İmdat Freni

Enternasyonal

Trump ve Netanyahu: Ortadoğu’da ve Tüm Dünyada Halkların Azılı düşmanları! İran’a Saldırıya Hayır! – IV. Enternasyonal

İran’a saldırmasından iki gün sonra, 24 Haziran Salı günü, Trump büyük tantanayla İsrail ve İran’a bir ateşkes dayattığını açıkladı, saldırısının İran’ın nükleer potansiyelini yok ettiğini ve barışa giden yolu açtığını öne sürdü. Ancak takip eden saatler bu ateşkesin kırılganlığını ve Trump’ın İsrailli müttefiki üzerindeki sınırlı etkisini gösterdi.

Her halükârda, Trump bir savaş kışkırtıcısı ve yıkıcı bir güçtür, asla bir barış gücü olarak görülmemelidir.

İsrail saldırısından on gün sonra İran’a saldırıp bombalayarak Trump, Netanyahu tarafından zaten başlatılmış olan şiddeti daha da artırarak insanlığı ölümcül bir şiddete sürükledi. Trump, yalnızca istediği zaman, istediği yerde, istediği kişiye vurabileceğini iddia eden bir askeri gücün gösterisini yapmak için, egemen bir ülkeye, onun halkına saldırma, çocukları ve yetişkinleri yaralama ve öldürme hakkını kendine gördü.

Netanyahu, Filistin halkına karşı yürüttüğü soykırımda Trump’ın tam desteğinden faydalandı; Lübnan’ı ve Suriye’yi herhangi bir yaptırımla karşı karşıya gelmeden bombalayarak hükümetinin sömürgeci ve üstünlükçü politikalarını sürdürdü. İran’a yönelik kasıtlı saldırı, İsrail devletinin bölgedeki tüm halklara –başta Filistin halkı olmak üzere– yönelik saldırganlığını güçlendirmeyi hedefliyordu; bu da çoğu Arap rejimi tarafından sessizlikle kabul edilirken Batılı liderler tarafından kararlılıkla desteklendi.

İsrail hükümeti, aralarında ABD’nin de bulunduğu Batılı ülkeler ile İran İslam Cumhuriyeti arasında süren müzakereler çerçevesinde bir nükleer anlaşma ihtimalini boşa çıkarmak istiyordu. İsrail’in hedefi, İran İslam Cumhuriyeti’nin kuruluşunun öncesine dayanan İran nükleer programını engellemek, siyonist devlete Ortadoğu’da hâkim güç statüsünü sağlamak ve yalnızca kendisine tanınacak bir uranyum zenginleştirme ve nükleer silah edinme ayrıcalığını garanti altına almaktır

Nükleer meselenin ardında yatan hedef, Netanyahu’nun, her şeyden önce Gazze ve Batı Şeria topraklarını ilhak etme ve Filistin halkını sürgün etme planı için ellerini serbest bırakmak, ve bu suç projesine karşı içerideki muhalefeti ve dünya genelinde artan halk mobilizasyonunu susturmak.

Ekonomik üstünlüğünün sarsıldığı bir anda, Trump yönetimi de, BM, NATO ya da hatta Amerikan Kongresi’nden bir yetki almaya gerek duymadan her an, her yerde saldırabilme kapasitesiyle askeri gücünü yeniden teyit etmek istiyor. Ülkesini ekonomik resesyona, sosyal saldırılar ve bütçe kesintileriyle sürükleyen bu yönetim için savaş ve savaş tehdidi, halklara militarist politikalar dayatarak onları susturmayı amaçlayan ideolojik bir silaha dönüşmüş durumda. Bu yeni bir tırmanma ve dünya halkları için bir tehdittir. Bunu ABD’de ve tüm dünyada halkların seferberliğiyle durdurmalıyız. Bu niyetler Netanyahu’nunkiler kadar suç teşkil etmektedir.

İran İslam Cumhuriyeti diktatörlüğünün başlangıcından bu yana İran halkı, özellikle yakın zamanda “Kadın, Yaşam, Özgürlük” hareketiyle olmak üzere, sosyal ve demokratik hakları için birçok kez seferber olmaya çalıştı.

İsrail ve ABD saldırıları, yaşam koşullarını daha da kötüleştirdi, yüzlerce ölü ve binlerce yaralıya neden oldu, halkın yaşam koşullarının ve ülke ekonomisinin tahribatını arttırdı ve rejimin baskıcı siyasetini sertleştirdi. Evin Cezaevi’ni hedef almak, orada tutulan siyasi mahpuslara yönelik bir saldırıdır; kent bölgelerine yönelik bombardımanlar da doğrudan halka yönelik saldırılardır.

Biz, İran halkının hem diktatörlüğe karşı direnişinde hem de herhangi bir dış askeri saldırıdan uzak yaşama hakkında kararlılıkla yanındayız. Ülkenin ve rejimin savaş ve bombardıman yoluyla yıkılmasından çıkarı olan tek kesim, Batılı rejimlerle hâlihazırda temas hâlinde olan – Devrim Muhafızları ya da eski monarşistlerden içinden gelen – gerici sektörler olacaktır. Bunlar rejimi, aynı derecede baskıcı ve antidemokratik ama Batılı ülkelere hizalanmış bir sistemle değiştirmeyi amaçlıyorlar.

Irak’ta ya da Afganistan’da ABD ve müttefiklerinin yürüttüğü yakın dönem savaşlar hep insani ve siyasi felaketlere yol açmıştır.

İran İslam Cumhuriyeti’nin devrilmesi, mevcut rejim kadar halk için tehlikeli olan rejimlerin askerî müdahalesiyle değil, bizzat İran halkının eseri olacaktır. Nükleer tesislerin bombalanması, halk ve çevre için büyük yıkımlara yol açma riski taşımaktadır.

İsrail ve ABD saldırganlığına son!
Bölgesel tırmanışa derhâl son verilsin!
İran’da insan hakları savunucularıyla ve siyasi mahpuslarla dayanışma!
Diktatörlüğe karşı İran halkıyla dayanışma!

Aylardır olduğu gibi, şu talepleri savunmaya devam ediyoruz:
İsrail’e derhâl yaptırım uygulansın!
İsrail’le silah ticareti derhâl sona ersin!
Filistin’deki soykırımın son bulması için dünya çapında seferberlik!

26 Haziran 2025, Dördüncü Enternasyonal Yürütme Bürosu’nun bildirisi

Bağımsız İran Sendikalarının Savaş Politikalarına Karşı Ortak Açıklaması

17 Haziran 2025,Altı sendika örgütü tarafından

İran ve bölgedeki mevcut istikrarsız ve tehlikeli durum göz önüne alındığında, bu bildiriye imza atan örgütler ortak bir tutum benimsemeyi görev bilmişlerdir.

Ahvaz Çelik Fabrikası işçileri grevde, Aralık 2023. Mayıs 2025’te kamyon şoförleri grevdeydi

İranlı işçiler – işçiler, öğretmenler, hemşireler, emekliler ve diğer çalışanlar – hiçbir zaman savaşa, militarizmin yayılmasına, ülkenin bombalanmasına veya otoriter ve sömürücü politikalara ilgi duymadılar ve duymayacaklar.

İsrail ordusunun İran’ın çeşitli bölgelerinde altyapı, işyerleri, rafineriler ve yerleşim alanları da dahil olmak üzere yüzlerce hedefe yönelik saldırıları ve bombalamaları, vatandaşların, özellikle de işçilerin canlarıyla ve geçimleriyle bedel ödediği bir savaş çığırtkanlığı projesinin parçasıdır.

İsrail’in İran halkına karşı hiçbir düşmanlığı olmadığı iddiası yalandan ve siyasi propagandadan başka bir şey değildir. Daha dün, İsrail Savunma Bakanı [Israel Katz] “Tahran’ı yakmakla” tehdit etti. Trump ve diğer ABD yetkililerinden gelen tekrarlanan tehditler ve Batılı hükümetlerin bu tür eylemlere koşulsuz desteği, bölgedeki gerginliği, güvensizliği ve yıkımı artırdı.

İsrail ve Amerikan hükümetleri, Gazze’deki devam eden soykırımdan ve bölgedeki ve dünyadaki sayısız diğer suçtan birincil olarak sorumludur. Bu vahşetlere sessiz kalırken kendilerini ikiyüzlü bir şekilde barış savunucuları olarak sunan Birleşmiş Milletler ve uluslararası kurumlar, aynı egemenlik sisteminin bir parçasıdır. Küresel kapitalist sistem bir bütün olarak, kâr odaklı mantığı ve emperyalist güçler, savaşların, insani felaketlerin ve çevresel yıkımın başlıca nedenleri arasındadır.

İran işçi sınıfı savaştan hiçbir fayda sağlamadığı gibi, bu savaşlar doğrudan onların hayatlarını ve güvenliklerini hedef alıyor. Devam eden ekonomik yaptırımlar, devasa askeri bütçelerin tahsisi ve özgürlüklerin kısıtlanması, yoksulluğun kötüleşmesine, baskının artmasına, açlığa, ölüme ve milyonlarca insanın yerinden edilmesine yol açıyor.

Biz, bağımsız İranlı sendikalar, taban örgütleri ve militanlar olarak, ABD ve İsrail’in bize özgürlük, eşitlik ve adalet getirme arzusu konusunda hiçbir yanılsamaya sahip değiliz; tıpkı İslam Cumhuriyeti’nin baskıcı, müdahaleci, maceracı ve işçi karşıtı doğası ve uygulamaları konusunda da hiçbir yanılsamaya sahip olmadığımız gibi.

Yıllardır İran işçileri olarak asgari haklarımızı ve temel yaşam koşullarını elde edebilmek için hapis, işkence, idam, işten çıkarma, tehdit ve dayak gibi ağır bedeller ödedik ve örgütlenme, toplanma, kendimizi özgürce ifade etme hakkımızdan mahrum bırakılmaya devam ediyoruz.

Ülkenin işçileri, kırk yıldan fazla bir süredir bizim pahasına astronomik zenginlikler biriktiren ve bizi sürekli haklardan yoksun ve güvensiz bir durumda tutan İslam Cumhuriyeti rejimine ve kapitalistlere haklı olarak öfkeli ve tiksinti duyuyorlar. İran işçilerinin, kadınlarının, gençlerinin ve ezilen insanlarının bastırılması ve öldürülmesinde yer alan tüm yetkililer ve kurumlar, ezilen insanlar tarafından yargılanmalı ve cezalandırılmalıdır.

İşçiler olarak mücadelemiz toplumsal ve sınıfsal bir mücadeledir. Bu mücadele, özellikle “Ekmek, İş, Özgürlük” ve “Kadın, Yaşam, Özgürlük” için son yıllardaki hareketlerle uyumlu olarak, kendi gücümüzden yararlanarak ve özgürlüğü seven ve eşitliği arayan işçi sınıfının ve hümanist güçlerin uluslararası desteğiyle birlikte devam edecektir.

Mevcut savaşın devam etmesi yalnızca daha fazla yıkıma, geri döndürülemez çevresel hasara ve insan felaketlerinin tekrarına yol açacaktır. İran’ın işçi sınıfı ve dezavantajlı nüfusları, bölgedeki diğer ülkelerdeki ezilenler gibi, bu durumun başlıca kurbanları arasındadır.

Bu bildiriyi imzalayan örgütler, dünyanın dört bir yanındaki tüm sendikaları, insan hakları örgütlerini, barış gruplarını, çevre aktivistlerini ve barış güçlerini, savaşa, bombalamalara, masum insanların katledilmesine ve çevresel tahribata derhal son verilmesi talebinde birleşmeye ve İran halkının ve bölgenin soykırım, savaş kışkırtıcılığı ve baskıya son verme mücadelesini desteklemeye çağırıyor.

Ortadoğu halklarının, bölgesel ve küresel güçler arasındaki yıkıcı gerginliklerin ve çatışmaların sona ermesine ve adil ve kalıcı bir barışa; örgütlenme, kitle hareketleri, yaygınlaşan protestolar ve doğrudan ve evrensel katılım yoluyla kendi kaderlerini belirlemelerine olanak tanıyan bir barışa ihtiyacı vardır.

Savaşa hayır, savaş çığırtkanlığı politikalarına hayır,

Acil ateşkes talebimiz acildir

İmzacılar:

– Tahran ve Çevresindeki Otobüs Şirketi İşçileri Sendikası (Vahed)

– Haft Tapeh Şeker Kamışı İşçileri Sendikası

– Huzistan Emekli İşçileri

– Emekliler İttifakı (Ettehad Bazneshastegan)

– Sendikal örgütlerin kurulmasına yardımcı olmak için koordinasyon komitesi

– Emekliler İttifakı Grubu

Not:

• Orijinal Farsça açıklamaya bağlantılar:
https://www.instagram.com/p/DK_8H4PxUMd/?igsh=MWNhcWVhZXE5M3cwMw==

İsrail’i Derhal Durdurun! – IV. Enternasyonal

İsrail’in İran’a yönelik eşi benzeri görülmemiş saldırısı, son 20 aydır Filistin’de canlı yayında sürdürdüğü soykırım karşısında kendisine tanınan dokunulmazlığın doğrudan bir sonucudur.

“Kendini savunma hakkı” bahanesiyle hareket eden İsrail, uzun süredir izlediği Filistin’i imha politikasını açık bir soykırıma dönüştürmüş durumda. Şimdi de bu saldırganlığı İran’ı bombalayarak daha da genişletiyor. Üstelik bunu, sözde bir nükleer tehdide karşı kendini savunduğunu iddia ederek yapıyor. Oysa İsrail’in kendisi, ne Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’na taraf ne de elindeki nükleer silahlar için uluslararası bir denetime tabi.
İsrail’in bu dokunulmazlığı, başta ABD olmak üzere onu silahlandıran, finanse eden ve siyasi olarak koruyan hükümetler sayesinde mümkün oluyor. ABD, İran’a yönelik bu saldırının İsrail tarafından tek taraflı gerçekleştirildiğinin altını çizerek kendi sorumluluğunu inkâr etti. Ancak saldırıda kullanılan silahların başlıca tedarikçisi yine kendisi. İsrail’e silah sağlayan ve onu koruyan diğer hükümetlerle birlikte ABD de, bu saldırganlığın bölgeye yayılmasında açıkça suç ortağıdır. Hepsi bu vahşetin ortaklarıdır.
İsrail’in bu saldırgan politikası sadece sivil yaşamları değil; aynı zamanda İran halkının baskıcı rejime karşı yıllardır sürdürdüğü cesur direnişi de tehdit ediyor. Bu direnişin son simgesi, “Kadın, Yaşam, Özgürlük” hareketiydi. Tarih açıkça gösterir ki Demokrasiye giden yol savaşın gölgesinde çizilemez
İran halkının yanındayız – hem diktatörlüğe karşı verdikleri cesur direnişte hem de dış müdahaleye ve askeri saldırılara karşı yaşama haklarında. İsrail’in İran’a yönelik saldırısını kınıyor ve uluslararası kamuoyunu, bölgedeki bu pervasız tırmanışı durdurmak için baskı yapmaya çağırıyoruz.

Acil taleplerimiz:

  • İran’a dokunma!
  • Bölgedeki tırmanıya derhâl son verilsin!
  • İran’daki siyasi tutsaklarla ve insan hakları savunucularıyla dayanışma ve rejimin daha fazla baskı uygulamasına karşı teyakkuz!

Aylardır sürdürdüğümüz diğer taleplerimiz:

  • İsrail’e derhal yaptırım uygulansın!
  • İsrail’le tüm silah ticareti hemen durdurulsun!
  • Filistin’deki soykırımı durdurmak için dünya çapında seferberlik!

Dördüncü Enternasyonal Yürütme Bürosu
13 Haziran 2025

Görsel: Majid Saeedi/Getty Images Europe

On Yıl Sonra SYRIZA: İmkan ve Yenilgi – Antonis Ntavanellos

Stefanos Kasselakis’in SYRIZA lideri olarak seçilmesinin ardından [Eylül 2023’ten Eylül 2024’e kadar] yaşanan gülünç trajedi, hayatta ve özellikle siyasi hayatta hiçbir “önemli hesabın” ödenmemiş kalmadığını bir kez daha kanıtlıyor. SYRIZA açısından ise “sayım” özellikle yüksek ve önemliydi. Bu, Alexis Çipras’ın, 2008’deki uluslararası krizin patlak vermesinin ardından Yunanistan’da sermayenin vahşice giriştiği neoliberal saldırılara karşı işçilere tarihi bir fırsat sunduğu ve Yunan hükümetleri ile “troyka” (AB-Avrupa Merkez Bankası-IMF) arasındaki sözde muhtıralarla dikte edilen politikalarla karşılık verdiği “2015”in tarihi anıyla ilgiliydi.

Hikaye

O zamandan bu yana, Aleksis Çipras’ın, oyların %3-4’ünü alan küçük bir partiyi ele geçirip iktidara getiren “kukla lider” olduğu iddiasını onlarca kez duyduk veya okuduk. Bu iddianın gerçeklikle hiçbir ilgisi yoktur ve 2015 öncesi SYRIZA gerçekliğini gerçek anlamda deneyimleyenler nezdinde pek güvenilir değildir.

SYRIZA, neoliberal kapitalist küreselleşmeye, savaşa ve ırkçılığa karşı uluslararası hareketle ilişkilendirilmesi yoluyla kuruldu ve giderek siyasi güç kazandı. Dönemin günlük siyasal mücadelesinde Yunan Sosyal Forumu’nun etkili eylemlerini destekleyen on binlerce insanı sistemli ve örgütlü bir biçimde ifade etmeye çalışan, siyasal alanda birleşik bir cepheye benzeyen melez bir “parti” biçiminde gelişti. Seçim oybirliğiyle yapılmadı: Sosyal demokrasi ve merkez solla yakınlaşma taraftarları, salt seçim stratejisi taraftarları, siyasi merkeze doğru ardışık “genişlemelerin” taraftarları -ki o dönemde Synaspismos partisinin marjinal bir kesimi değillerdi- SYRIZA’nın kuruluşunu “aşırı solun felaket bir hatası” olarak değerlendirdiler. Onu kırmak için canla başla mücadele ettiler. SYRIZA’nın kuruluşu [Ocak 2004], istikrara kavuşması ve Alekos Alavanos’un [Aralık 2004’ten Şubat 2008’e kadar SYRIZA başkanı] liderliği yıllarında yavaş yavaş gerçekleşen siyasi iktidarın yoğunlaşması, sola doğru bir kayma ve sosyal demokrasiye doğru kayışın reddedilmesi temelinde gerçekleşmişti. Bu hatırlatmanın bugün siyasal açıdan ayrı bir önemi var, çünkü rejim ve onun hizmetindeki ideolojik-siyasal mekanizmalar, yalnızca sağcı politikaların geleceği olduğunu, yalnızca muhafazakâr mutabakatla siyasal iktidara ulaşılabileceğini olağan bir durummuş gibi dayatmaya çalışıyor.

SYRIZA’nın bu yükseliş ve radikal dönemdeki iç dinamikleri, radikal solun geniş bir muhalefet gücü yaratmayı amaçlayan siyasal alanda önemli bir değişimin mümkün olduğunu gösterdi. Aralık 2008’den sonra Alekos Alavanos “sol hükümet” sloganıyla ilgili tartışmayı açtığında, pek çok çevreden (Aleksis Çipras’ın başlıca “danışmanları” da dahil) küçümseyici bir şüpheyle karşılandı. Biz, Brezilya’daki Lula’nın PT’si gibi sol görüşlü bir seçim “popülizmine” doğru bir kaymayla ilgilenmediğimizi ilan etmiştik; çünkü o dönemin özel koşullarında hükümet erkini talep etmenin tek “yolu” buydu.

Krizle birlikte her şey kökten değişti. 2008’deki uluslararası kriz Yunan kapitalizmini temellerinden sarstı, o güne kadar büyümesini sağlamak için denenen bütün reçeteleri geçersiz kıldı. Dönemin Başbakanı Yorgos Papandreu’nun [Ekim 2009’dan Kasım 2011’e kadar] alacaklıların dayattığı katı kemer sıkma planını kabul etme ve ilk muhtırayı Kastelorizo ​​adasından ilan etme kararı, yerel egemen sınıfın AB, Avrupa Merkez Bankası (ECB) ve IMF ile anlaşarak yaptığı gerici tercihi reddetmek amacıyla halk ve emekçi kitlelerin kitlesel olarak siyasi alana girmesine yol açtı. Ülkenin bütün kentlerinde ardı ardına gerçekleştirilen genel grevler, kitlesel mitingler, meydanların işgali, devletin baskı mekanizmalarının vahşetine karşı gösterilen amansız direniş vb. halkın, yerel kapitalistlerle Troyka arasındaki muhtıra anlaşmasının “duvarını yıkma” kararlılığını ortaya koydu. Bu uzun yükseliş mücadeleleri döneminde halk, “sokak” mücadelesi biçimlerini (yüzbinlerce kararlı göstericinin Parlamento’yu uzun süre kuşatmasıyla) ve “seçim” mücadelesi biçimlerini birleştirdi (Yeni Demokrasi-ND ve PASOK-Panhelenik Sosyalist Hareket’in seçim etkisini benzeri görülmemiş bir hızla zayıflattı ve umutlarını ve özlemlerini esas olarak sola kaydırdı).

Yunanistan’daki direniş hareketinin niteliksel yükselişinin önemli bir uluslararası boyutu da vardı. Burada verilen mücadeleler, ilk önce PIGS kulübünün bulunduğu ülkelerde (Portekiz, İrlanda, Yunanistan, İspanya) ama aynı zamanda tüm Avrupa’da da bir referans noktası haline geldi. Maliye Bakanı Wolfgang Schäuble ve Şansölye Angela Merkel, bu kritik yıllarda kendi politikalarının temel direğinin “bulaşmayı” (Yunanistan’ın direnç “virüsü”nün bulaşmasını) püskürtmek olduğunu ilan ettiklerinde, yerel siyasi liderlerden (SYRIZA’nınkiler de dahil) daha keskin görüşlü davrandılar. Avrupalı ​​liderler, Yunanistan’daki hareketin ve solun memorandum saldırısını kırmayı başarması halinde, bu “kopuşun” küçük bir AB üye ülkesiyle sınırlı kalmayacağını, Avrupa genelindeki sosyo-politik dengeyi doğrudan tehdit edeceğini anlamışlardı.

“Anti-Memorandum” dönemindeki kitle hareketinin gücünü küçümseyen herkes, o dönemin patlayıcı siyasal gelişmelerini asla anlayamamaya mahkûmdur. Ancak bu yakıcı dönemin bir başka “sınırını” da açıklamak gerekiyor. Hareketin niteliksel yükselişine rağmen, henüz doğrudan bir ön-devrimci ya da devrimci krizin koşullarını yaratacak noktaya ulaşmamıştır. Yunanistan’da 2010-2015 yılları arasında iktidar sorununa devrimci bir yanıt verebilecek bağımsız bir işçi sınıfı örgütlenmesi ortaya çıkmadı. Devrimci hareketin klasik tarihsel döneminde (sovyetler) olduğu gibi, hatta örneğin 1970-1973 yıllarında Şili’de veya 1974-1975 yıllarında Portekiz’de gelişen “embriyonik” biçimlerle bile karşılaştırılabilecek bir “işçi konseyleri” biçimi ortaya çıkmamıştır.

2010-2012 yıllarındaki yakıcı dönemdeki durum, Komintern’in 4. Kongresi’nin ders kitaplarından ve tartışmalarından çıkmış gibiydi: akut bir toplumsal kriz, sürekli akut bir siyasal kriz, yerleşik siyasal güçlerin “ortak kabul görmüş” bir hükümet istikrarını desteklemedeki yetersizliği ve devrimci sosyalist değişim için bir çözümü desteklemek için gerekli düzeye henüz ulaşamamış (ya da henüz ulaşmamış) işçi ve toplumsal mücadelelerin güçlü yükseliş eğilimi. Lenin dönemindeki Komintern, benzer koşullar karşısında bize birleşik cephe, geçiş politikaları ve sol bir hükümet için mücadele merkezli bir politika bıraktı.

SYRIZA’nın başından beri, bu yönelime ilişkin kritik konularda siyasi farklılıkların ve keskin çatışmaların parti içinde yaşandığı, herkesçe bilinen bir sırdır. 2010 yılında, Alekos Alavanos liderliğindeki Dayanışma ve İsyan Cephesi ile SYRIZA’nın sol kanadı açıkça ve alenen Aleksis Çipras etrafındaki iktidar çoğunluğundan ayrıldı. 2013 yılında SYRIZA’nın ilk kongresinde liderliğe muhalif olan Sol Platform delegelerin yüzde 30’undan fazlasının desteğini almıştı.

Tarihi “sonuç” üzerinden anlamak isteyenler, SYRIZA’nın nihayetinde yanıtlamaya çalıştığı siyasal soruların ilk başta SYRIZA’ya veya yalnızca halk tarafından SYRIZA’ya yöneltilmediğini unutmamalıdır.

O dönemdeki geniş protesto hareketinin siyasal ifadesi sorununu ele alan ilk aday doğal olarak Komünist Parti’ydi. Kasım 2010’daki bölgesel seçimlerde Komünist Parti, Attika’da oyların %14,44’ünü alarak, aynı şekilde açık bir liderlik kriziyle karşı karşıya olan SYRIZA’nın çok önünde yer aldı.

Siyasi depremin başladığı Mayıs 2012 genel seçimlerinde KP, 540.000 oy ve %8,48 oy alarak, 1989 olaylarının yol açtığı krizden bu yana en iyi puanını elde etti: [Mart ayında bankacı Koskotas’ın Papandreu hükümetiyle kurduğu bağlantılar göz önüne alındığında sonuçları olacak zimmete para geçirme suçundan tutuklanması; Haziran ayındaki seçimler, sağcı azınlık hükümetiyle bir hükümet krizi başlatan PASOK’un düşüşüyle ​​Yeni Demokrasi’nin (ND) zaferini simgeliyordu; Papandreu, “yasadışı telefon dinlemeleri” ve muhafazakar milletvekili Pavlos Bakoyannis’in öldürülmesinin ardından özel mahkemeye çıkarıldı; Kasım ayındaki seçimler ND ile PASOK arasında bir çıkmaza yol açtı; Sol ve İlerleme Koalisyonu, sağla kurduğu ittifakın bedelini, temmuz ayında azınlık hükümetinin kurulması sırasında ödedi.

Bu bağlamda Komünist Parti, memoranduma karşı verilen mücadelenin önemini açıkça küçümsemiş, siyasal ağırlığına denk düşen görevleri üstlenmekten kaçınmış, memorandumu uygulayan hükümetlerin devrilmesi yönündeki halk talebine somut olarak yanıt verecek bir siyasal yönelim geliştirmekten kaçınmıştır. Bir ay sonra, 12 Haziran 2012’de yapılan seçimde ise 272.000 oya ve %4,5’a düşerek seçimdeki etkisinin yarısını kaybetti. Troyka’nın önerdiği kemer sıkma planına ilişkin 2015 referandumunda, KP seçmeninin 10’da 6’sı HAYIR oyu kullanmış ve partinin çekimser kalma talebi reddedilmişti (seçmenlerin %61,31’i bu planın onaylanmasına karşı oy kullanmıştı). Bu bağlamda, kriz ve Çipras hükümetinin yenilgisi 2019 seçimlerinde açıkça ortaya konduğunda, Komünist Parti büyük mücadeleler ve eşi benzeri görülmemiş bir kriz döneminin başlangıcında sahip olduğu siyasi gücün çok uzağında kalarak sadece 299 bin oy, yani seçmenlerin %5,3’ünü alabilmiştir. Bu, yalnızca seçimsel bir başarısızlık değil, öncelikle siyasi bir başarısızlıktı.

Benzer sonuçlar ANTARSYA [2009’da kurulan anti-kapitalist örgütler koalisyonu] için de geçerlidir, elbette sorumluluklar açısından farklı bir ölçekte. Sola doğru genel bir kaymanın yaşandığı Mayıs 2012’de ANTARSYA, 75.428 oy ve %1,19’luk oy oranıyla seçim etkisi bakımından tarihi bir rekora imza attı. Ancak siyasi baskılara dayanamadı. Haziran ayında 20.000 oya ve %0,3’e geriledi, bir ayda üçte iki oranında azınlıkta kalan ve tanımı gereği “siyasi olarak sertleşmiş” bir seçmeni kaybetti ve bu seçmeni hiçbir zaman geri kazanmayı başaramadı. Çipras’ın 2019’daki yenilgisine kadar ANTARSYA’nın “katılım puanı” 23.000 oy ve %0,41’e düşmüştü.

Seçim rakamları hikâyenin sadece bir kısmını anlatıyor. KP’nin Samaras-Venizelos hükümetine [2013] bir alternatif bulmak için ciddi bir sürece girmeyi reddetmesi, Çipras etrafındaki liderlik grubunun ANEL’e [Bağımsız Yunanlılar, Yeni Demokrasi’den ayrılarak milliyetçi nedenlerle muhtıraya karşı çıkan bir grup] karşı fırsatçı açılımını meşrulaştırmak için öne sürdüğü başlıca bahanelerden biriydi ve aynı zamanda SYRIZA’nın sol kanadının olası siyasi ittifaklar konusundaki tartışmalardaki başlıca zayıflıklarından birini oluşturuyordu.

2010 yılında ANTARSYA, Dayanışma ve İsyan Cephesi’nin (Synaspismos Sol Akımı’nın büyük bir bölümünü, Enternasyonalist İşçi Solu – DEA, Yunanistan Komünist Örgütü – KOE, Eylemde Solun Birliği Hareketi – KEDA ve diğerlerini içeren) siyasal alanda yeni bir üniter inisiyatif önerisini özetle reddetti. Eğer önümüzdeki dönemin zorlukları SYRIZA’nın sol kanadı ile ANTARSYA güçlerinin bir “sentezi” ile karşılansaydı ne olacağını asla bilemeyeceğiz.

O tarihten sonra 2015 mücadelesi esas olarak SYRIZA içinde yaşandı.

Sol hükümet mi, yoksa ulusal selamet hükümeti mi?

SYRIZA seçimleri kazanmadan önce, halkın katı kemer sıkma politikalarının reddedilmesi yönündeki umutlarını dile getirme “hakkını” siyasi olarak kazanmış, Samaras-Venizelos kemer sıkma hükümetinin devrilmesini ön koşul olarak kabul etmiş ve Troyka ile “kopuş” sözü vermişti.

Bu, 1. SYRIZA Kongresi kararlarında ve Selanik seçim programında belirlenen ideolojik-siyasal program temelinde mümkün olmuştur. DEA ve Sol Platform’un büyük çoğunluğu, 2013 kongresinin kararlarına yetersiz diyerek olumlu oy vermezken, biz Selanik programını [Eylül 2014] kamuoyuna mütevazı ve yetersiz olarak niteledik. Buna rağmen, kongre tarafından onaylanan SYRIZA “platformu”, rejim güçlerini tehdit etmeye başlayan bir siyasal gücün toplanması için, geniş bir eylem birliği için hâlâ yeterli bir zemin sunuyordu. Sermaye ve fonların yurtdışına büyük çaplı kaçışı ve Samaras, Meimarakis [2012-2015 yılları arasında Yunan Parlamentosu Başkanı] ve diğer sağcı politikacıların halka burjuvazinin kendisini parlamento arenasının ötesinde savunmak için başka araçları olduğunu açıkça hatırlatmaları, 2015 öncesinde “iyi toplum” içinde oluşan paniğin tipik bir tezahürüydü. Uluslararası alanda, AB ve ECB’nin, Syriza “kolektifinin” vaat ettiği politikaları izlemeye kalkışırsa yeni Yunan hükümetiyle “savaşçı” bir şekilde başa çıkmaya hazırlandığı açıktı.

Bu senaryo hiçbir zaman gerçekleşmedi. Zira ana akım basının “papağanlarının” anlattığı masalların aksine, Aleksis Çipras etrafındaki iktidar çoğunluğu, tüm taahhütlerinden, kongre kararlarından, Selanik programından vb. “geri çekilmiş”, SYRIZA’nın siyasal iktidarının ve seçim etkisinin dayandığı tüm politikayı panik içinde terk etmiştir. “Sol hükümet” projesi pratikte sınanmadı; hiç cazip gelmedi. Bunun yerine, daha baştan, yerel egemen sınıfla, ama aynı zamanda Troika ile bir mutabakat arayışını örtük siyasal sınırı olarak belirleyen bir “ulusal selamet hükümeti” projesi getirildi. Uzun zamandır (2013’ten beri, daha açık bir şekilde 2014’ten beri…) hazırlıkları süren bu “dönüş”, Synaspismos’tan gelen iktidar çoğunluğunun, kendisini bekleyen görevlerden dehşete düşerek, önceki “sola dönüşün” tüm özelliklerini terk edip, Avrokomünizmin en başarısız geleneklerine tam hızla geri dönmeye yönelen kapalı bir “parti içinde parti”nin gelişmelerine dayanıyordu. Alexis Çipras ve yandaşları, Leonidas Kyrkos’un (muhafazakar Avrokomünisti) “ilkeleri” ve geniş ulusal birlik stratejisi konusunda ideolojik tutarlılığa sahip olan ve daha önce SYRIZA’yı terk edip Samaras ve Venizelos’la ittifak halinde ikinci muhtıraya katılan Fotis Kuvelis’in [2010-2015 yılları arasında Demokratik Sol’un lideri] politikaları temelinde hükümet etmeye çalıştılar.

İttifakların siyaseti her türlü siyasal bakış açısının içeriği için tartışılmaz bir ölçüttür. SYRIZA kongresi potansiyel müttefiklerinin sınırlarını açıkça belirlemişti: “Solun solundan, memoranduma karşı çıkan sosyal demokratlara kadar.” Çipras, ANEL ile koalisyon hükümeti kurdu ve Cumhurbaşkanı olarak, Aralık 2008’deki gençlik ayaklanması sırasında İçişleri Bakanı olarak “devlet başkanı” olan Yeni Demokrasi politikacısı Prokopis Pavlopoulos’u [Mart 2015’ten Mart 2020’ye kadar görevde kaldı] seçti.

O dönem SYRIZA’nın bir kolu olan DEA, bu tercihlerin önemi konusunda kamuoyunu uyarmıştı; ancak bu durumu kınayan tek taraf olmaktan hiç de memnun değildik. SYRIZA’nın programı, kemer sıkma politikalarından kurtulmak için “tek taraflı önlemler” vaadine dayanıyordu (13. ve 14. ay ve emeklilik aylığının yeniden tesis edilmesi, toplu sözleşmelerin yeniden yürürlüğe konulması, düşük ve orta gelirliler için yatay emlak vergisinin kaldırılması, KDV’de köklü indirimler, vb.).

Çipras hükümeti, alacaklılarla daha geniş bir mutabakat sağlanana kadar bu “tek taraflı eylemlerin” uygulanmasını askıya aldı! Bu taahhütlerin derhal ve tek taraflı olarak hayata geçirilmesi talebi Sol Platform’un güçlü bir noktasıydı ve SYRIZA’nın tabanının büyük bir bölümüne hitap ediyordu.

SYRIZA’nın programında Troyka ile “müzakere” ihtimali kabul edilirken, bunun borç ödemelerinin durdurulması, bankaların yeniden millileştirilmesi, sermaye çıkışlarına tanınan “özgürlüklerin” kontrol altına alınması ve borcun kamu denetimine tabi tutulması talebine dayalı olacağı belirtiliyordu. Aleksis Çipras’ın kamuoyu söyleminde, bu tür karşı önlemlere duyulan ihtiyaç, “Merkel’in [SYRIZA’nın önerisini] gün ışığında kabul edeceği” yönündeki “cesur” ve “kaygısız” öngörülerle yer değiştirmiş durumda. Bu, tüm borç taksitlerinin “zamanında ve eksiksiz” ödenmesi taahhüdünü içeren 20 Şubat anlaşmasına yol açtı. Sol Platform’un kamuoyundaki muhalefetinin ötesinde, Manolis Glezos’un [1941’den beri KP üyesi, Alman işgalinde direnişçi] sert eleştirileri, bu aşağılık anlaşmaya katkıda bulunanlar veya buna göz yumanların utanç verici bir alay konusu olarak kalacaktır. SYRIZA’nın programında “Avro Bölgesi’nde kalma adına tek bir fedakarlık yapılmayacak” ifadesi yer aldı.

Ancak bu slogan hemen yerini, hiçbir kolektif organ tarafından desteklenmeyen “her ne pahasına olursa olsun avro bölgesinde kalma” taahhüdüne bıraktı. Nisan-Mayıs 2015’ten bu yana, bu hükümet tercihlerinin, bu kez “solcu bir hükümet” olmakla övünen bir hükümet tarafından imzalanıp uygulanan üçüncü bir muhtıranın yolunu açtığı konusunda kamuoyunu uyardık.

SYRIZA’nın son radikal atağı Temmuz 2015’teki referandumdu. Bilindiği üzere, her türlü tehdit karşısında hükümet çoğunluğunun önemli bir kısmı, Dora Bakoyannis [ND’den ve o dönem Demokratik İttifak’ın başkanı] ve Yeni Demokrasi’nin bir kısmıyla koordineli olarak panik içinde bu seçimi iptal etme yoluna gittiler. Böyle utanç verici bir dönüşün önüne geçen esas olarak SYRIZA tabanının tutumu ve Sol Platform’un pozisyonuydu. HAYIR oyu ile kazanılan ezici zafer, gerekli kopuşun “nesnel” potansiyelinin çarpıcı bir göstergesiydi. SYRIZA’nın sol kanadının, referandumun önemini kavrayan ve HAYIR oyu için mücadele eden anti-kapitalist sol güçlerle işbirliği yaparak sonucu savunma ve halk iradesine saygı gösterme konusundaki başarısızlığı büyük, belki de kesin bir yenilgiydi. Çünkü SYRIZA liderliğinin sonuca olan saygısı ancak iki veya üç gün sürdü.

Üçüncü muhtıra zaten vardı [2015’in ilk yarısında müzakere edilmişti]. Hiç kimsenin, bunun Parlamento’da SYRIZA’nın “başkanlık çoğunluğu”, Yeni Demokrasi ve sosyal-liberal PASOK ile birlikte oylandığını unutmaya hakkı yoktur. Bu, sonuçta “ulusal selamet” programıydı: sermayenin vahşi saldırganlığının, en temel sosyal ve işçi haklarını bile yok edecek şekilde sürdürülmesi ve tırmanması. Ve bu politikada, önceki muhtıraları destekleyen burjuva partileri, Schäuble ve Troyka’nın da onayıyla yeni muhtırayı destekleyen Alexis Çipras’ın SYRIZA’sıyla birleştiler.

Eylül 2015 seçimlerinde, sola oy verip daha sonra çekimser kalan yüz binlerce insanın hayal kırıklığı ve kopuşu belirleyici oldu. Niyetleri ve politikaları konusunda hâlâ kuşkuların hâkim olduğu Çipras, ANEL lideri Panos Kamenos’un desteğiyle yeniden başbakanlık koltuğuna oturdu. Ancak ikinci hükümetinin politikası üçüncü muhtırayla önceden belirlenmişti.

Bugün durum değerlendirmesi yapıldığında, radikal solun herhangi bir mensubunun 2015-2019 hükümetinin politikasının “olumlu yanlarından” bahsetmesi kelimenin tam anlamıyla ayıptır. Bu yıllarda, ücretlerin ve emekli maaşlarının yıllık GSYH içindeki payı tarihsel olarak düşük bir düzeye ulaşmış, bu durum çalışanların sömürülme oranının maksimize edildiğini göstermektedir. “Esnek” (yarı zamanlı, mevsimlik, güvencesiz) istihdam oranı da rekor seviyeye ulaşmış, esnek “sözleşmeler” kamu hastanelerinden okullara, hatta Çalışma Müfettişliği kadrolarına kadar uzanmıştır! Dönemin bakanı Yorgos Katrugalos’un imzaladığı yasa, emeklilik maaşlarındaki sert düşüşü kurumsallaştırmış, muhtıradaki kesintileri (“istisnai” ve “geçici” olarak dayatılan) “emeklilik maaşlarını hesaplamanın yeni bir yöntemi”ne dönüştürmüş, böylece bu kesintileri meşru ve kalıcı olarak bütünleştirmiştir.

Ancak zarar sadece ekonomik alanla sınırlı kalmadı. Bu yıllarda Amerikan Büyükelçisi Jeffrey Pyatt ile yapılan “dostça” işbirliği, Yunan devletinin daha da derin bir NATO yanlısı “dönüşünün” temellerini attı. Netanyahu ile (Çipras ‘ın sevgiyle “Bibi” diye çağırdığı) yakın işbirliği, Yunanistan-İsrail “ekseninin” derinleşmesinin temellerini attı. Kıbrıs meselesinde, Rum Yönetimi Başkanı Nikos Anastasiadis’le işbirliği yapılarak en olmayacak geri dönüşler yapıldı (örneğin, müzakereleri başlatma girişimi ve Crans-Montana’da bu müzakerelerin aniden baltalanması gibi). Devletin baskı ve yargı mekanizmaları bozulmadan kaldı ve sistematik olarak korundu.

2018 yılında alacaklılarla yapılan ve yanlış bir şekilde “muhtıralardan çıkış” olarak sunulan rızaya dayalı anlaşma bu gelişmeyi taçlandırdı. Sermayenin bu dört yıl boyunca elde ettiği kazanımları özetleyerek, memorandumun “işadamları”, büyük gruplar, kapitalist şirketler ve bankalara ilişkin tüm taahhütlerini “yumuşattı”. Tam tersine, işçiler için memorandum kesintileri uzatılmış ve 2060 yılına kadar “karşılıklı yarar” denetimine tabi tutulmuştur! Çipras’ın “Ülkeyi muhtıralardan çıkardığı” ile övünmesinden altı yıl sonra, 13. ve 14. maaş ve emeklilik aylığının yeniden tesis edilmesi, gerçek toplu sözleşmelerin varlığı ve uygulanması, muhtıradaki (sözde olağanüstü) vergilerin azaltılması vb. işçi hareketinin ve toplumun çoğunluğunun hâlâ iddia edip savunacağı hedefler var.

Uluslararası alanda benzer deneyimlerde (örneğin Lula’nın Brezilya’sında) yaşananların aksine, sol hızlı tepki verdi ve zamanında hükümetle bağlarını kopararak öne çıktı. 2015’te referandum mücadelesinin ardından Sol Platform ve diğer “eğilimlerin” önde gelen isimleri, partinin 2015 öncesi üyelerinin önemli bir yüzdesiyle birlikte SYRIZA’dan ayrıldı. Aramızda var olan veya hâlâ var olan siyasal veya taktiksel görüş ayrılıklarına rağmen, bu yoldaşlara olan saygımızı vurgulamak istiyoruz: Sistemin onlara “işe alma” kırmızı halısını serdiği bir dönemde, onlar zor yolu seçtiler ve mücadele eden kitle kesimleriyle ilişkilerine saygı gösterdiler. SYRIZA’dan ayrılanların ve ANTARSYA’dan ayrılan güçlerin oluşturduğu Halk Birliği’nin evrimi ve görünür ve etkili bir alternatif inşa edememesi başka bir yazının konusu olacak.

Sonuçlar

Bu tercihler, SYRIZA ve Aleksis Çipras’ı 2019’da siyasi ve seçimsel bir yenilgiye sürükledi ve Kiriakos Miçotakis liderliğindeki Yeni Demokrasi’yi (ND) yöneten katı neoliberal kanatla karşı karşıya getirdi.

Sorumluluklar ağırdır. Sermayenin neoliberal saldırganlığını hızlandırmak için ekonomik ve sosyal politika, uluslararası yönelim, ama aynı zamanda devlet aygıtı da “anahtar teslimi” sağa teslim edildi.

Çipras’ın belli bir süre muhalefette kalmasının SYRIZA’yı yeniden inşa etmesine olanak sağlayacağını düşünenlerin olup biteni anlamadıkları ortaya çıktı.

Muhtıra kapsamında iktidarda kalınan dört yıl, köklü bir dönüşümü beraberinde getirdi. SYRIZA kendisini “radikal sol” olarak adlandırmaya devam edebilir, ama gerçekte, uluslararası sosyal demokrasinin sosyo-liberal yozlaşmasının yaşandığı bir çağda, kendisini sosyal demokrat bir parti olarak adlandırmak bile büyük bir ruh cömertliği gerektirir. 2019-2023 döneminde Kasselakis faciasına yol açan ahlak ve geleneklerin gelişimine tanık olduk. Stefanos Kasselakis, “Normal bir partide asla cumhurbaşkanı adayı olamam” derken, aslında kısmen doğruyu söylüyor.

SYRIZA’da ardı ardına yaşanan bölünmeler ve yaşanan kriz, PASOK için siyasal fırsatlar yarattı. Sözde “taktik sihirbazı” Aleksis Çipras, Yunanistan’da sağın yeniden canlanmasına yardımcı olduktan sonra (ki 2015 yazında %17’lere ulaşmıştı…), şimdi PASOK etrafında “bağımsız ve özerk bir yeniden yapılanma”nın kendini gösterme olasılığıyla karşı karşıya. PASOK, memoranduma karşı hareketin yol açtığı krizin, onu tanımlamak için yeni bir uluslararası siyasi terim olan “Pasokifikasyon” icat etmeyi gerektirecek kadar ciddi olduğu bir parti.

2015 yenilgisinin daha geniş sonuçları oldu. Eylül 2015 seçimlerinde erken ortaya çıkan hayal kırıklığı ve kopuş daha kalıcı oldu. Mayıs 2012 ile Eylül 2015 arasında çoğunluğu işçi sınıfı mahallelerinden gelen 900 binden fazla insan siyasetten ve seçimlerden umudunu kesti. Sol bir hükümete dair umut dalgasının zirve yaptığı Ocak 2015’ten, Aleksis Çipras’ın parti liderliğinden istifa etmek zorunda kaldığı 2023 seçimlerinin ikinci turuna kadar SYRIZA 1.300.000 seçmen kaybetti; bu kayıp, 2024 Avrupa seçimlerindeki çöküşün de kanıtladığı gibi, geçici olarak elinde tutmayı başardığı 900.000’i çok aştı.

2015 yenilgisiyle birlikte SYRIZA’nın toparlanması ve teslimiyeti, anti-Memorandum dönemindeki büyük yükseliş mücadele döngüsünü sonlandırdı ve kelimenin tam anlamıyla Miçotakis’in önünü açtı. Bu siyasi trajedinin kahramanları hâlâ kendilerine siyasi ve seçimsel rol arıyorlar. Ama onlar, tıpkı Angelos Elefantis’in (eski bir Avrokomünist aydın) zamanında PASOK için söylediği gibi, bir kez ve sonsuza dek, “sosyalizm ve işçi sınıfı açısından tamamen kayıtsız” olacaklar.

22 Mayıs 2025

Kaynak: https://alencontre.org/europe/dix-ans-plus-tard-loccasion-manquee-et-la-defaite-de-2015.html

Çeviri: İmdat Freni Çeviri Kolektifi

Keşmir, Hindistan, Pakistan: Savaş Halinin Tarihi ve Enternasyonalizm üzerine – Pierre Rousset

Bu makale, Hindistan ile Pakistan arasında Keşmir sorunu nedeniyle yaşanan son “sıcak” krizi değerlendirmeyi amaçlamaktadır. Dikkat edilmesi gereken birçok faktör var. Son olaylar, şüphesiz, 1947’de İngiliz emperyalizminin alt kıtaya dayattığı felaketli bölünmeye dayanan uzun bir askeri gerginlik ve savaşlar tarihinin parçasıdır. Ancak son dönemde, ilgili ülkeleri, jeopolitik ortamı, bölgesel su kaynaklarının yönetimini ve kullanılan silahları etkileyen derin değişiklikler yaşandı. Dolayısıyla tarihin neredeyse aynı şekilde tekerrür edeceğini varsayamayız. Belki de bize sorulan en önemli soru şudur: Ne var ne yok? Buna yanıt vermek ise öncelikle bölgedeki sol örgütlerin görevidir. Yazıyı revize etmem gerekse bile, analiz veya hipotez unsurlarını tartışma ve eleştiri için sunacağım.

1947’deki bölünme, yaklaşık 15 milyon insanı dinsel nedenlerle büyük bir zorunlu göçe zorladı. Müslümanlar, Pakistan’ın batısında (İndus Havzası’nda) ve doğusunda (Ganj Havzası’nda, 1971 bağımsızlık savaşından sonra Doğu Pakistan’ın Bangladeş olmasıyla) toplanmışlardı. Ancak bugün Hindistan’ın Haydarabad eyaletinde hâlâ çok büyük bir Müslüman nüfusu bulunmaktadır. “Müslüman” topraklarında yaşayan Hinduların çoğu o zamandan beri Hindistan’a taşındı, ama hepsi değil.

Keşmir, Britanya İmparatorluğu sınırları içinde yer alan bir Himalaya ülkesidir. Nüfusunun büyük çoğunluğu Müslümandır. 1947’deki “tamamlanmamış” bölünme ve ardından gelen Birinci Hindistan-Pakistan Savaşı ile parçalandı. Kendi kaderini tayin hakkı konusunda oylama yapılacağı vaat edildi, ama tabii ki bu hiçbir zaman gerçekleşmedi. Pakistan bugün Azad Keşmir ve Gilgit-Baltistan topraklarını işgal ediyor; Hindistan Jammu ve Keşmir ve Ladakh topraklarını; Çin Aksai Çin ve Şaksgam Vadisini.

Sürekli gerginlik ve üç savaş

Emperyalizmin “böl ve yönet” politikasının sonuçları hâlâ hissediliyor, ama esas olarak yönetici seçkinler bunları sürekli canlandırdığı için. Düşük yoğunluklu savaşın bu gizli hali, Pakistan ve Hindistan rejimleri tarafından muhalefeti dışlamak veya susturmak, ulusal birlik çağrısı yapmak (değişen başarı oranlarıyla), toplumsal sorunlardan dikkati uzaklaştırmak, askeri bütçelerin büyüklüğünü meşrulaştırmak vb. için kullanılıyor.

Üç yüksek yoğunluklu savaş yaşandı. İlki 1947-1949 yılları arasında, bölünmenin ardından. BM himayesinde Keşmir’i ikiye bölen bir kontrol hattının oluşturulmasıyla sonuçlandı (tanınan bir sınır değil). İkincisi 1965-1966’da, üçüncüsü ise 1999’da Kargil tepelerinde yaşandı ve her iki taraftan da binlerce kişi öldü. Çatışmalar çok zor şartlar altında, yüksek irtifada gerçekleşiyor.

Hindistan, Himalaya sınırında Çin ile de çatışma içinde olmasına rağmen 1974 yılında Çin’e tepki olarak nükleer silah edinmişti. Pakistan uygun teknolojiyi ithal etti ve ilk testlerini 1998 yılında gerçekleştirdi (bu teknolojiye sahip olan tek Müslüman ülkedir). Ancak, Avrupa’da olduğu gibi “dehşet dengesi” askeri çatışmalara son veremedi, durum Kore yarımadasındakinden çok farklı olsa bile, burada “kayma” riskleri göz ardı edilemez. Fransa ise, “taktik” bir silah olan tehlikeli bir duman bulutu üzerindeki araştırmalarını öne sürerek, bu silahın kullanılması fikrini siyasi olarak “normalleştirmeye” çalışıyor. Evrensel nükleer silahsızlanma birincil acil durum olmaya devam ediyor.

Mevcut krizin seyri

22 Nisan’da, dini bir silahlı grup, Keşmir’in doğu kesiminde (Hindistan işgali altında) bulunan Pahalgam’da bir saldırı gerçekleştirdi. Hindistan Pakistan’ı kınadı.

7 Mayıs’ta Yeni Delhi Sindoor Operasyonu’nu başlattı. Keşmir Kontrol Hattı’nın her iki yakasına yönelik olağan topçu ateşinin yanı sıra, uçaklar ve insansız hava araçlarıyla Pakistan topraklarındaki çok sayıda hedefi vuruyor.

Çatışma giderek tırmanıyor ve Pakistan, Hindistan’ın iç kesimlerindeki havaalanları da dahil olmak üzere hedefleri yok etmek için insansız hava araçları gönderiyor.

Her iki ülkede de medya savaşçı milliyetçiliği körüklüyor. Ancak özellikle insansız hava araçlarının yaygın kullanımının durumu değiştirdiği açık. Hindistan burjuvazisi vatanseverlik histerinin bir parçasıydı, ayıldı ve Başbakan Narendra Modi’nin ateşkesi kabul etmesini talep etti. Hindistan, uluslararası sermayeyi çekmek için Washington-Pekin anlaşmazlığını fırsata çevirmeye çalışıyor. Müslüman karşıtı ideolojinin ateşini körüklemek, ülkenin hoşgörüsüz “Hindulaştırılmasını” tamamlamayı amaçlayan BJP’nin (Modi’nin partisi) etno-milliyetçi politikaları için iyi olabilir; ancak askeri güvensizlik iş dünyası için kötüdür.

Hindistan hükümeti her zaman Pakistanlı komşusuna karşı bir üstünlük duygusu hissetmiştir. Demografi, stratejik derinlik (doğudan batıya 1.600 km), ekonomik imkânlar ve günümüzde ırkçı bir ideoloji bu hissiyatı körüklüyor. Stratejik olarak Pakistan’ın bu avantajları bulunmuyor. Ordunun gizli servislerinin Afgan Taliban’ıyla kuzeybatı sınırında uzun süredir sürdürdüğü bağların amacı, onu “dost” bir ülke haline getirmek ve böylece ona belli bir stratejik derinlik kazandırmaktı. Afgan Talibanı artık Pakistan Talibanı’nı destekleyerek onun başlıca düşmanı haline geldi.

Ancak Pakistan’ın savunması beklenenden daha etkili oldu. Pilotlarının, daha büyük komşusuna göre daha iyi eğitimli olduğu söyleniyor. Çin hava kuvvetlerine ve saldırganı çok uzaklardan vurabilecek füzelere sahip. Fransız Rafale’nin de aralarında bulunduğu beş Hint uçağının, füze karşı tedbir kabiliyetlerinin etkili olmadığı veya etkinleştirilmediği gerekçesiyle düşürüldüğü bildirildi.

Ancak İslamabad’ın sürdürülebilir bir savaş çabasını sürdürmesi mümkün değil. Ülke borç batağında ve IMF’nin yoğun baskısı altında. Her iki ülke de zaferini ilan ederken, 10 Mayıs’ta ateşkes anlaşması imzalandı ve 12’sinde ilan edildi. Bu sadece bir ateşkes, barış değil. Bu ateşkesi anlamayan BJP taraftarlarını kızdırdıktan sonra Narendra Modi, Sindoor Operasyonu’nun bitmediğini, hatta hükümetin kalıcı politikası haline geldiğini ilan etti. Böylece, özellikle Bihar eyaletinde, komşusuna ve Hindistan’ın Haydarabad eyaletindeki büyük Müslüman cemaatine karşı “Müslüman karşıtı nefreti” körüklemeye devam ederek önemli seçim olaylarına hazırlanıyor. Hıristiyanlar aynı zamanda Hindu üstünlükçülüğünün (Hindutva) taraftarı olan Hindu kökten dincilerinin de hedefidir.

Pahalgam saldırısını kim gerçekleştirdi?

Hindistan işgali altındaki Keşmir’in Pahalgam kentinde 22 Nisan’da düzenlenen ve 26 masum insanı öldüren terör saldırısını gerçekleştiren köktendinci silahlı grup kimdir? Hindistan, Leşker-i Tayyibe’yi derhal kınadı ve Leşker-i Tayyibe’nin Pakistan ordusuyla bağlantılı olması nedeniyle doğrudan İslamabad’ı suçlamasına izin verdi. Ancak bunun böyle olduğuna dair bir kanıt yok.

Hindistan rejimini desteklemeyi ve dinamik bir ulusal birliğe entegre olmayı reddederken (ki iki büyük sol parti olan Hindistan Komünist Partisi ve Marksist Komünist Partisi bunu yaptı), Hintli yoldaşlarım Pahalgam saldırısının gerçekten Pakistan servisleri tarafından emredildiğine ikna olmuş görünüyorlar. Bana garip gelen, terörist niteliği itibarıyla kesinlikle kınanması gereken bir eylemin, tamamen Keşmirli bir grup tarafından gerçekleştirilmesi ihtimalinin, hatta olasılığının bile görünüşte dikkate alınmamış olmasıdır. Ancak bu hipotez ciddiye alınmayı hak ediyor.

Bu grup, sınır çizgisinden uzakta, gelişmiş araçlar kullanmadan, gerillanın sahip olması gereken temel silahlarla (otomatik silahlar, ancak yüksek kaliteli patlayıcılar değil) ve uzun mesafeli seyahatin tehlikeli olduğu aşırı militarize bir bölgede faaliyet gösteriyordu. Jammu ve Keşmir’deki durum halk açısından hem sosyal hem de dini açıdan kötüleşmeye devam ediyor. Bölgenin “sahip olduğu” özerk statü pratikte pek bir şey ifade etmedi, ancak 2019’da yürürlükten kaldırılması, Yeni Delhi’nin önderlik ettiği sömürgeci mülksüzleştirme politikasının acımasızca sertleşmesinin habercisi oldu ve yönetimin Hindulaştırılması dinamiğini harekete geçirdi, vb. “Kayıp kişiler” o kadar çok ki, kocalarının ölü mü diri mi olduğunu bilmeyen “yarı dul” kadınlardan bahsediyoruz. Hintli yoldaşlarımın açıkça kınadığı baskıcı bir durum. Bu koşullar altında yerel bir direniş grubunun oluşmaması şaşırtıcı olurdu.

Pakistan yönetimindeki Keşmir topraklarında ise koşullar çok daha az sert.

Jammu ve Keşmir’de faaliyet gösteren terör örgütlerinin ordu ve askeri istihbarat servisleri (Inter-Service Intelligence, ISI) tarafından eğitildiği ve yönlendirildiği konusunda şüphe yoktur. Ancak son zamanlarda durum değişti. Pakistan’da konuşlanan köktendinci oluşumların önemli bir kısmının özerkleştiği ve artık kendi amaçlarının peşinde koştuğu anlaşılıyor. Afgan Talibanı ise, Pakistan Talibanı’nı (Tehreek Taliban Pakistan, TTP) destekliyor… Orduyla savaşan ve toprakların bir kısmını kontrol eden. 2021 yılında ülkeden aceleyle kaçan ABD ve yerel müttefiklerinin geride bıraktığı stoklardan aldıkları ağır silahları onlara teslim ettiler.

Pakistan uzun süre doğrudan veya dolaylı askeri rejimler altında yaşadı (bugünkü gibi, göstermelik Şehbaz Şerif hükümetiyle) ve demokratik dönemler sadece ara dönemlerdi. Ancak muhtemelen eşi benzeri görülmemiş bir rejim krizi yaşıyor. Pakistan ordusu, bir zamanlar koruması altına aldığı ve çok güçlenen ama şaşırtıcı derecede popülerliğini koruyan İmran Han’ı hapse attığından beri derin bir şekilde popülerliğini yitirdi. Üst düzey bir Pakistanlı subay, imajını düzeltmek için saldırıdan sonra övünebilir; ancak askeri kastın ardındaki ulusal birlik çağrısı, askeri tesislerin yanı sıra artık köktendinci eğitim merkezleri olmayan medreseler ve camileri de hedef alan Sindoor Harekatı saldırılarının ardından halk arasında duyulan öfke ne olursa olsun, şimdilik ölü bir mektup gibi görünüyor.

Su ve enerjinin jeopolitiği

Modi hükümetinin İndus Antlaşması’nı askıya alma kararıyla bölgesel gerginlik önemli ölçüde arttı. Pakistan için suların adil bir şekilde paylaşılması hayati önem taşıyor; özellikle ülkenin geçim kaynağı olan Pencap’taki tarımsal sulamaya katkı sağlaması gerekiyor. 1960 yılında imzalanan bu anlaşma, iki ülke arasında istikrarlı bir işbirliği mekanizması oluşturuyor ve ender rastlanacak nitelikte. Pahalgam saldırısından sonra alınan bu uzaklaştırma tam bir düşmanlık eylemidir. Bildiğimiz üzere küresel ısınmanın yaşandığı çağımızda su kaynaklarının kontrolü geçmişe oranla daha da stratejik bir konu haline geliyor.

Türkiye ve Yakın ve Ortadoğu ülkeleri, çatışmaların durdurulması için arabulucu olarak devreye girdi. Aynı zamanda Endonezya ile birlikte dünyanın en büyük Müslüman ülkelerinden biri olan ve kendilerine nükleer silah sağlama imkânı verebilecek olan Pakistan’ı da savunacaklar. Ancak asıl önemli olan iki güç ABD ve Çin’dir. Trump’ın yarın ne yapacağını kim tahmin edebilir? Geriye Pekin kalıyor.

“Pakistan Koridoru” Çin rejimi için büyük önem taşıyor; Hindistan’ı batıya atlayarak okyanusa ulaşmasını sağlıyor. Gwadar limanına giden kuzey-güney güzergahı (inşa halinde) Pakistan yönetimindeki Keşmir’den (Gilgit-Baltistan) başlıyor ve çeşitli bağımsızlık direniş hareketlerinin faaliyet gösterdiği (bazen Hindistan tarafından da destekleniyor?) ve Pakistan ordusunun sözünü esirgemediği (burada da insanlar “kayboluyor”) bir çatışma bölgesi olan Belucistan’da son buluyor. Çin’in yatırımları önemli ve silahlı kuvvetleri, Çin şirketlerinin güvenlik servislerinin koruması altında koridorun her yerinde bulunuyor. Pekin’in etkisi o kadar belirgin ki, Pakistan elitleri arasında bazı karışıklıklara yol açmış durumda, ancak bu durum tamamen bitmiş gibi görünüyor.

Bu, Modi rejiminin göz ardı edemeyeceği bir gerçektir.

Yeniyi hesaba katın, bakış açınızı değiştirin, enternasyonalist gibi davranın

Yeni şeyler düşünmemiz gerekiyor. Burada bizi ilgilendiren durumda, “yeni”nin önemli olduğu görülüyor: Hindistan’da, Hindutva’nın dışlayıcı dinamiği (Modi, eski Britanya İmparatorluğu’nun sınırlarının tamamı üzerinde hak iddia ediyor); Bölgecilik ve silahlı çatışmaların pençesindeki Pakistan’da büyük bir rejim krizi yaşanıyor; köktendinci hareketlerin coğrafyasında bir çalkantı; iklim krizinin hızlanan etkileri; bilinmeyen jeopolitik sorunların yeniden canlanması, ABD’nin içine battığı ve sonuçları küresel olacak bir başka rejim krizinin geleceğini temsil ediyor…

Her örgütün bölgesel krizin durumunu ilk başta kendi ülkesinden, kendi siyasal yönelimlerinden analiz etmesi doğaldır. Ancak analizi ilerletmek ve birlikte hareket etmek için, sınırların ötesine geçerek, krize dahil olan diğer ülkelerin (ve birlikte hareket etmek istediğimiz diğer kuruluşların) durumunu gözlemleyerek bakış açımızı değiştirme çabasını göstermeliyiz.

Bu Avrupa için de geçerlidir (Batı Avrupalılar Ukrayna savaşını Doğu Avrupa’da yaşandığı gibi görüyorlar) veya uzak bir Asya krizini anlamaya çalışan bir Avrupalı ​​için…

Enternasyonalizm, askeri bir çatışma durumunda solda yer aldığını iddia eden güçler için açıkça bir ölçüttür. Söz konusu ülkelerdeki yoldaşlarımın büyük çoğunluğu, bu dengeyi akıntıya karşı ve yoğun baskılara rağmen korumuş, ulusal birlik ve militarizme karşı tavırlarını korumuş, Keşmirlilerin kendi kaderini tayin hakkının tam olarak tanınması için çabalamış, bu, Pakistanlı, Hintli ve Çinli militanların öncelikli görevidir.

Bu kendi kaderini tayin hakkını hayata geçirmek kolay değil, özellikle de her Keşmir topraklarının onlarca yıl ayrılık deneyimi yaşamış olması göz önüne alındığında. Ancak Keşmirlilerin bu kendi kaderini tayin hakkı tanınmadığı sürece, devlet veya devlet dışı birçok yerleşik güç tarafından istismar edilen bölgesel krize kalıcı bir çözüm bulunamayacaktır.

Çeviri: İmdat Freni

Kaynak: https://internationalviewpoint.org/spip.php?article8999

Almanya’da Rosa Luxemburg Vakfı’nın 6. Sendika Konferansı Başarıyla Gerçekleştildi – MİCHAEL SANKARİ 

Rosa Luxemburg Vakfı’nın (RLS) 6. Sendika Konferansı 2-4 Mayıs 2025 tarihleri ​​arasında Berlin’de gerçekleştirildi. 3.000’den fazla katılımcıyla, sol görüşlü sendika üyelerinin on yıllardır gerçekleştirdiği en büyük buluşmaydı; giderek şiddetlenen karşı rüzgarlara karşı bir karşı güç örgütleme iradesinin etkileyici bir göstergesiydi.

Katılım o kadar fazlaydı ki salonlar tamamen doluydu. Ancak katılımcıların çoğu bu organizasyon kusurunu sabırla ve iyi niyetle karşıladı. Ortam sıcak olsa da herkes daha zor günlerin bizi beklediğinin farkındaydı; bunun tek nedeni yeni hükümet değildi.

Sadece bir buluşmadan daha fazlası

Bu konferans, sendika emekçilerinin bir araya gelmesinden çok daha fazlasıydı. Siyasi bir mesaj gönderdi: Taban canlı, örgütleniyor ve toplu sözleşmelerin içeriğinin ve bunların yenilenmesi etrafındaki mücadelelerin ötesine geçen sorular soruyor. Etkisi geleneksel Sol Parti tabanının ötesine geçti ve sendikalarda aktif olan çok sayıda insanı kendine çekti; partiye yakın olsunlar ya da olmasınlar, örgütlü olsunlar ya da olmasınlar.

Göçten etkilenen iş dünyası aktivistleri ve sendikal hareketin çeşitli kesimlerinden gelen mücadeleler, önceki konferanslara göre daha da görünür hale geldi. Platform, sendika liderlerinin ve resmi çevrelerin önde gelen temsilcileri tarafından değil, Tesla, Charité Tesis Yönetimi (CFM), perakende sektörü ve diğerlerinden şirket anlaşmazlıklarına karışan meslektaşları tarafından domine ediliyordu.

Umut ve endişe arasında

Ortam heyecan verici, neredeyse coşkuluydu; umut, yenilenme ve mücadele duygusunun bir karışımıydı; aynı zamanda her zamankinden daha ciddi ve endişeliydi; mevcut duruma uygundu. Özellikle mücadeleci konuşmalara sık sık alkışlar, sloganlar, tezahüratlar ve hatta gözyaşları eşlik etti. İşçilerin maruz kaldığı aşağılanma ve kötü muamelenin toplumda sıradanlaştığı bir dönemde, saygı ve onur özlemi duyuluyordu.

Kenarlarda ise her zamanki gibi abartılar ve eleştiriler vardı. Bazı mezhepçi gruplar kendilerini talihsiz bir şekilde ortaya koydular: Die Linke’ye yönelik “eleştirileri” -örneğin, “sadece AfD’nin hâlâ bir barış partisi olduğu” iddiası- birçok kişide anlaşılmazlığa yol açtı. Hem analitik açıdan hatalı hem de etkisi tehlikeli olabilecek bir abartı. Bir şey netleşti: Anti-militarist mücadelenin ayrıştırıcı değil, birleştirici bir temele ihtiyacı var.

Ve konferans tam da bunu öneriyordu, bu konuda da: Filistin’le ve Almanya’daki dayanışma hareketiyle dayanışma göstermekten çekinmemek. Tam tersine, hiç kimse bugün sendikal hareketin uluslararası dayanışmanın en gelişmiş ifadesi olduğunu tartışmayacaktır.

Bu konferansın gerçekleştirilmesinde sol kanadın önemli katkıları bulunan aygıtların rolü daha eleştirel bir şekilde incelenmeyi hak ediyor. Çünkü sendika bürokrasisinin tam da bu kesimi, sendika yapılarını dönüştürmeye yönelik her türlü harekete karşı her zaman açıkça düşmanca olmasa da temel bir şüphecilikle yaklaşmaktadır.

Oryantasyon ve hedefler

Konferansın teması “daha fazla çatışmaya, daha fazla demokrasiye, daha fazla siyasete doğru ilerlemek” idi ve pek çok tartışmanın odağında tam da bu çizgi vardı. Merkezi temalardan biri şuydu: Bu konferansların mevcut formatı sendikaların derin bir şekilde siyasallaşmasını teşvik etmeye yeterli mi?

Açık olan şeylerden biri de sendikanın nasıl örgütlendiğinin her şeyden çok daha fazla fark yarattığıdır. Şirket içi fiyat mücadeleleri ve toplu sözleşmelerin yenilenmesiyle sınırlı örgütlenme yöntemleri yeterli değildir. Şirket içindeki günlük işlerle toplumun siyasallaşması arasında stratejik bir bağ kurulmalı; vekaleten siyaset yapılmadan, tek seferlik olaylar yaratılmadan. İşte bu bağlamda “görünmez arka plan çalışması” (” Kleinarbeit “) kavramı anahtar sözcük haline geldi. Propagandanın bittiği, örgütlenmenin başladığı an. Sözde “ilerici” çevrelere odaklanmak yerine “kitlelere” yönelmek. Çatışma kültürünü gizli ama sürekli bir biçimde geliştirmek. Gürültü yapmadan, reklam peşinde koşmadan – ama her gerçek hareketin merkezine çatışmayı koyarak. Bu konu üzerinde özel bir düşüncenin geliştirilmesi gerekmektedir.

Uygulama teoriyle buluştuğunda: stratejik öğrenme alanları

Labor Notes (ABD) ‘dan Keith Brown ile birlikte organize edilen ve Violetta Bock liderliğindeki çalıştay , siyasi eğitimin pratik ölçütlere bağlanmasının güzel bir örneğiydi. 200’ü aşkın katılımcıyla konferansın en çok katılım alan etkinliklerinden biri oldu.

Karışım mükemmeldi: ABD’deki örgütlenme pratiklerine dair örnekler , Trump’a karşı mücadele ve sendika kırma konusunda detaylı bilgiler  ve aynı zamanda kişinin kendi işyerinde örgütlenmesi için araçlar. Birçok kişi atölyeden şu duyguyla ayrıldı: Yarın başlayabilirim.

Hatta IGBCE (Kimya-Enerji-Maden) sendikasının bile ekiplerine yeni bir canlılık kazandırmak için örgütlenmeyi keşfetmesi, bu yaklaşımların artık sendikal yenilenmenin ne kadar merkezinde yer aldığını gösteriyor.

Yeniden silahlanmayla barış olmaz

Kapanış oturumunda yeniden silahlanmaya ve savaş endüstrisine karşı net bir duruş sergilenirken, yönetimin uyum sağlama çizgisine karşı mücadele etmek için önümüzdeki sendika kongrelerinde birleşme çağrısı yapıldı. Bu mücadeleye kaç meslektaşımızın katılacağını bilmek için henüz çok erken. Ama çağrı yapıldı.

Konferansın eş organizatörü Fanny Zeise, sendika yenilenmesinin üç temel unsurunu belirledi: “Çatışmaya daha fazla açıklık, daha fazla demokrasi ve daha fazla siyaset – neoliberalizmin giderek artan karşı rüzgarının bizden talep ettiği şey budur.”

Fanny, cumartesi akşamı yaptığı konuşmada, gelecekteki federal hükümetin mevcut sorunlara değinmediğini söyledi. Tam tersine, 100 yıl önce zorlu mücadelelerle kazanılan sekiz saatlik işgününe saldırıyor. Söz konusu olan, halkla ve özellikle işçilerin greve hazır olduğu işyerlerinde direniş oluşturmaktır.

Teşvikten daha fazlası: stratejik bir an

6. Sendika kongresi sadece cesaretlendirme toplantısı değildi. Bu, durağan kalmayıp çatışmayı, siyasi netliği ve insanları bir araya getirmek için nasıl örgütleneceğini yeniden düşünmek isteyen bir hareket için bir dayanak noktası, hatta belki de bir dönüm noktasıydı. Böylece Rosa Luxemburg Vakfı sadece alan sağlamakla kalmamış, aynı zamanda umut ediyoruz ki sol görüşlü sendikal hareketin gelecekte güvenebileceği sürdürülebilir bir yapıyı da güçlendirmiştir.

6 Mayıs 2025

Suriye: “Esad Düştü ama Devrim Kazanmadı” – Yasin el-Hac Salih

Esad rejiminin devrilmesiyle Suriye devrimi zafere ulaştı mı? Aralık 2024’ten bu yana tanık olduğumuz şey, uzun ve dolambaçlı bir yol olsa da, başarılı bir devrim mi?

Bu soru kavramsal olarak önemlidir, çünkü Suriye’de devrimin başlangıcından rejimin çöküşüne kadar geçen yaklaşık on dört yılın derinlemesine anlaşılmasını gerektirir. Siyasi bir ağırlığı da var, zira verilecek cevap kamuoyunun Suriye’nin mevcut gerçekliğine ve Esad sonrası geleceğine nasıl yaklaşacağını belirleyecek.

Yakında detaylı bir anlayışın ortaya çıkması pek mümkün görünmüyor: Bu on dört yılın tarihi, onlarca yıl boyunca tekrar tekrar yazılacak. Ancak siyasi tartışma sadece mümkün değil, aynı zamanda neslimizin tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir dönüm noktasıyla karşı karşıya olduğumuz bu dönemde düşüncelerimizi netleştirmek için gereklidir.

Bu satırların yazarı için bu sorunun kişisel bir boyutu var. Suriye devriminin başarısız olduğunu ve Suriye demokratlarının siyasi vizyonlarını bu ayıklatıcı gerçeğe dayandırmaları gerektiğini defalarca dile getirdim.

Rejimin yıkılması ve yıllar süren melankoliden sonra gelen sevinç patlaması, kimilerine göre benim yanıldığımı kanıtladı ve bazı arkadaşlarım da bu görüşü dile getirdiler. Ama o sırada ne argümanlarım ne de pozisyonumu savunacak enerjim olmasına rağmen şüpheci kalmaya devam ettim.

Aşağıda bu yönde ilk girişim yer almaktadır.

Kazananlar var!

Belki de Esad rejimi ancak bu şekilde düşebilirdi: ideolojik olarak tutarlı, savaşta sertleşmiş Sünni İslamcı güçlerin oluşturduğu bir koalisyonun elinde, elverişli bölgesel ve uluslararası bağlamın da desteğiyle. Ancak devrimi izleyen yılların çetrefilli seyri, Mart 2011 ile Aralık 2024 arasında asgari düzeyde bile olsa homojen bir sürekliliğin var olduğu varsayımını sorgulatıyor.

Başlangıçta barışçıl, daha sonra 2012 ortalarına kadar karma (barışçıl ve silahlı) bir Suriye-Suriye çatışması olarak başlayan süreç, giderek artan bölgesel çıkarlar, özellikle İran ve bazı Körfez ülkelerini de içine alan bir Sünni-Şii çatışmasına dönüştü. Bu aşama, Eylül 2013’teki ABD-Rusya kimyasal silah anlaşmasına kadar devam etti [ABD Dışişleri Bakanı John Kerry ile Rus mevkidaşı Sergey Lavrov arasında Suriye’deki kimyasal silahların “2014’e kadar” ortadan kaldırılmasına ilişkin anlaşma!], bu anlaşma uzaktan bir uluslararasılaşmanın başlangıcını işaret etti ve ardından doğrudan askeri müdahaleler izledi: ABD’nin 2014’te, Rusya’nın 2015’te ve Türkiye’nin 2016’da müdahaleleri.

Suriyeli devrimcilerin kontrolü yavaş yavaş elinden kayıp gittikçe, devrim, giderek artan bir şekilde devrimci olmayan çatışmaların (mezhepsel ve bölgesel) altında gömüldü ve sonunda “teröre karşı savaş” olarak yeniden markalandı; bu da Esad rejiminin fiilen itibarını yeniden tesis etti.

2016’dan bu yana geçen yıllar devrimden uzak, sefalet ve parçalanmayla geçti. Bunlar devrimin yenilgisini, devrim içindeki mezhepçi güçlerin hakimiyetini, Özgür Suriye Ordusu’nun [29 Temmuz 2011’de kurulan ve 2013’te dönüşüm geçiren isyancı grupların bir araya gelmesiyle oluşan ÖSO] tamamen çöküşünü ve siyasi muhalefetin Türkiye’ye tabi kılınmasını simgeliyordu.

Bu dönemde, giderek artan ulusal parçalanma ortamında İdlib’de “Sünni bir oluşumun” ortaya çıkışı da yaşandı. Bu yapı içindeki egemen güçler, Sünni toplumların sistematik şiddet, katliamlar ve kendilerine karşı kimyasal silahların ve varil bombalarının ayrımcı kullanımı deneyimlerinin körüklediği radikalleşme, militarizasyon ve mezhepçileşme gibi içsel süreçler tarafından ancak kısmen şekillendirilebildi. Ancak bu güçler, Suriye devriminden yıllar önce Irak’ta kök salmış olan küreselleşmiş, toplum karşıtı İslamcı nihilizmin bir sonucuydu.

Şu anda iktidarda olan kesim (Heyet Tahrir el-Şam-HTŞ), Suriye devriminin ilk aşamalarında hiçbir rol oynamamıştır ve Suriye toplumundan gelmemektedir. Geçici başkanı, Irak’ta çeşitli takma adlar altında faaliyet gösteren eski bir cihatçıdır ve eğitim yıllarını Amerikalılara ve Irak’ın yeni Şii hükümetine karşı savaşarak geçirmiştir. Yıllarca az tanınan bu isim, Suriye’deki Selefi cihatçı grup Nusra Cephesi’nin liderliğini yaptı.

2011 devrimine, onun sembollerine ve ulusal oluşumuna söz ve eylemde düşman olan grubu gibi o da, Arap Baharı bağlamında halk intifadası olarak başlayan Suriye ayaklanmasının dinamiklerinden ziyade, hem toplumlarımızı (toplumsal örgütlerimizi) hem de genel olarak dünyayı reddeden vahşi ve ulusaşırı bir nihilizmde kök salmıştı. Aksine, muhalifliğe meyilli, fikirleri ve modeli geniş bir toplumsal veya siyasal çoğunluğun temeli olarak hizmet edemeyen ve yapısı itibarıyla milliyetçilikle, demokrasiyle, Suriye tarihiyle ve hatta Suriye toplumu kavramıyla veya herhangi bir modern siyasal düzenle tamamen çelişen seçkinci ve komplocu bir azınlığa aittir.

Bu nedenle nihilisttir; yalnızca siyasi sistemi kökten reddettiği için değil, aynı zamanda kolektif siyasi varoluşun temellerini de inkar ettiği için.

Zamanla Hayat Tahrir el-Şam (HTŞ), IŞİD’in benimsemeye devam ettiği aşırı nihilizmden uzaklaştı. Yavaş yavaş Suriye devriminin dilini benimsedi ve bayrağını reddetmekten vazgeçti, ancak açıkça Sünni üstünlükçü bir konumdan hareket etmeye devam etti.

Rejimi deviren koalisyon HTC’nin yanı sıra – “Saldırganlığın Caydırılması Harekatı” [27 Kasım 2024’te başlatıldı] – resmi bir nedeni olmayan ve öncelikle Afrin Kürtlerine karşı [özellikle Ocak 2018’de], ancak aynı zamanda kontrolleri altındaki tüm Kuzey Suriye halkına karşı uzun bir suistimal geçmişi olan isyancı ve yolsuz grupları da içeriyordu ve etkili bir şekilde Türkiye’nin vekilleri olarak hareket ediyorlardı.

Bu bağlamda, Esad rejiminin düşmesi, Saydnaya hapishanesinin derinliklerinden ve Esad’ın güvenlik servislerinden çıkanlar gibi, küllerinden yeniden doğan devrim için hâlâ bir zafer olarak değerlendirilebilir mi?

Çöküş, Suriye genelinde yaygın ve haklı bir sevince yol açtı; bu sevinç, katliam, misilleme veya yıkım korkusunun olmamasıyla beslendi. Bu sevinç, rejimin sonunun barış getireceği, Batı’nın uyguladığı yaptırımların kaldırılacağı ve ekonomik toparlanmanın başlayacağı yönündeki umutlarla daha da arttı.

Ancak bu zaferi kutlayanların birçoğu kendini zafer kazanmış hissetmiyor. Rejimin düşüşü 2011 devriminin zaferinden çok, sözde “Sünni oluşumun” zaferi olarak görülüyor.

Devrimden sonra yıllarca katliam, yerinden edilme ve yoksulluk yaşayan bu grup, güçlü bir kurban olma duygusu ve intikam alma arzusu geliştirdi. Bu dürtüler, Esad sonrası döneme uygun olmayıp, ayrımcılığı, aşırılığı ve mantıksızlığı körükleme olasılığı daha yüksektir.

Bu tepkiler, rejim güçlerinin kalıntılarının sınırlı bir isyanı sonrasında geçen mart ayında kıyıda çok sayıda barışçıl Aleviyi hedef alan soykırımsal şiddet biçiminde patlak verdi. 6 Mart’ta eski askerler ve Esad yanlısı milisler tarafından bir saldırı başlatıldı. Rejimin güvenlik güçleri karşılık veriyor ve iç ve dış gruplar sivil halkı acımasızca bastırıyor ve katlediyor.

Esad ile yaşanan çatışmanın Sünni toplumda derin köklere sahip olmaması durumunda uzun sürmeyeceğini ve rejimin devrilmesine yol açmayacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak bu, çatışmanın artık siyasal ve kurumsal gerçekliklerde şekillenen mezhepsel ve dışlayıcı bir yörüngeye doğru derin bir şekilde kaydığı gerçeğini ortadan kaldırmıyor…

Ama devrim değil!

Bu düşüncelerimi, şu merkezi soruyu daha iyi anlayabilmek için ileri sürüyorum: 2011 devrimi, 2024 sonunda rejimin düşmesiyle zafere ulaşmış mıdır?

Hazır iki cevap hakimdir. Birincisi, esas olarak sözde “Sünni oluşum”un parçası olanlar veya devrimi ulusal kurtuluş hareketinden ziyade bir Sünni darbesi olarak görenler tarafından dile getirilen, evet, devrimin açıkça zafer kazandığı iddiasıdır.

İkincisi ise bu iddiayı reddederek, ortaya çıkan sonucun İslamcıların silahlı bir ele geçirmesi olduğunu ve Suriye’nin artık BM ve büyük güçler tarafından terörist olarak kabul edilen aşırılıkçıların boyunduruğu altında olduğunu ileri sürüyor. Yeni rejimin devrilmesini açıkça talep etsin veya etmesin, mantığı bu noktaya varıyor.

Bu görüşü paylaşanlar Esad’ın düşüşüne üzülmüyor olabilirler (bazıları üzülüyor), ama bundan mutlu da değiller. Aşağıda, Esad’ın düşüşünün gerçekte neyi temsil ettiğine dair daha ayrıntılı ve daha az kutuplaşmış bir anlayışa doğru ilerleme girişimi yer almaktadır.

Bu tutumumuzu bir kez daha vurgulamak gerekirse, Esad rejiminin devrilmesi gerçekten de tarihi bir olaydır. Bu kişisel bir görüş değildir. Bu rejim, Saydnaya Hapishanesi ve onun geniş güvenlik aygıtından da anlaşılacağı üzere, nihai çöküşüne kadar kan bağları ve yolsuzlukla tanımlandı. Bu rejim çok uzun süredir iktidarda, kendi halkının kanını döktü, mallarına el koydu, mezhepçiliği güçlendirdi ve ulusal egemenliği yabancı [İran ve Rusya] koruması karşılığında takas etti; bu da Suriye’nin topraklarına, toplumuna ve kaynaklarına zarar verdi.

Biraz eski moda bir deyimle, devrilmesi gereken, ulusal olmayan bir rejimdi; ulusal ihanet rejimiydi. Bundan sonra ne olursa olsun, Suriye’nin hayatta kalma şansına sahip olabilmesi için tarihinin bu kanlı ve durgun sayfasını acilen kapatması gerektiği gerçeğini değiştirmeyecektir.

Olayın büyüklüğünü abartmak mümkün değil. Bu, toplumu, düşünceyi, kolektif kimliği hiçbir şeyden esirgemeyen tektonik bir altüst oluş. İttifaklar ve rekabetler yeniden çiziliyor, yeni kutuplaşmalar ortaya çıkıyor ve insanlar, olup biteni idrak edemeden, sanki büyük bir depremin artçı şoklarına yakalanmış gibi her yöne çekiliyorlar.

Jeolojik bir felaketle yapılan bu karşılaştırmanın Suriyelilerin aktif rolünü inkar etmek anlamına gelmediği açıktır. Bunun yerine, yaşananların ham gücünü ve bu gücün Suriyelilerin eylemlerini nasıl şekillendirdiğini, onları şu anki an kadar değişken ve istikrarsız hale getirdiğini aktarmaya çalışıyor. Ve bu herkesi krize sürükler.

Bugün hiçbir Suriyeli, özellikle de kamusal alanda görev alan herkes, bu krizden muaf değil ve dünyamızdaki bu büyük ve beklenmedik değişime duyarsız değil. Kazananlar da dahil.

Verimli ama bir o kadar da kafa karıştırıcı bir geçiş döneminde yaşıyoruz. Bu dönem, başka hiçbir şeye yer bırakmasa bile, düşünmeyi gerektiriyor. Akışkan bir halde yaşıyoruz, biçimsiz ve hâlâ şekil verilebilir bir durumdayız; nihai yapılanması en azından kısmen bize bağlı. Arada kalmış bir durumda olmanın anlamı budur: Şeylerin, bireylerin ve fikirlerin tarihsel bir geçiş içinde var olduğu, eski dünyanın her geçen gün daha da kaybolduğu, yenisinin ise şekil almaya çalıştığı bir kaos dönemi. Analizimizin hali de budur: ara, geçici ve büyük ölçüde deneysel, bir dil bulmaya çalışan ve bu mücadelede tökezleyen, biçimsiz gerçekliklerden ve tutarsızlığa gömülme tehlikesiyle karşı karşıya olan.

Olayın boyutu bir yana; Devrimin zafer kazandığını iddia etmek başka bir şeydir. Rejimi devirmek Suriye devriminin temel hedeflerinden biriydi; ancak bu, kendi başına bir amaç değil, daha yüksek amaçlara ulaşmanın bir aracıydı.

Devrim, eşitlik, onur, hukukun üstünlüğü temelinde, mezhepçilikten ve işkenceden uzak, yeni ve özgür bir Suriye inşa etmeyi amaçlıyordu. Bu anlamda hayır, devrim zafer kazanmadı. Ve Esad’ın devrilmesinden aylar geçmesine rağmen, bir zamanlar onu tanımlayan hedeflere yaklaştığımıza dair hiçbir işaret yok.

2011 devrimi başarısız oldu. İster 2012 ortalarında, ister 2013 baharında, isterse daha hoşgörülü bir ifadeyle rejim ve müttefiklerinin 2016 sonlarında Doğu Halep’in kontrolünü yeniden ele geçirmesiyle çökmüş olsun. Rejimin çöküşü tamamen farklı bir boyuttadır: inkar edilemez bir şekilde tarihi bir olaydır, ancak devrim için bir zafer teşkil etmez. İkisi arasındaki uçurum çok büyük, kapatılamaz.

2011’den 2024 Aralık ayına kadar süren Suriye çatışması, bir kısmı Suriyeli olmak üzere birçok gücün yer aldığı, ancak en güçlüleri de dahil olmak üzere çoğunluğun Suriyeli olmadığı bir mücadeleydi.

Rejimin düşmesiyle bu çatışma sona mı erdi? Umut buydu, zira rejimin çöküşü büyük ölçüde Suriye’nin zaferiydi.

Ancak bunun tam tersine işaretler de var: Alevilere yönelik katliamlar, süregelen intikam eylemleri, güvenlik kaosu ve egemen kesimin iktidarı tekeline alma konusundaki dizginsiz arzusu, çatışmanın hâlâ çok canlı olduğunu gösteriyor.

Başka bir nihilizm

Yazar, yukarıdakiler ışığında, taraftarlarıyla pek az ortak görüş paylaşmasına rağmen, “Devrim zafer kazandı mı?” sorusuna verilen ikinci olumsuz cevaba daha yakın görünüyor.

Özellikle, “teröristler” ve “aşırılıkçılar” hakkındaki söylemlerde sıklıkla ima edilen, yeni iktidar düzeninin artık her ne pahasına olursa olsun devrilmesi gerektiği iddiasından uzaklaşıyor. Bu, “terörizm” ve “aşırılıkçılık” gibi terimlerin rahatsız edici bir şekilde yanlış kullanıldığını, ahlaki, yasal ve kavramsal temellerinden arındırıldığını ve belirli gruplar için basit etiketlere indirgendiğini gösteriyor; bu etiketler genellikle kendileri aşırı, hatta nihilist olan bağlamlarda kullanılıyor.

Doğru bir şekilde tanımlandığında, “terörizm”, siyasi hedeflere ulaşmak için sivilleri hedef almaktır; bu tanım, bu tür eylemlerin dünyadaki önde gelen failleri arasında, örneğin ABD, İsrail ve artık dağılmış olan Esad rejimini en sık kullanan ülkeler arasına yerleştirir.

Bu terim mezhepsel amaçlar için de kolaylıkla kötüye kullanılabiliyor, örtülü olarak yalnızca silahlı Sünni İslamcılar için kullanılıyor. “Aşırılık” da benzer şekilde işliyor: Artık müzakere, uzlaşma veya bir arada yaşamanın reddini değil, sadece belli ideolojik oluşumları ifade ediyor: İslamcı ve daha önce Filistin milliyetçisi.

Bu ne devrimin dilidir, ne eleştirel düşüncenin, ne de demokratik siyasetin. Çağdışı, seçkinci ve otoriterdir, ayrımcılık ve ırkçılıkla doludur ve her türlü özgürleştirici potansiyelden yoksundur. Daha da kötüsü, sıklıkla yalnızca siyasi hareketleri veya ideolojileri değil, tüm toplulukları hedef alan düşmanca ve öfke dolu söylemlerde, sözlü ve duygusal şiddette ortaya çıkıyor.

Bu şekilde konuşanlar devrim çağrısı yapmıyor, devrimin gerçekleşmesi için çalışmıyor, demokratik mücadeleyi farklı bir bağlamda yenilemiyor.

Bir politikanın ayırt edilebilmesi, miras alınan bölünmelerin patlayıcı potansiyeline ve mevcut düzeni devirmek için uluslararası destek umuduna dayanmaktadır.

Bu tutumda, 2012’de Suriye’de ortaya çıkan İslami nihilizme çarpıcı biçimde benzeyen, son derece nihilist bir şey var: Gerçekliğin öfkeyle reddedilmesi, sonuçlara kayıtsız kalınması ve tıpkı cihatçıların çağdaş toplumumuzdaki insanlığa duydukları aşağılama gibi, toplumun kendisine karşı bir düşmanlıktan kaynaklanması.

Bu ikili düşmanlığa dayanan bir politika, doğası gereği aşırılıkçıdır. Siyaseti, pazarlığı ve uzlaşmayı reddeder, etrafında önemli bir toplumsal veya siyasal çoğunluk oluşmasını imkânsız kılar.

Aşırılık karşıtı, siyaset yanlısı

Suriye’nin şiddetten, provokasyonlardan ve dayatılan gündemlerden uzak, sakin bir geçiş sürecine ihtiyacı var. Bu, nefes almamız, kamu hizmetlerini yeniden sağlamamız, yaptırımları kaldırmamız, yerinden edilmiş kişilerin büyük ölçekte geri dönmesine izin vermemiz ve kayıpların akıbetini ortaya çıkarma çabalarını ilerletmemiz gereken bir an olmalı.

Bu geçiş, Şam’ın önemli tavizler sunduğu, ulusal birliği koruyan ve dış müdahaleleri azaltan yerel yönetim biçimlerini veya “özyönetim”i desteklediği, benzersiz durumlara sahip bölgeler için siyasi anlaşmalar yapılmasını da gerektiriyor.

Bölgesel veya uluslararası güçlerin desteğine bağlı kalacak bir güç politikası izlemektense, Suriye’nin yerel ve etnik topluluklarına (Dürziler, Kürtler, Aleviler) taviz vermek daha iyidir.

Bugün hem içeride hem dışarıda pasifize etmek doğru bir yaklaşımdır. Suriye toplumunun ılımlılaşmaya doğru evrilmesi ve kamusal aktörlerin yeniden toparlanıp, kendilerine yeni bir yön vermeleri için en uygun koşulları sunmaktadır. Esad döneminde Suriye’yi yerle bir eden güç siyaseti bugün ona hiçbir fayda sağlamayacaktır.

Bazıları sorabilir: Neden bekleyelim? Neden eski liderlere yaptığımız gibi yeni liderlere de karşı çıkmıyoruz? Cevap hem dikkatli olmakta hem de gerçekçi olmakta yatıyor. Böyle bir politika, bazı kesimlerin güvendiği topluluklar arasında bile çok az toplumsal desteğe sahiptir. Ne Cezire Kürtleri, ne Süveys Dürzileri, hatta ne de Aleviler -katliamlara rağmen- bugün devrim veya silahlı ayaklanma peşinde değiller.

Tam tersine, genel talep daha çoğulcu, daha temsili ve daha ademi merkeziyetçi, gerçek anlamda adil ve özgürleştirici bir sistemdir ve bu da şimdilik siyasi araçlarla gerçekleştirilmektedir.

Bu değişebilir mi? Arap olmayan Sünni gruplardan ve muhafazakâr olmayan bazı Arap Sünnilerden devrimci bir koalisyon çıkabilir mi? Ancak mevcut iktidar aşırılığa doğru yönelirse, yani siyasi çözümleri reddederse böyle bir yörünge ortaya çıkmaya başlayabilir. Ya da matematiksel olarak ifade etmek gerekirse: Liderlerin aşırılıkları, aşırı politikalarının süresiyle çarpıldığında, sonunda yeni bir devrimci koalisyon ortaya çıkabilir.

Ancak böyle bir koalisyon, aşırıcılığa karşı koyabilecek, ortak bir kamu davası inşa edebilecek, hegemonya savaşını kazanabilecek, bugün mevcut yönetimi eleştirenler arasında yaygın olan dışlayıcı ve yüceltici söylemin aksine, ılımlılığa ve kapsayıcılığa doğru ilerleyebilecek bir güç olarak görülmelidir.

Aslında mevcut hükümet yapısı içerisinde iki tür aşırılıkçı eğilim görüyoruz. Birincisi, medyanın ilgisini çeken ve toplumsal korku yaratan aşırı Selefi veya cihatçı dürtüler veya her ikisi de var, ancak bunlar en tehlikeli olanlar değil. İkincisi, Anayasa Beyannamesi’nde ve hükümetin kuruluşunda somutlaşan, iktidarı tepedeki küçük bir grubun elinde toplama arzusundan kaynaklandığı görülen aşırı merkeziyetçi eğilimler var. Bu merkeziyetçi eğilimler, Selefilerin ve cihatçıların dağınık aşırılıkçılığından daha az dikkat çekicidir, ancak uzun vadede daha tehlikelidir.

Bir sorunu çözmek yerine, yeni bir sorun yaratılmıştır: Anayasa Bildirgesi ve hükümetin kurulmasıyla güvence altına alınmaya çalışılan kurumsal istikrar, ülkenin toplumsal ve coğrafi parçalanmışlığı göz önüne alındığında sürdürülebilir değildir. Kurumsal istikrara yönelik çabaların bu toplumsal ve coğrafi sorunların çözümünden önce değil, çözüm sonrasında gelmesi gerekirdi.

Ahmed el-Şara ve ekibi bunu yaparken arabayı atın önüne koydu. Suriye için çok dar, hiç kimseye hitap etmeyen, hatta reddedilmesi gereken bir elbise dikmişler.

Bu sorunun nasıl çözüleceğini kimse bilmiyor. Bir yandan Dürzilerin veya Kürtlerin mevcut kurumsal çerçeveyi kabul etmeleri düşünülemez. Öte yandan, zorla dayatılan bir çözüm imkânsız (ve elbette istenmeyen bir seçenek olarak) görünüyor.

Bugün en uygun yol, mevcut bölünmüşlükleri aşmak, Suriye tarihine damgasını vuran boğucu merkeziyetçilikten kurtulmak ve Suriye toplumunun gerçek çoğulculuğuna esnek bir şekilde yanıt vermek amacıyla, özellikle Anayasa Bildirgesi, hükümet ve askeri eğitim süreçleri olmak üzere mevcut devletin ciddi ve müzakereli bir yeniden yapılandırılmasına girişmektir.

Bu, iki-üç adım geriye gitmek, geçen mart ayından önceki duruma dönmek, böylece daha sağlam bir şekilde ilerlemek anlamına geliyor. Kamu kurumlarının oluşumuna siyasi çözümlerle öncülük etmek en doğrusudur, tersi değil.

Siyaset, müzakereleri, uzlaşmaları, alışverişi, orta yolu ve ortaya çıkan fikir birliğini desteklemek için oluşturulmuş kurumları içerir.

Ama siyasete kapı kapanırsa, devrime kapı açılır, bir süre sonra bile olsa. Ve hiç kimse bu kuralın başkaları için geçerli olup, kendisi için geçerli olmadığı yanılgısına kapılmamalıdır.

(30 Nisan 2025’te aljumhuriya.net sitesinde yayımlanan makale)

Yasin el-Hac Salih , 1980’den 1996’ya kadar 16 yılını Suriye’deki Hafız Esad diktatörlüğünün zindanlarında geçirdi. Suriye devrimi, hapishane, işkence ve rejimin soykırım şiddetini konu alan birçok kitabın yazarıdır; bunlar arasında The Impossible Revolution: Making Sense of the Syrian Tragedy (Hurst, Londra, 2017) yer almaktadır. Al-Jumhuriya’nın kurucularından ve yayın kurulu üyesidir .

Kaynak: https://alencontre.org/moyenorient/syrie/syrie-assad-est-tombe-mais-la-revolution-na-pas-gagne.html

Çeviri: İmdat Freni

“Önce Amerika” ve Uluslararası İlişkilerdeki Büyük Çalkantı – Gilbert Achcar

MAGA olarak bilinen ABD’li neofaşist hareket tarafından benimsenen “Önce Amerika” mantığı, uluslararası ilişkilerin ekonomik tarihine aşina olmayanlara rasyonel görünebilir. Trump ve yandaşlarına göre Amerika, müttefiklerini ve özellikle bunların arasındaki zengin ülkeleri, yani jeopolitik Batı’yı (bilhassa Avrupa ve Japonya) ve Körfez Arap petrol devletlerini korumak için yüklü miktarda para harcadı. Şimdi onlar için borçlarını ödeme zamanı: Tüm bu ülkeler, ABD’deki yatırımlarını çoğaltarak ve satın alımlarını artırarak borçlarını ödemeli; özellikle de silah alımlarını artırarak (Trump’ın Avrupalıları askeri harcamalarını artırmaları yönünde baskılamasından esas kastettiği budur). Tüm bunlar neofaşist ideolojiyi karakterize eden milliyetçi fanatizmle tutarlı olan ticari mantık içinde doğallığında yer alır (bkz. “Neofaşizm Çağı ve Ayırt Edici Özellikleri).

Bu bakış açısına göre ABD’nin askeri harcamaları – sadece Amerika’nın müttefiklerininkini değil, bir noktada dünyadaki diğer tüm ülkelerin toplam askeri harcamalarına eşit seviyeye ulaşmış – başkalarının yararına büyük bir fedakârlık olmuştur. Aynı mantığa göre ABD’nin ticari dengesindeki büyük açık, diğer ülkelerin ABD’nin iyi niyetini sömürmesinin bir sonucudur ve bu yüzden Trump, ABD’ye ithal ettiğinden fazla ihracat yapan tüm ülkelere gümrük vergileri uygulayarak bu açığı azaltmak istiyor. Bunu yaparak, zenginler ve büyük şirketler lehine uyguladığı vergi indirimleriyle kendisinin neden olduğu federal gelirdeki azalışı da telafi etmeyi hedefliyor.

Ancak tarihsel gerçek, olayların bu basite indirgenmiş tasvirinden çok farklı. Birincisi, II. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’nin askeri harcamaları, o zamandan beri “devamlı savaş ekonomisi”ne dayanan Amerikan kapitalist ekonomisinin belirli dinamiklerinde önemli bir faktördü ve bugün de öyle olmaya devam ediyor (Bu, The New Cold War: The United States, Russia, and China, from Kosovo to Ukraine, UK edition, US edition, 2023 adlı kitabımda ayrıntılı olarak açıklanmıştır). Askeri harcamalar ilk olarak Amerikan ekonomisinin gidişatını düzenlemede ve ikinci olarak teknolojik araştırma ve geliştirmeyi finanse etmede önemli rol oynamıştır ve oynamaya devam etmektedir (Bunun rolü, geleneksel endüstrilerinin göreceli düşüşünden sonra ABD’yi teknolojik açıdan ön sıralara geri getiren bilgi işlem teknolojileri devriminde belirgindi).

İkincisi, ABD’nin Avrupa, Japonya ve Arap Körfez ülkelerine sağladığı askeri koruma, feodal benzeri bir ilişkinin parçasıydı; söz konusu ülkelerin Amerikalı hükümdarın münhasır idaresindeki askeri ağına katılımlarının yanı sıra, onlara aynı zamanda büyük ekonomik ayrıcalıklar sağlıyordu. Hakikat, Trump ve yandaşlarının, ABD’nin müttefikleriyle ilişkisinin müttefiklerin ABD’yi sömürmesine dayandığı şeklindeki tasviriyle tamamen çelişiyor. Gerçek bunun tam tersi. Washington müttefiklerine, bilhassa zengin olanlarına, onları sömürmesine imkân kılan ekonomik bir örüntü dayattı; özellikle doları uluslararası bir para birimi olarak dayatarak; böylece o ülkeler ABD’nin ticari dengesi ve federal bütçesindeki açıkları dolaylı ve dolaysız şekilde finanse etti. ABD ticaret açığının dolarları, çeşitli ülkelerin muhtelif dolar kaynaklarıyla birlikte, daima Amerikan ekonomisine geri döndü; bazıları doğrudan ABD hazinesini finanse etti.

Böylece ABD kendi imkânlarının çok ötesinde yaşadı ve yaşamaya devam ediyor. Bu gerçek geçen yıl bir trilyon dolara yaklaşan ticaret açığının büyüklüğünde ve GSYİH’sinin %125’ine denk gelen 36 trilyon doları aşan muazzam borcunun büyüklüğünde açıkça görülüyor. Amerika Birleşik Devletleri, zengin alacaklıların aleyhine, birincisinin ikincisine egemen olduğu bir ilişkide yaşayan büyük ve güçlü bir borçlunun nihai timsalidir.

Ukrayna konusunda bile, Amerika Birleşik Devletleri’nin bu ülkeye şimdiye dek verdiği 125 milyar dolar (Trump’ın ABD’nin 500 milyar dolar harcadığını iddia ettiği hayali rakamlardan çok uzak bir meblağ) Avrupa Birliği’nin tek başına sağladığı miktara eşdeğerdir (AB’nin GSYİH’si ABD’nin yaklaşık %30 altında olmasına rağmen); Britanya, Kanada ve ABD’nin diğer geleneksel müttefiklerinin katkılarını saymıyorum. Aslında, Amerika Birleşik Devletleri’nin Ukrayna savaş hamlesini finanse etmek için harcadığı para, Rusya’yı emperyalist bir rakip olarak zayıflatma politikasına hizmet etmiştir. Washington, Rusya’da neofaşist dönüşümü kolaylaştırıp Moskova’nın komşusunu işgal etmesine yol açan koşulları yaratmaktan birincil derecede sorumludur. Soğuk Savaş sonrası Avrupa ve Japonya’nın Amerikan hegemonyasına itaatini konsolide etmek için Rusya ve Çin’e karşı düşmanlığı kasıtlı olarak körüklemiştir.

Ancak Trump ve yandaşları, ABD’nin önceki yönetimlerinin Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmeye sürükleyen durumu yaratmadaki sorumluluğunu kabul ederken, bunu ikiyüzlüce iddia ettikleri gibi barışa olan aşklarından dolayı yapmıyorlar (Filistin konusundaki tutumları ikiyüzlülüklerinin en iyi delilidir); daha ziyade artık eskisi gibi Rusya’yı rakip emperyalist bir devlet olarak görmeyip – Washington’ın 1990’lardan beri Sovyetler Birliği’nin çöküşüne ve Rusya’nın küresel kapitalist sistemin kucağına geri dönmesine rağmen giderek daha fazla benimsediği bir yaklaşım – Putin’i neofaşizmdeki ortakları olarak görmelerine doğru bir geçiş bağlamında yapıyorlar bunu; onunla Avrupa ve dünyadaki aşırı sağı güçlendirmek için işbirliği yapmanın yanı sıra Rusya’nın geniş pazarından ve büyük doğal kaynaklarından faydalanmak da istiyorlar. Avrupa’nın liberal hükümetlerinde ideolojik bir hasım ve ekonomik bir rakip görürken, Rusya’da ekonomik olarak onlarla rekabet edemeyen ideolojik bir müttefik buluyorlar.

Öte yandan Trump ve yandaşlarının gözünde Çin en büyük siyasi hasım ve ekonomik ile teknolojik rakiptir. Joe Biden da aynı politikayı izleyerek, Çin’e karşı düşmanlık konusunda Trump’ın birinci ve ikinci dönemleri arasında bir süreklilik sağladı. Trump ekibi, tıpkı Çin’in 1970’lerde Sovyetler Birliği’nden uzaklaşıp Amerika Birleşik Devletleri’yle ittifak kurması gibi, Moskova’yı Pekin’den ayırmayı ümit ediyor olabilir. Ancak Putin, ABD’li neo-faşistlerin iktidarda kalıcılığından emin olmadığı sürece bu yolu seçme riskini almayacaktır.Şimdi büyük soru, Avrupalı liberal eksenin Amerikan vesayetinden kurtulma yolunu seçmeye hazır olup olmadığıdır çünkü bu, Avrupa’yı Çin’e düşmanlıkta Washington’un arkasında hizalanmaya son verip Pekin ile ilişkilerini güçlendirmeyi şart koşacak. Bu, Avrupa ülkelerinin uluslararası hukuk çerçevesinde çalışmaya hazır olmalarını ve Birleşmiş Milletler ile diğer uluslararası kurumların rolünü güçlendirmeye katkıda bulunmaya hazır olmalarını gerektirir; bunlar Pekin’in ısrarla talep ettiği iki şeydir.

Avrupa’nın bu konudaki ekonomik çıkarları açıktır. Bilhassa Çin ile yakın ilişkileri olan Avrupa’nın en büyük ekonomisine sahip Almanya’nın çıkarları özellikle açıktır. İronik olan şu ki, Çin artık küresel ticaret özgürlüğünü Trump ve yandaşlarının benimsediği ticari yaklaşıma karşı savunmak ve çevre politikalarını çeşitli neo-faşist tiplerini karakterize eden iklim değişikliği inkarına karşı savunmak için Avrupalılarla güçlerini birleştiriyor. Göreve gelen Alman Başbakanı Friedrich Merz’in Washington’ı eleştirip Avrupa’nın Amerika Birleşik Devletleri’nden bağımsızlığına çağrıda bulunarak ifade ettiği keskin tutumu, bu yolu izleme yönünde sahici bir girişime yol açarsa, özellikle de Fransa’nın tutumu aynı yöne meyilli olduğundan, Avrupa Birliği’nin Çin’e karşı tutumuna pekala yansıyabilir.T

üm bu meseleler, Atlantik liberal sisteminin ölümünü ve dünyanın hala başlangıcında olduğumuz fırtınalı bir kartları yeniden karma evresine girdiğini teyit ediyor. Gelecek yıl düzenlenecek olan ABD Kongre seçimleri, Amerikan kurumları üzerindeki neofaşist hakimiyeti güçlendirmekle veya zayıflatmakla sonuçlandığına bağlı olarak, bu süreci ilerletmede veya gemlemede önemli bir rol oynayacak. Bu arada Amerikan neofaşist hareketi, çeşitli ülkelerdeki emsallerini taklit ederek, seçim demokrasisini kademeli olarak baltalamaya ve Amerikan devlet kurumlarına el atarak üzerlerindeki kontrolünü sürdürmeye çalışmaya başladı.

Bu yazı 4 Mart 2025’te Al-Quds Al-Arabi gazetesinde yayımlandı.

Lübnanlı sosyalist bir akademisyen ve yazar olan Gilbert Achcar, Londra Üniversitesi Doğu ve Afrika Çalışmaları Okulu’nda Kalkınma Çalışmaları ve Uluslararası İlişkiler profesörüdür.

Çeviren: Tamer Bakar

Çeviri Kaynağı: İlke TV

Gilbert Achcar yazdı: ‘Önce Amerika’ ve uluslararası ilişkilerdeki büyük çalkantı

Yunanistan: Kitle Hareketi Yeniden Rayına Oturdu! – Manos Skoufoglou

28 Şubat 2025 Yunanistan için tarihi bir gündü. Genel grev, Yunan devletinin tarihinde değilse bile, 1974 askeri cuntanın düşüşünden bu yana ortaya koyulan en büyük seferberliği temsil ediyordu. Arjantin, Güney Kore ve Avustralya’ya kadar düzinelercesi yurtdışında olmak üzere 260’tan fazla şehirde eşi benzeri görülmemiş mitingler düzenlendi.

2023 yılında, bir yolcu treni ile bir yük treni arasında meydana gelen büyük bir kazada 11 işçi ve çoğunluğu gençlerden oluşan 46 yolcu hayatını kaybetti. Bu kaza, Yunan hükümetlerinin, IMF’nin ve AB’nin ekonomik uyum programları tarafından dikte edilen özelleştirme ve elden çıkarma politikalarının bir parçası olarak ulusal demiryolu şirketinin İtalyan Ferrovie di Stato Italiano‘ya satılmasının ardından hızlanan uzun bir kötüye gidiş sürecinin sonucuydu.   O dönemde de büyük gösteriler ve iki büyük genel grev organize edildi. Ancak, Komünist Parti de dahil olmak üzere sendika bürokrasisi daha fazla grev çağrısı yapmayı reddetti ve kitle hareketi geri çekildi.

Birkaç ay sonra sağcı hükümet yüzde 41 gibi çarpıcı bir oy oranıyla yeniden seçildi ve bu sonuç solun geniş kesimlerinde hayal kırıklığı yarattı. Bu kesimler öfkenin sonuçlarının toplumsal bilince yansıması için henüz çok erken olduğunu göremedi ancak tohum ekilmişti.   Kısa bir süre önce, şirketi ve devlet yetkililerini ifşa edebilecek kanıtların fiziksel olarak gömülmesi de dahil olmak üzere açık bir örtbas vakası ortaya çıktı. 26 Ocak’ta, kurbanların ailelerinin kurduğu dernek tarafından yapılan bir miting çağrısı Yunanistan’da ve yurtdışında 200’den fazla şehirde binlerce kişinin ilgisini çekti. Bu durum gündemi değiştirdi.

Kamu sektörü çalışanlarının Ulusal Konfederasyonu ve özel sektörün radikal birincil ya da ikinci düzey sendikaları kazanın yıldönümünde grev çağrısında bulundu. İlk başta Ulusal Özel Sektör İşçileri Konfederasyonu bürokrasisi bu çağrıya katılmayı reddetti. Ancak aşağıdan gelen baskı kısa sürede karşı konulamaz hale geldi. Kararlarını değiştirmek zorunda kaldılar ve 28 Şubat genel grev günü oldu.

Hükümetin küstah tavrı katılımı ateşledi

Greve giderken katılımın olağanüstü olacağı belliydi. Hükümetin üst kademelerinden gelen küstah ve saygısız açıklamalar durumu daha da ateşledi ve yanardağ patladı. Neredeyse hiç kimse işe gitmedi ve neredeyse hiçbir şey çalışmadı.  Her şehirde gösterilere katılımın toplam nüfusun yüzde 25 ila yüzde 40’ı arasında olduğu ve protestocular arasında çok büyük oranda gençlerin bulunduğu belirtiliyor.   Atina’da yoğun polis baskısı kalabalığı saatlerce dağıtmakta başarılı olamadı.  

Çok geniş, küçük burjuva katmanları demokratik adalet talepleriyle harekete geçirildi. Ancak, asıl önemli rolü oynayan işçi sınıfı oldu. Ülkedeki demiryollarının perişan durumu göz önüne alındığında, trenle seyahat edenler çoğunlukla işçi sınıfı ve üniversite öğrencileri olduğu için, kurbanların çoğu işçi sınıfına mensuptu. İşçi sınıfının gelirindeki erozyona karşı biriken öfke patlamayı daha da körükledi.  

Başlangıçta örgütlü işçilerle yakınlaşmak için çok çalışılması gereken Indignados hareketinin aksine, sendikalar, kazada çocuklarını kaybeden ailelerin kurduğu dernek ile birlikte örgütleyiciydi. Bu durum, başından beri grev talep eden tren makinistleri sendikasının aksine, tamamen hükümet tarafından kontrol edilen ulusal demiryolu işçileri sendikasının hain rolüne rağmen gerçekleşti.  

Son birkaç gün içinde Mitsotakis hükümeti çizgisini değiştirdi. Grevi, “muhalefet tarafından istismar edilmemesi gereken bir ulusal yas günü” olarak gösteriyorlardı. Ancak oyunu değiştirmek için artık çok geçti.   Hükümet sadece güvenilir bir muhalefetin olmaması nedeniyle bir arada kaldı. Ancak ikinci bir greve dayanması çok zor olacak.  

Demiryolunu satan SYRIZA hükümeti inandırıcılıktan yoksun

Aşırı sağdan sola tüm muhalefet, en azından sözde, hareketi destekliyor. Ancak aşırı sağ, hükümetin krizinden faydalanmasına rağmen, eylemlerde aktif bir rol oynayamıyor. Ocak ayında, mitingden önce birkaç aşırı sağcı pankart ortaya çıkmış, ancak miting başlar başlamaz ortadan kaybolmuştu. Grevde ise aşırı sağ hiç yoktu, tabii aralara gizlenmiş şekilde değilse. Birkaç olayda, kalabalık arasında tespit edilen faşistler, aktivistlerin saldırısına uğradı. Yalnızca kitlesel hareketin bir yenilgisi, aşırı sağa bu öfkeyi gerici bir yöne saptırma fırsatı verebilir. Bu nedenle mitingde görülebilen solun pankartları ve bayraklarıydı. Ancak şu da bir gerçek ki hiçbir parlamenter, merkez sol ya da reformist parti yeterli değildi.  

SYRIZA inandırıcılıktan yoksun çünkü demiryolunu satan aslında SYRIZA hükümeti. PASOK’un sosyal-demokratları son yıllarda biraz toparlandılar, ancak hareketten karlı çıktıkları söylenemez. Ayrıca Yunanistan krizindeki her bir kemer sıkma anlaşmasına oy veren tek parti.   SYRIZA’dan ayrılan Konstantopoulou’nun popülist partisi kamuoyu yoklamalarında güç kazanıyor ancak sendikalarda ve kitle hareketinde hiçbir gücü yok. KP’nin önemli güçleri var ama hükümetin istifası (PASOK tarafından bile dile getiriliyor) ya da demiryollarının kamulaştırılması gibi radikal talepleri desteklemeyi reddediyor.  

Hiçbir parti gerçek anlamda muhalefete liderlik etmiyor. Siyasi sistemin krizin ilk yıllarını andıran mevcut parçalanmışlığı yeni fırsatlar barındırıyor.   Bağımsız antikapitalist ve devrimci örgütler, kısıtlı ama mevcut güçleriyle önemli bir rol oynadılar. Sendikalar üzerindeki baskıya katkıda bulundular. Mitingin ön saflarında, sahnenin önünde iyi bir şekilde konumlandılar. Devam edilmesi gerektiği konusunda ısrarcı oldular. Eylemlerin geniş çoğulculuğu karşısında sekter bir duruştan kaçınırken, kitle hareketine daha radikal bir yönelim önermeye, sınıfsal doğasının altını çizmeye ve öz örgütlenmesi için araçlar sağlamaya çalışan bağımsız bir bakış açısını sürdürüyorlar.  

Bununla birlikte, bu rolü oynamak ve reformistlerin liderliğine itiraz etmek, kendi sınırlamalarımızın, programatik olgunlaşmamışlıklarımızın, tereddütlerimizin veya rutinlerimizin üstesinden gelmeyi gerektiriyor. Yeni kilometre taşlarına ihtiyacımız var. Bunlardan ilki, sendikaları ve kitleleri harekete geçirerek 2023’te zaten bu rolü oynamış olan kadınlar günüdür. Ardından yeni bir genel greve ihtiyacımız var. Geçmişteki benzer deneyimlere dayanarak, mahallelerde yerel halk meclislerine ve işyerlerinde işçilerin birleşik cephe komitelerine ihtiyacımız var. Hareketin net talepleri desteklemesine ihtiyacımız var: Hükümetin düşürülmesi, demiryollarının işçilerin kontrolü altında kamulaştırılması, güvenli kamu ve ucuz ulaşım, özelleştirmelerin durdurulması.

Ve son olarak, bu kez kurumsallaşmış bir soldan müteşekkil bir hükümet beklentisinin ötesine geçecek bir yönelime ihtiyacımız var, aksi takdirde bir kez daha kitlesel bir hayal kırıklığıyla karşı karşıya kalacağız.

Manos Skoufoglou, OKDE Spartakos Merkez Komitesi ve ANTARSYA Merkez Koordinasyon Komitesi üyesi.   

Bu yazı 7 Mart 2025 tarihinde okde.org’ta, 12 Mart 2025 tarihinde www.internationalviewpoint.org’ta yayınlanmıştır. Ara başlıklar İmdat Freni tarafından eklenmiştir.   Çeviri: İmdat Freni

Oligarksız ve İşgalsiz Bir Ukrayna İçin! – Sotsіalnyi Rukh/Ukrayna Toplumsal Hareketi

Yeni seçilen ABD Başkanının talancı politikaları, Ukraynalılar için kalıcı barışı imkânsız hale getirmektedir. Ukrayna’nın Amerikan sermayesinin çıkarlarına hizmet etmek üzere tasarlanan maden çıkarma anlaşmasını imzalamayı reddetmesi, ülkenin sömürgelere özgü bir bağımlılık halinden kaçınma kararlılığının göstergesidir. Bu kararlılık, Ukrayna’yla Avrupa, Asya ve dünyanın diğer ülkeleri arasında, emperyalist tahakküme karşı direnişi bayraklaştıran daha eşitlikçi bir ilişki arayışına kapı aralamaktadır. Ancak halihazırdaki durum devam ederse Ukrayna, ABD’den gelen askeri yardımın kısa süre içinde kısılması, hatta tamamen durdurulması riskiyle karşı karşıyadır. Söz konusu yardım asla vaktinde ve yeterli miktarda ulaşmadı. Yine de sona ermesi derinden hissedilecektir. Ukrayna devleti işgal altındaki topraklarını kurtarana veya saldırganın kati bozgununa dek askeri çabalarını sürdürmeye kararlıysa, buna uygun yöntemleri uygulamak zorundadır.

Bize göre Ukrayna’nın savunması, kamulaştırma ve piyasa odaklı ekonomik düzenlemelerin terk edilmesiyle sağlanacak yeterli düzeyde sermayeyi harekete geçirmeyi içeren bir “savaş sosyalizmi” politikasını benimseyerek güçlendirilebilir. Servetin yeni baştan dağıtılmasıyla birleşen böylesi bir politika, Ukrayna halkının en yoksul kesimlerinin orantısız biçimde omuzladığı savaşın yükünü azaltacaktır. Avrupa toplumu Trump’ın açıklamalarına savunma bütçelerini genişleterek ve Ukrayna’ya askeri yardımı arttırarak yanıt verdi bile. Geniş ölçekli işgalden beri hükümet, savunma kapasitesini artırma, Batı menşeili üretimi yerelleştirme, misilleme programlarını canlandırma ve insansız hava aracı sayısını artırma yolunda kayda değer adımlar attı. Yine de Ukrayna’nın elinde hala, harekete geçmeyi bekleyen azımsanamayacak bir potansiyel bulunmaktadır. Ukrayna Toplumsal Hareketi (Sotsialnyi Rukh) uzun süredir bu önlemlerin gerekliliğini vurguluyordu. Ancak şimdi bu önlemler Ukrayna’nın savunma kapasitesi bakımından kritik öneme ulaşmıştır.

Kaynakların etkin bir şekilde seferber edilmesinin önündeki en büyük engel, vurgunculuğu teşvik eden, toplumsal servetin şahıslar elinde toplanmasına imkan tanıyan, özel mülkiyeti hemen her şeyin üstünde gören neoliberal politikalardır. Ukrayna kentleri işgal altında kaldığı, Rus saldırgan taarruz kapasitesini koruduğu müddetçe, ekonominin tüm sektörleri elbirliğiyle iş görmeli, savunma çabalarına katkıyı en üst düzeye çıkarmalıdır. Devlet bütçesini takviye etmek için, özel sermaye giderek artan oranda vergilendirmeye tabi tutulurken, mali sermaye devlet elinde toplanmalı ve savunma sanayiine yönlendirilmelidir. Savunmanın güçlendirilmesi, sosyal alanda yürütülecek büyük ölçekli yatırımlardan ayrı düşünülemez. Bilhassa hayati altyapı sektörlerinde yeni iş alanları yaratılmalı, daha fazla kadının işgücüne katılımını sağlamak için çocuk bakım sektörü güçlendirilmeli, sağlık, geçici barınma ve rehabilitasyon alanlarındaki sosyal hizmetlere erişim kolaylığı sağlanmalıdır. Bu önlemler yurt dışındaki Ukrayna vatandaşlarının dönüşünü de kolaylaştıracaktır. İlaveten, bilhassa 2022’den bu yana Ukrayna’yı savunanlar başta olmak üzere, askeri hizmet sunan kesimlerin sosyal güvencelerinin ileri bir aşamaya taşınması önemlidir.

Ukrayna’nın durumunun benzersizliği, tam teşekküllü savaşın oligarşik kapitalizmin sökülüp atılmasını her zamankinden daha fazla mümkün kılması ve bu tasfiyenin halk nezdinde her zamankinden daha meşru görülmesi gerçeğine dayanmaktadır. İlk olarak, Ukrayna’nın direncini artıran (demiryolları, posta hizmetleri, sağlık, eğitim ve bankacılık) gibi alanlardaki temel kamu hizmetlerinin hatırı sayılır bölümü zaten devlet işletmelerince sağlanmaktadır. İkinci olarak, çok sayıda işletme (özellikle Rus oligarklarla bağlantılı olanları) kamulaştırılmış ve bütçe yoluyla yeniden dağıtılan GSYH payı artmıştır. Üçüncü olarak, Ukraynalı oligarklar, kontrol araçlarının ve servetlerinin bir kısmını çoktan yitirmiş, giderek artan bir şekilde devlet gücünün etkisine boyun eğmişlerdir.

  • Doğal kaynakların ve toprağın kullanımında mülk sahipleri ve kamu yararının çıkarı, bu kaynakların ve toprağın denetimine bağlıdır. Milli servetin denetiminde şeffaflık, söz konusu kaynakları alelacele ticarileştirmek için değil, genel refahın mümkün olduğunca artırılması için bir temel sunduğu ölçüde gereklidir. İşte bu, halkı vatanları ve toplumsal beklentileri için daha etkin bir mücadeleye motive edecektir.
  • Ekonominin stratejik sektörlerinde yer alan girişimlerde devlet kontrolü sağlanmalı, bilhassa ön saflarda yer alan sektörlerin gereksinimlerini karşılamak için seri üretim tesisleri oluşturulmalıdır. Sanayi, istikrarsız piyasa koşullarını gözetmeyi bırakmalı, savunma faaliyetinin gereklilikleri üzerinden iş görmelidir. Kritik önemdeki altyapı unsurları devlet mülkiyetine yeniden kazandırılmalıdır. Temel mallara erişim, oligarkları besleyen, kamu çıkarlarını tekelcilerin cebine akıtan bir hortum vazifesi görmemelidir. DTEK’in Rinat Akhmetov’un ya da bölgesel enerji firmalarının Vadym Novynskyi’nin elinde bulunması, devletin oligarklara bir lütfudur.
  • Yağmacı özelleştirmenin sonuçları yeniden gözden geçirilmelidir. Çok düşük bir bedel karşılığında satın alınan işletmeler devlete iade edilmeli ya da satın alma fiyatı ile gerçek değeri arasındaki fark karşılanmalıdır. Her şeyden önce, devlet denetimindeki madencilik, makine imalatı ve kimya sanayileri savunma güvenliği bakımından özel önem taşımaktadır. Bağışlarla yetinmeye son- bırakın bedeli oligarşi ödesin.
  • Kıbrıs, Virjin Adaları ve diğer offshore yargı alanlarıyla yapılmış tüm çifte vergilendirmeyi önleme anlaşmaları iptal edilmelidir. Ukrayna’nın altyapısı, doğal kaynakları, altyapısı ve işgücü kullanarak yaratılan değer burada, sadece burada vergilendirilmelidir.
  • Artan oranlı vergilendirme ve lüks vergisi getirilmelidir. Ülke savunması Ukraynalı köylülerin, işçilerin ve küçük işyeri sahiplerinin kahramanlıklarına ve fedakarlıklarına dayanmaktadır. Ülkeyi savunmak için en zenginler de, savaştan önce sahip oldukları nüfuzla orantılı biçimde servetlerinden fedakarlık etmelidir- en yüksek vergi düzeyi, gelirin % 90’ına dek ulaşmalıdır. Mali aktivizm olmazsa, Ukrayna aşılamaz bir borç tuzağına düşecektir (2025 yılına dek dış borç GSYH’nin %100’üne ulaşabilir).
  • İşletmelerde, iç denetimin ve özörgütlü bir toplum biçiminin etkin bir aracı olan işçi denetimi uygulanmalıdır. Savaşın ilk günlerinden beri ülkede fonların istismarından kaynaklanan yolsuzluk skandalları yaşanmaktadır. Sendikalar ve işçi konseylerinin sürekli denetimi, liderlik konumundakilerin faaliyetlerini şeffaf kılmanın ve yolsuzluğun önüne geçmenin anahtarıdır. Tek tek insanlara rüşvet vermek mümkün olabilir ancak tüm bir kolektife rüşvet vermek olanaksızdır.  Sendikalara etkin denetim yetkisi verilmesi, hakiki bir emek hareketinin gelişmesi için teşvik edici bir unsur olacaktır.
  • Eğitim ve bilimin finansmanına düşük bir pay ayıran eski uygulama bir kenara bırakılmalıdır. Modern savaşın yüksek teknolojiye bağlı doğası, mühendislerin ve vasıflı işçilerin rolünü en az askerlerinki denli önemli kılmaktadır. Ukrayna nüfusunun yaygın teknik okuryazarlığı savaş alanında bize avantaj sağlayan çok sayıda modern teknik aracın tasarımını, üretimini ve ustalığını mümkün kılmıştır. Artık geçmişin eğitim birikimine bel bağlayamayız. Dün de eğitim ve bilim alanında önemli yatırımlara ihtiyaç vardı. Kamu sektöründe gelişme sağlanmazsa, Ukrayna yoğun dış göç dalgası ve bir demografik krizle karşılaşacaktır. Bu yatırımlar nüfus kaybını dengeleyecektir.
  • İhracatta devlet tekeli kurulmalıdır. 2024 yılında tarım ürünleri ihracatı rekor seviyeye ulaştı; 24,5 milyar dolar. Ancak kârlar bazı şahısların ceplerini doldurmaya devam ediyor.
  • Rus varlıklarının akıbeti konusunda Avrupa ile ilişkilerin yeniden düzenlenmesi gerekmektedir. Kendisini oligarşik artıkların etkisinden arındırmış bir Ukrayna, Ukraynalıların ihtiyaçları için kullanabileceği dondurulmuş Rus varlıklarının ülkeye transferi için Avrupa’yla esaslı bir tartışma yürütecek ve yozlaşmanın verdiği zararları telafi edebilecektir. Şu anda yaklaşık 200 milyar dolarlık Rus-menşeili varlık Avrupa ülkelerinde tutuluyor.
  • Askeri personelin sosyal itibarının arttırılması gerekmektedir. Bütçenin tazelenmesi, yeniden hizmete dönmek isteyen gaziler için adil bir maddi telafi bedeli ödemeye imkan sağlayacaktır. Seferber edilen işçilerin ortalama ücretlerinin iyileştirilmesi, Ukrayna Silahlı Kuvvetleri’nin ihtiyaç duyduğu personel potansiyelini yakalaması bakımından elzemdir.

  Ülke yönetimi, büyük şirketler ve onların etki ajanları arasında bir kopuş yaşanmaksızın bu adımların atılması imkansızdır. Yukarıdaki önlemlerin sadece bir kısmının hayata geçirilmesi bile kamuoyunda hükümete duyulan güveni artıracaktır. Ukrayna’nın güvenliğinin gerçek garantisi içeride toplumsal bağların güçlendirilmesidir. Öte yandan, savunma çıkarlarını piyasa çıkarlarına yeğ tutma isteğimizi açıkça gösterene dek diğer ülkeler bize yardım etmeyecektir. Bağımsızlığının otuz dördüncü yılında Ukrayna oligarklar ve kapitalistler olmaksızın yaşamayı öğrenmek zorundadır. Ukrayna hala önemli finansal, endüstriyel ve insani kaynaklara sahip olsa da, bu kaynakları toplumsallaştırmayı başaramaması büyük bir hata olacaktır. Şimdi Ukrayna hükümetinin önünde eşsiz bir pratik fırsatı bulunuyor. Ülke mi feda edilecek yoksa oligarklar mı? Zengin ve yoksul arasındaki uçurumu derinleştiren neoliberal kaosa bir son vermeyi başarırsak, halkı bir araya getirebilirsek, küresel ölçekte küresel önemde birleştirici bir güç haline gelebiliriz. Ekonomiyi sosyal yönelimli ilkeler üzerine yeniden inşa edersek mücadelenin sancılarına dayanacak ve yeniden yapılanma için sağlam bir temel atacağız! Refah ve savunma için oligarklardan milyonlarına el koyalım! Oligarksız ve işgalcisiz bir Ukrayna için!   3 Mart 2025

Sotsіalnyi Rukh-Ukrayna Toplumsal Hareketi 2015 yılında kurulan bir siyasal partidir. Bakınız: SOTSIALNYI RUKH’: WHO WE ARE?

  Kaynak: International Viewpoint

Çeviri: İmdat Freni