Karl Marx, bir toplumda egemen ideolojinin her zaman o toplumu yöneten sınıfın ideolojisi olduğunu belirtmişse ve öte yandan işçi sınıfının kurtuluşunun yalnızca kendi bilinçli eseri ilan etmişse, burada bir çelişki var gibi görünmektedir. Gerçekten de, kapitalist toplumda egemen ideoloji burjuva ideolojisi olduğuna göre – çünkü burjuvazi bu tür bir toplumu yönetmektedir – işçi sınıfı burjuva ideolojisiyle yoğrulmuşken, burjuvazinin egemenliğini nasıl bilinçli bir şekilde devirebilir?
Karl Marx’ın (Feuerbach Üzerine Tezler’inde) yanıtı, yalnızca devrimci pratik (“Praxis”) yoluyla bu çelişkinin çözülebileceğidir. Bu süreç, bilincin gelişmesini sağlayan bir pratiği içerir; burada kitlelerin kendi dayanışmacı eylemleri yoluyla gerçekleştirdikleri öz-eğitim, aynı zamanda “eğiticileri” de eğitir. Bu, Aydınlanma geleneğiyle bir kopuşu ifade eder, ancak onların özgürleştirici mirasına sadık kalır: “aydınlanmış” kişiler – bizim durumumuzda, sınıflı toplumlara özgü sömürüye, tahakküme ve yabancılaşmaya son vermek için sosyalist devrim ihtiyacının bilincinde olan siyasi azınlıklar – işçilerin ve emekçilerin ortak özgürleştirici eylemlerinden ileri gelen deneyimi sayesinde hızla bilinç kazanan geniş kitleler tarafından geçilmekte ve onların bilinci tarafından aydınlatılır.
Bir filozofun ruhu, “Sorun ortaya konmuş ve çözülmüştür” diyerek memnuniyet duyabilir. Ancak bir devrimcinin ruhu şu soruyu sorar: Marx’ın önerdiği çözüm, hangi tür deneyimlere uygulanabilir? Bu soruya Ernest Mandel’in genel grevin anlamı ve özgürleştirici potansiyelleri üzerine tartışmalara yaptığı katkılar yanıt verir.
Ernest Mandel, İşçi Denetimi, İşçi Konseyleri, Özyönetim adlı antolojisinin girişinde Prusyalı bakan von Puttkamer’in şu sözünü alıntılar: “Her grev kendi içinde devrimin hidrasını gizler.” Bu elbette bir polis abartısıdır, ancak Mandel’e göre bu ifadenin içinde bir gerçeklik unsuru vardır. Bir yandan işçi grevleri, kapitalist sistemin bir parçasıdır – emek gücünün fiyatındaki dalgalanmalar: ücretler, çalışma koşulları, çatışmalar yaratır. Ancak öte yandan, greve giden çalışanlar, sömürü nesnesi olmayı bırakıp, kaderlerini kolektif bir şekilde belirleyen aktif özneler haline gelirler.
Mandel’e göre, bir grev hareketinin özgürleştirici potansiyelini değerlendirmenin temel ölçütü, katılımcıların aktiflik derecesidir. Eğer grev sadece evde kalmaktan ibaretse, bu potansiyel sıfıra yakındır. Ancak çalışanlar genel kurul toplantıları düzenler, kolektif eylemleri örgütler, tartışır, kendi temsilcilerini seçer ve denetler, talepleri, mücadele biçimlerini ve sonuçları kendileri belirlerse, bu tamamen farklı bir durumdur. Özellikle grev hem zaman hem de mekân açısından yayılırsa ve acil taleplere politik, geçişsel (örneğin dayanışmacı çözümler veya patronların egemenliğine karşı çıkış) ya da doğrudan devrimci talepler eklenirse (örneğin iktidarın ele geçirilmesi), bu durum daha da önem kazanır.
Ernest Mandel, 1960-1961 kışında Valonya’da, özellikle de Liège’deki büyük genel grev sırasında geniş bir kitlesel hareketin devrimci potansiyelini deneyimledi. Yukarıda sıralanan tüm unsurlar bu süreçte mevcuttu. Mücadelenin kendi mantığı, hareketi çeşitli ihtiyaçlara yanıt verebilecek kendi kendini örgütleyen organlar geliştirmeye yöneltti: tartışmaların organizasyonu, karar alma mekanizmaları, erzak temini, trafik, ulaşım, kreş hizmetleri, etkinlikler, kültürel faaliyetler ve hatta kamu güvenliğine kadar.
İkili İktidar Meselesi
Mandel, Liège’deki hareketin yükselişi sırasında sendika üyelik kartını göstermeden bankalardan para çekilemediğini vurgulamayı severdi. Ona göre, 1917’de Rusya’nın Petrograd kentinde olduğu gibi, grev komitelerinin delegeleri kitleleri harekete geçirerek, “sovyet” veya “konsey” tipi aşağıdan gelen karşı-iktidar organları yarattılar. Bu organlar, burjuva devletine alternatif bir iktidar yapısına dönüşerek otoritelerini ve meşruiyetlerini demokratik ve temsil edici niteliklerinin üstünlüğüne ve nüfusun büyük çoğunluğuna derin biçimde kök salmış olmalarına dayandırdılar.
Bu tür durumlarda – örneğin 1974-1975’teki Portekiz Devrimi veya 2001’deki Arjantin’de olduğu gibi – bir süre boyunca “ikili iktidar” durumu yaşanır ve sonunda yalnızca bir taraf galip gelebilir. Sosyalist devrim, geniş bir genel grev hareketine katılanlar tarafından aşağıdan yaratılan bu öz-örgütlenme organları aracılığıyla iktidarın ele geçirilmesi anlamına gelir.
Bu sosyalist devrim anlayışı, Marx ve Engels’in, daha da önemlisi sosyal demokrat takipçilerinin eleştirdiği anarşist veya anarko-sendikalist pozisyonlara oldukça yakın görünmektedir. Örneğin, Almanya Sendikalar Birliği (ADGB) liderlerinden efsanevi Karl Legien, “Genel grev, genel bir aptallıktır” (“Generalstreik ist Generalunsinn”) demiştir. Bu yargının arkasındaki mantık şuydu: Eğer tüm işçi sınıfı harekete geçebiliyorsa, zaten genel greve ihtiyaç kalmaz; iktidar doğrudan alınabilir. Ancak 1920’de aynı sendika lideri, Kapp/Lüttwitz darbe girişimine karşı başarılı bir genel grev çağrısı yapmıştır!
Bu iki olay arasında, Rosa Luxemburg 1905 Rus Devrimi’nden dersler çıkarmıştı. Kitlesel grev hareketleri, parti ya da sendika liderliklerinin emir veya çağrısıyla başlamaz. Kitleler, katman katman harekete geçer, yeni deneyimlere dayanarak yollarını bulmaya çalışır, tereddüt eder, geri çekilir, sonra yeniden ilerler… Başlangıçta politik olarak bilinçli unsurlar yalnızca küçük bir azınlıktır. Bu azınlık, hareketin içinde yer almalı, önerilerde bulunmalı ve kendi görüşlerini tartışmalara dahil etmelidir.
Öz-örgütlenmenin Merkeziliği
Ernest Mandel’in anlayışı, Rosa Luxemburg ve Lev Troçki’nin teorik kazanımlarını yeniden ele alır. Bu anlayışta, proletaryanın demokratik öz-örgütlenmesi devrimci stratejinin merkezinde yer alır. Öz-örgütlenme organlarında başlangıçta reformist ve uzlaşmacı akımlar baskın olur. Devrimci örgütler veya partiler, bu karşı-iktidar organlarında çoğunluğu elde etmeye çalışmalıdır – hem genel fikirleri hem de somut önerileri açısından çoğunluğu kazanmak esastır.
Aynı zamanda, gündelik hayatın boyun eğdiren ve yabancılaştıran rutininden çıkılarak tartışma ve düşünme fırsatı sunulan bir durumda, bilinçlenmenin kitlesel ölçekte hızlı gelişimi çoğu zaman “öncüyü” kendi pozisyonlarını düzeltmeye zorlar. İşte, eğitmenlerin genel bir özgürleşme sürecinde eğitildikleri bir durum! Mandel’in anlayışı ile anarşistlerin anlayışı arasındaki fark da buradadır: Farklı siyasi partiler ve akımlar arasında fikir düzeyinde bir mücadele gereklidir ve devrimciler için, kitlelerin öz-örgütlenme organlarında çoğunluğu kazanmak vazgeçilmezdir – çünkü uzlaşmacı ve fırsatçı bir çoğunluk, karşı-iktidar organlarının yenilgiye ve çözülmeye mahkûm olmasına yol açar.
Mandel’e göre sanayileşmiş ülkelerde işçi sınıfı, nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturur: Geçimlerini sağlamak ve yaşamlarını sürdürmek için yalnızca emek güçlerini satmak zorunda olan herkes. Ancak öte yandan, Mandel’in geliştirdiği devrim modeli, büyük fabrikalarda yoğunlaşmış bir işçi sınıfına dayanır; bu da onun görüşüne göre kolektif dayanışma eylemleri için özellikle elverişli bir çerçeve sunar. Hepimiz biliyoruz ki, uzun yıllardır bu “klasik proleter” ortam parçalanmaya, toplum içinde ağırlığını kaybetmeye ve çeşitli bölünme etkilerine maruz kalmaya eğilimlidir.
Ernest Mandel’in stratejik düşüncesinin günümüzün somut koşullarına uyarlanmasına yönelik bir değerlendirme yapılırken bu göz önünde bulundurulmalıdır. Örneğin, mahalle, apartman, kamusal alan veya sokak gibi çeşitli bölgesel öz-örgütlenme biçimlerinin geçmişe kıyasla daha önemli bir rol oynayaması son derece mümkündür. Bu nedenle, Arap ülkelerinde, İspanya’da ve Yunanistan’da gerçekleşen güncel kitlesel hareketlerin incelenmesi gereklidir. Ernest Mandel’in düşüncesi özünde hâlâ günceldir. Rutin tarafından hipnotize olmamak önemlidir – kapitalist toplumun yapısal kriz içindeki çelişkileri, kitleleri periyodik olarak harekete geçmeye iter ve o noktada her şey, organize bir devrimci akımın açıklığına ve farkındalığına bağlıdır.
Çeviri: İmdat Freni
Manuel Kellner, Internationale Sozialistische Linke (ISL, Almanya’daki Dördüncü Enternasyonal’in iki örgütünden biri olan Uluslararası Sosyalist Sol) üyesi, Ernest Mandel’in düşüncesi üzerine bir doktora tezi kaleme almıştır: Kapitalizme ve Bürokrasiye Karşı: Ernest Mandel’de Sosyalist Strateji Üzerine, Neuer ISP Verlag, 2009. Kaynaklar: –İşçi Denetimi, İşçi Konseyleri, Özyönetim – Antoloji, Maspero, Paris, 1970, s. 7; burada Alman versiyonuna dayanmaktayım: Arbeiterkontrolle, Arbeiterräte, Arbeiterselbstverwaltung. Eine Anthologie, Frankfurt/Main, 1971.
-1960/1961 Belçika grevi üzerine Guy Van Sinoy’un yazısına bakılabilir.
Bandiera Rossa No. 3, Nisan 1987’den Livio Maitan ile yapılan röportaj
Ölümünden elli yıl sonra PCI, güncel siyaseti meşrulaştırmak için onun figürüne ve çalışmalarına atıfta bulunmayı giderek daha zor buluyor. Livio Maitan ile röportaj.
Ölümünün 50. yıldönümü vesilesiyle Gramsci’nin anılması hakkında ne düşünüyorsunuz?
Belli ki değerlendirme yapmak için henüz çok erken. Bizi tehdit eden tonlarca basılı kâğıt arasından işçi hareketinin bu büyük figürünü anlamaya yarayacak ciddi bir şey çıkacak mı, yoksa bunun yerine Gramsci’yi güncel ideolojik ve siyasi, hatta propagandif ihtiyaçlar ışığında yeniden okuma eğilimi mi hâkim olacak, göreceğiz.
En azından PCI {İtalyan Komünist Partisi} söz konusu olduğunda, başlangıç hiç de iç açıcı değildi. Alessandro Natta’nın L’Unità’daki (18 Ocak) röportajına atıfta bulunuyorum; bu röportajda iktidarın fethi gibi hayati bir soruna ilişkin Gramscici ve Leninist anlayışlara en azından sıradan göndermeler vardı. 1950’lerde Quaderni‘nin Gramsci’sinin PCI’ın savaş sonrası neo-reformist stratejisini öngördüğünü gösterme eğiliminde olan bir Gramsci okumamız vardı. Şimdi Natta bu öngörüleri Ordine Nuovo‘nun bazı yazılarında bile bulduğunu iddia ediyor. Fanteziye mi hayran kalsam yoksa daha fazla sinirlensem mi bilemiyorum…
Ancak Natta, Gramsci’nin kavramlarının PCI’ın mevcut kavramları olmadığını da söylüyor.
Elbette. PCI liderleri ve entelektüelleri geçmişte olduğundan daha da fazla bir çelişkiden kaçamıyorlar. Bir dizi bariz nedenden ötürü Gramsci’yi haklı çıkarmaya devam etmeleri gerekiyor, ancak aynı anda hem var olmayan bir sürekliliği sic et özentisizliği yeniden teyit etmenin imkansızlığı nedeniyle hem de Gramsci’ye atıfta bulunmanın “Avrupa solu” ile ünlü entegrasyonla çelişkili görünmesini önlemek için kendilerine mesafe koymaları gerekiyor. Bu durum Natta’nın neden bir yandan utanmadan 1920 tarihli bir Gramsci metnini zorladığını, diğer yandan da açıkça “Gramsci’de bizim olmayan bir parti anlayışı vardır” dediğini ve Gramsci’yi “köktencilikle” damgaladığını açıklamaktadır. Sonuç olarak, Gramsci’nin düşüncesinin neden hala geçerli olduğunu bize açıklamak istediğinde, PCI sekreteri ya jenerikte kalıyor – belirsiz bir jenerik çünkü farklı yorumlara açık – (“Gramsci’den sosyalist geleneğin ve demokratik düşüncenin mirasçısı olma dürtüsü geliyor”) ya da en umutsuz banalliğe düşüyor (“Yenilikte daha fazla cesarete sahip olmak için Gramsci’ye bakıyoruz. Önemli olan onun yöntemidir: Etkilenen gerçekliği temel almak ve tüm doktrinerliğe karşı savaşmak”).
Natta, Mario Spinella’nın bir makalesinden alıntı yapacak olursak, ‘Gramsci’nin düşüncesi ile PCI’ın bugünkü net Avrupacı vurgusu arasında bir bağlantı olduğunu kuvvetle vurgulardı…’.
Spinella’nın noterellasını okudum (l’Unità, 22 Ocak tarihli Lombardiya eki). Gramsci’nin enternasyonalist perspektifi, Rusya’da meydana gelen devrimci kopuşun daha ileri bir gelişimi olarak sosyalist devrimin, terimin gebe anlamında, Avrupa düzeyine genişletilmesini gerektiriyordu. PCI, AET ve NATO’nun Avrupa’sı içindir, yani mevcut kapitalist sisteme tamamen gömülüdür. Herhangi bir paralellik grotesk bir mistifikasyondur ve Spinella gibi bir entelektüelin kendisini bu zemine yerleştirmesi şaşırtıcıdır.
Yani Gramsci ile mevcut PCI arasında bir süreklilik olmadığını mı düşünüyorsunuz?
Bana artık herhangi bir süreklilik olmadığı açık görünüyor. Livorno bölünmesinin bir hata olduğu, Lenin ve Üçüncü Enternasyonal tarafından sosyal demokrasinin mahkum edilmesinin bir hata olduğu, devrimin artık mümkün olmadığı iddia edilebilir. – Bu tezi açıkça reddediyoruz – ama en büyük hayal gücüyle bile Natta’nın PCI’ı ile Gramsci’nin zamanındaki PCI arasında gerçek bir bağ kurulamaz. Daha da ileri gideceğim: Natta’nın artık kabul edemeyeceği şey Togliatti’nin kendisinin önemli bir kısmıdır. Örneğin, Togliatti’nin Ocak 1958’de Gramsci çalışmaları konferansında sunduğu rapor birçok önemli açıdan yeniden okunur ve yakın dönemde PCI militanları tarafından Gramsci üzerine yazılanlarla karşılaştırılırsa, partinin burjuva toplumunun sosyo-ekonomik ve kurumsal dokusuyla giderek daha organik bir şekilde bütünleştiği otuz yıllık bir dönemde izlediği tüm yol ölçülebilir.
Natta, Quaderni’yi yayınlama kararından dolayı Togliatti’yi över.
Togliatti’yi tamamen bir kenara atamayacağı açıktır. Ancak Natta, bu sözde erdem konusunda, Togliatti’nin Quaderni’yi yayınlamak için çok acele etmediğini, Gramsci’nin Ordine Nuovo‘daki yazılarının ancak 1954’te, yani Faşizmin çöküşünden yaklaşık on yıl sonra yeniden yayınlandığını ve ilk baskıların utanç verici bir sansür içerdiğini unutmuş görünüyor. Bunun dışında, söylenmeden geçilen bir ‘seçim’ neden değerli olsun ki? Gramsci gibi bir adamın eserinin partiden, işçi hareketinden ve herkesten saklanması düşünülebilir miydi?
Ya Berlinguer?
Berlinguer PCI’ın mevcut gelişimine büyük katkıda bulunmuştur. Ancak Berlinguer, sosyal demokrasi karşısında komünist kimliği kendi tarzında da olsa yeniden teyit etmekle ilgilenmeye devam ederken, Natta, Napolitano, Occhetto vb. bu kimliği zayıflatmak ve sulandırmakla, farklılıklardan çok yakınlaşmaları öne çıkarmakla ilgilenmişlerdir.
Gramsci’de Troçki’nin pozisyonlarını eleştiren pasajlara defalarca rastlanır ve Natta’nın da hatırlattığı gibi, Ekim 1926’da PCUS merkez komitesine yazdığı ünlü mektupta özellikle muhalifleri eleştirir.
Bu konudaki görüşlerimi daha 1958 Gramsci konferansında dile getirmiştim. Şu anda üzerinde çalıştığım genel bir Gramsci değerlendirmesinde bu konuya tekrar döneceğim. Gramsci’nin polemiğinin büyük ölçüde, hakkında sadece çok kısmi bir bilgiye sahip olduğu Troçki’nin gerçek konumlarıyla ilgili olmadığına inanıyorum. Bununla birlikte, Gramsci’nin eleştirisinin yaklaşımı ve üslubu ile KP ve bürokratlaşmış Enternasyonal tarafından Togliatti’nin aktif katılımıyla yürütülen karalama ve yok etme kampanyasının yaklaşımı ve üslubu arasında bir uçurum olduğunu vurgulamak gerekir. Öte yandan, Gramsci aynı fikirde olmamakla birlikte, Muhalefetin bazı kaygılarının temelini kabul etmiştir. Diğer şeylerin yanı sıra, Stalinist yönetici gruba oportünist bir uyum sağlama tavrını çoktan benimsemiş olan Togliatti’nin, PCI’nin 1964’e kadar yayınlamadığı 1926 tarihli mektubu esas olarak kendi iradesiyle reddetmesi önemlidir.
Bu vesileyle bir hususu belirtmek isterim: SBKP MK’sına yazılan mektup İtalya’da ilk kez Bandiera rossa tarafından Ocak 1956’da, yani PCI’ın yayınlamasından sekiz yıl önce yayınlanmıştır. Giuseppe Fiori, Vita di Antonio Gramsci adlı değerli eserinde, Fransa’da Tasca tarafından yapılan yayından haklı olarak bahsettikten sonra, yanlışlıkla İtalya’da ilk yayının Eugenio Reale’nin Corrispondenza socialista adlı dergisinde yapıldığını ve bu derginin mektubu aslında Aralık 1958’de, yani Bandiera rossa’dan sonra yayınladığını öne sürmektedir.
Gramsci’nin 1930’ların başındaki pozisyonları hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bu konuda tartışılacak çok az şey vardır. En Togliatti yanlısı tarihçiler bile Gramsci’nin o dönemde Komünist Parti’nin ve PCI’nin politikasına yönelik Sol Muhalefet’in eleştirisiyle aynı yönde eleştirel yargılar dile getirdiğini kabul etmek zorunda kalmıştır. Gramsci’nin Troçki’nin pozisyonları hakkında ne ölçüde bilgi sahibi olduğunu söylemek zordur. Her halükarda Gramsci, Togliatti ve arkadaşlarının dayattığı sekter ve maceracı dönüşe karşı olan “üçlünün”, yani PCI liderlerinin, daha sonra Troçkist militanların, Tresso, Leonetti ve Ravazzoli’nin aldığı pozisyonlarla özünde hemfikirdi.
Sizce birden fazla Gramsci olduğu söylenebilir mi?
Hazırladığım makalede, bana oldukça açık görünen bir seçime göre dört dönemi inceliyorum: 1919-1922 yıllarının Gramsci’si, yani Ordine Nuovo ve İtalya komünist partisinin kuruluş dönemi; Lyon Tezleri’nin, Güney sorunu üzerine notların ve SBKP MK’sına mektubun yazarı olan, faşizmin gelişi ile tutuklanması arasındaki dönemin Gramsci’si; hapishanede “dönüşü” eleştiren Gramsci; Quaderni‘nin Gramsci’si. Farklılıklar olduğu tartışmaya açıktır ve bize öyle geliyor ki, özellikle Gramsci’nin Bolşevikleşme olarak adlandırılan ve gerçekte komünist partilerin bürokratikleşmesinin bir başlangıcı olan süreçteki tutumu eleştirel bir değerlendirmeyi hak etmektedir. Ancak genel olarak ve temel konularda, yalnızca düşüncesinin ilerleyen olgunlaşmasından değil, aynı zamanda farklı durumlardan ve kişisel olarak İtalyan ve uluslararası işçi hareketine yapabileceği katkıya ilişkin farklı seçimlerden kaynaklanan farklılıkların ötesinde, yalnızca bir Gramsci olduğunu düşünüyorum.
Genel bir değerlendirme yapabilir misiniz?
Biraz telgraf gibi: temel sorularda – Marksizme bütünüyle bağlılık, kapitalist toplumun radikal eleştirisi, devletin doğası, devrimci bir kopuş perspektifinde işçi hareketinin stratejisi, parti anlayışı, geçiş toplumu üzerine düşünceler, işçi hareketinin tarihsel hedefleri – Gramsci’de değişmeyen organik bir vizyon vardır. Bence tüm bu temel noktalarda Gramsci ile devrimci Marksizm arasında tam bir çakışma olmasa da çok geniş bir yakınlaşma vardır.
Gramsci’nin Troçki’ye yönelik eleştirilerini unutuyor ya da hafife mi alıyorsunuz?
Gramsci’nin Sol Muhalefet’in yanında yer almadığından daha önce bahsetmiştim. Bazı sayfalarda Stalin’in yaklaşımını idealize etmeden haklı çıkarır gibi görünmektedir. Ancak kendimize sormamız gereken soru şudur: yüzyılın başından günümüze kadar uluslararası işçi hareketinin çeşitli akımlarını – klasik reformizm, Kautskizm, Luxemburgizm, Avusturya Marksizmi, 1930’ların merkezciliği, Titoizm, Maoizm, Castroculuk ya da Guevarizm, Avrokomünizm, neo-reformizm, Troçkizm ya da devrimci Marksizm – göz önünde bulundurursak, Gramsci bu akımlardan hangisine en çok yakınlık duymaktadır?
Cevap çok açık. Antonio Gramsci’nin mirasına sahip çıkabilecek ve çıkmak zorunda olan her şeyden önce biz devrimci Marksistleriz.
Bir devrim, sadece kurulu düzenle sert bir kopuş değil, aynı zamanda halkın doğurduğu bir sosyal ve politik değişimdir. Ve devrim, sadece geçmişe ait değildir diyor romantizm çalışmaları akademisyeni Enzo Traverso. Traverso, Ekim 2021’de yayımlanan “Devrim: Bir Entelektüel Tarih” kitabında, 19. ve 20. yüzyıl devrimlerinin tarihini, bir imgeler takımı üzerinden yeniden yorumluyor: Marx’ın “tarihin lokomotifi”nden Lenin’in mumyalanmış bedenine, Paris Komünü’nün Vendome Sütunu’nu yıkışına; sorunlu şimdimize, devrimci geçmişin yeni bir entelektüel tarihini sunuyor. Şimdiden çok sayıda dile çevrilmiş olan bu eser önümüzdeki aylarda Ayrıntı yayınları tarafından da yayımlanacaktır.
– Bu alanda yaptığınız araştırmalarda size ilham veren nedir?
Bu kitap, bir önceki kitabım Solun Melankolisi’nin tarihsel yankısını genişletiyor ve derinleştiriyor. Birkaç on yıl boyunca modern şiddetin –topyekûn savaşlar, faşizm, totalitarizm, soykırım ve entelektüellerin sürülmesi- tarihini incelememin ardından bunun tamamlanmamış, sakat bırakılmış bir alan olduğunu fark ettim; çünkü on dokuzuncu ve yirminci yüzyılın bereketli bir yorumlayıcısı, onların özgürleştirici mücadele ve devrimlerini de içermelidir.
Devrimler neredeyse her yerde başarısız oldu ve çok sık biçimde, bunların enkazları resmin karanlık tarafında dâhil oldu: despotizmin, tiranlığın ve otoriter iktidarın parçası haline geldiler. Bununla birlikte, gizil güçleri hiçbir şekilde göz ardı edilebilir değildir ve mirasları dikkate değer şekilde varlığını korur.
SSCB tarihi; özgürlükten yoksunluk, diktatörlük ve şiddet ile kurulmuştur ve tüm yörüngesini totalitarizm ve gulag ile özdeşleştirmeye alışığız. Ancak tarihin diyalektiği karmaşıktır: modernitenin birkaç temel özelliğinde bahsedersek; demokrasinin ortaya çıkışı, genel oy hakkı, kadın hakları ve dekolonizasyon, Fransız ve Haiti devrimlerinden Rus ve Çin devrimlerine kadar devrim tarihinden ayrılamaz.
–Bize, devrimin kısa ve öz bir tanımını verebilir misiniz?
Hukuki ve politik tabirlerle, devrim, kurulu düzenle, bazen ülkenin ekonomik ve sosyal yapılarında dönüşümü de içeren sert bir kopuş anlamına gelir. Ancak devrimler, aşağıdan doğan sosyal ve politik depremlerdir; toplumun yönetilen ve madun tabakalarını –genellikle “halk” şeklinde tanımlananları- tarihsel öznelere dönüştürürler.
Bir devrim boyunca yaşam; yeni, beklenmeyen ve olağandışı bir yoğunluk kazanır. Aniden, halk kendi gücünün farkına varır ve kendini, dünyayı değiştirebilir hisseder. Birçok şahidi, devrimleri, Chagall’ın resimlerinde yerçekimi kanununun üstesinden gelerek köylerin ve tepelerin üzerinde uçmanın tadını çıkaran karakterler gibi, bir hafifleme hissi olarak tasvir etmiştir.
– Bu kitap sadece politik devrimleri mi betimliyor, yoksa kapsamı daha mı geniş?
Kitabımın ikinci başlığı, “bir entelektüel tarih”ten bahsediyor. Devrimler, politik değişimlerden çok daha fazlasıdır; bazen antropolojik değişimleri de içerirler. Yaşama ve düşünme biçimlerini, toplumu algılama ve yansıtma biçimlerini derinlemesine dönüştürürler. Politik değişimlerin çok ötesine geçerler, çünkü toplumsal ilişkileri ve kültürleri derinden etkiler, estetik ve edebiyat âlemlerini sarsarlar.
Kitabımda, hem düşüncelerle hem de imgelerle ilgileniyor, bağlantılarını inceliyorum. Böylece devrimlere; teorileri, ideolojileri, ütopik tasarımları ve kolektif hisleri yoğunlaştırak “diyalektik imgeler” olarak bakıyorum. Bayraklar ve barikatlar gibi devrimci sembollerle ilgilenen çok geniş bir ikonografi biliyoruz, ancak alegorileri ihmal etmememiz gerektiğini düşünüyorum. Sadece iki örnek vermek gerekirse; “tarihin lokomotifi” ya da “cennet fırtınası” olarak devrimlerin betimlemeleri, bir tarih felsefesini ve insanların genel bakışını ortaya koyan alegori ve metaforlardır.
Devrimler, ütopya fabrikalarıdır. Fransız Devrimi, insanlığa “yeniden hayat vermeyi” amaçladı ve bütün bir 19. yüzyıl, ideal toplumsal düzeni kurma doğrultusundaki ütopik tasarımlarla dolup taştı: bu, bütünlüklü özgürlük ve insan ile doğa arasındaki kusursuz harmoniyi (Fourier) içeren en bonkör fantezilerden, rasyonelleştirilmiş disiplin sistemi (Cabet) şeklindeki en korkunç fikirlere uzanan bir kapsamdadır. Fransız Devrimi, 19. yüzyılın başından sonuna dek ilerleme fikrini ateşledi ve Haiti Devrimi, kölelerin ve sömürgeleştirilmiş halkların yeni bir kendini özgürleştirme çağını ilan etti. Rus Devrimi ile ütopyalar “hem gerekli hem mümkün” hale geldi; dünyayı değiştirmenin, günün görevi haline geldiği hissini yaydı. 1920’ler boyunca Rusya’da, bütünlüklü özgürlük, evrensel kardeşlik ve eşitlik hayalleri, “ölümsüzlük” gibi çılgın fikirlerle, “yeni insan” yaratma, bilim ve teknoloji vasıtasıyla gezegeni yeniden şekillendirme gibi tehlikeli projelerle birleştirildi. Bu garip ve büyüleyici karmaşıklık, ne idealize edilmeyi ne damgalanmayı hak eder; eleştirel olarak anlaşılmasını gerektirir.
– Bu kitapta ortaya koyduğunuz ve analiz ettiğiniz devrimler arasında nedensellik bağları var mıdır? Devrimlerin azmettiricileri geçmişten nasıl faydalanır?
Kitabımın amaçlarından biri, devrimlerin determinist nedensellikler aracılığıyla açıklanamayacağını göstermek. Tabii ki bütün tarihsel olaylar gibi birçok temek dayanakları, devrim süreci tükendiğinde ve nihayete erdiğinde netlik kazanan çok sayıda “nedenleri” vardır. Bu tarihçilerin görevidir, fakat nedenleri saptamanın, onu açıklamak değil, karmaşık ve türlü türlü görünüşü aydınlatmak anlamına geldiğinin farkında olmalılar. Devrimler, öncüllerini aşar ve geleceği keşfeder; öngörülemezlerdir, genellikle beklenmezler ve sonuçlarını önceden bilemezler. Dinamiklerinin ve sonuçlarının, “sebeplerinin” içinde barınacağını düşünmek saf ve basite indirgenmiş bir tarihsel erekselciliktir (bkz. Teleoloji; ç.n.).
– “Devrim: Bir Entelektüel Tarih”, yayıncının “sorunlu şimdimiz” şeklinde tanımladığı şeye nasıl bir umut sunuyor?
Benim alanım entelektüel tarih ve kitabım, gelecek için bir reçete sunma iddiasında değil. Bu benim görevim değil. Bununla birlikte, bir yurttaş ve kendini adamış bir tarihçi olarak, “sorunlu şimdimiz”e kayıtsız kalamam ve kitabım –bu tüm tarih kitapları için geçerlidir- sadece geçmişi anlama değil, yaşadığımız dünyayı da anlama çabasına ortak oluyor.
Devrimi, günümüze belirli bir yaklaşıma işaret eden, tarihsel yorumlamanın anahtar kategorisi olarak yeniden sunmak istiyorum. Devrim sadece geçmişe ait değildir; Arap ülkelerindekiler ve neredeyse bütün kıtalarda ortaya çıkan küresel değişim talepli hareketler başta olmak üzere 21. yüzyıl şimdiden devrimler tecrübe etti. Devrimler başarısız oldular ya da yenildiler ve tarihçiler, trajik sonuçlarının nedenlerini soruşturmalılar, ancak tarihçiler aynı zamanda gizil güçlerini, dönüm noktalarını, belirgin çekişmelerini ve aktörlerini parçalayan açmazlarını da soruşturmalılar. Devrimler, ana akım betimlemelerde görünen ön yüzünden ötede, kolektif hafızanın gizli yanlarının içinden geçerler: bilim insanlarının, kendi zamanlarının tarihsel bilinçdışını sorgulamaları gerekmez mi?
Üç bölüm halinde aktardığımız ve daha önce Sosyalist Demokrasi için Yeniyol dergisinde yayımlanmış olan bu metin Ernest Mandel’in 1974’te bir kadro eğitim çalışmasında yaptığı sunumun yazıya dökülmüş halidir.
8. İşçi Sınıfının Geleneksel Örgütlere Sadakati ve İktidarı Alma Sorunu
Söz konusu olan şu ana dek genel grevden doğan ikili iktidarın gelişmesi üzerine söylediklerimle, işçi sınıfının ünlü geçiş hükümeti sorunuyla sonuçlanan haydi diyelim geleneksel siyasî bağlılıkları arasındaki eklemlenmedir. En saf ve en yüksek biçimiyle temel çelişkiyle karşı karşıyayız.
Genel grev sorunu nesnel olarak siyasî iktidar sorununu gündeme getirir. Federe [federasyon oluşturmuş] grev komiteleri nesnel olarak ikili iktidar organlarıdır. Grev yönetmekten başka yetkiler üstlenmeye başlayan federe grev komiteleri nesnel olarak iktidar organları olarak iş görmeye başlarlar. Ama ne yazık ki bunların hepsi diğer görüngüyle, yani bu komiteleri seçen ve bunlara destek veren emekçilerin çoğunluğunun, işçi hareketi tarihinin akışı içerisinde tam da böylesi bir durumda karşı-devrimci karakterlerini en dokuncalı tarzda açığa vuran reformist partilere destek vermeye devam etmesiyle bağdaşabilir.
Bu konuda tarihin hükmünün kesinlikle açık olduğunu da söylemek gerekir: bu her defasında böyle olmuştur. Rus işçileri 1917 Şubat-Martında her yerde sovyetler seçmişler ve bu sovyetlerde Menşevik ve sağ SR yani reformist bir çoğunluk seçmişlerdir. Alman işçileri 1918 Kasımında işçi konseyleri seçmiş ve bu konseylerde sosyal-demokrat bir çoğunluk seçmişlerdir. İspanyol işçileri 1936 Temmuzunda İspanya’nın her yerinde komiteler oluşturmuşlarsa da bu komitelerin üyelerinin büyük çoğunluğu sosyal-demokratlardan, anarşistlerden ve KP üyelerinden yani, haydi iktidarın bu komiteler tarafından zaptedilmesinin zorunluluğunu anlamayan demesek de, ikili iktidarın doğasını kavrayamayan örgütlerin üyelerinden oluşmuştur. Bu çelişkiyi kavramak zorundayız. Bu çelişkiyi lafla inkâr etmemiz mümkün değildir.
Şunu söyleyemeyiz: “işçiler bilinçli biçimde reformizmden kopmadıkça sovyetleri kurmaları mümkün değildir”. Tarih bunun yanlış olduğunu göstermiştir. Şunu söylememizse daha da az mümkündür: “işçiler reformizmden kopmadıkça sovyetleri kurmamaları gerekecektir” ki Maocuların teorisi de neredeyse budur. Çünkü işçiler ancak ve ancak sovyetleri kurarak ve devrimci bir durum içinde bulunarak sonunda çoğunlukla reformizmden kopacaklardır. O halde hakikî zorluk, en net ifadesini iktidar sorununda bulan hakikî çelişki işte burada bulunur.
Çünkü eğer bu iktidar işçilerin hâlâ sadık oldukları partilerin karşısına çıkarılacak olursa onları bu organların bütün iktidarı almaları gerektiğine ikna etmek mümkün olmayacaktır. Buna karşın, bu partilerin emekçilerin baskısı altında sonunda iktidarı alacakları yanılsamasına kapılmak da mümkün değildir. Bu marjinal olasılığı peşinen ihtimal dışı bırakamayız ama bu ihtimal son derece olasısızdır, Batı Avrupa’da ise ihtimal dâhilinde değildir.
Devrimci hareket bu çelişkiden çıkmak için şimdiye dek iki çözüm öne sürmüştür. Sorunu çözmek için öneriler olan bu çözümler hâlâ geçerli olan yegâne çözümlerdir.
Bu, propaganda düzeyinde 1917’nin Bolşeviklerinin ünlü ve klasik taktiğidir. Bolşevikler emekçilere şunu söylemekteydiler: “İşçi şuralarında örgütlenmiş durumdasınız ve bu şuraların iktidarı almasını istiyorsunuz. Aynı zamanda hâlâ sosyal-demokrat partiye dair yanılsamalarınız var. Partinizden ısrarla sovyetler çerçevesinde tüm iktidarı almasını isteyin”.
Böyle bir ajitasyonun ikili iktidar organlarının şimdiden mevcut olduğu bir devrimci durumda, işçileri işçi partilerine oy vermeye çağıran bir taktikten, İngiltere’de İşçi Partisinin seçimler yoluyla iktidara gelmesini talep eden bir taktikten bütünüyle farklı bir dinamiğe sahip olduğunu ısrarla vurguluyorum. Bu taktik de propaganda amaçları açısından faydalı olmakla birlikte dinamiği itibariyle tamamen farklıdır. Sanırım biz de gelecekte aynı yoldan geçmekten muaf tutulmayacağız. Bu aşamanın atlanabileceği yegâne ihtimal devrimci örgütlerin işçi sınıfı içinde ta başından itibaren çoğunluğu oluşturması olacaktır ki biz bu ihtimalin önümüzdeki yıllarda imkânsız değilse bile çok az muhtemel olduğunu düşünüyor ve dışarıda bırakıyoruz.
Bununla birlikte, bu geçiş hükümeti şiarının kesin formülasyonuna dikkat etmek gerekir zira bunun işçi sınıfının sadakatinin gerçekliğine tekabül etmesi gerekir. Bu ise değişkenlik gösterebilir. Batı Avrupa’da bugün – belki de bizim Belçika’da diğer ülkelerdeki yoldaşlardan önce saptadığımız – işçi sınıfının sadakatinin eski geleneksel partilerden sendikalara doğru belli bir aktarımı yönünde bir eğilim mevcuttur. Belçika gibi bir ülkede klasik geleneksel reformist biçim Belçika Sosyalist Partisinden çok daha fazla FGTB, İtalya’da ise haydi sosyal-demokrat parti demeyelim KP’den çok daha fazla sendikalardır.
O halde, bunu geçiş hükümeti şiarının formüle edilmesinde hesaba katmak gerekir: her halükarda buna sendikaları dâhil etmek ve bazı durumlarda sendikal örgütleri geleneksel politik örgütlerden önce dâhil etmek gerekir. Belçika’da bizim 1960 genel greviyle başlayan tüm bir dönem boyunca geçiş hükümeti şiarı olarak “sendikalara dayanan işçi hükümeti” şiarını benimsediğimiz hatırlanacaktır. Bu şiar Belçika’da işçi sınıfının, işçi hareketinin bir gerçekliğine karşılık gelmekteydi. Gelecek konusunda önyargılı olmamak gerekir zira bu sorun çok somuttur ve işçi sınıfının gerçeklikleriyle değişime uğrar. Bunun bir şemadan ya da 40 yıl önce kaleme alınmış bir metinden çıkmaması, buna karşın her ülkede içinde bulunulan aşamanın somut gerçekliğine uygun düşmesi gerekir.
2. Bu çelişkinin çözümünün diğer veçhesi, örgütsel veçhedir. Çok şiddetli bir devrimci kriz olduğunda, tüm ülkeyi hakikaten felce uğratan ve ikili iktidar organları yaratan bir genel grev olduğunda işçi sınıfı ve işçi hareketi içerisinde olağanüstü hızlı bir yeniden kümelenme, olağanüstü hızlı bir yeniden diziliş [bileşme] gerçekleşir. Bu, işçi hareketi tarihinde merkezciliğin büyük ânıdır. Genellikle mücadele içinde hayli çabuk ortak bir paydada buluşan çeşitli ufuklardan, çeşitli çıkış noktalarından merkezci güçler beliriverir. Ki bu da olumlu bir şeydir – burada olumsuz anlamda merkezcilikten değil, reformizmden devrime doğru yol alan güçler söz konusu olduğundan olumlu anlamda merkezcilikten bahsediyorum.
O zaman, devrimcilerle merkezciler arasında işçi iktidarının doğuşu için birkaç kilit mesele etrafında bir eylem birliğinin oluşturulması görevi genellikle en önemli örgütsel görev haline gelir. İspanyol Devriminde bunlar anarşist sol, sosyalist sol, POUM ve Troçkistlerdi. Alman Devriminde Bağımsız Sosyalist Partinin sol kanadı, KP ve bazı anarko-sendikalist güçler, Rus Devriminde ise Bolşevik Parti ve Sosyalist-Devrimci Partinin [SR] soluydu.
Hiç kuşku yok ideal durum – yine – devrimci partinin baştan beri bu bir araya geliş içinde hegemonyaya sahip olmasıdır, bu durumda fazla sorun çıkmaz ve yaşanacak olan Rus gelişiminin bir taklidi olabilir. Ancak kötümser bir tahmin yapmakta bir sakınca görmüyorum. Bunun Batı Avrupa’da sıklıkla tekrar edileceğini sanmıyorum. Bunu doğuştan bir kötümserlikle değil, Rusya’daki bu istisnaî durum izah edilmesi gereken bir geçmişin ürünü olduğu için söylüyorum. Bolşevik Parti Rus radikal-solu içinde hegemonyasını, tüm işçi sınıfı içinde on yıl öncesinden hegemonyaya sahip olduğu için kurabilmişti.
Bolşevik Parti, Birinci Dünya Savaşının arifesinde Rus işçi hareketi içinde gerek seçmen kitlesi gerekse basın bakımından, hem sendikalardaki ağırlık hem de üye sayısı açısından kesinlikle hegemonik konumdaydı. Bu konuda, 1914 başında Sosyalist Enternasyonal Bürosu adına Rusya’yı ziyaret eden Emile Vandervelde’nin, azılı bir Bolşevik düşmanı olmasına rağmen, Bolşeviklerin Rus işçi sınıfı içinde her bakımdan çoğunlukta olduklarını teslim eden ünlü anketi zikredilebilir.
Rusya’da olup biten günümüzde Batı Avrupa’da var olandan bütünüyle farklı bir şeydir. Rus işçi sınıfı gerçeklikte çok az aktif olduğunda bu sınıf bağrında hegemonyaya sahip olan devrimci akım, bu hegemonyasını Şubat-Mart 17’de devrimci dalga halkın tamamına yayıldığında geçici olarak yitirmekle birlikte, altı ay sonrasında oldukça hızlı bir şekilde yeniden kurmuştu. Bunu başarabilmesini ise her fabrikada işçi kadrolara sahip olmasına ve işçi sınıfı içinde kök salmış olmasına, geçmişteki bu kazanıma borçluydu.
Batı Avrupa’nın hiçbir ülkesinde devrimci öncünün durumu kesinlikle bu değildir. Bu koşullarda, bir devrimci yükselişin yardımıyla dahi, güçlerimizi onla ya da hatta elliyle çarpacağımızı düşünsek dahi – ki böyle bir yükselişte bu mümkündür – çok çok daha önemli bir güç oluşturan büyük kitle akımlarından çıkan merkezci akımlardan bir çırpıda daha güçlü hale gelmemiz pek az muhtemeldir. Alman KP’si Halle Kongresine dek 1919, 1920’de 15 ila 25.000 üyeye sahipken, bağımsız sosyalistlerin sol kanadı 300 ila 500.000 kişiden oluşuyordu. Güç ilişkileri işte bu durumdaydı. İspanya’da – getirilebilecek tüm eleştirilerle birlikte – POUM ve Troçkistler 4 ila 6.000 kişiyken, sosyalist sol ile anarşistlerin sayısı 200 ila 300.000’di. Aynı güç ilişkileri söz konusuydu.
Gelecekte devrimci bir yükselişin başında bundan kökten biçimde farklı güç ilişkilerine tanık olmamız çok az muhtemeldir. Bu da, sol akımlara karşı her türlü sekterlikten kaçınmanın devrimin zaferi açısından hayatî bir sorun olduğu, işçi örgütlerinin birleşik cephesi bünyesinde devrimcilerin bir birleşik cephesinin kurulmasının örgütsel biçimlerinin bulunması gerektiği anlamına gelir. Devrimcilerin Birleşik Cephesi derken devrimci partiyle merkezcilerin cephesini kastediyorum; çünkü devrimci parti içinde yer almayan kim varsa tanımı itibariyle merkezcidir.
Bu Fransa’da Mayıs 68 sırasında somutlanmıştır: bir tür devrimciler cephesi işlerlik kazanmıştır. Tüm eylem inisiyatiflerini alan bu cephe olmuştur. Büyük gösteriler, mitingler vesaire. Yoldaşlarımız bu oluşumlarda her türlü sekterlikten uzak örnek bir rol oynamışlardır. Bu da zaten onların Fransız radikal-solu içinde hegemonik bir siyasî güç olarak olağanüstü gelişmelerinin başlangıcını oluşturmuştu. Mesela İtalya’da bu gerçekleşmedi. 69’da grevlerin büyük yükselişi sırasında devrimci grup ve grupçuklar kendi aralarında asgarisinden bir birleşik cephe kurmayı hiçbir zaman başaramadılar. Bunu şimdi bir geri çekilme döneminde, üstelik sağcı bir hatta gerçekleştiriyorlar ama bu klasik bir durum. Bunun ise İtalya’da felaket kabilinden sonuçları oldu.
En yıkıcı örneği alıyorum. 69 sonunda radikal-sol grupların inisiyatifiyle Fiat’ta ilk işçi delegeleri konseyi kurulduğunda, bir ulusal işçi konferansı 3.000 devrimci işçiyi bir araya getirmişti. Bu konferansta çok küçük bir azınlık oluşturan yoldaşlarımız bir mesele üzerinde, Fiat’ta yapılanın aynısının başka İtalyan işletmelerinde de yapılması için tüm devrimcilerin inisiyatif alması için “ölümüne” mücadele verdiler. Bunu yapmanın imkânı vardı zira mevcut güçler bunu yapmaya muktedirdi. Maocu ve kendiliğindenci grupların hepsi buna aptalca ve tipik ultra-sol argümanlarla karşı çıktılar: “hepimiz delegeyiz”, “delegeye ihtiyacımız yok”, “biz kitleyi özgürleştirmek istiyoruz” vesaire.
Bunun sonucu: sendikal bürokrasi sonunda devrimci öncü yerine komitelerin kuruluşunu yaygınlaştırdı ve böylece başka türlü bütünüyle elinden kaçırabileceği bir hareketin denetimini yeniden sağlayabilmiş oldu. Bunun mantikî sonucuna gelince: 69’da “hepimiz delegeyiz” diye bağıranlar bugün işçi konseylerini sendikal aygıta entegre etme manevrasında sendikal bürokrasiye destek olmaktalar.
Ayrıca bu örnek Birleşik İşçi Cephesi mücadelesi çerçevesinde radikal-solun birleşik cephesi mücadelesinin sekterliğin olmamasını gerektirdiğini gösterdiği gibi, aynı şekilde bu âlemde raslanılan farklı varyantlar tarafından savunulabilen ultra-solcu ve oportünist tutumlarda mekanik ve kuyrukçu hizalanmaların olmamasını da gerektirdiğini göstermektedir.
Devrimcilere böylelikle tanınan şans nedir? Birkaç tarihsel örnek vermek isterim. 1922’de Bağımsız Sosyalist Partinin sol kanadıyla KP’nin ortaklığı Almanya’da metal işçileri sendikası (en büyük Alman sendikası) içinde, yönetim de dâhil olmak üzere, çoğunluğun elde edilmesine imkân tanımıştır. 1936’nın Eylül ve Ekim aylarında POUM, anarko-sendikalist sol ve sosyalist sol Katalonya’daki milis komiteleri içinde tartışılmaz bir çoğunluğa sahip olmuştur. Biz POUM’u ya da Alman KP’nin sağ yönetimini eleştirdiğimizde onları, işçi sınıfının çoğunluğunu kazanmak için vaz geçilmez olan bu aşamalardan geçtikleri için değil, bu şansları iktidar sorununu koymak ve çözmek için kullanmadıkları için eleştiriyoruz. Bu sorunu çözmenin başka bir yolu yoktur. Bu sorun emperyalist ülkelerdeki işçi sınıfının çoğunluğuna karşı küçük bir azınlıkla çözülmeyecektir.
9. İşçi Sınıfının Silahlanması ve Özsavunma
Radikal-sol işçi konseylerinde şimdiden çoğunluğa sahip olduğunda dahi, burjuvazi derin bir moral bozukluğu ve dağınıklık içinde olduğunda dahi, orta sınıflar kazanacağına inandıkları için giderek artan sayıda işçi sınıfı safına geçiyor olduğunda dahi – ki tüm bunlar olgunlaşan bir devrimci krizin karakteristikleridir – eğer silahlanma sorunu çözülmemişse iktidarın alınması sorunu çözülmeyecektir. Silahlanma sorunu ise çözmek için birbirine bağlanması gereken iki veçheye sahiptir:
İşçi sınıfının silahlanması sorunu
Burjuva ordusunun dağılması sorunu
Bunların biri olmadan diğeri de olmaz. İşçi sınıfının silahlanmasında bir başlangıç olmadan, burjuva ordusunun dağılması asgarî bir eşiği aşamayacaktır. Troçki bu konuda söylenmesi gereken her şeyi, burjuva ordusu içindeki disiplinin gücüne dair söylenecek klasik ne varsa söylemiştir: bu disiplinin bütünüyle parçalanması ancak ve ancak tekil askerin başka bir yerde, silahlı savunma da dâhil bir savunma bulması halinde mümkündür. Diğer taraftan, eğer burjuva ordusunda büyük ölçekte bir dağılma yoksa işçi özsavunması da oldukça ilkel belli bir asgarî eşiği aşmayacaktır.
Bu sorunun esas itibariyle teknik değil siyasî bir sorun olduğunu kavramak gerekir. Bu soruyu teknik bir sorunmuşçasına koymayı deneyen herkes er ya da geç devrimin imkânsız olduğu sonucuna varır. Şili Devriminden dersler çıkaran Régis Debray’in tutumu budur: “Yeterince savaş uçağı pilotumuz yoktu (pilotları kim yetiştirecekti? – EM). Yeterince pilot 73’te de yoktu, 72’de de yoktu, 71’de de yoktu. Eğer işçiler daha erken silahlandırılmaya başlansaydı, pilotlar daha önce vuracaklardı”. Son tahlilde bu, Belçika KP’nin yöneticileriyle girdiğimiz tartışmalarda Stalincilerin açıklamasıdır. Şili sorununa girmek istemiyorum, konu bu değil.
Eğer emekçiler Mayıs 1968’de iktidar sorununu koymaya başlamış olsalardı neler olacağına dair, hiç kuşkusuz akademik, benzer bir tartışma yaşadık. Temel sorun teknik değil politik bir sorundur. Ayrıca bu, zorluğu anlaşılması gereken, teknik çözümleri öne çıkaranların çoğunun bunu aslında daha ileri giderek esas zorluktan kaçmaya çalıştıkları için yaptıklarının anlaşılması gereken çok zor bir problemdir.
Peki, zorluk nedir? Bu daha önce parlamento konusunda işaret ettiğim zorlukla aynı zorluktur. Muhtemel İspanya istisnası dışında Batı Avrupa’daki işçi hareketi geleneğinin tamamına bağlı olarak emekçiler silaha sarılmaya hazır değildirler. Bu onlara kendi gerçek deneyimlerinden bütünüyle kopuk bir kaygı gibi gelir. Gerçekten de kopuktur, bundan zerre kadar kuşku duyulamaz! O halde onları deneyime ve anlayışa sokmak için gerekli dolayımları bulmak gerekir. Özsavunma probleminin, anti-faşist mücadele sorununun, belirgin grev çadırı deneyimlerinin ve bunların yayılmasının önemi işte buradadır.
Çünkü bu ancak bu deneyimler aracılığıyla daha geniş bir kitle için daha somut hale gelir. Üzerine yeterince mürekkep akıtılmış olan kadroların hazırlanması ve bu konuda devrimci örgütün rolü sorununu bir kenara bırakıyorum. Çok büyük olan bu zorluk bir kez daha hasmın bizzat kendisi tarafından kısmen azaltılır. Eğer burjuvazi ile devlet, fabrika işgallerinin olduğu, işçi şuralarının [konseylerinin] kurulmuş olduğu ve üretimin bizatihî işçiler tarafından örgütlenmeye başlandığı, telekomünikasyon merkezlerinin işgal edildiği bir genel greve karşı bütünüyle pasif biçimde tavır alırlarsa, bu durumda bilinç silahlanma yolunda fazla bir ilerleme kaydetmeyecektir. Ne var ki tüm bu koşullar kısaca sıralandığında bunun pek az muhtemel olduğu anlaşılacaktır: burjuvazinin oldukça çabuk bir karşı saldırısı kesinlikle kaçınılmazdır. Bu karşı saldırı önce küçük başlayıp gitgide büyüyen bir silahlı provokasyon biçimini alır. Devrimci öncünün silahlı özsavunma düzleminde emekçilerin bilincinde ve örgütlenmesinde sıçramalar yaratmak için bu deneyimlerin her birini bir fırsata çevirmekteki rolü bu noktada önem kazanır.
Fabrika işgallerinin ve ikili iktidar organlarının doğuşunun gerçekleştiği genel grev böylece silahlı ayaklanmanın ve iktidarın ele geçirilmesinin gündeme getirilmeye başladığı bir durumu yakınlaştırır. Bu konuda devrimcilerin hazırlığı ise her şeyden önce teknik veçhesi ihmal edilmeye gelmez olmakla birlikte ikincil olan politik bir hazırlıktır.
Batı Avrupada son elli yıl boyunca gerçekleşen devrimlerin başarısızlığının nedeni çok az teknik hazırlığın olması değil, siyasî düzlemde eksikliklerin, boşlukların olmasıdır. İspanyol işçi sınıfı büyük şehirlerdeki neredeyse bütün kışlaları silahsızlandırmayı başarabildiyse eğer, bunun nedeni pek de öyle teknik zenginliğe sahip olması değildi. İspanyol işçi sınıfı bunu muazzam bir baskınla başarmıştı. Buna karşın, eğer aynı sınıf iktidarı ele geçirme fırsatını kullanamadıysa, bunun nedeni işçilerin Temmuzda sahip oldukları teknik imkânlardan Eylülde yoksun olmaları değil, bu konuda siyasî anlayıştan, öncüden ve politik önderlikten yoksun olmalarıydı.
Sunuşumu, Alman Devriminden iktidarın zaptedilmesi sorununun somut biçimde konduğu iki uğrak olan iki örnekle bitirmek istiyorum:
Bu örneklerin ilki General Kapp’ın 1920’deki darbe girişimine karşı yapılan genel grevdir. Darbe girişiminin neden olduğu telaş ve bu darbe girişiminin üç günlük bir genel grev sonrası akamete uğratılmasından doğan muazzam özgüven, sosyal-demokrat partinin ve özellikle sendikanın bile, Almanya’da ilk ve son kez, bir işçi hükümeti sorununu gündeme getirmelerine yol açmıştı.
Alman sendikasının genel sekreteri Legin sendikalardan, sosyal-demokrat partiden, bağımsız sosyalist partiden ve komünist partiden oluşan bir hükümetin kurulmasını gündeme getiriyordu. KP bu fırsatın üzerine atlamamakla, bu talebin derhal hayata geçirilmesi için bir ajitasyon kampanyası başlatmamakla muazzam bir hata işledi. Üstelik Almanya’nın bir bölümünde (Ruhr ve Saksonya) işçiler darbeye karşı koymak için bir kez daha silahlanmışlardı. Bu belirlenmiş ânda bir yarma hareketi mümkündü. Dolayısıyla, bu dönüm noktasının yakalanmamasında belirleyici olan bir silah ve teknik güç eksikliği değil, bir siyasî akıl eksikliği olmuştu.
İkinci örnek Eylül-Ekim 1923 örneğidir. Avrupa tarihinde bir dönüm noktası oluşturan 1923 yılı üzerinde daha önce çok konuştum ve burada bu yılın tam bir betimlemesini yapmam mümkün değil. Alman işçi sınıfı 1923 yazında bir genel grevle Şansölye Kuno’nun muhafazakâr hükümetini düşürür. KP o sırada büyük sendikalarda ve çok sayıda işletme konseyinde çoğunluğu ele geçirmekle meşguldür. KP önderi Brandler’in bir iktidarı alma projesi mevcuttur. Bu tehlikeli olmakla birlikte aptalca olmayan bir projedir. Bu üç evreli bir projedir. KP önce iki eyalette, Saksonya ve Thuringe’de sosyalist solla bir koalisyon hükümeti kurar. İkinci olarak, KP bu hükümetler içindeki mevzileri silahlı işçi milisleri kurmak için kullanır ve üçüncü olarak Almanya’nın tamamında ayaklanmayı hazırlamak için bu “kızıl muhafızlar”dan destek alır.
Tabii bu gizli bir proje değildir; herkes, burjuvazi bile bundan haberdardır, proje KP basınında ayan beyan tartışılmıştır. Projenin ikinci evresini kırılgan hale getiren ise hiç kuşku yok burjuvazinin komünist bakanlar işçilerin silahlandırılmasını hayata geçirir geçirmez harekete geçecek olmasıdır. Aynen böyle olmuştur! “Kızıl Muhafızlar”ın kurulması için ilk önlem alınır alınmaz Reichwehr (Alman Ordusu) Saksonya’ya ve Thuringe’ye girip her iki hükümeti de fesh etmiştir. Bu sorunun teknik bir veçhesidir; bunu tartışmak mümkündür.
Peki, öyleyse uzak ara belirleyici olan siyasî veçhe nedir? Saksonya ile Thuringe sol sosyal-demokrat başbakanlar tarafından yönetilen iki Länder (eyalet) idi. Her iki hükümet de sendikaların tam desteğine sahipti. Ordunun bu iki hükümete silahlı saldırısı bir aşağılama, Almanya’da örgütlü işçi hareketine karşı başlatılmış hakikî bir saldırıydı. KP’yi ve işçi öncüyü ulusal düzeyde, silahlanma düzeyi de dâhil bir güç sınamasına sistematik bir biçimde hazırlamış olmak koşuluyla, bu iki Länder’deki ayrıca ikincil olan bu küçük taktik başarıyı dönüştürmek mümkündü.
Yoldaş Brandler’in yapmadığı da buydu. Bu konuda ve özellikle de durumun bir güç sınaması için olgun olup olmadığı konusunda tereddüt içindeydi. Klasik merkezci tarzda zorluğun çevresinden dolandı: bir işçi şuraları [konseyleri], fabrika komiteleri kongresi toplayarak onlara şu soruyu yöneltti: “Reichwehr’e silahla direnmeye hazır mısınız?”. Sorunun cevabı baştan belliydi. Durumun sıradışı olgunluğunun bir kanıtı olduğundan bu tür bir kongrede katılanların yaklaşık %40’ının silahlı direnişten yana olduğunu söylemek zorundayım.
Lakin, Troçki’nin durumu özetlerken söylediği gibi: “Eğer tereddüt içinde bir militan işçi kitlesi karşılarında kendilerine ‘sizi izlemeye hazırım; ne tür bir inisiyatif alıyorsunuz’ diye soran tereddüt içinde bir önder bulacak olurlarsa, elbette onların iktidarı almaya koşmalarını beklememek gerekir”. Gereken hiç kuşkusuz tam tersi bir ilişkiydi: tek bir çıkış yolu olduğu konusunda hâlâ tereddüt eden bir kitleyi ikna etmesi ve bu çıkışı bu yönde gerekli inisiyatifleri alarak çok açık biçimde işaret etmesi gereken çok kararlı bir önderlik. Bolşeviklerin 1917’de yaptıkları da işte buydu.
Kesin olarak belirleyici olan, burjuvaziyle tayin edici bir güç sınamasının gerekliliğini işçi sınıfının çoğunluğuna benimsetmek için gerekli öznel koşulların hazırlanmasıdır.
Bu sunumun bütün mantığı, bir genel grevin, aktif bir genel grevin, işçi şurası seçimlerini olanaklı kılan bir genel grevin böylesi bir güç sınamasını hazırlaması ve işçi tarafında muazzam kozların olduğudur. Bir ülke ne kadar çok sanayileşmişse, toplumsal süreçlerin teknikliği ne denli ilerlemişse, işçi cenahında o kadar çok koz bulunur.
Buna karşın, son tahlilde belirleyici etmen eylemde inisiyatif alan cenah olmaya devam eder. Bir gün için dahi olsa eylemde inisiyatif almak, hasmı belirleyici bir ânda yenilgiye uğratmak, işte bu güç ilişkilerini tamamen değiştirir. Tarihin akışını değiştirmekte devrimci partinin ve öznel etmenin bütün önemi işte burada görülür!
Üç bölüm halinde aktardığımız bu metin Ernest Mandel’in 1974’te bir kadro eğitim çalışmasında yaptığı sunumun yazıya dökülmüş halidir.
5. Grev Komitelerinden İşçi Şuralarına [Konseylerine/Sovyetlerine]
Grev komitesi – hatta grev merkez komitesi, Fransa’da Mayıs 68’de Lambertist yoldaşlarla bir polemiğe neden olduğundan bu konuya daha sonra döneceğim – henüz grev alanı dışına, yani burjuvazinin siyasî (devlet) iktidarına henüz reel olmayan, potansiyel bir karşı çıkış alanının dışına taşmaz.
Grev komitelerinden işçi şuralarına nasıl geçilecektir? İşçi şurası, ayrıca ilk Petrograd Sovyeti gibi, 100 örneğin 99’unda grev komitesinden doğmuş olsa bile bunların arasındaki niteliksel fark nedir? Şimdiye kadar tarihsel deneyim temelinde – yine de ihtiyatlı olunmalıdır zira gelecekteki deneyim geçmişteki deneyimden daha zengin olabilir – bu dönüşümde iki unsur belirleyici olmuş gibi görünmektedir:
Federasyon, yani bir fabrika düzeyinde doğan işçi iktidarı rüşeyminin [tohumunun] parçalanmasına son verilmesi: Lip bir bütün olarak burjuva ekonomisine veya burjuva devletine karşı çıkış değildir ama federasyon oluşturup iki ya da üç sanayi koluna taşan 50 Lip, işte bu niteliksel olarak farklı bir şeydir! Özellikle de bu kısmen bankacılık sistemini, elektrik dağıtımını, kamu toplu taşıma araçlarını vesairi kapsadığı takdirde. Yatay veya dikey yani bir kentte veya bir sanayi kolunda federasyon – bu arada karşı çıkışçı karakteri keskinleştirme eğiliminde olduğundan kent sanayi kolundan önemlidir – eğer bu federasyon belli bir düzeyi aşacak olursa mantığı gereği bu grev komitelerini ikili iktidar organlarına dönüştürür.
Federasyonda yalnızca imkân olarak ihtiva edilen ama henüz gerçekleştirilmemiş olan ikinci unsur da aynı ölçüde olmazsa olmazdır: grev komiteleri federasyonunun bu organları, grev yönetimi yetkilerini aşan yetkilere sahip olurlar. Grevi örgütlemekle, grevcilere para veya erzak dağıtmakla ve ajitasyona yönelik bir grev gazetesi çıkarmakla yetinen bir grev merkez komitesinin nihayetinde burjuvazinin bölünmez iktidarıyla bağdaşması hâlâ mümkündür. Bu giderek zorlaşır, bu sınır bir durumdur ancak bunu tahayyül etmek hâlâ mümkündür. Buna karşın, yalnızca grev örgütlemenin ötesinde yetkiler üstlenip üretimi, bankalarda kredi finansman dağıtımını, toplu taşımacılığı, elektrik dağıtımını örgütlemeye başlayan, tek kelimeyle fiilî yetkiler kullanan bir grev merkez komitesi, böyle bir komite artık bir grev komitesi olmaktan çıkıp bir işçi şurası, işlemeye başlayan bir iktidar organı haline gelmiştir.
Bir ikili iktidar organının doğuşu kendisini, burjuva toplumunda normal olarak ya burjuvazi veya bankacılık sistemi gibi kendi araçları ya da burjuva devleti eliyle kullanılan yetkilerin bu organlar tarafından üstlenilmeye başlanmasıyla açığa vurur. Bu asgarî düzeyde olabilir; benim dünyada değilse de Avrupa’da yaymaya çalıştığım ve bu yüzden Liyejli [Belçika’nın Valon bölgesinde önemli bir kent – Liège] yoldaşları müthiş kızdırdığım hikâyeyi [anekdotu] herkes bilir: 1950 ve 1960’taki iki genel grevde Liège kentinde trafiği düzenleyen ve FGTB damgası taşımayan araçların [binek otomobillerin, kamyonların] trafiğe çıkmasını yasaklayan FGTB Liège yönetimi fiilen bir kamu yetkisi kullanmaktaydı. Kamyoncular böylece, burjuva devlet iktidarından tamamen farklı işçi kaynaklı bir kamu gücünü kabul etmiş oluyorlardı. Bu son derece rüşeym halinde olmakla birlikte gerçekti.
Bir kez daha anekdotun kendisi çok az önem taşır; önemli olan buna benzer örnekleri işçi sınıfının kolektif belleğine ve imgelemine aktarmaktır. Bu, kafa yapısına bir alışkanlık kazandırmak demektir zira bir sonraki genel grevde bu tür örnekler çoğalıp, genelleşebilir ve burjuva iktidar organlarına karşıt işçi sınıfı iktidar organlarının, işçi şuralarının hakikaten doğmasını sağlamak için muazzam bir pratik öneme sahip olabilirler.
6. Ekonomik İkili İktidar ve Siyasî İkili İktidar
İkili iktidar kavramı geleneksel olarak münhasıran siyasî bir kavram sayılmıştır – ve “Zinovyevci-Stalinist” okul da bu konuda işçi sınıfı içinde çok büyük bir etkide bulunmuştur. Maocu yoldaşlar günümüzde bunun karikatürleşmiş ürünüdür. Bunların elinde kolaycı ve kesinlikle saydam bir şema vardır: “Troçkistler sovyetlerin yalnızca bir devrimci durumda var olduğunu ve bunların devrimci iktidarın organları olduğunu anlamamışlardır. Günümüzde devrimci bir durum yoktur, o halde işçi denetimi üzerine, ikili iktidar üzerine gevezelik etmek boşa konuşmak ya da daha beteri reformizmdir” vesaire.
Bu akıl yürütmede sakat olan yanı anlıyoruz: bu akıl yürütme yaygınlaşan ve genelleşen bir işçi mücadelesinin en karakteristik durumunu, yani bir devrimci durumu ve devrimcilerin devrimci-durum-öncesi bir duruma ne şekilde müdahale edebileceklerini ve etmek zorunda olduklarını hesaba katmayı bütünüyle reddeder. Maocu kavramın gerisinde aslında, üzerinde işçi öncünün eyleminin hiçbir etkisinin olamayacağı nesnel koşullar tarafından belirlenen, gökten zembille inen kaderci, mekanikçi, Kautskici ve anti-Leninist bir eski devrimci durum geleneği vardır.
Biz bunun tersine işçi denetimi deneyimlerini özendirerek, işçi denetimini genelleştirerek, bu müdahale yoluyla devrimci-durum-öncesi bir durumu bir devrimci duruma dönüştürdüğümüzü, devrimci bir durumun doğması için cisimleştirme etmeni, katalizatör etmen vazifesi gördüğümüzü iddia ediyoruz. Troçki ise büyük iktisadî buhranın başlancında Almanya’ya ilişkin olarak daha cesur ve daha yenilikçi bir düşünceye sahipti: “İkili iktidarı ve ikili iktidar organlarını 1917 Devriminden gelen klasik tipte sovyetlerle özdeşleştirmekten kaçınmalıyız. 1930 Almanyasının somut durumunda, sendikaların hâkimiyetindeki işletme konseylerinin (burjuva Weimar Anayasası çerçevesinde legal organlar E.M.) nesnel olarak ikili iktidar organları haline gelebilmeleri ihtimal dışı değildir”.
Şu an için bu konuda oldukça açık fikirli olmalıyız. İkili iktidarın Rus Devrimininkilerle veya Alman Devrimininkilerle tam olarak aynı tipte sovyet tarzı organlarla özdeşleştirmenin düşülmemesi gereken bir hata olduğu açıktır. Büyük ölçekli en azından bir tarihsel deneyim yaşanmıştır: Temmuz 1936’da İspanya’da sovyetlerinkinden başka bir kökenden, başka bir tutumdan kaynaklanan ve kesinlikle apaçık ikili iktidar organları olan milis komiteleri. Ayrıca, en muhtemel örneği alıyorum, İngiliz işçi hareketinin tikel yapısı dikkate alındığında, Büyük Britanya’da klasik sovyetten oldukça farklı bir tipte organların ikili iktidar organları rolü oynayabilmeleri ihtimal dışı bırakılamaz.
İngiliz yoldaşlarımız bugün en azından yerel planda, İngiltere’de bir değişmez haline gelen bir şeyden destek alıyorlar: yerel düzeyde çok gergin bir mücadele durumu her ortaya çıktığında, hepsini olmasa da en savaşkan fabrika delegelerini, hepsini olmasa da yörenin en savaşkan sendikal örgütlerini, bazen hepsini olmasa da işçi partisinin [Labour Party] yerel örgütlerini ve yerel olarak örgütlü ve etki sahibi devrimci örgütlerin temsilcilerini bir araya getiren “ad hoc” [anlık amaca yönelik] birleşik cephe organları doğmakta.
İngiltere’de söylendiği puddingin pudding olduğunun kanıtı yenildiğinde elde edilir [ya da Başkan Mao’nun dediği gibi “armut tadılarak tanınır” çn.]. Eğer bu organ yörenin işçi sınıfının tamamını harekete geçirmeye muktedirse bu yerel bir sovyetle aynı şeye tekabül eder. Eğer sadece öncüyü çatısı altında toplayan ve işçi sınıfının %10 ila 15’ini seferber eden bir organ söz konusuysa, bu bir sol (ya da bizim Belçika’da adlandıracağımız gibi antikapitalist) birleşik cephedir. İşçi sınıfının ezici bir çoğunluğunun hâlâ şu ya da bu şekilde geleneksel örgütler içinde yetişmiş [eğitilmiş] olduğu ülkelerde bu tür organların ortaya çıkma olasılığını göz ardı etmemeliyiz; bu hiç kuşkusuz bu tipte bir bir-araya-gelişin sovyet tarzı bir yapıyla aynı rolü oynayabilmesinin koşuludur.
Söylemiş olduğum “örgütlenmiş” sözünün altını çizmek isterim zira bu durum Avrupa’da çok sıradışıdır. Sanırım İngiltere – belki benim az bildiğim İsveç – dışında başka bir örnek yoktur; Fransa’da durum kesinlikle bu değildir. Eğer yukarıda sözünü ettiklerimin hepsi Fransız şehirlerinin çoğunda bir araya getirilecek olsaydı, bu işçi sınıfının üçte birini ya da dörtte birini temsil edecekti. Aynı şey İtalya, Belçika için de geçerlidir. Bu, İngiltere’de bütünüyle istisnaî olan bir işçi sınıfı örgütlenme ve eğitim düzeyini – oy atıyor olmayı değil, örgütlü olmayı ve [örgütün] çağrısına uymayı – önvarsayar. Büyük sanayî merkezlerinin çoğunda işçi sınıfının tamamının şu ya da bu biçimde sendikalarda ve sendikalar bu parti içinde oldukları için işçi partisinde örgütlü olduğunu söylemek neredeyse mümkündür. Aklımınn gerisindekini söylemem gerekirse, ben daha çok, İngiltere’de bile bir genel grev halinde ortaya çıkacak olanın bu tür organlardan ziyade seçilmiş grev komiteleri olacağı kanısındayım. Ancak, İngiliz işçi hareketinin belli bir mantığı içinde kaldığından böyle bir ihtimali de bütünüyle dışarıda bırakmamak gerekir.
İşlevi belli ekonomik yetkileri üstlenmek olan – seçilmiş ya da değil, burada belirleyici olan bu değildir – organlarla, burjuva devlet iktidarına karşı çıkışa geçiş arasında ayrım yapmak o halde çok önemlidir. Peki, bu sorun neden bu kadar belirleyici ve zordur? Çünkü karşımıza nesnel bir eğilimle bilinçte belli bir niteliksel sıçrama arasındaki ayrım çıkmaktadır. Olayların baskısı altında, neredeyse sezdirmeden, salt hareketin iç mantığıyla sosyal-demokrat işçilerin veya Hruşçovçu eğitimden geçmiş işçilerin, kendilerine rağmen, aktif grev de dâhil, grevcilere ödeme yapmak için banka gişelerini tekrar açmak da dâhil (1’den 4’e maddeleri) benim daha önce tarif ettiğim tüm bir dizi şeyi yapmaya sürüklenebileceklerini söylemek mümkündür. Gelgelelim bunun imkânsız değilse bile güç bir hale geldiği bir sınır mevcuttur: bu da burjuva demokrasisinin kurumlarıyla bilerek ve bilinçli bir çatışma yolunda bir seçim yapıldığında ortaya çıkar. Bugüne dek Batı Avrupa’da tüm devrimlerin kaybedilmesine neden olan da budur.
Bunun klasik bir örneği vardır, en bilineni budur çünkü söz konusu ülke aynı zamanda hadiselerin en sert biçimde gerçekleştiği ülkedir: bu İngiltere örneğidir. İngiliz işçi hareketinin gücünün zirvesine vardığı anda, Birinci Dünya Savaşının hemen ertesinde, bütünüyle farklı bir tarihsel bağlamda 1926’dakinden çok çok daha güçlü bir genel grevle sonuçlanabilecek ortak grev yapma kararı almış en büyük üç sendika (metal işçileri, madenciler ve taşımacılık işçileri) arasında meşhur üçlü ittifak varken – (yarı-sovyetik tipte) “shop-steward” [demokratik seçimle gelmiş işyeri sendika temsilcileri] hareketi İngiliz fabrikalarında büyük bir yaygınlık kazanmışken, İngiliz burjuvazisinin en zeki önderi Lloyd Georges “üçlü ittifak” sendikalarının başlıca üç önderini evine çağırıp onlara şunu söylemişti: “Tüm ülkeyi felç etme yeteneğine sahip olduğunuzu, bizden çok daha güçlü olduğunuzu ve hatta askerlerin çoğu kışlalarından çıkmayı reddedeceğinden orduyu size karşı kullanamayacağımızı biliyoruz ama bir tercihte bulunmak zorundasınız: Ben ulusun, parlamentonun çoğunluğunu temsil ediyorum; ulusun, parlamentonun çoğunluğuna karşı bir genel grev yapmaya hazırsanız, bunu ancak kendinizi bu çoğunluğa ikame etmeye ve parlamentoyla genel oyunkinden başka bir iktidar, başka bir devlet yapısı kurmaya hazır olduğunuz takdirde yapabilirsiniz. Bunu yapmaya hazır mısınız?” Bu sendika bürokratlarının ne cevap verdiğini herhalde uzun uzadıya anlatmama gerek yok, sanırım herkes anlamıştır.
Bu aynı mantığın en trajik (İngiltere’dekinin traji-komedi olduğunu söylemek mümkündür zira hiçbir şey olmamıştır – zaten Lloyd Georges’un istediği de buydu) ifadesi Almanya örneğidir. Almanya’da hemen her kentin neredeyse her fabrikasında işçi şuraları [konseyleri] vardı, burjuva devlet aygıtı neredeyse çökmüştü (yani iktidar gerçekte işçi sınıfının elindeydi) ne var ki bu işçi şuralarındaki sosyal-demokrat çoğunluk hiç tereddüt etmeden bir burjuva parlamentosu için genel seçim çağrısında bulunma ve elindeki iktidarı bu burjuva parlamentosuna devretme kararı aldı. Sadece canice değil aynı zamanda ahmakça! Çünkü bu parlamento seçimlerinde çoğunluğu elde edeceklerine inanıyorlardı. Bunu bile elde edemediler (oyların %44’ünü aldılar). İşçi şuraları iktidarını sosyal-demokratlara dahi devredemediler, burjuva partilerine teslim ettiler.
Böylece Alman Devrimi üç ayda tasfiye edilmiş oldu (18 Kasım – 19 Şubat): Weimer Kurucu Meclisinin toplantıya çağrılmasından sonra ortada sovyet movyet kalmamıştı. Bu geri dönüşü olmayan nokta, belli sayıda iktisadî yetkiyi üstlenmeye başlayan işçi şuralarını, burjuva devletinin burjuva demokratik parlamenter kurumlarının iktidarını bilinçli biçimde olumsuzlayan organlara dönüştürmek bilinçte niteliksel bir sıçramayı gerektirir; bunun ayırdına varmadan işçilerin çoğunluğunu sosyalist devrim yapmaya götürmek olanaksızdır; bu tam bir yanılsamadır.
O halde, işçi sınıfının çoğunluğunun bilinç düzeyinde, reformist bir düzeyden devrimci veya yarı-devrimci bir düzeye belirleyici bir dönüşüm olması gerekir. Bunun olması için bir dizi elverişli koşul vardır:
Bir devrimci durum sırasında olayların deneyiminde ve bilincine varılmasında genel hızlanma – ki bu öyle hafife alınacak bir şey değildir. Lenin’le Troçki’nin söylediklerini herkes bilir: “Devrim sırasında işçiler devrimci olmayan bir durum döneminin bir ya da beş yılında öğrendiklerinden fazlasını bir günde öğrenirler”. İşçiler daha fazlasını öğrenirler çünkü daha fazla kitle etkinliği vardır – devrimci bir dönemi karakterize eden de hiç kuşkusuz budur.
Bu durum ve koşullarda devrimci partinin rolü tamamen belirleyicidir. Devrimci partinin aktif ve önder rolü olmaksızın işçi sınıfının çoğunluğunun antikapitalist ve devrimci bir bilinç kazanabilmesini tasavvur etmek mümkün değildir – ve bunun geçmişte bir örneği yoktur. Yine burada da, devrimci bir dönemde devrimci parti kendisini dönüştürüp, görece sakin bir dönemdekinden katbekat daha hızlı bir tempoda büyüyebilir.
Ne kadar tuhaf gözükürse gözüksün ben tüm bu süreçte belirleyici rolü yine de üçüncü bir etmene, düşmandan kaynaklanan etmene vereceğim.
Son derece zor olan yegâne durum, düşmanın hiçbir şey yapmadığı durumdur. Bunun tarihsel bir örneği mevcuttur: kuzey İtalya işçileri bölgedeki tüm büyük fabrikaları işgal ettiğinde, ünlü 1920 Kasım büyük grevi sırasındaki İtalyan burjuvazisi örneği. Tıpkı [İngiltere’de] Lloyd Georges gibi İtalyan burjuvazisinin en kurnaz önderlerinden biri olan devrin İtalyan Başbakanı Giolitti o sırada şunu söylemişti: “İşçiler fabrikaları işgal ettiler, silahlılar (en azından Torino’dakiler – E.M.): bu, devletin ayakta kalmasına yönelik bir tehdittir. Yapabileceğimiz işe yarar tek şey hiçbir şey yapmamaktır”. Diğer bir deyişle, ‘umalım ki işçiler ileri doğru belirleyici bir hamle yapmak için kendiliklerinden belirleyici bir inisiyatif alamasınlar’. Aynen öyle oldu: sendika yönetimleri, sosyalist parti önderliği – komünistler hâlâ SP içindeydiler -, işçi şuraları 1, 2, 5, 6 gün boyunca toplantılar yaptılar. Vurgunun nereye yapılacağının belirlenmesi tartışıldı: işçi denetimi olacak mı, olmayacak mı, patronlardan, hükümetten ne talep edilecek vesaire. Sonuçta hareket iç tartışmalar, yerinde saymalar, hiçbir şey yapamamaz hale gelme, yukarıda tarif ettiğim dönüşümü gerçekleştirmek için kesin sonuca götürecek bir inisiyatif almaktan acz içinde eriyip gitti.
Eğer İtalyan burjuvazisi o sırada fabrikaların üzerine faşist sürüleri salma veya askerî bastırmaya girişme hatasını işlemiş olsaydı, devrim olacağı hemen hemen kesindi: işçiler silahlıydı, iktidarı almak için, karşı cenahtan gelecek herhangi bir kışkırtmaya karşılık vermek için maddi güce sahiptiler. Lakin, iş kışkırtma olmadan kendiliklerinden inisiyatif almaya, burjuva demokrasisinin kurumlarından kendiliklerinden vazgeçmeye geldiğinde, bunun ne bilincine, ne iradesine ne de önderliğine sahiptiler.
Bundan, itiraz edilmekle birlikte Batı Avrupa’daki genel grevlerin tüm deneyiminden çıkan çok önemli bir sonuç çıkarmak gerekir: genel grevden doğan işçi iktidarı organlarının varlıklarını sürdürmesi, varlığını sürdüren bir ikili iktidar yapısının olması ve başlamakta olan bir ikili iktidar döneminin olması için çaba sarfetmek tayin edici önemdedir. Çünkü bunları idame ettirmekte başarılı olunduğu andan itibaren hasmın er ya da geç bunlara saldırmaya mecbur kalması ve karşılık vermek için gerekli inisiyatiflerin hazırlanabilmesi, henüz daha yeni ileri doğru devasa bir örgütsel sıçrama yapmış bu işçilerden, kararlarının tüm siyasî ve devrimci sonuçlarını bir çırpıda anlamaları istenecek olsaydı – ki bu, en azından işçi sınıfının reformist veya neo-reformist etki altında olduğu ülkelerin çoğunluğunda pek az muhtemeldir – olabileceğinden çok daha etkin bir tarzda merkezileştirilebilmesi hemen hemen kaçınılmazdır.
Diğer bir deyişle en olası değişke [varyant] hakikî bir ikili iktidardır; yani – sovyetik iktidarın ruşeymi – işçi şuraları bir geçiş dönemi boyunca burjuva parlamentosu ve kurumlarıyla yan yana var olacaklardır. O zaman, emekçilerin çoğunluğunun burjuva parlamentosu ve kurumlarından tereddütsüz biçimde ve bilinçli olarak vaz geçip, işçi şuralarına dayanmaya hangi anda, hangi biçimde ve hangi bahaneyle götürüleceğini belirlemek söz konusu olacaktır.
Tüm bunlar eğer emekçilerin çoğunluğu hâlâ reformist veya neo-reformist ideolojinin etkisi altındaysa geçerlidir. Şayet işçilerin çoğunluğu ikili iktidar doğmadan önce bile çoktan komünist, antikapitalist, Troçkist, devrimci, Maoist vb. ise artık bunların hiçbiri uygulanmaz, işçiler işçi şuralarını açık biçimde sovyetlere dönüştürecek ve iktidarı fethetmeye gideceklerdir. Gelgelelim böyle bir durum, Avrupa ülkelerin neredeyse tamamında – yine de çok temkinli olmak kaydıyla olası İspanya istisnasıyla – son derece zayıf bir ihtimaldir.
7. Merkezileşme
Burada karşımızda, çok büyük bir psikolojik önemi haiz ve Lenin’in Rus Devriminin belli sayıda deneyimini Batı Avrupa bağlamına oturtmak istediğinde hiç kuşku yok küçümsemiş olduğu bir görüngüyü buluyoruz: Batı Avrupa işçi sınıfı çok uzun zamandan beri sendikal ve siyasî işçi örgütlerinde merkezileşmiş durumdadır. Posadas yoldaş Avrupa’ya gelip işçilerin omuzlarına vurarak onlara “Biliyor musunuz, merkezileşmeyi öğrenmelisiniz” dediğinde, bu işçilere 75 yıldır bildikleri bir şeyi öğretiyordu.
İşçilerin bu alandaki deneyimi hem ikili hem de en azından olumsuzdur: merkezileşme gücü tartışmasız biçimde artırmakla birlikte merkezileşmenin somut biçimi aynı zamanda bürokratikleşmeyi de güçlendirmiştir; günümüzde bir kitle örgütü ne kadar merkezileşirse o kadar bürokratikleşmektedir, bu kuralın Avrupa’nın hiçbir yerinde istisnası bulunmamaktadır.
Oysa bir genel grevde olumlu olan yanın tam da büyük ölçüde, genel grevin işçi sınıfı ve işçi hareketi üzerinde bürokratik denetimi tartışma konusu yapabilen işçi özerkliği güçlerini serbest bırakacak olması olduğunu açıklamıştık. Bu işçi özerkliğinin başlangıçta ihmal edilemeyecek bir adem-i merkeziyet derecesiyle karakterize olması neredeyse kaçınılmazdır. Bu, burjuvaziye ve devletine olmaktan çok bürokrasiye bir başkaldırıdır. Gelgelelim bu ikisi eşyanın tabiatı gereği birbirine çok yakından bağlıdır.
Bu da alınacak bütün inisiyatiflerin merkezileşmesinin bir Troçkistin söylemindeki veya bir kadro okulundaki kadar apaçık bir şey olmayacağı anlamına gelir. İspanyol Devriminden çıkan bir örneği alalım (bu devrime sık sık başvurmak gerekir zira bu devrim emperyalist ülkelerde şimdiye dek tanık olduğumuz en zengin deneyimdir). Devrimin ilk günlerinde emekçiler tarafından spontane biçimde yaratılan sovyetik tipte organlar farklı şehirlerde aynı ismi dahi taşımıyorlardı. Hareketin en ilerlemiş olduğu Katalonya’da bunlara genellikle (ama her yerde değil) “milis komitesi” deniyordu; ülkenin diğer kısımlarında farklı biçimde adlandırılıyorlardı: “üretim komitesi”, “yerel komite”, “fabrika komitesi”, “işçi konseyi”, “birleşik cephe komitesi” vesaire. Bu isim bir kentten diğerine değişiyordu. Adlandırma yalnızca biçimsel bir sorun değildi, aynı zamanda farklı bir işlevi, farklı bir bileşimi, içinde yer alan kişilerin bu komitelerin neyi temsil ettiğine dair farklı özbilinçlerini de kapsıyordu. Bu komitelerin hepsini 24 saat içinde tek bir ulusal Kongrede federasyon halinde birleştirmek ise yalnızca imkânsız değildi, ama aynı zamanda olmadı da ve bunun olmaması bir tesadüf değildi!
Bu merkezileşmenin gelişebileceği birkaç yola işaret etmek isterim:
Çok önemli bir yol daha önce bahsetmiş olduğum ekonomik veya ekonomist yoldur: aktif greve geçildikçe, aktif grevin mantığında vurgulamamız gereken muazzam bir merkezileştirici güç bulunur. Nakliye, hammadde, dağıtım, enerji şirketleriyle temas kurulmadan bir işletmede üretimi başlatmak olanaksızdır. Burada neredeyse otomatik biçimde doğan bir merkezileşme, eşgüdüm gücü vardır. Bu, sürecin başındaki bir genel grevi sosyalist devrime doğru dönüştürmek açısından aktif greve geçmenin önemini göstermek için bir başka argümandır.
Hâlâ küçümseme eğiliminde olduğumuz çok önemli bir diğer etmen iletişimin merkezileşmesidir. Günümüzde toplumun sinir merkezleri bundan 60 yıl öncekilerle aynı merkezler değildir. Mesela tren garı değildir: 1917 işçileri için mantıklı bir fikir olan garı işgal etme fikri, bugün azımsanamayacak sayıda ülkede kimsenin aklına gelmeyecektir. Şu andaki sinir merkezleri, telekomünikasyon, radyo, TV ve bunlarla bağlantılı merkezlerdir: matbaalar (özellikle para basılan matbaanın önemini küçümsememek gerekir), bankalar, posta çekleri vesaire.
Bu birkaç öğeye bakılacak olursa, bir genel grevde doğabilecek merkezileştirici güçler görülür. Bir sosyalist devrimin mümkünlüğü bakış açısından, Mayıs 68 genel grevinin dönüm noktasını hemen hiç kimse farketmemiştir: grevin ilk günlerinde telekomünikasyon şirketleri de dâhil işletmelerin tamamı emekçilerin işgali ve denetimi altındaydı. Paris’te artık grevciler tarafından kontrol edilmeyen – İçişleri ve Savunma Baknalıklarınınkiler de dâhil – tek bir telekomünikasyon anteni kalmamıştı. De Gaule hükümetinin tek askerî müdahalesi İçişleri Bakanlığı için Paris’te bir anteni boşaltmak için yapıldı: bunun için 100 CRS’in [ Cumhuriyetçi Güvenlik Bölükleri – çevik kuvvet polisinin] müdahalesi yetti.
Grevde başka bir önderlik olsaydı – olsayla bulsayla elbette çok şey yapmak mümkün – işçilerde başka bir bilinç olsaydı, hadiselerin belirleyici önemini kavramış olsalardı bu antenin ele geçirilmesine direnirlerdi. Hiç kuşkusuz muzaffer olacak böyle bir direnişten ne doğabileceğini ise izah etmeye gerek yok.
Bu doğaya sahip merkezileşme önlemlerini alan bir genel grevin burjuva devletine dayatacağı felçe uğrama derecesinin geçmişte tanık olunanlardan niteliksel olarak üstün olduğunu kavramak gerekir. Burada çağdaş teknolojinin tekyanlı ve yanlış eleştirisini yapıp, çağdaş teknolojiyi salt bir ezme ve sömürme gücü olarak – ki kapitalist rejimde budur – gören ve bu teknolojinin burjuva toplumunu tam da teknikçi olduğundan tüm ücretlilerin toplu ve genelleşmiş eylemi karşısında geçmişe oranla çok çok daha kırılgan hale getirdiğini anlamayanların kavrayışsızlığının en şaşırtıcı yanlarından biri ortaya çıkar.
50 ya da 60 yıl önce burjuva zorla bastırması neydi? Halkın üzerine salınan birkaç bin paralı askerdi; o sırada yapılacak tek şey vardı: silaha silahla karşılık vermek. Günümüzde toplum çok daha kırılgandır; yüksek hareket yeteneğine sahip olmakla birlikte hepsi birbirlerine çok sınırlı sayıda sinir merkeziyle bağlı birimler söz konusudur. Bütün telekomünikasyon antenlerini ele geçirin, yayın yapma imkânlarını kesin, on beş dakika sonra merkezileşme proletarya cephesine, devrim cephesine geçer, karşı-devrim ise bütünüyle merkezsiz kalır.
Fransa’da Mayıs 68 genel grevinin ilk günlerinde İçişleri Bakanının valilerle hiçbir iletişim imkânının kalmadığı bir duruma varılmıştı; valiliklerin sekreterleri, daktilo yazıcıları, memurları dahi grevde olduğundan durum acayip bir hal almıştı. Yani sorun valilerle iletişim kuramıyor olması bile değildi; bunun bir işe yaramamasıydı. İçişleri Bakanının doğrudan valiyle ya da yardımcılarından biriyle iletişim kurması gerekiyordu, yoksa mesaj iletilmiyordu.
Burjuva ve karşı-devrim cephesini kıpırdayamayacak hale getirmek ve merkezileşmenin işçi cephesine geçmesini sağlamak açısından bütün bu telekomünikasyon araçlarının oluşturduğu bu yeni sinir merkezlerinin öneminin anlaşılması çok kritiktir. Bu alanlarda pasif grevin aktif greve dönüştürülmesi otomatik bir merkezileşme demektir. Radyo-TV çalışanların genel grevi sırasında aktif greve geçiş olduğunu düşünün. Bu, radyo-TV’nin tarifi imkânsız bir merkezileştirme gücüyle birlikte grevin hizmetine girmesi anlamına gelir. Karşı-devrim bunun tam olarak bilincindedir: son 15 yılın her karşı-devrimci darbesi her şeyden önce radyo-TV’yi ele geçirmeyi hedeflemiştir. Karşı-devrimciler, şayet radyo-TV halkın ve emekçilerin elinde olsaydı, bunun bir işçi iktidarının merkezileşmesi açısından geçmişte hiçbir zaman var olmamış devasa bir güç sağlayacağını biliyorlardı.
Bundan geleceğe dair sonuçlar çıkarmak ise kesinlikle mümkündür: ilk güç sınamaları işte bu merkezler etrafında patlak verecektir. Belçika jandarması önce grevcileri Cockerill ya da ACEC fabrikalarından çıkartmaya uğraşmakla oyalanmayacaktır – böyle bir şey yapmak için akıllarını yitirmiş olmaları gerekir. Güçlerini Waremme garı ya da Haine-Saint-Pierre sınır istasyonuna da yoğunlaştırmayacaklardır. Daha ziyade RTB’ye (Belçika Radyo Televizyonu), posta çeki şubelerine, büyük bankalara yöneleceklerdir. Bir cenahın ya da diğerinin denetiminde kalmaları halinde olayların genel seyrini bir dönem için belirleyebilecek merkezler aslında bunlardır.
Emekçilerin çok daha büyük bir kitlesinin bilinç kazanmasının alevlenebilmesi ve az çok soyut ve genel tarzda konulduklarında anlaşılmayan belli sayıda şeyin gerekliliğinin kavranabilmesi tam da, doğaları gereği iktidarın epeyce büyük oranda bir cenahtan diğerine geçmesini sağlayan bu tür kurumların özsavunması sorunu etrafında mümkündür.
Üç bölüm halinde aktaracağımız bu metin Ernest Mandel’in 1974’te bir kadro eğitim çalışmasında yaptığı sunumun yazıya dökülmüş halidir.
Genel grevi ele alıp işliyorsak eğer, bunun nedeni genel grevin emperyalist ülkelerde sosyalist devrimin en olası modeli olduğunu düşünüyor olmamızdır. Bu elbette tek olanaklı model değildir; genel grev belli sayıda doğrulanmış başlangıç hipotezini önvarsayar: önümüzdeki yıllarda bir dünya savaşının olmaması, emperyalist ülkelerde faşizmin ya da askerî-yarı-faşist bir diktatörlüğün zafer kazanmış olmaması, bu ülkelerde ücretlilerle Sermaye arasında şu anda kurulmuş olan güç ilişkilerinin fazla değişikliğe uğramadan olduğu şekliyle muhafaza edilmesi. Bu güç ilişkileri geçmişte hiçbir zaman tanık olunmadığı kadar ezici biçimde işçi sınıfı lehinedir; demek istediğimiz şu ki nüfusun yüzde 80 ila 85’i, kimi ülkelerdeyse %90’ı ücretlilerden oluşmaktadır.
Bu başlangıç hipotezleri elbette sonsuza dek garanti edilmiş değildir. Yoldaşlar X. Dünya Kongresinde hareketimiz tarafından ne söylendiğini ve hangi kararların oylanıp kabul edildiğini biliyorlar, bununla birlikte makul bir zaman sınırında kalmak kaydıyla, kendimizi hazırladığımız önümüzdeki yıllarda, bu başlangıç hipotezlerinin muhtemelen korunacağını düşünüyoruz. Bu başlangıç hipotezlerinin benimsenmesinde bir spekülasyon değil, bir akıl yürütme, bir iç mantık söz konusu: yukarıda işaret ettiğim üç alanda nitel bir değişimin ancak ve ancak öncesinde işçi sınıfının ağır bir yenilgiye uğramış olmasıyla mümkün olduğundan kesinlikle eminiz.
Dolayısıyla akıl yürütmemiz şu şekildedir: bu yenilgi şu anda genel greve doğru giden yükselişin olumsuz biçimde son bulmasını önvarsayar. Bunun tersine, sonu genel greve varacak bu işçi yükselişinin bir zaferle sonuçlanmasını, bu yenilgiyi önlemesini sağlayacak imkânların hangileri olduğunu çözümlemek ise bütünüyle yerindedir. Bu nedenle, bir genel grevin sosyalist devrimlerin zaferine dönüşmesini mümkün kılacak koşulların değişime uğratılmalarının çözümlenmesi de aynı şekilde bütünüyle yerindedir.
Gelecekteki Sosyalist Devrimin Modeli Olarak Genel Grevin Kökeni
Genel grev sorunsalının gelecekteki sosyalist devrimin modeli üzerine tartışmanın merkezine konulması işçi hareketi tarihinde ilk kez olmamaktadır. Bu konuda ilk tartışma XIX. Yüzyılın sonunda gerçekleşmiş ve anarşist, özellikle anarko-sendikalist eğilimler tarafından, üstelik o dönemde Marksistlerin çoğu tarafından benimsenen sosyal-demokrat seçim mücadelesi ve parlamenter mücadele taktiğiyle kararlı bir karşıtlık içinde başlatılmıştır.
Marksistler o dönemde anarko-sendikalist tezlere, hâlâ bir doğruluk payı taşımaya devam eden ve bizim de vazgeçmeye hazır olmadığımız bir eleştiri getirdiler. Bu devrimci-sendikalist genel grev tezinin Marksist eleştirisinin temel doğruluk payı bu tezin siyasi iktidar sorununu hafife alması ve bu burjuva toplumunun çökmesi için işçi sınıfının iktisadî planda çalışmayı durdurmasının, iktisadî yaşam düzeyinde ise işletmelerin yönetimini kendi önderliğinde devralmasının yeterli olduğunu sanmasıdır. Devlet sorununun, hükümet sorununun, silahlanma sorununun, genel grevin bir ayaklanmaya dönüştürülmesinin zorunluluğu sorununun vahim, hatta sonu felakete varabilecek biçimde küçümsenmesi söz konusudur. Eski genel grev tezinin Marksist eleştirisinin bu bölümünün tamamı hiç kuşkusuz doğru olmaya devam eder.
Ama bir genel grev bir sosyalist devrimin başlangıcı olabilir. Emperyalist ülkelerde XX. Yüzyıl tarihi devrimci-sendikalist tezin bu yanına dair günümüzde kesinlikle ikna edici olan bir hüküm vermiştir: sanayileşmiş bir ülkede bir genel grev bir sosyalist devrimin başlangıcı olabilir ve muhtemelen de öyle olacaktır. Bu konuda Marksistlerin, özellikle de müstakbel reformistlerin XIX. Yüzyıl sonunda söyledikleri, Alman sosyal-demokrat sendikalarının ünlü “Genel grev, genel enayiliktir” ifadesinde özetlenen, yani kapitalist rejimde bir genel grevin olanaksız olduğunu öngören tez, bunların hepsinin bütünüyle yanlış olduğu ortaya çıkmıştır. Sosyal-demokratların akıl yürütmelerinin kesinlikle yanlış olduğu XX. Yüzyıl işçi hareketi tarihi boyunca ortaya çıkmıştır.
Yalnızca kapitalist rejime çoktan entegre olmuş kişilerin kötü niyeti değil de bir akıl yürütme söz konusu olduğuna göre bu akıl yürütme neydi? Bu sosyal-demokrat savın gerisindeki akıl yürütme neydi?
Bu, bütün bir dizi sürecin sözde eşzamanlılığına dair kesinlikle mekanikçi bir görüştü: bir genel grevin başarılı olması için tüm işçilerin örgütlü olması, şimdiden sosyalist olması gerekir; işçilerin hepsi örgütlüyse ve sosyalistse, bir genel greve ihtiyaçları yoktur, parlamentoda çoğunluğa ve devlet içinde iktidara sahip olurlar diyorlardı. Akıl yürütme buydu. Mücadele yeterliği, örgütlenme yeterliği ve bilinç yeterliği üçlü sürecindeki sözümona eşzamanlılık hiç kuşkusuz bütünüyle yanlıştır: hâlâ azınlıkta örgütlü ve henüz görece sınırlı bir azınlıkta sosyalist bir işçi sınıfı bir genel grev yapma yeteneğine sahip olduğunu tarihsel olarak göstermiştir. Bu üç görüngü arasında zorunlu bir düşümdeşlik [zaman çakışması] yoktur.
Bu mekanikçi kavrayışın altında yatan yöntembilimsel hataya gelince, bu hata bilinç kaynağı olarak eylemin son derece kesin küçümsenmesidir. Bu, işçilerin belli bir bilinç düzeyine erişme yeteneğine kavuşmaları için önce onları bireysel propaganda temelinde ikna etmek gerektiği fikridir. Oysa deneyim, işçi sınıfının bireysel eğitim ve propaganda yoluyla sınıf bilincine erişemeyen bütün bir kesiminin, bu sınıf bilincine tam da büyük siyasî kitle grevleri içerisinde, genel grevler içerisinde gözlerini açtıklarını veya uyandıklarını ve son derece savaşkan hale geldiklerini göstermiştir.
Bu hata sonucunda varılan nokta ise yüzyılın başından beri Avrupa işçi hareketinin solu ile sağı arasında süregiden tartışmada değişmez bir eğilimdir. Bu, Rosa Luxemburg’un Lenin veya Troçkiden bile daha fazla belirleyici bir rol oynadığı tartışmadır: Rosa işçi sınıfının örgütlü bir öncüyle örgütsüz bir artçı arasında bölünmesinin gerçekliğin haddinden fazla kolaycı ve dar bir görümü olduğunu kavramıştı. Örgütlü bir öncünün var olduğu ve örgütsüz işçiler olduğu doğru olmakla birlikte, gerçekliği anlamak için bu çözümlemeye en azından üçüncü bir öğe katmak gerekir: örgütsüz işçilerin öyle bir kesimi vardır ki, bir kitle mücadelesinde örgütlü işçi sınıfının, işçi örgütlerinin bürokratikleşmesine bağlı olarak mücadelede bürokrasinin şiarlarını izleme eğiliminde olacak ve böylece mücadelede öncü olmaktan çıkacak bir kesimini aşabilir.
Rosa Luxemburg’un bu tezi, kendiliğindenci bir tez olarak yanlış yorumlanmıştır. Bu tam olarak doğru değildir. Doğrusu bir kendiliğindencilik öğesi mevcuttur ama yalnızca bir öğe; yani “örgütlü” olmanın “ileri” olmakla özdeş olmak zorunda olmadığının kavranması ki bu da günümüzde gerçeğin ta kendisidir, kimse buna itiraz etmeyecektir. Rosa Luxemburg örgüte asla düşman değildi. Örgüte, devrimci örgüte fazlasıyla taraftardı. Sadece örgütle öncü arasında her an ve özellikle de bir genel grev sırasında zorunlu olarak özdeşlik olmadığını kavramıştı.
Lenin’in bunu kavraması birkaç sene aldı, ama 1914’ten itibaren anlamıştı. Sosyal-demokratların bu tarihten sonra Lenin’e “Ama sen örgütü yıkıyorsun, bu senin 20 yıl boyunca savunduğun her şeyin revizyonu demek” diyerek saldırmış olmaları da ayrıca manidardır. Lenin uluslararası sosyal-demokrasiye karşı polemik yazılarından birinde şu cevabı veriyordu: “yozlaşmanın belli bir aşamasında bazı bürokratikleşmiş örgüt biçimleri gerçekten de engeller haline gelebilir, örgütsüz işçiler ise bürokratikleşmiş örgütlerin tutsağı olmaya devam eden işçilerin bilinç düzeyinden daha yüksek bir bilinç düzeyine ulaşabilirler. O zaman yeni bir örgüt inşa etmek gerekir. II. Enternasyonal ölmüştür, III. Enternasyonali inşa etmek gerekir”. Troçki ise III. Enternasyonal partilerinin Hitler’in zaferinin ardından ıslah edilebilir olmaktan çıktıklarına karar verdikten sonra, Lenin’in 1914’ten sonra kullandıklarıyla ve Rosa’nın aynı tezi savunmak için 1905 – 1914 yılları arasında Almanya’da daha o zamandan kullandıklarıyla neredeyse tıpa tıp aynı sözcükleri seçmiştir.
Şimdi bugün kendisini ortaya koyduğu haliyle genel grev sorunsalına gelelim. Önce tarihsel değil analitik tarzda hareket edeceğiz. Bir genel grevin mekanizmasını çözümlemeye ve genel grevin sosyalist devrimin zaferine doğru, bu zafer de dâhil ilerleyişini düşünsel düzeyde tasarlamaya imkân tanıyan on öğeyi tartışmaya çalışacağız. Sunumun son bölümünde özellikle Belçika işçi hareketinden birkaç tarihsel örneği gözden geçirip, her seferinde bu aşarak-gelişmenin gerçekleştirilmesi açısından eksik kalan etmenleri tartışacağız.
Bir Genel Grev Nedir?
Bir genel grevin ilk ve belki de tam bir kesinlikle tanımlanması en zor karakteristik özelliği şu soruya verilecek cevaba bağlıdır: genel grevi büyük bir grevden farklı kılan nedir? Bu cevaplanması zor bir sorudur çünkü bu soruya salt niceliksel tarzda yanıt vermek mümkün değildir. Hiç kuşkusuz bir genel grev tüm işçilerin katıldığı bir grev değildir, böyle bir şey hiçbir zaman olmamıştır ve asla olmayacaktır! Bir greve genel grev demek için son işçinin de greve katılmasını beklemek saçmalıktır. 1960’ta Belçika’da haklı olarak genel grevden söz ediyorduk: diyelim ki bir milyon grevci vardı, bu bizim ileri sürdüğümüz rakamdı ve sanırım biraz abartılıydı. Belçika’da besbelli bir milyondan fazla, iki buçuk milyon işçi vardı. Yine de adlandırma bütünüyle yerindeydi.
Bir genel grev, salt büyük bir grevden nerede ayrılır?
Genel grevin başlıca karakteristiklerinden birkaçı şunlardır:
Grev yalnızca katılım bakımından değil, aynı zamanda hedefleri bakımından da büyük ölçüde farklı işkollarını kapsar.
Özel sektörden çok büyük ölçüde taşıp, sadece fabrikaları değil bütün bir dizi devlet kurumunu da – demiryolları, gaz, elektrik, su vb. – işlemez hale getirecek şekilde tüm kamu kesimi emekçilerinin kararlı unsurlarını kapsar.
Ve atmosfer; bu elle tutulur olmamakla birlikte belki de en önemli etmendir. Ülkede yaratılan atmosfer sınıflar arasında genel bir çatışma atmosferidir, yani bu bir sektörün patronlarıyla bir sektörün işçileri arasında bir çatışma değildir. Buna karşın toplumun tüm sınıfları, bu greve emekçilerin katılımı %100’e ya da %90’a varmasa da bunun bir bütün olarak burjuvaziyle bir bütün olarak işçi sınıfı arasında bir çatışma olduğu izlenimini edinir.
Bu sorunla uğraşan Marksist militanlar ve teorisyenler tarafından çok sık eklenen başka bir karakteristiği eklememiş olmam belki gözünüzden kaçmamıştır. Neden? Bir genel grev bir bütün olarak burjuvaziyle ve burjuva devletiyle çatışma demek olduğundan nesnel olarak siyasidir ama işin başından beri bunun bilincinde olması gerekmez. Avrupa’da bunu doğrulayan büyük bir tarihsel örnek, 68 Mayısına gelinceye dek belki de en büyük örnek bulunmaktadır. Bu örnek, hiçbir siyasî talebin öne sürülmediği, işçilerin fabrikaları işgal edip, görünürde yalnızca ekonomik tipte (çalışma saatlerinin azaltılması, ücretli izin vesaire ve en fazlasından işçi denetimi) talepler öne sürmekle yetindiği Haziran 36 örneğidir. Ama bizzat Troçki ve bu hareketi biraz olsun dürüstlükle inceleyenlerin hepsi, bu emekçilerin temelde dile getirebildiklerinden çok çok daha fazlasını talep ettiklerinin ayırdına varıyorlardı. Bir grevin doğası hakkında bu greve belirli bir anda önderlik edenlerin bilinçli ifade yeteneklerine bakarak bir yargıya varmak çok vahim bir hata olacaktır.
Bir grevin ancak siyasî talepler öne sürdüğü takdirde bir genel grev olacağına inanmak şunu söylemek demektir: “bir grev ancak ve ancak eğer onu yönetenler ve taleplerini dile getirenler grevin tam olarak ne ifade ettiğinin bilincinde olurlarsa genel grev olur”. Bu, genel grev kavramının uygulanmasını tehlikeli bir biçimde kısıtlar. Bundan çıkan sonuç, devrimci öncünün hareketin başından itibaren grevin siyasî doğasını, falanca sektörün ekonomik veya kendine özgü hedeflerini aşan hedeflerini dile getirmeye çalışması ve öncünün politikleştirme çabasının gündelik olma zorunluluğudur.
Pasif [Edilgen] Genel Grev
Pasif grevin tarihte, hatta en parlak olanları arasında bile birkaç örneği vardır. Batı Avrupa’da tanık olunan en büyük genel grev, en etkili genel grev Alman işçi sınıfının General Kapp’ın 1920 darbe girişimine karşı genel grevidir. Tüm ekonomik ve kamusal yaşamı durduran ve etkinlik ve etki bakımından kesinlikle tam olan bu genel grev pasifti: birkaç bölge ve istisnaî birkaç örnek dışında, işçiler fabrikaları işgal etmediler, evlerine döndüler.
İşçilerin yalnızca çalışmayı durdurmakla yetindikleri büyük ölçüde pasif bir genel grevi, sınıfın gücünü bir araya getirmeye imkân tanıdığından (ekonomik veçheleri şimdilik bir kenara bırakıyorum, bunlara birazdan döneceğim) hiç kuşkusuz muazzam bir ileri adım oluşturan fabrika işgalleriyle gelişen bir genel grevden ayırt etmek gerekir. Pasif bir genel grev sınıfın gücünü dağıtan bir grevdir: her işçi evine gider. Ne ona dokunmak ne de onunla konuşmak mümkündür.
İşgallerin olduğu bir genel grev işletmelerde kendileriyle her an konuşulabilecek, herkesin evinde kaldığı bir genel grevinkinden hiç kuşkusuz nitelik bakımından üstün bir güce ve bir sınıf insicamına [ahenk ve bağlılığına] sahip yüzbinlerce veya ülkenin boyutuna bağlı olarak milyonlarca işçinin toplanması demektir.
Sonuç burada pratiktir: biz işgal fikrini sistematik bir biçimde yayıyoruz, zaten basınımızı okumak yeter. Bizim öncüyü ikna etmeye çalıştığımız genel grev modeli ise fabrika işgallerinin olduğu bir genel grevdir. İşgalden doğan ve işgallerin olduğu bir genel grevi, hakikî bir devrim için bir yola çıkış noktasına dönüştürmekte belirleyici halkalar olan son derece önemli örgütsel veçhelere daha sonra döneceğim.
Aktif [Etken] Genel Grev
Aktif genel grev fikri de yine – bu konuda haklarını teslim etmek lazım – anarko-sendikalist kökenli olmakla birlikte, devrimci-sendikalistlerin bu fikre, hiç kuşkusuz 1936 devrimi sırasında İspanya’dakiler dışında çok az örnek, uygulama getirmiş oldukları söylenebilir.
Bu fikir ne anlama gelir? Emekçiler Haziran 1936’da ya da daha büyük ölçüde Mayıs 68’de yapıldığı gibi fabrikayı yiyip içip eğlenerek işgal etmekle yetinmezler. Yani yalnızca tartışma, sinema ve kâğıt oyunu seansları düzenlemezler – çalışanların işgalindeki (ki çalışanların işyerini işgal ettikleri bir grev Belçika tarihinde ilk kez olmaktaydı: Aralık 71 – Ocak 72) Cockerill’e geldiğimizde tanık olduğumuz manzara buydu. İşçiler resmî bir LRT (Devrimci Emekçiler Birliği – 1980’de POS Sosyalist İşçi Partisi, 2008’de LCR Devrimci Komünist Birlik adını alan IV. Enternasyonal Belçika Seksiyonu) heyetini konuk etmekteydiler; çalışanların kâğıt oynadıklarını gördüğümüzde yine de biraz hayal kırıklığına uğramıştık. Bu elbette bir işgaldir, ancak hiç kuşku yok burada işgalin en ilkel düzeyi söz konusudur.
Bunun tersine “aktif grev” ne demektir? İşçiler üretimi kendi yönetimleri altında bizzat kendileri örgütlerler. Yalnızca bir genel grev olmakla kalmayıp hakikî bir devrim olan 1936 İspanyol Devrimi deneyimi dışında geçmişte bunun çok az örneği vardır. Batı Avrupa işçi sınıfında şu anda son derece önemli bir dönüm noktası yaşanmakta: Fransa’da Lip, İngiltere’de Clyde, Belçika’da Glaverbel işçilerin bir fabrika işgal edildiğinde kültürel etkinlikten veya kâğıt oynamaktan fazlasının yapılabileceği, yönetimin kendileri tarafından ötgütlenebileceği fikrini benimsemeye hazır hale gelmeye başladıklarını göstermektedir ki bu da muazzam bir ileri adımdır.
Bu örneklere bu denli önem veriyorsak eğer, bunun nedeni sosyalizmin tek fabrikada inşa edilmesinin mümkün olduğuna inanıyor olmamız değil, bugün henüz yalıtık olan bu örneklerin genel grev halinde yaygınlaşabileceğini ve genelleşebileceğini düşünüyor olmamızdır. Bütün fabrikaların işçilerinin, Lip veya Glaverbel işçilerinin yaptıklarını yaptıkları bir genel greve gelince, işte bu bütünüyle başka bir şeydir! Bu, geçmişte genel grev olarak bildiğimiz her şeyden niteliksel olarak üstün bir tarihsel düzeydir. Bununla birlikte her türlü mekanikçi akıl yürütmeden sakınmak ve aktif greve geçişin çok farklı güdülenme ve bilinç noktalarından kalkındığının iyice ayırdına varmak gerekir. En iyi durum, bunun emekçilerin üretim araçlarını kendi ellerine alma yani kapitalizmi yıkma yönünde az çok bilinçli istencini dile getirdiği durumdur. Eğer bu gerçekleşecek olursa kuşkusuz çok mutlu oluruz.
Ama mümkün başka varyantlar da mevcuttur. Bunların ikisine değinmek isterim:
Aktif greve geçiş genel grevin iç mantığı diyebileceğimiz bir şeyin, yani salt genel grevde daha başarılı olma istencinin sonucu olabilir. Bu bir savaşım yöntemi güdülenmesidir; genel grev, daha uzun erimli hedeflerinden bağımsız olarak sadece mücadeleyi daha etkin kılmak için gerekli hale gelebilir. Burada, Fransa’da Mayıs 68’e ilişkin sunumlarda sıklıkla karşımıza çıkan birkaç örnek vereceğim:
Pasif bir grev olan bir ulaşım genel grevinin çok büyük bir şehirde belli bir andan itibaren grev kırıcı bir etmen haline geleceği açıktır: Londra, Paris ya da Roma gibi bir kentte eğer metro, otobüs, banliyö trenleri işlemez hale gelirse bu, işçi sınıfının artık bir araya gelemeyeceği, insanların bir gösteri amacıyla toplanmak için 20, 30 ya da 50 kilometre yol gitmelerinin olanaksız olduğu anlamına gelir. O zaman devrimciler tarafından da savunulması gereken şu fikir doğabilir: burjuva ekonomik hayatını karmakarışık hale getirmek ve felce uğratmak için ulaşım genel grevini sürdürelim ama işçi sınıfı şehirde merkezî bir gösteri çağrısı yaptığında, işçileri mitinge getirebilmek için ve yalnızca bu amaçla, toplu taşıma araçlarını bunların sadece bu amaçla kullanılmasını gözeten grev komitesi denetiminde çalışır hale getirelim.
Kapitalist toplumun kutsallarının kutsalına dokunduğu ölçüde daha üstün bir başka örnek bankalarda, tasarruf sandıklarında vesairede bir genel grevdir. Böylesi bir pasif grev burjuva ekonomik hayatını felce uğratmak açısından yaşamsal bir araç olmakla birlikte, grev uzadığı takdirde işçilere karşı dönebilir. Gerçekten de, işçilerin çok büyük bir bölümü küçük tasarruflarını bir sandıkta, işçi örgütlerinin tasarruf sandıklarında (yardımlaşma sandıkları, koperatifler) veya çek yazılabilir banka hesaplarında tutmaktadır ve eğer bu paraya dokunamayacak olursa malî direnç yeteneği azalır. Aktif bir genel grevde, finansal kurum çalışanları gişeleri belli anlarda kendi grev komiteleri denetiminde açarak, grevci olduklarını kanıtlayan bir belge ibrazı halinde grevcilere belli bir miktar ödeme yaparlar. Bu ise çok önemlidir: bu çalışanların banka ve finans sistemini yönetmeye başlamaları demektir.
Aktif grevin genel grev çerçevesinde başka bir güdülenmesi genel grevin iktisadî mantığı olarak adlandırılabilecek bir mantıktan kaynaklanır. Bu mantık tüm ekonomik yaşamı felce uğratır. Gelgelelim (birkaç günden bir şey çıkmaz ama) ekonomik yaşamın tamamının uzun süre kıpırdayamaz hale gelmesi bizzat grevcileri de doğrudan ilgilendiren yaşamsal sorunlar ortaya çıkarır. Her zaman verilen en basit örneği alalım: bir hafta süren kesinlikle tam, yani yiyecek bir lokma ekmek dahi bulamaz hale geldikleri bir genel grev. Bu hiç kuşkusuz İtalyancada söylendiği gibi bütünüyle “contraproducente”dir [beklenenin tam tersi sonuç verir]. Düzeneklerin belli bir andan itibaren işçi sınıfının fizikî varlığını sürdürebilmesi için asgarî bir işleyişe izin verecek şekilde emekçilerin yönetiminde çalışmaya başlaması gerekir. Bunun bilinen ve çok önemli marjinal örnekleri zaten daha önce uygulanmıştır: Belçika’da Gazelco (gaz, elektrik şirketi) işçileri uzun zamandan beri grev hali kuralını uygulamakta, işletmelerin, kamu kurumlarının, bankaların vesairenin elektriklerini keserken, hanelerin elektriğinin kesilmesini önlemek üzere elektrik dağıtımını kendileri kontrol etmektedirler. Çünkü hanelerin elektriğinin kesilmesi işçi sınıfını bölme ve grevin işçi sınıfının kimi kesimlerinde popülerliğini yitirmesi tehlikesini taşır. Buna karşılık, eğer üretim, ekonomik yaşamın felç edilmesi etkisinin tüketiciler kitlesinin çıkarları fazla zarar görmeden devamını güvence altına alan grevcilerin denetiminde sürdürülürse grevin etkinliği güçlü biçimde artmış olur.
Aynı akıl yürütme tarzı Mayıs 68’de özellikle Nantes kentinde küçük ölçekte uygulanmıştır – bu arada bu küçük örneklerin önemini küçümsememek gerekir. Nantes kentinde grev komiteleri, öncü işçi grupları grevcilerin yiyecek gereksinimin karşılanmasını köylülerle bir ürün değiş-tokuşu [mübadelesi] sağlayarak organize etmek istemişlerdi. Ki bu da yeterince yiyeceğe erişebilmek için grevcilerin yönetiminde üretimin yeniden başlaması ya da devamı, mevcut stokların eritilmesi, her türden iktisadî etkinlik anlamına geliyordu.
Yine, büyük işçi mücadelelerinin gelişiminde henüz bir öneme sahip olmamakla birlikte, iktisadî gelişimin genel eğilimi göz önünde bulundurulduğunda gitgide daha da önemli gelebilecek marjinal bir örnek vermek mümkündür. Bu, bugün İngiltere’de hemşire greviyle gündeme gelen örnektir. Bu çok tehlikeli bir grevdir zira bu bir bakım/tedavi grevidir: hastalar eksik tedavi görebilecek ya da ölebileceklerdir. Ki bu da grevi geniş bir kamuoyu nezdinde itibarsızlaştıracak ve burjuvazi tarafından grev hakkına, sendikalara, işçi militanlığına karşı kampanyasında kullanılabilecektir. Dolayısıyla, hemşireler hastalara zarar vermekten kaçınan ama aynı zamanda vurucu güçlerini de gösteren grev biçimleri bulmak zorunda kalmışlardır! Sağlık Bakanlığının yönetimi. Uygulanan çözümlerden biri (ki şimdiden gerçekleşmiş aynı türden vakalar mevcuttur) bir ödeme grevi olmuştur; yani herkesi tedavi etme ama hiçbir kayıt, muhasebe tutmama, kimseye bir kuruş para ödetmeme grevi olmuştur. İşte size halk tarafından son derece tutulan bir çözüm! Hem de gereken finansal ve yönetsel karmaşa yaratma etkinliğine sahip bir çözüm! Daha da ileri bir veçhe, bazı İngiliz kentlerinde aralarında madencilerin ve taşımacılık işçilerinin de bulunduğu işçi gruplarının bu grevi desteklemesi ve işçilere hemşirelerin davalarını desteklemek için greve gitmeyi önermeleri olmuştur. İşte size sınıf dayanışmasında çok önemli bir ileri adım!
Tüm bunların önemi ne? Bu anekdotları neden öne çıkarıyorum? Bunlar [tek başlarına] önemli olduklarından değil elbet. Bunları, komünist bilincin bir hastanede olağanüstü gelişimine, sosyalizmin tek bir fabrikada örgütlenmesine inandığımızdan değil, bu örneklerin çoğalmasının, popülerleşmesinin bunların genel grevlerden birinde genelleşmesini hazırlayan koşulları yarattığını düşündüğümüz için anlatıyorum.
Ayrıca, şimdiye dek Avrupa’da böylesi örneklerin gerçekten de genelleşmediği tek bir genel greve dahi tanık olmadığımızı belirtmek gerekir. Peki, toptan bir değişim nasıl olacaktır? İşçi sınıfı kesimlerinin çoğunun tüm bu teknikleri en geniş anlamda uygulayacakları, Mayıs 68’deki gibi az çok tam bir genel grevin nasıl bir şey olacağını kafasında canlandırması için kişinin hayal gücünü biraz zorlaması gerekir: bu toplumsal bir devrimin başlangıcı olacaktır. Bütün bu hayli bölük pörçük anekdot kabili örnekleri işte bu nedenle öne çıkarıyorum. Önemli olan bunların parçalı ya da anekdotlar şekilde olması değil, örneğin belli bir zihniyet değişikliğine yol açacak şekilde yaygınlık kazanmasıdır. İşçi sınıfının gitgide artan sayıda kesimleri bu sorunsalı bir kez kavradığında bütünüyle yeni bir şey doğabilir ve biz de bu yolda çaba sarfediyoruz.
Özyönetimli Genel Grev Ya da Geleneksel İşçi Örgütü Tarafından Yönetilen Genel Grev
Yeni sorunsal: geleneksel işçi örgütleri tarafından az çok bürokratik tarzda yönetilen bir grev mi, yoksa özyönetimli, yani tabanda grevi yöneten örgütlenmelerin belirmesiyle işçi özerkliğini açığa çıkaran bir genel grev mi gerekir? Yoldaşlar bu sorunsalı bildiklerinden ve bu sorunsalı propagandamızda ve hatta gündelik ajitasyonumuzda durmaksızın ayrıntılarıyla anlattığımızdan bunun üzerinde fazla durmuyorum. Yine de bir gerçeği iyice vurgulamak gerekir: bizim yaptığımız sekter bir tarafgirlik değildir. Biz emekçilerin kendileri tarafından yönetilen genel grevden (ve genelde her türlü grevden) yana tavır alıyorsak eğer, bunun nedeni bizim FGTB’nin [Belçika Genel Emekçi Federasyonu – sosyal-demokrat] ya da CSC’in [Sosyal-Hristiyan Sendikalar Konfederasyonu] yöneticilerinden hoşlanmıyor olmamız değildir. CGT’nin [(Fransa) Genel Emekçiler Konfederasyonu – FKP çizgisinde] ya da FGTB’nin yönetimi münhasıran IV. Enternasyonal üyelerinden oluşmuş olsaydı bile, biz yine özyönetimli grev biçimlerinden yana olacaktık. Çünkü bir genel grevin ancak ve ancak işletmelerde seçilmiş grev komiteleri yaratılarak, mümkün en fazla sayıda emekçiyi grevin yönetimine ortak ederek başarılı olabileceğine inanıyoruz.
Küçük bir aygıt tarafından, isterse siyasî bakımdan dünyanın en iyi insanlarından oluşsun tepede düğmelere basan küçük bir kurmay heyeti tarafından yönetilen bir genel grev fikri, yalnızca ütopik bir fikir olmakla kalmaz, aynı zamanda siyasî bakımdan da, toplumsal bakımdan da temelli yanlış bir fikirdir. Bu fikir işçi sınıfının ve burjuva toplumunun ne olduğunun kavranmasına karşılık gelmez; bu fikir temelde 1900’lerin sosyal-demokratlarının daha önce söz ettiğim mekanikçi karıştırmalarıyla aynı karıştırmayı, her türlü sürecin gerçekliğe tekabül etmeyen bir eşzamanlılığını önvarsayar.
Fransa’da 10 milyon işçinin katıldığı bir grevin gerçek anlamda başarılı olması için, tepede 15, 20 olağanüstü parlak yöneticiden oluşan bir kurmay heyetinin olması yetmez, aynı zamanda en fazla sayıda savaşçının bu grevin yönetimine hem de tüm kademelerde azamî biçimde ortak edilmesi de gerekir. İkili iktidar organlarının birden ortaya çıkıvermesini ve bunun yanısıra, bürokrasinin burjuva toplumundan alıp işçi hareketine yeniden soktuğu şeflerle kitleleler arasındaki işbölümünü kıran ve – Lenin’in “Devlet ve Devrim”deki şura tipi örgütlenme üzerine düşüncesinin temelini oluşturan – sovyet tipi örgütlenme fikrini, yani mümkün en fazla sayıda emekçinin, halktan insanın kendi işlerinin gündelik yönetimine işbölümü olmaksızın, dolaysız biçimde, doğrudan ortak olduğu örgütlenme fikrini devralan bir sosyalist devrimin mümkünlüğünün birdenbire belirivermesini biz bu şekilde anlıyoruz.
Ortaya attığımız ideal modeli biliyorsunuz:
Grevcilerin oluşturduğu bir genel kurul tarafından bir grev komitesi seçilmesi,
Grev komitesinin her bir üyesini görevden alma hakkına ve olanağına sahip genel kurulun düzenli aralıklarla toplanması,
Genel kurula katılanlar arasından mümkün en fazla sayıda militanı her türden işleve – propaganda, iaşe temini, finansman, iletişim, kültürel faaliyet vb. – ortak etmek üzere grev komitesi tarafından kendi üye sayısının üzerinde üyeye sahip biz dizi komisyonun seçilmesi. Tüm bunlar üzerinde daha önce çokça konuştuğumuz şeyler.
Buna karşın, “tüm koşulların bir araya gelmesini bekleyen [ultimaliste] şemadan” sakınmak gerekir: bu ideal modeli her yerde aynı anda gerçekleştirmeyi muhtemelen başaramayacağız. Bu ideal biçimin, modelin uygulanması devrimci militanların alanda hazır bulunmasını, oldukça yüksek bir bilinç düzeyini önvarsayar. Çok büyük sayıda işletmede grev komitesi seçimi olsa, bu bizim fazlasıyla mutlu olmamız için çoktan yeterli olacaktır. Bu en azından niteliksel bir ileri adımdır.
Şunu daha önce çok söyledik: Mayıs 68’de [bırakalım öteki koşulları] yalnızca tüm işletmelerde grev komitesi seçimi – bunların federasyonu – olsaydı, [bu] devrimin başlangıcı olacak, durumda niteliksel bir değişim meydana gelecekti. İdeal modeli teşvik ediyorsak eğer, bunun nedeni, bu modelin avantajlarının apaçık ortada olmasıdır: bu [model] örgütlenme, öz-örgütlenme ve ençok sayıda emekçinin grevin yönetimine katılması ve işçi sınıfı açısından en iyi koşullarda devrimci bir durumun doğması için en uygun koşulları oluşturur.
Aynı şekilde, aktif grev yönünde baskıyla grevin özörgütlenmesi arasındaki yakın bağ da anlaşılacaktır. Aktif grevin [bir kez başladığında] artık bir sendika sekreteryası ya da sürekli çalışanı tarafından yönetilemeyeceği açıktır: bir fabrikada üretimin, yiyecek, içecek ve diğer gündelik gereksinimlerin sağlanmasının, hammadde tedarikçisi işletmelerle bağlantının vesairin bir ya da iki kişi tarafından örgütlenmesi ne mümkündür, ne de bu kişiler bunları becerebilirler. Bunun mümkünü yoktur: aktif greve geçilir geçilmez grevin yönetimine ve bütün bir dizi yetki gerektiren kararın alınmasına çok büyük sayıda emekçiyi ortak etmek zorunda kalınır. Aktif grevin bizzat kendisi, Lip, Glaverbel-Gilly örneklerinin ve son aylardaki azımsanamayacak sayıda başka örneğin gösterdiği gibi grevin özörgütlenmesi için çok güçlü bir uyarıcıdır.
New Left Review tarafından 1971’de yapılan uzun bir söyleşiden alınan bu kısımda Lukacs başta Roman Kuramı ve Tarih ve Sınıf Bilinci gibi “gençlik” dönemi çalışmalarına hayli eleştirel biçimde yaklaşırken, bir dönemki üstadı Max Weber’e, Macaristan Konseyler Cumhuriyetine ve Bolşevik liderlere dair izlenimlerini aktarıyor.
New Left Review: Yirmili yıllardaki yazılarınızı bugün nasıl değerlendiriyorsunuz? Şimdiki çalışmalarınızla ilişkisi nedir?
Georg Lukács: Yirmilerde Korsch, Gramsci ve ben farklı yollarla İkinci Enternasyonalin mirasının mekanik yorumu ve toplumsal zorunluluk problemleriyle uğraştık. Bu problemi miras edindik ancak hiçbirimiz -belki aramızdaki en iyisi, Gramsci bile- onu çözemedi. Hepimiz yanlış yaptık ancak bugün geçerlilermiş gibi o zamanların çalışmalarını hayata döndürmeyi denemek oldukça hatalı olacaktır. Batıda onları “aykırı düşüncenin klasiklerine” sokma eğilimi vardır ancak bizim bugün buna ihtiyacımız yok. Yirmiler, geçmiş bir tarih. Bizi ilgilendiren ise altmışların felsefi problemleridir. Şu an, erken dönem çalışmalarımda -özellikle Tarih ve Sınıf Bilinci’nde- oldukça yanlış bir biçimde konumlanmış problemleri çözeceğimi umduğum Toplumsal Varlığın Ontolojisi üzerine çalışıyorum. Yeni çalışmam, zorunluluk ve özgürlük ya da başka bir şekilde ifade ettiğim gibi teleoloji ve nedensellik arasındaki ilişki sorunu üzerine yoğunlaşıyor.
Bilindiği üzere, filozoflar sistemlerini şu iki kutbun bir tarafına veya diğer tarafına inşa ederler; ya zorunluluğu reddederler ya da insan özgürlüğünü. Benim amacım ise, ikisinin ontolojik olarak karşılıklı ilişkisini göstermek ve felsefenin geleneksel olarak insana sunduğu “ya-ya da” bakış açısını reddetmek. Emek kavramı, analizimin menteşesidir. Emek biyolojik bir şekilde belirlenmez. Eğer aslan bir antilopa saldırırsa, bu davranış onun yalnız oluşu ve biyolojik gereklilikleri tarafından belirlenmiş demektir. Ancak eğer ilkel bir insan taş yığınıyla karşılaşırsa, araç olarak kullanımına en uygun olanın hangisi olduğuna karar vererek onların arasından birisini tercih etmelidir. İnsan, seçenekler arasında bir tercihte bulunur. Seçenek kavramı, insan emeğini anlamak için temeldir ve bu nedenle de her zaman teleolojiktir -bir seçimin sonucu olan amacı belirler. Böylece insan özgürlüğünü ifade eder. Ancak bu özgürlük sadece maddi evrenin nedensel hukukuna itaat eden nesnel fiziksel güçlerin hareket etmesiyle var olmaktadır.
Emeğin teleolojisi böylece her zaman fiziksel nedensellik ile eşgüdümlüdür ve gerçekten de her bireyin emeğinin sonucu herhangi bir bireyin teleolojik intibakı (Setzung) için fiziksel nedensellik anıdır. Doğa teleolojisinde inanç teolojiydi ve tarihin içkin teleolojisinde inanç kökensizdi. Ancak bütün insan emeğinde teleoloji vardır; fiziksel dünyanın nedenselliği içinden çıkılamayacak kadar derinde olsa bile. Bu durum, şu anda geliştirdiğim özgürlük ve zorunluluğun klasik çatışkısının üstesinden gelen çalışmamın özüdür. Ancak, altını çizmeliyim ki ben geniş kapsamlı bir sistem inşaya yeltenmiyorum. Çalışmamın başlığı -tamamlandı ancak şu anda ilk bölümü gözden geçiriyorum- Toplumsal Varlığın Ontolojisi Üzerine; Toplumsal Varlığın Ontolojisi değil. Aradaki farklı anlıyorsunuz. Meşgul olduğum vazifenin uygun gelişimi için pek çok düşünürün kolektif çalışmasına ihtiyaç duyulacak. Ancak bu eserin, dile getirdiğim gündelik hayatın sosyalizmi için ontolojik temelleri göstereceğini umuyorum.
NLR: Erken dönem edebiyat eleştirisi çalışmalarınızı, özellikle Roman Kuramı’nı şu an nasıl görüyorsunuz?
GL: Roman Kuramı, Birinci Dünya Savaşı boyunca umutsuzluğumun ifadesiydi. Savaş başladığında, Almanya ve Avusturya-Macaristan’ın muhtemelen Rusya’yı mağlup edeceğini ve Çarlık’ı yok edeceğini söylemiştim ki bu hoştu. Fransa ve İngiltere de muhtemelen Almanya ve Avusturya-Macaristan’ı mağlup edecek Hohenzollernler ve Habsburgları ise yok edecekti ki bu da hoştu. Ancak, İngiltere ve Fransa kültüründen bizi kim koruyacaktı? Bu soruya hiçbir cevap bulamayışımdaki umutsuzluk, Roman Kuramı’nın altyapısını oluşturdu. Elbette, Ekim Devrimi bana cevabı verdi. Rus Devrimi, benim çıkmazıma dünya-tarihsel bir çözümdü; korktuğum ve endişe duyduğum İngiliz ve Fransız burjuvalarının başarılarını engelledi. Ancak söylemeliyim ki Roman Kuramı bütün hatalarıyla, incelediği kültürü üreten dünyanın çöküşünü istiyordu. Eser, devrimci bir değişimin gerekliliğini anlamıştı.
NLR: Aynı zamanda, Max Weber’in arkadaşıydınız. Onu bugün nasıl değerlendiriyorsunuz? Meslektaşı Sombart tamı tamına bir Nazi idi. Sizce Weber yaşasaydı, Nasyonal Sosyalizm ile uzlaşabilir miydi?
GL: Hayır, asla. Weber’i kesinlikle dürüst bir insan olduğunu anlamalısınız. Örneğin, İmparator’a karşı büyük bir horgörüsü vardı. Bize özel konuşmalarımızda, Büyük Alman talihsizliğinin Stuartların ya da Bourbonların aksine hiçbir Hohenzollern’in kafasının kesilmemiş olduğunu söylerdi. 1912’de böyle şeyler söyleyebilecek hiçbir sıradan Alman profesör hayal edemezsiniz. Weber, Sombart’dan oldukça farklıydı – örnek olarak, o anti-semitizme asla imtiyaz tanımadı. Onun özelliklerine ilişkin size bir hikâye anlatayım. Bir Alman üniversitesi tarafından, o üniversitedeki kürsü için tavsiyelerini iletmesini istendi -yeni bir atama yapılacaktı. Weber, onlara liyakat sırasıyla üç isim sundu ve bu üçünden herhangi birisinin mutlaka münasip bir seçim olacağını da ekledi. Şöyle dedi: Hepsi Mükemmel ancak onlardan hiçbirisi seçilmeyecek çünkü hepsi Yahudi. Bu yüzden, hiçbiri tavsiye ettiğim üç isim kadar değerli olmayan üç ismi daha listeye ekliyorum ve şüphesiz siz onlardan birisini seçeceksiniz çünkü onlar Yahudi değil. Yine de Weber’in yoğun bir şekilde ikna olmuş bir emperyalist olduğunu, liberalizminin yalnızca etkin bir emperyalizmin gerekli olduğuna dair inancından kaynaklandığını ve bu etkinliği de sadece liberalizmin garanti edebileceğini düşündüğünü unutmamalısınız. Ekim ve Kasım Devrimlerinin ezeli bir düşmanıydı. Hem olağanüstü bir hoca hem de içten içe bir gericiydi. Geç dönem Schelling ve Schopenhauer ile başlayan irrasyonalizm, en önemli ifadelerinden birini onda bulur.
NLR: Sizin Ekim Devrimi’ne dönüşünüze o nasıl bir tepki vermişti ?
GL: Lukács’taki değişimin kanaat ve fikirlerdeki derin bir dönüşümden kaynaklanmış olması gerektiğini; oysa Toller’debunun sadece bir duygu karmaşası olduğunu söylediği biliniyor. Ama o zamandan beri onunla hiçbir ilişkim olmadı.
NLR: Savaştan sonra, Eğitim Komiseri olarak Macar Komünü’nde üyeydiniz. 50 yıl sonra, Komün deneyiminin değerlendirilmesi mümkün müdür?
GL: Komünün ana nedeni Vyx Notu ve İtilaf’ın Macaristan’a yönelik politikasıydı. Bu açıdan Macar Komünü, savaşın sona ermesi sorununun Ekim Devrimi’ni hayata geçirmek için temel bir rol oynadığı Rus Devrimi ile karşılaştırılabilir. Vyx Notu gönderildiğinde sonucu Komün oldu. Sosyal demokratlar daha sonra Komün’ü yarattığımız için bizlere saldırdı ancak o dönemde savaş sonrası burjuva politik çerçevesinin sınırları içerisinde kalmanın imkanı yoktu; bu çerçeveyi dağıtmak gerekiyordu.
NLR: Komün’ün mağlup edilişinden sonra, Moskova’da Komintern’in Üçüncü Kongresi’nde delegeydiniz. Orada, Bolşevik liderlerle karşılaştınız mı? Onların size etkisi nedir?
GL: Bakın, benim küçük bir temsilciler kurulunun küçük bir üyesi olduğumu hatırlamalısınız – o dönemlerde herhangi bir şekilde önemli bir figür değildim ve elbette Rus Partisinin liderleriyle uzun konuşmalarım olmadı. Gelin görün ki Lunaçarski aracılığıyla Lenin ile tanıştım. Beni tamamen hayran bıraktı. Elbette ilave olarak Kongre Komisyonu’ndaki çalışmada onu izleyebilmiştim.
Diğer Bolşevik liderleri antipatik buldum. Troçki’yi dakikasında sevmedim: Onu poz kesen biri olarak düşündüm. Bildiğiniz üzere, Gorki’nin Lenin anılarında bir pasaj vardır; Lenin devrimden sonra İç Savaş boyunca Troçki’nin pek çok organizasyonel başarısını kabul ederken onda Lassalle’den bir şeyler olduğunu söyler. Komintern’deki rolünü sonraları iyice öğrendiğim Zinovyev, sadece bir siyasi manipülatördü. Benim Buharin değerlendirmem, 1925’te onun marksizmini eleştirdiğim makalemde bulunabilir- Bu, Stalin’den sonra teorik sorunlarda Rus otoritesi olduğu bir zamandı. Stalin’in kendisini Kongre’de hatırlayamıyorum- diğer pek çok Komünist gibi onun Rus Partisi’ndeki öneminin farkında değildim[1]. Uzun müddet Radek ile konuştum. Bana Almanya’daki Mart hareketi üzerine olan makalemin bu olay üzerine yazılmış en iyi şey olduğunu söyledi ve tamamıyla onayladı. Sonraları elbette Parti Mart meselesine karşı olumsuz bir tavır takınınca fikri değişti ve herkesin önünde saldırdı. Bütün bunlara karşın, Lenin benim üzerimde muazzam bir etki yarattı.
NLR: Parlamentarizm sorunu üzerine makalenize Lenin saldırdığında sizin tepkiniz ne oldu?
GL: Makalem tamamen yanlış bir yere sapmıştı ve tereddütsüz bir şekilde bu tezleri terkettim. Ancak, makaleme eleştirisinden önce Lenin’in Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı kitabını okumuş olduğumu eklemeliyim ve parlamenter katılım sorunu üzerine onun argümanlarına ben hemen hemen ikna olmuştum: makaleme eleştirileri bende çok fazla bir değişikliğe sebep olmadı. Zaten yanlış olduklarını anlamıştım. Lenin’in Sol Komünizm’de dediği şeyi hatırlarsınız -burjuva meclisleri Sovyetlerin proleter gücünün devrimci organlarının doğuşuyla tamamen dünya-tarihsel anlamda aşıldılar ancak bu kesinlike onların dolaysız bir siyasi anlamda geçersiz kılındıkları, özellikle de batıdakikitlelerin onlara inanmadığı anlamına gelmiyordu. Böylece komünistler, bu meclislerin dışında olduğu kadar içinde de çalışmak zorundaydı.
Çeviren: Bartu Şanlı
[1]Tarih ve Sınıf Bilinci’nin 1967 basımına yazdığı önsözde, SSCB’nin Lenin’in ölümünün ardından yaşadığı bürokratik siyasal dönemece bağlı olarak kuramsal düzeyde kendi dönüşümünü şöyle anlatır Lukacs: “1924’ten sonra Üçüncü Enternasyonal, siyaset dünyasını doğru bir şekilde “göreceli istikrar” olarak tanımladı. Bu gerçekler, teorik konumumu yeniden düşünmem gerektiği anlamına geliyordu. Rus Partisi’nin tartışmalarında, tek ülkede sosyalizmin gerekliliği konusunda Stalin’le hemfikir oldum ve bu, düşüncemde yeni bir çağın başladığını çok açık bir şekilde gösteriyor.” Lukacs’ın stalinizmle ilişkisi ve Troçki’ye dair yaklaşımı konusunda bkz. Michael Löwy, “Hölderlin ve Stalinizm hakkında Lukács: Slavoj Žižek’e Bir Cevap”. [e.n.]
Rus Marksizmi uluslararası işçi hareketinin en büyük düşünürlerinden ikisini yaratmıştır: Lenin ve Troçki. Paradoksal biçimde, bu ikisinin ideolojik hegemonyası Rusya’da gerçek anlamda çok kısa bir dönem etkin olmuştur: 1917’den 1923’e. Bu ara dönemin öncesinde ve sonrasında, Rus Marksizmi ortak çekim merkezi vülger maddecilik ve kaderci belirlenimcilik olan farklı teorik akımların hakimiyeti altında olacaktır. Günümüzün resmi Sovyet doktrininin tarihsel kaynaklarını oluşturan Rus Marksizminin içindeki bu Leninizm öncesi ve sonrası eğilimlerin ve ideolojilerin şaşırtıcı birliğini göstermeye çalışacağız.
Bir entelektüel ve siyasal hareket olarak Rus Marksizmi 19. yüzyıl sonunda popülizme karşı yürütülen şiddetli bir ideolojik mücadele içinde ortaya çıkmıştır. Bu mücadelenin yöneticisi ve “Rus Marksizminin babası”, Georgi Valentinoviç Plehanov, Narodniklerin öznelciliğinin, bir köylü sosyalizmine dair romantik hayallerinin ve iradeciliklerinin karşısına nesnel sosyo-ekonomik gerçekliğin yani Rusya’da kapitalist gelişme sürecinin Marksist bir analizini koydu. Bununla birlikte, Narodnik iradeciliğin topyekûn reddine kendini kaptıran Plehanov, felsefi, siyasi ve hatta estetik eserlerini karakterize eden Marksizmin mekanist-belirlenimci bir yorumuna meyletti.
En önemli felsefi metni, Marksizmin Temel Meseleleri’nde (1908) Plehanov, modern maddeciliğin temsilcisi olarak “Marx ve Engels’in Spinozacılığı”ndan söz eder. Elbette, bunun “ilahi boyutundan kurtulmuş” bir spinozacılık olduğunu ekler, fakat bu “boyutun” dışında Marx’ın düşüncesiyle Spinoza’nınki arasında hiçbir temel fark görmüyor gibidir… Monist Tarih Anlayışı’nda (1895) Plehanov Spinoza’nın insanların bir taştan fazla özgürlüğünün olmadığını kanıtlama çalıştığı metafizik belirlenimci bir argümanını sahiplenir: “Bir dış neden, bir taşa belirli miktarda hareket [kapasitesi] sağlamıştır… Şimdi taşın kendi hareketinin bilincinde olduğunu, bundan zevk aldığını, fakat bunun nedenlerini bilmediğini, hatta bu hareketin herhangi bir dışsal nedeni olduğunun bile bilincinde olmadığını varsayın. O halde bunu nasıl algılayacaktır? Kesinlikle kendi arzusunun, kendi özgür iradesinin sonucu olarak: Hareket etmek istediği için hareket ettiğini söyleyecektir”. Plehanov bu açıklamanın “birçok okura”, “kaba bir maddeciliğin” ürünü gibi geleceğini kabul eder; fakat ona göre bu açıklama doğrudan ve sava destek olarak insan düşüncesinin “beyin hücrelerinin belirli bir hareketi”yle açıklanabileceğinin altını çizer… (Plehanov, Œuvres Philosophiques, Yabancı dilde yayın, Moskova, s.605.)
Plehanov’un Menşevik siyasal teorisi (“kaba maddeciliğe” hayli yakın olan) felsefesiyle kesin biçimde tutarlı: Nesnel ekonomik koşullar Rusya’da bir devrimin gerçekleşmesi için yeterince olgunlaşmamıştır, böylesi bir dönüşümün maddi önvarsayımları eksiktir, vs…
Plehanov’un sanat ve estetik hakkındaki yazıları bile aynı belirlenimci-kaderci vurguya sahiptir: “Bir elma ağacı elma, bir armut ağacı armut vermek zorundaysa… bir çöküş çağının sanatı bir çöküş sanatı olmak zorundadır” (Plehanov, L’art de la vie sociale, Ed. Sociales, Paris, 1949, s.145). Marx’ın sanat ile toplumsal ilerleme veya çöküş arasındaki ilişki hakkındaki görüşü çok daha nüanslıydı: “Sanat konusunda, sanatsal üretim bakımından bazı parlak dönemlerin hiçbir biçimde toplumun genel gelişimiyle ilişkili olmadığını biliyoruz…” (Grundrisse der Kritik der Politischen Okonomie, Europaische Verlaganstalt, s.30). Meyve ağaçlarıyla yapılan karşılaştırmalar, doğa yasalarına benzer “nesnel yasalarla” yönetilen, ve insanal irade veya praksisten bağımsız bir süreç olarak algılanan “şeyleşmiş” bir maddeci tarih anlayışında tipiktir. Bir sosyalist devrim için “olgunlaşmış” veya “olgunlaşmamış” toplum kavramı aynı toplumsal-doğalcı sorunsala dayanır.
Plehanov’un fikirleri, Lenin’in 1917’deki zaferine kadar Rus Marsizmi’ne hakim olmuştur – ve yeni ve farklı bir biçimle Vladimir Ilyiç’in 1924’deki ölümünün ardından yeniden ortaya çıkmıştır. Lenin’in teorik akıl yürütmesi, Rus Marksist düşüncesinde bir çeşit istisnai ara-hakimiyet olarak değerlendirilebilir. Lenin, belirlenimcilik-iradecilik antitezini aşmaya ve nesnel-olan ile öznel-olanı, Rusya’da kapitalist gelişim ile sınıf bilincinin, örgütlenmenin ve devrimci eylemin rolünü diyalektik bir sentezde birleştirmeye çalışmıştır. Plehanov gibi popülist geleneği bir tabula rasa ile tümüyle silmemiştir. Narodnizm eleştirisi soyut bir reddiyeyi değil diyalektik bir aşmayı (Aufhebung) içerir. Bunun yanı sıra, ilk ideolojik polemikleri Rus sosyal demokrasisi içinde beliren ekonomist eğilimlere yöneltilmişti (Ne Yapmalı?, 1902). Lenin ile Plehanov arasındaki felsefi ayrımlar ilk yazılarından itibaren mevcuttu, fakat 1914’ten sonra, Lenin Felsefe Defterleri’nde Plehanov’un vülger maddeciliğini ve Hegelci diyalektiği kavrayamamasını eleştirdiğinde daha açık ve keskin hale gelir. Siyasal düzeyde, Lenin tarafından 1905 ve 1917’de savunulan devrimci strateji ve taktik ile Plehanov’un pasif ve kaderci görüşleri arasındaki karşıtlık bilinmekte, bunları burada açıklamamıza gerek yoktur.
Troçki ise Marksizmle, Marx / Hegel ilişkisini düzgün biçimde anlamış ve pozitivizmi eleştirmiş dönemin nadir filozoflarından Labriola’nın eserleri aracılığıyla tanışmıştı. Troçki’nin siyasal metinleri, diyalektik nitelikleriyle ilk başından itibaren Rus sosyal-demokrasisindeki hakim eğilimlerden farklılaşır. Metodolojik bakımdan totalite (ulusal sınırları aşan bir bütün olarak dünya ekonomisi) ve çelişkili birlik (eşitsiz ve bileşik gelişme yasası) kategorilerine dayanan sürekli devrim teorisi ancak Rus Marksizmi üzerinde ağırlığını hissettiren metafizik maddeciliğin ideolojik cenderesini aşabilmiş bir düşünce tarafından tasarlanabilirdi. Troçki’nin Marksist yöntemi 1929’da yazılmış muhteşem bir formülle özetlenebilir: “Skolastik, mekanik belirlenimcilik (kadercilik) ile öznel keyfilik arasında maddeci diyalektiğin olduğunu anlamak istemiyor”. (Trotsky, L’Internationale après Lénine, Presses Universitaires de France, Paris, 1970, s.70. Bu konuda bkz. Denise Avenas’ın mükemmel eseri, Economie et Politique dans la pensée de Trotsky, Maspero, Paris, 1979)
Fakat Lenin ve Troçki’nin düşüncesinin Rus Marksizminde hegemonik olduğu kısa dönemde bile (1917-1923), bizzat Bolşevik Partisi’nin içinde, her şeyden önce Nikolay Buharin tarafından temsil edilen diyalektik öncesi maddeci eğilimler mevcuttu. 1928’e kadar Buharin genel olarak Parti’nin başlıca ideologu ve Marksist düşünürü olarak görülüyordu. Lenin’in kendisi de ona değer atfediyor ve ünlü Vasiyetinde onu “Partinin en büyük ve en değerli kuramcısı” olarak tanımlıyordu; ne var ki aynı zamanda felsefi fikirleri konusunda büyük çekinceleri de vardı ve aynı metinde şunu ekliyordu: “Diyalektiği hiçbir zaman öğrenmedi ve öyle sanıyorum ki onu hiçbir zaman gerçekten anlamadı”.
Benzer bir eleştiri, Buharin’in temel felsefi eseri Tarihsel Materyalizm Teorisi’ne (1921) karşı George Lukacs tarafından da getirilmiştir. Lukacs’a göre Buharin’in bakış açısı tehlikeli biçimde burjuva, seyre dayalı, “doğal bilimci” maddeciliğe yakındır; bu, özellikle, Buharin’in tarihsel ve toplumsal gelişimi ekonomik teknikle belirlenmiş olarak açıklama eğiliminde ve doğa bilimlerinin yöntemini toplum bilgisi alanında eleştirelliği sınırlı, diyalektik olmayan ve tarih-dışı kullanımında görülebilir (bkz. Lukacs, “N. Bucharin, Theorie des historischen Materialismus, Hamburg, 1922 (Literaturbericht)” Archiv für die Geschichte des Sozialismus und die Arbeiterbewegung, XI, Leipzig, 1925, ss216-218, 224.)
Buharin’in –kelimenin gerçek anlamıyla– mekanik maddeci yönteminin ve tarih ile topluma dair kaderci yorumunun güzel bir örneği, Preobrazhensky’yle birlikte yazdığı ve en çok bilinen eseri Komünizmin ABC’sinde bulunabilir:
“Herhangi bir makineyi, örneğin bir saati incelediğimiz şekilde, Marx, sanayiciler ile toprak sahiplerinin hüküm sürdüğü ve işçiler ile köylülerin ezildiği kapitalist düzeni incelemiştir. Saati gözlemlerken, çarklardan birinin diğerine iyi takılmadığını ve her bir tur attıklarında daha da fazla iç içe geçtiklerini varsayalım; bu durumda saatin kırılıp duracağını öngörebiliriz… Kapitalist toplum, bir kısmının diğerinin üstüne bindiği, iyi monte edilmemiş bir mekanizmaya benzer. Bu nedenledir ki er ya da geç bu makine, kaçınılmaz olarak parçalanacaktır (Bukharin and Preobrazhensky, The ABC of Communism, Penguin, 1969, ss.66, 113). “Eski” materyalizmin, 18. yüzyılın burjuva materyalizminin metodolojik bakış açısı tam da budur; Sieyés, “Tiers Etat Nedir?” (1789) isimli kitapçığında şöyle yazıyordu: “Eğer toplumu sıradan bir makine gibi incelemeye girişmezsek, toplumsal mekanizmayı asla anlayamayız…”
1928’den 1953’e kadar Sovyetlerin ideolojik evreni Buharin’in eski müttefiğinin egemenliği altındaydı: Jozef Visaryanoviç Stalin. “Sol” ve “sağ” dönemleri arasındaki gidiş gelişleriyle Stalin’in düşüncesinin pragmatik, “muğlak” ve değişken karakteri Stalinizmin felsefi anlamının kesin bir tanımı yapmayı güçleştiriyor. Bununla birlikte, Stalin’in kimi eserlerindeki iradeci temaların varlığına karşın, Herbert Marcuse’nin analizi, temelde doğru geliyor bize: Stalinci felsefe tarihsel süreci bireyler üzeri nesnel yasalar tarafından yönetilen “doğal” bir süreç olarak algılar. O yasalar ki kapitalizmin yanı sıra sosyalist toplumu da yönetecektir. (H. Marcuse, Soviet Marxism, Vintage Books, New York, 1961, s.134)
Bu “kötü” materyalizm, ilkinden sonuncusuna kadar Stalin’in teorik yazılarının tümünde mevcuttur. Gençlik eserlerinden biri olan Anarşizm mi Sosyalizm mi? (1906-1907) kitapçığında, maddi tarafta bulunan, dışsal koşullardaki değişimlerin zorunlu olarak fikri tarafta bulunan bilincin değişimini zorunlu olarak öncelediğini kategorik olarak savunur; öncelikle maddi koşullar dönüşür, ve ancak, bundan sonradır ki, bu değişimin bir sonucu olarak insanların düşüncesi, alışkanlıkları, dünyayı kavrayışı değişir. Stalin’e göre Marx’ın maddeci monizminin maddi tarafla fikri tarafın birbirini takip etmediği, fakat birlikte, paralel olarak geliştiğini iddia eden “saçma paralellik”le hiçbir ilişkisi yoktur (Staline, Œuvres, I, Ed. Sociales, Paris, 1953, ss.262, 264, 272). Oysa Marx, Feuerbach üzerine III. tezde, devrimci praksiste “koşulların değişimi ile insanın kendi kendini değiştirmesi arasında bir çakışma” olduğunu açıkça ilan eder. İnsanal praksis hem verili bir somut durum tarafından koşullandırılmıştır hem de yeni koşullar ve yeni bir durum yaratır. Praksis nesnel ve öznel olanın, maddi koşullar ile insanal iradenin, ekonomik temel ile ideolojik güçlerin diyalektik birliğidir. Stalin’in kendi savına destek olarak alıntılayabileceği Marx’ın tek metni Kutsal Aile’nin (1844) bir bölümüdür, yani hala belirli bir anlamda “pre-marksist” olan ve tam da Marx’ın 18. yüzyıl Fransız maddeciliği ile neredeyse tümüyle özdeşleştiği yegane metindir.
Stalin’in son büyük kitabı SSCB’de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları’nda (1952), tarihin nesnelci, “doğa-bilimci” kavrayışının tamamen klasik bir sunumunu buluruz. Stalin, burada, ekonomi-politiğin yasalarının, sosyalizmde dahi, nesnel karakteri konusunda ısrar eder. Ona göre, “toplumun veya doğanın nesnel süreçlerini yansıtan “ bilimin yasalarıyla “insanların iradesiyle yapılmış” hükümetlerce ilan edilen yasaları birbirinden kökten ayırmak gerekir. Bundan şu sonuç çıkar ki, onun için insanların iradesinin toplumun nesnel süreçleri üzerinde hiçbir gücü yoktur… Gerçekten de, Stalin’e göre, “Marksizm, bilim yasalarını –doğa biliminin veya ekonomi-politiğin yasaları olsun– insanların iradesinden bağımsız olarak gelişen nesnel bir sürecin yansıması olarak kavrar. İnsan bu yasaları keşfedebilir, bilebilir, inceleyebilir, faaliyetlerinde göz önünde bulundurabilir ve toplumun çıkarına kullanabilir fakat onları değiştiremez veya ortadan kaldıramaz. Yeni bilim yasaları oluşturabilmesi veya yaratabilmesi ise hiç sözkonusu değildir…” (Stalin, Economic Problems of Socialism in the USSR, Moscow, 1952, ss.5-6.). Bir kez daha, tıpkı doğalcı ve seyre dayalı maddecilik ve burjuva ekonomi-politiği açısından olduğu gibi, ekonomik-sosyal süreç de etkin insanlar arasındaki bir toplumsal ilişkiler bütünü, bir tarihsel-toplumsal praksis olarak değil de, “doğal yasalarca” yönetilen bir nesne olarak kavranılıyor.
Çağımızın Sovyet ideolojisi, Rus Marksizminin “nesnelci” eğiliminin doğrudan mirasçısıdır. Maddi-ekonomik-nesnel koşulların belirleyici rolü, son on yılların sovyetik siyasal açıklamalarının leitmotivi ve sosyalizmin inşasına dair anlayışlarının ve dünya işci hareketinin “genel çizgisinin” oluşturucu ilkesidir. Bu, nesnel doğa yasası, nesnel piyasa yasaları, nesnel kâr kriteri, ticari kategorilerdeki ısrarın anlamı ve ifadesidir ve sosyalist ekonomi içindeki maddi uyarıcıdır. Krutçev’in Amerikan ekonomisinin Rus ekonomisi tarafından aşılması sayesinde komünizmin dünya çapındaki zaferi konusundaki doktrinini bu bakış açısından anlamak ve açıklama gerekir: “Toplumsal gelişmenin tüm seyri, Lenin’in özellikle galip muzaffer sosyalizm ülkelerinin ekonomik inşasının dünya devriminin gelişimini etkilediğine dair öngörüsünü tasdik eder. Barışçıl ekonomik rekabet, sosyalist ve kapitalist sistemlerin çarpıştığı temel arenadır.” (Nikita Khrouchtchev, Le communisme est la paix et le bonheur des hommes, Moscou, 1963, Cilt 2, s.272, italikler bize ait) Kruşçev’in yazılarında (tıpkı nice sovyetik iktisat eserinde olduğu gibi) kaçınılmaz olarak sistemin çöküşüne yol açacak kapitalizmin bir genel krizinin derinleşmesinden söz edilir. Kruşçev için, tıpkı Plehanov veya Buharin açısından olduğu gibi, toplumsal evrimin yasaları “eyleminin nesnel olması anlamında, doğanınkiler kadar yanılmazdır”. (a.g.e., s.401)
Tesadüfen, son döneme ait herhangi bir Sovyet metnini alırsak, her yerde aynı sorunsalı buluruz. Örneğin, Andrey Kirilenko (SBKP’nin Politbüro üyesi) Mayıs 1972 tarihli bir makalesinde, “Partinin tüm otoritesiyle”, “nesnel olarak gelişen ilerici eğilimleri” destekleyen SBKP’nin ekonomi politikasının “derin biçimde gerçekçi” karakterinin altını çizmekte. SSCB’nin dış politikasına gelince, “belirmekte olan olumlu eğilimleri sağlamlaştırma” göreviyle yükümlüdür. (A. Krilenko: “Un an après le 24. Congrès”, La nouvelle revue internationale, mai, 1972, ss13, 22.) Bir kez daha, bu dünya görüşü açısından, ekonomik ve politik yönetimin rolü, bir müdahale, inisiyatif, altüst etme rolünden (Engels’in bahsettiği, “umwälzende praxis”) ziyade, kendiliğinden gelişen “nesnel eğilimleri” destekleme ve sağlamlaştırma rolü oluyor.
Çeviren: Uraz Aydın
Kaynak: Michael Löwy, Dialectique et Revolution. Essais de sociologie et d’histoire du marxisme. Editions Anthropos, 1973. Daha önce Yeniyol dergisinde yayımlandı.
Kapitalizmin doyumsuz genişleme dürtüsünün hızlandırdığı bir ekolojik kriz anında yaşadığımıza şüphe yok ancak ekolojik çöküşü önlemek için mücadele içindeki sol kendisini nasıl örgütlemeli? Frédéric Lordon, kapitalizme karşı stratejik, büyük ölçekli bir hedef geliştirmek ve sürdürmek için solun neo-Leninist bir konum benimsemesi gerektiğini savunuyor.
Aşağıdaki metin, Andreas Malm ile ACTA, Extinction Rébellion (PEPS) ve Le Monte-en-l’air kitapçısı (6 Haziran 2021) tarafından organize edilen bir tartışma vesilesiyle yapılan bir konuşmanın yeniden basımıdır ve bu toplantıyı mümkün kıldığı için minnettarım. -Frédéric Lordon.
Ekoloji konusunda Andreas’tan çok daha az bilgim olduğu için, konuşmalarımızın birbiriyle çelişkili olmaktan ziyade tamamlayıcı olacağına inanarak başka bir şeyden bahsedeceğim. Her durumda, çelişkili olmaları da pek mümkün görünmüyor. Bence gerçekte en az üç şey hakkında büyük bir görüş birliğine sahibiz – ve bunlar gayet de önemli meseleler! Birincisi nereden başlanacağı; ikincisi nereye gidileceğidir; ve üçüncüsü (bunu cevaplayabildiğimiz kadarıyla) oraya nasıl gidileceğidir. Tartışmasız biçimde suçun kapitalizmde olduğunu ve tek tutarlı siyasi hedefin ondan kurtulmak ve onu devirmek olduğunu ortaya koyan dünyanın içinde bulunduğu aciliyetten değilse nereden başlamalı? Bu konuda “biz” aramızda (radikal solun “biz”i veya özgürleştirici sol, kısaca anti-kapitalist sol) kolayca anlaşmaya varırız. Bundan sonra zorluklar meydana gelir: Nereye gidilecek, nasıl gidilecek? İşte farklılıklar burada başlıyor. Hemen söylemeliyim ki, ne Andreas ne de ben bu sorulara net ve ayrıntılı cevaplar verebilecek durumdayız – ki böylesi muhtemelen daha faydalı. Bana öyle geliyor ki, ikimiz de konunun esası hakkında anlaşmaya varmak için bunlara dair yeterli bir fikre sahibiz. Konunun esası dediğim de konuyu ele almanın belirli bir biçimi; ki bu biçim solda bir hayli anlaşmazlığa yol açıyor -eski ama sürekli güncellenen ve yeni içeriklerle donatılmış bir anlaşmazlık. Bu yaklaşıma bir isim vermemiz gerekirse Neo-Leninizm derdim. Ekoloji hakkında konuşamayacağım için bugün Neo-Leninizm ile ne demek istediğimizi açıklamaya çalışmak istiyorum.
Savaş Komünizmini Yeniden Tanımlamak
Andreas, kitaplarından birinde “savaş komünizminden” bahseder. Hiçbir okuyucunun bu ifadeyi birinci derecede -süngülü tüfek ve kızıl yıldızlı kalpak imgeleriyle- ele alacak kadar aptal olmayacağını umuyoruz. Savaş komünizmi fikrine bu zamanda ne anlam verebiliriz? Basitçe, anti-kapitalist bir hattın hayati aciliyetinin hissi, dünyevi bir acil durum olarak anti-kapitalist bir çizginin anlamı. O halde Neo-Leninizm, yeniden tanımlanan bir savaş komünizmi fikrinden inşa edilen bir pozisyonun ta kendisidir.
Ancak, ‘Leninizm’ ifadesi ağızdan çıktığı anda korku çığlıklarını tetikleyen refleksi nasıl engelleyebiliriz? Sadece France Inter, Arte veya Télérama’da değil; solda da. 1917’nin yüzüncü yılı, Leninizm’in Çeka, Kronştadt, Moskova mahkemeleri ve Gulag anlamına geldiğini açıklayan bir kitap akınına şahit oldu. SSCB’nin böyleolduğunu herkes biliyor. Bütün bunlar, 1950’lerin Troçkizminden bu yana uzun ve derin bir şekilde düşünüldü. Öyleyse zaten ardına kadar açık olan bir kapıyı zorlamanın anlamı nedir? Kimse bunun tekrar başlamasını da tekrar denemek de istemiyor. Bu nedenle “savaş komünizmi”nde olduğu gibi, kendini kabul edilmiş imgelerden koparmak için asgari çabayı sarf etmek ve kendi zamanımız için tarihsel bir güncellemenin yolunu aramak gerekir. Leninizmin bugün 1917’de Rusya’da Lenin’in inisiyatifiyle ve onun adı altında yapılandan başka bir şey olarak anlaşılmasını istiyorsak, tanımlama veya kavramsallaştırmadan başka bir yol yoktur.
Genelliğini ortaya çıkarmak için ortaya çıkışının tarihsel koşullarından koparılmış bir Neo-Leninizm’in olası bir tanımı şu şekilde olabilir: Leninizm, 1) bir hedeften 2) büyük ölçekli [macroscopic] bir hedeften ve 3) uygun bir biçim altında stratejik eşgüdümün sağlanmasına ilişkin açık bir zorunluluktan meydana gelir. Bu “uygun biçim”in içerdiği sorunların büyüklüğünü vurgulamama gerek yok. Buradaki önemli nokta, bir zorunluluğun diğerine yol açmasıdır. Stratejik eşgüdüm zorunluluğu, onun için uygun olan biçim hakkında düşünme zorunluluğunu getiriyor. Bu konuda hiçbir fikrim olmadığını hızla söyleyip geçiyorum. Zamanım kısıtlı, sorun değil: bu konuda konuşmaktan kaçınmamı sağlayacak…
Zaten ilk iki noktayla ilgili konuşulacak malzeme var. Birincisi, Leninizm bir amaçtan meydana gelir. Bu kadarsıradan bir şey söylemek zorunda hissettiğimize inanmak zor ancak yine de zorundayız. Çünkü solda oldukça tuhaf bir siyasi çağ yaşıyoruz, burada bir amaç ortaya koyma gerekliliği artık hiç de aşikar bir hâlde değil ve hatta şüphe duyulacak bir şey olarak algılanıyor. Fransa’da çok dinamik ve çok ilginç, ancak her türden amacıdüşman olarak gören ve siyaseti yalnızca geçişsiz [intransitive] bir anlamda düşünen bir entelektüel ve politik akım var. Yani, hareket için hareket. Her şeyden önce de, kimse gelip ona yön vermeye [direction[1]] cesaret etmesin istiyor.
Bu şüphe nereden geliyor? Bir yön vermenin diğerini gizleyebileceği gerçeğinden gelir. Arzulanır bir siyaseteişaret etmek olarak anlaşılan yön verme’den, mevcut operasyonları ele alma, komuta etme anlamındaki yön verme anlayışı her zaman için ortaya çıkabilir. Ve bu gerçekten de tehlikeli bir andır. ‘Leninizm’ göstereni, bu ikinci yön verme anlamına, yani yöneticilerin yön vermesi anlamına yapışık kaldı ancak Leninizm’de aynı zamanda birinci anlamın, yani arzu edilen anlamında, ne yapmak istediğimizi ve nereye gitmek istediğimizi söyleyen yön verme anlamının da olduğunu unuttuk.
Burada iki yazardan alıntı yapacağım. İlki, “geçmiş deneyimlerden çıkarılan ve onsuz eylemin amaçsızca dağıldığı bir çekül olarak hizmet eden stratejik bir hipotez” ihtiyacından bahseden Daniel Bensaïd’dir. İkinci yazar ise Andreas Malm: ‘İnsanlığın krizi devrimci liderliğin krizidir” şeklindeki eski Troçkist formülün güncellenmesi gerekiyor. Kriz, istikametin namevcut hâlidir.’
Açıkça söyleyebilirim ki: Bu iki ifadeye de derinden katılıyorum. Güçlü bir politik öneri olmadan, yani kapitalist öneriye karşı koyabilecek genel ve eklemlenmiş bir öneri olmadan kapitalizme karşı hiçbir mücadelenin mümkün olmadığını düşünüyorum. Ayrıca geçişsizliğe yapılan methiyelerin siyasi iktidarsızlığa varmayı sağlayan pasaport olduğunu düşünüyorum. İşte soldaki ilk kırılma çizgisi budur. Bir yanda anti-kapitalist bir siyasetin kurucu unsuru olarak bir yönelimin, yani bir önerinin zorunluluğunu sürdüren Neo-Leninist konum ile diğer yanda korkarım ki sonunda siyaset karşıtı olmaya mahkum geçissizlik fikri.
Diyalektik Jest
Bu kırılmayı üzülerek seyretmekten başka bir şey yapmak istiyorsak, sanırım kaybolmuş bir entelektüel jesti geri almalıyız: diyalektik jest. Burada kendini aşmanın ve sentezin görkemli bir süreci olarak Hegelci-Marksist versiyondaki diyalektiği kastetmiyorum. Diyalektiği karşıtlar arasındaki uzlaşmaz nesnel bir gerilim, bir sentezde çözülemeyen ve bu nedenle özgün bir biçim altında bağdaştırılma gerekliliğine çağrı yapan bir gerilim olarak düşünüyorum. Başka bir örnek: stratejik bir çizgi olmadan, buna hizmet edecek asgari bir örgütlenme olmadan devrimci süreç olmaz. Sadece isyan patlamaları olacak ve mağlup olacaklar. Bununla birlikte, asgari bir örgütsel biçimde koordine edilen stratejik bir hat olarak yön verme’den her zaman komuta etme anlamında, yani bir ayırma olarak ve nihayet bir müsadere olarak yön verme çıkabilir. Bu doğru. Ben bunu ifade ettiğimde, ikisini de kastediyorum. Her ikisi de doğrudur. Yani ikisiyle de uğraşmak zorundasın. Her ikisini de bir arada tutmanız ve onları sonsuza kadar kusurlu ve her zaman revizyona tabi olan bir formda tutmanız gerekir.
Bu, diyalektiğin Hegelci-Marksist olmayan versiyonudur, sentezi uzlaştırma vaadinden sıyrılmış ve kurumsal yapılarda karşıtların uyumlaştırılmasının, onların birlikte mevcudiyetlerinin düzenlenmesinin yalnızca kusurlu olasılıklarını bırakan bir versiyondur. Düzene sokulacak çatışkıların indirgenemez olmaları, bazı ‘aşkınlıklarda’ aşılamaz olmaları gerçeğinden, onları barındıran kurumların özünde kusurlu oldukları sonucunu çıkarır; yani sürekli bir sorgulama ve yeniden çalışmayı gerektirirler.
Bu arada şuna da değineyim, bu Castoriadis’in demokrasi anlayışından farklı değil. Demokrasi, sürekli olarak bize pazarlanan seçim salatası ve ‘özgür basın’ bileşimi değildir. Demokrasi, bir siyasi organın kendi kurumlarını kurma ve onları kalıcı olarak yeniden işleyebilmek için kontrol altında tutma kapasitesidir. Bu nedenle, bize “kurumları savunmamız gerektiğini” açıklayan ‘demokrat’ bir özenti görür görmez kiminle uğraştığımızı biliriz – bir sahtekâr. ‘Kurumların savunması’ demokratik bir fikir değil, bu polis için, Paris Polis Müdürü Didier Lallement veya Macron gibiler için bir fikirdir; Sarı Yeleklileri ezmek için gönderildiklerinde Çevik Kuvvet ekiplerinin beyinlerinin doldurulduğu fikir buydu: ‘kurumların son kalesi sensin’, ‘kurumları savunmak zorundasın’, anti-demokrasinin par excellence formülleri.
O halde, her şeyden önce siyasetin kurucu unsuru olarak amacın haklılığını eski konumuna geri getirmek. Ancak Neo-Leninizm bu asgari gerekliliğin çok ötesine geçer. Bir hedefi onaylıyorsa, aynı zamanda onun büyük ölçekli olma karakterini de onaylar. Bu, komünizmin ancak bir toplumsal oluşum, yani büyük bir insan grubu ölçeğinde tasarlanabileceği anlamına gelir. Neo-Leninizm kesinlikle yerel deneyimlere ilgisiz değildir, ancak düzenleyici bir ilke olarak bunların özel bir konuma sahip oldukları iddiasını reddeder. Muhtemelen ‘neo’ ön ekinin en kullanışlı olduğu nokta burasıdır. ‘Vintage’ Leninizmin yerel özerklikleri -bizzat ezmeye çalışmadığı zamanlarda- umursamadığını kabul etmemek zor. Tarihsel Leninizmin acı verici dersleri arasında tüm özerk yerel yaşamın yok edilmesi, totaliter devlet merkezileşmesinin feci bağıntılarından biriydi -bir daha ne yapılmaması gerektiğine dair bir tür model. Dolayısıyla Neo-Leninizm, yerel deneyimlere ilgi göstermekle yükümlü olacaktır; bu ilginç şeylere kibarca saygı göstermesi gerektiğinden değil, kendi canlılığının bir kaynağı olarak ilgilenmelidir. İşte o zaman onları mümkün olduğu kadar başarılı kılmaya dönük rasyonel görevinin farkına varacaktır. Neo-Leninizm bütün bunlara rağmen, toplumsal bir oluşumu komünlerden oluşan bir takımadadan başka bir şey olarak görür. Neden ? Çünkü yalnızca yeterli büyüklükte ve bütünleşmeye sahip bir grup, asgari düzeyde gerekli bir işbölümünü sürdürebilir.
Komünizm Bir Üretim Tarzı Olmaz Zorunda
Tabii ki, kapitalist iş bölümünden önemli ölçüde daha düşük seviyede bir iş bölümü olacaktır bu -dünyaya ilişkin acil durum bunu dayatıyor- ama yine de yerel-komünal bir iş bölümünün gerçekleştirebileceğinden çok daha yüksek olacak. Başka bir deyişle, kapitalizmden çıkmak, üretim tarzı kategorisini reddetmek anlamına gelmez. Komünizm bir üretim tarzı olmak zorunda kalacak, çünkü insanlar her zaman kendi maddi yaşam araçlarını kolektif olarak üretmek ve bu üretimin araçlarını üretmek zorunda kalacaklar. Üretim tarzı zaten buna ilişkindir. Komünler ve yerel deneyler bu üretim tarzına ve onun iş bölümüne mükemmel bir şekilde dahil olur ancak hiçbir şekilde onun bütünü teşkil etmez.
Şimdi gelelim sol içindeki ikinci ayrım çizgisine: bir amacın iddia edilmesi ile geçissizliğin anti-politikası arasındaki ya da başka bir deyişle, istikamet ihtiyacını ortaya koymak ile yön verme gerekliliğinin tümüylereddedilmesi arasındaki ayrımın ardından bu ikinci ayrım çizgisi, bir yanda küresel büyük ölçekli alternatif öneriyi, diğer yanda yerel özerklik ilkesinin öz yeterliliğini ayırır. Tıpkı geçişsizliğin iktidarsızlığa dönüşmesi gibi, yerelliğin özel oluşu da “kaçışçılığa” dönüşür. Kaçışçılık, günümüz solu içinde çok güçlü ve cezbedicidir: Kaçarız, terk ederiz, kapitalizmi arkamızda bırakırız – kendimizi ondan ayırırız. Laf kalabalığı yapmak istemem ama şunu vurgulamak lazım: Kapitalizmi geride bırakırsak, hâlâ arkamızda bir yerlerde kalır.
Kaçışçılığın yalnızca varsayılan bir çözüm olarak, engellerin büyüklüğü karşısında bir teslimiyet çözümü olarak başarılı olduğunu düşünmeye başladım. Yani kapitalizmi yıkma fikri radikal bir imkansızlık olarak insanların kafasına yerleştiğinde -Fredric Jameson’ın tabirine herkes aşinadır- aslında projeden vazgeçildiğinde, geriye tek çözüm kalıyor. Ancak bu gezegendeki durumun nasıl olduğunu biliyoruz, onu terk ederek bundan kaçınmak artık bir seçenek değil. Ayrıca kulübelerdeki ya da ağaçlardaki yaşamın cazibesi -çünkü tüm bunlar hakkında çok fazla güzelleme duyuyoruz- bir üretim tarzı oluşturmaz. Çok daha basit bir şekilde söylemek gerekirse: ağaçtan düşer ve kötü şekilde bacağınızı kırarsanız, bir yosun lapası veya bir kök kaynatarak işin içinden çıkamazsınız. Muhtemelen General Electric markalı bir görüntüleme makinesi bulunan yerel bir hastaneye gideceksiniz.
Buradaki soru görüntülemeyi General Electric’e bırakıp bırakmayacak oluşumuz. Kaçışçılık başka seçenek bırakmaz. Komünizm ise ‘hayır’ diyor. Ve bu, bir üretim tarzının büyük ölçekli amacıdır. Ama üretici güçler sorununu tamamen yeni bir tarihsel rejime sokan bir üretim tarzıdır bu. Neo-Leninizm kesinlikle üretici güçler sorununa ilgisiz değildir. Bunların belli bir seviyede tutulması gerektiğini bilir, sadece ağaç dostlarına değil, mühendislere, teknisyenlere ve bilim insanlarına da ihtiyaç vardır. Ama aynı zamanda maddi üretimin şimdiye kadar gezegene ne yaptığını ve bunu ne kadar uç noktalara taşıdığını da biliyor. Bu nedenle Neo-Leninizm, çelişkisiz olarak, üretimciliğe kökten düşman bir üretici güçler komünizmi olarak kavranabilir. Üretimcilik, bir geçişsizlik rejimine (üretim için üretim) ve bir mutlakiyetçilik rejimine (insan faaliyetinin bütününü içine alan maddi üretim) giren üretimdir. Bu nedenle, eğer bir üretim tarzıysa, neo-Leninizm, etrafında örgütlendiği yeni dayatmaları ve yeni hedefleri hiçbir şekilde gözden kaçırmaz: dünyanın içinde bulunduğu durumun dayatmaları ve insan yaşamının gayrı-maddi güçlerinin gelişimine ilişkin hedefler.
Başlık ve ara başlıklar İmdat Freni tarafından konmuştur.
[1] Yazar direction sözcüğünü iki anlamda kullanıyor hem istikamet hem yönetim. İki anlam arasındaki geçişi aynı sözcükle sağlayabilmek için yön verme ifadesini tercih ettik (İmdat Freni).
Deleuze ve Foucault, her biri kendi tarzında, daha 1970’lerden itibaren modernitenin siyasal paradigmasının çöküşünü fark etmişti. Doğmakta olan bir stratejik krizi öngörerek, aslında onu büyütmeye de katkıda bulundular. Belki de bu gerekli bir olumsuzlama momentiydi. Machiavelli, Hobbes, Grotius, Rousseau’dan beri var olan kurucu kategoriler (halk, toprak, sınır, yurttaşlık, millet, egemenlik, savaş, kent, uluslararası hukuk) siyasal harekatların sahnesi iken artık problematik hale geliyordu ve üstelik yeni bir paradigmanın da çerçevesi henüz ortaya çıkmamışken. Bunun gerçekleşmesi için yeni deneyimlerin ağır ağır olgunlaşması ve kurucu hadiselerin şoku gerekiyordu. Fakat dönem henüz çözülmelerin ardından bir yeniden oluşum sürecinin yaşanmadığı ve alacakaranlıkta patlayan hadiselerin peşinden güneşin doğmadığı bir dönemdi.
Böylece Deleuze ve Foucault ilan edilmiş üçlü bir krizin habercileri olarak çıkıyor karşımıza: Modern tarihselliğin krizi, özgürleşim stratejilerinin krizi, eleştirel teorilerin krizi; yani eleştirinin silahlarıyla silahların eleştirisinin bir çeşit bileşik krizi diyebiliriz.
Deleuze’ün 1970’lerin sonunda “yeni filozoflar”ın medya tarafından pompalanması karşısındaki acımasız yargısını hatırlıyoruz: “martiroloji yapıyorlar”[1] ve “cesetlerden besleniyorlar”. Bu henüz doğum halinde olmakla birlikte her türden siyasetin olumsuzlanışıydı.[2] Bu keskin hüküm o zamandan bugüne acımasızca doğrulandı. Bununla birlikte, yeni filozofların karşıt kutbunda yer almakla birlikte Deleuze’ün söylemi bir dereceye kadar onlara simetrikti. Krizin gizli kökeni, onun gözünde, bir tarihsellik krizinde yatıyordu. Çözümü (ilerlemeci bir teleolojiye indirgenmiş olan) tarih ile oluş arasındaki bir radikal karşıtlıkta arıyordu: “Oluş demek bir diziyi takip ederek ilerlemek veya gerilemek anlamına gelmez […] Oluş bir köksaptır, tasnife veya soykütüğe dayalı bir ağaç değildir.”[3] Belirlenmiş bir (mutlu) sona ulaşacak vaat edilmiş bir tarihe karşı bu oluş yeni ve henüz görülmemiş olanı üretme, bir mümkünat çoğulluğuna açık olma avantajına sahipti. Öte yandan bu yaklaşım stratejik ufuktan yoksun bir mikro siyaseti, hedeften yoksun hareketin ve “kervan yolda düzülür” mantığına dayanan bir gidişatın övgüsünü meşrulaştırma eğilimini de taşıyordu.
Dolayısıyla Deleuze için “hadise yapmak” “tarih yapmanın zıddıydı”. Bu radikal karşıtlık, yapıların ve “tarihin yönünün” tiranlığına karşı özgürleştirici bir başkaldırı hamlesini teşkil ediyordu. Foucault’da da bir çeşit geçit açacak hadiseye yönelik benzer bir ilgi mevcuttu: “Hareket etmeyenle değil, hadiseyle ilgileniyorum”, ki bu hadise de o zamana dek “bir felsefi kategori” olarak düşünülmemişti.[4] Düzen içinde ilerlemenin masallarının ve destanlarının oluşturduğu tarihsel kaderciliğin altında nefessiz kalanlar için (Mayıs 68 patlamasının dayattığı) bu “hadisenin tarihin alanına geri dönüşü” tartışılmaz bir rahatlama sağlıyordu. Fakat mümkünat koşullarından koparılmış tarihsiz bir hadise hızla basit bir öznel arzuya veya soyut bir saf olumsallığa dönüşür, ki mucize de bunun teolojik biçiminden başka bir şey değildir. Bu durumda onu tam da nevi şahsına münhasır hale getiren özgünlüğu içinde düşünmek zorlaşır.
Foucault’nun “bugün sorun teşkil edenin” “devrimin arzu edilebilirliği” olduğuna dair formülü de böylece yüzyılın trajedilerini ve gizemlerini tüm toplumsal ve tarihsel boyutlarıyla kavramadaki bir yetersizlik olarak çıkıyor karşımıza. Devrim, böylece, bir arzu eden öznellik meselesine indirgeniyor. Esasında Foucault’nun gayet açık bir biçimde ifade ettiği şey, derin bir siyasal bozgundu: “Son 120 yıldan beri ilk defa yeryüzünde umut ışığının fışkıracağı tek bir nokta bile bulunmuyor. Artık bir yönelim[de bulunmak] söz konusu değil.”
Umut? Sıfır derecede!
Yönelim? Kerteriz noktaları karışmış halde!
Böylesi bir hayal kırıklığı, devrim beklentisinin devletçi görünümlerine yanılsamalı bir yatırımın mantıksal sonucuydu. Rusya’daki bürokratik karşı-devrimden sonra ne Çin ne de parçalanmış Hindiçini’nin bir özgürleşim siyasetini cisme kavuşturması mümkündü. “İşte bunu yapmak gerekir diye sahip çıkabileceğimiz tek bir ülke kalmadı” diyordu Foucault, acı acı. Böylece Avrupa devrimci düşüncesi tüm dayanak noktalarını kaybetmişti. Gerçekte var olmayan sosyalizmin yitik “vatanlarının” bir nostaljisi miydi bu? Ne var ki gelecekte zarların tekrar atılması tam da bu gerekli hayal kırıklığına ve ardından gözlerin açılması bağlıydı.
Süreklilik halinde devrimin[5] kapsamının zamansal ve mekânsal bağlamda genişletilerek krizin üstesinden gelmeye çalışmak yerine bu anlayış seksenli yılların eşiğinde büzülmeye ve gündelik hayatın ve tekniklerin moleküler devrimlerine indirgenmeye yöneldi. Böylece Foucault bu yitik hayallerin ardından devrimi “sadece bir siyasal proje olarak değil, bir stil olarak, estetiğiyle, asetizmiyle, kendiyle ve başkalarıyla kurulacak özgül ilişki biçimleriyle bir var oluş tarzı” olarak düşünerek teselli buluyordu. Yani siyasal emelden yoksun bir stile ve estetiğe indirgenmiş bir minimalist devrim. Bu şekilde, minyatür isyanlara ve mütevazı postmodern hazlara da kapı aralanmış oluyordu.
Stratejik ufku karartmakla birlikte büyük harfli Devrim fetişine karşı bu meydan okuma bir kötü büyüyü bozma meziyetine de sahipti: “Ve Devrim çağı geldi. İki yüzyıldan beri tarihe hâkim oldu, zaman kavrayışımızı düzenledi, umutları kendinde topladı; isyanı akılcı ve yönetilebilir bir tarihin kalıbına sokmak için devasa bir çaba teşkil etti”.[6] Dolayısıyla mesele buydu: devrimin “o kadar da arzu edilebilir” olup olmadığı, gerçekten yapılacaklara “değip değmeyeceği”. Foucault “evrensel devrimin boş biçiminden” kopma çağrısında bulunuyordu; böylece kutsiyet atfedilmeyen devrimlerin çoğulluğunu daha iyi tasavvur etmek mümkün olacaktı çünkü “isyana yüklenen hayali muhtevalar devrim çıkıp geldiğinde buharlaşıp yok olmuyordu”. Böylece siyasi devrimin yerine plebçi ve teolojik büyük ayrışma hareketlerine, yeraltı heretik akımlara, inatçı direnişlere, Soljenitsin tarafından kutsanan mujiklerin otantikliğine bir geri dönüş söz konusu oluyor. Bu bağlamda İran devrimi Foucault için bir perspektif değişiminin tetikleyicisi ve tarihsel zamanların yeni bir semantiğini açığa vuran bir hadise halini alır.
“11 Şubat 1979’da devrim İran’da gerçekleşti” diye yazdı Foucault.[7] Ancak bu uzun şenlik ve yas dizisine “devrim demenin bizler için zor olduğunu” vurguladı. Yetmişli ve seksenli yılların kesişiminde kelimeler gerçekten de kesinliklerini yitirmişti. Ona göre İran devrimi yeni bir türdeki devrimlerin gelişini ilan ediyordu. Kendi klişelerine hapsolmuş bir Marksizm çeşidi, en azından ilk başlarda, yaşananları sınıf mücadelesinin “esas sahnesi” başlamadan önce dinin yalnızca “perde açılışında” oynadığı eski bir tarihin tekrarı olarak görmek istiyorken, Foucault tartışılmaz bir berraklıkla bakmasını bildi İran devrimine. Yeni olanı geçmişin eski püskü giysileri içinde düşünmekte direnen bu donuklaşmış tasavvur sahibi anlayış İmam Hümeyni’yi Papaz Gapon rolünde görüyor ve mistik devrimi geleceğine kesin gözle bakılan toplumsal devrimin prelüdü olarak düşünüyordu…. “Bu o kadar kesin mi?” diye soruyordu Foucault. Modern devrimlere dair normatif bir değerlendirme yapmaktan imtina ederek İslam’ın yalnızca bir din değil, “bir yaşam biçimi, bir tarihsel aidiyet ve devasa bir barut fıçısı oluşturabilecek bir medeniyet” olduğunun altını çiziyordu.[8]
Bununla birlikte bu göreli basiretli bakışın başka bir boyutu da vardı. Foucault’nun İran devrimine olan ilgisi kendi fikri güzergahında bir parantez oluşturmaktan fersah fersah uzaktı. İlk olarak Şah rejimi tarafından gerçekleştirilen 8 Eylül 1978 katliamının ardından on günlüğüne gider İran’a. 5 Kasım’da Corriere della Sera gazetesinde “Çıplak elle yapılmış devrim” başlıklı yazısı yayımlanır. Ardından İtalya’da basılan bir dizi makalede Hümeyni’nin dönüşünü ve Mollaların iktidarının inşasını inceler; bilhassa da şubatta yayımlanan şu yazılarda: “İslam adı verilen barut fıçısı” ve “Başkaldırmak gereksiz mi?”.[9]
• Foucault İran devrimini “mükemmelen birleşmiş kolektif bir irade”nin ifadesi olarak algıladı. En gelişkin teknolojiyle “bin yıldır değişmemiş” yaşam biçimleri arasındaki nikahtan büyülenmiş biçimde okuyucularına endişelenmeye gerek olmadığına dair güvence veriyordu çünkü “bir Hümeyni Partisi” ve “Hümeynici bir hükümet” olmayacaktı. Aslında bugün kimilerinin karşıt-iktidar dediği şeyin bir ilk biçimi gibi görüyordu meydana gelenleri. Dolayısıyla bu “aşağıdan gelen muazzam çaptaki hareket”in, modernitenin ikili mantığından kopması ve Batı rasyonalitesinin sınırlarını ihlal etmesi bekleniyordu. Böylece “göğün ve yeryüzünün kesişiminde” meydana gelen bu devrim 1789’dan beri egemen olan devrimci paradigmalar karşısında bir dönüm noktası oluşturuyordu. İslam’ın müthiş bir “barut fıçısı” haline gelebilecek olması toplumsal, iktisadi veya jeostratejik nedenlerden değil, tam da bu özelliğinden kaynaklanıyordu: O sadece halkın afyonu değildi, aynı zamanda “ruhsuz bir dünyanın ruhu”ydu, radikal bir değişim arzusu ile kolektif irade arasındaki bağlantı noktasıydı.[10]
• Giderek yavanlaşan bir dünyada yeni bir maneviyat biçimi olduğu varsayılan bu olgunun ortaya çıkışı, diyalektik aklın başına gelen tersliklere ve özgürlükleri keşfederken bir yandan da disiplinleri icat eden Aydınlanma’nın pörsümesine bir yanıt oluşturma ihtimalini taşıması itibariyle Foucault’yu cezbediyor ve ilgilendiriyordu. Böylece modernleşme fikrinin bizzat kendisi (yani sadece ilerlemeye dair yanılsamalar değil) Foucault’nun gözünde arkaik hale geliyordu. Yetmişli yılların sonunda Şii tinselliğine ve İran devrimindeki şehitlik mitolojisine olan ilgisi benliğe dair kaygılar ve teknikler konusundaki araştırmaların da bir çeşit yankısı gibiydi. Aynı zamanda, II. Jean Paul’ün papalığı döneminde Hıristiyan aktivizminin yeniden canlanmasının, Polonya halk hareketinde Kilisenin rolünün veya Latin Amerika’daki kurtuluş teolojisinin etkisinin de yankısıydı. Öte yandan İran meselesinde Foucault meslektaşları arasında yalnız kaldı. Geleceğin tarihçilerinin bu devrimi sıradan bir toplumsal harekete indirgemesinden kaygılanıyordu halbuki mollaların sesi onun kulaklarında rahip Savonarola’nın (1452-1498) veya Münster isyanındaki Anabaptistlerin hitaplarının o sert vurgularıyla gürlüyordu. Böylece Şiiliği halk isyanının dili olarak algıladı, “binlerce memnuniyetsizliği, nefreti, sefaleti ve umutsuzluğu güce dönüştüren” bir dil. “Birbirinden ayrılmazcasına toplumsal ve dini nitelikteki yapıların siyasallaştırılması” için gösterilen çabayı hayranlıkla izlediğini söylüyordu. Bu (dinsel) maneviyat ile siyaset arasındaki kaynaşmayı amaçlayan ittifakın tetikleyebileceği muhtemel zararlar hakkındaki görüşlerini soran Claude Mauriac’a şöyle yanıt veriyordu: “Peki ya maneviyatsız siyaset hakkında ne diyeceğiz, sevgili Claude?”
• Sorunun kendisi meşruydu, ima edilen cevap ise endişe verici. Dinî bir hukukun hegemonyası altında toplumsal ve dinî yapıların birleşik siyasallaşması gerçekte siyasal ile toplumsalın, kamusal ile özelin birbiriyle kaynaşması anlamına geliyordu; bu da sınıfların ve devletin sönümlenmesi ile değil toplumsal ile siyasal olanın bir teokratik devlet, başka bir ifadeyle yeni bir totaliter biçimin bünyesinde massedilmesiyle meydana geliyordu. Öncü partiden azade bir devrimin büyüsü altında, Foucault Şii ruhban sınıfında plebin veya kaynaşma halindeki bir çokluğun genel iradesinin dolaysız cismanileşmesinden başka bir şey görmek istemiyordu.
• Bu tek gözlü hatta belki de tamamen kör hayranlık, iki söylem ve iki toplum tipi arasında, Doğu ile Batı arasında indirgenemez bir fark olduğu fikrine dayanıyordu. Foucault’nun evrensellik-karşıtlığı burada kendi pratik testini buluyordu. Yetmişli yıllarının sonunun antitotaliter retoriği ise Nazi totalitarizmiyle “komünist” totalitarizm arasında bir “üçüncü yol” buluyordu kendine. O halde İran devrimi özgürleşimin nihayet keşfedilmiş (manevi) biçimi miydi? Bu yanıt hiç şüphesiz umutsuzluk barındırıyordu, ki bu da aslında insanlığın 1978’de “sıfır noktasına” geri döndüğüne dair hazin düşünceyle bir hayli uyumluydu. Tersine çevrilmiş bir tür şarkiyatçılıkla, selamet bundan böyle alt edilemez bir İran ötekiliğinde yatmaktaydı: İranlılar “bizimle aynı hakikat rejimine sahip değiller”. Olabilir. Fakat kültürel görelilik illaki değerler konusundaki bir göreliliğe düşmemize de izin vermez. Foucault Sartre’ın kendini evrenselin sözcülüğüne taşıma iddiasını şiddetle eleştirmişti. Ancak evrensellik ufku olmaksızın tekilliklerin sözcülüğüne soyunmak da daha az tehlikeli değildir. Köleliğin ya da kadınların ezilmesinin reddi bir iklim, zevk ya da gelenek-görenek meselesi değildir. Ve medeni, dini ve bireysel özgürlükler Tahran’da Londra veya Paris’te olduğundan daha az önemli değildir.
• Çeyrek yüzyıl sonra, Le Monde‘da Foucault’nun metinlerine örtük olarak yanıt veren Maxime Rodinson’un makalelerini yeniden okuduğumuzda güncel tartışmaların temellerinin ta o zamanda atıldığını görüyoruz.[11]“İslami köktenciliğin uyanışında”, “arkaik bir faşizm tipine” dönük tartışılmaz bir eğilimin var olduğunun altını çiziyordu Rodinson. Oysa bu kelimeler iki anlamda yanlış seçilmişti. O güne dek hiç görülmedik biçimde teknolojinin ve piyasacı küreselleşmenin çağında meydana gelen bir ruhban sınıfı diktatörlüğünü bilindik Avrupa faşizmi olgusuna bağlamak bu yeniliğin özgüllükleri hakkında düşünmeye pek yardımcı olmadı. Ve onu arkaik olarak tanımlamak, kurulu ilerleme normundan herhangi bir sapmanın geçmişe dönüş olarak değerlendirildiği kronolojik ölçeği yeniden üretiyordu; halbuki bu gayet de geleceğin tedirgin edici bir öncülü olabilecek ve her halükârda bugünün özgün bir ürününü teşkil ediyorken. Aralarında başka bir despotizm biçiminin hayalini kuran insanların bulunduğu bir kesimle Şah’ın despotizmine karşı “geçici (veya taktik) bir ittifak” imkanını reddetmemekle birlikte Rodinson bu mantığın taşıdığı siyasal riskler konusunda Foucault’dan daha bilinçli bir tutuma sahipti.[12]
Foucault’nun İran devrimi karşısındaki kuramsal talihsiz serüvenleri, bugün “toplumsal” [sociétale] olarak nitelendirilen bir dizi sorunu (delilik, eşcinsellik, hapishaneler) siyasallaştırmış ve böylece siyasi mücadele alanını genişletmiş olma noktasındaki meziyetini hiçbir şekilde azaltmaz. Bununla birlikte İran hakkındaki yazıları, her ne kadar konjonktürel olsa da fikriyatından bir sapma değil, aksine oluşum halindeki bir kuramsal bakışın pratiğe dökülme imtihanını teşkil ediyordu.
Foucault “reçete yazar gibi çözüm öneren kişi rolünü oynamayı kesinlikle istemiyorum” diyordu ısrarla: “Bugün entelektüelin rolünün yasa koymak, çözüm önermek, kehanette bulunmak olmadığını düşünüyorum, çünkü böylesi bir işlev görürken yalnızca belirli bir iktidar durumunun işleyişine katkıda bulunabilir […] Entelektüelin hem bir siyasal partinin sureti hem de onun mazereti olacağı bir işleyişi reddediyorum”. Böylece, entelektüelin temsillerine musallat olan simalardan -Yunan bilge, Romalı yasakoyucu, Yahudi peygamber- kurtulma niyetindeydi; mütevazı biçimde Sokratik bir “kesinlikleri yok etme” rolüyle yetinmeyi umuyordu (ki bu da sahte bir tevazu değil midir?). Dolayısıyla eleştirel filozof, alçakgönüllülükle kendini “olguların öfkesine kapılmış” bir “gazeteci” olarak görür.[13] Şatafattan yoksun bir formül sayılmaz bu. Büyük siyasi ve felsefi tutkulardan hayal kırıklığına uğramış haldeyken, dünyayı, onu açığa çıkaran küçük olguların ölçeğinde yani zeminle aynı hizada düşünmektir burada söz konusu olan. Ancak Foucault, “buluta meydan okuyan toz”a dair bu methiyenin ve küçük olguların somutluğu ile büyük fikirlerin soyutluğu arasındaki bu karşıtlığın demagojik karakterine kanmayacak kadar akıllıydı. Kavramdan azade olgu elbette ki bir ampirik yanılsamadır ve toz bulutları yalnızca temel parçacıkların hayali bir toplamı değildir. Gazeteciliğe has bir gündelikliğe geri çekilmek stratejik acziyetin itirafıdır.
Bu tartışmada üç mesele söz konusu: iktidar, sınıflar ve siyaset. Devlet ile iktidar arasında yaptığı asli ayrım noktasında Foucault’ya teşekkür borçluyuz. 1975’te onun etkisiyle “devletin parçalanması, iktidarın ise bozulması” gerektiğini yazıyorduk[14]. Öte yandan bu, iktidar tertibatları ve etkileri içinde devletin özgün yeri konusunda bize hiçbir söylemiyor. Böyle bir durumda iktidarı iktidar ilişkileri içinde, devrimci stratejiyi ise moleküler direnişlerin toplamı içinde çözündürmek mümkün hale geliyor. Foucault’nun ifade ettiği gibi “iktidar ilişkileri olmaksızın toplumun olamayacağı” doğruysa şayet, özgül bir tarihsel tahakküm formu olarak devlet için durum nedir? Özellikle de Foucault’nun kendisi de bu ilişkilerin nihayetinde “bir çeşit global figür şeklinde örgütlendiği” veya “iktidar ilişkilerinin, toplamda bir toplumsal sınıfın bir diğeri üzerinde tahakküm kurmasını mümkün kılan şekilde iç içe geçtiğini” kabul ediyorken[15]. Bir başka ifadeyle: Devlet meselesi iktidarın yayılımı içinde eriyip çözülebilir mi? Peki ya kapitalist sömürü biyopolitik denetim içinde buharlaşıp uçar mı?
Foucault’cu eleştiri, hiç şüphesiz siyasal eylemi “her türden üniter ve bütünleştirici paranoya”dan kurtarma noktasında önemli bir katkıda bulunmuş olmak gibi bir meziyete sahipti.[16] Aynı zamanda, modernliğin büyük destanında bir kahraman aktör olarak kurgulanan büyük proleter öznenin çözünmesine de yardımcı oldu. Birer sosyolojik nesne olarak ele alınan haliyle sınıfların böylesi bir yapıbozuma uğratılması Foucault’ya onların stratejik statüsünü inceleme imkanını sağladı: “Sosyologlar, bir sınıfın ne olduğu ve kimin ona dahil olduğu konusundaki tartışmayı bitmek bilmeyen bir biçimde yeniden alevlendiriyorlar. Ancak şimdiye dek hiç kimse mücadelenin ne olduğu meselesini ne inceledi ne derinleştirdi. Sınıf mücadelesi derken mücadeleden kastımız ne? Marx’tan yola çıkarak tartışmak istediğim şey sınıflar sosyolojisinden ziyade mücadeleye ilişkin stratejik yöntemdir”[17]. Tam isabet! Ancak sınıf mücadelesini sosyolojik olarak değil de stratejik olarak düşünmek, Foucault’yu Marx’a tahmin ettiğinden daha da yakınlaştırıyordu.
Bununla birlikte, aklın sıklıkla karşımıza çıkardığı kurnazlıklarından biriyle, mücadele içindeki sınıflara dair bu stratejik okumanın önemsenmesi tam da stratejik düşüncenin bir tutulma yaşadığı ana denk geliyordu. Bu tutulma da kendini, başka görünümlerin yanı sıra, peygamberane bir gelecek kestiriminde bulunma işlevinin sistematik biçimde aşağılanmasıyla kendini gösteriyordu. Mesela Deleuze için peygamber, kâhinin aksine hiçbir yorumlamada bulunmaz, ihanete uğrama kaygısına ilişkin bir “sabit fikir” tarafından yön verilen bir “eylem hezeyanı”nın pençesindedir. Foucault da benzer biçimde Marx’ı, tarihsel analizlerinin sonuç kısımlarında, olgular tarafından hızla yalanlanacak peygamberane kehanet sözleri sarf etmekle eleştirir. Esasında kehanet diyerek reddettiği şey Marx’ın performatif (yani stratejik!) kelamından, geleceği önceden bilme anlamında değil programatik nitelikteki kelamından başka bir şey değildi[18]. Hakikaten de programı olmayan bir politikadan, önüne amaç koymayan bir hareketten, artık herhangi bir hedefe nişan almayan bir oktan ve bükülmüş yaydan geriye ne kalır? Chateaubriand daha aklıselim sahibiydi. “Peygamberden yoksun kaldığımızda kahinlerin peyda olacağını” çok iyi biliyordu. İşte o vakit şarlatanların ve falcıların zamanı gelir.
Bu stratejik düşünce tutulmasına -mantıksal olarak- yeni bir işlev yüklenmiş olan klasik felsefe biçimlerine geri dönüş eşlik eder. Bu işlev bilginin ötesine geçme ve “siyasi rasyonalite tarafından gücün kötüye kullanılması”nı izleme görevidir. Felsefenin kendisinin basit bir “felsefeciliğin” karşısında giderek silindiğine dikkat çeken Henri Lefebvre’den farklı olarak Foucault, felsefeye “oldukça umut verici bir yaşam beklentisi” vaat ediyordu.[19] Dolayısıyla Aydınlanma’ya bir geri dönüştü bu, daha loş, daha kararmış bir Aydınlanma’ya elbette. Ama her şeye rağmen Aydınlanma’ya, çünkü son dönemindeki Foucault için artık söz konusu olan akılcılığı yargılamak değil, onun şiddetle bağdaşıklığını düşünmek ve Akıl’ın yüceliğine dair büyük felsefi anlatının karşısına çıkarılabilecek olumsal bir akılcılık tarihini tasarlamaktı. Kant’a bu nihai geri dönüş ancak ve ancak Marx’ın küllerinden geçebilirdi, yahut en azından bir çeşit Marksizmin. Bu Marksizm ise Foucault’nun teşhisine göre “tartışılmaz bir kriz içinde bulunuyordu” o günlerde, bu “devrim olarak anılan Batılı kavramın, insan ve toplum olarak ifade edilen Batılı kavramların kriziydi”.[20] Yani teorinin bünyesindeki bir krizdi.
Foucault gibi münevver bir okurun fazlasıyla kapsayıcı bir “Marksizm” terimi altında tanımladığı şeye dair eleştiriden bu denli uzak bir tarza sahip olmasını bugün hayretle karşılıyoruz: “Marksizm kendisini bir bilim olarak sundu”, “bilimi ideolojiden ayırmayı” ve “her türden bilgi biçiminin akılcılığının genel bir ölçütünü oluşturmayı” sağlayacak bir tür “akıl mahkemesi olarak öne sürdü”. Bu iddiaların hepsi çürütülebilir, tabii Marx’ın kuramını dogmatikleştirilmiş ve stalinistleştirilmiş “ortodoks” Marksizm ile veya Marx’ın kendisini Althusserci ekolün ona dair yaptığı bilimci yorumla karıştırmadığımız takdirde. Çünkü Marx’ın eleştirel teorisi o vakitler kaba bir pozitivizmin altında ezilip kalmıştı. Bu noktada Devlet ve Parti aklına tâbi hâkim Marksolojinin Foucault’da bıraktığı ve kendini bu konuda bir cehalet şeklinde açığa vuran (ağır) bir hasar görmek mümkün.
Oysa konuya dair onda görülen bu can sıkıcı kafa karışıklığını, el yordamıyla hafiflettiği de oluyordu: “Dilediğim şey, Marx’ın tahrifattan kurtarılması, bir gerçek Marx’ın iade edilmesinden ziyade, esas olarak onu yıllar boyu hem hapseden hem de bayrak gibi sallayan parti dogmatiğinin ağırlığından kurtarmak, özgürleştirmektir”. Bunun mümkün hale gelebilmesi için hiç şüphesiz Berlin Duvarı’nın yıkılması ve “reel sosyalizm” yanılsamasının çökmesi gerekiyordu. Bin (bir) Marksizmin çiçek açabilmesi için gerekliydi bu. Fakat, Foucault kafasını o dönemin duvarlarına çarpıp duruyorken, eğer mesele o günlerin uçup geçici modalarına teslim olmadan “Marksist dogmanın dışına çıkan düşünme biçimleri” icat etmek idiyse, bu aynı zamanda Kantçı saf akla yahut Anglosakson liberal felsefesine bir geri dönüşten çok -Derrida’nın on yıl sonra yazacağı gibi- “Marx’sız” bir geleceğin imkansızlığı meselesiydi.
En başa dönmeden bir yeniden başlangıç yani.
Çünkü Deleuze’ün gayet haklı biçimde tekrar ettiği gibi, yeniden başlamak icap ettiğinde “hep ortadan başlarız”.
Ekim 2004
danielbensaid.org
Çeviri: Uraz Aydın
Kapak Görseli: AFP Michel Bancilhon
[1] Deleuze burada, ileride Fransız sağının düşünsel düzeydeki önemli figürleri haline gelecek olan Maoculuk’tan kopmuş “yeni filozofların” “komünizmin” yani SSCB’nin ve Gulag’ın “kurbanlarını”, “martirlerini”, ölülerini kutsadığını, siyasal argümanlarını bir çeşit “şehitlere” yakılan bu ağıt etrafında geliştirdiğini ifade ediyor [Ç.N.].
[3] Gilles Deleuze et Félix Guattari, Mille Plateaux, Paris, Minuit, 1980, p. 291 [Kapitalizm ve Şizofreni. Bin Yayla, Bağlam yayınları, çev. Ali Akay, 1990]
[4] Michel Foucault, Dits et Ecrits, II, Paris, Quarto Gallimard, 2001, p. 450. [Konuşmalar ve Yazılar]
[5] Bu Lev Troçki tarafından geliştirilerek “sürekli devrim” adını alacak olan yaklaşıma temel oluşturan ifadenin ilk halidir, Marx ve Engels’in Mart 1850 tarihli Merkez Komitenin Komünistler Birliğine Çağrısı bildirisinde kullanılır: “[Proletaryanın] savaş narası şu olmalıdır: Süreklilik halinde devrim!”. [Ç.N.]
[9]Le Monde, 11-12 Mayıs 1979. Foucault’nun İran devrimi hakkındaki yazıları ve Maxime Rodinson ile tartışmasının dosyası için bkz. Foucault Devrimi: Toplumsal Cinsiyet ve İslamcılığın Ayartmaları, Janet Afery ve Kevin Anderson, Boğaziçi Üniversitesi yayınları, 2012.
[10] Biz de [LCR-Devrimci Komünist Birlik/IV. Enternasyonal Fransa Seksiyonu olarak] Şah diktatörlüğüne karşı harekette bir toplumsal devrimin dinî başlangıcını görerek, Foucault tarafından eleştirilen Marksist şemayı büyük ölçüde destekledik. Fakat Michel Rovère yoldaşımızı haber-röportaj yapmak üzere İran’a göndermemiz (o dönemki Rouge gazetemizdeki yazılarına bakılabilir), sürgündeki İranlı yoldaşlarımızın uyarıları ve özellikle de Abadan’daki yoldaşlarımızın petrol sanayiindeki grevcileri destekledikleri için suçlu bulunup idam cezası talebiyle yargılanması İran devrimi konusundaki tutumumuzu hızla yeniden değerlendirmeye itti bizi. 1979’un Ağustos’undan itibaren Paris’te İran’daki baskılara ve mollaların diktatörlüğüne karşı gösteri yapıyorduk.
[11] Rodinson’un metinlerinin referansları. [Burası Bensaïd tarafından eksik bırakılmış]
[12]Nouvel Observateur dergisinde (19-3-79) Jacques Julliard’ın “Manevi olanın önceliği” hakkındaki yazısına yanıt olarak Rodinson İslami kuralların uygulanmasının taşıdığı tehlikelere dikkat çekiyordu. Gerçekten de 8 Mart 1979’da Tahran’da başörtüsünü takmanın zorunlu tutulmasına ve Hümeyni’nin yerleşmekte olan diktatörlüğüne karşı feminist eylemler gerçekleşiyordu.
[13] Michel Foucault, Dits et Ecrits II, op. cit., p. 475.
[14] Daniel Bensaïd, La révolution et le pouvoir, Paris, Stock, 1975. [Devrim ve İktidar]
[15] Michel Foucault, Dits et Ecrits II, op. cit. p. 379
[16] Michel Foucault, Dits et Ecrits, op. cit., p. 135
[17] Michel Foucault, Dits et Ecrits, op. cit. p. 606
[18] Daniel Bensaïd kâhinin kehanetleriyle peygamberinkiler arasında bir ayrım yapıyor. Bunu çeşitli metinlerinde bulmak mümkün ama mesela okuduğunuz makalenin, Bensaïd’in Dünyevi Siyasete Methiye kitabında bulunan ve “Siyaset Tutulması” bölümünün geneline yedirilmiş, daha geç tarihli bir başka versiyonunda şöyle diyor: “Kâhinin aksine antik peygamber kendisini stratejistin siyaset-öncesi bir figürü olarak kavrayabilir. Onun koşullu öngörüsü alarm zilini çalar. Henüz vakit varken ilan edilen felaketi önlemek için eyleme çağırır”. (Eloge de la politique profane, Albin Michel/Idées, 2008, 171).[Ç.N.]
[19] Michel Foucault, Dits et Ecrits II, op. cit., p.954
[20] Michel Foucault, Dits et Ecrits, op. cit., p. 623. Marksizm ve krizleri hakkında bkz. Stathis Kouvélakis “Marksizmin Bunalımları ve Kapitalizmin Dönüşümü” in Çağdaş Marksizm için Eleştirel Kılavuz, çev. Şükrü Alpagut, Yordam, 2014.