İmdat Freni

Gündem

Sokakta, Mahallede, İşyerinde Yoksullaştırmaya karşı Emeğin Birleşik Kampanyasını Örelim! – Yeniyol’un Sözü

Saray Rejimi tüm toplumu, en kırılgan kesimlerin en ağır biçimde etkileneceği kahredici bir felaketin eşiğine kadar getirmiş durumda.

İşçi sınıfının kazanımlarına yirmi senedir saldırıp, sermaye sınıfını güçlendirirken, diğer yandan da bürokrasi ve yandaş sermayeyi kapsayan ve yağma harekatıyla kendisine bağlı zenginleşmiş bir kast oluşturan rejim sınıfsal karakterini usulen bile gizleme zahmetine katlanmıyor artık. Oylarını eriten siyasi ve ekonomik krizle birlikte bu saldırıları ve talan operasyonlarını, ideolojik perdelerin arkasına daha az saklama ihtiyacı duyarak, açıkça pervasızlaştırıyor. 

TL’nin döviz karşısında değersizleşmesini neredeyse teşvik eden faiz kararları, işçi sınıfının kölelik koşullarına mahkûm edilmesinin AKP’nin temel hedefi olduğunu ortaya koydu. Özelleştirmelerle, grev yasaklarıyla, polis şiddetiyle emekçilere aralıksız bir şekilde saldıran iktidar, bu son hamlesiyle, halkın bizzat asgari yaşam koşullarına karşı topyekûn bir taarruz başlatmıştır. Doların halihazırdaki durumuyla emekçilere reva görülen asgari ücret, ucuz emek ve vahşi sömürü konusunda dünyaya örnek olan Çin’den bile geriye düşmüş, en ucuz emek cennetlerinden Vietnam’la eşitlenmiştir. 

Emeğe Topyekun Saldırı

AKP, bugüne kadar kamu iktisadi teşebbüslerinden akarsularına, koylarından dağlarına, hazine arazilerine kadar ülkeyi baştan sonra yağmalamış, sıra işçinin emekçinin alın terinin son damlalarına gelmiştir. 

Saray rejimi uzun bir süre boyunca milliyetçi-muhafazakâr sağ seçmeni hedefleyerek oluşturduğu ideolojik söylemini, artık özensiz ve biçimsiz bir şekilde ve sadece kendi kemik seçmen tabanını gözeterek kotarmaktadır. Erdoğan ve AKP kurmayları, dövizdeki bu tırmanışı bir yandan dış güçlerin saldırılarına bağlarken, diğer yandan yüksek dövizin istihdam ve büyüme için olumlu olduğunu söylemekte; emir alan troll’ler ise “1 dolara ülkemizi satmayız” saçmalıklarıyla sosyal medyayı doldurmaktadır. 

AKP’nin böylesine pervasız adımlar atması ve bunun altını güçlü bir propaganda ile doldurmaya dahi çalışmaması, elleri ceplerinde 2023 seçimlerini bekleyen düzen muhalefeti için titizlikle değerlendirilmesi gereken göstergelerdir. 

Emeğe karşı başlatılan bu topyekûn saldırının sonuçları emekçilerin hayatında birkaç gün içinde kendini göstermektedir. En temel gıda maddelerinden ulaşıma, kiradan faturalara kadar neredeyse bütün kalemler işçi sınıfının yaşamını gözle görülür bir şekilde ve çok kısa bir sürede fakirleştirmektedir. Durum buyken, emeği odağına alan bir siyasi özneleşme süreci, her zamankinden daha kaçınılmaz bir şekilde kendini dayatmaktadır. 

Acil Yaşamsal Talepler Ekseninde Bir Kampanya

Sol kamuoyunda bir süredir devam eden ve çeşitli örgütlerin görüşmelere başlamasına evrilen solun strateji ve birlik tartışmaları son derece değerli. Bu görüşmelerin, seçim ittifakıyla sınırlı olmaması, birleşik, bağımsız ve politik bir sınıf odağını yaratma hedefiyle sürmesi; bunun yanında seçimlere de emek temelli bir üçüncü ittifak ile hazırlanılması gerekmektedir. 

Ancak sosyalistler olarak şu anda önümüzde duran görev, işçi sınıfına karşı başlatılan bu taarruza karşı, yaşamsal bir dizi talep etrafında örgütlenen, solun geniş kesimlerini kapsayan ve emekçileri bu taarruza karşı bütünleşik bir özne haline getirmeyi hedefleyen bir kampanya örgütlemektir. 

-Asgari ücretin insanca yaşamayı sağlayacak bir seviyeye çekilmesi 

-İşsizlere iş yaratılması için ücretler düşürülmeden çalışma saatlerin azaltılması

-Elektrik, su, ısınma, ulaşım gibi temel ihtiyaçların ücretsiz ve kamusal hale getirilmesi

-En zengin kesimlerden alınacak bir servet vergisiyle tüm yurttaşlara asgari bir yaşam gelirinin sağlanması gibi talepleri içerecek bir faaliyet yalnızca merkezi eylemlerle sınırlı kalmayıp emekçilerin çalışma ve yaşam alanlarında adım adım inşa edilmelidir.

Böyle bir faaliyet, hem soldaki birleşik zemin tartışmalarına pratik bir katkı sağlayacak, hem halihazırda yaşanan siyasi ve ekonomik krizin sorumlusunun temelde kapitalizm olduğu gerçeğini yayacak, hem de düzen partilerinin AKP sonrası için hazırladığı ve emeğinin haklarının dışlanacağı aşikâr olan restorasyon dönemine bir sınıf siyaseti devredecektir. 

Erdoğan rejiminin son bulması önemlidir. Ancak bu sonda işçi sınıfının ve sosyalistlerin güçlü bir imzasının bulunması, gelecek için, çok daha önemlidir.

Sosyalist Demokrasi için Yeniyol

Görsel Kaynağı

25 Kasım Vesilesiyle Bir Kez Daha Haykırıyoruz: Şiddetle Mücadelemiz Sürecek!

Bu yıl da 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Uluslararası Mücadele Günü’nde kadın cinayetlerini, en temel hakkımız olan yaşama hakkımızın elimizden alınışını, her gün eksilişimizi konuşarak söze başlamak zorunda bırakılıyoruz. Pandeminin ağırlaştırdığı yoksulluk katmerlenirken, en temel ihtiyaçlar lüks haline gelirken, ücretli emek alanında kadınlar gittikçe daha fazla güvencesizleşirken, ayrımcılık ve şiddet artarken, krizde ilk gözden çıkarılan kadınlar iken, ev içi ücretsiz kadın emeği bir yandan ağırlaşıp bir yandan değersizleşirken kadınlara yönelik şiddet biçimlerinin de arttığını ve derinleştiğini görüyoruz.

Kadınları şiddet ve yoksulluktan korumaya yönelik politikalar geliştirmek şöyle dursun, kazanılmış haklarımıza saldırıların hız kazandığı bir yılı geride bırakıyoruz. İstanbul Sözleşmesi’nden geri çekilme kararı uzun zamandır sürdürülen kadın düşmanı politikaların sadece bir adımı. Kadınların istihdama katılmasının önünde eğitim hakkının ihlal edilmesinden kreş hakkının gasp edilmesine kadar türlü türlü engel varken, milyonlarca kadın güvencesiz çalışırken ve işsizlik ödeneğine erişimde bile bir cinsiyet uçurumu varken kadınların nafaka hakkını tartışanlarla cebelleşiyoruz. Yaşam hakkımız elimizden alınırken 6284’ü savunmak zorunda bırakılıyoruz.

Kadına yönelik şiddet çok farklı biçimlerde artmaya devam etse de şiddetin en yaygın biçimlerinden biri, ev içi ücretsiz emek üzerinden gerçekleşiyor. Ev içi şiddet, kadınlara yüklenen “sorumlulukların” yerine getirilmemesi halinde kadınları disipline etmenin bir yöntemi olarak varlığını sürdürüyor. Öte yandan biliyoruz ki şiddet asla evin içiyle sınırlı değil; makbul ve makbul olmayan kadınlık halleri üzerinden şiddet her alanda meşrulaştırılıyor. Dahası, şiddete maruz kalan kadınların koruma mekanizmalarına erişimleri gün geçtikçe daha da zorlaşıyor.

Biz kadınlar şiddetin hiçbir biçimine alışmayacağız. Kazanılmış haklarımıza, mücadelemize saldırıların devam ettiği bu 25 Kasım’da da kadınlara yönelik şiddetle mücadelemizi sürdürmeye devam edeceğimizi duyuruyoruz! Artık kadınlar kırsalda, şehirde, okulda, fabrikalarda, sokaklarda şiddetin psikolojik, cinsel, ekonomik ve fiziksel tüm hallerine karşı dayanışıyor ve mücadele ediyor. Birbirimizden aldığımız güçle dayanışmamız daha da büyüyecek, mücadelemiz tüm ülkeyi ve dünyayı saracak. Mücadelemizle aydınlattığımız dünyada özgür kahkahalarımız yankılanacak. Kadın dayanışmasıyla her türlü saldırının, şiddetin karşısında dimdik durmaya devam edeceğiz. Bugün bize reva görülen bu düzeni, bize reva görenlerin başlarına geçireceğiz. Yaşıyor olmanın bile direnmek olduğu bir sistemde, en özgür ve mutlu halimizi var etmek için ne gerekiyorsa yapacağız.

Hayatlarımız Bizim!

Sokaklar Bizim!

Yeniyol’dan Kadınlar

Sudan’da Darbe Sonrası – Joseph Daher

İlk darbe girişiminden bir ay sonra, Askeri Geçiş Konseyi (AGK) başkanı General Abdulfettah el- Burhan, 25 Ekim’de olağanüstü hâl ilan etti. Sudan’daki devrimci süreci açıkça sona erdirme hedefi ile, geçiş makamlarının feshedildiğini ve bölge valilerinin görevden alındığını bildirdi. Yerel, bölgesel ve uluslararası destekçileri ile AGK, Sudan’ın devrimci sürecine son vermeye çalışıyor.

Topyekûn Baskı

General el-Burhan, darbeye eşdeğer bu önlemlere gerekçe olarak, ekonomik krize, “geçişin seyrini düzenleme” ihtiyacına ve ülkenin “iç savaş” riskinden korunmasına işaret etti. Temmuz 2023’te seçimler yapılana kadar ordunun, tüm siyasi partileri temsil edecek “ehil kişilerden” oluşan yeni bir hükümetin kurulmasını garanti edeceğini de sözlerine ekledi.

Darbenin ilanının ardından askerler, Başbakan Abdullah Hamduk’u, bakanlarının çoğunu ve ordu liderliğindeki Geçiş Konseyi’nin sivil üyelerini gözaltına aldı. Birçok sivil yetkiliyi tutuklamanın yanı sıra, silahlı kuvvetler, darbeye karşı her türlü muhalefeti susturmak amacıyla siyasi şahsiyetleri, aktivistleri ve eylemcileri tutukladı. Medyaya gelince, askerler resmi haber ajansı SUNA’ya ve devlet televizyonuna baskın düzenledi, ve sivil yönetimin destekçisi olan devlet televizyonu müdürünü görevden aldı. 

Siviller ve ordu arasındaki gerilim, birkaç aydan beri Egemenlik Konseyi liderliğinin General el-Burhan’dan bir sivile devredilmesi için Abdullah Hamduk hükümeti tarafından belirlenen süre yaklaştıkça artmış idi. Silahlı kuvvetler için geçiş sürecinin sonucu, ülkedeki siyasi ve ekonomik hakimiyetlerini zora sokacaktı. Ordu ve güvenlik güçlerinin generalleri, ülkedeki kilit ekonomik sektörler üzerinde geniş kontrole sahipler ve milyarlarca dolarlık varlığa sahip bir şirketler ağını işletiyorlar. Bu askeri işletmeler, altın ve diğer mineraller, mermer, deri, sığır, akasya zamkı üretimi ve satışı ile uğraşmaktalar. Ayrıca, buğday pazarının yüzde 60’ının kontrolü dahil olmak üzere telekomünikasyon, bankacılık, su temini, müteahhitlik, inşaat, gayrimenkul, havacılık, ulaşım, turistik tesisler pazarında ve ev aletleri, boru, ilaç, deterjan ve tekstil imalatında da yer alıyorlar. Mart 2021’de hükümet ve silahlı kuvvetler arasında ordunun tedrici bir şekilde iktisadi alandan çekilmesi ve askeri şirketlerin sivil devlet yetkililerine devri konusunda bir anlaşmaya varılmıştı, ancak ordunun muhalefeti dolayısıyla bu yönde herhangi bir adım atılmadı. 

Hükümet ayrıca eski üst düzey yetkililer tarafından el konulan kamu varlıklarını geri almak için adımlar atmıştı. Daha önce yağmalanmış fonları geri almak için geçiş tüzüğü kapsamında kurulan bir komite, Nisan 2020’de 20 milyon metrekare konut arazisini, bir milyon dönümden fazla tarım arazisini ve düzinelerce işletmeyi eski diktatör Ömer el-Beşir ile yakın bağları olan yetkililerden kamunun eline geri aldığını duyurdu. Ülkenin ordusunun, güvenlik güçlerinin ve milislerinin sahip olduğu devasa kaynaklar ile karşılaştırıldığında bu geri alınan varlıklar çok kısıtlı bir düzeydedir. 

Yukarıdakilere ilaveten, birçok sivil lider, General el-Burhan’ın ve diğer askeri, güvenlik ve milis güçlerinin merkezi bir rol oynadığı Beşir devrindeki insan hakları ihlalleri ve büyük çaplı yolsuzluklar hakkında kamuoyu önünde soruşturma çağrısı yapmaktan çekinmedi.

Sivil Kampta Yanlış Stratejiler ve Bölünmeler

Darbe aynı zamanda geçiş konseyi içindeki ana sivil güç olan Özgürlük ve Değişim Güçleri (ÖDG) ittifakının zayıflamaya ve halk sınıflarını ve örgütlerini hayal kırıklığına uğratmaya devam ettiği bir vakitte geldi. ÖDG ittifakı, 2019’dan bu yana artan bölünmeler yaşadı; hatta bazı liderleri darbenin ardından ordu yanlısı kampa katıldı. 

ÖDG liderliği, orduyla diyaloga karşı çıkan diğer akımları marjinalleştirdi. Halk hareketinin pek çok kesimi, ÖDG ittifakını gerçek bir demokratik geçişi hızlandırmak ve orduyu siyasi iktidardan uzaklaştırmak yerine silahlı kuvvetlerle bir geçici anlaşma (modus vivendi) arayışında olduğu için eleştirmekte. Bu kesimler ayrıca, ÖDG’nin Geçiş Yasama Konseyinin oluşturulmasını iki yıldan fazla bir süre sonrasına erteleme kararına da karşı çıkmışlardı.

Siyasi ve iktisadi iktidarın kaldıraçları büyük ölçüde askeri ve güvenlik teşkilatı mensuplarının elinde kalmış durumda. Ağustos 2021’de bizzat başbakan, ordu tarafından kontrol edilen şirketlerin yüzde 80’inin Maliye Bakanlığı’nın ve sivil hükümetin “yetki alanı dışında” olduğunu kabul etti. Bu yetki alanı dışında olma durumu, Darfur’da sayısız savaş suçundan ve protestocuların katledilmesinden sorumlu olan Askeri Geçiş Konseyi başkan yardımcısı Muhammed Hamdan Dagalo liderliğindeki paramiliter milislerden oluşan Hızlı Destek Kuvvetleri’nin (HDK) devam eden egemenliğine bir ilave. Dagalo, Darfur’daki güçlü aşiret tabanına ve Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan ile olan sıkı ittifakına dayanarak, kendisine ön plana çıkan bir dış politika rolü atfediyor; ve Sudan’da bazıları tarafından ülkenin fiili diktatörü ve başkanı olarak görülüyor.

Her ikisi de devrimi ezme çabalarında birleşmiş olsalar da, Hızlı Destek Kuvvetleri ile el-Burhan liderliğindeki silahlı kuvvetler arasında da ihtilaf ve rekabet var. HDK da kendi ticari şirketlerini yönetiyor ve bu şirketler de silahlı kuvvetler gibi ekonomik faaliyetlerini genişletmek için geçiş döneminden yararlanmaktalar. Bu iki birimin 450’den fazla özel şirketi olduğu ve ayrıca birliklerinin Yemen ve Libya’da BAE ve Suudi Arabistan tarafından desteklenen güçlerin yanında savaşmak için büyük meblağlarda para aldıkları bildiriliyor. 

Benzer şekilde, Özgürlük ve Değişim Güçleri, son iki yılda kötüleşen işçi sınıfının yaşam koşullarını iyileştiremedi. Hamduk hükümeti, Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) talebi üzerine, sübvansiyonlarda kesintiler de dahil olmak üzere, yaşam maliyetini keskin bir şekilde artırarak çalışanlar ve halk sınıfları için büyük ıstıraplara neden olan sert kemer sıkma politikaları uygulamıştı. Enflasyon şu anda yüzde 400 seviyesinde ve nüfusun neredeyse yarısı yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Bölgesel eşitsizlikler de devam ediyor. Örneğin, ülkenin ticari kalbi olan, krizdeki doğu Sudan, Eylül ayında sosyal eşitsizlikleri ve bölgedeki yatırım eksikliğini protesto etmek için ve daha fazla özerklik talebi ile büyük eylemlere sahne oldu. Kızıldeniz, Kassala ve Gadaref eyaletlerini içeren doğu, stratejik bir bölgedir. Mısır, Eritre ve Etiyopya ile komşudur ve ülkenin ana nakliye ve petrol terminallerinin bulunduğu 714 kilometrelik sahil şeridine sahiptir. Ayrıca Sudan’ın altın dağlarına, beş nehrine, üç buçuk milyon hektardan fazla tarım arazisine ev sahipliği yapmaktadır. Tüm bu jeopolitik avantajlara sahip olmasına rağmen, resmi istatistiklere göre yoksulluk oranı hala ulusal ortalamanın üzerinde, yüzde 54’ü aşıyor.

Son olarak, eski diktatör Ömer el-Beşir’in devrilmesinin ardından Sudan’ın dış politikası ordu tarafından yeniden tasarlandı ve bu da ABD ile daha yakın ilişkiler kurulmasını sağladı. Sonuç olarak Washington, Sudan’ı terörist ülkeler listesinden çıkardı ve ülkeye İsrail ile ilişkileri normalleştirmesi için baskı yaptı. Sudan’ın Rusya ile ilişkileri de 2019’da askeri işbirliği anlaşmasının imzalanmasının ardından önemli ölçüde iyileşti. Kasım 2020’de iki ülke, Port Sudan’da yaklaşık 300 Rus birliğine ev sahipliği yapacak yeni bir Rus deniz üssünün inşasına müsaade eden 25 yıllık bir anlaşma imzaladı. Rusya ve ABD’nin desteğiyle, AGK ve HDK, batı Darfur bölgesi, Güney Kordofan ve Mavi Nil merkezli birkaç silahlı grubun koalisyonu olan Sudan Devrimci Cephesi ile bir barış anlaşması yaptı. Sivillerin bu anlaşmalara katılımı sınırlıydı, kısmen çünkü bizzat meseleyi kendi başlarına idare etmek için orduyu terk etmişlerdi.

Aşağıdan Büyük Direniş

Askeri Geçiş Konseyi’nin onlarca eylemciyi öldüren ve yüzlercesini yaralayan vahşi baskısına ve internetin kapatılmasına rağmen, halk sınıfları darbeye aşağıdan büyük bir direnişle yanıt verdi. Örgütler ve sendikalar ülkenin her tarafında büyük mitingler, yürüyüşler ve grevler düzenlediler. Başkent Hartum’da eylemciler, ülkeyi bir sivil itaatsizlik kampanyasıyla felç etmek için caddelere barikatlar kurdular. Çeşitli işçi gruplarını ve sendikalarını, Halk Direniş Komitelerini ve diğer birçok halk örgütünü bir araya getiren Sudan Profesyoneller Birliği (SPB) darbeye karşı bu ayaklanmanın omurgası ve gerçek motorudur. 30 Ekim’de ülke çapında yaklaşık 30 şehirde dört milyona yakın insanı toplayan kitlesel protestoları örgütlemek için bu gruplar birlikte hareket ettiler. İşçiler bankacılığı, ulaşımı, petrol sahalarını ve çoğu kamu kurumunu işlemez kıldıkları grevler tertip etti. 

Hareket, darbe rejiminin derhal sona ermesi, iktidarın sivil yönetime devredilmesi ve siyasi mahkumların serbest bırakılması çağrısında bulunuyor. 30 Ekim protestolarının ardından SPD, bir dizi radikal talebe erişmek için seferberlik çağrısında bulundu:

  • Askeri darbenin alaşağı edilmesi;
  • Ordu ve güvenlik güçlerindeki generallerin işledikleri suçlardan dolayı yargılanması;
  • Ordu ve güvenlik güçleri ile müzakere veya ortaklık olmaksızın, radikal değişim ve 2018 Aralık devriminin hedefleri için mücadele eden devrimci güçler tarafından seçilecek bakanlardan oluşan sivil bir hükümete iktidarın devredilmesi; 
  • Milli Güvenlik Teşkilatının tasfiyesi, milislerin dağıtılması, ve halkın ve sınırların korunması doktrinine dayalı, sivil idarenin emri altında profesyonel bir ulusal ordunun oluşturulması;
  • Tüm güvenlik, askeri ve milis şirketlerinin sivil idareye devredilmesi ve bu kurumların ekonomi ve yatırım faaliyetlerine müdahalelerine son verilmesi;
  • Sudan halkına düşman olan bölgesel ve uluslararası güçlerin müdahalelerine ve Sudan’daki içişleri ve siyasi sürecin yönetimine yönelik emellerine son vermek.

Direniş Komiteleri de benzer talepleri bildirdi. Sivil müzakerelere ve orduyla ortaklığa son verilmesi, generallerin Sudan halkına karşı işledikleri suçlardan mahkûm edilmesi, ordunun ekonomideki rolüne son verilmesi ve mevcut rejimin dış müdahaleden özgür, yeni ve egemen bir demokrasiyle değiştirilmesi çağrısında bulundular. 

Karşı-Devrim ve Devrim Arasında

Askeri Geçiş Konseyi’nin darbesi Mısır, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, İsrail ve daha düşük düzeyde olmakla beraber Rusya tarafından destekleniyor. ABD, diğer Batılı güçler, Afrika Birliği ve uluslararası örgütler diyalog çağrısında bulunuyor ve geçici hükümetin sivil temsilciler ile ordu arasındaki iktidar paylaşımına dair mutabakatına geri dönülmesini tercih ediyorlar.

Halk hareketi, örgütleri ve sendikalar her iki seçeneğe de karşı çıkıyor: hem darbeye hem de geçici hükümetin tahammül edilemez statükosuna herhangi bir geri dönüşe. Buna karşılık, devrimci süreci sürdürmeye, ülkenin halk sınıflarının kurtuluşunu kazanmaya, Sudan toplumunun tamamı üzerinde halka ait demokratik bir egemenlik kurmaya kararlılar.

Askeri Geçiş Konseyi, Özgürlük ve Değişim Güçleri’nin umduğunun aksine iktidarı tedrici bir şekilde asla bırakmayacak. AGK böyle bir geçişe her zaman pervasız bir şiddetle direnecekti, ve bu durum şimdi ülke çapında sergileniyor. Sadece halk hareketinin seferberliği ve öz-örgütlenmesi, Sudan halk sınıflarının darbe rejimini devirmeye yönelik bir karşı-iktidar inşa etmesini mümkün kılabilir.

Sudan’daki devrimci sürecin kaderi hiç kuşku yok ki Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki benzerlerini de etkileyecektir. Alın yazıları, bölgenin kapitalist devletlerine karşı ortak bir mücadeleye bağlanmıştır. Dünyanın her yerindeki Sol, halk örgütleri ve sendikalar, bu mücadelenin yanında ve Sudan’ın darbeye karşı devrimci kalkışmasını durdurmaya yönelik tüm bölgesel ve emperyal müdahalelerin karşısında durmalıdır.

Tempest, 3 Kasım 2021

İngilizce’den Çeviren: Önder Akgül

Kapak görseli: AFP VIA GETTY IMAGES

Kent Emekçilerinden Protesto: “Faturaları Cengiz Ödesin!”

Kent Emekçileri Dayanışması “Geçinemiyoruz” kampanyası çerçevesinde Cengiz Holding’in önünde bir basın açıklaması gerçekleştirdi. Faturalara, kiralara zam yapılırken Cengiz Holding’e yapılan indirimleri kabul etmediklerini ifade eden Kendi Emekçileri, öylemin ardında sembolik dev faturayı ödemesi için Cengiz Holding’in önüne astı.

Basın açıklaması metnini aşağıda aktarıyoruz.

HALKA ZAM CENGİZGİLLERE İNDİRİM – FATURALARI CENGİZ ÖDESİN – 

Merhaba Kent Emekçileri; hoşgeldiniz basın emekçileri. Bugün burada Cengiz Holding önündeyiz. 

Neden buradayız? 

Emekçiler için artık faturalar önemli bir gündem haline geldi. Eskiden de önemliydi ancak ödenemeyecek kadar yüksek faturalarla yüz yüze gelmeleri, sürekli olarak bunların kendi aralarında bir sohbet gündemi haline gelmesi yeni bir durum. Bu durumun nesnel göstergeleri de var. 

Erdoğan’ın Başkanlık sistemine geçtiği 3 yıl içinde elektrik fiyatları yüzde 132 doğalgaz fiyatları yüzde 95 arttı

Peki, bu süreçte emekçilerin ücretleri ne kadar arttı? 

Misal memurların maaşları bile toplu sözleşmelerde yüzde 3+4 gibi komik seviyelerde belirleniyor. Enflasyon farkı diye bir şart olmasa bu toplu sözleşmelerde iyice maaşlar komedi seviyesine inecek. 

Peki, üç yılda bir memurun emeklinin maaşı ne kadar arttı? Tabi ki “resmi enflasyon” kadar.

Resmi enflasyon ise başkanlık sistemine geçildiğinden bu yana toplam yüzde 50 seviyesinde arttı. 

Yani bir nevi emekçilerin yaşamlarında ödedikleri bedeller gelirlerinden iki kat üç kat daha fazla arttı. Sadece son 1 yıldaki kira artış oranları son 3,5 yıldaki toplam ücret artış oranından daha fazla.

Aslında bu ödenemeyen faturalara farklı bir gözle de bakılabilir. Faturaların hayatımıza yük olması onlardaki artıştan kaynaklanmıyor gelirimizin aynı oranda artmamasında kaynaklanıyor. 

Şayet son 3,5 yılda gelirimizde 3 kat artsaydı elektrik faturasının yüksekliğini bu kadar çok konuşmayacaktık. 

Ama bu arada iktidar bize ekonomik krizi sonuna kadar yaşatırken kendisi ve yandaş firmalara cenneti yaşatıyor. 

Örneğin elektrik dağıtım şirketlerinden bir tanesinin son 1 yılda karı %56 arttı, örneğin bize elektrik dağıtımı yapan Cengiz’in kendi fabrikasında kullandığı elektriğe %50 devlet indirim yaptı. 

Örneğin bizlerin evlerindeki harcamalar giderek düşerken, artık neyden tasarruf edeceğimizi şaşırırken Sarayın harcamaları 2,4 milyar TL’ye ulaştı. 

Türkiye büyüyor diyorlar ama bu pasta da bıraktık bizim dilimimiz büyümesini eski küçük pastadaki dilime bile sahip değiliz. 

AKP iktidar olduğu 2002 senesinde ücretlerin payı milli gelirin içerisinde yüzde 56 iken yüzde 32’ye düştü. Yani bu büyüme bizim büyümemiz değil Cengiz’lerin büyümesi. Bu büyümede özellikle son yıllarda tamamen emekçilerin emeğini ucuzlaştırarak sermayeye kar aktaran bir büyüme haline geldi. Örneğin, 2021 2. Çeyrekte %21,7 büyüme ücretlerin payının yüzde 35’den 32’ye düşürdü ama sermayenin payını 42’den 46’ya çıkardı. Dilimimiz küçülten büyümeyi biz ne yapalım? 

Eskiden de emekçiler hayat pahalılığı ile uğraşır, sürekli bir mücadele içerindeydi ama artık geldiğimiz nokta koca harflerle GEÇİNEMİYORUZ, BARINAMIYORUZ, ISINAMIYORUZ 

İnşa ve Müdahale: Sosyalist Strateji Tartışması için Notlar – Uraz Aydın-Önder Akgül

Sosyalist hareket bünyesinde birlik meselesi konjonktürel olmayıp tarihsel bir niteliğe sahip olmakla birlikte kimi dönemler bu türden girişimlerin gerçekleşmesi diyemesek de en azından tartışılması için daha elverişli olur. Bu dönemleri belirleyen ise elbette ki öncelikle nesnel gelişmelerdir fakat böylesi bir tartışma iradesinin doğması herhalde kolektif öznel ihtiyaçlardan da kaynaklanır. Bir müddettir hem kimi sosyalist partilerden yapılan çağrılardan, hem farklı çevreler arasındaki yan yana gelişlerden hem de son birkaç haftadır çeşitli bireysel imzalı yazılardan[1] hareketle sosyalist hareketin farklı kesimlerinde bir arayışın söz konusu olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Farklı tarihsel-siyasal referanslarla ifade edilmekle birlikte tartışma iç içe geçen biçimde iki eksen üzerinde yürüyor: sosyalist strateji ve siyasal özne. Uluslararası işçi hareketinin zaten bu iki konuya değinmediği, farklı gündelik ve programatik meselelere bu iki konudan azade yaklaştığı bir tartışması oldu mu ki diye sormak elbette mümkündür. Tarihsel olarak da bu doğrudur ama hem arayışın hem tartışmanın kolektifleştiği, başkalarınca da paylaşıldığı ve dolayısıyla reel bir etkileşimin meydana gelme ihtimalinin mevcut olduğu bu heyecan verici durumların değerini bilmek lazım. 

Bu çerçevede daha kapsamlı, sistematik ve kolektif bir değerlendirmeye giden yolda mevcut tartışmalar ekseninde birkaç noktayı vurgulamak anlamlı olabilir.

Tartışmanın Ekseni

Öncelikle bu “tartışmayı neden bu günlerde yapıyoruz” sorusuna verilecek yanıtlar tartışmanın bir unsuru olabilir. Nesnel faktörler arasında ufukta yaklaşan bir seçim varken, artık birbirinden ayırt edilemeyecek şekilde Türkiye kapitalizminin iktisadi krizinin ve rejimin siyasi buhranının derinleşmesi, bununla birlikte  Sarayın ‘’aşağıdakiler’’ nezdindeki hegemonik gücünün ve krizi(ni) aşabilme kapasitesinin hızla erozyona uğraması; ve buna karşı düzen için muhalefet partilerinin, Türkiye burjuvazisinin bazı kesimlerinin açık ya da dolaylı desteğini de arkasına (ya da önüne) alarak birleşik duruşunu sayabiliriz. Yani bir iktidar değişimi ihtimalinin -ki buna karşı Saraydan gelebilecek muhtemel dirençleri de yok saymadan- , hele de emekçiler, Kürt halkı, kadınlar, sosyalistler, muhalifler ve de ekoloji açısından ağır bedellerle yaşanan yılların ardından ufukta görünüyor olması hiç şüphesiz sosyalist strateji ve siyasal özne tartışmasının gündeme gelmesinde belirleyici bir etken. Elbette TÜSİAD’ın açıklaması sonrası sermaye sınıfının farklı fraksiyonları arasındaki “iç savaş”a dair değerlendirmeler de bu tartışmayı besledi. İktidar değişiminin bir çeşit Türkiye kapitalizminin ve devletinin restorasyonu şeklinde vuku bulacağı, bunun da elbette ki Saray rejiminden kurtulmayı ve kimi siyasal-demokratik haklarda bir gelişme içerebileceği anlamına geldiği fakat nihayetinde emekçilerin, aşağıdakilerin çıkarları bakımından fazlasıyla sınırlı bir dönüşüm olacağı kanaati genel olarak paylaşılıyor.

Bununla birlikte, türlü baskılara rağmen aşağıdan gelişen neredeyse her bir tekil direnişin rejimin mevcudiyetini ve meşruiyetini sorgulatacak derecede kamusal tartışmanın bir parçası haline gelerek siyasallaşmasının da sosyalist inşa ve siyasal özne tartışmasını tetiklediğini söylemek mümkün. Metal Fırtına ve Üçüncü Havalimanı inşası esnasında tanık olduğumuz gibi pik noktaların ardından daha sınırlı ama süreğen işçi direnişlerinin eksik olmayışı hatta geçtiğimiz haftalarda Mitsuba’daki gibi radikal eylem biçimlerinde de kendini gösteren bir işçi hareketinin; son yıllarda kentlerin sokaklarını kaybetmemiş tek toplumsal mücadele diyebileceğimiz kadın mücadelesinin; iklim krizi ve felaket kapitalizmi ile derinleşen ekolojik yıkıma karşı memleketin adeta her bir yanındaki irili ufaklı mücadelelerin ve dayanışma pratiklerinin; Boğaziçi Üniversitesi’nde kayyuma karşı direnişin ve halihazırdaki barınamayan öğrencilerin mücadelelerinin varlığını hızlıca sayabiliriz. Aslında, sosyalist hareketin çeşitli dayanışma faaliyetleri dışında, bu direnişler ile birbirilerinden izole halini de yıkacak bütünlüklü bir ilişki kuramıyor oluşu, fakat bunun yol yordamını bulmaya dair bir arayışın da tartışmayı tetiklediğini çıkarsamak yanlış olmayacaktır.    

Böylece, son günlerde yeniden tedavüle giren bir kavramla bu “momentum” kaçırılmadan emekçi kitlelerin, ezilenlerin lehine bir çıkış, bir “strateji” oluşturma ve elbette bunun -birleşik- siyasal araçlarını inşa etme fikri öne çıkıyor. Fakat hem sosyalist çevreler arasında gözlemleyebildiğimiz kadarıyla hem de yine gündemdeki tartışmalara baktığımızda bu birleşik hamle etme dinamiği ister istemez seçim ittifakı tartışmalarıyla kesişiyor, oraya odaklanıyor, ve yanılmayı dilemekle beraber bir nevi onunla sınırlanıyor. HDP’yle birlikte TİP’in, EMEP’in veya başka siyasetlerin bir üçüncü cephe oluşturması ve olabildiğince çok vekil çıkarması, sömürülenlerin ve ezilenlerin sesini kurumsal siyasetin mecralarında duyurması gayet değerli, kesinlikle küçümsenmemeli ama bunu birleşik siyasal öznenin inşasıyla karıştırmamak gerekir. Seçimlere dönük birleşik bir kampanyanın kendisi bir ortak faaliyet yürütme deneyimi yaratarak bir sosyalist inşaya da katkıda bulunabilir elbette ama bu durumda da araçlarla amaçları ayırt etmek ve hatta birbirini dışlamasa dahi farklı amaçlar arasındaki ayrımların bilincinde olup olayları akışına bırakmamakta fayda var. Bir başka deyişle, örneğin sosyalist inşanın bir parçası olarak seçim kampanyası yürütülecek ise, (kimden) ne kadar milletvekili çıkarılacağı aritmetiğinden yola çıkarak değil; bir dizi yakıcı talep etrafında emekçiler, ezilenler ve sürmekte olan direnişler ile bir rabıta kurmayı; onların eyleme kapasitelerini arttırmayı önüne koyan ve dolayısıyla seçim sonrası için de birleşik siyasal öznenin inşasına miras bırakabilecek bir stratejik ufka sahip olmak elzemdir. 

Tarihsel Bir Kriz

İlk paragrafta sözünü ettiğimiz “kolektif öznel ihtiyaç” ise herhalde Türkiye’deki sosyalist siyasal yapıların hiçbirinin tek başına işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin gündelik ve tarihsel çıkarlarını temel alan bir stratejiyi oluşturacak ve de bu yönde bir müdahalede bulunacak güce sahip olmamasıdır.  Dolayısıyla birbirinden ayırt edilmesi zor üç temel yoksunluk söz konusu:

  • Emekçilerin toplumsal ve siyasal özgürleşimini amaçlayan bir devrimci stratejinin yokluğu;
  • İşçi sınıfı içinde anlamlı sayılabilecek herhangi bir rabıtanın olmayışı; sosyalistlerin emekçi kitleler nezdinde ideolojik düzeyde ve siyasal güç olarak ciddiye alınabilir bir karşılığının olmayışı;
  • Sosyalist hareketin bölünmüşlüğü nedeniyle bu durumu tersine çevirecek ve sınıf içerisinde kökleşerek kayda değer bir güç haline gelebilmek için gerekli müdahale kapasitesine sahip olmayışı.

Sosyalist hareketin ideolojik ve örgütsel zayıflığı olarak özetleyebileceğimiz bu durum elbette ki bir dizi tarihsel mağlubiyetin ürünüdür. Bu mağlubiyetlerde tabii ki işçi sınıfının içindeki farklı akımların hatalarının da payı vardır ancak meselenin bu kısmını burada tartışmaya gerek olduğunu düşünmüyoruz. Ama esas vurgulanması gereken şu yukarıda saydığımız üç konuyu tartışacak ve bunların üstesinden gelmeye yönelik pratik hamleler yapacaksak bunların yalnızca bizim 12 Eylül’den, AKP’den veya Türkiye solunun doktrinerliğinden kaynaklı yerel sorunumuz olmadığını, uluslararası işçi hareketinin tarihsel bir krizinin parçası olarak değerlendirilmesi gerektiğidir. Bu bağlamda kendi krizimizle cebelleşirken başka ülkelerdeki “dava arkadaşlarımızın” krizlerini de sahiplenmek, birbirimizin deneyimlerinden beslenerek -tüm tarihsel ayrımların ötesinde bizleri birleştiren- bu kapsamlı krizi çözmek durumundayız. 

Bilahare daha ayrıntılı tartışmak üzere, farklı karakterlerdeki birkaç birleşik deneyimi ve sorunlarını zikretmek gerekli olabilir. Örneğin bir dizi devrimci örgütün içinde bulunduğu birleşik bir parti olan Brezilya’daki Sosyalizm ve Özgürlük Partisi’nin (PSOL) yaklaşan seçimlerde Bolsonaro’yu defetmek için Lula’yla birleşik cephe örüp örmeme noktasında yaşadığı sert tartışmalar; Arjantin’de %6 civarında oy alan Solun ve İşçilerin Cephesi (FİT-U) içindeki devrimci örgütlerin seçim dışında bir işbirliğine yanaşmıyor olması; Occupy hareketlerindeki mücadele dinamiğini bir siyasal kanala yönlendirmeyi başarabilmiş tek yapı olan İspanya’daki Podemos’un bürokratikleşmesi sonucu hem iç çoğulculuğunu bastırması hem de kurumsal siyasete teslim olması; ABD’de 2008 krizi sonrası yaşanan toplumsal altüst oluştan sert bir biçimde etkilenen, önce Occupy sonra Bernie Sanders kampanyası etrafında seferber olan, Trump karşıtı sokak mücadelesinin parçası olan özellikle genç kesimlerin girişi ile eskisine nazaren çok daha militan bir örgütsel nitelik kazanan Amerika’nın Demokratik Sosyalistleri (DSA)’nın yarattığı heyecan ile çeşitli sosyalist akımların da DSA içinde hareket etmesi, ama aynı zamanda DSA’daki çoğunluğu temsil eden yönelimin Demokratlar’dan kopuşu  ve bağımsız sosyalist bir hareketin inşasını programatik ve stratejik bir gereklilik olarak görmemesi… Bir dizi başka ülkeden bir dizi başka örnekle bu tartışma zenginleştirilebilir. Şimdilik burada tekrar vurgulanması gereken şudur: Kapitalizmin iktisadi, siyasal ve ekolojik krizi salt ‘’yerli ve milli’’ olmadığı gibi sosyalist hareketin krizi ve bunu aşmaya yönelik arayışlar da yerel bir ölçekte ele alınmamalı, uluslararası deneyimlerle birlikte düşünülmelidir. 90’lı yıllardan 2000’li yılların ortalarına Birleşik Sosyalist Parti ve Özgürlük ve Dayanışma Partisinin de birer örneğini oluşturduğu dünyadaki bir dizi birleşik partinin muhasebesini, geleceğe yönelik bir inşa perspektifi ile yapmaya ihtiyacımız var; fakat başarısızlıklarını ve yenilgilerini de birleşik ve çoğulcu karakterlerine atfetmeden.  

Strateji Derken Neyi Kastediyoruz?

Devrimci bir stratejiden yoksunluğun, Daniel Bensaïd’in “stratejik tartışma tutulması” olarak adlandırdığı meselenin hemen hemen 40 yıllık bir tarihi var. Yetmişlerde hala 20. yüzyılın devrimci deneyimlerinden süzülmüş, ayaklanma niteliğindeki genel grev (Rus ve Alman devrimleri) veya uzatmalı halk savaşı (Çin, Vietnam…) gibi stratejik hipotezler Portekiz, Şili, daha sonra Nikaragua veya Salvador vesilesiyle tartışılıyordu. Seksenli yıllardan itibaren neoliberal kapitalizmin emekçilerin örgütlenme ve eyleme kapasitesinde muazzam bir kırılma yaratarak inşasıyla, sınıf bilincinin tarumar edilmesiyle, kapitalizm dışı bir toplumsal ve ekonomik örgütlenmenin geniş kesimler açısından (Sovyet deneyiminin yüküyle) arzulanır, tahayyül edilebilir olmaktan çıkmasıyla birlikte devrimci strateji meselesi de “sıfır seviyesine” düştü.

Bugün tartışmak durumunda olduğumuz strateji ise, koşullar gereği diyelim, daha sınırlı bir çerçevede yer alıyor. Komünist Enternasyonal’in VI. Kongresi’ne sunulan program taslağına dair sunduğu eleştiride Troçki şöyle der: “Savaştan önce yalnızca proleter partisinin taktiklerinden söz ederdik; bu kavram o zamanlar hüküm sürmekte olan gündelik talep ve görevlerin sınırını aşmayan sendikal, parlamenter yöntemlerle yeterince uyuşmaktaydı. Taktik kavramından anlaşılan, tek bir gündelik göreve ya da sınıf mücadelesinin tek bir dalına hizmet eden önlemler sistemidir. Devrimci strateji ise aksine, bir araya gelişleri, uyumları ve ürünleriyle proletaryanın iktidarı almasına yol göstermek zorunda olan bileşik bir eylemler sistemini kucaklar.”

Emekçilerin ve ezilenlerin kendi gündelik ve tarihsel çıkarları çerçevesinde örgütlenmesinin önünü açacak, sınıf mücadelesi içinde kazanımlar elde etmesini ve toplumsal-siyasal güç ilişkilerini kapitalizmden kopuş perspektifiyle değiştirme niteliğine sahip bir özne haline gelmesini sağlayacak bir “bileşik eylemler sistemi”. Konumuz bu. Dolayısıyla stratejiyi salt devrimci kriz anı üzerinden değil tam da emekçilerin ve ezilenlerin bu krizin koşullarını tetikleyebilecek ve devrimci bir hamle edebilecek bilinç ve örgütlenme seviyesine sahip olması için uzun vadeli hazırlık süreciyle birlikte düşünmek gerekmekte. Sermayenin faili olduğu, gezegeni ve canlıları imhaya sürükleyen ekolojik krizin dayattığı aciliyeti, tıpkı içinde bulunduğumuz pandemi gibi patlamaların felaket kapitalizmi ile daha da artan olasılığını da bir an olsun akıldan çıkarmadan canla başla sarılacağımız bir hazırlık süreci…

İşte biz bu uzun vadeli hazırlık sürecinde işlevsel olabilecek bir siyasal aracı yaratma aşamasındayız. Stratejik bakımdan önceliğimiz bu çerçevede, farklı çevrelerden dostlarımızın önerdiği gibi “alternatif ekonomik modeller” üzerine düşünmek yahut demokratik bir anayasa tartışmasına girmek, hele hele de solu iktidar ortaklığına taşımak, bürokrasiye solcu kadroları sokmak olmamalıdır. Bizim ihtiyacımız emekçilerin ortak talepler etrafındaki mücadele kapasitesini arttırmaya, özgüvenlerini yükseltecek kazanımlar elde etmelerine katkıda bulunacak, dolayısıyla herhangi bir öncülük iddiasına da girmeden bir siyasal zemini sabırla inşa etmek. Zemin ifadesini kullanıyoruz çünkü kağıt üzerinde hayali bir birleşik sosyalist özneye form atamanın anlamı yok. Bu bir kampanya etrafındaki işbirliğinden de teşekkül edebilir, bir cephe inşasıyla da başlayabilir, yukarıda belirttiğimiz gibi seçim çalışmalarındaki yan yana gelişler çerçevesinde de derlenebilir. Maksat bugünden yarına birtakım maymuncuklarla sıçrayış yapma hülyasına kapılmadan sosyalist hareketin sınıfsal-toplumsal mütekabiliyetini arttıracak sabırlı ve uzun soluklu bir inşaya yönelmektir. Elbette perspektif olarak bizim için çoğulcu ve birleşik, ekososyalist ve feminist, emekçiler nezdinde anlamlı bir güç edinebilmiş bir devrimci kitle partisidir ulaşılması gereken. Fakat şu an için böylesi bir müdahale kapasitesine sahip bir siyasal aracın mevcut güçler bakımından hangi ayaklar üzerinde inşa edilebileceği tartışmasını sürdürmeliyiz.

Görsel: El Lissitzky “Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşin”


[1] Bu tartışmaları büyük oranda sendika.org’dan takip etmek mümkün fakat ayrıca yeni yaşam, e-komite ve siyasi haber’den de çeşitli katkılara bakılabilir. 

İklim Adaleti için COP26 Türkiye Koalisyonundan Çağrı

Kasım ayının başında Glasgow’da yapılacak olan COP26 İklim Zirvesi’nde dünya liderleri sömürü ve yağma düzenine dokunmadan iklim krizinin etkilerinin nasıl düşürülebileceğine dair istişarelerde bulunacak. Radikal bir dönüşüm olmadan gezegenimizin geleceğini kurtarmanın imkansız olduğunu ifade eden iklim adaleti hareketinin bileşenleri halkın taleplerini ifade etmek ve zirveye basınçta bulunmak üzere dünyanın dört bir yanında COP26 Koalisyonunda birleşiyor. Bu zeminin Türkiye ayağı olan COP26 Türkiye Koalisyonu zirveye hazırlık için düzenlediği çalıştaya katılım çağrısında bulunuyor. Çağrıyı olduğu gibi yayımlıyoruz. Ayrıca Türkiye Koalisyonu’nun sayfası da şu adresten ziyaret edilebilir: https://www.cop26trkoalisyonu.org

Gelin, COP26 İklim Zirvesi Öncesi Sözümüzü Birlikte Oluşturalım!

Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi, COP26, 7-10 Kasım’da Glasgow’da yapılacak. 2015 yılında yapılan bir önceki Taraflar Konferansı’ndan Paris Anlaşması çıkmıştı. Glasgow’da Paris Anlaşması masaya yatırılacak ve büyük ihtimalle sorunun çözümünü ülkelere ve niyetlere bırakan, yani yeşil göz boyamadan başka bir şey olmayan bir sonuç çıkacak.

COP26’ya hazırlık yapmak üzere, gezegenin ve türlerin geleceği için, yoksullara, yerlilere, kadınlara, bitki ve hayvanlara ödettirilen bedelleri daha fazla ödememek için dünyanın dört bir köşesinden insanlar, örgütler, COP26 Koalisyonu’nda bir araya geldi. Bizler de, bu koalisyonla bağlantılı olarak COP26 Türkiye Koalisyonunu oluşturduk.

Paris Anlaşması’nın iklim krizine şirketlerin gözünden baktığını bilen, bir çözüm getirmeyeceğine ve halkları oyaladığına inananlar, “Halkların Glasgow Anlaşması”nı geliştirdi ve bu anlaşmayı hayata geçirmek için mücadele ediyor. https://glasgowagreement.net/en/ , https://www.polenekoloji.org/glasgow-anlasmasi-halkin-iklim-sozlesmesi/

Bugüne kadar iki önemli atölye gerçekleştirdik. COP26 Alternatif Zirve’de yer almak üzere bir online etkinlik başvurusu yaptık. Bazı arkadaşlarımız da Glasgow’a giderek alternatif zirvelere katılmak için gerekli vize vb. işlemleri başlattı.

COP26 Türkiye Koalisyonu olarak bir politika metni oluşturmak ve Türkiye halkları olarak “İklim” konusundaki sözümüzü ve taleplerimizi Glasgow’a taşımak ve ulusal ve uluslararası kamuoyunda dile getirmek istiyoruz. Gelin, politika metnimizi birlikte oluşturalım.

Sizi, 18 Ekim Pazartesi günü saat 20.30’da yapacağımız çalıştaya davet ediyoruz. Katılımcılardan beklentimiz, ortak sözümüzü oluşturmak üzere hazırlayacakları somut önerilerle ve taleplerle gelinmesi. 3’er dakikayı geçmeyen konuşmalar olmasını arzu ediyoruz. 19 Ekim Salı günü saat 20.30’da yapacağımız ikinci toplantıda da ortak taslak metin üzerinde çalışmayı hedefliyoruz.

Tartışma başlıkları için önerilemiz; İklim adaletinin politik çerçevesi, sera gazı emisyonlarının kolektif olarak azaltılması ve fosil yakıtların yeraltında tutulması konusunda bizler ne yapabiliriz, bölgelemizdeki sera gazı salımlarından sorumlu unsurlar hakkında envanter oluşturulması, envantere dayalı bölgesel iklim gündemimiz, iklim mücadelesinde sivil itaatsizlik gibi yöntemler, ulusal ve uluslararası dayanışma ve ortaklaşma için yapılabileceklerimiz. 

Çevrimiçi çalıştaya katılım bağlantısı için lütfen sitemizin İletişim bölümüne mesaj bırakınız.

10 Ekim Katliamı, İktidarın Suçları ve Muhalefetin Adaleti – Balkan Yücel

Son dönemde, yine, AKP’den kopuşlar konuşuluyor. Partinin, kurulduğu günden bu yana, propaganda işlerinde önemli bir işlevi olan Faruk Acar İyi Parti’ye geçti. İktidarın gazetecisi Nagehan Alçı, başkanlık sisteminin garabeti üzerine ilginç sözler söyleyerek, hem iktidar hem de muhalefet için seçimlerden önce sistem değişikliğine gidilmesinin önemini vurguladı. Rasim Ozan Kütahyalı 140Journos’un belgeselinde iktidarı eleştirerek herkesi şaşırttı.

Aslında bu, son birkaç senedir devam eden bir dalganın günümüze ulaşan parçaları. Bu konuda en esaslı kopuşlar, Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu’nun kendi partilerini kurması oldu. İktidar ile var olmuş isimler için bugün iki seçenek söz konusu: Ya iktidarın elindeki devlet imkânlarıyla yapabileceklerine güvenip, batmakta olan gemiyi son ana kadar terk etmemek ve iktidar gemisinin yeniden yüzdürülebildiği bir koşulda daha büyük nimetlerin içerisinde daha da güçlenmek ve zenginleşmek; ya da iktidarın gemisinden inip, muhalefet öncülüğünde hazırlanan yeni düzenin içerisine erkenden katılıp, buradan bir parsa koparmanın yolunu bulmak. Siyaset, AKP’liler için hiç olmadığı kadar kumar anlamına geliyor bugün.  

Burada muhalefetin tavrı, “ne olursan ol gel” düzeyinde. Örneğin, Suruç ve 10 Ekim Katliamları ile birlikte Hendek Operasyonları döneminin Başbakanı Davutoğlu, sanki bunlarla hiçbir işi olmamışçasına muhalefet tarafından bağrına basılıyor. 10 Ekim Katliamı’nın ardından “Şimdi Ankara’da ki terör saldırısı sonrasında anket yaptık ve kamuoyunun nabzını tutuyoruz oylarımızda bir yükseliş trendi var” sözleri hiç hatırlatılmıyor kendisine. Soru işaretleriyle dolu bu katliamlarda devletin dahli konusunda bildikleri dahi sorulmuyor. Ya da AKP’nin gazeteciliğe karşı açtığı savaşta öncü birlik olarak yer alan Kemal Öztürk, Akif Beki gibi isimler, basın özgürlüğü üzerine konuşmaları için bir yerlere davet ediliyor, bu konudaki geçmiş günahlarının üstü şimdilerde muhalif olmaları perdesiyle örtülüyor. AKP’den ayrılmış olmanın bütün suçları temize çektiği bir af dönemi kurguluyor muhalefet.

Biz sosyalistler için bu şaşırtıcı bir durum olmasa da, AKP’yi faşizmle, diktatörlükle ve işlediği suçlarla anan bir siyasi cephe için, bu cürümlerin karşılığının bu kadar boş olması ifşa edilmesi gereken bir ikiyüzlülük. Suçların karşılığı koşulsuz af ise, suç olarak nitelenen eylemlerin de muhalefet nezdinde ne denli suç olarak görüldüğü, suç kavramının retorikle sınırlı olarak kullanıldığı açık değil mi? Türkiye tarihinin en büyük katliamlarından birisi olan 10 Ekim’in hesabını, dönemin Başbakanını denklemden çıkararak soran bir “adalet” anlayışı.

Aslında burjuvazinin bu “adalet” anlayışının evrenselliğinden söz edebiliriz. Muhalefetimizin AKP ile arasında analoji kurmayı pek sevdiği faşist dikta deneyimlerinin ardından yaşananlar, burjuvazi için “düzen”in adaletten çok daha değerli bir kavram olduğunu kanıtlıyor. Enzo Traverso İtalya deneyimi için şunları söylüyor: “1947 yılında tarihçi, hukukçu ve direnişçi Carlo Galante Garrone, acı bir şekilde kaydediyordu: ‘Yeni İtalya’nın yargı sistemi, her şeyi, ya da hemen hemen her şeyi sildi ve her şeyin üstünü özür ve unutma perdesiyle örttü. En ağır suçlar ve en büyük sorumluluklar dahil her şey’. Tüm faşist suçluların özgürlüğüne kavuştuğu 1950’lerin başlarında, Direniş hareketinin şiddet eylemlerinin peşine düşen yeni bir dava dalgası başlamıştı”.[1]

1960 yılında İtalya’daki altmış dört validen altmış ikisi faşist rejimin üst düzey yöneticileriydi. Fransa’da da Vichy rejiminin üst düzey yöneticileri, 1945 sonrası uzun yıllar yeni rejimin kilit konumlarında yer almayı sürdürdü. Namlı Nazilerin de ABD tarafından savaş sonrası önemli mevkilerde kullanıldığı, çok simgesel bir ekibin cezalandırıldığı bilinen bir gerçek. Traverso, burada affın, hiçbir şey olmamış gibi davranmayı dayatan ve suçun bütün izlerini silen bir araç olarak kullanıldığını söylüyor.

Türkiye muhalefetinin, bu tarihsel örneklerden pek de farklı bir gelecek tahayyül etmediği açık. 10 Ekim Katliamı’nın altıncı yıldönümünde kaybettiğimiz yoldaşlarımızı andığımız bu tarihlerde, 7 Haziran ile 1 Kasım arasındaki şaibeli dönemin başbakanıyla ya da AKP’nin tesis ettiği neoliberal talan düzeninin mimarıyla yeni sistem üzerine müzakereler yapmak, AKP sonrası dönemde kimlerin hangi konumlarda yer alacağı konusunda güçlü işaretler barındırıyor. Son 20 yılda işlenen suçların failliğini tek adam ve çevresindeki birkaç kişiyle sınırlayan muhalefet, bu rejimin kilit unsurları için parlak bir gelecek vadediyor.

Düzen, kendisini AKP’siz bir AKP dönemi için hazırlıyor. İktidarın aparatları kendilerini yeni düzene uygun bir hale sokmak için çabalıyor. Burjuvazi yeni talan alanları için projelerini üretiyor.

Sosyalist solun AKP’siz bir dönem için bir hazırlığı, bir sözü, bir stratejisi var mı, bu dönem en çok bunu konuşmalıyız sanırım.


[1] Enzo Traverso, Ateş ve Kan: Avrupa İç Savaşı: 1914-1945, çev. Onur Gayretli, Heretik Yayınları, 2021, s. 195

Faşizm. Faşistleşme. Antifaşizm. – Ugo Palheta

Ugo Palheta son yıllarda faşizmin güncel görünümleri, kendi ifadesiyle “neofaşist dinamik” üzerine çalışmalarıyla özellikle Fransa’da, ama bilhassa da aşağıda aktardığımız metniyle (ve daha önceki bazı yazılarıyla) uluslararası alanda sesi duyulmaya başlayan bir marksist sosyolog. Palheta aynı zamanda kağıda basılı hali Daniel Bensaid tarafından kurulan ve İmdat Freni‘nin de başlıca ilham kaynaklarından olan Contretemps sitesinin editörlerinden. Daha önce Enzo Traverso’nun aşağıdaki yazı hakkında kaleme aldığı eleştiri metnini sitemizde aktarmıştık. Burada da Express dergisi için Gencer Çakır ve Ulus Atayurt tarafından tercüme edilmiş olan ve “22 Maddede Faşizm ve Antifaşizm. Zehir ve Panzehir” adıyla basılan metni 1+1 Express’in müsaadesiyle yayımlıyoruz. Son olarak Palheta’nın bu metniyle ilgili bir diğer değelendirme olan David Renton’un “Şiddet üzerine” yazısını da textumdergi.net‘ten okumak mümkün.

1) Faşizm üzerine

Klasik olarak faşizm bir ideoloji, bir hareket ve bir rejim olarak tanımlanabilir.

Bu niteliğiyle, öncelikle, hayali bir topluluğun –genellikle ulusun[1]– “yeniden canlanmasını” hedefleyen bir siyasi projeyi belirtir. Bu proje, engin bir arınma operasyonunu, ya da faşist bakış açısına göre kendi fantazmagorik homojenliğini engelleyen, düşsel birliğine sekte vuran, hayali özünden uzaklaştıran ve derin kimliğini eriten her şeyin yok edilmesini içerir.

Bir hareket olarak faşizm, kendisini hem “sistem”e meydan okumaya hem de aynı zamanda “kanun ve nizam”ı yeniden tesis etmeye muktedir bir güç olarak sunarak gelişir ve geniş kitlelere ulaşır. Özlemleri ve çıkarları taban tabana zıt toplumsal kesimleri cezbedebilmesini sağlayan da reaksiyoner isyanın bu derinden çelişkili boyutu, sahte yıkım ile aşırı muhafazakârlığın patlayıcı karışımıdır.

Faşizm iktidarı fethetmeyi ve bir rejim (ya da daha doğrusu bir istisna hali) görünümüne bürünmeyi başardığında, “sistem karşıtı” ve hatta kimi zaman “devrimcilik” iddialarına rağmen, mutlaka toplumsal düzeni daimi kılmaya yönelir.

Bu tanım, iki savaş arası dönemdeki tarihsel faşizm ile neo-faşizm olarak adlandıracağımız günümüz faşizmi arasında bir devamlılık kurmamızı sağlıyor. Böyle bir devamlılıktan söz etmek bağlamdaki farklılıklara gözümüzü kapamak anlamına gelmiyor.

2) Hegemonya krizi –1

Faşizmin yükselişi kapitalizmin yapısal krizi, ekonomik istikrarsızlık, halkın yoksunlukları, toplumsal karşıtlıkların (sınıf, ırk ve cinsiyet temelli) derinleşmesi ve kimlik paniği üzerinde gerçekleşiyorsa da, siyasal krizin artık yerleşik siyasal egemenlik biçimleri çerçevesinde aşılamaz hale geldiği bir yoğunluk düzeyine ulaşmasıyla faşizm gündeme gelir. Başka bir deyişle faşizm, egemen sınıfın toplumsal ve siyasal düzenin istikrarını liberal demokrasinin olağan yöntemleriyle ve siyasal kadrosunun sıradan bir yenilenmesiyle temin etmesinin artık mümkün olmadığı aşamada gündeme gelir.

Gramsci’nin hegemonya krizi (ya da “organik kriz”) dediği şey budur. Bu krizin merkezi unsuru burjuvazinin çoğunluk rızası üreterek siyasi egemenliğini dayatma kapasitesini giderek artan biçimde yitirmesidir. Her ne kadar belli koşullar altında hegemonya krizi devrimci ya da devrim-öncesi bir duruma yol açabilse de, bu krizi belirleyen temel unsur kapitalist devlet içinde derin çatlaklar yaratan bir ayaklanma şöyle dursun, yoksul kesimlerin mücadelelerinin kayda değer bir yükselişi olmadığı için, bu türden bir siyasi kriz devrimci bir kriz olarak nitelendirilemez.

Burjuvazinin bu yetersizliği özellikle temsil edenler ile temsil edilenler arasındaki bağların veya daha doğrusu, siyasi iktidar ile yurttaşlar arasındaki aracılığın zayıflamasında başgösterir. Neo-faşizm söz konusu olduğunda, bu zayıflama geleneksel kitle örgütlerinin (siyasi partiler, sendikalar, dernekler) gerilemesiyle kendisini gösterir. Bu da bireylerin yalıtılmışlığını teşvik ederek onları güçsüzlüğe mahkûm eder, böylece onları yeni siyasi etkilere, yeni aidiyetlere, yeni eylem biçimlerinde kullanılmaya açık hale getirir. Neo-faşistler için kitlesel milisler oluşturmayı büyük ölçüde gereksiz kılan bu zayıflama bizzat burjuva politikalarının ve kaçınılmaz olarak yarattıkları toplumsal krizin ürünüdür.

3) Hegemonya krizi –2

Günümüz faşizmi (neo-faşizm), Batı burjuvazilerinin 1968 ve müteakip devrimci dalgaya verdiği bir tepki olarak ortaya çıkan, her yerde –ülkeden ülkeye değişen boyutlarda– derin siyasi krizlere yol açarak (seçimlere katılımın giderek azalması, iktidar partilerinin tedricen aşınması ya da aniden çöküşü) faşist bir hareketlenme için gerekli koşulları yaratan ve 1980’lerden itibaren yürürlüğe sokulan “neoliberal” politikaların kümülatif bir sonucudur.

Yönetici sınıf, örgütlü işçi hareketine karşı saldırı başlatıp sınıflar arası belirli bir ilişkiye (görece zayıflamış bir burjuvazi ile örgütlü ve mobilize olmuş bir işçi sınıfı) dayalı savaş sonrası “toplumsal mutabakat”ın temellerini metodik olarak aşındırarak karma ve hegemonik bir toplumsal blok inşa etmekte giderek yetersiz kaldı. Buna, dünya ekonomisinin derin istikrarsızlığı ve ulusal ekonomilerin karşılaştığı zorluklar da eklenmeli. Bu zorluklar egemen sınıfların kendi halkları arasındaki itibarını ve halkların ekonomik sisteme olan güvenini derinden ve kalıcı bir şekilde zayıflatıyor.

4) Hegemonya krizi –3

Neoliberal saldırı grevler vasıtasıyla işyeri örgütlenmesini zorlaştırdığı, sendikaları zayıflattığı, güvencesizliği artırdığı ölçüde, hoşnutsuzluk kendisini başka yerlerde ve farklı biçimlerde ifade etme eğilimi gösteriyor. 

–Her yerde (kutuplaşma şartlarında yapılanlarda daha seyrek olsa da) seçimlere katılım azalıyor, daha önce hiç görülmemiş seviyelere düşüyor.

–Birçok hâkim kurumsal parti tedricen ya da aniden zayıflıyor (ya da ABD’de Cumhuriyetçi Parti’den neşet eden Çay Partisi ve Trump örneklerinde görüldüğü gibi, içlerinden yeni hareket ve figürler çıkıyor).

–Yeni politik hareketler ortaya çıkıyor ya da daha önce marjinal olan güçler yükseliyor.

–Geleneksel yapıların, yani esasen örgütlü işçi hareketinin dışında toplumsal hareketler ortaya çıkıyor (bu, söz konusu hareketlerin siyasi sol ve sendikalarla bir bağı olmadığı anlamına gelmiyor).

Bazı ulusal bağlamlarda, neo-faşistler geniş toplumsal hareketlere (Brezilya) eklemlenmeyi ya da bizzat kitlesel bir hareket yaratmayı (Hindistan) başarıyor. Neo-faşistlerin fikirleri, söz konusu hareketlerin çeperlerinde de etki yaratabilir. Ancak bu durum, en azından bu aşamada, neo-faşist örgütlerin militan kitle hareketleri haline gelmesi için genellikle yeterli olmuyor. Dolayısıyla parlamento dışı mücadeleler, neo-faşizmden ziyade toplumsal ve politik özgürleşmeye yönelik fikirlere (anti-kapitalizm, ırkçılık karşıtlığı, feminizm vb.) meylediyor. Bu mücadeleler stratejik bütünlükten, ortak bir siyasal ufuktan, hatta bazen ortak taleplerden yoksun olsalar da, genellikle toplumsal düzenden kopuş hedefine ve özgürleştirici bir ilerlemenin pratik olasılığına işaret ediyorlar.

Her durumda, siyasi düzen had safhada istikrarsız. Tam da böyle bir ortamda faşist hareketlerin gerek egemen sınıfların hegemonik kapasitesinin düşüşüne (en azından bu aşamada) seçimlerle verilebilecek bir tepki, gerekse geleneksel siyasal oyuna bir alternatif olarak gözükebileceği açık.

5) Alternatifin krizi

Faşizm, sadece burjuvazinin eli kulağındaki bir devrimci tehdide karşı verdiği gözükara bir tepki değil, aynı zamanda mevcut düzene alternatifsizliğin ve karşı-hegemonik güçlerin yenilgisinin de ifadesidir. Faşistlerin soldan ve toplumsal hareketlerden duyulan korkuyu harekete geçirdiği doğru olsa da, sağın politik bir alternatif olarak farklı sosyal gruplarca kabul görmesini sağlayan, daha ziyade sömürülen sınıfın (proletarya) ve ezilen grupların kendilerini devrimci siyasi özneler olarak oluşturmaktaki ve (sınırlı kalsa da) bir toplumsal dönüşüm deneyine girişmekteki yetersizliğidir.

Mevcut durumda, tıpkı iki dünya savaş arası dönemde olduğu gibi, faşizm tehlikesiyle yüzleşmek sadece otoriter sertleşmeye, göç karşıtı politikalara, ırkçı fikirlerin serpilmesine vb. karşı defansif mücadeleleri değil, aynı zamanda (ve daha derinlemesine) sömürülen ve ezilen madunların toplumsal düzen ile bir kopuş projesi etrafında siyasal açıdan birleşebilmesini ve hegemonya krizinin sunduğu fırsatı değerlendirmesini de kapsar.

6) Faşist dinamiğin iki ânı

Güç biriktirmeye başladığı ilk aşamada, faşizm propagandasına yıkıcı bir biçim vermeye ve kendisini mevcut düzene karşı bir isyan olarak göstermeye çalışır. Gerek egemen sınıfların, gerekse hükmedilen sınıfların geleneksel siyasi temsilcilerine meydan okuyarak ilerler. Hepsi sözde (hayali bir şekilde neredeyse değişmez bir öze sahip oluğu varsayılan) “ulus”un demografik ve kültürel parçalanmasına katkıda bulundukları varsayımıyla suçlu addedilir.

Faşizm, “ulus”u tüm illetlerin çaresi haline getirerek “anti-sistemik” bir güç ve bir “üçüncü yol” olduğunu iddia eder: Ne sağ ne sol, ne kapitalizm ne de sosyalizm. Sağın iflası ve solun ihanetleri, siyasi açıdan birleşmiş (yani gerçekte faşistlerin kontrolü altında), ideolojik açıdan hemfikir (yani, herhangi bir protesto biçimini açıkça ifade etme araçlarından yoksun bırakılmış) ve etnik-ırksal açıdan “saflaştırılmış” (yani özünde “genetik açıdan farklı”, “asimile edilemez”, “aşağı” ama “tehlikeli” kabul edilen gruplardan arındırılmış) olduğu için nihayet “yeniden ayağa kaldırılmış” bir “ulus” bünyesinde, siyasal bölünmelerin ve toplumsal düşmanlıkların feshedilmesine ilişkin faşist ideale itibar kazandırır.

Bununla birlikte, ikinci aşamada, (faşizmin özgünlüklerinden biri ve en azından söylemde asla tamamen vazgeçmediği bir karakteri olan) “plebci-avamcı” ya da “anti-burjuva” an diye adlandırılabilecek eşik aşıldığında, faşist liderler, bir yandan sermayeye tüm muhalefetin yok edilmesini vaat ederken, diğer yandan da (tüm faşist deneyimlerin ve aşırı sağ figürlere karşı yargı hükümlerinin sürekli gösterdiği gibi, siyasi amaçlar yanında kişisel zenginleşme adına da) iktidara erişimlerini sağlama almak ve devleti kendi çıkarları adına  kullanmak için burjuvazinin temsilcileriyle –genellikle burjuva siyasi partilerinin veya liderlerinin arabuluculuğuyla– bir ittifak kurmaya çalışır. Faşizm kapitalizmin bir tiranlık rejimi altında işleyebilmesini önerdiği için, “üçüncü yol”a yönelik iddialardan geriye eser kalmaz.

7) Faşizm ve baskı ilişkilerinin krizi

Toplumsal düzenin krizi, özellikle çağdaş faşizm (neo-faşizm) söz konusu olduğunda, akut bir boyut kazanan baskı ilişkileri krizi olarak da tezahür eder. Öte yandan, ırkçılık karşıtı, feminist ve LGBTİ+ hareketlerin (ülkeden ülkeye epey değişkenlik gösterse de) küresel ölçekte yükselişiyle beyaz egemenliğinin yayılımı, kadınlara ve cinsel azınlıklara yönelik baskı kesintiye uğradı ve hatta sonlanma tehlikesiyle yüzleşti. Kolektif örgütlenme, ırkçı ve hetero-ataerkil düzene isyan vasıtasıyla, seslerini yükselten beyaz-olmayanlar, kadınlar ve cinsel azınlıklar kendilerini giderek özerk siyasi özneler haline getiriyor. (Ancak tüm bunlar özellikle farklı madun grupları birleştirecek siyasi bir gücün yoksunluğunda bölünmelere engel oluşturmuyor.)

Çeşitli biçimler alan ve farklı istikametlerde ilerleyen, ama nihayetinde siyasi ahengini faşist projede edinen ırkçı ve erkekçi radikalleşme nezdinde bu süreç kaçınılmaz bir tepki uyandırır. Bu proje, baskıcı grupların ne pahasına olursa olsun egemenliklerini sürdürme konusundaki fanatik arzularıyla, hezeyanlarla çoktan tersine çevrildiğine vehmedilen hâkimiyet ilişkilerinin (“Yahudi egemenliği”, “büyük ikame”, “tersine sömürgeleştirme”, “beyaz karşıtı ırkçılık”, “toplumun kadınsılaştırılması” gibi çeşitli mitolojilerle) temsilini birbirine bağlar.

Aşırı sağcılar her yerde feminist hareket ve söylemlere karşı çıkar, cinsiyet rollerine ilişkin özcü bir anlayışı asla terk etmezken, siyasi ihtiyaçlara ve ulusal bağlamlara göre, ara sıra kadınların ve cinsel azınlıkların haklarını savunan bir retoriği benimseyebilirler. Hatta, milliyetçi söylemlerinin kapsamını yeni tınılarla zenginleştirmek için bazı geleneksel pozisyonlarını (kürtaj yasağı, eşcinselliğin suç sayılması vb.) yumuşatacak kadar ileri gidebilirler: Bu yolla, kadınların ve eşcinsellerin maruz kaldığı şiddetten “yabancılar”[2] ve/veya “Müslümanlar” sorumlu tutulur. Femo-milliyetçilik ve homo-milliyetçilik, yeni seçmen kesimlerini hedeflemeyi, politik saygınlık kazanmayı ve bu arada hetero-ataerkilliğin herhangi bir sistemik eleştirisini saptırmayı mümkün kılar.

8) Faşizm, doğa ve çevre krizi

Mevcut düzenin krizi sadece ekonomik, sosyal ve politik değil. Özellikle süregiden iklimsel çöküş göz önüne alındığında, çevresel bir kriz şeklini de alıyor. 

An itibarıyla, neo-faşizm, kapitalosen çağı ile ilişkili dehşetengiz hadiseler karşısında bölünmüş gözüküyor. Neo-faşist hareketlerin geniş bir kesimi, ideologlar ve liderler özütlemenin yoğunlaşmasını (“karbo-faşizm” veya “fosil faşizm”) savunarak küresel ısınmayı alenen küçümsüyor (hatta tamamen reddediyor).

Diğer yandan, eko-faşist diye nitelendirilebilecek bazı akımlar, çevre krizine bir yanıt sunduklarını iddia etseler de, aslında geleneksel roller, (cinsiyet gibi) hiyerarşiler ve (“ırk saflığı” adına veya “kültürlerin uyuşmazlığı” bahanesiyle) kapalı organik topluluk fikirleri üzerinden “doğal düzen”in eski reaksiyoner ideolojilerini “ekoloji” kisvesinde diriltip yeniden tedavüle sokmaktan öteye geçmiyor. Benzer şekilde, felâketin aciliyetini aşırı otoriter (eko-diktatörlük) ve (neo-Malthusçu) ırkçı çözümler talep etmek için araçsallaştırıyorlar.

İkinci grup, birincisine kıyasla büyük ölçüde azınlıkta, ama kitlesel siyasi akımlar oluşturmasa bile, fikirleri inkâr edilemez bir şekilde neo-faşist sağduyuya nüfuz ediyor. Böylece kimlikçi bir ekoloji ortaya çıkarken, çevre anti-faşistler için kritik bir mücadele alanına dönüşüyor. Bu bölünme aynı zamanda “klasik” faşizme içkin, ağır sanayiyi ve teknolojiyi (ekonomik ve askeri) ulusal gücün simgesi ve kaldıracı olarak yücelten bir hiper-modernizm ile toprağı ve doğayı ulusun kendi özünü bulması için yeniden bağlantılanması gereken otantik değerlerin yuvası olarak idealleştiren bir anti-modernizm arasındaki gerilime işaret ediyor.

9) Faşizm ve toplumsal düzen

Faşizm özellikle ortaya çıkıp gelişirken, mevcut düzene bir alternatif (bunda en azından kısmen başarılı olur), hatta bazen (ulusal) bir “devrim” olarak görünmek ister. Ancak iktidara gelince, faşizm sadece mevcut ilişkiler bütününün bir stepnesi olmakla kalmaz, aynı zamanda eko-kırıma, ırkçı ve ataerkil kapitalizme karşı tüm muhalefeti bastırma aracı, başka bir deyişle otantik bir karşı-devrim olarak tezahür eder.

Faşizmin tüm ideolojisi ve iktidar pratiği, kriminal yöntemlerle sömürü ve baskı ilişkilerinin tahkim edilmesine ve güçlendirilmesine yöneliktir.

Daha derin bir düzeyde, faşist proje, bu ilişkileri son derece (sınıf ve toplumsal cinsiyet açısından) hiyerarşik, (cinsellikler ve cinsiyet kimlikleri açısından) normalleştirilmiş ve (etno-ırksal açıdan) homojenleştirilmiş bir toplumsal gövde üretecek şekilde yoğunlaştırmaktan ibarettir. Bu yüzden hapsetme ve kitlesel suç (soykırım) faşizmin istenmeyen sonuçları değil, bizzat özünde bulunan potansiyellerdir.

10)  Faşizm ve toplumsal hareketler

Faşizmin toplumsal hareketlerle ikircikli bir ilişkisi vardır. Başarısı, “sistem karşıtı” bir güç gibi görünme yeteneğine bağlı olduğu ölçüde, sola ve protesto hareketlerine cepheden karşı çıkmakla yetinemez. Gerek “klasik”, gerekse çağdaş faşizmler güçlü bir siyasi ve kültürel sentez elde etmek için retoriklerinin bir kısmını sürekli toplumsal hareketlerden devşirirler.

Bu anlamda üç ana taktik kullanılır:

a) Eleştirel ve programlı söyleme dair ögeleri kısmen sahiplenmek, ancak herhangi bir sistemik boyuttan ya da devrimci amaçtan yoksun bırakmak. Örneğin, kapitalizm bir sömürü ilişkisine (sermaye/emek) dayandığı, üretim araçlarının özel mülkiyeti ve piyasa düzenini şart koştuğu için, temellerine yönelik bir eleştiriye tabi tutulmaz, sadece küreselleşmiş ya da finansallaşmış veçhesi eleştirilir (bu da, nüfusun bir kısmına hitap etmeye devam eden klasik faşist söylemin eski anti-semitik klişeleriyle oynamayı mümkün kılar). Bu açıdan, kapitalizmden kopuş hedefiyle tutarlı bir şekilde birleştirilmediği takdirde, serbest ticaretin eleştirisinin, daha yüksek ihtimalle “korumacılık” çağrılarının ideolojik açıdan aşırı sağı güçlendirmemesi için bir sebep yoktur.

b) “Yabancılara”, yani aslında ırksal azınlıklara karşı bir silah olarak kullanmak için solun ve toplumsal hareketlerin söylemini gasp etmek. Bu, yukarıda bahsedilen femo-milliyetçiliğin ve homo-milliyetçiliğin, ama aynı zamanda laikliğin “milliyetçi” savunusunun da mantığıdır.

Aşırı sağ, tarihi boyunca kadın ve LGBTİ+ haklarının yanısıra laiklik ilkesine de karşı çıkmış olsa da, an itibarı ile bazı sağ akımlar (özellikle Fransa’nın Ulusal Cephe’si ve Hollanda aşırı sağı) laikliğin en sıkı savunucusu olduklarını iddia ediyorlar. Bu da laikliğin Müslümanlara karşı, sözde Müslüman “bölücülüğü” veya “cemaatçiliği” tarafından tehdit edilen başlıca cumhuriyetçi ilkeleri savunmak kisvesinde, açıkça dile getirilmeyen (ayrılmaz biçimde etno-ırksal ve dini) ayrımcılıkları da içerecek şekilde, saldırganca yeniden tanımlanması anlamına geldi.

c) Feminist ya da ırkçılık karşıtı eleştiriyi ters yüz edip ezilenlerin zalimlere dönüştüğünü iddia etmek. Bu nedenle ırkçılığın ve cinsiyetçiliğin ortadan kalktığını öne sürmekle yetinmeyen, kadınlar, beyaz olmayanlar ve LGBTİ+’ların bir yandan erkekleri, beyazları ve heteroseksüelleri tahakküm altına alırken, diğer yandan da şeylerin doğal düzeniyle çeliştiklerini iddia eden gerici bir ideolog grubunun varlığına tanık oluyoruz. Bu tür bir söylem, beyaz ya da eril, “yeniden fetih” amaçlı üstünlükçü harekât çağrısını üstü kapalı ifade etmenin en iyi yoludur.

11) Faşizm ve liberal demokrasi

Liberal ve faşist rejimler, demokrasi ve tahakküm arasındaki ilişkinin aksine, birbirine karşıt değildir. İki durumda da proleterlerin, kadınların ve azınlıkların boyun eğmesi başarılmıştır. İki vakada da iç içe geçmiş sömürü ve tahakküm ilişkileri, kaçınılmaz ve yapısal olarak bu ilişkilerle bağlantılı bir dizi şiddet biçimiyle birlikte uygulanır ve yaygınlaştırılır. İki durumda da sermayenin tüm toplum üzerindeki diktatörlüğü korunur. Gerçekte ikisi de burjuva siyasi egemenliğinin farklı biçimleri, başka bir deyişle, madun grupların boyun eğdirildiği ve devrimci bir dönüşüme kalkışmalarının engellendiği iki farklı yöntemdir.

Faşist yöntemlere geçişten önce, liberal demokrasinin bazı temel boyutları bizzat egemen sınıf tarafından peşpeşe terk edilir.

Yasama yetkisi yürütme tarafından tekelleştirildiği ve hükümet yöntemleri daha da otoriterleştiği için (kanun hükmünde kararnameler, talimatnameler vb.) parlamento alanı giderek marjinalleşmekte ve devre dışı bırakılmaktadır. Ancak, liberal demokrasiden faşizme geçişin bu aşaması, her şeyden önce örgütlenme, toplanma ve ifade özgürlükleri ile grev hakkına yönelik artan kısıtlamalarla, aynı zamanda devletin keyfiliğinin ve polis vahşetinin gelişmesiyle kendisini gösterir.

Bu otoriter sertleşme açıkça ilan edilmeden gerçekleşebilir, siyasi iktidarı giderek daha çok baskıcı devlet aygıtlarının destek ve sadakatine dayandırır ve onu anti-demokratik bir sarmala sürükler: işçi sınıfı ve göçmen mahallelerinde devriyelerin giderek sıklaştırılması, gösterilerin yasaklanması, engellenmesi veya sert şekilde bastırılması, keyfi tutuklamalar, göstericilerin toplu yargılanması ve hapis cezalarının yaygınlaşması, grevcilerin giderek daha sık işten çıkarılması, sendikal eylemin kapsam ve olanaklarının daraltılması vb…

Liberal demokrasi ile faşizm arasındaki karşıtlığın burjuva egemenliğinin siyasi biçimleri arasında olduğunu dile getirmek, anti-faşizmin, toplumsal hareketlerin ve solun kamusal özgürlüklerde ve demokratik haklarda yaşanan gerilemeye kayıtsız kalması gerektiği anlamına gelmez.

Bu özgürlükleri ve hakları savunmak, toplumsal karşıtlıkların tarafsız hakemleri olarak bir devlet ya da cumhuriyet yanılsaması üretmek anlamına gelmez; bu, 19. ve 20. yüzyıllarda halk sınıflarının temel kazanımlarından birini, yani sınıf bilincinin, feminist ve ırkçılık karşıtı bilincin gelişiminde zaruri bir temel olan sömürülen ve ezilen sınıfların temel çalışma ve yaşama koşullarını savunmak için örgütlenme ve seferberlik hakkını savunmak anlamına gelir. Ama aynı zamanda bu, neoliberal projenin özünü oluşturan demokrasinin lağvedilmesine bir alternatif sunmak anlamına da gelir.

12) Faşizm ve liberal demokrasi –2

Faşizm, karakteristik olarak devrimci veya reformist, radikal veya ılımlı, küresel veya kısmi tüm protesto biçimlerini ezerek ilerler. Faşizmin iktidar pratiği, yani bir siyasi rejim haline geldiği her yerde, birkaç yıl, bazen sadece birkaç ay içinde siyasal soldan, sendikal hareketten veya azınlık örgütlenmelerinden, yani istikrarlı, kalıcı ve kristalize her nevi direniş biçiminden geriye pek bir şey kalmaz.

Liberal rejim, madunların bazı temsilcileriyle işbirliği yaparak, onların bazı örgütlerini (sesi çıkmayan küçük ortak olarak) koalisyonlara veya müzakerelere (sendikaların veya derneklerin yardakçı rolü oynadığı sözde “sosyal diyaloğa”) dahil ederek, hatta bazı taleplerini bünyesine katarak onları kandırma eğilimindeyken, faşizm faşist devlet tarafından asimile edilemeyen her türlü örgütü yok etmeyi, hatta faşist veya faşistleşen örgütsel kadroların dışında kolektif örgütlenme arzusunu ortadan kaldırmayı hedefler. Bu anlamda faşizm kendisini, ezilenlerin öz-savunma kapasitesinin neredeyse tamamen yok edilmesinin ya da moleküler, pasif, gizli direniş biçimlerine indirgenmesinin siyasi biçimi olarak ortaya koyar.

Bununla birlikte, bu yıkım faaliyetiyle faşizmin, sadece kimi günah keçilerini hedef alan baskıcı araçlar ya da söylemler vasıtasıyla, toplumsal yapının geniş bir kısmını edilgen hale getiremeyeceği de not edilmelidir. Faşizm ancak belirli grupların (işsiz emekçiler, yoksullaşmış serbest meslek sahipleri, memurlar vb.) ya da en azından bu grupların içinde, faşistlerce “gerçekten milli” olarak kabul edilenlerin acil maddi çıkarlarını fiiliyatta tatmin ederek hâkimiyetine istikrar sağlar. Çalışan sınıfların sol tarafından terk edildiği bir durumda, istihdamı ve sosyal yardımları “gerçekten milli” olanlara (altı ne kadar çizilse azdır: faşist veya neo-faşist tasavvurda bu grup hukuki bir uyruğa değil, etno-ırksal köken kriterine göre tanımlanır) yönlendirmeyi vaat eden bir söylemin çekim gücü küçümsenemez.

13)  Faşizm, “halk” ve kitlesel eylem

Faşizm bazen “halka” çekici geldiği veya “kitleleri” harekete geçirerek (işçi hareketiyle yüzeysel bir analoji içinde) ilerlediği için hatalı bir şekilde “devrimci” diye tanımlanıyorsa, bunun nedeni “halk” ve “eylem” terimleri kapsamında çok farklı şeylerin birbirine karıştırılmasıdır.

Faşistlerin anladığı şekliyle “halk” terimi, (sosyolojinin halk sınıflarından bahsettiği anlamda) belirli varoluş koşullarını paylaşan bir grubu ya da ortak bir aidiyet iradesi ile birleşenleri kapsayan bir siyasi topluluğu değil, (halka ait olma kriteri ister sözde-biyolojik isterse sözde-kültürel olsun) “gerçekten buradan” olanları bir araya getiren katı tanımlı bir etno-ırksal topluluğu ifade eder. Bu da temelde toplumsal yapının “yabancı parti” (deyiş 19. yüzyıl anti-semitik polemikçisi Édouard Drumont’un izinden giden, önde gelen Fransız neo-faşist ideologlardan Eric Zemmour’a ait) saflarında yer alan sözde düşmanlardan ve hainlerden (sol) arındırılması anlamına gelir.

Faşist eylem ise silahlı birlikler (halihazırda özerk veya özerk hale gelme sürecinde olan devlet dışı çeteler ya da baskıcı devlet aygıtı parçaları)[3] öncülüğündeki cezalandırıcı seferler, askeri nizamda yürüyüşler ve plebisit seçimler arasında mükemmel şekilde salınır.

İlki düşmanın moralini bozmak ve faşizmin yerleşmesi adına ön temizlik babında toplumsal mücadelelere ve daha genel olarak ezilenlere (grevci işçilere, etno-ırksal azınlıklara, mücadele eden kadınlara vb.) saldırırken, ikincisi lider, hareket ya da rejim lehine duyguları harekete geçirmek için kitlesel ölçekte sembolik ve psikolojik bir etki yaratmayı hedefler. Üçüncü ise bir grup atomize bireyin liderin veya hareketin iradesine pasifçe icazet vermesini amaçlar.

Faşizmin böyle bir kitlesel çekiciliği varsa, bu asla belirli çıkarlar temelinde özerk eylemi teşvik ederek, örneğin insanların topluca tartıştığı ve eylediği doğrudan demokrasi biçimlerini yüreklendirerek ortaya çıkmaz. Aksine, faşist liderlere desteği artırıp iktidar yolunda burjuvaziyle yapacakları pazarlıkta onların ellerini hatırı sayılır ölçüde güçlendirerek sağlanır.

Bununla birlikte, başlangıç aşamasında, faşizme şok tugayları sağlayan, onun burjuva karşıtı vaatlerini ve sözde anti-kapitalizmini ciddiye alan faşist plebyen gruplarca örgütlenen aşağıdan seferberlik biçimlerine de rastlanabilir. Buna rağmen, siyasi kriz derinleştiğinde ve faşistlerin burjuvaziyle ittifakı kesinleştiğinde, bu plebyen gruplar ile faşist hareketin önderliği arasında gerilim kaçınılmaz olarak yükselir. Bunun üzerine, faşist önderlik bir yandan kaçınılmaz şekilde milis liderlerinden kurtulmaya çalışırken,[4] diğer yandan da onları kuruluş halindeki faşist devlete entegre ederek yönlendirir.

Faşizmin hiçbir zaman kitlelere eylem yönünde bir önerisi olmadı. Aksine faşist liderlerin arzularına sesli ya da sessiz rıza göstermek ile Manganello,[5] yani baskı (ki faşist rejimlerde, bu sıklıkla rejimin en ateşli destekçilerinden bazılarına karşı bile işkence ve cinayet anlamına gelir) arasında seçim yapmaya zorladı.

14)  Ölüm sonrası ve önleyici bir karşı-devrim

Faşizm “ölüm sonrası ve önleyici” bir karşı-devrimi yerleştirir.[6] Siyasal sol ve toplumsal hareketlerin tarihsel bağlamın gerektirdiği düzeye çıkamamasından, kendilerini siyasal krize bir çözüm olarak kurgulayamamasından ve devrimci bir dönüşüm deneyimine girişememesinden beslendiği mânâsıyla ölüm sonrasıdır.

Gelecekteki bir devrimci deneyimi besleyebilecek ve hazırlayabilecek her şeyi önceden yok etmeyi hedeflediği için de önleyicidir. Sadece devrimci örgütleri değil, sendikal direnişi, ırkçılık karşıtı, feminist ve LGBTİ+ hareketleri, özyönetime dayalı yaşam alanlarını, bağımsız gazeteciliği, başka bir deyişle şeylerin düzenine dair en ufak itiraz biçimini yok etmeyi hedefler.

15)  Faşizm, neo-faşizm ve şiddet

Kitlesel paramiliter örgütlenme şeklindeki şiddetin faşistlerin yükselişinde önemli bir rol oynadığı yadsınamaz. Bu unsur onları kitleleri askeri nizamda örgütlemeye çalışmayan diğer reaksiyoner hareketlerden ayırır.

Yine de, en azından şu aşamada, neo-faşist hareketlerin büyük çoğunluğu kitlesel milisler temelinde inşa edilmiyor ve bu türden milislere sahip değil. (Hindistan’daki BJP ve kitlesel açıdan daha kısıtlı ölçüde Macaristan’daki Jobbik ve Yunanistan’daki Altın Şafak örnekleri hariç.)

Neo-faşistlerin neden bu tür milisler inşa edemediklerini veya etmeyi arzulamadıklarını açıklamak için çeşitli hipotezler öne sürülebilir:

– Özellikle Batı toplumlarında siyasal şiddetin, paramiliter yapılara sahip siyasi partileri seçimlerde marjinal konuma mahkûm edecek şekilde gayrimeşrulaştırılması.

– Faşistlere silahlı faşist milislere katılmaya ve şiddet uygulamaya istekli yığınlar sağlayacak, Birinci Dünya Savaşı sırasında kitlelerin acımasızlaşmasına benzer bir deneyimin, yani şiddet uygulama itiyadının mevcut olmayışı. 

– İşçi hareketlerinin halk sınıflarını sendikalarda ve siyaseten yapılandırma ve örgütleme kapasitesinin zayıflaması, günümüz faşistlerinin artık kendilerini cebren, şiddet yoluyla dayatmak ve bu amaçla kitlesel bir şiddet aygıtı kuşanmak zorunda kalacakları gerçek bir düşmana sahip olmadığı anlamına gelir.

– Devletlerin bugün çok daha güçlü olduğu ve iki savaş arası dönemle kıyaslanamayacak ölçüde sofistike gözetim ve baskı araçlarını tasarruflarında bulundurduğu göz önüne alındığında, günümüz faşistleri, devlet şiddetinin gerekirse her türlü muhalefeti imha etmek için epey yeterli olduğunu düşünüyor olabilir.

– Neo-faşistlerin stratejik açıdan kritik önemi haiz, kendilerini tarihsel faşizmin en görünür devamlılık biçimlerinden, özellikle devlet-dışı şiddetin bu boyutundan ayrıştırma mecburiyeti. Bu bağlamda, Fransa’nın Ulusal Cephe’si ya da Avusturya Özgürlük Partisi (FPÖ) gibi partilerin, İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi egemenliğiyle çok aktif işbirliğine gitmiş bednam faşistler tarafından geliştirilmiş ve uygulamaya konmuş “saygınlaştırma” stratejileri temelinde kurulduğunu akılda tutmalıyız.

Bu varsayımlardan yola çıkarak faşist hareketler için kitlesel milis oluşumlarının iki savaş arası dönemin özel bağlamında gerekli ve mümkün hale geldiği sonucuna varabiliriz.

Klasik faşizmin en belirgin boyutu olan milis güçler, onları örgütlenmenin gelişimine ve siyasi iktidarın yasal yollardan fethine yönelik ihtiyaçlara göre taktiksel açıdan kullanan faşist liderliğin stratejilerine tabidir (ki bu da iki savaş arası dönemde olduğu gibi bugün de söz konusu güçlerin bir nebze saygın gözükmelerini ve dolayısıyla en aleni şiddet biçimleriyle mesafelenmelerini gerektirir). Faşist veya neo-faşist hareketlerin gücü, tarihsel konjonktüre bağlı olarak, (Gramsci’nin kategorileriyle) hem “mevzi savaşı” hem “manevra savaşı” hem yasal hem de şiddet içeren taktikleri kullanma becerileriyle ölçülür.

16)  Faşizm ve faşistleşme süreci

Faşizmin zaferi siyasi durumun ellerinden kayıp gittiği korkusu yaşayan egemen sınıfın tüm bileşenlerinin radikalleşmesinin ve faşist hareketin, fikirlerin ve duygulanımların toplumsal tahkimatının ortak ürünüdür. Egemen sınıfları ve liberal demokrasileri faşistlerin iktidara gelişindeki sorumluluklarından azade kılmaya oldukça elverişli genel anlatının aksine, faşist hareketler siyasal iktidarı bir silahlı gücün bir kaleyi ele geçirmesinde olduğu gibi salt harici bir eylemle fethetmez. Genelde iktidarı yasal yollarla elde etmeyi başarırlarsa, ki bu kan dökülmediği anlamına gelmez, bunun nedeni fethin, faşistleşme denebilecek bütün bir tarihsel dönem tarafından hazırlanmış olmasıdır.

Faşizm ancak bu faşistleşme süreciyle (1945’ten beri “faşizm” ve “faşist” kelimelerini kuşatan evrensel aşağılama göz önüne alındığında elbette bugün adını koymadan ve kılıfına uydurarak) hem nüfusun çeşitli kesimlerine bir alternatif hem de politik açıdan çaresiz bir yönetici sınıfa bir çözüm gibi görünür. İşte tam o zaman, faşizm bir küçük burjuva hareketi olmaktan çıkıp gerçek bir kitlesel, sınıflar-arası harekete dönüşebilir.

17)   Faşistleşme biçimleri

Faşistleşme çok çeşitli biçimlerde, geniş bir yelpazede (yine Gramsci’nin ifadesiyle) “marazi belirtiler” ile kendini gösterse de, iki ana rotanın altı çizilebilir: devletin sertleşen otoriterleşmesi ve ırkçılığın yükselişi.

İlki esasen baskıcı devlet aygıtlarında kendisini gösterirken “aşırı merkez”in siyasi liderlerinin asli sorumluluğunu gözden kaçırmamalıyız. Dahası, eğer polis şiddeti (genellikle en ırkçı ve otoriter unsurları kucaklayan) polis kurumunun ve kapitalist devletin uzun tarihinin bir parçasıysa, hegemonya krizi, yani burjuvazinin siyaseten güç kaybetmesi de onu polis gücüne giderek daha fazla bağımlı kılar ve baskıcı devlet aygıtlarının gücünü ve özerkliğini artırır.

Irkçılığın yükselişi, aynı zamanda, özellikle de sömürgeci ve ırksal baskının merkezi bir yer işgal etmeye devam ettiği eski emperyal güçler söz konusu olduğunda, devletin uzun tarihini siyasal alanın yakın tarihiyle birleştirir. Bir hegemonya kriziyle karşı karşıya kalan aşırı sağ ve ana akım sağın farklı kesimleri, farklı sınıf fraksiyonlarını temsil etmeleri koşuluyla, burjuva hegemonyası altında, beyaz olmayan insanları sistematik bir şekilde dışlayarak etno-ırksal temelde bir toplumsal mutabakat biçimi oluşturmaya kadir, beyaz bir blok tahkim etmeyi hedefler. Başka bir deyişle, bu kesimler bir ırksal tercih yapar.

Burada Aimé Césaire’in egemen sınıfın “vahşileşmesi” dediği, her şeyden önce etno-ırksal azınlıkları, ardından da toplumsal hareketleri hedef alan baskı yöntemleri ve mekanizmalarıyla görünür hale gelen duruma işaret edebiliriz. 

18) Devletin faşistleşmesi ne anlama geliyor?

Devletin faşistleşmesi hiçbir koşulda, özellikle faşistlerin siyasi iktidarı ele geçirmesinden önceki ilk aşamada, yasa ve düzen aygıtlarında (polis, ordu, adalet ve hapishanelerde) ayırt edilebilir faşist unsurların yükselişine veya entegrasyonuna indirgenmemelidir. Aksine, yaklaşık otuz yıldır burjuva partileri tarafından yapılan (sosyolog Loïc Wacquant’ın kategorileriyle, “sosyal devlet”in külleri üzerinde bir “ceza devleti”nin inşasına yönelik) siyasi tercihlerin sonucu olarak söz konusu aygıtların içsel dönüşümleri ile örgütlü aşırı sağın –bu aşamada esasen ideolojik ve seçimlere yönelik– politik gücü arasında bir diyalektik işlevi görür.

Polis gücünün faşistleşmesi, esasen aralarında faşist militanların varlığıyla veya polisin yekvücut halinde aşırı sağa oy vermesiyle değil, aksine polislerin desteklenmesi ve yetkilendirilmesiyle açıklanabilir. Başka bir deyişle, polis giderek devletten ve yasadan, yani her türlü dış denetimden (varolmayan kamu denetimini saymaya bile gerek yok) azade hale geliyor.

Dolayısıyla polisin işlevi faşist örgütler tarafından tedricen tahrip edildiği için faşistleşmiyor. Tam tersine, polisin tüm işleyişi faşistleştiği için (elbette alana bağlı olarak farklı seviyelerde) aşırı sağın fikirlerini yayması ve polisler arasında kabul görmesi çok kolaylaşıyor.

19) Çelişkili ve istikrarsız bir süreç

Esasen hegemonya krizinden ve sertleşen toplumsal çatışmalardan kaynaklandığı ölçüde faşistleşme süreci son derece çelişkili ve dolayısıyla hayli istikrarsızdır. Faşist hareketin yürüdüğü yol engebelerle doludur.

Egemen sınıf, bazı tarihsel koşullarda, yeni siyasi temsilcilerin ortaya çıkmasını, ezilenlerin belirli taleplerinin sisteme dahil edilmesini ve böylece yeni bir toplumsal mutabakatın koşullarını oluşturmayı (bu da ekonomik gücünü korumak için siyasal iktidarı faşistlere bırakmak zorunda kalmamasını sağlar) gerçekten de başarabilir.[7] Yine de mevcut bağlamda, işçi sınıfı açısından daha az olumsuz yeni bir güç dengesi dayatacak bir dizi yüksek yoğunluklu mücadele olmaksızın, egemen sınıfların yeni toplumsal tavizleri kabul etmeye yönlendirilmeleri pek ihtimal dahilinde değildir.

Faşistleşme süreci illa da faşizme yol açmıyorsa, bu hem faşist hareketin hem de egemen sınıfların politik sol ve toplumsal hareketlerle karşı karşıya kalmasından da kaynaklanır. Faşistlerin başarısı ya da başarısızlığı, nihayetinde, madunların siyasi mücadelenin tüm alanlarını başarıyla işgal etme, kendilerini özerk siyasi özneler olarak kurma ve devrimci bir alternatif dayatmadaki becerilerine –ya da tam tersine, yetersizliklerine– bağlıdır.

20) Faşistlerin seçim zaferinin ardından: üç senaryo

Faşistlerin siyasi iktidarı –tekrar altını çizelim, genellikle yasal yollardan– ele geçirmesi onlar adına çok önemli bir zafer olsa da, hikâyenin bittiği anlamına gelmez bu. Zaferin ardından mecburi bir mücadele dönemi başlar. Bu dönem –siyasi ve sosyal güç dengesine, verilen ya da verilmeyen mücadelelere, galip ya da mağlup olmalarına bağlı– aşağıdaki neticelerden herhangi biriyle sonuçlanabilir:

a) Faşist veya askeri-polis tipi bir diktatörlüğün inşası (halk hareketleri tarihsel bir yenilgiye uğradığında ve burjuvazi siyasi açıdan çok zayıfladığı ya da bölündüğünde).

b) Burjuva normalleşmesi (faşist hareket alternatif bir siyasi iktidar kurmak için çok zayıf kaldığında ve güçlü, ancak savunma zaferinin ötesine geçmeye yetmeyecek güçte bir halk tepkisi hasıl olduğunda).

c) Devrimci bir gelişme (halk hareketi, büyük toplumsal ve politik güçleri bir araya getirecek, burjuva güçler ve faşist hareketle bir restleşmeye gidecek kadar güçlü olduğunda).

21) Günümüzde anti-faşizm –1

Anti-faşizm öncelikle ve mecburen faşizmin gelişimine bir tepki, dolayısıyla savunma ya da özsavunma (işçi sınıfı, ırkçılık karşıtı, feminist) eylemi olarak ortaya çıksa da, faşist gruplarla göğüs göğüse mücadeleye indirgenemez; çünkü faşist hareket inşa taktikleri günümüzde kitlesel şiddete –Hindistan belki bunun dışında tutulabilir– “klasik” faşizme kıyasla daha az yer veriyor (bkz. tez 15).

Anti-faşizm, aşırı sağ hareketlere karşı siyasi mücadeleyi mücadelesinin merkezi haline getirirken, ezilenlerin ortak eylemini destekleme ve faşistleşme sürecini durdurma görevini de üstlenmelidir. Başka bir deyişle, anti-faşizm faşist hareketlerin gelişebileceği, kökleşebileceği ve büyüyebileceği siyasi ve ideolojik koşulların altını oymalı ve faşist zehrin toplumsal bedende yayılmasını teşvik eden her şeyi işlemez hale getirmelidir.

Bu çifte anti-faşizm görevi sadece örgütlü aşırı sağa karşı, diğerlerinden (sendikal, anti-kapitalist, feminist, ırkçılık karşıtı, ekolojik vb. mücadeleler) bağımsız verilen bir mücadele olarak değil, aksine sosyal ve politik özgürleşme mücadelesinin ya da Daniel Bensaïd’in deyişiyle, ezilenlerin politikasının tamamlayıcı bir parçası olarak düşünülmelidir.

22) Bugün anti-faşizm üzerine –2

Meselenin anti-faşist cephenin oluşmasını eksiksiz ve kesin bir siyasi programa katılma koşuluna bağlı kılmak olmadığı aşikârdır. Bu, herhangi bir birleştirici perspektiften feragat etmek anlamına gelecektir, çünkü farklı güçlerin diğerlerine kendi politik ve stratejik projesini dayatması sorunu ortaya çıkacaktır.

Faşistleşme dinamikleriyle savaşmayı arzulayanlardan devrimci militanlıklarını kanıtlamalarını talep etmek daha da akılsızca olacaktır. Anti-faşizm sadece sağ örgütleri değil, aynı zamanda ve en önemlisi faşist fikirlerin yayılımını ve sınırları aşan etkilerini de tesirsiz hale getirmek istiyorsa, başkaldırının tek pusulası aşırı sağcı örgütlere muhalefet olmaz. Anti-faşist mücadele ile ırksal, ataerkil, eko-kırım yönelimli kapitalizminden kopma ihtiyacı ve farklı bir toplum hedefi (bunu eko-sosyalist diye adlandırıyoruz) arasındaki bağlantıdan feragat edilemez.

Bu karmaşık bir mesele, çünkü neo-faşizmin reaksiyoner karakterini görünür kılmak için anti-faşizmin feminizmi veya ırkçılık karşıtlığını teyit etmesi, neoliberalizmi eleştirmesi ya da “sekülerizmi” savunması yeterli değildir. Aşırı sağ, anti-neoliberal söylemin en azından bir kısmını sahiplendiği, kadın haklarını savunma retoriğini benimseme eğilimi gösterdiği, “beyazları” savunmak adına sözde ırkçılık karşıtlığını kullandığı ve kendini sekülerizmin koruyucusu olarak yansıttığı ölçüde, anti-faşizm bu konularda muğlak formüllerle yetinemez. Anti-faşizmin, kendi feminizminin ve ırkçılık karşıtlığının politik içeriğini netleştirmesi ve “sekülerizm”den ne kastettiğini açıklaması bir zorunluluktur.

Aksi takdirde, neo-faşistlerin eksiksiz işgal edecekleri kör noktalar (“femo-milliyetçilik”, “anti-beyaz ırkçılık”la itham ya da sahte/araçsallaştırılmış sekülerizm) bırakacak ve (yüzde 1’in “feminizm”ini, karşılıklı hoşgörü kisvesi altında “ahlâki ırkçılık karşıtlığı”nı savunan) neoliberallerin peşine takılma riskiyle yüzleşecektir. Benzer şekilde, neoliberalizme dönük muhalefetinin siyasi ufkunu ya da Avrupa Birliği’ne yönelik eleştirilerini de somutlaştırmalıdır. Bu eleştiri de doğru dürüst düzenlenmiş, “iyi” bir ulusal kapitalizm olamaz.

Dahası, son birkaç yıl, otoriter baskıya karşı siyasi savaşa tam anlamıyla dahil olma gerekliliğini gün yüzüne çıkardı. Bu savaş birleştirici olmak zorunda. 

Şimdi, anti-faşist mücadelenin sadece farklı hedeflere angaje aktivistler arasında, paydaşlarını dönüştürmeyen ittifaklar kurmaktan ibaret olmadığını, aksine anti-faşizmi sendikal, anti-kapitalist, ırkçılık karşıtı, feminist ya da ekolojik mücadelelerde ortaya çıkan perspektiflerden hareketle yeniden tanımlayıp zenginleştirirken, bu alanları da anti-faşist perspektifle beslemek olduğunu görebiliriz. Anti-faşizm ancak bu takdirde parçalı, özgül bir mücadele yöntemi ya da soyut bir ideoloji olmaktan çıkıp tüm özgürleşme hareketlerine nüfuz eden ve onları kapsayan bir aklıselim mahiyetinde yenilenip ilerleyebilecektir.  

(Historical Materialism, 7 Ocak 2021)

Çeviren: Gencer Çakır, Ulus Atayurt


[1] Uygarlık da –“beyaz” ya da “Avrupalı”–  Avrupa Yahudilerinin soykırımı ile siyaseten kitlesel ölçekte savunulamaz hale getirilmiş olsa da, tıpkı (Nazi ideolojisindeki “Aryan”)  ırk gibi, bu rolü üstlenebilir.

[2] Bu kategori, söz konusu ülkenin uyruğuna sahip olsun ya da olmasın, gerçek yerli (Fransa örneğinde, “yerli Fransız”, “hakiki Fransız” vb.) kabul edilmeyen herkesi içerdiği için fazlasıyla genişletilebilir.

[3] Örneğin, günümüz Fransa’sında “suçla mücadele tugayları”.

[4] Bu bağlamda Bertolt Brecht’in Arturo Ui’nin Önlenebilir Tırmanışı kitabını tekrar okuyunuz.

[5] İtalyan faşistlerin işçi sınıfı militanlarını ya da onlara muhalif herkesi dövdüğü kulübün adı. Manganello kulübü faşist İtalya’da bir tür külttü.

[6] Burada Angelo Tasca’nın İtalyan Faşizminin Yükselişi (1918-1922) adlı klasik kitabındaki formülü ele alıyoruz.

[7] Örneğin, ABD’de Roosevelt yönetimince 1930’larda hayata geçirilen Yeni Düzen politikası, ABD kapitalizminin krizini aşmada başarısız olurken (kriz ancak savaşla aşılacaktı), siyasal krizi erteledi.

Emperyalizmin ve Taliban’ın Kurbanı Afgan Halkıyla Dayanışma – IV. Enternasyonal

ABD ordusunun Irak’tan çekilmesinden on yıl sonra, ABD emperyalizmi bu kez de Afganistan’da gerçek bir bozguna uğramış durumda. Bunun, tıpkı 20 yıl önce bu iki ülkenin cani bir askeri güçle işgal edilmesinde olduğu gibi, dünyanın önde gelen gücü olarak ABD’nin küresel jeopolitiği yönetme iddialarını ne ölçüde etkileyeceğini önümüzdeki dönemde göreceğiz

Yeni binyılda Afganistan, bu tür askeri saldırılara maruz kalacak bir dizi ülkenin ilki oldu. ABD dış politikası daha önce Çin, İran ve Rusya’yı takip altında tutulması gereken ülkeler olarak belirlemişti. Dolayısıyla Afganistan’ın Pakistan gibi İran, Çin ve Rusya yanlısı Orta Asya cumhuriyetleriyle komşu olduğunun gayet farkındaydılar. Bu Orta Asya cumhuriyetleri de nispeten az deşilmiş önemli petrol ve doğal gaz kaynaklarına sahipti.

Taliban’ın 15 Ağustos’ta Kabil’i ele geçirmesi, 38 milyon Afgan’ın çoğunluğu için belirsiz bir geleceğe işaret eden bir kan banyosu, adam kaçırma ve nüfus göçü ile damgalandı. Taliban’ın (ABD’nin beklediğinden çok daha hızlı şekilde) yeniden iktidarı ele geçirmesi Amerikan emperyalizminin siyasi güvenilirliğine bir darbedir. Afganistan’daki uşakları darmadağın oldu.

Emperyalizm için kaotik bir altüst oluş

Taliban’ın zaferi birçok yönden ABD emperyalizmi tarafından kolaylaştırıldı. Taliban ile Doha anlaşması iktidarın fethinin yolunu açtı. Katar, Pakistan, Rusya, İran ve Çin’in doğrudan veya dolaylı katılımıyla ABD ve Taliban bir anlaşmaya vardı. ABD’nin Afganistan’da 20 yıldır sürdürdüğü savaş boşa çıktı. ABD güçlerinin Afganistan’dan çekilmesiyle, ülke şimdi daha da cesaret kazanmış Taliban’ın insafına bırakıldı. Afgan halkı hiçbir zaman kendi kaderini belirleme sürecine dahil olmadı. Donald Trump şimdi Başkan Biden’ı suçluyor. Ama aslında ikisi de suç ortağı. Biden, Trump’ın Afganistan veya İsrail’in yanı sıra Küba, Venezuela ve diğer ülkelere yönelik emperyalist politikalarını sürdürüyor.

Trump bu anlaşmayı başlattı ve Biden uyguladı. ABD’nin geri çekilmesi, o ülkede “Ebedi Savaş”a verilen desteğin azalmasının bir kanıtıdır ve emperyalizmin kendisini askeri olarak Afgan bataklığından kurtararak kaynaklarını başka yerlerde yoğunlaştırmasını sağladı. ABD ne olursa olsun Afganistan’dan ayrılmak istiyordu. Sivillerin tahliyesini örgütlemeden, olabilecek en kötü şekilde geri çekildiler.

ABD’nin bu beklenmedik geri çekilmesi müttefiklerini bile şaşkınlığa uğrattı. Amerika’nın geri çekilme planlarına dahil olmamaktan ötürü öfkeli olan Avrupalı ​​politikacılar arasında, ABD ve NATO’dan bağımsız olarak hareket edebilecek bir silahlı kuvvet oluşturulmasından tekrar söz edilmeye başlandı. Yirmi yıl önce Kabil’in emperyalist güçler tarafından ele geçirilmesini coşkuyla kutlarken, yenilgi ve her şeyden önce kukla rejimlerinin hızlı çöküşü, müttefikler arasında ciddi anlaşmazlıklara yol açtı. 2001’de Bush’un coşkulu ortaklarından biri olan Tony Blair, ülkenin “terk edilmesini” “tehlikeli” ve “gereksiz” olarak kınamıştı.

Çin ve Rusya, Taliban rejimine kefil oldu

Taliban’ın dönüşü, Rusya ve Çin gibi ABD’nin rakiplerinin bölgede nüfuzunun daha da güçlenmesi olasılığını ortaya çıkarıyor. 2001’de ABD’nin Kabil’i işgal ettiği günlerin aksine, Çin ve Rusya artık ABD emperyalizminin yanında değiller. İki ülke, “Afganistan’ın nasıl geliştirileceği” ve ABD emperyalizmi tarafından terk edilen planların nasıl tamamlanacağı konusunda Taliban ile ciddi görüşmelerde bulunuyor. Rusya ve Çin utanmadan Taliban diktatörlüğünü tanımaya hazır. Afgan halkının başına gelecekler konusunda kendi halkları önünde hesap vermek zorunda bile değiller. Diktatörlüklerin kendi “avantajları” vardır.

ABD müttefikleri arasındaki bölünmeler ve rakiplerinin artan etkisi, Doha anlaşmasının ABD emperyalizmi için bir uzlaşma olduğunu gösteriyor. Yavaş ve zorlu düşüşünde, yirmi yıl önce sözde “teröre karşı savaş”ı başlattığında hükümetinin amaçladığı gibi olaylara hükmetme yeteneğine sahip olmadığını fark ediyor.

Kabil’in Taliban tarafından ele geçirilmesinin ardından büyük çaplı ve kaotik bir havadan nakil operasyonu gerçekleşti. NATO güçleri Kabil Havaalanından on binlerce insanı tahliye etti. Kargaşa ve bombalamalar düzinelerce ölü bırakırken, binlercesi hala Taliban ölüm mangalarından kurtulmak için mucizevi bir şekilde ülkeden kaçmayı bekliyor. ABD ve NATO yardımı için havaalanında bekleyen binlerce kişiye rağmen, Başkan Joe Biden dramatik tahliye operasyonunu 31 Ağustos’a kadar bitirmeye kararlıydı. Amerika Birleşik Devletleri’nin Afganların kaderine karşı kayıtsızlığı budur.

ABD, kendi merkez bankası tarafından tutulan 9,5 milyar dolarlık Afgan döviz rezervlerini dondururken, IMF, koronavirüs programı kapsamında Afganistan’a yönelik 450 milyon dolarlık rezervi askıya aldı. Bu, dünyanın en fakir yedinci ülkesi olan ve Taliban’ın insafına bırakılan Afganistan’ın yoksulluğa batmaya devam edeceği anlamına geliyor.

Afganistan’da son 20 yılda kalkınma, “demokrasi” ve silahlı kuvvetlerin eğitimi adına harcanan para, yatırım açısından emsalsizdir. Savaşın Maliyeti Projesi’ne göre ABD, Afganistan’a 2.226 milyar dolar akıttı. Bu para, dünya çapında temel eğitim ve sağlık hizmetleri sağlamak için kullanılabilirdi. ABD Savunma Bakanlığı’nın 2020 yılında yayınladığı bir rapora göre, ABD daha sonra savaş masraflarına 815,7 milyar dolar harcadı.

Bu savaşın kurbanlarının sayısına dair, Nisan 2021’e kadar 47.235 sivil, 72 gazeteci ve 444 yardım görevlisinin öldürüldüğü göz önünde bulundurularak bir tahmin yürütmek mümkün olabilir. Ayrıca 66.000 Afgan askeri de bu savaşın kurbanı oldu.

Amerika Birleşik Devletleri 2.442 asker kaybetti ve 20.666 kişi yaralandı. Ayrıca 3.800 özel güvenlik görevlisi öldürüldü. Afgan NATO güçlerine 40 ülkeden asker katıldı. Bunların arasında 1.144 asker öldürüldü. Ülke dışına sığınanların sayısı 2,7 milyon, 4 milyon ise ülke içinde yerinden edildi. ABD emperyalizmi bu savaşı finanse etmek için ağır borç aldı. Sadece faiz olarak yaklaşık 536 milyar dolar ödedi. Ayrıca, ülkeye geri dönen savaş birlikleri için hem tıbbi ihtiyaçlar hem de diğer masraflara 296 milyar dolar harcandı. Savaşmadan teslim olan 300.000 Afgan askerinin eğitimine 88 milyar dolar, barikat, otoyol vb. yeniden inşa projelerine 36 milyar dolar harcandı. Afganların haşhaş yetiştirmemeleri ve eroin satmamaları için tazminat olarak 9 milyar dolar harcandı.

ABD emperyalizmi, Taliban ve El Kaide’nin temsil ettiği tehditten gizli kamplar ve hapishaneler yaratmak, işkence yapmak, insanlığa karşı suçlar işlemek, Guantanamo’da yargılanmadan insanları hapsetmek, CIA’i, NSA’yı güçlendirmek, Vatanseverlik Yasasını kabul etmek için faydalandı.

Şiddetli, beceriksiz ve yozlaşmış bir rejimin çöküşü

Amerika Birleşik Devletleri ve müttefikleri, işgallerinin kalkınmayı ve kadınları baskıcı Taliban rejiminden özgür kılacağını taahhüt etmişti. Ama bu olmadı. Başından beri, işgal yolsuzluğa, şiddete dayanıyordu ve gerçek yerel destek yerine baskıcı güç sahipleri ve eski savaş ağalarıyla anlaşmalar yapıyordu. Afgan Kadınları Devrimci Derneği’nin belirttiği gibi, “işgal, kan dökülmesinden, yıkımdan ve kaostan başka bir şeyle sonuçlanmadı. Ülkemizi özellikle kadınlar için en yozlaşmış, en az güvenli, en mafyatik ve en tehlikeli yer haline getirdi.” İşgal, sözde yoksulluğu ortadan kaldırma hedefinde sefil bir şekilde başarısız oldu. Dünya Bankası tahminlerine göre şu anda Afganistan’daki işsizlik oranı %25 ve yoksulluk oranı %47’dir. Eşref Gani ve şürekâsı devasa bir yolsuzluğa karıştı. Sosyal sınıflar arasındaki bölünmeler keskindi.

Afganlar Amerikalılar için savaşmadılar; neden yerel ajanları için savaşsınlar? Afgan halkının ve askerlerinin rejim adına Taliban’a karşı savaşacak hiçbir ideolojik temeli yoktu. Rejim, Taliban’a verilen desteğin ezici olması nedeniyle değil, şiddeti, yetersizliği ve yolsuzluğu nedeniyle çok az insanı kendisi için savaşmaya hazır hale getirdiği için çöktü. Afganistan’dan çıkarılacak tarihi ders, yabancı askeri müdahalenin yarattığı güçlerin ülkeyi savunamayacağı veya çoğunluğun yaşam koşullarını önemli ölçüde iyileştiremeyeceğidir. 20 yıl boyunca ABD ve NATO güçleri Afganistan’da konuşlandı, ancak oluşturdukları Afgan ordusu savaşmadan dağıldı. Benzer şekilde kınadığımız önceki Sovyet işgali de uzun vadeli bir rejim kurmayı başaramadı.

Eşref Gani ve şürekası, kapitalizmin en kötü biçimini temsil ediyor. Taliban, kendi adına, dini ustaca sömürmeyi başardı. Bir din devleti istiyorlar. Eşref Gani ise hangi devleti istediğini hiçbir zaman netleştirmedi. Yakın gelecekte Afganistan’da Taliban’a karşı ciddi bir muhalefetin ortaya çıkacağına dair çok az umut var. Son 20 yılda Washington’un yanında yer alan ve hala Afganistan’da bulunan savaş ağalarının çoğu (genellikle eski mücahitler), Taliban ile sözde “iktidar paylaşımı birlik hükümeti” müzakerelerinde yer alıyor. Yenilgilerini kabul ettiler ve şimdi Taliban’ın onlara bahşettiği kırıntıları kabul etmeye can atıyorlar. Bu tür savaş ağaları öncelikle kullanılıp, daha sonra Taliban tarafından “adalete” teslim edilerek halkın ihtiyaçlarına karşılık verememiş olmalarına bir mazeret olarak gösterilecektir. Şu anda bazı Batılı medya organları tarafından tarafından kutlanan sözde “Taliban karşıtı direniş”, eşit derecede itibarsızlaşmış tacizci savaş ağalarından oluşuyor ve herhangi bir alternatif teşkil etmiyor.

Taliban iktidarını şiddet yoluyla pekiştiriyor

Taliban, iktidarını bir stratejiler karışımı yoluyla pekiştiriyor. Bir yandan Afganistan’ın farklı yerlerinde rakiplerine yönelik hedefli suikastlara girişiyorlar; bir yandan da aşiret liderlerinin ve eski hükümet yetkililerinin desteğini kazanmaya çalışıyorlar. Bu, kapsayıcı bir hükümet görüntüsü vermeyi amaçlıyor. Bu kapsayıcı hareketler birer şakadan başka bir şey değildir. Kabil onların kontrolü altında olduğu için, Taliban, kendi rejiminin tanınması karşılığında bir simgesel güç paylaşımı lüksünü karşılayabilir.

Şimdilik, Taliban Kabil’de hala temkinli çalışıyor, ancak son aylarda, bulundukları her yerde olağan şiddetlerini gösterdiler. Birleşmiş Milletler’in kendisi ve İnsan Hakları İzleme Örgütü, son haftalarda Taliban tarafından işlenen savaş suçlarıyla ilgili açıklamalar yayınladı.

“Taliban”, “barbarlık bizim siyasetimizdir” anlamına gelir. Gerçek stratejileri, insanları korku içinde tutmak ve onları terörle disipline etmektir. Bu nedenle, olabildiğince korku yaratmak için vahşi cezalar (burun veya ellerin kesilmesi, taşlanması, halka açık infazlar, helikopterden atma gibi) uyguluyorlar. Direnci terörle kırıyorlar.

Daha önce sadece Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan ve Pakistan Taliban rejimini tanımıştı. Şimdi Türkiye, Rusya, Çin, Pakistan ve diğer ülkelerin hükümetleri, Taliban ile işbirliği yapma isteklerinin sinyallerini veriyor. Batılı emperyalist ülkelerdeki politikacılar ikiyüzlü bir şekilde Taliban şiddetini kınarken, gelecekte onlarla “bir çeşit işbirliği” olasılığını da açık bırakıyorlar. Tarih, ABD’nin hem Afganistan’daki hem de bölgedeki gerici hareketlere verdiği desteğin örnekleriyle doludur. ABD, Sovyet destekli Afgan hükümetine karşı küresel bir cihatçı ağını desteklemek için Pakistan’daki General Ziya ül-Hak’ın sağcı diktatörlüğü ve gerici Suudi rejimiyle ittifak kurdu. Necibullah hükümetini devirdikten sonra Taliban, kanlı ve uzun süreli bir iç savaşın ardından Afganistan’da iktidarı ele geçirdi. Emperyalist jeopolitik ve rekabet tüm çirkinlikleriyle gözler önüne serildi. Ödenecek bedel Afganların ve dünyanın diğer halklarınınki olacaktı.

İç savaşın yeni bir aşaması

ABD emperyalizminin Afganistan’daki mağlubiyeti, anti-emperyalist güçlerin zaferi anlamına gelmiyor. Emperyalizme demokrasi, insan ve kadın hakları, ekoloji veya halkların toplumsal gelişimi ile ilgisi olmayan gerici bir güç tarafından darbe vurulmuştur. 1996’dan 2001’e kadar süren Taliban rejiminin ilk dönemi, Afganistan’daki azınlıklar, kadınlar ve kamuoyu için bir kabustu. Taliban değişmedi. Sadece daha becerikliler ve geçmişe göre daha sofistike bir şekilde çalışıyorlar. Taliban’ın kapsamlı bir “İslami zafer” programı var. Afganistan’da iktidarda oldukları önceki yıllarda yaptıklarını farklı şekillerde tekrarlayacaklar. Ve bu sefer, Taliban daha uzun süre iktidarda kalabilir.

Bu nedenle Taliban’ın zaferi bir barış işareti değil, aksine yeni bir iç savaş aşaması başlatıyor. Güney Asya’da başka bir fanatik dindar devletin kurulması, sınırları içinde baskı ve bölge genelinde mezhepçiliğin teşvik edilmesi anlamına gelecektir. Barışı kazanmak zor olacak. Taliban’ın zaferi, dünyanın dört bir yanındaki ilericiler için kötü bir haber. ABD ajanlarına yönelik eleştirimiz, Taliban’a herhangi bir destek anlamına gelmiyor.

Herhangi bir halk direnişi, acımasız baskı ve muazzam engellerle karşılaşacaktır. Yine de direniş belirtileri görüyoruz. Afgan halkına silahlarla boyun eğdirmek mümkün değil.

Emperyalizme ve gerici Taliban rejimine muhalefet devam etmeli. Sadece gerçekten demokratik ve sosyalist güçlerin zaferi, Afganistan’da gelecekte dökülecek kana son verebilir. İlerici ve radikal enternasyonalist güçler, devam eden felaketi hafifletmek ve gelecekte bir alternatifin önünü açmak için ellerinden geleni yapmalıdır. Afganistan’daki sosyal örgütlerin ve sürgündeki diasporanın sosyal ve siyasi haklarının desteklenmesi, emperyalizme ve Taliban’a alternatif oluşturmak için elzemdir.

• Hiçbir ülke Taliban rejimini Afganistan’ın temsili hükümeti olarak tanımamalıdır.

• İltica veya sığınma isteyenlere herhangi bir kısıtlama getirilmemeli ve istedikleri yerde kalmaları veya yerleşmeleri için gerekli düzenlemeler yapılmalıdır.

• İnsani yardımı engellemek veya Taliban’la bir pazarlık kozu olarak kullanmak yerine, yardım yerel halk örgütleri aracılığıyla iletilmelidir.

• İlerici ve radikal enternasyonalist güçler, ortaya çıktıkları her yerde Afganların ilerici örgütleriyle bağlantılar kurmaya çalışmalı ve özellikle Afgan kadın örgütlerinin çağrılarına destek vermelidir.

• Bu güçler, yeni bir emperyalist müdahale örgütlemeye yönelik her türlü girişime direnmelidir. Emperyalizmin ve müdahalesinin bir ürünü olan Taliban’ı “İslami geri kalmışlığın” ürünü olarak gösteren ırkçı propagandaya karşı çıkmalıdırlar.

• Emperyalizme hayır, Taliban’a hayır!

30 Ağustos 2021

IV. Enternasyonal Yürütme Bürosu

Çeviren: Rıfat Hasret

Sosyal Medya ve Sol: Tiktok Nereye Düşer? – Emre Tansu Keten

Sendika.org tarafından hazırlanan “Dijitalleşen Dünya Değişmeyen Mücadele” başlıklı dosyaya İmdat Freni editörü ve yazarı Emre Tansu Keten’in yaptığı katkıyı sitemizde yayınlıyoruz.

TikTok, son yılların belki de en çok tartışılan sosyal medya uygulaması oldu. Bir yandan bazı devletler, bu uygulamanın ahlaki bir tehlike barındırdığını iddia eder, Hindistan, Pakistan gibileri kendi sınırları içerisinde bir dönem TikTok’u yasaklarken, ABD başta olmak üzere bazı ülkeler ise Çinli bir şirkete ait olan bu uygulamayı bir ulusal güvenlik meselesi haline getirdi. Trump’ın giderayak TikTok’la ettiği kavga herkesin hatırındadır. Sosyal medya alanının çok büyük bir bölümünü elinde tutan ABD, her nasılsa birden kişisel verilerin gizliliğinin ve mahremiyetin önemini kavramıştı. Ancak bu kavga şu an için sonuçsuz görünüyor.

TikTok’un Türkiye’deki serüveni ise, “ayaktakımı”nın İnternet’e üşüşmesi olarak algılandı. Twitter ve Instagram’daki “cool” hesaplarından “ibretlik” TikTok videoları paylaşanlar, bir yandan bu içerikleri üreten insanları aşağılarken, aslında bir yandan da TikTok fenomeninin yayılmasına yardımcı oldu. Ortalama sosyal medya kullanıcısı bu içerikleri “varoş” diye nitelerken, muhafazakârlar ahlaki bir yozlaşmadan, solcular ise hayallerindekinden çok farklı bir işçi sınıfıyla karşılaşmaktan dolayı öfkeye kapıldı. Çalıştığı süt ürünleri fabrikasında süt banyosu yapan işçinin videosu örneğin, herkesin kendi durduğu yerden kendi taşını attığı bir nefret nesnesi haline geldi.

Ancak aradan geçen birkaç senede, TikTok’a yönelik bu nefretin dozunun bir nebze azaldığını, uygulamanın kendi meşruluk alanını genişlettiğini söyleyebiliriz. Artık TikTok’ta ünlenen ve bu sayede para kazanan influencerlar var örneğin. Para kazanmanın her şeyi meşrulaştırdığı geç kapitalist çağımızda, artık bu yolda ilerlemek isteyenler profillerine TikTok bağlantılarını da ekler hale geldi. (Kim bilir birkaç sene öncesine kadar kaçı bu uygulamayı aşağılıyordu?) Başka bir açıdan bakarsak da, Instagram’ın TikTok’un formatını çalarak oluşturduğu Reels videoları, bu mecrada kusulan TikTok nefretinin aksine kısa sürede büyük bir ilgi gördü, anında sahiplenildi.

Bunun yanı sıra, emekçilerin işyerlerinde, kadınların görünmeyen emeğin işlik sahası olan evlerinde, kağıt toplayıcılarının sokaklarda çektikleri videolar, aşağıdan politika üretme derdinde olanlar için ilgi odağı haline geldi. İşçi sınıfı bu uygulamada günden güne daha görünür olmaya başladı. Ayrıca, son dönemde bir fenomen haline gelen “AKP çocukları”nın zenginliğini görmemiz konusunda da TikTok epey yardımcı oldu. AKP’li yöneticilerin akrabaları ya da bir şekilde parti sayesinde haksız şekilde zenginleşmiş olan yeniyetmeler için bu uygulama bir nevi ifşa alanı olarak işlev gördü. Onlar zenginliklerini teşhir etmenin havalı bir şey olduğunu düşünürken, bu videoların toplamı politik bir olguyu ortaya koydu. AKP’li yöneticiler, teşhiri abartan bazı isimler hakkında açıklama yapmak zorunda kaldı.

Bu yazıda, bütün bu anlattıklarımız bağlamında, TikTok’un sosyal medya alanında nereye denk düştüğünü, bu uygulamanın sol siyaset açısından nasıl imkânlar taşıyabileceğini ve bunun sınırlarını tartışmaya çalışacağım.

TikTok ve diğerleri

2016’da kurulan ve 2017’de dudak senkronizasyon uygulaması Musical.ly ile birleşmesiyle atak yaparak üye sayısını 500 milyona çıkartan TikTok’un kısa sürede bu denli popüler olmasını sağlayan şey, aslında diğer bütün sosyal medya mecralarını da popülerleştiren aynı itki: içerisinde bulunduğumuz sosyal medya çağında, kimsenin kendisini bu alandan uzak tutma gibi bir lüksünün bulunmaması. Çevrimiçi olmayanın, fiziki varlığının da tartışıldığı böyle bir dönemde, herkesin kendi meşrebince, mekânın bir köşesinde kendine yer bulma çabası oldukça anlaşılır bir şey. TikTok da, sürece daha geç adapte olmuş insanlar için, oldukça elverişli bir mecra olarak işliyor. New Yorker’dan Jia Tolentino’nun aktardığı gibi TikTok aslında tam anlamıyla bir sosyal medya gibi de çalışmıyor.

Instagram veya Twitter’ı düşündüğümüzde, bu mecralarda bir sanal benlik oluşturmanın para, zaman, efor, kültürel sermaye açısından karşılığı yoğunken, TikTok, belirlediği algoritmalarla, kullanıcılarına verdiği görevlerle ve şarkı söylemek, dans etmek ya da taklit etmek ağırlıklı içerik tarzıyla bir video fabrikası gibi çalışıyor. Şirketin geliştirdiği algoritmalar, “sizin için” ya da “keşfet” bölümlerini, kullanıcıların ilgilerinden çok kendi stratejisi üzerinden kurguluyor. Yeri geldiğinde, kullanıcıların tutacağı düşünülen içeriklerini akım hâline de getiriyor. Şirket, milyonlarca kullanıcıya, kolaylıkla kopyalanabilen görevler veriyor. Böylece doktor veya avukat olmanıza, bunların getirdiği simgesel sermayeye bel bağlamanıza, vücudunuzu geliştirip, en güzel kıyafetlerle,  en prestijli mekânlara gitmenize gerek olmadan, sadece bedeninizle var olabileceğiniz ve böylece yüzbinlerce kişi tarafından görünür olma şansına erişebileceğiniz bir sahne sağlıyor TikTok.

Bu da beraberinde seri üretime benzer bir şekilde bir aynılaşma, tektipleşme getiriyor. Algoritmalar ve genel işleyiş, aslında sizin yaratıcılığınıza ve özgünlüğünüze ihtiyaç duymuyor. Akım’a dahil olup var olabilmenizi, kendinizi gösterebilmenizi sağlayan sonsuz bir akış söz konusu. Binlerce takipçiniz olmasa bile birilerinin karşısına çıkabileceğiniz bir formattan söz ediyoruz. Bu, TikTok’a katılmanın cazibesini artıran bir şey. Ancak tabiî ki, bazı içerikler diğerlerinin önüne geçiyor. Burada da birtakım iyi fikirler ya da sergilenen şeylerin albenisi etkili oluyor.

TikTok özelinde öne çıkan tektipleşmenin diğer sosyal medya mecralarında olmadığını iddia edemeyiz. Kullanıcılarına daha geniş bir hareket alanı tanıyan Twitter ve Instagram gibi uygulamalarda da benzer bir aynılaşma, formatın ya da ana akım kullanım tarzının içeriği belirlemesi durumu var. Örneğin, Twitter’ın anonim hesap furyası da belli bir mizah kalıbını, fotoğraf kurgusunu, paylaşım standardını ana akım haline getirdi. Arkadaşlarla veya aileyle yapılan WhatsApp konuşmalarının ekran görüntüleri her gün defalarca karşımıza çıkıyor bu mecrada. Ya da tutan bir espri kalıbının anında binlerce tıpkıbasımı ürüyor. Instagram’da standartlaşan bir fotoğraf estetiğinin, bir hikâye paylaşım şeklinin varlığı üzerine onlarca yazı yazıldı. Üstelik bu mecraların kullanıcıları, üzerinden çok zaman geçmeyen bir tarihte, bu uygulamalar kullanıma açıldığında, direkt olarak bu kullanım alışkanlıklarının içerisine doğmadı, belki ciddi bir kısmı zihnen bu mecraların mantığına direndi, ancak zaman içerisinde bu mecraların içerisinde doğan kültür bir meşruiyet çerçevesi oluşturdu.

Yıllar öncesine dönüp bir şimdiye bakma olanağımız olsa, içerisinde nefes aldığımız alanları garipsemeyeceğimizin bir garantisi yok. Aynı şey TikTok için de geçerli. Nasıl ki, Twitter anonim hesaplar açıp, gündelik hayatımızın birçok alanından fotoğraflar paylaşmamıza, özel hayatımızın ayrıntılarını hikâyeleştirmemize ya da Instagram yediğimiz içtiğimizi sergilememize, gittiğimiz her mekânı story’lerde göstermemize olanak sağlayan bir meşruluk alanı yarattıysa, TikTok’ta üretilen içeriklerin de böyle bir meşruluk alanında, geri besleme ve etkileşimle üretildiğini akılda tutmamız gerekiyor. Üstelik, girişte bahsettiğimiz gibi, TikTok bu meşruiyet alanını genişletiyor. Gerek TikTok’a akın eden influencer adayları, gerekse Instagram’ın Reels özelliğini devreye sokması bunun göstergesi. Erving Goffman’ın dediği gibi: “Bir dönem şarlatanlık kabul edilen profesyonel etkinlikler on yıl içinde meşru bir meslek haline gelebilir. İçinde bulunduğumuz toplumda kimi seyircilerin meşru kabul ettiği bir etkinliğin başkaları tarafından sahtekârlık kabul edildiğini görürüz.”[1]

Evet, TikTok’u yaratan bir toplumsal dönüşüm olgusundan bahsedebiliriz, ancak bu, bütün toplumu etkileyen, onun farklı kesimlerini farklı şekillerde dönüştüren aynı olgudur.

“Ucube” söylemi

Yukarıda değindiğimiz gibi, TikTok’un ortaya çıkması ve o güne dek sosyal medyada karşılaşmadığımız kesimlerden insanların buna ilgi göstermesiyle birlikte aşağılayıcı bir söylem de peşinden geldi. Diğer mecralarda varoş[2] ve cringe kelimeleri havada uçuşurken, bu olguyu bilimsel ya da entelektüel bir temelde anlama iddiasıyla ortaya çıkanlar da “ucube” kavramını dolaşıma soktu. Araştırma nesnesini anlamak yerine yargılayarak yola çıkan bu metinler, TikTok videoları ile 16. yüzyılın ucube gösterileri (freak show) arasında benzerlikler kurdu, tuhaf ve yadırgatıcı olanın ilgi çektiğini söylediler.

Oysa bu iki açıdan yanlış bir tespitti. Birincisi, dönemin “ucube” gösterileri nadir rastlanan, özel hastalıklara sahip insanların (fil adam, ıstakoz çocuk, iskelet adam) “sergilenmesi”ni niteliyor. TikTok videolarında şarkı söyleyen, dans eden ya da kafasına estiği gibi kendisini çeken insanları bu gösterilerle özdeşleştirmek olsa olsa aşağılayıcı söylemi besleyen, kibirli bir bakış. İkinci olarak ise günümüzde, “ucube”liğin değil normal olanın, hatta normal olanın içerisinde saklı olanın bir haz kaynağı olarak öne çıktığı söylenebilir. Aksi takdirde, gerçekte ünlü olmayan, herhangi bir yeteneğiyle ya da mesleğiyle ün kazanmamış ve oldukça “normal” insanların bir milyonu aşkın takipçi toplamasını da, “Stalk” mefhumunun bu denli önem kazanmasını da açıklayamayız. Kendi normalimizi paylaştığımız kadar, diğer normallerin de önem kazandığı ve içerisine aldığı her şeyi çok kısa bir süre içerisinde normalleştiren bir âlem sosyal medya.

Bu hattan ilerlediğimizde, Mihail Bahtin’in karnavala yüklediği bazı anlamların TikTok’u açıklayabileceğini düşünüyorum. Bahtin, Orta Çağ dönemi insanlarının ikili bir yaşam sürdüğünü söyler. Birinci boyut, dönemin havasıyla birlikte düşünüldüğünde, ciddi ve asık suratlı olan boyuttur ve hayatın büyük bölümünü esir alır. Diğer boyut ise gülmeyle, kahkahayla tanımlanır ve karnavallarda ortaya çıkar.[3] Çeşitli maskelerle, danslarla, oyunlarla bezeli karnavallarda insanlar, her türlü resmi hiyerarşi, kültürel kod ve sosyal baskıdan arınırlar. Burada ortaya çıkan, halkın ciddi yaşamında bastırdığı şeyler, yani küfür, müstehcenlik, aşağılama, kabalık ve aşırılıklardır. İletişim bilimci John Fiske de, popüler kültürün her zaman için kaçamak, utanılacak, kaba ve dirençli öğeler barındırdığını not eder.

Bahtin’in burada gördüğü sistem dışına çıkma potansiyelinin TikTok’ta var olduğunu söyleyemesek de, TikTok’un, kullanıcıları için, sosyal baskı ve egemen ahlak kodlarının dışına çıkmaya fırsat veren sürekli bir karnaval olarak işlediğini iddia edebiliriz. Bunu belki de en iyi şekilde BBC Türkçe’nin “TikTok’un İki Yüzü” videosunda konuşan Zeynep Yatkın’ın sözleri açıklıyor: “Bir insanı güldürüyorsun yani, bundan güzel bir şey olabilir mi? (…) Gençliğimizde duygularımız hep bastırıldı. Bastırıldığı için böyle çıkıyor belki de. Gençliğimiz Kur’an kurslarında geçti. (…) O halden bu hale gelince insanlar ‘sen çarşaflıydın, dinden çıktın’ diyorlar. Çünkü biz de öyle görüyorduk.”[4] Muhtemelen TikTok fenomeni olma yolunda ilerleyen pazarcılar, otobüs şoförleri, muavinler, berberler, inşaat işçileri de pek farklı düşünmüyordur.

Emekçiler ve TikTok

Sadece Türkiye’de değil, dünyanın birçok ülkesinde TikTok işçi sınıfının kendisini ifade ettiği bir alan haline geldi. Hatta bazı yazarlar bunu “proleter kamusal alan” olarak da tanımlamaya başladı. TikTok’un yukarıda andığımız algoritmik yapısı, içerik üretmek için oldukça kolaylık sağlayan arayüzü ve “akım”larla insanların birbirlerini cesaretlendirmesi bunu yaratan etkenlerin başında geliyor.

Denebilir ki, Instagram’ın teşvik ettiği ana akım format, üretilen içerikleri coğrafi ve mekânsal olarak ne kadar merkezileştiriyorsa, TikTok’un açtığı alan o oranda dağıtıyor. Urfa’nın tarlalarından Kayseri’nin fabrikalarına, büyükşehirde olsa da görünmez olan inşaat şantiyelerinden küçük tekstil atölyelerine kadar birçok mekân, belki de başka türlüsü mümkün olmayacak oranda, siber âlemde görünür oluyor.

Ayrıca yine Instagram’ın tam tersine, burada bedenler, “gösterişsiz beden” diyebileceğimiz bir tarzda var oluyor. Geçtiğimiz aralık ayında Karşı Sanat’ta açılan ve emekçilerin TikTok’a yükledikleri videolardan oluşan “TikTok’un Emek Sineması” başlıklı serginin küratörü Ezgi Bakçay’ın sözleriyle: “Emek-bedene bahşedilen duygu ve duyu dünyası çok sınırlı. Yani ne beklersiniz? Güçlü kuvvetli olmasını, sebatkâr olmasını; en fazla direnmesini ve başkaldırmasını… Ama burada oyun oynayan, haz alan, başka türde bir itiraz geliştiren işçilerle karşılaşıyoruz. Burada işçi sınıfına bahşetmediğimiz yepyeni bir kendini inşa etme alanı var. Mesela bedenlerin güzelliğinden bahsetmek, işçi bedene en son atfedilecek şey değil mi? Aslında acıların yıprattığı bir bedendir o. Çalışma şartlarının ne kadar zor olduğunu atlamadan, oradaki sömürü koşullarını reddetmeden, bunların içerisinden yarattığı kendine saygıyı, kendine kendi hakkını verme halini çok sevdik.”

TikTok, aşağıdakiler için sosyal medyada kendisini olduğu gibi var edebildiği bir sahne olmasının yanı sıra, politik eleştirisini dolaşıma sokabildiği bir mecra olarak da işliyor. Örneğin, pandemi politikalarına isyan eden TIR şoförü, ayçiçek yağının fahiş fiyatlara gelmesini düzenledikleri mizansenle tiye alan aile, -daha lüks bir dert gibi gözükse de- Türkiye Cumhuriyeti pasaportunun yaşadığı itibar kaybını kendi meşrebince anlatan genç çift, eleştirilerini bu platformda kurgulayan ve mesajları kısa sürede yaygınlaşan örnekler. Üstelik bunlar, politikadan çok uzak, sadece saçma sapan videolarla dolu olduğu düşünülen bir platformda gerçekleşiyor. Oysa, Sedat Peker videolarının konu ya da malzeme edildiği TikTok içeriklerinin toplam izlenme sayısının 20 milyonu aşmış olması bile bize başka şeyler söylüyor.

TikTok ve aşağıdan siyaset

Zoe Williams, The Guardian’daki yazısında tam da bu durumdan söz ediyor. TikTok müptelası ergenlik çağındaki çocuklarının bu mecrada sadece eğlendiğini düşünürken, George Floyd cinayeti hakkında kendisinden daha fazla şeyi, daha doğru şekilde bildiklerini ve kolluk kuvvetleriyle devlet arasındaki ilişki konusunda oldukça isabetli fikirler edindiklerini anlayınca şaşırıyor.

Joshua Citarella’nın aktardığı gibi, TikTok siyasi kimliğin henüz oluşmakta olduğu yaşlara hitap eden ve en çok bu yaş aralığındaki gençler tarafından kullanılan bir platform. Neoliberal politikaların yarattığı daha eşitsiz, daha yoksul, daha kötümser ve daha kutuplaşmış dünya ahvali, başta gençler olmak üzere insanları daha radikal fikirlere kulak vermeye iterken; liberal söylem, sosyal medya platformları ile aşırı sağın büyümesi arasında doğrudan bir ilişki tespit edip ve bu konuda bir ahlaki panik yaratıp, aslında sosyalist siyasetin gençlerle buluşmasının önünü kesmeyi amaçlıyor. Yani egemen siyasetin “sosyal medya radikalleştiriyor” diyerek kopardığı yaygaranın asıl hedefi devrimciler oluyor. Bunu da ırkçı faşist gruplarla, Marksist ve anarşist grupları eşitleyerek yapıyor.

Peki solun buna cevabı nasıl olmalı? Olmakta olana baktığımızda iki tablo ile karşılaşıyoruz. Birincisi, sol gruplar yıllar içinde sosyal medya platformlarına daha fazla ilgi gösterse de, bunu en meşrulaşmış mecralarda, kurumsallığa ve ciddiyete halel getirmeden gerçekleştiriyorlar. Bu mecraların bir avuç insanın mülkiyetinde, sadece kâr elde etmek için oluşturulmuş olduğu gerçeği ile aşırı sağın bu mecralardaki abartılmış temsilinin yarattığı çekingenlik kadar, solun geleneksel yöntemlere olan bağlılığı da etkin bir sosyal medya kullanımını önlüyor.

İkincisini ise, ABD ve Avrupa’da görüyoruz. Örgütlü veya örgütsüz birçok solcu başta TikTok olmak üzere birçok platformu kendi sözünü yaymak için bir araç olarak kullanıyor. Örneğin iki sene önce #KarlMarxismyDaddy hashtagi bir milyondan fazla görüntüleme alıyor TikTok’ta. (Tabii videoların çoğu beklediğimiz “ciddiyetten” uzak.) ABD’deki seçim döneminde de #bernie2020 ve #socialism hashtagleri beklenmedik bir ilgi görüyor. Kimisi rap şarkılar yaparak, kimisi eğlenceli videolar kurgulayarak, kimisi doğrudan kitaptan okuyarak sosyalizmi anlatmaya çalışıyor. Bunlardan birisi olan Gem Nwanne, akademik olmayan bir dille sol fikirlerin aktarılmasının öneminden ve insanları bugüne kadar sola uzak tutan şeyin, biraz da, bu fikirlerin sunuluş şekli olduğundan söz ediyor. Sosyalist fikirleri herkes için erişilebilir kılmayı amaçladıklarını söyleyen Nwanne, TikTok üzerinden tanıştıkları insanlarla bir okuma grubu oluşturmuş ve birlikte siyaset tartışıyorlar.

Bu konuda daha örgütlü diğer bir hareket ise Breadtube. İsmini Kropotkin’in “Ekmeğin Fethi” kitabından alan kanal, aşırı sağın ve Alt-Right hareketin etkisine karşı mücadele eden anarşist ve komünist isimler tarafından kurulmuş. Faşistlerin sosyal medyada cirit atmasını oturup izlememek gerektiğini, İnternet’i onlardan daha etkili bir şekilde kullanmak zorunda olduğumuzu söyleyen BreadTube’çular, bugüne kadar iyi bir sınav vermişler. Bazı Reddit altgruplarında bu videolar sayesinde faşist ve ırkçı fikirlerden nasıl kurtulduklarını anlatan insanlara rastlamak mümkün.

Bütün bunları bir arada düşündüğümüzde, TikTok’u ve diğer mecraları sol siyaset açısından daha ciddi bir şekilde ele almamız gerektiği ortaya çıkıyor. Bugünlerde sıkça konuşulan Z kuşağını devrimci fikirlere kazanmak için siber âlemi hesaba katmamak gibi bir şey söz konusu değil örneğin. Bunun dışında -devlet baskısıyla- siyasetin sosyal medyaya sıkıştırılmaya çalışıldığı bir ülkede yaşadığımızı da hatırlamamız lazım. Sokağı yeniden kazanma mücadelesi verirken, aynı zamanda yıllardır içerisinde yer aldığımız bu sanal ortamı daha etkili bir şekilde kullanmanın yollarını aramamızın önünde bir engel de yok.

Bunun yanında sosyal medyanın kitleleri toptan faşistleştirdiği ya da kendi başına devrimler yapabildiği -tekno-determinist- saçmalıklara kanmadan, siyasetin ancak gerçek hayatta kurulabildiğini de unutmadan bir İnternet politikası oluşturmamız gerekiyor. Sonuç olarak, insanlığın ortak kaynağına el koyan bir avuç kapitalistin gasp ettiği ve bu alana kendi neoliberal-girişimci mantığını dayattığı İnternet’i insanlığın çıkarlarına kazanma mücadelesi de bir sınıf mücadelesi halini alacaktır.


[1] Erving Goffman, Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu, çev. Barış Cezar, Metis Yayınları, 2014, s. 70

[2] Varoş kelimesi aslında TikTok’a yönelik tepkileri anlamak açısından açıklayıcıdır. TikTok’a karşı diğer sosyal medya platformlarında dile getirilen aşağılamaları 90’lı yılların sonunda mizah dergilerinin popüler tipleştirmesi magandaya bir geri dönüş olarak okuyabiliriz. 1950’lerden itibaren taşradan İstanbul’a akan ve şehri resmen “istila” eden, arabesk ile birlikte kendi kültürünü dolaşıma sokan insanların bir karakterde cisimleşmiş haliydi maganda: “1990’ların ortalarına gelindiğinde, maganda sözcüğü işgal ettiği toplumsal alanı kirletecek şekilde aktif olarak içeri sızan, ‘alenen’ rahatsız edici olan bir ötekini betimlemek ve tanımlamak için geniş kapsamlı bir sıfat olarak egemen dile girmiştir. (…) başka bir deyişle, maganda kendi kabalığının farkında olmayan cahil taşralılar değil, kendi tiksindiriciliğinden zevk alan, aynı zamanda hoşlanılmayan (sadece zevksiz değil) ve saldırgan (sadece kaba değil) bir figürdür.” Bkz. Ayşe Öncü, “1990’larda Kültürel Tüketim”, Kültür Fragmanları, der. Kandiyoti & Saktanber, Metis Yay. 2003, s. 195

[3] Mihail Bahtin, Karnavaldan Romana, çev. Cem Soydemir, Ayrıntı Yay., 2017, s.116

[4] TikTok’un İki Yüzü, BBC Türkçe, https://www.youtube.com/watch?v=1FURmgQJYHY