecek olursak, burada hem Rus Devriminin bilançosunu buluruz hem de mütevazı bir şekilde İtalya, Fransa, Almanya’daki sosyalist hareketin sorunları ele alınır. Mesela, İngiltere, Marksizm bakımından, işçi hareketinin radikalizmi bakımından en fakir ülkelerden biridir. Orada açık kapı bırakarak İngiliz İşçi Partisi’nin içinde çalışmayı bile öngörmüştür. Şu andaki İngiliz İşçi Partisinden bahsetmiyoruz. Sınıftan kopmamak adına, sınıfın içinde sol kanat oluşturmak için bir taktik düşünülebilir denmiştir. Türkiye’de ise, 1960 askeri darbesinden sonra ortaya çıkan çeşitli sosyalistler, Milli Birlik Komitesi’ne mektup yazmıştır. Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın “İkinci Kuvayı Milliyeciliğimiz” daha ünlüdür ama M.Ali Aybar da bir basın toplantısıyla Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’e gönderdiği mektubu açıklamıştır. Her ikisi de toplumun yönetici kesimlerine yukarıdan seslenmişlerdir. Tabiri caizse, akıllı olursanız, şöyle bir yol izlerseniz hayırlı olur vs. gibisinden hocalık yapmaya niyetlenmişlerdir. İlle de bir şeye benzeteceksek, yapılan biraz Lasallcılıktır; Bismarck’la görüşerek bazı kazanımları elde etmek gibi bir şeye tevessül edilmiştir. Ama bunun bizde toplumsal karşılığı yoktur. Lasallcılık Alman işçi sınıfı içinde kökleri olan kitlesel bir hareketi temsil etmekteydi. Dolayısıyla bu kısa evrede sosyalistlerin seçimler vesilesiyle bağımsız bir işçi hareketini ya da sosyalist hareketi inşa etme konusunda bir deneyimleri yok. Böyle bir niyet olabilir, ama bir adım yok. Aksine bir pozisyon almak, sahnede bir rol kapmak gibisinden tutumlar söz konusu. Tabii bu da biraz çürük bir geleneğin olduğunu gösteriyor. 1960’lı yıllar sosyalist hareketi biraz farklılaştırdı. Seçimleri konuşuyorsak, 1960’lı yıllar derken 27 Mayıs’a büyük bir anlam atfedilir. 1961 Anayasasının büyük bir ürünü olarak da sosyalist hareketin büyüdüğü ileri sürülür. Oysa TİP’i doğuran sendikacılardır. 1961 yılı sonunda düzenlenen oldukça kitlesel Saraçhane Mitingini oluşturan deneyim, ondan önceki yıllarda biriktirilmiştir. 1950’lilerin sonlarında şu veya bu şekilde basit diyeceğimiz, şu anda küçümseyeceğimiz kör-kötürüm sendikal mücadeleler öyle bir birikim oluşturmuştur ki, biz bir sınıfız, onlar ayrı biz ayrıyız deme ihtiyacı duyulmuştur. Saraçhane Mitinginin fotoğraflarına bakıldığında bile bunu görmek mümkündür. Bu dinamizm 1960’lı yıllarda gerçekten kendiliğinden TİP’in genişlemesine ve oy patlamasına yol açtı. Garip bir özgüven getirdi. Sosyalistler 1965 yılında ilk kez, bir işçi partisine oy verdiler. TİP, sosyalist olduğunu söylüyor muydu, devrimci miydi, Leninist miydi ayrı bir tartışma. TİP, sosyal adaletçi (aynı zamanda gazetelerinin adıydı) bir emekçi partisiydi. Geniş tabirle bir sosyalist partiydi. İlk kez Türkiye’de insanlar, sosyalizm için bir sosyalist partiye oy verdiler. Ona buna değil, doğrudan sosyalist partiye oy verdiler. Bir takım Ali Cengiz oyunlarıyla, birtakım taktiklerle ve anlaşılmaz kimyevi formüllerle, seçim oyunları yapmak yerine açıkça kendi partilerine oy verdiler. Bu önemli bir gelişmeydi. 1965’ten sonra da Türkiye sosyalist hareketinin gelişmesi büyük miktarda 1965 özgüven patlamasının ürünüdür. Daha radikal ve kitlesel şeyler olabilir umudu beslenebildi. 1969 seçimlerine geldiğimiz zaman, seçimler konusunda ilginç bir durumla karşı karşıya kalındı. Aybar 1969’da başa güreşeceğiz diyerek tam anlamıyla seçimlere güdümlenmişken parti içinde büyük bir kriz patlak vermişti. Öte yandan bir grup sosyalist “Parlamento Dışı Muhalefet” diyerek, seçimleri reddetti ve kendi adaylarını çıkartmak yerine seçimlerin dışında durdular. Parlamento Dışı Muhalefet (PDM), hepimizin bildiği gibi bir tür “boykot” taktiği. Kitleler mevcut müesses nizam içindeki kurumlar aracılığıyla kendilerini siyaseten ifade etmek yerine kendi örgütlülüklerini, Sovyetlerini, konseylerini, birliklerini kurmak durumundaysa, tabii ki köhnemiş bir dünyanın kurumlarına dönüp bakmazlar. Böyle bir şeyin dışında PDM veya Boykotçuluk demek bir anlamda onların iddiasına göre rejimin itibarını sarsmak için yapılmıştır, ama genel olarak insanları biraz politika dışına sürükleyen bir hikâyedir. Bu kampanyayı yürüten insanlar için bu böyle olmayabilir. Ama bu kampanyaya muhatap olanlar insanlar için bu böyle olmuştur. PDM siyasetini savunanlar, Milli Demokratik Devrim siyaseti çevresindeki belirli kesimler oldu. Vatandaş için, işçi ve köylü için oy vermek, önemli bir kazanım olmuştur. 1946’dan beri oy veriyor ve bir çift lastik ayakkabı verilse de verilmese de oy vermenin tadına varmış, siyaset yapma imkânı bulmuş. Dolayısıyla 1969 seçimlerinde solun aldığı taktik tutumlar solda yeni bir anlayışı ortaya çıkardı. Bu kurumlar çok önemli değil, biz işimize bakalım, dendi. Biz işimize bakalım ifadesi esasen biraz “cunta” eğilimlidir. Çünkü mevcut siyasi rejimi itibarsızlaştırmak, onun yerine sosyalist bir rejim kurma şansı yoksa bu taktik kime hizmet eder? Yani 1917 Rus Devriminden örnekle söyleyecek olursak, söz konusu olan Şubat ile Ekim arasındaki bağlantı değilse, bu taktik yanlış politik sonuçlar doğurabilir. Çünkü ortada bir proleter hareket ve devrimci parti yoktu. Bu koşullarda, mevcut siyasi rejimin itibarını düşürmek demek, aslında bir anlamda devletin kurumlarının içinde yuvalanmış olan bir takım kesimlerin itibar kazanması demektir. Boykot taktiği, TİP’in oylarında çok az bir azalmaya yol açsa da, sosyalist hareket içinde bir kesintiye, kırılmaya yol açtı. 1969 seçimlerinin sosyolojik analizi şudur: İlginç bir şekilde TİP’in aldığı oylarda, 1965 seçimlerine göre emekçi bileşimi daha yoğundur. Ama boykot taktiğinden ötürü değil yeni dönemin sorunlarını anlamak ve kendini ona göre yeniden yapılandırma konusundaki beceriksizliğiyle TİP hızla güç kaybetti.

YÖ: Sosyalist hareketin içindeki “boykot” siyasetinin yarattığı kırılma, nasıl radikalizmi temsil ediyordu? 1971 12 Mart muhtırası öncesinde ortaya çıkan silahlı mücadele eğiliminin bu taktikten siyasal olarak beslendiğini de kabul edecek olursak, 12 Mart sonrasında fiili siyaset içinde radikal hareketlerin seçim siyaseti ne oldu?

MK: 1973 seçimleri 12 Mart şartlarında yapıldı. Askeri müdahale ertesinde sosyalist bir seçenek söz konusu değildi. Ama radikalleşen bir CHP söz konusuydu. Beğenelim ya da beğenmeyelim, belki de 1969 yılında PDM’yi savunan, onun propagandasını yapan insanlar başta olmak üzere, genel olarak CHP’ye olmayan değerler atfedilerek desteklenmesi istendi. CHP’nin  olmayan sosyalist harekete ikame edilmesine yol açıldı. Burada şunu söyleyeceğim: Bu her zamanki ciddi problemlerden biri. İki insan aynı oyu verebilir, ama oyuna kattığı değer, muhteva farklıdır. Onun propagandasını yaparken, sonrası için her hangi yanılsamasa yaratmazsanız, kerhen, defi bela kabilinden oy verebilirsiniz. Ehveni şer ise, bizim şiarımız değildir. Bazen çok zor durumda kalırsınız. Ölüme karşı başka bir şeyi tercih etmek durumunda kalabilirsiniz. Ekim 1973 seçimlerinde dağa taşa “Karaoğlan” yazan büyük bir sol kesim oldu. 1973 Ekim seçimlerinden sonra diyelim ki, 1974’le birlikte sol ufak ufak oluşmaya başladı. Ama –eğer seçime katılan partileri bir kenara koyarsak– radikal sol seçimle açıkça ilgilenmedi. Açıkça ilgilenmemekle birlikte, fiili durumun ötesinde CHP’ye desteği söz konusuydu.

YÖ:Bunun nedeni sizce nedir? Sosyalist bir partiye oy veren bir sosyalist hareketten CHP’ye oy veren, oyun dışında destek veren bir sosyalist hareket nasıl oluştu? 

MK: Sol kadroların önemli bir kısmı zaten CHP içindeydi. Kendisi aslen bir sosyalist siyasettendi, ama aynı zamanda CHP ile ilişkisi vardı. Bunun yanı sıra, bir anlamda CHP’nin içinde propaganda yapmak, ona oy kazandırmak, örneğin küçük bir sosyalist partiye oy kazandırmaktan daha önemli görünüyordu.

: Seçimlerde CHP’li… Aynı zamanda parlamentoyu reddedecek kadar radikal; hatta silahlı mücadele taraftarı bir sosyalist… Çok karışık değil mi? Öyleyse, bazı sosyalistler, 12 Mart darbesi sonrasında CHP’ye “en solda” kitle partisi unvanı mı vermişti?

MK: Evet. Bir de şöyle bir durum da var fiilen. İnsanlar hayatlarını da verebilirler bazen, ancak siyasi iradelerini siyasi bir harekete vermezler. Bu bizim sol tarihimizde çok yaygın olan bir şeydir. Ben iddia ediyorum ki, 1980 öncesindeki pek çok radikal grup ya seçimlere katılmadı ya da katılanlar da kendi adaylarına değil, CHP’ye oy verdiler. Bu söylediklerimi bir gözlem olarak değerlendirin; çeşitli sosyalist siyasetlerden edindiğim izlenim, bilgi olarak da zikretmiş olayım.

: Sosyalist hareket üzerinde hâkim olan Kemalizm ile uluslararası planda 3. Enternasyonal’in Halk Cephesi politikaları devam etti o zaman…

MK: Şöyle bir şey var. Seçimler tek başına ele alınacak şeyler değildir. Gelir geçer. Ancak bağımsız bir sınıf hareketinin, sosyalist hareketin oluşturulması uzun erimli bir şeydir. Onu gözden ırak tutmamak lazım. Birkaç günde olacak şeyler değildir. Kendine has bir mecrası olması gerekir. İki alanda birden oynamak zordur. Yani bunun gereklerini yerine getirmek, bağımsız bir sosyalist hareketin inşasının gereklerini yerine getirmek de bu türden siyaset yapmak (“büyük siyaset”) arasında uçurum kadar fark vardır. Kitlelerin içinde çalışmak onların haleti ruhiyesi ile iç içe olmak,  onların sevaplarına değil günahlarına da ortak olmaktır. Günahına ortak olmazsanız, inandırıcı olmazsınız. O, bir hata işlediği zaman “hata yapıyorsun” diyeceksiniz, ama o hatayı siz de yapmak zorunda kalabilirsiniz.

: Bize bu siyaset yapmak olarak sunuluyor. Diğeri bağımsız bir çizgi izlemek, siyaset yapmamak olarak algılanıyor.

MK: Bu doğrudur, çünkü bağımsız bir sınıf veya sosyalist hareketi inşa edene kadar kıyıda kenarda kalmak olarak addedilir. Dünyadaki çeşitli örneklerden hareketle de bu anlatılabilir. Güçlü iki parti (DP-CHP, AP-CHP, Halkçı Parti-ANAP, AKP-CHP) durumu sadece Türkiye’de yok. Bütün dünyada var. Eğer bu sıkışıklıktan kurtulmak adına bir çözüm aranacaksa, ikisi arasından birine dolanmak zorunda kalırsınız, sonra ayaklarınız birbirine dolanır. Ama bağımsız bir siyasetin inşası için dünyada çok fazla elimizde örnek yok. Yani sebatkâr bir mücadele sonucu ayakta kalmış olanlar arasından, 3-5 örnek sayabilmek mümkündür. Birkaç ay önceki Arjantin seçimlerinde bunu gördük. Belirli bir gelenekleri olmakla birlikte Arjantin’de ittifak yapmış olan üç Troçkist örgütün ulusal ölçekte ciddiye alınabilir fazla bir şeyi yoktu. Bu durumda iki cenah arasında –Peronizm parçalandı ama iki aday da Cristina Fernandez de Kirchner de onun rakibi de Peronisttir aslında– sıkışıp kalınabilirdi. Kirchner bir tür Chavez kanadının içinde gibi görülmekte bazıları tarafından. Hatta Bolivya, Venezuela gibi halkçı, ilerici vs. gösterenler var. Bazı sosyalistler de aslında Troçkistlerin kurduğu FİT’i (Emekçilerin ve Solun Cephesini) “Kirschner aslında ilerici bir insan, siz madrabazlık yapıyorsunuz buna karşı çıkarak” diye eleştirdiler. Eğer FIT olmasaydı Arjantin’de Peronizm –üç çeyrek asır olacak– hükmünü sürdürecekti. Tıpkı bizdeki gibi. Ama ne oldu? Uzun vadeli bir mücadele içinde yer alan örgütler geçtiğimiz dönemde işçi sınıfındaki mücadelelerin de tahrik ve teşvikiyle yan yana gelerek işçi sınıfına da kendi taleplerinin bütünleştirme zeminin sundular ve sonuçta yüzde beşi geçtiler. Bir umut ışığı verdiler. Sonu ne olur ne olmaz, orası tartışılır bir konudur. Benzer bazı örnekleri Fransa’da yaşadık. Şimdi tek tek hepsini saymayalım.

: SYRIZA’yı nasıl değerlendiriyorsun?

MK: Onu da bu çerçevede ele alabiliriz. Unutmayalım ki orada da iki parti –Yeni Demokrasi Partisi ve PASOK– var, merkez sağ ve merkez sol var. Öbür yandan parçalanmış bir Komünist Parti var. YKP ile onun 40 yıllık düşman kardeşi Synaspismos var. Synaspismos daha fazla toplumsal hareketlerle yakın ilişkisi olan bir yapı idi. YKP sınıf içinde etkindi. Ancak, kısaca, Synaspismos kendi solundaki bazı örgütlerle işbirliğine girerek, kendi sağını ekarte etmiş oldu. Daha sol-sosyal demokrat diyebileceğimiz bir yere yerleşti. Radikal, sosyalist, devrimci anlamında değil. İçinde devrimci yapılardan insanlar da vardı. Örneğin iki Troçkist milletvekilleri de var. Syriza’yı uçuran kriz karşısında direnen emekçilerin bir radikal çözüm arayışı oldu. Bunlar SYRIZA’yı başka bir yere sürükledi. SYRIZA sola açılımı baştan yapmamış olsaydı ve kendi bağımsızlığını ilan etmemiş olsaydı, Synaspismos olarak kalsaydı, böyle bir siyasi seçenek oluşmayacaktı ve kitleler de belki de daha fazla Altın Şafak gibi sağ hareketlerde radikal çözümler arayacaklardı. Bu da hayırlı olmayacaktı. Krizi çözmek için SYRIZA’nın durumu yeterli mi? Değil. Ama hiç değilse bir takoz olması açısından, kötüleşmeyi engellemesi açısından, kayıpları bir miktar da olsa engelleme açısından SYRIZA’nın olması hayırlıdır. Ancak kayıpların telafisi ve yeni kazanımlar için çok büyük mücadelelere ihtiyacımız var.

: Tekrar Türkiye’ye dönersek, 1977-1979 seçimlerine gelelim. Sosyalist hareketin bağımsız bir siyasal seçenek oluşturması perspektifinde bir adım atılabildi mi?

MK: Sosyalist hareket 1977-1979 seçimlerinin bir dökümünü tekrardan çıkarmalı. Benzer tutumların tekrarlandığını görüyoruz. Sosyalistlerin önemli bir kesimi tekrardan 1969 seçimlerinde alınan tutuma benzer bir durumu 1979 Ekim ara seçimlerinde yaşadılar. AP’nin kazandığı ve Ecevit’in bunun üzerine çekildiği bir durum vardı. Hepimiz bu tür hatalar yapmış olabiliriz. Birçok insan dedi ki, “Seçimleri boykot ediyoruz”. Bir yandan da “Devrime gidiyoruz” deniyordu. Baktık ki, millet, kitleler sağa gidiyor, sola gitmiyor. Bu boykot tavrı, tam da Lenin’in “sol komünist” diye tarif ettiği çocukluk hastalığına dalalet ediyordu. Herhangi bir bağımsız bir sol seçenek yaratmak yerine, hepsinden imtina edip, başka bir şey yapacağız deyip onu da yapmamak; belki de ikisini birden yapmak gerekirken hiçbir şey yapmamak 12 Eylül arifesinde belki de bizi (genel olarak sosyalist hareketi) siyaseten silahsızlandırmış oldu. Siyaseten silahsız olmak en tehlikelisidir. TİP, TSİP, SDP gibi seçime girmeye alışık partiler 70’li yıllarda çok düşük oylar aldı. Solun çok büyük bir kesimi bu işle ilgilenmediğini söyledi ama de facto oylarCHP’ye gitti. Ve sonuçta bir anlamda mücadelemiz devrimci, iyi, güzel, ama oy vermeye gelince “oyları CHP’ye bıraktık”. Burada herhalde müthiş bir paradoks var.

: 1979 ile 1996 arasında sosyalist hareket açısından kara yıllar oldu. 12 Eylül askeri rejiminin öncesi ve sonrasında büyük bir devlet terörü yaşandı ve legal siyasetin olanakları neredeyse sıfıra yakındı. 1987-1989 yerel ve genel seçimlerinde bağımsız sosyalist adayların çıktığını biliyoruz. 141-142 ve 163’ün kaldırılması için yapılan referandumda da kimi sosyalist çıkışlar yaşandı. Ancak bunlar ülke siyasetinde sınırlı etkisi olan, sosyalist harekete moral veren önemli adımlar olmakla birlikte, dergi çevreleriyle sınırlı kaldı. Türkiye sathında sosyalistlerin adlarını duyurdukları mecra öncesiyle birlikte ÖDP deneyimiyle oldu. 91’den sonraki sürece baktığımızda ÖDP deneyiminin yanı sıra bir de gelişen bir Kürt ulusal hareketi var. Seçimler ve sosyalistler açısından ÖDP deneyimini nasıl değerlendirebiliriz? Bağımsız bir seçeneğin inşasında Kürt hareketiyle sosyalistlerin kurduğu ilişkileri nasıl değerlendiriyorsun?

MK: Sorunun ikinci kısmından başlayayım. Kürt hareketiyle sosyalist hareket arasında ilişkiler, 1991’de başladı. O zamanki Sosyalist Parti lideri Doğu Perinçek’le Kürt hareketi doğrudan ilişkiye geçti. Halkın Emek Partisi adayları SHP listesinden milletvekili seçilecekken, Abdullah Öcalan Doğu Perinçek’e de milletvekilliği teklif etti. Anlaşıyorlar, anlaşmıyorlar. Bildiğimiz hikâye. Bir anlamda ilk buluşma. İkincisi aslında 1994 Mart yerel seçimlerinde biz Birleşik Sosyalist Alternatif olarak seçimlere girdiğimizde, o zamanki Kürt ulusal hareketi seçimlere katılmadı. Seçimlere katılmayı Genelkurmay’ın yanında yer almak vs. olarak yorumladılar. Bir sene sonra biz Birleşik Sosyalist Parti olarak iki beldenin ilçe olmasından ötürü, bürokratik sebeplerden seçime girme hakkımızı kaybettik. Sonra HADEP’le birlikte, biz, SİP ve birçok sosyalist grupla beraber seçim kampanyası yürüttük. Bu ilişki birkaç kategoride ele alınabilir. Biri, Kürt ulusal hareketi ile işbirliği yapmalı mı? Diğeri, onlar olmadan olmaz meselesi. Ama burada genellikle kaybedilen hikâye Kürt meselesinin demokratik siyasal çözümünden yana olmak ile bağımsız bir sosyalist hareketin inşası arasında ille de organik bir bağlantıyı zorlamaktır. Böyle bir organik bağ yoktur. 1994 seçimlerinde biz girdik, onlar girmedi. Biz kendi yolumuza devam ettik ve parti olarak  o gün itibariyle aldığımız oy yüzde 0,3’tü. Şu andaki partileri de düşünecek olursak Birleşik Sosyalist Parti’nin belli başlı sosyalist partiler kadar üye sayısı vardı. Dolayısıyla bizim kendi inşamızı onların seçime girmemesi engellemedi. 1995 Aralık seçiminde de HADEP’ten sonra en yaygın parti olarak birlikte çalışmamız da mümkün oldu. Buradan çıkartılacak bir ders olmalı. Diyeceğim  bu birlikte olmayı ilkesel hale getirmek iki farklı yörüngedeki hareketi bir kazığa bağlamak ciddi sorunlara yol açabilir. Ciddi sorunlardan biri Kürt hareketi ile sosyalist hareketin orantısız güçlere sahip olmasıdır. Bir diğer nokta “ortak bir çerçeve” dendiği zaman, bütün bu ortak girilen seçimlerdeki ittifaklara bakıldığında, başta herkes ilkelerden söz eder ama çok da fazla ilkeye de ihtiyaç yoktur. Yani mesela diyelim ki bir sosyalist parti ile seçim yapmak konusunda çok zorlanan Kürt hareketi, SHP ile ittifak yapmakta hiç zorluk çekmedi. Diyeceksin “tersi de doğrudur”. Bu da olabilir ayrıca. ÖDP tabii ki şu ana kadar gördüğümüz en gelişkin örnek. 1999 seçimlerinde ÖDP ayrı girdi, Kürt ulusal hareketi ayrı girdi. Kürt ulusal hareketi bazı desteklerle girdi. ÖDP içinde de bazı arkadaşlar ısrar etti Kürtlerle işbirliği yapalım diye. Bunun iki taraf için de zararlı olduğu kanısında değilim. Sonuçta kimse kimseye çelme takmamıştır. Ciddi yörünge farklılıkları vardı. 99 yılında seçimler olduğu zaman Abdullah Öcalan yakalanmıştı. Onların gündeminde farklı şeyler vardı. Bizim gündemimizde tabii ki Kürt meselesi olmakla birlikte başka şeyler de vardı.

: Güç ve gündemi farklıydı her iki hareketin de.

MK: Öncelikler arasında, program bir yana eylem programında farklılıklar var. Bunu çakıştıramazsın. Ama ÖDP’nin de seçim tarihine baktığımız vakit, çok büyük yalpalanmalar yaşandı. Örneğin 2002 yılında genel seçimler yapılırken, son güne kadar aslında DEHAP’la görüşmeler yürütüldü. Ama sabah kahvaltıda Sema Pişkinsüt’ün partisiyle ittifak yapıldığı söylendi.

: Hangi partiydi bu?

MK: Siyasi tarihteki değeri DSP’den kopup ÖDP’ye katılmasıyla sınırlı olan bir parti. Çoğu kimse adını bile hatırlamaz. Sema Pişkinsüt, Ecevit’in Demokratik Sol Partisi’ne genel başkan adayı olup kavgalı geçen bir seçim sonucunda kongrede kaybedince, DSP’den 3 milletvekiliyle birlikte partiden ayrılmış, Toplumcu Demokratik Parti’yi kurmuştu. Önemli olan bu kısmı değil. Bu birleşme kararı ve DEHAP ile seçimlere girmeme kararının parti organlarından geçerek alınmış bir karar olmaması önemli. Başkanlar düzeyinde imzalanmış ve parti organlarının haberdar olmadığı bir karardı. Bu da bir garabet olarak tarihe geçmiştir. 2004 yılında mesela, yerel seçimler sırasında garip bir şey oldu. Murat Karayalçın liderliğinde SHP -son seçimleriydi herhalde-, ÖDP, Kürtler, çeşitli gruplar birlikte katıldı. Buradan da “kimin için ne kadar sağlıklı sonuç çıktı?” diye sorulursa, seçim bir belediye meclis üyeliği fazla almak değil de bir takım ilişkileri ileri doğru taşımak, yeni kesimlere ulaşmak, onların iradelerini açığa çıkarmaktır diye düşünürsek böyle bir şey olmadı.

YÖ: ÖDP tarihi açısından 2007 seçimleri önemli sanırım. Bugünden baktığımızda 2007 seçimlerinde alınan tutumlar, sonraki seçimlere de örnek teşkil etti. Ünlü bağımsız adaylıklar dönemi… Hem ÖDP açısından hem de sosyalist hareketinin kimi simalarını “parlamentoya taşıyan” bağımsız adaylar mevzusuna gelsek…

MK: 2007 seçimleri, ÖDP için önemli bir dönemeçti. Çeşitli açılardan önemli bir dönemeçti. Bunlardan birincisi tabii, ÖDP’nin kırılması açısındandı. Parti genel başkanına dışarıdan milletvekilliği öneriliyor. Bu parti organlarından geçmiyor. Parti garip bir şekilde seçime gidiyor ama tarumar olmuş bir vaziyette. Bu seçimler bizde başka bir siyaset yapma anlayışını öne çıkardı. Sadece bizde yok dünyanın başka yerlerinde de bu hikâye var. Bu anlayış, örgütün siyasal gücünü ya da aşağıdan gelenlerin iradesini öne çıkarmak yerine, bir tür paraşütle adaylığı bir siyasi fenomen haline getirdi. Bu çok tehlikeli bir şeydir. Son iki seçimdir tekrar ediyor ve üçüncü seçimde de “aday” ne kendi siyasi partisinin ne de daha geniş kesimlerin onayı ile aday olmadığı için yeniden bir karar merciine bakacaktır. Oradan bir ışık, hatta açık açık isim beklenecektir. Bu takdirde bir siyasi parti faaliyeti yürütmenin anlamsızlaştığı bir noktaya geliyoruz. Bir başka husus da aslında şudur tabii ki, Kürt hareketi bunu yaparak Türk sosyalist hareketinin içine sürekli oynadı; müdahale etti. Mevcut güç ilişkileri içinde bu işler böyle olacaksa, tabiri caizse Kürt hareketiyle sosyalist hareketin rabıtalı bir ilişkili kurması mümkün değildir. Çünkü şu Gezi ve AKP/Cemaat diye ifade edilen çatışmada gördüğümüz gibi gayet pragmatik bir hareketle karşı karşıyayız. Kendi hakkıdır; demokratik özerklik mi olur, konfedere mi olur bu onların karar vereceği bir şey. Ama onun yörüngesine sosyalist hareketin kapılıp oradan bir şey inşa etmeye yönelmesi imkânsız bir şeydir. Ve bu yörüngeyi çizen herkes de tökezlemiştir. Elbette burada örneğin Gültan Kışanak’ın bağımsız adaylığından bahsetmiyoruz, onlar yüzde 10 seçim barajından ötürü olan şeyler. Onların örgütleri var. Burada bağımsız adaylıktan kastım, açık söyleyeyim, kendi temsil ettiği gücün dışında adaylıklardan söz ediyorum. Baskın Oran’dan bahsediyoruz. Son seçilen arkadaşlardan da bahsediyorum tabii ki. Bunlar hangi mekanizmaların, hangi siyasi süreçlerin ürünü olarak aday oluyorlar? Bunun sosyalist siyaset açısından sakıncalı olduğu kanısındayım. Temsil kabiliyeti yok çünkü. Sizin delege edilmeniz lazım; burada ise atama söz konusu. Bir de paraşütle atlama hali var. Tanınmış, aydın birini buluyorsunuz ve halka diyorsunuz ki “Buna oy verin.” Niye? “Çünkü iyidir hoştur”. Bu herhalde temsili demokrasinin en gudubet hallerinden biri oluyor. Taban demokrasisi diyoruz, sosyalist demokrasi diyoruz, temsili demokrasiyi o kadar eleştirdikten sonra, yukarıdan paraşütle atlıyoruz. Altı kaval üstü şeşhane bir hikâye. Arjantin örneğine geri dönecek olursak, üç milletvekili seçildi. Üçünün de şeceresine bakın. En büyük örgütün (PO) en büyük şefi, Altamira seçilemedi. Bizde olsa, “adam hak ediyor” dersin. O seçilemedi mesela. Bu da başka bir terbiye.

: 2007’deki kırılmanın sonuçları sadece ÖDP içinde örgütsel bir ayrılığa yol açmadı, genel olarak sosyalist hareketi etkileyen siyasi bir kırılma oldu, diyebilir miyiz?

MK: Bu kırılma bize zihniyet olarak parlak bir proje olarak geldi. Bu oldukça yaygın ve önemsenen bir hikâye. Örneğin mevsimi geldiği zaman etrafta çok rahatlıkla, müstakbel ve muhtemel sosyalist milletvekili adaylarına rastlamak mümkündür. Bu hazin bir şey. Tabii insanları da bu durumda oy vermeye çağırmak da kolay ve ikna edici bir şey değil. Birisine “Şuna oy verin” diye propaganda yaptığınızda “Niye ona oy vereyim?” dediğinde ona cevap vermede zorlanırsınız. Çünkü yarının ne olacağı belli değil, bunun denetimi yok. Neyi temsil ettiği tam olarak belli değil. Sonra “Kusura bakmayın” oluyor. Baskın Oran örneğinde olduğu gibi, sanki insanlar Baskın Hocayı daha önce tanımıyorlarmış gibi “Bu iş pek olmadı sanki” dediler. Şimdi adamın yaşı belli. Kabahat onu oraya aday gösterenlerde.

: O dönemde 2. Bölgeden kaç  aday çıktı?

MK: Doğan Erbaş çıktı. Ben ona oy verdim. Bir oyum var onu vermesem olmaz. “Niye oy verdin?” dersen onu açıklamaya çalışırım, ama ilkesel olarak bir şeyi savunmak ayrı bir şey. Ufuk Uras’ın da bu şekilde adaylığına karşıydım zamanında. Aday olunca “oy vermiyorum” diyemezsin. Sonrasında bu bir karakter haline geldi. Bugünden baktığımızda belki oy vermemeyi düşünmek de gerekir. Çünkü oy verdikçe alışıyorlar, arkası geliyor.

: Bu bir alışkanlık ve gelenek halini aldıysa eğer, seçimlerin taktik olmaktan çıkıp bir siyasete dönüştüğünü söyleyebilir miyiz?Kürt hareketi de sosyalist hareketinin zaafını keşfetti. Sosyalist hareket içinde de itiraz edecek siyasal gelenek yeterince oluşmadı. 1946’dan bugüne çeşitli aşamalardan geçerek gelen sosyalist hareketin temel zihniyeti, halk cephesi politikası bugün farlı bir düzeyde sürekliliğini koruyor diyebilir miyiz?

MK: Doğan çocuk kakasından mı belli olur, genetiğinden mi belli olur, oraya girmeyelim. Ama şöyle bir şey var: Bağımsız sosyalist seçeneğin yaratılması için gereken sebatkâr yolu izlemediğimiz zaman birileri bize kısa yollu birtakım çözümler göstereceklerdir. “Bu kısa yollu çözümlerden ne üretilir?” dediğiniz zaman, bununla ilgili bazı deneyimler yaşandı. Bunlardan ders çıkarmak gerekirdi. Ama sonuçta tabii bizim sosyalist hareketimizde bireyler, kişiler, tutumlar, pozisyonlar, bakışlar, duruşlar vs. aşırı derecede önemlidir. Eyleminin muhtevasından önce, bir anlamda bakış, duruş, kelam daha önemli. O yüzden biz biraz “kitaba” gelecek durumda pek değiliz. Deveye sormuşlar nerem doğru demiş…

: Bir sonraki seçimlere geçelim. Onlar hakkında ne düşünüyorsunuz?

MK: 2007’den sonraki seçimlerde 2009 yerel seçimlerinin bir özelliği yok bizim açımızdan. 2011’de de aslında bir anlamda bağımsız adaylık meselesi daha kallavi bir şekilde yapıldı. BDP için bu anlamlı bir şeydi. Bunu 95 Aralık seçimlerinde dile getirdim, o zaman Murat Bozlak HADEP genel başkanıydı. “Siz milletvekili çıkarmak istiyorsanız, niye bağımsız aday çıkarmıyorsunuz?”. “Biz yüzde 15 oy alacağız” deyince ben de sustum tabi. Onlar da biliyorlardı, yüzde 4, 5, 6’ya dayanacaklarını. Umarım daha fazlasına dayanırlar orası ayrı. Sonunda kurumsal bir çerçevede, mecliste de kendilerini temsil etmenin faydasının farkına vardılar ve bu aracı da kullandılar. Bu aracı kullanırken, adaylarını seçerken yine atamayla, şuraya şunu, buraya bunu koymaları kendi cenahları açısından anlamlı olabilir belki, ama sosyalistlerin de atama sırasına girmesi devrimci gelenekle açıklanamaz. Çünkü bu sosyalist harekette de başka türlü bir saflaşma, yarılma demeyelim ama bir ikileme yol açacaktır. Muhakkak ki sürekli oradan bir milletvekilliği ihtimali için çalışan, çabalayan insanlar olacaktır. Bir de herhangi bir milletvekilliği ihtimali olmadan kör kütük veya zor bela işlerle uğraşmak, didinmek durumunda kalacak olanlar olacaktır. Bağımsız adaylığı başka türlü inşa etmek mümkün olabilir. Birkaç meclis kurarak o mecliste tabiri caizse “temsil kabiliyeti olan”, mümkün mertebede aşağıdan insanların yer alabileceği, adaylar çıkartılabilir. Bakın biz yüzde 5 oy alıyorduk Fransa Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde. Olivier Besancenot  “Ben artist miyim, ömür boyu aday mı olacağım?” dedi, adaylıktan çekildi. Gerçi biz de bölünmüştük ama oyumuz biraz da Olivier çekildiği için düştü. Üstelik o bir bakıma aydındı, ama posta çalışanıydı. Onun dediği sözü önemsiyorum: “Bana değil, siyasetime oy versinler”. Öyle adaylar bulmak lazım ki, bir fikri, siyaseti temsil edebilsin. Ama hiç değilse bu temsil kabiliyetini bir meclisten alsın. Solda farklı renklerdeki sosyalistler de yan yana gelmeliler. Onlar da seçimle sınırlı olmayan, ama bazen seçimle de sınırlı olabilecek birtakım birliktelikler, cepheler kurmalılar ve kurmak da zorundadırlar. Hiç değilse sosyalizmin bayrağının adını yükseltmek, bu umudu yeşertmek zorundalar.

: O zaman son iki soru. Bir, bu çerçevede CHP-AKP’nin dışında HDP’nin ortaya çıkması üçüncü bir seçenek midir? Bir de Ankara’da oluşan sol platform var. Nasıl değerlendiriyorsun.

MK: Şimdi kolayını cevaplandıralım. Ankara’daki mesele aslında Mansur Yavaş’ın CHP’den aday olmasıyla ortaya çıkan bir husustu. Burada ciddi bir inandırıcılık sorunu var. Onun yerine başka birisi aday olsaydı, bu parti neo-liberal bir parti olmaktan çıkacak mıydı? Elbette çıkmayacaktı. Kendi kafalarına yatkın bir merkez sol aday olmadığı için aday çıkarmak tercih edilebilir. “Bu kadarı yeter artık” denebilir. Bu da ciddi bir inandırıcılık sorunu yaratır. Bu aynı zamanda HDP’li arkadaşlar için de geçerlidir. “Nezaketen görüştük” dediler ama sonrasında “İlkeli ittifak olursa varız” da dediler. İlkeli ittifakta anlamadığım bir şey var, bunlar sanki antikapitalist, kızıl komünist mi olacaklar? CHP, CHP’dir. CHP de gidip HDP’lilere böyle bir şart koşmayacaktır. Bu da herhalde eğlenceli bir şey olsa gerek. Üçüncü seçenek meselesini yıllardır dile getiriyoruz. Türkiye’de İslamcılar, Cumhuriyetçiler var. Böyle bir ikilinin karşısında sen de Üçüncü Cephe olursun. Bu cepheleşmeyi yarmak için çabalarsın. Bu ifadeyi biz de kullandık, herkes de kullanabilir. Ama gerçekten böyle bir şey olması için, sahici bir tabana ihtiyaç var. Bazı araştırmalar CHP’yi yüzde 30 gösteriyor, AKP’yi yüzde 40-45. “Biz yüzde 7’lik bir cephe oluşturuyoruz” dediğinizde, bu cephe bir taraftan da birinci cepheyle hükümette kalması için, hükümetten düşmemesi için özel bir çaba sarf edecek. Üçüncü cephe olduğunu iddia edenler için kolay bir ikilem değil. Üstelik, Abdullah Öcalan’ın İmralı’dan gönderdiği Erdoğan’a dönük hayırhah tutumunu ortaya koyan bir mektup da var. “Biz CHP’ye karşı mücadele edeceğiz, CHP’yi çökertmek için mücadele edeceğiz” diyorlar. Ama iktidarda ve hükümette olan AKP. Bu da garip bir üçüncü cephe anlayışı haline geliyor. Sanırım bu iş giderek HDP’nin inandırıcılığını zorlayacaktır.

: HDP’yi nasıl bir parti olarak değerlendiriyorsun? HDP devrimci, sosyalist bir parti mi? Reformist bir parti mi? Sosyal demokrat mı? Hangi kulvarda yer alıyor, sence?

MK: HDP içinde sosyalistlerin de bulunduğu sol bir oluşum. Bu benim kişisel yorumum değil, Aydın Çubukçu’nun Taraf’taki mülakatında söylediği bir şey. BDP de zaten statü olarak Sosyalist Enternasyonal’de gözlemcidir. Sol bir partidir, ama sosyalist değildir. Bir problem şurada çıkıyor. Bir iktidar oyunu oynanıyor, iktidar mücadelesi var, bu siyaset savaşında bir gedik arıyorsunuz. Bu gediği hükümeti zaafa uğratmadan nasıl yapabilirsiniz? Paradoks buradan kaynaklanıyor. Hükümeti yanınıza alarak veya daha iyi bir tabirle hükümeti karşınıza almayarak mı yapacaksınız? Bu dünya literatürüne geçecek bir tartışma olur. Bu tartışma önümüzdeki günlerde daha net bir biçimde ortaya çıkabilir. Bunun uluslararası ilişkiler boyutu olabilir, başka boyutu olabilir, lobilerle, Ermeni meselesiyle, Abdullah Öcalan’ın dedikleriyle ilgili olabilir. Burada bir parantez açmama izin verin: KCK yöneticisi Bese Hozat’ın söylediği sözlerin benzerlerini Öcalan’ın literatüründen çıkarmak mümkündür. Öcalan’ın savunmasının beşinci cildine göre, 1919-22 arasında Türkiye adeta cennettir. Demokratiktir, her şey iyidir, Kürt meselesi iyidir. Ondan sonra bozulma oluyor. O zamana kadar bu demokratik, ilerici bir rejim olarak vaftiz ediliyor. Ancak tarih bunu böyle söylemez. Başka şeyler de söyler. Bugünkü rejimin inşası sırasında üzerine oturduğu zemin Birinci Dünya Savaşı zeminidir. Burada Ermeni katliamı da vardır. Bunu bu şekilde İsmail Beşikçi anlatır, Öcalan anlatamaz. Bu tarih anlatımı 1919-22 arası koalisyonu açıklamakta güçlük çeker. Bir de tabii ki, Kürtlerin de Ermeni katliamındaki rolünü es geçmek durumundasınızdır. Bunlar karışık işler. Muhakkak ki bunlar başka bir mevzu. Tekrar konuya dönersem, sanıyorum HDP adayları önceki seçimdekinden farklı bir konumdalar. Genel seçimlerde bağımsız adaylara oy veren sosyalistler bu kez daha farklı düşünebilirler. İstanbul’daki Kürt seçmenler ise bu sefer biraz daha özgüven kazanmış olarak HDP’ye oy verebilirler. Yine de bundan çok emin olamıyoruz. BDP’li seçmenlerin sosyolojik analizine baktığımızda, Kürt seçmenler muhafazakârdır, dindardır; HDP’nin sol söylemini nasıl kaldırır, tahmin etmesi güç. Öte yandan biraz araştırmalara baktığımız takdirde sonunda artık garip yerlere sürüklenmeye gerek yok. “Batı’dakilerin hepsi faşist, Doğu’daki Kürtlerin hepsi kızıl komünist” diye görmek yanlış olur. Diğer yandan çok havada kalan bir enternasyonalizm kullanılıyor. Bir sosyalist enternasyonalizmi vardır bir de burjuva enternasyonalizmi vardır. Küçük burjuva enternasyonalizm de olabilir de… Adı konmaksızın safiyane bir saflaşmanın peşinde koşmanın bir yararı yoktur herhalde.

: Üçüncü seçenekle ilgili ekleyeceğiniz başka bir şey var mı?

MK: Üçüncü seçenek meselesinin bir de politik yanı var. Türkiye’de esas ayrımı biz nerede göreceğiz? Onu bilemiyoruz. Kürt ve Türk diye görmeyeceğimize göre… Bu toplumdaki ideolojik oluşumların –İslamcılık, Cumhuriyetçilik– ötesinde, dünya görüşü açısından da değerlendirirken şöyle bir problem ortaya çıkıyor: Hangi toplumsal dinamiklere dayanarak ya da onları inşa ederek geleceğimiz kurtarabiliriz? Şimdi çözüm süreci BDP’nin ve HDP’nin olmazsa olmazı. Bunun için AKP ile ilişkilerin kopmaması gerekiyor. Bunu kendileri söylüyorlar. Diyelim ki bir CHP-MHP koalisyonu oldu, bu takdirde müzakere süreci yürümez. Genel kanı bu. Bir tek aralarında “Bolşevik” olan Altan Tan var, “Devlet Bahçeli gelse de fark etmez. Toplum tarafından çözüm süreci çok benimsenmiştir. Türkiye’nin bundan geri dönme şansı yoktur. Dönerse Türkiye kendini nerede bulur belli olmaz” diyor. Üçüncü cephe meselesini irdelerken, biraz önce sözünü ettiğim toplumsal dinamikler meselesi bizde çok az irdeleniyor. Mandela’nın vefatından sonra Güney Afrika deneyimine dönüp bakmaya başlanıldı. Hiçbir şeyin garantisi yoktur. Ancak geri dönüp bir bakmak lazım. Birçok ulusal kurtuluş hareketi kendi içinde yeni bir oligarşi yaratarak eski oligarşiye eklemlenmiştir. Kürt hareketinin perspektifinde “eski oligarşiyi yok etme” diye bir bakış açısı yok. AKP ile uzlaşarak böyle bir şey mümkün de değildir. Anadilde eğitim, eski yerlerin isimleri, kültürel faaliyetler, yerel emniyet teşkilatının kurulması da dâhil olmak üzere kabul edilmemiş talepler bizi neo-liberal siyasetten kurtarmaz. Neo-liberalizm çok daha kapsamlı sosyal veya siyasal bir sistemdir. Dolayısıyla ortada bir üçüncü cephe yok. Kâğıt üzerinde basit gibi gelecek değişikliklerle, yerel yönetim şartnamesinin kabul edilmesiyle taleplerin önemli bir kısmı ortadan kalkar. Bunun dışında kalan örneğin demokratik konfederalizm, dünya siyasetinde olmayan bir kavram, siz bunu kullanırsınız. Bu neye karşılık düşer? Ona bakmak lazım. Dolayısıyla bu üçüncü bir cephe açmak için bizim daha çok büyük mücadelelere ihtiyacımız var. Çok daha büyük güçlerin inşasına ihtiyacımız var. Bunlar tabiri caizse kurumsal çerçeve içindeki müzakerelerle veya seçimlerle oluşacak bir şey değil. Seçimleri günü geldiğinde ıskalamayacak olan, ama esas olarak işçilerin ve ezilenlerin içinden çıkacak bir inşaya ihtiyaç var. Bırakalım 12 Eylül’den sonraki 30 yıllık tarihimizi, ilk sosyalist örgütler 1880’lerin sonunda yerel olarak var olduğunu kabul edersek, neredeyse 150 yıllık tarihimiz içinde bunu yapamadık, yine yapamazsak, başka yapacak bir şey de olmayacaktır.