İmdat Freni

ernest mandel

Genel Grev/3- Reformizmden Kopuş ve Özsavunma – Ernest Mandel

Üç bölüm halinde aktardığımız ve daha önce Sosyalist Demokrasi için Yeniyol dergisinde yayımlanmış olan bu metin Ernest Mandel’in 1974’te bir kadro eğitim çalışmasında yaptığı sunumun yazıya dökülmüş halidir.

8. İşçi Sınıfının Geleneksel Örgütlere Sadakati ve İktidarı Alma Sorunu

Söz konusu olan şu ana dek genel grevden doğan ikili iktidarın gelişmesi üzerine söylediklerimle, işçi sınıfının ünlü geçiş hükümeti sorunuyla sonuçlanan haydi diyelim geleneksel siyasî bağlılıkları arasındaki eklemlenmedir. En saf ve en yüksek biçimiyle temel çelişkiyle karşı karşıyayız.

Genel grev sorunu nesnel olarak siyasî iktidar sorununu gündeme getirir. Federe [federasyon oluşturmuş] grev komiteleri nesnel olarak ikili iktidar organlarıdır. Grev yönetmekten başka yetkiler üstlenmeye başlayan federe grev komiteleri nesnel olarak iktidar organları olarak iş görmeye başlarlar. Ama ne yazık ki bunların hepsi diğer görüngüyle, yani bu komiteleri seçen ve bunlara destek veren emekçilerin çoğunluğunun, işçi hareketi tarihinin akışı içerisinde tam da böylesi bir durumda karşı-devrimci karakterlerini en dokuncalı tarzda açığa vuran reformist partilere destek vermeye devam etmesiyle bağdaşabilir.

Bu konuda tarihin hükmünün kesinlikle açık olduğunu da söylemek gerekir: bu her defasında böyle olmuştur. Rus işçileri 1917 Şubat-Martında her yerde sovyetler seçmişler ve bu sovyetlerde Menşevik ve sağ SR yani reformist bir çoğunluk seçmişlerdir. Alman işçileri 1918 Kasımında işçi konseyleri seçmiş ve bu konseylerde sosyal-demokrat bir çoğunluk seçmişlerdir. İspanyol işçileri 1936 Temmuzunda İspanya’nın her yerinde komiteler oluşturmuşlarsa da bu komitelerin üyelerinin büyük çoğunluğu sosyal-demokratlardan, anarşistlerden ve KP üyelerinden yani, haydi iktidarın bu komiteler tarafından zaptedilmesinin zorunluluğunu anlamayan demesek de, ikili iktidarın doğasını kavrayamayan örgütlerin üyelerinden oluşmuştur. Bu çelişkiyi kavramak zorundayız. Bu çelişkiyi lafla inkâr etmemiz mümkün değildir.

Şunu söyleyemeyiz: “işçiler bilinçli biçimde reformizmden kopmadıkça sovyetleri kurmaları mümkün değildir”. Tarih bunun yanlış olduğunu göstermiştir. Şunu söylememizse daha da az mümkündür: “işçiler reformizmden kopmadıkça sovyetleri kurmamaları gerekecektir” ki Maocuların teorisi de neredeyse budur. Çünkü işçiler ancak ve ancak sovyetleri kurarak ve devrimci bir durum içinde bulunarak sonunda çoğunlukla reformizmden kopacaklardır. O halde hakikî zorluk, en net ifadesini iktidar sorununda bulan hakikî çelişki işte burada bulunur.

Çünkü eğer bu iktidar işçilerin hâlâ sadık oldukları partilerin karşısına çıkarılacak olursa onları bu organların bütün iktidarı almaları gerektiğine ikna etmek mümkün olmayacaktır. Buna karşın, bu partilerin emekçilerin baskısı altında sonunda iktidarı alacakları yanılsamasına kapılmak da mümkün değildir. Bu marjinal olasılığı peşinen ihtimal dışı bırakamayız ama bu ihtimal son derece olasısızdır, Batı Avrupa’da ise ihtimal dâhilinde değildir.

Devrimci hareket bu çelişkiden çıkmak için şimdiye dek iki çözüm öne sürmüştür. Sorunu çözmek için öneriler olan bu çözümler hâlâ geçerli olan yegâne çözümlerdir.

  1. Bu, propaganda düzeyinde 1917’nin Bolşeviklerinin ünlü ve klasik taktiğidir. Bolşevikler emekçilere şunu söylemekteydiler: “İşçi şuralarında örgütlenmiş durumdasınız ve bu şuraların iktidarı almasını istiyorsunuz. Aynı zamanda hâlâ sosyal-demokrat partiye dair yanılsamalarınız var. Partinizden ısrarla sovyetler çerçevesinde tüm iktidarı almasını isteyin”.

Böyle bir ajitasyonun ikili iktidar organlarının şimdiden mevcut olduğu bir devrimci durumda, işçileri işçi partilerine oy vermeye çağıran bir taktikten, İngiltere’de İşçi Partisinin seçimler yoluyla iktidara gelmesini talep eden bir taktikten bütünüyle farklı bir dinamiğe sahip olduğunu ısrarla vurguluyorum. Bu taktik de propaganda amaçları açısından faydalı olmakla birlikte dinamiği itibariyle tamamen farklıdır. Sanırım biz de gelecekte aynı yoldan geçmekten muaf tutulmayacağız. Bu aşamanın atlanabileceği yegâne ihtimal devrimci örgütlerin işçi sınıfı içinde ta başından itibaren çoğunluğu oluşturması olacaktır ki biz bu ihtimalin önümüzdeki yıllarda imkânsız değilse bile çok az muhtemel olduğunu düşünüyor ve dışarıda bırakıyoruz.

Bununla birlikte, bu geçiş hükümeti şiarının kesin formülasyonuna dikkat etmek gerekir zira bunun işçi sınıfının sadakatinin gerçekliğine tekabül etmesi gerekir. Bu ise değişkenlik gösterebilir. Batı Avrupa’da bugün – belki de bizim Belçika’da diğer ülkelerdeki yoldaşlardan önce saptadığımız – işçi sınıfının sadakatinin eski geleneksel partilerden sendikalara doğru belli bir aktarımı yönünde bir eğilim mevcuttur. Belçika gibi bir ülkede klasik geleneksel reformist biçim Belçika Sosyalist Partisinden çok daha fazla FGTB, İtalya’da ise haydi sosyal-demokrat parti demeyelim KP’den çok daha fazla sendikalardır.

O halde, bunu geçiş hükümeti şiarının formüle edilmesinde hesaba katmak gerekir: her halükarda buna sendikaları dâhil etmek ve bazı durumlarda sendikal örgütleri geleneksel politik örgütlerden önce dâhil etmek gerekir. Belçika’da bizim 1960 genel greviyle başlayan tüm bir dönem boyunca geçiş hükümeti şiarı olarak “sendikalara dayanan işçi hükümeti” şiarını benimsediğimiz hatırlanacaktır. Bu şiar Belçika’da işçi sınıfının, işçi hareketinin bir gerçekliğine karşılık gelmekteydi. Gelecek konusunda önyargılı olmamak gerekir zira bu sorun çok somuttur ve işçi sınıfının gerçeklikleriyle değişime uğrar. Bunun bir şemadan ya da 40 yıl önce kaleme alınmış bir metinden çıkmaması, buna karşın her ülkede içinde bulunulan aşamanın somut gerçekliğine uygun düşmesi gerekir.

2. Bu çelişkinin çözümünün diğer veçhesi, örgütsel veçhedir. Çok şiddetli bir devrimci kriz olduğunda, tüm ülkeyi hakikaten felce uğratan ve ikili iktidar organları yaratan bir genel grev olduğunda işçi sınıfı ve işçi hareketi içerisinde olağanüstü hızlı bir yeniden kümelenme, olağanüstü hızlı bir yeniden diziliş [bileşme] gerçekleşir. Bu, işçi hareketi tarihinde merkezciliğin büyük ânıdır. Genellikle mücadele içinde hayli çabuk ortak bir paydada buluşan çeşitli ufuklardan, çeşitli çıkış noktalarından merkezci güçler beliriverir. Ki bu da olumlu bir şeydir – burada olumsuz anlamda merkezcilikten değil, reformizmden devrime doğru yol alan güçler söz konusu olduğundan olumlu anlamda merkezcilikten bahsediyorum.

O zaman, devrimcilerle merkezciler arasında işçi iktidarının doğuşu için birkaç kilit mesele etrafında bir eylem birliğinin oluşturulması görevi genellikle en önemli örgütsel görev haline gelir. İspanyol Devriminde bunlar anarşist sol, sosyalist sol, POUM ve Troçkistlerdi. Alman Devriminde Bağımsız Sosyalist Partinin sol kanadı, KP ve bazı anarko-sendikalist güçler, Rus Devriminde ise Bolşevik Parti ve Sosyalist-Devrimci Partinin  [SR] soluydu.

 Hiç kuşku yok ideal durum – yine – devrimci partinin baştan beri bu bir araya geliş içinde hegemonyaya sahip olmasıdır, bu durumda fazla sorun çıkmaz ve yaşanacak olan Rus gelişiminin bir taklidi olabilir. Ancak kötümser bir tahmin yapmakta bir sakınca görmüyorum. Bunun Batı Avrupa’da sıklıkla tekrar edileceğini sanmıyorum. Bunu doğuştan bir kötümserlikle değil, Rusya’daki bu istisnaî durum izah edilmesi gereken bir geçmişin ürünü olduğu için söylüyorum. Bolşevik Parti Rus radikal-solu içinde hegemonyasını, tüm işçi sınıfı içinde on yıl öncesinden hegemonyaya sahip olduğu için kurabilmişti.

Bolşevik Parti, Birinci Dünya Savaşının arifesinde Rus işçi hareketi içinde gerek seçmen kitlesi gerekse basın bakımından, hem sendikalardaki ağırlık hem de üye sayısı açısından kesinlikle hegemonik konumdaydı. Bu konuda, 1914 başında Sosyalist Enternasyonal Bürosu adına Rusya’yı ziyaret eden Emile Vandervelde’nin, azılı bir Bolşevik düşmanı olmasına rağmen, Bolşeviklerin Rus işçi sınıfı içinde her bakımdan çoğunlukta olduklarını teslim eden ünlü anketi zikredilebilir.

Rusya’da olup biten günümüzde Batı Avrupa’da var olandan bütünüyle farklı bir şeydir. Rus işçi sınıfı gerçeklikte çok az aktif olduğunda bu sınıf bağrında hegemonyaya sahip olan devrimci akım, bu hegemonyasını Şubat-Mart 17’de devrimci dalga halkın tamamına yayıldığında geçici olarak yitirmekle birlikte, altı ay sonrasında oldukça hızlı bir şekilde yeniden kurmuştu. Bunu başarabilmesini ise her fabrikada işçi kadrolara sahip olmasına ve işçi sınıfı içinde kök salmış olmasına, geçmişteki bu kazanıma borçluydu.

Batı Avrupa’nın hiçbir ülkesinde devrimci öncünün durumu kesinlikle bu değildir. Bu koşullarda, bir devrimci yükselişin yardımıyla dahi, güçlerimizi onla ya da hatta elliyle çarpacağımızı düşünsek dahi – ki böyle bir yükselişte bu mümkündür – çok çok daha önemli bir güç oluşturan büyük kitle akımlarından çıkan merkezci akımlardan bir çırpıda daha güçlü hale gelmemiz pek az muhtemeldir. Alman KP’si Halle Kongresine dek 1919, 1920’de 15 ila 25.000 üyeye sahipken, bağımsız sosyalistlerin sol kanadı 300 ila 500.000 kişiden oluşuyordu. Güç ilişkileri işte bu durumdaydı. İspanya’da – getirilebilecek tüm eleştirilerle birlikte – POUM ve Troçkistler 4 ila 6.000 kişiyken, sosyalist sol ile anarşistlerin sayısı 200 ila 300.000’di. Aynı güç ilişkileri söz konusuydu.

Gelecekte devrimci bir yükselişin başında bundan kökten biçimde farklı güç ilişkilerine tanık olmamız çok az muhtemeldir. Bu da, sol akımlara karşı her türlü sekterlikten kaçınmanın devrimin zaferi açısından hayatî bir sorun olduğu, işçi örgütlerinin birleşik cephesi bünyesinde devrimcilerin bir birleşik cephesinin kurulmasının örgütsel biçimlerinin bulunması gerektiği anlamına gelir. Devrimcilerin Birleşik Cephesi derken devrimci partiyle merkezcilerin cephesini kastediyorum; çünkü devrimci parti içinde yer almayan kim varsa tanımı itibariyle merkezcidir.

Bu Fransa’da Mayıs 68 sırasında somutlanmıştır: bir tür devrimciler cephesi işlerlik kazanmıştır. Tüm eylem inisiyatiflerini alan bu cephe olmuştur. Büyük gösteriler, mitingler vesaire. Yoldaşlarımız bu oluşumlarda her türlü sekterlikten uzak örnek bir rol oynamışlardır. Bu da zaten onların Fransız radikal-solu içinde hegemonik bir siyasî güç olarak olağanüstü gelişmelerinin başlangıcını oluşturmuştu. Mesela İtalya’da bu gerçekleşmedi. 69’da grevlerin büyük yükselişi sırasında devrimci grup ve grupçuklar kendi aralarında asgarisinden bir birleşik cephe kurmayı hiçbir zaman başaramadılar. Bunu şimdi bir geri çekilme döneminde, üstelik sağcı bir hatta gerçekleştiriyorlar ama bu klasik bir durum. Bunun ise İtalya’da felaket kabilinden sonuçları oldu.

En yıkıcı örneği alıyorum. 69 sonunda radikal-sol grupların inisiyatifiyle Fiat’ta ilk işçi delegeleri konseyi kurulduğunda, bir ulusal işçi konferansı 3.000 devrimci işçiyi bir araya getirmişti. Bu konferansta çok küçük bir azınlık oluşturan yoldaşlarımız bir mesele üzerinde, Fiat’ta yapılanın aynısının başka İtalyan işletmelerinde de yapılması için tüm devrimcilerin inisiyatif alması için “ölümüne” mücadele verdiler. Bunu yapmanın imkânı vardı zira mevcut güçler bunu yapmaya muktedirdi. Maocu ve kendiliğindenci grupların hepsi buna aptalca ve tipik ultra-sol argümanlarla karşı çıktılar: “hepimiz delegeyiz”, “delegeye ihtiyacımız yok”, “biz kitleyi özgürleştirmek istiyoruz” vesaire.

Bunun sonucu: sendikal bürokrasi sonunda devrimci öncü yerine komitelerin kuruluşunu yaygınlaştırdı ve böylece başka türlü bütünüyle elinden kaçırabileceği bir hareketin denetimini yeniden sağlayabilmiş oldu. Bunun mantikî sonucuna gelince: 69’da “hepimiz delegeyiz” diye bağıranlar bugün işçi konseylerini sendikal aygıta entegre etme manevrasında sendikal bürokrasiye destek olmaktalar.

Ayrıca bu örnek Birleşik İşçi Cephesi mücadelesi çerçevesinde radikal-solun birleşik cephesi mücadelesinin sekterliğin olmamasını gerektirdiğini gösterdiği gibi, aynı şekilde bu âlemde raslanılan farklı varyantlar tarafından savunulabilen ultra-solcu ve oportünist tutumlarda mekanik ve kuyrukçu hizalanmaların olmamasını da gerektirdiğini göstermektedir.

Devrimcilere böylelikle tanınan şans nedir? Birkaç tarihsel örnek vermek isterim. 1922’de Bağımsız Sosyalist Partinin sol kanadıyla KP’nin ortaklığı Almanya’da metal işçileri sendikası (en büyük Alman sendikası) içinde, yönetim de dâhil olmak üzere, çoğunluğun elde edilmesine imkân tanımıştır. 1936’nın Eylül ve Ekim aylarında POUM, anarko-sendikalist sol ve sosyalist sol Katalonya’daki milis komiteleri içinde tartışılmaz bir çoğunluğa sahip olmuştur. Biz POUM’u ya da Alman KP’nin sağ yönetimini eleştirdiğimizde onları, işçi sınıfının çoğunluğunu kazanmak için vaz geçilmez olan bu aşamalardan geçtikleri için değil, bu şansları iktidar sorununu koymak ve çözmek için kullanmadıkları için eleştiriyoruz. Bu sorunu çözmenin başka bir yolu yoktur. Bu sorun emperyalist ülkelerdeki işçi sınıfının çoğunluğuna karşı küçük bir azınlıkla çözülmeyecektir.

9. İşçi Sınıfının Silahlanması ve Özsavunma

Radikal-sol işçi konseylerinde şimdiden çoğunluğa sahip olduğunda dahi, burjuvazi derin bir moral bozukluğu ve dağınıklık içinde olduğunda dahi, orta sınıflar kazanacağına inandıkları için giderek artan sayıda işçi sınıfı safına geçiyor olduğunda dahi – ki tüm bunlar olgunlaşan bir devrimci krizin karakteristikleridir – eğer silahlanma sorunu çözülmemişse iktidarın alınması sorunu çözülmeyecektir. Silahlanma sorunu ise çözmek için birbirine bağlanması gereken iki veçheye sahiptir:

  1. İşçi sınıfının silahlanması sorunu
  2. Burjuva ordusunun dağılması sorunu

Bunların biri olmadan diğeri de olmaz. İşçi sınıfının silahlanmasında bir başlangıç olmadan, burjuva ordusunun dağılması asgarî bir eşiği aşamayacaktır. Troçki bu konuda söylenmesi gereken her şeyi, burjuva ordusu içindeki disiplinin gücüne dair söylenecek klasik ne varsa söylemiştir: bu disiplinin bütünüyle parçalanması ancak ve ancak tekil askerin başka bir yerde, silahlı savunma da dâhil bir savunma bulması halinde mümkündür. Diğer taraftan, eğer burjuva ordusunda büyük ölçekte bir dağılma yoksa işçi özsavunması da oldukça ilkel belli bir asgarî eşiği aşmayacaktır.

Bu sorunun esas itibariyle teknik değil siyasî bir sorun olduğunu kavramak gerekir. Bu soruyu teknik bir sorunmuşçasına koymayı deneyen herkes er ya da geç devrimin imkânsız olduğu sonucuna varır. Şili Devriminden dersler çıkaran Régis Debray’in tutumu budur: “Yeterince savaş uçağı pilotumuz yoktu (pilotları kim yetiştirecekti? – EM). Yeterince pilot 73’te de yoktu, 72’de de yoktu, 71’de de yoktu. Eğer işçiler daha erken silahlandırılmaya başlansaydı, pilotlar daha önce vuracaklardı”. Son tahlilde bu, Belçika KP’nin yöneticileriyle girdiğimiz tartışmalarda Stalincilerin açıklamasıdır. Şili sorununa girmek istemiyorum, konu bu değil.

Eğer emekçiler Mayıs 1968’de iktidar sorununu koymaya başlamış olsalardı neler olacağına dair, hiç kuşkusuz akademik, benzer bir tartışma yaşadık. Temel sorun teknik değil politik bir sorundur. Ayrıca bu, zorluğu anlaşılması gereken, teknik çözümleri öne çıkaranların çoğunun bunu aslında daha ileri giderek esas zorluktan kaçmaya çalıştıkları için yaptıklarının anlaşılması gereken çok zor bir problemdir.

Peki, zorluk nedir? Bu daha önce parlamento konusunda işaret ettiğim zorlukla aynı zorluktur. Muhtemel İspanya istisnası dışında Batı Avrupa’daki işçi hareketi geleneğinin tamamına bağlı olarak emekçiler silaha sarılmaya hazır değildirler. Bu onlara kendi gerçek deneyimlerinden bütünüyle kopuk bir kaygı gibi gelir. Gerçekten de kopuktur, bundan zerre kadar kuşku duyulamaz! O halde onları deneyime ve anlayışa sokmak için gerekli dolayımları bulmak gerekir. Özsavunma probleminin, anti-faşist mücadele sorununun, belirgin grev çadırı deneyimlerinin ve bunların yayılmasının önemi işte buradadır.

Çünkü bu ancak bu deneyimler aracılığıyla daha geniş bir kitle için daha somut hale gelir. Üzerine yeterince mürekkep akıtılmış olan kadroların hazırlanması ve bu konuda devrimci örgütün rolü sorununu bir kenara bırakıyorum. Çok büyük olan bu zorluk bir kez daha hasmın bizzat kendisi tarafından kısmen azaltılır. Eğer burjuvazi ile devlet, fabrika işgallerinin olduğu, işçi şuralarının [konseylerinin] kurulmuş olduğu ve üretimin bizatihî işçiler tarafından örgütlenmeye başlandığı, telekomünikasyon merkezlerinin işgal edildiği bir genel greve karşı bütünüyle pasif biçimde tavır alırlarsa, bu durumda bilinç silahlanma yolunda fazla bir ilerleme kaydetmeyecektir. Ne var ki tüm bu koşullar kısaca sıralandığında bunun pek az muhtemel olduğu anlaşılacaktır:  burjuvazinin oldukça çabuk bir karşı saldırısı kesinlikle kaçınılmazdır. Bu karşı saldırı önce küçük başlayıp gitgide büyüyen bir silahlı provokasyon biçimini alır. Devrimci öncünün silahlı özsavunma düzleminde emekçilerin bilincinde ve örgütlenmesinde sıçramalar yaratmak için bu deneyimlerin her birini bir fırsata çevirmekteki rolü bu noktada önem kazanır.

Fabrika işgallerinin ve ikili iktidar organlarının doğuşunun gerçekleştiği genel grev böylece silahlı ayaklanmanın ve iktidarın ele geçirilmesinin gündeme getirilmeye başladığı bir durumu yakınlaştırır. Bu konuda devrimcilerin hazırlığı ise her şeyden önce teknik veçhesi ihmal edilmeye gelmez olmakla birlikte ikincil olan politik bir hazırlıktır.

Batı Avrupada son elli yıl boyunca gerçekleşen devrimlerin başarısızlığının nedeni çok az teknik hazırlığın olması değil, siyasî düzlemde eksikliklerin, boşlukların olmasıdır. İspanyol işçi sınıfı büyük şehirlerdeki neredeyse bütün kışlaları silahsızlandırmayı başarabildiyse eğer, bunun nedeni pek de öyle teknik zenginliğe sahip olması değildi. İspanyol işçi sınıfı bunu muazzam bir baskınla başarmıştı. Buna karşın, eğer aynı sınıf iktidarı ele geçirme fırsatını kullanamadıysa, bunun nedeni işçilerin Temmuzda sahip oldukları teknik imkânlardan Eylülde yoksun olmaları değil, bu konuda siyasî anlayıştan, öncüden ve politik önderlikten yoksun olmalarıydı.

Sunuşumu, Alman Devriminden iktidarın zaptedilmesi sorununun somut biçimde konduğu iki uğrak olan iki örnekle bitirmek istiyorum:

Bu örneklerin ilki General Kapp’ın 1920’deki darbe girişimine karşı yapılan genel grevdir. Darbe girişiminin neden olduğu telaş ve bu darbe girişiminin üç günlük bir genel grev sonrası akamete uğratılmasından doğan muazzam özgüven, sosyal-demokrat partinin ve özellikle sendikanın bile, Almanya’da ilk ve son kez, bir işçi hükümeti sorununu gündeme getirmelerine yol açmıştı.

Alman sendikasının genel sekreteri Legin sendikalardan, sosyal-demokrat partiden, bağımsız sosyalist partiden ve komünist partiden oluşan bir hükümetin kurulmasını gündeme getiriyordu. KP bu fırsatın üzerine atlamamakla, bu talebin derhal hayata geçirilmesi için bir ajitasyon kampanyası başlatmamakla muazzam bir hata işledi. Üstelik Almanya’nın bir bölümünde (Ruhr ve Saksonya) işçiler darbeye karşı koymak için bir kez daha silahlanmışlardı. Bu belirlenmiş ânda bir yarma hareketi mümkündü. Dolayısıyla, bu dönüm noktasının yakalanmamasında belirleyici olan bir silah ve teknik güç eksikliği değil, bir siyasî akıl eksikliği olmuştu.

İkinci örnek Eylül-Ekim 1923 örneğidir. Avrupa tarihinde bir dönüm noktası oluşturan 1923 yılı üzerinde daha önce çok konuştum ve burada bu yılın tam bir betimlemesini yapmam mümkün değil. Alman işçi sınıfı 1923 yazında bir genel grevle Şansölye Kuno’nun muhafazakâr hükümetini düşürür. KP o sırada büyük sendikalarda ve çok sayıda işletme konseyinde çoğunluğu ele geçirmekle meşguldür. KP önderi Brandler’in bir iktidarı alma projesi mevcuttur. Bu tehlikeli olmakla birlikte aptalca olmayan bir projedir. Bu üç evreli bir projedir. KP önce iki eyalette, Saksonya ve Thuringe’de sosyalist solla bir koalisyon hükümeti kurar. İkinci olarak, KP bu hükümetler içindeki mevzileri silahlı işçi milisleri kurmak için kullanır ve üçüncü olarak Almanya’nın tamamında ayaklanmayı hazırlamak için bu “kızıl muhafızlar”dan destek alır.

Tabii bu gizli bir proje değildir; herkes, burjuvazi bile bundan haberdardır, proje KP basınında ayan beyan tartışılmıştır. Projenin ikinci evresini kırılgan hale getiren ise hiç kuşku yok burjuvazinin komünist bakanlar işçilerin silahlandırılmasını hayata geçirir geçirmez harekete geçecek olmasıdır. Aynen böyle olmuştur! “Kızıl Muhafızlar”ın kurulması için ilk önlem alınır alınmaz Reichwehr (Alman Ordusu) Saksonya’ya ve Thuringe’ye girip her iki hükümeti de fesh etmiştir. Bu sorunun teknik bir veçhesidir; bunu tartışmak mümkündür.

Peki, öyleyse uzak ara belirleyici olan siyasî veçhe nedir? Saksonya ile Thuringe sol sosyal-demokrat başbakanlar tarafından yönetilen iki Länder (eyalet) idi. Her iki hükümet de sendikaların tam desteğine sahipti. Ordunun bu iki hükümete silahlı saldırısı bir aşağılama, Almanya’da örgütlü işçi hareketine karşı başlatılmış hakikî bir saldırıydı. KP’yi ve işçi öncüyü ulusal düzeyde, silahlanma düzeyi de dâhil bir güç sınamasına sistematik bir biçimde hazırlamış olmak koşuluyla, bu iki Länder’deki ayrıca ikincil olan bu küçük taktik başarıyı dönüştürmek mümkündü.

Yoldaş Brandler’in yapmadığı da buydu. Bu konuda ve özellikle de durumun bir güç sınaması için olgun olup olmadığı konusunda tereddüt içindeydi. Klasik merkezci tarzda zorluğun çevresinden dolandı: bir işçi şuraları [konseyleri], fabrika komiteleri kongresi toplayarak onlara şu soruyu yöneltti: “Reichwehr’e silahla direnmeye hazır mısınız?”. Sorunun cevabı baştan belliydi. Durumun sıradışı olgunluğunun bir kanıtı olduğundan bu tür bir kongrede katılanların yaklaşık %40’ının silahlı direnişten yana olduğunu söylemek zorundayım.

Lakin, Troçki’nin durumu özetlerken söylediği gibi: “Eğer tereddüt içinde bir militan işçi kitlesi karşılarında kendilerine ‘sizi izlemeye hazırım; ne tür bir inisiyatif alıyorsunuz’ diye soran tereddüt içinde bir önder bulacak olurlarsa, elbette onların iktidarı almaya koşmalarını beklememek gerekir”. Gereken hiç kuşkusuz tam tersi bir ilişkiydi: tek bir çıkış yolu olduğu konusunda hâlâ tereddüt eden bir kitleyi ikna etmesi ve bu çıkışı bu yönde gerekli inisiyatifleri alarak çok açık biçimde işaret etmesi gereken çok kararlı bir önderlik. Bolşeviklerin 1917’de yaptıkları da işte buydu.

Kesin olarak belirleyici olan, burjuvaziyle tayin edici bir güç sınamasının gerekliliğini işçi sınıfının çoğunluğuna benimsetmek için gerekli öznel koşulların hazırlanmasıdır.

Bu sunumun bütün mantığı, bir genel grevin, aktif bir genel grevin, işçi şurası seçimlerini olanaklı kılan bir genel grevin böylesi bir güç sınamasını hazırlaması ve işçi tarafında muazzam kozların olduğudur. Bir ülke ne kadar çok sanayileşmişse, toplumsal süreçlerin teknikliği ne denli ilerlemişse, işçi cenahında o kadar çok koz bulunur.

Buna karşın, son tahlilde belirleyici etmen eylemde inisiyatif alan cenah olmaya devam eder. Bir gün için dahi olsa eylemde inisiyatif almak, hasmı belirleyici bir ânda yenilgiye uğratmak, işte bu güç ilişkilerini tamamen değiştirir. Tarihin akışını değiştirmekte devrimci partinin ve öznel etmenin bütün önemi işte burada görülür!

Türkçesi: Osman S. Binatlı

Kaynak: http://www.ernestmandel.org/fr/ecrits/txt/inconnu/la_greve_generale.htm

Görsel: İspanya Devrimi

Genel Grev/2- Grev Komitelerinden İkili İktidara – Ernest Mandel

Üç bölüm halinde aktardığımız bu metin Ernest Mandel’in 1974’te bir kadro eğitim çalışmasında yaptığı sunumun yazıya dökülmüş halidir.

5. Grev Komitelerinden İşçi Şuralarına [Konseylerine/Sovyetlerine]

Grev komitesi – hatta grev merkez komitesi, Fransa’da Mayıs 68’de Lambertist yoldaşlarla bir polemiğe neden olduğundan bu konuya daha sonra döneceğim – henüz grev alanı dışına, yani burjuvazinin siyasî (devlet) iktidarına henüz reel olmayan, potansiyel bir karşı çıkış alanının dışına taşmaz.

Grev komitelerinden işçi şuralarına nasıl geçilecektir? İşçi şurası, ayrıca ilk Petrograd Sovyeti gibi, 100 örneğin 99’unda grev komitesinden doğmuş olsa bile bunların arasındaki niteliksel fark nedir? Şimdiye kadar tarihsel deneyim temelinde – yine de ihtiyatlı olunmalıdır zira gelecekteki deneyim geçmişteki deneyimden daha zengin olabilir – bu dönüşümde iki unsur belirleyici olmuş gibi görünmektedir:

  1. Federasyon, yani bir fabrika düzeyinde doğan işçi iktidarı rüşeyminin [tohumunun] parçalanmasına son verilmesi: Lip bir bütün olarak burjuva ekonomisine veya burjuva devletine karşı çıkış değildir ama federasyon oluşturup iki ya da üç sanayi koluna taşan 50 Lip, işte bu niteliksel olarak farklı bir şeydir! Özellikle de bu kısmen bankacılık sistemini, elektrik dağıtımını, kamu toplu taşıma araçlarını vesairi kapsadığı takdirde. Yatay veya dikey yani bir kentte veya bir sanayi kolunda federasyon – bu arada karşı çıkışçı karakteri keskinleştirme eğiliminde olduğundan kent sanayi kolundan önemlidir – eğer bu federasyon belli bir düzeyi aşacak olursa mantığı gereği bu grev komitelerini ikili iktidar organlarına dönüştürür.
  2. Federasyonda yalnızca imkân olarak ihtiva edilen ama henüz gerçekleştirilmemiş olan ikinci unsur da aynı ölçüde olmazsa olmazdır: grev komiteleri federasyonunun bu organları, grev yönetimi yetkilerini aşan yetkilere sahip olurlar. Grevi örgütlemekle, grevcilere para veya erzak dağıtmakla ve ajitasyona yönelik bir grev gazetesi çıkarmakla yetinen bir grev merkez komitesinin nihayetinde burjuvazinin bölünmez iktidarıyla bağdaşması hâlâ mümkündür. Bu giderek zorlaşır, bu sınır bir durumdur ancak bunu tahayyül etmek hâlâ mümkündür. Buna karşın, yalnızca grev örgütlemenin ötesinde yetkiler üstlenip üretimi, bankalarda kredi finansman dağıtımını, toplu taşımacılığı, elektrik dağıtımını örgütlemeye başlayan, tek kelimeyle fiilî yetkiler kullanan bir grev merkez komitesi, böyle bir komite artık bir grev komitesi olmaktan çıkıp bir işçi şurası, işlemeye başlayan bir iktidar organı haline gelmiştir.

Bir ikili iktidar organının doğuşu kendisini, burjuva toplumunda normal olarak ya burjuvazi veya bankacılık sistemi gibi kendi araçları ya da burjuva devleti eliyle kullanılan yetkilerin bu organlar tarafından üstlenilmeye başlanmasıyla açığa vurur. Bu asgarî düzeyde olabilir; benim dünyada değilse de Avrupa’da yaymaya çalıştığım ve bu yüzden Liyejli [Belçika’nın Valon bölgesinde önemli bir kent – Liège] yoldaşları müthiş kızdırdığım hikâyeyi [anekdotu] herkes bilir: 1950 ve 1960’taki iki genel grevde Liège kentinde trafiği düzenleyen ve FGTB damgası taşımayan araçların [binek otomobillerin, kamyonların] trafiğe çıkmasını yasaklayan FGTB Liège yönetimi fiilen bir kamu yetkisi kullanmaktaydı. Kamyoncular böylece, burjuva devlet iktidarından tamamen farklı işçi kaynaklı bir kamu gücünü kabul etmiş oluyorlardı. Bu son derece rüşeym halinde olmakla birlikte gerçekti.

Bir kez daha anekdotun kendisi çok az önem taşır; önemli olan buna benzer örnekleri işçi sınıfının kolektif belleğine ve imgelemine aktarmaktır. Bu, kafa yapısına bir alışkanlık kazandırmak demektir zira bir sonraki genel grevde bu tür örnekler çoğalıp, genelleşebilir ve burjuva iktidar organlarına karşıt işçi sınıfı iktidar organlarının, işçi şuralarının hakikaten doğmasını sağlamak için muazzam bir pratik öneme sahip olabilirler.

6. Ekonomik İkili İktidar ve Siyasî İkili İktidar 

İkili iktidar kavramı geleneksel olarak münhasıran siyasî bir kavram sayılmıştır – ve “Zinovyevci-Stalinist” okul da bu konuda işçi sınıfı içinde çok büyük bir etkide bulunmuştur. Maocu yoldaşlar günümüzde bunun karikatürleşmiş ürünüdür. Bunların elinde kolaycı ve kesinlikle saydam bir şema vardır: “Troçkistler sovyetlerin yalnızca bir devrimci durumda var olduğunu ve bunların devrimci iktidarın organları olduğunu anlamamışlardır. Günümüzde devrimci bir durum yoktur, o halde işçi denetimi üzerine, ikili iktidar üzerine gevezelik etmek boşa konuşmak ya da daha beteri reformizmdir” vesaire.

Bu akıl yürütmede sakat olan yanı anlıyoruz: bu akıl yürütme yaygınlaşan ve genelleşen bir işçi mücadelesinin en karakteristik durumunu, yani bir devrimci durumu ve devrimcilerin devrimci-durum-öncesi bir duruma ne şekilde müdahale edebileceklerini ve etmek zorunda olduklarını hesaba katmayı bütünüyle reddeder. Maocu kavramın gerisinde aslında, üzerinde işçi öncünün eyleminin hiçbir etkisinin olamayacağı nesnel koşullar tarafından belirlenen, gökten zembille inen kaderci, mekanikçi, Kautskici ve anti-Leninist bir eski devrimci durum geleneği vardır.

Biz bunun tersine işçi denetimi deneyimlerini özendirerek, işçi denetimini genelleştirerek, bu müdahale yoluyla devrimci-durum-öncesi bir durumu bir devrimci duruma dönüştürdüğümüzü, devrimci bir durumun doğması için cisimleştirme etmeni, katalizatör etmen vazifesi gördüğümüzü iddia ediyoruz. Troçki ise büyük iktisadî buhranın başlancında Almanya’ya ilişkin olarak daha cesur ve daha yenilikçi bir düşünceye sahipti: “İkili iktidarı ve ikili iktidar organlarını 1917 Devriminden gelen klasik tipte sovyetlerle özdeşleştirmekten kaçınmalıyız. 1930 Almanyasının somut durumunda, sendikaların hâkimiyetindeki işletme konseylerinin (burjuva Weimar Anayasası çerçevesinde legal organlar E.M.) nesnel olarak ikili iktidar organları haline gelebilmeleri ihtimal dışı değildir”.

Şu an için bu konuda oldukça açık fikirli olmalıyız. İkili iktidarın Rus Devrimininkilerle veya Alman Devrimininkilerle tam olarak aynı tipte sovyet tarzı organlarla özdeşleştirmenin düşülmemesi gereken bir hata olduğu açıktır. Büyük ölçekli en azından bir tarihsel deneyim yaşanmıştır: Temmuz 1936’da İspanya’da sovyetlerinkinden başka bir kökenden, başka bir tutumdan kaynaklanan ve kesinlikle apaçık ikili iktidar organları olan milis komiteleri. Ayrıca, en muhtemel örneği alıyorum, İngiliz işçi hareketinin tikel yapısı dikkate alındığında, Büyük Britanya’da klasik sovyetten oldukça farklı bir tipte organların ikili iktidar organları rolü oynayabilmeleri ihtimal dışı bırakılamaz.

İngiliz yoldaşlarımız bugün en azından yerel planda, İngiltere’de bir değişmez haline gelen bir şeyden destek alıyorlar: yerel düzeyde çok gergin bir mücadele durumu her ortaya çıktığında, hepsini olmasa da en savaşkan fabrika delegelerini, hepsini olmasa da yörenin en savaşkan sendikal örgütlerini, bazen hepsini olmasa da işçi partisinin [Labour Party] yerel örgütlerini ve yerel olarak örgütlü ve etki sahibi devrimci örgütlerin temsilcilerini bir araya getiren “ad hoc” [anlık amaca yönelik] birleşik cephe organları doğmakta.

İngiltere’de söylendiği puddingin pudding olduğunun kanıtı yenildiğinde elde edilir [ya da Başkan Mao’nun dediği gibi “armut tadılarak tanınır” çn.]. Eğer bu organ yörenin işçi sınıfının tamamını harekete geçirmeye muktedirse bu yerel bir sovyetle aynı şeye tekabül eder. Eğer sadece öncüyü çatısı altında toplayan ve işçi sınıfının %10 ila 15’ini seferber eden bir organ söz konusuysa, bu bir sol (ya da bizim Belçika’da adlandıracağımız gibi antikapitalist) birleşik cephedir. İşçi sınıfının ezici bir çoğunluğunun hâlâ şu ya da bu şekilde geleneksel örgütler içinde yetişmiş [eğitilmiş] olduğu ülkelerde bu tür organların ortaya çıkma olasılığını göz ardı etmemeliyiz; bu hiç kuşkusuz bu tipte bir bir-araya-gelişin sovyet tarzı bir yapıyla aynı rolü oynayabilmesinin koşuludur.

Söylemiş olduğum “örgütlenmiş” sözünün altını çizmek isterim zira bu durum Avrupa’da çok sıradışıdır. Sanırım İngiltere – belki benim az bildiğim İsveç – dışında başka bir örnek yoktur; Fransa’da durum kesinlikle bu değildir. Eğer yukarıda sözünü ettiklerimin hepsi Fransız şehirlerinin çoğunda bir araya getirilecek olsaydı, bu işçi sınıfının üçte birini ya da dörtte birini temsil edecekti. Aynı şey İtalya, Belçika için de geçerlidir. Bu, İngiltere’de bütünüyle istisnaî olan bir işçi sınıfı örgütlenme ve eğitim düzeyini – oy atıyor olmayı değil, örgütlü olmayı ve [örgütün] çağrısına uymayı – önvarsayar. Büyük sanayî merkezlerinin çoğunda işçi sınıfının tamamının şu ya da bu biçimde sendikalarda ve sendikalar bu parti içinde oldukları için işçi partisinde örgütlü olduğunu söylemek neredeyse mümkündür. Aklımınn gerisindekini söylemem gerekirse, ben daha çok, İngiltere’de bile bir genel grev halinde ortaya çıkacak olanın bu tür organlardan ziyade seçilmiş grev komiteleri olacağı kanısındayım. Ancak, İngiliz işçi hareketinin belli bir mantığı içinde kaldığından böyle bir ihtimali de bütünüyle dışarıda bırakmamak gerekir.

İşlevi belli ekonomik yetkileri üstlenmek olan – seçilmiş ya da değil, burada belirleyici olan bu değildir – organlarla, burjuva devlet iktidarına karşı çıkışa geçiş arasında ayrım yapmak o halde çok önemlidir. Peki, bu sorun neden bu kadar belirleyici ve zordur? Çünkü karşımıza nesnel bir eğilimle bilinçte belli bir niteliksel sıçrama arasındaki ayrım çıkmaktadır. Olayların baskısı altında, neredeyse sezdirmeden, salt hareketin iç mantığıyla sosyal-demokrat işçilerin veya Hruşçovçu eğitimden geçmiş işçilerin, kendilerine rağmen, aktif grev de dâhil, grevcilere ödeme yapmak için banka gişelerini tekrar açmak da dâhil (1’den 4’e maddeleri) benim daha önce tarif ettiğim tüm bir dizi şeyi yapmaya sürüklenebileceklerini söylemek mümkündür. Gelgelelim bunun imkânsız değilse bile güç bir hale geldiği bir sınır mevcuttur: bu da burjuva demokrasisinin kurumlarıyla bilerek ve bilinçli bir çatışma yolunda bir seçim yapıldığında ortaya çıkar. Bugüne dek Batı Avrupa’da tüm devrimlerin kaybedilmesine neden olan da budur.

Bunun klasik bir örneği vardır, en bilineni budur çünkü söz konusu ülke aynı zamanda hadiselerin en sert biçimde gerçekleştiği ülkedir: bu İngiltere örneğidir. İngiliz işçi hareketinin gücünün zirvesine vardığı anda, Birinci Dünya Savaşının hemen ertesinde, bütünüyle farklı bir tarihsel bağlamda 1926’dakinden çok çok daha güçlü bir genel grevle sonuçlanabilecek ortak grev yapma kararı almış en büyük üç sendika (metal işçileri, madenciler ve taşımacılık işçileri) arasında meşhur üçlü ittifak varken – (yarı-sovyetik tipte) “shop-steward” [demokratik seçimle gelmiş işyeri sendika temsilcileri] hareketi İngiliz fabrikalarında büyük bir yaygınlık kazanmışken, İngiliz burjuvazisinin en zeki önderi Lloyd Georges “üçlü ittifak” sendikalarının başlıca üç önderini evine çağırıp onlara şunu söylemişti: “Tüm ülkeyi felç etme yeteneğine sahip olduğunuzu, bizden çok daha güçlü olduğunuzu ve hatta askerlerin çoğu kışlalarından çıkmayı reddedeceğinden orduyu size karşı kullanamayacağımızı biliyoruz ama bir tercihte bulunmak zorundasınız: Ben ulusun, parlamentonun çoğunluğunu temsil ediyorum; ulusun, parlamentonun çoğunluğuna karşı bir genel grev yapmaya hazırsanız, bunu ancak kendinizi bu çoğunluğa ikame etmeye ve parlamentoyla genel oyunkinden başka bir iktidar, başka bir devlet yapısı kurmaya hazır olduğunuz takdirde yapabilirsiniz. Bunu yapmaya hazır mısınız?” Bu sendika bürokratlarının ne cevap verdiğini herhalde uzun uzadıya anlatmama gerek yok, sanırım herkes anlamıştır.

Bu aynı mantığın en trajik (İngiltere’dekinin traji-komedi olduğunu söylemek mümkündür zira hiçbir şey olmamıştır – zaten Lloyd Georges’un istediği de buydu) ifadesi Almanya örneğidir. Almanya’da hemen her kentin neredeyse her fabrikasında işçi şuraları [konseyleri] vardı, burjuva devlet aygıtı neredeyse çökmüştü (yani iktidar gerçekte işçi sınıfının elindeydi) ne var ki bu işçi şuralarındaki sosyal-demokrat çoğunluk hiç tereddüt etmeden bir burjuva parlamentosu için genel seçim çağrısında bulunma ve elindeki iktidarı bu burjuva parlamentosuna devretme kararı aldı. Sadece canice değil aynı zamanda ahmakça! Çünkü bu parlamento seçimlerinde çoğunluğu elde edeceklerine inanıyorlardı. Bunu bile elde edemediler (oyların %44’ünü aldılar). İşçi şuraları iktidarını sosyal-demokratlara dahi devredemediler, burjuva partilerine teslim ettiler.

Böylece Alman Devrimi üç ayda tasfiye edilmiş oldu (18 Kasım – 19 Şubat): Weimer Kurucu Meclisinin toplantıya çağrılmasından sonra ortada sovyet movyet kalmamıştı. Bu geri dönüşü olmayan nokta, belli sayıda iktisadî yetkiyi üstlenmeye başlayan işçi şuralarını, burjuva devletinin burjuva demokratik parlamenter kurumlarının iktidarını bilinçli biçimde olumsuzlayan organlara dönüştürmek bilinçte niteliksel bir sıçramayı gerektirir; bunun ayırdına varmadan işçilerin çoğunluğunu sosyalist devrim yapmaya götürmek olanaksızdır; bu tam bir yanılsamadır.

O halde, işçi sınıfının çoğunluğunun bilinç düzeyinde, reformist bir düzeyden devrimci veya yarı-devrimci bir düzeye belirleyici bir dönüşüm olması gerekir. Bunun olması için bir dizi elverişli koşul vardır:

  1. Bir devrimci durum sırasında olayların deneyiminde ve bilincine varılmasında genel hızlanma – ki bu öyle hafife alınacak bir şey değildir. Lenin’le Troçki’nin söylediklerini herkes bilir: “Devrim sırasında işçiler devrimci olmayan bir durum döneminin bir ya da beş yılında öğrendiklerinden fazlasını bir günde öğrenirler”. İşçiler daha fazlasını öğrenirler çünkü daha fazla kitle etkinliği vardır – devrimci bir dönemi karakterize eden de hiç kuşkusuz budur.
  2. Bu durum ve koşullarda devrimci partinin rolü tamamen belirleyicidir. Devrimci partinin aktif ve önder rolü olmaksızın işçi sınıfının çoğunluğunun antikapitalist ve devrimci bir bilinç kazanabilmesini tasavvur etmek mümkün değildir – ve bunun geçmişte bir örneği yoktur. Yine burada da, devrimci bir dönemde devrimci parti kendisini dönüştürüp, görece sakin bir dönemdekinden katbekat daha hızlı bir tempoda büyüyebilir.
  3. Ne kadar tuhaf gözükürse gözüksün ben tüm bu süreçte belirleyici rolü yine de üçüncü bir etmene, düşmandan kaynaklanan etmene vereceğim.

Son derece zor olan yegâne durum, düşmanın hiçbir şey yapmadığı durumdur. Bunun tarihsel bir örneği mevcuttur: kuzey İtalya işçileri bölgedeki tüm büyük fabrikaları işgal ettiğinde, ünlü 1920 Kasım büyük grevi sırasındaki İtalyan burjuvazisi örneği. Tıpkı [İngiltere’de] Lloyd Georges gibi İtalyan burjuvazisinin en kurnaz önderlerinden biri olan devrin İtalyan Başbakanı Giolitti o sırada şunu söylemişti: “İşçiler fabrikaları işgal ettiler, silahlılar (en azından Torino’dakiler – E.M.): bu, devletin ayakta kalmasına yönelik bir tehdittir. Yapabileceğimiz işe yarar tek şey hiçbir şey yapmamaktır”. Diğer bir deyişle, ‘umalım ki işçiler ileri doğru belirleyici bir hamle yapmak için kendiliklerinden belirleyici bir inisiyatif alamasınlar’. Aynen öyle oldu: sendika yönetimleri, sosyalist parti önderliği – komünistler hâlâ SP içindeydiler -, işçi şuraları 1, 2, 5, 6 gün boyunca toplantılar yaptılar. Vurgunun nereye yapılacağının belirlenmesi tartışıldı: işçi denetimi olacak mı, olmayacak mı, patronlardan, hükümetten ne talep edilecek vesaire. Sonuçta hareket iç tartışmalar, yerinde saymalar, hiçbir şey yapamamaz hale gelme, yukarıda tarif ettiğim dönüşümü gerçekleştirmek için kesin sonuca götürecek bir inisiyatif almaktan acz içinde eriyip gitti.

Eğer İtalyan burjuvazisi o sırada fabrikaların üzerine faşist sürüleri salma veya askerî bastırmaya girişme hatasını işlemiş olsaydı, devrim olacağı hemen hemen kesindi: işçiler silahlıydı, iktidarı almak için, karşı cenahtan gelecek herhangi bir kışkırtmaya karşılık vermek için maddi güce sahiptiler. Lakin, iş kışkırtma olmadan kendiliklerinden inisiyatif almaya, burjuva demokrasisinin kurumlarından kendiliklerinden vazgeçmeye geldiğinde, bunun ne bilincine, ne iradesine ne de önderliğine sahiptiler.

Bundan, itiraz edilmekle birlikte Batı Avrupa’daki genel grevlerin tüm deneyiminden çıkan çok önemli bir sonuç çıkarmak gerekir: genel grevden doğan işçi iktidarı organlarının varlıklarını sürdürmesi, varlığını sürdüren bir ikili iktidar yapısının olması ve başlamakta olan bir ikili iktidar döneminin olması için çaba sarfetmek tayin edici önemdedir. Çünkü bunları idame ettirmekte başarılı olunduğu andan itibaren hasmın er ya da geç bunlara saldırmaya mecbur kalması ve karşılık vermek için gerekli inisiyatiflerin hazırlanabilmesi, henüz daha yeni ileri doğru devasa bir örgütsel sıçrama yapmış bu işçilerden, kararlarının tüm siyasî ve devrimci sonuçlarını bir çırpıda anlamaları istenecek olsaydı – ki bu, en azından işçi sınıfının reformist veya neo-reformist etki altında olduğu ülkelerin çoğunluğunda pek az muhtemeldir – olabileceğinden çok daha etkin bir tarzda merkezileştirilebilmesi hemen hemen kaçınılmazdır.

Diğer bir deyişle en olası değişke [varyant] hakikî bir ikili iktidardır; yani – sovyetik iktidarın ruşeymi – işçi şuraları bir geçiş dönemi boyunca burjuva parlamentosu ve kurumlarıyla yan yana var olacaklardır. O zaman, emekçilerin çoğunluğunun burjuva parlamentosu ve kurumlarından tereddütsüz biçimde ve bilinçli olarak vaz geçip, işçi şuralarına dayanmaya hangi anda, hangi biçimde ve hangi bahaneyle götürüleceğini belirlemek söz konusu olacaktır.

Tüm bunlar eğer emekçilerin çoğunluğu hâlâ reformist veya neo-reformist ideolojinin etkisi altındaysa geçerlidir. Şayet işçilerin çoğunluğu ikili iktidar doğmadan önce bile çoktan komünist, antikapitalist, Troçkist, devrimci, Maoist vb. ise artık bunların hiçbiri uygulanmaz, işçiler işçi şuralarını açık biçimde sovyetlere dönüştürecek ve iktidarı fethetmeye gideceklerdir. Gelgelelim böyle bir durum, Avrupa ülkelerin neredeyse tamamında – yine de çok temkinli olmak kaydıyla olası İspanya istisnasıyla – son derece zayıf bir ihtimaldir.

7. Merkezileşme

Burada karşımızda, çok büyük bir psikolojik önemi haiz ve Lenin’in Rus Devriminin belli sayıda deneyimini Batı Avrupa bağlamına oturtmak istediğinde hiç kuşku yok küçümsemiş olduğu bir görüngüyü buluyoruz: Batı Avrupa işçi sınıfı çok uzun zamandan beri sendikal ve siyasî işçi örgütlerinde merkezileşmiş durumdadır. Posadas yoldaş Avrupa’ya gelip işçilerin omuzlarına vurarak onlara “Biliyor musunuz, merkezileşmeyi öğrenmelisiniz” dediğinde, bu işçilere 75 yıldır bildikleri bir şeyi öğretiyordu.

İşçilerin bu alandaki deneyimi hem ikili hem de en azından olumsuzdur: merkezileşme gücü tartışmasız biçimde artırmakla birlikte merkezileşmenin somut biçimi aynı zamanda bürokratikleşmeyi de güçlendirmiştir; günümüzde bir kitle örgütü ne kadar merkezileşirse o kadar bürokratikleşmektedir, bu kuralın Avrupa’nın hiçbir yerinde istisnası bulunmamaktadır.

Oysa bir genel grevde olumlu olan yanın tam da büyük ölçüde, genel grevin işçi sınıfı ve işçi hareketi üzerinde bürokratik denetimi tartışma konusu yapabilen işçi özerkliği güçlerini serbest bırakacak olması olduğunu açıklamıştık. Bu işçi özerkliğinin başlangıçta ihmal edilemeyecek bir adem-i merkeziyet derecesiyle karakterize olması neredeyse kaçınılmazdır. Bu, burjuvaziye ve devletine olmaktan çok bürokrasiye bir başkaldırıdır. Gelgelelim bu ikisi eşyanın tabiatı gereği birbirine çok yakından bağlıdır.

Bu da alınacak bütün inisiyatiflerin merkezileşmesinin bir Troçkistin söylemindeki veya bir kadro okulundaki kadar apaçık bir şey olmayacağı anlamına gelir. İspanyol Devriminden çıkan bir örneği alalım (bu devrime sık sık başvurmak gerekir zira bu devrim emperyalist ülkelerde şimdiye dek tanık olduğumuz en zengin deneyimdir). Devrimin ilk günlerinde emekçiler tarafından spontane biçimde yaratılan sovyetik tipte organlar farklı şehirlerde aynı ismi dahi taşımıyorlardı. Hareketin en ilerlemiş olduğu Katalonya’da bunlara genellikle (ama her yerde değil) “milis komitesi” deniyordu; ülkenin diğer kısımlarında farklı biçimde adlandırılıyorlardı: “üretim komitesi”, “yerel komite”, “fabrika komitesi”, “işçi konseyi”, “birleşik cephe komitesi” vesaire. Bu isim bir kentten diğerine değişiyordu. Adlandırma yalnızca biçimsel bir sorun değildi, aynı zamanda farklı bir işlevi, farklı bir bileşimi, içinde yer alan kişilerin bu komitelerin neyi temsil ettiğine dair farklı özbilinçlerini de kapsıyordu. Bu komitelerin hepsini 24 saat içinde tek bir ulusal Kongrede federasyon halinde birleştirmek ise yalnızca imkânsız değildi, ama aynı zamanda olmadı da ve bunun olmaması bir tesadüf değildi!

Bu merkezileşmenin gelişebileceği birkaç yola işaret etmek isterim:

  1. Çok önemli bir yol daha önce bahsetmiş olduğum ekonomik veya ekonomist yoldur: aktif greve geçildikçe, aktif grevin mantığında vurgulamamız gereken muazzam bir merkezileştirici güç bulunur. Nakliye, hammadde, dağıtım, enerji şirketleriyle temas kurulmadan bir işletmede üretimi başlatmak olanaksızdır. Burada neredeyse otomatik biçimde doğan bir merkezileşme, eşgüdüm gücü vardır. Bu, sürecin başındaki bir genel grevi sosyalist devrime doğru dönüştürmek açısından aktif greve geçmenin önemini göstermek için bir başka argümandır.
  2. Hâlâ küçümseme eğiliminde olduğumuz çok önemli bir diğer etmen iletişimin merkezileşmesidir. Günümüzde toplumun sinir merkezleri bundan 60 yıl öncekilerle aynı merkezler değildir. Mesela tren garı değildir: 1917 işçileri için mantıklı bir fikir olan garı işgal etme fikri, bugün azımsanamayacak sayıda ülkede kimsenin aklına gelmeyecektir. Şu andaki sinir merkezleri, telekomünikasyon, radyo, TV ve bunlarla bağlantılı merkezlerdir: matbaalar (özellikle para basılan matbaanın önemini küçümsememek gerekir), bankalar, posta çekleri vesaire.

Bu birkaç öğeye bakılacak olursa, bir genel grevde doğabilecek merkezileştirici güçler görülür. Bir sosyalist devrimin mümkünlüğü bakış açısından, Mayıs 68 genel grevinin dönüm noktasını hemen hiç kimse farketmemiştir: grevin ilk günlerinde telekomünikasyon şirketleri de dâhil işletmelerin tamamı emekçilerin işgali ve denetimi altındaydı. Paris’te artık grevciler tarafından kontrol edilmeyen – İçişleri ve Savunma Baknalıklarınınkiler de dâhil – tek bir telekomünikasyon anteni kalmamıştı. De Gaule hükümetinin tek askerî müdahalesi İçişleri Bakanlığı için Paris’te bir anteni boşaltmak için yapıldı: bunun için 100 CRS’in [ Cumhuriyetçi Güvenlik Bölükleri – çevik kuvvet polisinin] müdahalesi yetti.

Grevde başka bir önderlik olsaydı – olsayla bulsayla elbette çok şey yapmak mümkün – işçilerde başka bir bilinç olsaydı, hadiselerin belirleyici önemini kavramış olsalardı bu antenin ele geçirilmesine direnirlerdi. Hiç kuşkusuz muzaffer olacak böyle bir direnişten ne doğabileceğini ise izah etmeye gerek yok.

Bu doğaya sahip merkezileşme önlemlerini alan bir genel grevin burjuva devletine dayatacağı felçe uğrama derecesinin geçmişte tanık olunanlardan niteliksel olarak üstün olduğunu kavramak gerekir. Burada çağdaş teknolojinin tekyanlı ve yanlış eleştirisini yapıp, çağdaş teknolojiyi salt bir ezme ve sömürme gücü olarak – ki kapitalist rejimde budur – gören ve bu teknolojinin burjuva toplumunu tam da teknikçi olduğundan tüm ücretlilerin toplu ve genelleşmiş eylemi karşısında geçmişe oranla çok çok daha kırılgan hale getirdiğini anlamayanların kavrayışsızlığının en şaşırtıcı yanlarından biri ortaya çıkar.

50 ya da 60 yıl önce burjuva zorla bastırması neydi? Halkın üzerine salınan birkaç bin paralı askerdi; o sırada yapılacak tek şey vardı: silaha silahla karşılık vermek. Günümüzde toplum çok daha kırılgandır; yüksek hareket yeteneğine sahip olmakla birlikte hepsi birbirlerine çok sınırlı sayıda sinir merkeziyle bağlı birimler söz konusudur. Bütün telekomünikasyon antenlerini ele geçirin, yayın yapma imkânlarını kesin, on beş dakika sonra merkezileşme proletarya cephesine, devrim cephesine geçer, karşı-devrim ise bütünüyle merkezsiz kalır.

Fransa’da Mayıs 68 genel grevinin ilk günlerinde İçişleri Bakanının valilerle hiçbir iletişim imkânının kalmadığı bir duruma varılmıştı; valiliklerin sekreterleri, daktilo yazıcıları, memurları dahi grevde olduğundan durum acayip bir hal almıştı. Yani sorun valilerle iletişim kuramıyor olması bile değildi; bunun bir işe yaramamasıydı. İçişleri Bakanının doğrudan valiyle ya da yardımcılarından biriyle iletişim kurması gerekiyordu, yoksa mesaj iletilmiyordu.

Burjuva ve karşı-devrim cephesini kıpırdayamayacak hale getirmek ve merkezileşmenin işçi cephesine geçmesini sağlamak açısından bütün bu telekomünikasyon araçlarının oluşturduğu bu yeni sinir merkezlerinin öneminin anlaşılması çok kritiktir. Bu alanlarda pasif grevin aktif greve dönüştürülmesi otomatik bir merkezileşme demektir. Radyo-TV çalışanların genel grevi sırasında aktif greve geçiş olduğunu düşünün. Bu, radyo-TV’nin tarifi imkânsız bir merkezileştirme gücüyle birlikte grevin hizmetine girmesi anlamına gelir. Karşı-devrim bunun tam olarak bilincindedir: son 15 yılın her karşı-devrimci darbesi her şeyden önce radyo-TV’yi ele geçirmeyi hedeflemiştir. Karşı-devrimciler, şayet radyo-TV halkın ve emekçilerin elinde olsaydı, bunun bir işçi iktidarının merkezileşmesi açısından geçmişte hiçbir zaman var olmamış devasa bir güç sağlayacağını biliyorlardı.

Bundan geleceğe dair sonuçlar çıkarmak ise kesinlikle mümkündür: ilk güç sınamaları işte bu merkezler etrafında patlak verecektir. Belçika jandarması önce grevcileri Cockerill ya da ACEC fabrikalarından çıkartmaya uğraşmakla oyalanmayacaktır – böyle bir şey yapmak için akıllarını yitirmiş olmaları gerekir. Güçlerini Waremme garı ya da Haine-Saint-Pierre sınır istasyonuna da yoğunlaştırmayacaklardır. Daha ziyade RTB’ye (Belçika Radyo Televizyonu), posta çeki şubelerine, büyük bankalara yöneleceklerdir. Bir cenahın ya da diğerinin denetiminde kalmaları halinde olayların genel seyrini bir dönem için belirleyebilecek merkezler aslında bunlardır.

Emekçilerin çok daha büyük bir kitlesinin bilinç kazanmasının alevlenebilmesi ve az çok soyut ve genel tarzda konulduklarında anlaşılmayan belli sayıda şeyin gerekliliğinin kavranabilmesi tam da, doğaları gereği iktidarın epeyce büyük oranda bir cenahtan diğerine geçmesini sağlayan bu tür kurumların özsavunması sorunu etrafında mümkündür.

Türkçesi: Osman S. Binatlı

Kaynak: http://www.ernestmandel.org/fr/ecrits/txt/inconnu/la_greve_generale.htm

Genel Grev/1- Kökeni ve Türleri-Ernest Mandel

Üç bölüm halinde aktaracağımız bu metin Ernest Mandel’in 1974’te bir kadro eğitim çalışmasında yaptığı sunumun yazıya dökülmüş halidir.

Genel grevi ele alıp işliyorsak eğer, bunun nedeni genel grevin emperyalist ülkelerde sosyalist devrimin en olası modeli olduğunu düşünüyor olmamızdır. Bu elbette tek olanaklı model değildir; genel grev belli sayıda doğrulanmış başlangıç hipotezini önvarsayar:  önümüzdeki yıllarda bir dünya savaşının olmaması, emperyalist ülkelerde faşizmin ya da askerî-yarı-faşist bir diktatörlüğün zafer kazanmış olmaması, bu ülkelerde ücretlilerle Sermaye arasında şu anda kurulmuş olan güç ilişkilerinin fazla değişikliğe uğramadan olduğu şekliyle muhafaza edilmesi. Bu güç ilişkileri geçmişte hiçbir zaman tanık olunmadığı kadar ezici biçimde işçi sınıfı lehinedir; demek istediğimiz şu ki nüfusun yüzde 80 ila 85’i, kimi ülkelerdeyse %90’ı ücretlilerden oluşmaktadır.

Bu başlangıç hipotezleri elbette sonsuza dek garanti edilmiş değildir. Yoldaşlar X. Dünya Kongresinde hareketimiz tarafından ne söylendiğini ve hangi kararların oylanıp kabul edildiğini biliyorlar, bununla birlikte makul bir zaman sınırında kalmak kaydıyla, kendimizi hazırladığımız önümüzdeki yıllarda, bu başlangıç hipotezlerinin muhtemelen korunacağını düşünüyoruz. Bu başlangıç hipotezlerinin benimsenmesinde bir spekülasyon değil, bir akıl yürütme, bir iç mantık söz konusu: yukarıda işaret ettiğim üç alanda nitel bir değişimin ancak ve ancak öncesinde işçi sınıfının ağır bir yenilgiye uğramış olmasıyla mümkün olduğundan kesinlikle eminiz.

Dolayısıyla akıl yürütmemiz şu şekildedir: bu yenilgi şu anda genel greve doğru giden yükselişin olumsuz biçimde son bulmasını önvarsayar. Bunun tersine, sonu genel greve varacak bu işçi yükselişinin bir zaferle sonuçlanmasını, bu yenilgiyi önlemesini sağlayacak imkânların hangileri olduğunu çözümlemek ise bütünüyle yerindedir. Bu nedenle, bir genel grevin sosyalist devrimlerin zaferine dönüşmesini mümkün kılacak koşulların değişime uğratılmalarının çözümlenmesi de aynı şekilde bütünüyle yerindedir.

Gelecekteki Sosyalist Devrimin Modeli Olarak Genel Grevin Kökeni

Genel grev sorunsalının gelecekteki sosyalist devrimin modeli üzerine tartışmanın merkezine konulması işçi hareketi tarihinde ilk kez olmamaktadır. Bu konuda ilk tartışma XIX. Yüzyılın sonunda gerçekleşmiş ve anarşist, özellikle anarko-sendikalist eğilimler tarafından, üstelik o dönemde Marksistlerin çoğu tarafından benimsenen sosyal-demokrat seçim mücadelesi ve parlamenter mücadele taktiğiyle kararlı bir karşıtlık içinde başlatılmıştır.

Marksistler o dönemde anarko-sendikalist tezlere, hâlâ bir doğruluk payı taşımaya devam eden ve bizim de vazgeçmeye hazır olmadığımız bir eleştiri getirdiler. Bu devrimci-sendikalist genel grev tezinin Marksist eleştirisinin temel doğruluk payı bu tezin siyasi iktidar sorununu hafife alması ve bu burjuva toplumunun çökmesi için işçi sınıfının iktisadî planda çalışmayı durdurmasının, iktisadî yaşam düzeyinde ise işletmelerin yönetimini kendi önderliğinde devralmasının yeterli olduğunu sanmasıdır. Devlet sorununun, hükümet sorununun, silahlanma sorununun, genel grevin bir ayaklanmaya dönüştürülmesinin zorunluluğu sorununun vahim, hatta sonu felakete varabilecek biçimde küçümsenmesi söz konusudur. Eski genel grev tezinin Marksist eleştirisinin bu bölümünün tamamı hiç kuşkusuz doğru olmaya devam eder.

Ama bir genel grev bir sosyalist devrimin başlangıcı olabilir. Emperyalist ülkelerde XX. Yüzyıl tarihi devrimci-sendikalist tezin bu yanına dair günümüzde kesinlikle ikna edici olan bir hüküm vermiştir: sanayileşmiş bir ülkede bir genel grev bir sosyalist devrimin başlangıcı olabilir ve muhtemelen de öyle olacaktır. Bu konuda Marksistlerin, özellikle de müstakbel reformistlerin XIX. Yüzyıl sonunda söyledikleri, Alman sosyal-demokrat sendikalarının ünlü “Genel grev, genel enayiliktir” ifadesinde özetlenen, yani kapitalist rejimde bir genel grevin olanaksız olduğunu öngören tez, bunların hepsinin bütünüyle yanlış olduğu ortaya çıkmıştır. Sosyal-demokratların akıl yürütmelerinin kesinlikle yanlış olduğu XX. Yüzyıl işçi hareketi tarihi boyunca ortaya çıkmıştır.

Yalnızca kapitalist rejime çoktan entegre olmuş kişilerin kötü niyeti değil de bir akıl yürütme söz konusu olduğuna göre bu akıl yürütme neydi? Bu sosyal-demokrat savın gerisindeki akıl yürütme neydi?

Bu, bütün bir dizi sürecin sözde eşzamanlılığına dair kesinlikle mekanikçi bir görüştü: bir genel grevin başarılı olması için tüm işçilerin örgütlü olması, şimdiden sosyalist olması gerekir; işçilerin hepsi örgütlüyse ve sosyalistse, bir genel greve ihtiyaçları yoktur, parlamentoda çoğunluğa ve devlet içinde iktidara sahip olurlar diyorlardı. Akıl yürütme buydu. Mücadele yeterliği, örgütlenme yeterliği ve bilinç yeterliği üçlü sürecindeki sözümona eşzamanlılık hiç kuşkusuz bütünüyle yanlıştır: hâlâ azınlıkta örgütlü ve henüz görece sınırlı bir azınlıkta sosyalist bir işçi sınıfı bir genel grev yapma yeteneğine sahip olduğunu tarihsel olarak göstermiştir. Bu üç görüngü arasında zorunlu bir düşümdeşlik [zaman çakışması] yoktur.

Bu mekanikçi kavrayışın altında yatan yöntembilimsel hataya gelince,  bu hata bilinç kaynağı olarak eylemin son derece kesin küçümsenmesidir. Bu, işçilerin belli bir bilinç düzeyine erişme yeteneğine kavuşmaları için önce onları bireysel propaganda temelinde ikna etmek gerektiği fikridir. Oysa deneyim, işçi sınıfının bireysel eğitim ve propaganda yoluyla sınıf bilincine erişemeyen bütün bir kesiminin, bu sınıf bilincine tam da büyük siyasî kitle grevleri içerisinde, genel grevler içerisinde gözlerini açtıklarını veya uyandıklarını ve son derece savaşkan hale geldiklerini göstermiştir.

Bu hata sonucunda varılan nokta ise yüzyılın başından beri Avrupa işçi hareketinin solu ile sağı arasında süregiden tartışmada değişmez bir eğilimdir. Bu, Rosa Luxemburg’un Lenin veya Troçkiden bile daha fazla belirleyici bir rol oynadığı tartışmadır: Rosa işçi sınıfının örgütlü bir öncüyle örgütsüz bir artçı arasında bölünmesinin gerçekliğin haddinden fazla kolaycı ve dar bir görümü olduğunu kavramıştı. Örgütlü bir öncünün var olduğu ve örgütsüz işçiler olduğu doğru olmakla birlikte, gerçekliği anlamak için bu çözümlemeye en azından üçüncü bir öğe katmak gerekir: örgütsüz işçilerin öyle bir kesimi vardır ki, bir kitle mücadelesinde örgütlü işçi sınıfının, işçi örgütlerinin bürokratikleşmesine bağlı olarak mücadelede bürokrasinin şiarlarını izleme eğiliminde olacak ve böylece mücadelede öncü olmaktan çıkacak bir kesimini aşabilir.

Rosa Luxemburg’un bu tezi, kendiliğindenci bir tez olarak yanlış yorumlanmıştır. Bu tam olarak doğru değildir. Doğrusu bir kendiliğindencilik öğesi mevcuttur ama yalnızca bir öğe; yani “örgütlü” olmanın “ileri” olmakla özdeş olmak zorunda olmadığının kavranması ki bu da günümüzde gerçeğin ta kendisidir, kimse buna itiraz etmeyecektir. Rosa Luxemburg örgüte asla düşman değildi. Örgüte, devrimci örgüte fazlasıyla taraftardı. Sadece örgütle öncü arasında her an ve özellikle de bir genel grev sırasında zorunlu olarak özdeşlik olmadığını kavramıştı.

Lenin’in bunu kavraması birkaç sene aldı, ama 1914’ten itibaren anlamıştı. Sosyal-demokratların bu tarihten sonra Lenin’e “Ama sen örgütü yıkıyorsun, bu senin 20 yıl boyunca savunduğun her şeyin revizyonu demek” diyerek saldırmış olmaları da ayrıca manidardır. Lenin uluslararası sosyal-demokrasiye karşı polemik yazılarından birinde şu cevabı veriyordu: “yozlaşmanın belli bir aşamasında bazı bürokratikleşmiş örgüt biçimleri gerçekten de engeller haline gelebilir, örgütsüz işçiler ise bürokratikleşmiş örgütlerin tutsağı olmaya devam eden işçilerin bilinç düzeyinden daha yüksek bir bilinç düzeyine ulaşabilirler. O zaman yeni bir örgüt inşa etmek gerekir. II. Enternasyonal ölmüştür, III. Enternasyonali inşa etmek gerekir”. Troçki ise III. Enternasyonal partilerinin Hitler’in zaferinin ardından ıslah edilebilir olmaktan çıktıklarına karar verdikten sonra, Lenin’in 1914’ten sonra kullandıklarıyla ve Rosa’nın aynı tezi savunmak için 1905 – 1914 yılları arasında Almanya’da daha o zamandan kullandıklarıyla neredeyse tıpa tıp aynı sözcükleri seçmiştir.

Şimdi bugün kendisini ortaya koyduğu haliyle genel grev sorunsalına gelelim. Önce tarihsel değil analitik tarzda hareket edeceğiz. Bir genel grevin mekanizmasını çözümlemeye ve genel grevin sosyalist devrimin zaferine doğru, bu zafer de dâhil ilerleyişini düşünsel düzeyde tasarlamaya imkân tanıyan on öğeyi tartışmaya çalışacağız. Sunumun son bölümünde özellikle Belçika işçi hareketinden birkaç tarihsel örneği gözden geçirip, her seferinde bu aşarak-gelişmenin gerçekleştirilmesi açısından eksik kalan etmenleri tartışacağız.

  1. Bir Genel Grev Nedir?

Bir genel grevin ilk ve belki de tam bir kesinlikle tanımlanması en zor karakteristik özelliği şu soruya verilecek cevaba bağlıdır: genel grevi büyük bir grevden farklı kılan nedir? Bu cevaplanması zor bir sorudur çünkü bu soruya salt niceliksel tarzda yanıt vermek mümkün değildir. Hiç kuşkusuz bir genel grev tüm işçilerin katıldığı bir grev değildir, böyle bir şey hiçbir zaman olmamıştır ve asla olmayacaktır! Bir greve genel grev demek için son işçinin de greve katılmasını beklemek saçmalıktır. 1960’ta Belçika’da haklı olarak genel grevden söz ediyorduk: diyelim ki bir milyon grevci vardı, bu bizim ileri sürdüğümüz rakamdı ve sanırım biraz abartılıydı. Belçika’da besbelli bir milyondan fazla, iki buçuk milyon işçi vardı. Yine de adlandırma bütünüyle yerindeydi.

Bir genel grev, salt büyük bir grevden nerede ayrılır?

Genel grevin başlıca karakteristiklerinden birkaçı şunlardır:

  1. Grev yalnızca katılım bakımından değil, aynı zamanda hedefleri bakımından da büyük ölçüde farklı işkollarını kapsar.
  2. Özel sektörden çok büyük ölçüde taşıp, sadece fabrikaları değil bütün bir dizi devlet kurumunu da – demiryolları, gaz, elektrik, su vb. – işlemez hale getirecek şekilde tüm kamu kesimi emekçilerinin kararlı unsurlarını kapsar.
  3. Ve atmosfer; bu elle tutulur olmamakla birlikte belki de en önemli etmendir. Ülkede yaratılan atmosfer sınıflar arasında genel bir çatışma atmosferidir, yani bu bir sektörün patronlarıyla bir sektörün işçileri arasında bir çatışma değildir. Buna karşın toplumun tüm sınıfları, bu greve emekçilerin katılımı %100’e ya da %90’a varmasa da bunun bir bütün olarak burjuvaziyle bir bütün olarak işçi sınıfı arasında bir çatışma olduğu izlenimini edinir.

Bu sorunla uğraşan Marksist militanlar ve teorisyenler tarafından çok sık eklenen başka bir karakteristiği eklememiş olmam belki gözünüzden kaçmamıştır. Neden? Bir genel grev bir bütün olarak burjuvaziyle ve burjuva devletiyle çatışma demek olduğundan nesnel olarak siyasidir ama işin başından beri bunun bilincinde olması gerekmez. Avrupa’da bunu doğrulayan büyük bir tarihsel örnek, 68 Mayısına gelinceye dek belki de en büyük örnek bulunmaktadır. Bu örnek, hiçbir siyasî talebin öne sürülmediği, işçilerin fabrikaları işgal edip, görünürde yalnızca ekonomik tipte (çalışma saatlerinin azaltılması, ücretli izin vesaire ve en fazlasından işçi denetimi) talepler öne sürmekle yetindiği Haziran 36 örneğidir. Ama bizzat Troçki ve bu hareketi biraz olsun dürüstlükle inceleyenlerin hepsi, bu emekçilerin temelde dile getirebildiklerinden çok çok daha fazlasını talep ettiklerinin ayırdına varıyorlardı. Bir grevin doğası hakkında bu greve belirli bir anda önderlik edenlerin bilinçli ifade yeteneklerine bakarak bir yargıya varmak çok vahim bir hata olacaktır.

Bir grevin ancak siyasî talepler öne sürdüğü takdirde bir genel grev olacağına inanmak şunu söylemek demektir: “bir grev ancak ve ancak eğer onu yönetenler ve taleplerini dile getirenler grevin tam olarak ne ifade ettiğinin bilincinde olurlarsa genel grev olur”. Bu, genel grev kavramının uygulanmasını tehlikeli bir biçimde kısıtlar. Bundan çıkan sonuç, devrimci öncünün hareketin başından itibaren grevin siyasî doğasını, falanca sektörün ekonomik veya kendine özgü hedeflerini aşan hedeflerini dile getirmeye çalışması ve öncünün politikleştirme çabasının gündelik olma zorunluluğudur.

  • Pasif [Edilgen] Genel Grev

Pasif grevin tarihte, hatta en parlak olanları arasında bile birkaç örneği vardır. Batı Avrupa’da tanık olunan en büyük genel grev, en etkili genel grev Alman işçi sınıfının General Kapp’ın 1920 darbe girişimine karşı genel grevidir. Tüm ekonomik ve kamusal yaşamı durduran ve etkinlik ve etki bakımından kesinlikle tam olan bu genel grev pasifti: birkaç bölge ve istisnaî birkaç örnek dışında, işçiler fabrikaları işgal etmediler, evlerine döndüler.

İşçilerin yalnızca çalışmayı durdurmakla yetindikleri büyük ölçüde pasif bir genel grevi, sınıfın gücünü bir araya getirmeye imkân tanıdığından (ekonomik veçheleri şimdilik bir kenara bırakıyorum, bunlara birazdan döneceğim) hiç kuşkusuz muazzam bir ileri adım oluşturan fabrika işgalleriyle gelişen bir genel grevden ayırt etmek gerekir. Pasif bir genel grev sınıfın gücünü dağıtan bir grevdir: her işçi evine gider. Ne ona dokunmak ne de onunla konuşmak mümkündür.

İşgallerin olduğu bir genel grev işletmelerde kendileriyle her an konuşulabilecek, herkesin evinde kaldığı bir genel grevinkinden hiç kuşkusuz nitelik bakımından üstün bir güce ve bir sınıf insicamına [ahenk ve bağlılığına] sahip yüzbinlerce veya ülkenin boyutuna bağlı olarak milyonlarca işçinin toplanması demektir.

Sonuç burada pratiktir: biz işgal fikrini sistematik bir biçimde yayıyoruz, zaten basınımızı okumak yeter. Bizim öncüyü ikna etmeye çalıştığımız genel grev modeli ise fabrika işgallerinin olduğu bir genel grevdir. İşgalden doğan ve işgallerin olduğu bir genel grevi, hakikî bir devrim için bir yola çıkış noktasına dönüştürmekte belirleyici halkalar olan son derece önemli örgütsel veçhelere daha sonra döneceğim.

  • Aktif [Etken] Genel Grev

Aktif genel grev fikri de yine – bu konuda haklarını teslim etmek lazım – anarko-sendikalist kökenli olmakla birlikte, devrimci-sendikalistlerin bu fikre, hiç kuşkusuz 1936 devrimi sırasında İspanya’dakiler dışında çok az örnek, uygulama getirmiş oldukları söylenebilir.

Bu fikir ne anlama gelir? Emekçiler Haziran 1936’da ya da daha büyük ölçüde Mayıs 68’de yapıldığı gibi fabrikayı yiyip içip eğlenerek işgal etmekle yetinmezler. Yani yalnızca tartışma, sinema ve kâğıt oyunu seansları düzenlemezler – çalışanların işgalindeki (ki çalışanların işyerini işgal ettikleri bir grev Belçika tarihinde ilk kez olmaktaydı: Aralık 71 – Ocak 72) Cockerill’e geldiğimizde tanık olduğumuz manzara buydu. İşçiler resmî bir LRT (Devrimci Emekçiler Birliği – 1980’de POS Sosyalist İşçi Partisi, 2008’de LCR Devrimci Komünist Birlik adını alan IV. Enternasyonal Belçika Seksiyonu) heyetini konuk etmekteydiler; çalışanların kâğıt oynadıklarını gördüğümüzde yine de biraz hayal kırıklığına uğramıştık. Bu elbette bir işgaldir, ancak hiç kuşku yok burada işgalin en ilkel düzeyi söz konusudur.

Bunun tersine “aktif grev” ne demektir? İşçiler üretimi kendi yönetimleri altında bizzat kendileri örgütlerler. Yalnızca bir genel grev olmakla kalmayıp hakikî bir devrim olan 1936 İspanyol Devrimi deneyimi dışında geçmişte bunun çok az örneği vardır. Batı Avrupa işçi sınıfında şu anda son derece önemli bir dönüm noktası yaşanmakta: Fransa’da Lip, İngiltere’de Clyde, Belçika’da Glaverbel işçilerin bir fabrika işgal edildiğinde kültürel etkinlikten veya kâğıt oynamaktan fazlasının yapılabileceği, yönetimin kendileri tarafından ötgütlenebileceği fikrini benimsemeye hazır hale gelmeye başladıklarını göstermektedir ki bu da muazzam bir ileri adımdır.

Bu örneklere bu denli önem veriyorsak eğer, bunun nedeni sosyalizmin tek fabrikada inşa edilmesinin mümkün olduğuna inanıyor olmamız değil, bugün henüz yalıtık olan bu örneklerin genel grev halinde yaygınlaşabileceğini ve genelleşebileceğini düşünüyor olmamızdır. Bütün fabrikaların işçilerinin, Lip veya Glaverbel işçilerinin yaptıklarını yaptıkları bir genel greve gelince, işte bu bütünüyle başka bir şeydir! Bu, geçmişte genel grev olarak bildiğimiz her şeyden niteliksel olarak üstün bir tarihsel düzeydir. Bununla birlikte her türlü mekanikçi akıl yürütmeden sakınmak ve aktif greve geçişin çok farklı güdülenme ve bilinç noktalarından kalkındığının iyice ayırdına varmak gerekir. En iyi durum, bunun emekçilerin üretim araçlarını kendi ellerine alma yani kapitalizmi yıkma yönünde az çok bilinçli istencini dile getirdiği durumdur. Eğer bu gerçekleşecek olursa kuşkusuz çok mutlu oluruz.

Ama mümkün başka varyantlar da mevcuttur. Bunların ikisine değinmek isterim:

  1. Aktif greve geçiş genel grevin iç mantığı diyebileceğimiz bir şeyin, yani salt genel grevde daha başarılı olma istencinin sonucu olabilir. Bu bir savaşım yöntemi güdülenmesidir; genel grev, daha uzun erimli hedeflerinden bağımsız olarak sadece mücadeleyi daha etkin kılmak için gerekli hale gelebilir. Burada, Fransa’da Mayıs 68’e ilişkin sunumlarda sıklıkla karşımıza çıkan birkaç örnek vereceğim:
  1. Pasif bir grev olan bir ulaşım genel grevinin çok büyük bir şehirde belli bir andan itibaren grev kırıcı bir etmen haline geleceği açıktır: Londra, Paris ya da Roma gibi bir kentte eğer metro, otobüs, banliyö trenleri işlemez hale gelirse bu, işçi sınıfının artık bir araya gelemeyeceği, insanların bir gösteri amacıyla toplanmak için 20, 30 ya da 50 kilometre yol gitmelerinin olanaksız olduğu anlamına gelir. O zaman devrimciler tarafından da savunulması gereken şu fikir doğabilir: burjuva ekonomik hayatını karmakarışık hale getirmek ve felce uğratmak için ulaşım genel grevini sürdürelim ama işçi sınıfı şehirde merkezî bir gösteri çağrısı yaptığında, işçileri mitinge getirebilmek için ve yalnızca bu amaçla, toplu taşıma araçlarını bunların sadece bu amaçla kullanılmasını gözeten grev komitesi denetiminde çalışır hale getirelim.
  2. Kapitalist toplumun kutsallarının kutsalına dokunduğu ölçüde daha üstün bir başka örnek bankalarda, tasarruf sandıklarında vesairede bir genel grevdir. Böylesi bir pasif grev burjuva ekonomik hayatını felce uğratmak açısından yaşamsal bir araç olmakla birlikte, grev uzadığı takdirde işçilere karşı dönebilir. Gerçekten de, işçilerin çok büyük bir bölümü küçük tasarruflarını bir sandıkta, işçi örgütlerinin tasarruf sandıklarında (yardımlaşma sandıkları, koperatifler) veya çek yazılabilir banka hesaplarında tutmaktadır ve eğer bu paraya dokunamayacak olursa malî direnç yeteneği azalır. Aktif bir genel grevde, finansal kurum çalışanları gişeleri belli anlarda kendi grev komiteleri denetiminde açarak, grevci olduklarını kanıtlayan bir belge ibrazı halinde grevcilere belli bir miktar ödeme yaparlar. Bu ise çok önemlidir: bu çalışanların banka ve finans sistemini yönetmeye başlamaları demektir.
  3. Aktif grevin genel grev çerçevesinde başka bir güdülenmesi genel grevin iktisadî mantığı olarak adlandırılabilecek bir mantıktan kaynaklanır. Bu mantık tüm ekonomik yaşamı felce uğratır. Gelgelelim (birkaç günden bir şey çıkmaz ama) ekonomik yaşamın tamamının uzun süre kıpırdayamaz hale gelmesi bizzat grevcileri de doğrudan ilgilendiren yaşamsal sorunlar ortaya çıkarır. Her zaman verilen en basit örneği alalım: bir hafta süren kesinlikle tam, yani yiyecek bir lokma ekmek dahi bulamaz hale geldikleri bir genel grev. Bu hiç kuşkusuz İtalyancada söylendiği gibi bütünüyle “contraproducente”dir [beklenenin tam tersi sonuç verir]. Düzeneklerin belli bir andan itibaren işçi sınıfının fizikî varlığını sürdürebilmesi için asgarî bir işleyişe izin verecek şekilde emekçilerin yönetiminde çalışmaya başlaması gerekir. Bunun bilinen ve çok önemli marjinal örnekleri zaten daha önce uygulanmıştır: Belçika’da Gazelco (gaz, elektrik şirketi) işçileri uzun zamandan beri grev hali kuralını uygulamakta, işletmelerin, kamu kurumlarının, bankaların vesairenin elektriklerini keserken, hanelerin elektriğinin kesilmesini önlemek üzere elektrik dağıtımını kendileri kontrol etmektedirler. Çünkü hanelerin elektriğinin kesilmesi işçi sınıfını bölme ve grevin işçi sınıfının kimi kesimlerinde popülerliğini yitirmesi tehlikesini taşır. Buna karşılık, eğer üretim, ekonomik yaşamın felç edilmesi etkisinin tüketiciler kitlesinin çıkarları fazla zarar görmeden devamını güvence altına alan grevcilerin denetiminde sürdürülürse grevin etkinliği güçlü biçimde artmış olur.

Aynı akıl yürütme tarzı Mayıs 68’de özellikle Nantes kentinde küçük ölçekte uygulanmıştır – bu arada bu küçük örneklerin önemini küçümsememek gerekir. Nantes kentinde grev komiteleri, öncü işçi grupları grevcilerin yiyecek gereksinimin karşılanmasını köylülerle bir ürün değiş-tokuşu [mübadelesi] sağlayarak organize etmek istemişlerdi. Ki bu da yeterince yiyeceğe erişebilmek için grevcilerin yönetiminde üretimin yeniden başlaması ya da devamı, mevcut stokların eritilmesi, her türden iktisadî etkinlik anlamına geliyordu.

Yine, büyük işçi mücadelelerinin gelişiminde henüz bir öneme sahip olmamakla birlikte, iktisadî gelişimin genel eğilimi göz önünde bulundurulduğunda gitgide daha da önemli gelebilecek marjinal bir örnek vermek mümkündür. Bu, bugün İngiltere’de hemşire greviyle gündeme gelen örnektir. Bu çok tehlikeli bir grevdir zira bu bir bakım/tedavi grevidir: hastalar eksik tedavi görebilecek ya da ölebileceklerdir. Ki bu da grevi geniş bir kamuoyu nezdinde itibarsızlaştıracak ve burjuvazi tarafından grev hakkına, sendikalara, işçi militanlığına karşı kampanyasında kullanılabilecektir. Dolayısıyla, hemşireler hastalara zarar vermekten kaçınan ama aynı zamanda vurucu güçlerini de gösteren grev biçimleri bulmak zorunda kalmışlardır! Sağlık Bakanlığının yönetimi. Uygulanan çözümlerden biri (ki şimdiden gerçekleşmiş aynı türden vakalar mevcuttur) bir ödeme grevi olmuştur; yani herkesi tedavi etme ama hiçbir kayıt, muhasebe tutmama, kimseye bir kuruş para ödetmeme grevi olmuştur. İşte size halk tarafından son derece tutulan bir çözüm! Hem de gereken finansal ve yönetsel karmaşa yaratma etkinliğine sahip bir çözüm! Daha da ileri bir veçhe, bazı İngiliz kentlerinde aralarında madencilerin ve taşımacılık işçilerinin de bulunduğu işçi gruplarının bu grevi desteklemesi ve işçilere hemşirelerin davalarını desteklemek için greve gitmeyi önermeleri olmuştur. İşte size sınıf dayanışmasında çok önemli bir ileri adım!

Tüm bunların önemi ne? Bu anekdotları neden öne çıkarıyorum? Bunlar [tek başlarına] önemli olduklarından değil elbet. Bunları, komünist bilincin bir hastanede olağanüstü gelişimine, sosyalizmin tek bir fabrikada örgütlenmesine inandığımızdan değil, bu örneklerin çoğalmasının, popülerleşmesinin bunların genel grevlerden birinde genelleşmesini hazırlayan koşulları yarattığını düşündüğümüz için anlatıyorum.

Ayrıca, şimdiye dek Avrupa’da böylesi örneklerin gerçekten de genelleşmediği tek bir genel greve dahi tanık olmadığımızı belirtmek gerekir. Peki, toptan bir değişim nasıl olacaktır? İşçi sınıfı kesimlerinin çoğunun tüm bu teknikleri en geniş anlamda uygulayacakları, Mayıs 68’deki gibi az çok tam bir genel grevin nasıl bir şey olacağını kafasında canlandırması için kişinin hayal gücünü biraz zorlaması gerekir: bu toplumsal bir devrimin başlangıcı olacaktır. Bütün bu hayli bölük pörçük anekdot kabili örnekleri işte bu nedenle öne çıkarıyorum. Önemli olan bunların parçalı ya da anekdotlar şekilde olması değil, örneğin belli bir zihniyet değişikliğine yol açacak şekilde yaygınlık kazanmasıdır. İşçi sınıfının gitgide artan sayıda kesimleri bu sorunsalı bir kez kavradığında bütünüyle yeni bir şey doğabilir ve biz de bu yolda çaba sarfediyoruz.

  • Özyönetimli Genel Grev Ya da Geleneksel İşçi Örgütü Tarafından Yönetilen Genel Grev

Yeni sorunsal: geleneksel işçi örgütleri tarafından az çok bürokratik tarzda yönetilen bir grev mi, yoksa özyönetimli, yani tabanda grevi yöneten örgütlenmelerin belirmesiyle işçi özerkliğini açığa çıkaran bir genel grev mi gerekir? Yoldaşlar bu sorunsalı bildiklerinden ve bu sorunsalı propagandamızda ve hatta gündelik ajitasyonumuzda durmaksızın ayrıntılarıyla anlattığımızdan bunun üzerinde fazla durmuyorum. Yine de bir gerçeği iyice vurgulamak gerekir: bizim yaptığımız sekter bir tarafgirlik değildir. Biz emekçilerin kendileri tarafından yönetilen genel grevden (ve genelde her türlü grevden) yana tavır alıyorsak eğer, bunun nedeni bizim FGTB’nin [Belçika Genel Emekçi Federasyonu – sosyal-demokrat] ya da CSC’in [Sosyal-Hristiyan Sendikalar Konfederasyonu] yöneticilerinden hoşlanmıyor olmamız değildir. CGT’nin [(Fransa) Genel Emekçiler Konfederasyonu – FKP çizgisinde] ya da FGTB’nin yönetimi münhasıran IV. Enternasyonal üyelerinden oluşmuş olsaydı bile, biz yine özyönetimli grev biçimlerinden yana olacaktık. Çünkü bir genel grevin ancak ve ancak işletmelerde seçilmiş grev komiteleri yaratılarak, mümkün en fazla sayıda emekçiyi grevin yönetimine ortak ederek başarılı olabileceğine inanıyoruz.

Küçük bir aygıt tarafından, isterse siyasî bakımdan dünyanın en iyi insanlarından oluşsun tepede düğmelere basan küçük bir kurmay heyeti tarafından yönetilen bir genel grev fikri, yalnızca ütopik bir fikir olmakla kalmaz, aynı zamanda siyasî bakımdan da, toplumsal bakımdan da temelli yanlış bir fikirdir. Bu fikir işçi sınıfının ve burjuva toplumunun ne olduğunun kavranmasına karşılık gelmez; bu fikir temelde 1900’lerin sosyal-demokratlarının daha önce söz ettiğim mekanikçi karıştırmalarıyla aynı karıştırmayı, her türlü sürecin gerçekliğe tekabül etmeyen bir eşzamanlılığını önvarsayar.

Fransa’da 10 milyon işçinin katıldığı bir grevin gerçek anlamda başarılı olması için, tepede 15, 20 olağanüstü parlak yöneticiden oluşan bir kurmay heyetinin olması yetmez, aynı zamanda en fazla sayıda savaşçının bu grevin yönetimine hem de tüm kademelerde azamî biçimde ortak edilmesi de gerekir. İkili iktidar organlarının birden ortaya çıkıvermesini ve bunun yanısıra, bürokrasinin burjuva toplumundan alıp işçi hareketine yeniden soktuğu şeflerle kitleleler arasındaki işbölümünü kıran ve – Lenin’in “Devlet ve Devrim”deki şura tipi örgütlenme üzerine düşüncesinin temelini oluşturan – sovyet tipi örgütlenme fikrini, yani mümkün en fazla sayıda emekçinin, halktan insanın kendi işlerinin gündelik yönetimine işbölümü olmaksızın, dolaysız biçimde, doğrudan ortak olduğu örgütlenme fikrini devralan bir sosyalist devrimin mümkünlüğünün birdenbire belirivermesini biz bu şekilde anlıyoruz.

Ortaya attığımız ideal modeli biliyorsunuz:

  1. Grevcilerin oluşturduğu bir genel kurul tarafından bir grev komitesi seçilmesi,
  2. Grev komitesinin her bir üyesini görevden alma hakkına ve olanağına sahip genel kurulun düzenli aralıklarla toplanması,
  3. Genel kurula katılanlar arasından mümkün en fazla sayıda militanı her türden işleve – propaganda, iaşe temini, finansman, iletişim, kültürel faaliyet vb. – ortak etmek üzere grev komitesi tarafından kendi üye sayısının üzerinde üyeye sahip biz dizi komisyonun seçilmesi. Tüm bunlar üzerinde daha önce çokça konuştuğumuz şeyler.

Buna karşın, “tüm koşulların bir araya gelmesini bekleyen [ultimaliste] şemadan” sakınmak gerekir: bu ideal modeli her yerde aynı anda gerçekleştirmeyi muhtemelen başaramayacağız. Bu ideal biçimin, modelin uygulanması devrimci militanların alanda hazır bulunmasını, oldukça yüksek bir bilinç düzeyini önvarsayar. Çok büyük sayıda işletmede grev komitesi seçimi olsa, bu bizim fazlasıyla mutlu olmamız için çoktan yeterli olacaktır. Bu en azından niteliksel bir ileri adımdır.

Şunu daha önce çok söyledik: Mayıs 68’de [bırakalım öteki koşulları] yalnızca tüm işletmelerde grev komitesi seçimi – bunların federasyonu – olsaydı, [bu] devrimin başlangıcı olacak, durumda niteliksel bir değişim meydana gelecekti. İdeal modeli teşvik ediyorsak eğer, bunun nedeni, bu modelin avantajlarının apaçık ortada olmasıdır: bu [model] örgütlenme, öz-örgütlenme ve ençok sayıda emekçinin grevin yönetimine katılması ve işçi sınıfı açısından en iyi koşullarda devrimci bir durumun doğması için en uygun koşulları oluşturur.

Aynı şekilde, aktif grev yönünde baskıyla grevin özörgütlenmesi arasındaki yakın bağ da anlaşılacaktır. Aktif grevin [bir kez başladığında] artık bir sendika sekreteryası ya da sürekli çalışanı tarafından yönetilemeyeceği açıktır: bir fabrikada üretimin, yiyecek, içecek ve diğer gündelik gereksinimlerin sağlanmasının, hammadde tedarikçisi işletmelerle bağlantının vesairin bir ya da iki kişi tarafından örgütlenmesi ne mümkündür, ne de bu kişiler bunları becerebilirler. Bunun mümkünü yoktur: aktif greve geçilir geçilmez grevin yönetimine ve bütün bir dizi yetki gerektiren kararın alınmasına çok büyük sayıda emekçiyi ortak etmek zorunda kalınır. Aktif grevin bizzat kendisi, Lip, Glaverbel-Gilly örneklerinin ve son aylardaki azımsanamayacak sayıda başka örneğin gösterdiği gibi grevin özörgütlenmesi için çok güçlü bir uyarıcıdır.

Türkçesi: Osman S. Binatlı

Kaynak: http://www.ernestmandel.org/fr/ecrits/txt/inconnu/la_greve_generale.htm

Bir Uluslararası İşbirliği Deneyimi: Londra Bürosu – Ernest Mandel

Hitler’in iktidarı ele geçirmesi ve Alman Sosyalist Partisi (SPD) ile Alman Komünist Partisi (KPD)’nin Nazi cellatları karşısındaki mücadelesiz teslimiyeti Avrupa işçi hareketi üzerinde bir travma etkisi yarattı. Her yerde şu çığlık yankılanıyordu: Bir daha asla.

İşçi hareketinin geniş bir öncü kesimi, gerektiğinde silaha da sarılarak, her koşulda faşizmin yükselişine karşı koymaya karar verdi. Avusturya’daki Schutzbund’un Şubat 1934’deki kahramansı ayaklanması bunun bir örneği. Bir tereddüt anının ardından Fransa’daki aşırı sağ tehdidine karşı sosyal demokrat parti SFIO ile Fransız Komünist Partisi (PCF) arasında birleşik cephe kuruldu. İşçi ittifakının sonucu olarak İspanya’da Ekim 1934 ayaklanması yaşandı.

Daha öncesinden bu dönemeci sezen Lev Troçki buradan daha genel stratejik sonuçlar çıkarır. 30 Ocak 1933’te Nazilerin iktidara gelişi ve Komünist Enternasyonal’in Stalinist fraksiyonunun bundan gerekli sonuçları çıkarmayı ısrarla reddetmesi, II. Enternasyonal’in 4 Ağustos 1914’teki iflasına tekabül ediyordu. III. Enternasyonal, dünya devriminden geçtik, proletaryanın çıkarlarını dünya çapında savunmakla yükümlü bir araç olarak ruhunu teslim etmişti. “Tek ülkede sosyalizmin inşası” girişimine baş koymuş olan Sovyet bürokrasisine tâbi oluşu onun sonunu getirmişti. Yeni bir Enternasyonal’in, bir IV. Enternasyonal’in inşasına yönelmek icap ediyordu artık.

Yaşanmakta olan yeni radikalleşmenin başarısını sağlamak için; emekçilerin kendiliğinden gelişen antifaşist tepkisinin bir kez daha sınıf ittifakı uygulamalarına doğru saptırılmasını önlemek için; faşizme karşı gelişen mücadelenin başta İspanya ve Fransa olmak üzere, potansiyel olarak bir dizi başka ülkede de yeniden doğmakta olan sosyalist devrim imkanlarını boğmaya dönük pratiklere doğru çekilmesini engellemek için yeni bir Enternasyonal vazgeçilmezdi.

Troçki’nin gözünde yeni partilerin ve yeni bir Enternasyonal’in yaratılmasına yönelmek önemli bir stratejik değişiklik teşkil eder. Sovyetler Birliği’ndeki parti içinde oluşan Sol Muhalefet olsun, Komünist Enternasyonal’in içindeki Uluslararası Sol Muhalefet olsun, bu örgütler yeni bir parti ve yeni bir Enternasyonal kurmaya dönük çizgiyi reddedip KP’lerin reformlar aracılığıyla düzeltilmesi yönelimini benimsemişti. Troçki’nin ve mücadele arkadaşlarının 1933’ten itibaren fikir değiştirmesinin sebepleri üzerinde burada durmayacağız.

Başından itibaren Troçki yeni Enternasyonal’i sekter ve dışlayıcı olmayan bir yapı olarak tasarlamıştır. Bu çabayı yalnızca Troçkist fraksiyonla sınırlı tutma ve yeni Enternasyonal’in bu fraksiyonun çizgisel büyümesiyle güçleneceği fikrini kesinlikle paylaşmıyordu.

II. ve III. Enternasyonallerin utanç verici teslimiyetine karşı, iflas eden bu iki Enternasyonal’in arasında bulunan merkezci yapılar içinde, sosyal demokrat gençlik örgütleri saflarında ve mütevazı olmakla birlikte KP’lerin sol kanatlarında yükselen isyanın bilincinde olarak, Troçki bir uluslararası örgütün temellerini atmak için bu güçlerin olabildiğince geniş bir kesimini bir araya getirmenin tüm imkanlarını yoklamıştır.

Bu çaba Alman işçi hareketinin üçüncü büyük yapısı olan ve SPD’den solcu bir kopuşun ürünü olan Sosyalist İşçi Partisi (SAP)’nde yankı uyandırır (daha kısıtlı güçlere sahip olmasına karşın 1917’deki USPD’ye benzer bir kopuştur bu).

KP muhalefetinin Brandler tarafından yönetilen ve “sağ” olarak adlandırılan bir kanadı SAP’a katılmıştı. Başlıca yöneticileri, en önemli Alman komünist sendika liderlerinden biri olan Walcher (müstear ismi Schwab) ve Paul Levi’nin ihracından beri KP’nin tanık olduğu en yetenekli politik yönetici olan Paul Frölich’tir. Frölich uzun yıllardan beri Troçki’ye hayranlık duyuyordu.

Paul Frölich (1884-1953)

Troçki Walcher’le birkaç görüşme yapar. Ağustos 1933’teki yeni bir Enternasyonalin kuruluşuna dönük “Dörtler Açıklaması” bu görüşmeler sonucunda gerçekleşir. Bu açıklamaya Uluslararası Sol Muhalefet’in ve SAP’ın yanı sıra, Hollanda’dan iki yapı katılır: Troçki’nin dostu olan ve Hollanda donanmasındaki isyancı denizcileri cesurca savunmasının ardından Amsterdam milletvekili seçilmiş olan Sneevliet’in yönettiği RSP ile sosyal-demokrasi saflarında yaşanan bir kopuşun ürünü olan ve P. Schmidt tarafından yönetilen OSP.

Fakat bu “Dörtlü” sol sosyalist bir yapının varlığıyla karşı karşıyaydı, II. Enternasyonal’den kopan Internationale Arbeitsgemeinschaft (IAG). 1933 Ağustos sonunda, IAG’yi oluşturan yapılar Paris’te, “Dörtlü”nün de yeni bir Enternasyonal’e dönük çağrısını sunacağı bir konferans düzenlemeye karar verir. Paris Konferansında IAG’nin kapsadığı coğrafi alan bir miktar genişler, “maksimalist” İtalyan Sosyalist Partisi’nden, Fransız PUP’den, Joaquim Maurin tarafından yönetilen Federacion Comunista Iberica’dan temsilcilerin yanı sıra bir İsveç partisinden ve ABD sosyalist partisinden gözlemciler katılır. Toplamda 11 ülkeden gelen 14 örgüt, 39 delege ve sekiz misafir tarafından temsil edilir.

“Dörtlü” yeni bir Enternasyonal’e dair çağrısını konferansta seçime sunmaya çalışır fakat başarısız olur. En başta Norveç sosyalist partisiyle Britanya Bağımsız Emekçi Partisi (ILP)’ sinin amansız direnişiyle karşılaştı.

Asgari bir programatik çerçeveye dayalı bir uluslararası örgüt fikri, basit bir işbirliği yapısı lehine reddedildi.

Ağustos 1933’ten sonra Londra Bürosu tarihi uluslararası dört konferansa dayanır: Ocak 1934 Londra konferansı ve resmi olarak Brüksel Bürosu’nun oluşturulduğu Paris Şubat 1935 konferansı; Kasım 1936 Brüksel konferansı ve Şubat 1937 Paris konferansı.

Görünürde Londra Bürosu güçlü örgütleri birleştirir. Norveç İşçi Partisi (DNA) ülkenin başlıca kitle partisiydi. 1933 seçimlerinde %40’ın üzerinde oy almıştı. Hükümeti oluşturmaya hazırlanıyordu.

İsveç Sosyalist Partisi’nin ­–KP’nin Kilbom tarafından yönetilen eski “sağ” fraksiyonu- dört milletvekiline ve sağlam bir sendikal tabana sahiptir. Gücünü ciddi ölçüde yitirmeye başlamasına rağmen köklü bir geleneğe sahip olan Büyük Britanya ILP’sinin de dört milletvekili vardı. Maurin’in İşçi Köylü Bloğu (BOC) ve sonrasında BOC ile Sol Muhalefet’in birleşmesiyle oluşan POUM, İspanyol devletinin temel sanayi bölgesini oluşturan Katalonya’da KP’den daha güçlüydü. Polonya’nın küçük sol sosyalist partisini, NSSP, diğerlerinden daha zayıf olmakla birlikte kimi bölgelerde ciddi bir güce sahipti. Hollanda’daki iki parti binlerce üyeye sahipti. SAP’a gelince, vahşi bir Nazi saldırısına maruz kalmasına rağmen III. Reich sırasında reel bir yeraltı faaliyetini sürdürmeyi başarmış ve sürgünde bulunan çok sayıda yerel gruba sahipti. Partinin gençliği Willy Brandt tarafından yönetiliyordu.

“Görünürde” dememizin sebebi “birleşme” tabirine ilişkindi. Çünkü Londra Bürosu’nda toplanan on civarındaki örgüt birleşmiş olmaktan fersah fersah uzaktı. Hatta o kadar birleşmemişlerdi ki en ufak bir ortak somut eylemde bulunmaktan acizlerdi.

Belirli zorunluluklara tabi tutan bir uluslararası örgütsel çerçeveyi benimsemeyi reddetmeleri, öncelikli olarak “merkezileştirilmiş Enternasyonallere” dönük bir kuşkudan veya “ulusal özerkliği” (“ulusal” sosyalizmi veya “ulusal” komünizmi) savunmaya dönük soyut bir arzudan kaynaklanmıyordu. Gündelik siyasal pratik içinde birlikte ilerlenmeyeceği inancını yansıtıyordu. Bu gerçekçi bir inançtı.

Aslında bu, Londra Bürosu üyelerinin birbirlerine karşı duyduğu hatta yarattıkları uluslararası örgüte duyduğu sınırlı saygının pratik sonucuydu.

Londra Bürosu’nun sekretaryası kendi kaderlerine terk edilmiş, her türden araçtan mahrum üç-dört kişilik bir çekirdekten oluşuyordu. Tüm bir 1935 yılı boyunca toplamda 47 sterlinlik bir bütçeye sahipti –resmi olarak Büro’nun saflarında görünen yüz milletvekilinin bir tekinin gelirinden bile az! Basit bir bilgilendirme bülteninin ve uluslararası konferansların tutanaklarının yayınlanması bile neredeyse çözülmesi imkânsız sorunlar çıkarıyordu. Bu genelde altı ay sürüyordu.

Londra Bürosu’nu oluşturan partiler arasındaki ayrımlar, “seküler” teorik soyut meselelere değil dönemin merkezi stratejik sorunlarına dayanıyordu: kapitalizmin durumu ve olası yönelimleri (krizin doğası); işçi hareketinin durumu ve olası yönelimleri (yani krizden çıkmanın koşulları).

Troçki ve Uluslararası Sol Muhalefet, kapitalizmin yapısal krizinin son derece derin olduğundan emin oldukları için yeni bir Enternasyonal’in yaratılmasını savundular. Kapitalizm, Avrupa ülkelerinin birçoğunda faşizmden (veya yarı faşist rejimlerden) ve savaştan başka çıkış yolu bulamayacaktı. İşçi sınıfıysa buna karşı koymaya hazırdı. Fakat barbarlığa doğru bu gidişat ancak sosyalist devrimin zaferiyle durdurulabilirdi. İşçi sınıfının karşı saldırısını, faşizmin yükselişine karşı oluşturulacak bir birleşik işçi cephesi sağlayabilirdi. Ancak sosyalist devrime yönelmediği, sınıf ittifakı tarafından soğurulduğu takdirde işçi hareketi kesin bir mağlubiyet yaşayacaktı. Bu durumda da savaşa giden yol açık olacaktı.

Faşizmin yükselişine karşı birleşik işçi cephesinin gerekliliği konusunda genel bir mutabakata varmış olan Londra Bürosu’nu oluşturan partiler birbirine tamamen zıt iki yönelim belirlemişti.

Uluslararası Sol Muhalefet, BOC, RSP, OSP ve başlarda SAP, yeni devrimci sosyalist (komünist) partilerin inşasına yöneldi. DNA ve ILP ise SSP’nin bir kısmını peşine takarak, bir eylem birliği döneminin ardından sosyalist partilerin ve KP’lerin birliğinin sağlanmasına yöneldiler.

Kitlelerin birlik arzularını, mevcut örgütlerin muhafaza edilmesi, hatta bunlar arasında bir organik birlik arzusu olarak yorumladılar. Yeni partilerin ve yeni bir Enternasyonal’in kurulmasının bir bölünme operasyonu olarak algılanacağını düşünüyorlardı.

Esasında DNA İsveç ve Danimarka sosyal-demokrasisiyle giderek daha yakın bir işbirliği kurarak II. Enternasyonal’e katılmak istiyordu. ILP, KP’yle neredeyse tamamen kurumsallaşmış bir birleşik cephe kurmak istiyordu; SSP de benzer bir yönelimin özlemini duyuyordu.

Komünist Enternasyonal’in VII. Kongresi’nde burjuva liberal partilerle halk cepheleri oluşturma kararı alındıktan sonra, bir tereddüt süresinin ardından SAP da yön değiştirir.

Bu yönelim değişikliğinin hemen öncesinde II. Enternasyonal’in yeniden oluşturulan sol kanadıyla uzatmalı bir flört; Belçika’daki Spaak’la, burjuvaziyle bir koalisyon hükümetinde bakan olmaya varacak bir yakınlaşma; Fransa’da, ilerleyen zamanlarda Stalin yanlısı Zymomsky eğilimini ve Marceau Pivert’in Devrimci Sol grubunu oluşturacak olan akımları bünyesinde birleştiren Bataille Socialiste grubuyla bir yakınlaşma yaşanmıştı.

Marceau Pivert (1895-1958)

Bu sırada RSAP’de birleşmiş olan RSP ve OSP bu eğilime direnmeyi başardı. POUM, bir yandan sosyalist devrim yönelimini muhafaza edip öte yandan da resmi olarak Halk Cephesi’ne katılarak ikircikli bir tutum almıştı.

Gündelik siyasal pratik düzleminde bunlar uzlaşmaz pozisyonlardı. Stratejik yönelim ve gündelik siyaset konusundaki ayrımlar Stalinizm karşısında tamamıyla zıt tutumların alınmasıyla daha da derinleşiyordu. Bu dönemde Stalinizm, SSCB’de Kirov’un öldürülmesinin ardından kitlesel temizlik harekatıyla ve Moskova duruşmalarıyla, Avrupa’daysa İspanyol devrimi ve Fransa’daki devrimci yükseliş karşısındaki tutumuyla karşı-devrimin belirleyici evresine girmişti.

Londra Bürosu’nun yalnızca Stalin yanlısı kanadının değil, en sosyal-demokrat kanadının dahi Troçkistlere ve eski Bolşeviklere karşı Stalinist baskıyı mahkûm etmeyi reddetmesi son derece anlamlıdır. Norveç’te DNA hükümeti ve bizzat, uğursuz bir tip olan Trygve Lie, Stalin’in cürümlerini teşhir etmesini önlemek için Troçki’yi ülkede kapalı tuttu. ILP ve SSP (tıpkı Brandlerciler gibi) ilk Moskova mahkemesini mahkûm etmeyi reddetti. POUM ve RSAP daha onurlu bir tutum aldılar. SAP iki pozisyon arasında gidip geldi.

Fakat bu uzlaşmaz yönelimleri iyiden iyiye belirginleştiren İspanya iç savaşıdır. Mayıs 1937 günlerinin ardından POUM’a karşı kitlesel baskı ve saldırı ânına kadar Londra Bürosu’na dahil olan örgütler (POUM dâhil olmak üzere) liberal burjuvaziyle İspanyol Devrimini boğacak olan “antifaşist birlik” stratejisini pratikte sorgulamayı reddettiler. Ülkede meydana gelenler konusunda gayet huzurlu, aşırı iyimser, yanlış bir bakışa sahiptiler. Yalnızca “antifaşist” güçlerin yükselişini görüyorlardı, halbuki giderek yükselen karşı-devrimin kendisiydi.

İspanya Devriminde POUM militanları

Karşı-devrimin, POUM’un yanı sıra CNT’yi ve genel olarak işçi hareketini hedef alan baskı ve saldırılarıyla birlikte iyice açığa çıkması karşısında hazırlıksız yakalandılar ve kuvvetli bir tepki vermekten aciz kaldılar. Yalnızca, POUM ile hayli etkili bir uluslararası dayanışma eylemi düzenleyebildiler.

Bu trajik yanılgı, kendini sembolik olarak şu şekilde gösterdi: Kasım 1936 konferansında yani nüfuzunun zirveye ulaştığı noktada, POUM’un 1936 Temmuz ve Ağustos’taki kahramanca mücadelesiyle edindiği uluslararası devrimci itibarı da arkasına alarak Londra Bürosu, 1937’nin mayıs ayı için Barselona’da Avrupalı devrimci sosyalistlerin toplanacağı bir konferans çağrısı yapmayı önerir. Bu tam da “demokratik” karşı-devrimin Cumhuriyetçi İspanya’da zafere ulaşacağı ve POUM’a karşı kitlesel bir saldırının başlayacağı zamandır.

Bu koşullarda, Brüksel konferansının başarısını, neredeyse tam bir faaliyetsizlik döneminin sonucu olarak Londra Bürosu’nun ilk dağılma emarelerinin görüleceği Şubat 1938 Paris konferansının takip etmesinde şaşırılacak bir şey yok (ki bu sırada DNA ihraç edilmiş ve SSP Bürodan çekilmişti).

Bu uluslararası örgütlenmedeki ciddiyet sorunu kendini zaten şu şekilde göstermişti: Londra Bürosu, kâğıt üzerinde POUM’u en önemli örgütü, İspanyol Devrimini de tüm Avrupa’da devrimin patlak vereceği en önemli olay olarak değerlendirirken, Ekim 1936 ve Mayıs 1937 arasında İspanya meselesini ve Barselona konferansının düzenlenişini ele almak için yalnızca bir kez toplanmıştır!

Eğer Londra Bürosu başarısız olduysa da bu Troçkistlerin sekter tutumundan kaynaklanmaz, her ne kadar Troçki’nin ve bazı yoldaşlarının bu türden yadsınamaz hataları olduysa da. Olayları bu şekilde değerlendirmek soyut tartışmalara aşırı bir önem vermekten ileri gelir. Londra Bürosu’nu mecalsizliğe mahkûm eden günün büyük sorunları karşısında ortak bir yönelim benimseme ve eylemde bulunma noktasındaki kifayetsizliktir. Programatik anlaşmazlıklar yalnızca stratejik hataların yoğunlaşmış ifadesidir. Bu ayrımlar daha “kardeşçe” bir üslupla veya (etkisiz kalmaya mahkum ancak karşı kanadı sıkıştırmaya yarayacak) daha sistematik ortak eylem önerileriyle aşılamazdı. 

Londra Bürosu’nun katılımcıları üzerinde etkili olan toplumsal güçler (sosyal-demokrat bürokrasi, Stalinist bürokrasi ve savaşın son hazırlık evresinde “demokratik” emperyalizmler­), gerçekten proleter ve devrimci sosyalist (komünist) güçler tarafından etkisiz hale getirilemeyecek kadar güçlüydü. Londra Bürosu’nun başarısızlığının temel sebebi budur.

Kaynak: Quatrieme Internationale, no.39, Aralık 1990-Ocak 1991.

Çeviri: Uraz AYDIN

Metinde geçen siyasal parti ve gruplar:

BOC: Bloque Obrero Campesino-İşçi Köylü Bloğu, Joaquin Maurin tarafından kurulur; İberya Komünist Federasyonu’na bağlıdır. 1935’te Andreu Nin’in İspanya Komünist Solu’yla (ICE) birleşip POUM’u oluşturur.

DNA (Der Norske Arbeiderpartei-Norveç İşçi Partisi): II. Enternasyonal’e üye olan parti 1919’den 1923’e kadar III. Enternasyonal’e katılır, 1927’de sosyal-demokratlarla tekrar birleşir ve 1932’te IAG’nin kuruluşuna katılır. Hükümete katılmadan kısa zaman önce, 1935’te IAG’den çekilir.

IAG (Internationale Arbeitsgemeinschaft-Uluslararası Emek Topluluğu): Sol sosyal-demokrat, muhalif komünist ve merkezci örgütlerden oluşan topluluk. 1932’de kurulur ve Londra Bürosu tarafından koordine edilir.

ILP: Independent Labour Parti (Bağımsız Emek Partisi), 1893’te sosyalist bir program üzerinden kurulur, Britanya İşçi Partisi’nin oluşturucu unsurlarından biri; giderek sola kayması sonucu İşçi Partisi tarafından 1932’de ilişkileri kesilir; o zaman 5 milletvekili vardı ve Londra Bürosu’na zemin oluşturmuştur.

Italyan Maksimalistler: İtalyan Sosyalist Partisi’nin otuzlu yıllarda Angelica Balabanov tarafından yönetilen bir akımı; iki Enternasyonal’in birleşmesini savunuyor.

OSP: Onafhankelijk Socialistische Partij-Hollanda Bağımsız Sosyalist Partisi, Sosyal-demokrat partiden bir sol kopma sonucu 1932’de P.J. Schmidt tarafından kurulur.

POUM: Partido Obrero de Unificacion Marxista (Birleşik Marksist İşçi Parti), 1935’te ICE ile BOC’nin birleşmesi sonucu oluşur, Katalonya’da önemli bir kitle tabanına sahipti.

RSAP: Revolutionair Socialistische Arbeiders Partij – Hollanda Devrimci Sosyalist İşçi Partisi. OSP ile RSP’nin birleşmesinden oluşur, LCI’yle ilişkilidir.

RSP: Revolutionair Socialistische Partij – Devrimci Sosyalist Parti, 1929’da Hollanda’da Sneevliet tarafından sol komünist ve sendikalist temellere dayanarak kurulan parti. OSP’yle birleşip RSAP’ı oluşurdu.

SAP: Sozialistiche Arbeiterpartei Deutschlands – Almanya Sosyalist İşçi Parti, sol sosyalist milletvekillerinin SPD’den ihraç edilmesinin ardından 1931’de kuruldu.

Schutzbund: Cumhuriyetçi Savunma Birliği, 1918’den 1934’e Sosyalist Parti’ye bağlı Viyana işçi milisleri.

SFIO: Section Française de l’Internationale Ouvriere – İşçi Enternasyonali Fransa Seksiyonu, Leon Blum tarafından yönetilen sosyalist (sosyal-demokrat) parti.

USPD: Unabhängige Sozialdemokratische Partei Deutschlands- Almanya Bağımsız Sosyal-Demokrat Partisi, SPD’den 1917’de savaş karşıtlığı üzerinden kopar; Çoğunluğu 1920’de KPD’yle birleşirken, geri kalan kesim kısa zaman sonra sosyal-demokrasiye katılır.

Ernest Mandel’den Polisiye Romanın Marksist Analizi

Marksist iktisatçı Ernest Mandel’in polisiye romanın farklı türlerinin dönüşümünü suç tarihinin gelişimiyle birlikte incelediği Hoş Cinayet kitabı Yazın yayıncılık tarafından tekrar basıldı. Hoş Cinayet’in bu üçüncü basımına önsöz polisiye roman yazarı Ahmet Ümit tarafından kaleme alındı. Ahmet Ümit, Mandel’in bu sıradışı fakat mühim eserini şöyle değerlendiriyor:

Sokaktaki suçtan, finansal suçlara, casusluktan gizemli konulara kadar geniş bir yelpazede belli başlı polisiye metinleri ve yazarlarını irdeler… Mandel sadece bu zengin roman sunumunu yapmakla da kalmaz polisiye roman ile edebiyat arasındaki o gerilimli ilişkiyi de sunar bizlere. Dickens’tan Balzac’a, Shakespeare’den Dostoyevski’ye edebiyat devlerinin suçu konu alan romanlarıyla polisiye metinler arasındaki geçişleri, görünür görünmez sınırları son derece yalın bir dille gözlerimizin önüne serer. 

Polisiye roman, nasıl ki edebiyatın belki de hiçbir zaman modası geçmeyecek bir türüyse, Hoş Cinayet de bu türün meraklıları için mutlaka kütüphanelerinde bulundurmaları gereken mücevher değerinde bir kitaptır. Polisiyeyi daha iyi anlamak için mutlaka okunması gereken bir kitap…

                                                                                                         

                                                                                                        

Ernest Mandel’ler de Ölür! – Erdal Tan (Yiğit Bener)

Aramızdan ayrılışının 25. Yılında Ernest Mandel’i, yirminci yüzyılın ikinci yarısının en önemli Marksist düşünürlerinden biri olan, IV. Enternasyonal’in bu tarihsel simasını çeşitli yazıları ve hayatından, mücadelelerinden kesitlerle anıyoruz. Burada Sosyalist Demokrasi için Yeniyol’un Eylül 1995 tarihli sayısı için kendisiyle birlikte uzun yıllar sosyalist mücadele içinde yakın mesai yapmış olan Yiğit Bener’in, Erdal Tan imzasıyla kaleme aldığı yazısını tekrar yayınlıyoruz. 

MANDEL’İN ANISI (1): Geçen ay, 20 Temmuzda yitirdiğimiz Ernest Mandel’in cenaze töreni eğer Türkiye’de yapılıyor olsaydı, büyük olasılıkla birileri “Ernest Mandel’ler Ölmez!” gibi bir slogan atardı. “Devrimci geleneklerimiz” arasında yer alan ve ölenlerin arkada bıraktıklarının kalbinde aslında ölmediklerini vurgulamak için söylenen bu tür sözlerde elbette doğru bir yön de var: 

— Öncelikle ölen kişinin anısı, yakınları ve dostları tarafından yaşatılacaktır mutlaka. Hele söz konusu olan, Ernest Mandel gibi ömrünü daha iyi, daha adil, daha insancıl bir dünya yaratma projesine adamış, tüm ezilenlerin yanında yer alıp mücadelelerine katılmış ve dolayısıyla tüm dünyada sevenleri, dostları, yoldaşları olan bir kişiyse… 

— Ayrıca ölen militanın amaçları, idealleri, mücadelesi, dava arkadaşları tarafından — belki biraz da onun anısına — sürdürülecektir. Hele söz konusu olan kişi, tüm militan yaşantısını devrimci bir enternasyonal örgütün inşasına adamış olan Ernest Mandel ise, tüm dünyadaki yoldaşlarının ve (1950’lerden sonraki dönemde adı onun adıyla birlikte anılan) IV. Enternasyonal’in, onun sosyalizm mücadelesini ödün vermeden sürdüreceğinden emin olabiliriz. 

— Ve nihayet, yitirdiğimiz kişi, Ernest Mandel gibi, neredeyse tüm dünya dillerine çevrilen onlarca kitabın ve yüzlerce makalenin yazarıysa; yarım yüzyıldır düşünceleriyle ve teorik katkılarıyla tüm dünyadaki birçok düşünürü ve sosyalist militanı şu ya da bu oranda etkilemişse; üstelik bir döneme damgasını vurmuş tarihi bir kişilikse, onun artık (bir anlamda) ölümsüzlüğe ulaştığını dahi düşünebiliriz.

Evet, işin bu yönlerine baktığımız zaman, “Ernest Mandel’ler Ölmez!” demenin belki de bir anlamı var… en azından bu şekilde bir teselli bulmak mümkün. Ancak yine de ben bu sloganı bir türlü benimseyemiyorum. Çünkü ne yazık ki, İslami gelenekten esinlenmiş olan “devrim şehitleri” edebiyatının gözden kaçırdığı şey şu: “Güneşe de gömülseler”, “anıları yolumuzu aydınlatmaya devam da etse”, ölen ölüyor ve kimsenin (hele Ernest Mandel gibi olağanüstü kişiliklerin) yeri de doldurulamıyor! 

Evet, Ernest Mandel’i tanımış olan bizler, dost meclislerinde onunla ilgili anılarımızı paylaşmaya devam edeceğiz; uzun bir süre onunla birlikte yürüttüğümüz mücadeleyi, artık onsuz da olsa, yine de sürdüreceğiz; onun yapıtları, teorik katkıları, tarihteki rolü, daha uzun yıllar tartışılacak; onunla ilgili ikinci elden kitaplar, makaleler yazılacak, akıllı ya da aptalca yorumlar yapılacak, hatta “Mandel uzmanları” türeyecek; düne kadar onun örgütünden inatla uzak duranlar, hatta örgütüne ve güvendiği yoldaşlarına söylemediklerini bırakmayanlar, birden kraldan fazla kralcı kesilip ona bizlerden bile fazla sahip çıkmaya kalkışacaklar (ne de olsa “Mandel iyiydi ama çevresi kötüydü”, değil mi?); belki de, tüm büyük Marksist düşünürler için yapıldığı gibi, kimi akademik çevrelerde yapıtları ve katkıları konuşulurken kitapları övülüp militan faaliyetleri yerilecek, hatta düşüncelerinin sivri (yani “devrimci”) yönleri törpülenip ehlileştirilmeye çalışılacak… 

YITIRILENIN BILINCINE VARMAK: Tüm bunlar yaşanacak muhakkak, eşyanın tabiatı gereği! Ama gerçek şu ki, bitmek tükenmek bilmeyen enerjisiyle, yüksek derecede iletken coşkusuyla, neşesi ve babacan sevecenliğiyle, en kuru örgütsel tartışmaya bile ayrı bir boyut katan derin tarihi ve evrensel bilinciyle ve temsil ettiği tarihi süreklilikle Ernest, artık aramızda olmayacak… Ölümün en mutlak ve en acı tarafı bu zaten!

SAVAŞ KUŞAĞI: Sonuç olarak, bir kuşak kaybolmakta ve onlar yok oldukça, kendi geçmişimizle ve tarihle olan canlı bağlarımız da bir bir kopmaktadır. Ucuz tesellilerin ötesinde, ölenlerle birlikte neleri yitirdiğimize baktığımızda, işte bu çıplak gerçeği ve yeri doldurulamayacak bir boşluğu görürüz. 

Ernest Mandel haklı olarak “kişi kültünden” nefret ederdi ve eminim kendi arkasından abartılıövgüler yazılmasını da istemezdi. Ancak, dünyanın öbür ucundaki bir ufak ülkede vefat eden ve daha önce adını bile duymadığımız bir yoldaşın ardından, dergilerimize yazdığı (ve önemli siyasi gelişmeler ne olursa olsun, mutlaka yer bulunup yayınlanmasını ısrarla talep ettiği) anma yazılarıyla bizlere önemli bir noktayı hatırlatıyordu: Verilen ortak mücadeleye — bir nebze de olsa — katkıda bulunmuş olanlara vefasız davrananlar, aslında kendi değerlerine ihanet etmiş sayılırlar (hatta Ernest bu tavrını, artık militanlığı çoktan bırakmış olan “eski yoldaşlar” için bile sürdürürdü). Üstelik, işin insani boyutunu bir kenara bıraksak bile, “eskilerin” kaybolmalarının ciddi bir örgütsel zaaf yaratacağını unutmayalım. Sorun, yitirilen yoldaşın kişisel yeteneklerinin ve örgüt içindeki somut görevlerinin ağırlığının çok ötesinde bir anlama sahiptir (nitekim Mandel’in bile, sağlık sorunları nedeniyle, son yıllarda IV. Enternasyonal içindeki eski ağırlığı fiilen kaybolmuştu). Çünkü “eski” yoldaşların en önemli işlevlerinden biri, her tür örgütlenmenin vazgeçilemez bir boyutu olan kolektif belleği canlı tutmak ve yeni militan kuşaklara iletmektir. Bu işlevin aksaması ya da ortadan kalkmasıyla örgütlenmedeki süreklilik sona erer. 

Mandel savaş görmüş ve savaşın insanlık için ne denli büyük bir felaket olduğunu bizzat (bir bölümünü nazi toplama kamplarında olmak üzere!) yaşamış bir kuşağın temsilcisiydi (2). O nedenle inatçı bir savaş karşıtı, inatçı bir anti-militarist militandı. Nitekim bu konuda yazılmış onlarca makalesi mevcuttur. Sosyalizm onun gözünde, kapitalist/emperyalist kâr mantığının kaçınılmaz bir ürünü olan savaşları engellemenin yegâne yoluydu (3). Bu nedenle de sık sık sosyalizmin, “militarist sembollerle” bir arada yürüyemeyeceğini, silahı ve şiddeti bayrak edinerek sosyalizm propagandası yapmanın abes olduğunu belirtirdi. Mandel, bazen kendini savunmak için şiddet kullanmanın kaçınılmaz olduğunu bilmeyecek kadar saf bir hayalperest değildi elbette. Ne var ki, “kerhen ve ancak kaçınılmaz olduğunda” kullanılması gereken “olumsuz” bir araca, “olumlu” nitelikler yüklenmesini ve bu aracın “sosyalizm adına” kutsanmasını kabul edemezdi. 

YA SOSYALIZM, YA BARBARLIK! Mandel için insanlığın önündeki en önemli tehditlerin başında nükleer savaş gelirdi (4). IV. Enternasyonal’in son Dünya Kongresi’ndeki konuşmasında da, bu konuda yeni programatik açılımların gerekli olduğunu belirtmişti: “Eskiden, ’emperyalistler savaş isterse, silahları onlara karşı çevirerek bu savaşa son verebiliriz’ derdik, ancak söz konusu olan nükleer silahlar olduğunda bunu bu şekilde söyleyemeyiz, çünkü emperyalistlere karşı dahi olsa, bu silahların kullanılması, insan türünün yeryüzünden silinmesi anlamına gelecektir”. Ernest’in bu son konuşmasını, kendini iç örgütsel tartışmaların sıcaklığına kaptırmış kimi yoldaşlar gülümseyerek karşıladılar, çünkü bu konu o anki gündemle doğrudan bağlantılı değildi. Oysa sanırım, bir sonraki Dünya Kongresine katılamayacağını aslında bal gibi hisseden Ernest, kısır gündemi zorlayarak bize belki de başka bir şeyler anlatmaya çalışıyordu…

Ya Sosyalizm, Ya Barbarlık adlı IV. Enternasyonal’in manifestosu (5), birçok yoldaşın katkısıyla genişletilmiş ve eleştiriler doğrultusunda değiştirilmiş olsa da, büyük ölçüde Mandel’in eseriydi. Ernest, bu dönemde bu tür bir metnin hazırlanmasının yararına ya da aciliyetine pek inanmayan yoldaşlarını ikna etmek için örgüt içinde büyük bir mücadele verdi. Çünkü onun için en acil sorunlardan biri, her geçen gün derinleşen ekonomik krizin de etkisiyle insanlığı adım adım felakete ve çürümeye sürükleyen kapitalizme karşı alternatifin yeniden canlandırılmasıydı (hatta artık alternatifin “ya sosyalizm, ya da insanlığın yok olması” olduğunu söylerdi). 

Tüm yazı ve konuşmalarında kapitalizmin aslında bir barbarlık rejimi olduğunu somut örnekleriyle anlatırdı. Sosyalizm mücadelesinin gerekliliğini ve meşruiyetini de bu analize dayandırırdı. Mandel için sorun, Peru’daki kolera salgınından etkilenen 200.000 kişinin nasıl sağaltılacağı, her yıl üçüncü dünya ülkelerinde tedavi edilebilir hastalıklardan ölen on altı milyon çocuğun nasıl kurtulacağı, günlük kalori tüketimi Nazi toplama kamplarındaki günlük kalori tüketimine eşit olan üçüncü dünyadaki bir milyar insanın karnının nasıl doyurulacağı sorunuydu. 

Tüm konuşmalarını kolay anlaşılabilir somut örneklerle süslemesinin altında yatan kaygı da sanırım buydu. Bu yüzden, onun konferanslarını, “büyük bir kuramcının büyük ve karmaşık soyutlamalarını” dinleme beklentisiyle izleyenler arasında hayal kırıklığına uğrayanlar da olurdu… Oysa Ernest için soyutlama, entelektüel züppeliğin tatminine yönelik bir amaç değil, çok sayıda ve karmaşık verilerden oluşan gerçekliği kavrayabilmek (ve bu gerçekliği insanlığın yararına dönüştürebilmek) için zorunlu olarak başvurulması gereken bir araçtı. Nitekim en soyut ekonomik kuramları tartıştığı yapıtlarını bile, anlaşılabilirliği hedefleyen somut güncel örneklerle beslerdi. İnanmayanlar, Marksist Ekonomi El Kitabı’nı, Uluslararası Ekonomide İkinci Kriz’i, hatta Kapitalist Gelişmenin Uzun Dalgaları’nı (6) ya da — Türkçe’ye çevrildiğinde (inşallah…) — Geç Kapitalizm’i okuyabilirler! [Bu eser 2008’de Versus yayınlarından Candan Badem çevirisiyle yayınlanmıştır-İF]

Sosyalizm’in ve sosyalist devrimin olabilirliğini kanıtlamak için de sık sık, çeşitli konuşmalarında ve makalelerinde (7) dünyanın dört bir tarafındaki grevlerden, mücadelelerden, dayanışmalardan küçük somut örneklere başvururdu. Mandel’in tarih merakının kökeninde de sanırım bu somut veri ve kanıt toplama dürtüsü önemli bir yer tutuyordu. Olağanüstü belleği sayesinde, tüm dünyada yaşanmış olan ve yaşanan sosyal mücadeleler konusunda canlı bir ansiklopedi gibiydi. 

FLAMAN, KOZMOPOLIT VE ENTERNASYONALIST: Kuramsal laf salataları yerine somut verilere olan bu tutkusu onu, ekonomik verilerden sosyal yaşamla ilgili küçük ayrıntılara kadar tüm dünyada olup bitenlerin yakın bir izleyicisi olmaya yöneltiyordu. Bu sayede dünyayı kavrayışında, global, geniş ve evrenselci bir bakış açısı kazanmıştı. Tarihi ve kapitalist gelişmeyi açıklayışındaki bu “bütünsellik” nedeniyle, (zaman zaman Marks’a karşı da yöneltilen bir suçlama olan) “yerel özellikleri ve farklılıkları göz ardı eden aşırı bir evrenselcilikle” eleştirildiği olurdu. Örneğin bazı yakın yoldaşları, (kanımca en önemli yapıtlarından biri olan) Marksizm’in Tarihteki Yeri (8) adlı incelemesini bu yönden eleştirirdi. Bu eleştirilerde bir doğruluk payı olsa da, Mandel’in “evrenselciliğinin” hiçbir zaman kaba bir “Avrupa Merkezciliğine” dönüşmediğini de belirtmek gerekir. Marks’ın İktisadi Düşüncesinin Oluşumu (9) adlı yapıtındaki “Asya tipi üretim tarzı” bölümdeki yaklaşımı sanırım bunun en iyi kanıtıdır. 

Kaldı ki, “Avrupa Merkezciliğe” karşı Mandel’in sahip olduğu en önemli panzehir, belki de tam bir “modern zamanlar Evliya Çelebisi” oluşuydu. Elinde küçük bavuluyla örgüt adına Asya’dan Latin Amerika’ya kadar dünyayı gezer, gerek işçi/köylü örgütleri militanlarıyla gerekse de o ülkenin akademik çevreleriyle konuşur, dinler, tartışır, öğretir ve öğrenirdi. Bu yönüne bir de, birçok dilde hem yazıp hem konuşabilir olmasını da eklersek, Mandel’in bir bakıma, tam da Marksizm’in ilk yıllarındaki geleneğe uygun bir “kozmopolit” olduğunu söyleyebiliriz.

Hoş, Mandel kozmopolit idi, ama yine de kendi “vatanı” vardı: Belçika’nın o puslu ve yağmurlu kentlerinin, Brüksel’in, Anvers’in, Charleroi’nın, sıradan ve salaş işçi kahvelerindeki seçim konuşmalarından, sık tekrarlanan genel grevlerden sonra sendikacılarla yapılan değerlendirme görüşmelerinden, (kendisinin de önemli bir rol oynadığı) Belçika işçi hareketinin tarihini anlattığı o eğitim seminerlerinden ve Enternasyonal’i flamanca söylediği parti mitinglerinden, vazgeçmesi olanaksızdı. 

O, Avrupa işçi hareketinin bağrından çıkmıştı ve köklerinden hiç kopmadı. Bu nedenle de hiçbir zaman, kimi Avrupalı solcu aydınlar gibi “vicdan rahatlatma” amaçlı ucuz “üçüncü dünyacılık” yapmadı. Mandel, emperyalist sömürünün “üçüncü dünyada” yarattığı yıkımların sorumluluğunu, hangi koşullarda yaşadığını çok iyi bildiği, gelir düzeyi sürekli geriletilen, kazanımları kemirilen ve işsizlikle terbiye edilmeye çalışılan Avrupa işçi sınıfına yükleyenlerden değildi.

Partisi için yaptığı bir seçim çalışmasında, kısa vadede 700.000 yeni iş kurmaya yönelik bir proje üretti. İşsizlik sorununa karşı bir geçiş talebi olarak düşünülen bu plan, üretimde kâr mantığının değil, sosyal gereksinimlerin temel alınması gerektiğini vurguluyordu… Zengin bir ülke olan Belçika’da sözü edilen sosyal gereksinim ise, doğru dürüst tuvaleti ve banyosu olmayan yüzbinlerce konuta tuvalet ve banyo yapılmasıydı!

Ernest Mandel, aynı anda hem Avrupalı işçinin hem de Latin Amerikalı ya da Asyalı köylünün sorunlarını hissedebilen; onlara, çıkarları arasındaki görünürdeki çelişkileri aşıp, ortak mücadelede hedeflerinde birleşmelerinin yollarını gösterebilen tam bir enternasyonalistti. Nitekim tüm ömrünü de devrimci bir enternasyonal örgütün gerekliliğini kanıtlamaya adamıştı. 

Ancak bu yüzden neredeyse, kendi örgütü olan Belçika Sosyalist İşçi Partisi (POS) ile başı derde giriyordu. Çoğu örgüte kendi kazanıp yetiştirdiği öğrencileri olan POS’un genç yöneticileri, sürekli seyahat ederek Enternasyonal’in işleriyle ilgilenip, kendi örgütünü boşlamasına sonunda isyan ettiler ve Ernest’i 1986’daki kongrede Merkez Komitesine seçmemekle tehdit ettiler! Adaylığının kabulü için tüm MK toplantılarına katılmasını ve hiç olmazsa ayda bir kez dergiye yazı yazmasını şart koştular. Ve Ernest bu şantaja boyun eğmek zorunda kaldı! 

Aslında bu isyanın arkasında bir “siyasi Ödipus kompleksinin” yattığı da söylenebilir, çünkü Mandel’i yeri geldiğinde en acımasızca eleştirenler yine hep Belçikalı kendi “manevi evlatlarıydı”. Çünkü onlar, IV. Enternasyonal’in inşa sürecindeki en önemli hata olan, örgüt inşasındaki “kendiliğindenci” yaklaşımın ve “aşırı iyimser” analizlerin sorumluluğunu ustaları Ernest’e yüklerlerdi. Mandel’in “kendiliğindenciliğini” eleştirenler, aslında bu yaklaşımının kökeninde onun “gizli” bir Rosa Luxemburg hayranı olmasının ve Rosa’nın örgüt anlayışından etkilenmiş olmasının yattığını iddia ederlerdi. Örgütün o dönemlerdeki eksikliklerin ve yanlışlıkların sırf Ernest’in “kendiliğindenciliğine” bağlanması her ne kadar ona karşı yapılan bir haksızlıksa da, sonradan kendi de kabul ettiği gibi (10), bu eleştirilerde bir haklılık payı vardı.

BÜROKRASI VE YOZLAŞMA: Aslında, Leninist Örgüt Teorisi’nin (11) yazarı Ernest Mandel’in temel hatası, gerek örgütlenmeyle ilgili yazılarında gerekse de (özellikle Belçika’daki) kendi pratiğinde, aygıt ve önderlik inşasının görece özerkliği ve önemi üzerinde yeterince durmamış olması; bu konuları ikinci plana atarak program savunusunu ve programatik propagandayı fazlasıyla ön plana çıkartması olmuştur. Bu yaklaşımın temelinde belki de, stalinizmin ve komünist partilerin baskısını fazlasıyla hisseden Avrupalı troçkistlerin geliştirdikleri ve her türlü örgütlenmeyle disipline kuşkuyla bakan anti-bürokratik alerjiydi (nitekim daha aygıtçı bir gelenekten gelen James Cannon’un yetiştirdiği Amerikalı troçkistler, örgütlenme konusunda daha başarılı olmuş, ancak ilerki yıllarda kimi “bürokratik” eğilimler de üretmişlerdir). Mandel ise, leninizmle stalinizm arasında bir süreklilik arayanlara şiddetle karşı çıkmakla birlikte, leninist örgütlenme anlayışının çoğu kez yanlış ve abartılı biçimde yorumlandığından yakınır, aşırı merkezci ve disiplin ağırlıklı yorumlarının ise belirli koşullarda bürokratik yozlaşmaya zemin hazırlamasından çekinirdi. Ancak bunun panzehirinin yine Lenin’in anti-bürokratik yazı ve eylemlerinde olduğunu söylerdi (ancak bir seminerde, “1917 Lenin’inin” ve “1936 sonrası Troçki’sinin” demokrasi konusunda daha tutarlı olduklarını söylemişti)…

Son yıllarda bürokrasi ve demokrasi konuları, zihnini en çok meşgul eden konulardı. Avrupa Komünizmi ile ilgili derlemesinde ve sosyal-demokrat partilerle ilgili makelelerinde açıkça belirttiği gibi, bürokratik yozlaşmaların sadece Rusya’da, özel koşullarda ortaya çıkan Stalinizm’e özgü olmadığını biliyordu elbette. Nitekim bürokrasinin, gerek kapitalist toplumlarda, gerekse de “post-kapitalist” toplumlardaki sosyo-ekonomik kökenlerini sorgulayan birçok makalesi de mevcuttur. Geç Kapitalizm’de, İşçi Sınıfı Hareketi ve Bürokrasi’de (12) ve hatta Faşizm (13) üzerine yazılarında ve SSCB’deki gelişmeleri inceleyen nice kitap ve makalesinde (14) bu çabanın izlerini bulabiliriz. Ancak şurası açık ki, stalinizmin, dünya işçi hareketinin ve özellikle de eski “Doğu Bloku” ülkelerinin proletaryasının bilincinde yarattığı tahribatın boyutları, İşçi Sınıfı Hareketi ve Bürokrasi’nin yazarını bile şaşırtmıştı. 

DEMOKRASI SORUNSALI: Nitekim Mandel’in en önemli siyasi öngörü hatalarından biri, stalinizmin yıkılışının ardından anti-bürokratik bir sosyalist siyasi devrimin geleceği beklentisiydi. Aslında bu hatanın temelinde, sanıldığı gibi Mandel’in o ünlü “aşırı iyimserliğinden” çok, bürokratik yozlaşmanın işçi sınıfının bilincinde yarattığı bu tahribatın boyutlarının küçümsenmesi yatıyordu. Sonuçta, stalinizme karşı amansız bir muhalefet hareketi olarak kurulan IV. Enternasyonal bile felaketin boyutlarını es geçmişti! Bu yüzden Mandel, özellikle yaşamının son yıllarında, bürokrasi/demokrasi konularında yeniden ve daha kapsamlı düşünülmesi gerektiğini vurgulamaya özen gösterirdi. Ayrıca SSCB’nin — gerek Troçki’nin gerekse de kendisinin öngörülerini doğrulamayan — evrimini incelerken, ucuz ve kestirmeci inkârcılıklara başvurmaksızın, “yozlaşmış işçi devletleri” kuramının sorgulanıp genişletilmesi konusunda çalışmaktaydı. 

Çeşitli katmanlara bölünmüş olan işçi sınıfının ve emekçilerin ortak iradelerini ortaya koyabilmeleri için demokrasinin vazgeçilemez bir araç olduğunu sık sık hatırlatan Mandel, her fırsatta, sosyalist demokrasideki özgürlüklerin ve hukuk anlayışının, en “özgürlükçü” kapitalist ülkelerdekinden bile kat ve kat üstün olması gerektiğini vurgulardı. Bu konuda hiçbir çifte standardın uygulanamayacağını söylerdi (hatta “madem ki işçilerden oy alabiliyorlar, yasadışı şiddete başvurmadıkları sürece en gerici burjuva partileri bile sosyalist bir iktidardaki tüm siyasi özgürlüklerden yararlanmalıdır” derdi). Nitekim IV. Enternasyonal’in en önemli programatik metinlerinden biri olan ve Ernest’in de çok önem verdiği Sosyalist Demokrasi ve Proletarya Diktatörlüğü (15) aslında, her ne kadar kolektif bir tartışmanın ürünüyse de, ana hatlarıyla Mandel’in eseriydi, bu kaygı ve arayışlarının ürünüydü.

Sosyalizm adına yapılan rezaletlerin ve kepazeliklerin onun moralini nasıl bozduğuna, başını ellerinin arasına alıp “bunu nasıl yaparlar!”, ya da “bu kadarı da olmaz ki!” diye nasıl tepindiğine kaç kez tanık olmuşumdur. Çünkü onun gözünde demokrasi ve insan haklarına saygı, sosyalizmin yeniden inandırıcılığını kazanması için vazgeçilmez koşulların başında geliyordu. Bu konuda modern teknolojinin ciddi katkıları olacağını düşünürdü. Modern iletişim araçlarının, bilgisayarların ve bunların kullanım alanlarının yayılması sayesinde, Lenin’in, Devlet ve İhtilal’deki rüyası olan, okuma yazma bilen herkesin toplum yönetiminde söz sahibi olabileceği bir düzenin pratikte kurulmasının artık mümkün olduğunu belirtirdi. Çünkü böylece herkesin, evindeki bilgisayar ve telefonla her önemli toplumsal konuda görüşlerini ve tercihlerini demokratik bir biçimde belirtebileceğini umuyordu (16).

Sosyalizm, karşı konulmaz bir takım nesnel ekonomik yasaların kaçınılmaz ürünü olarak değil, ancak bilinçli ve kollektif bir toplumsal iradenin ürünü olarak ortaya çıkıp yaşayabileceğine göre, bu uğurda mücadelenin meşru olabilmesi için, sosyalizmin sadece daha iyi yaşam koşulları vaat etmesinin yetmeyeceğine, aynı zamanda insani açıdan da daha üstün moral değerlerin taşıyıcısı olması gerektiğine inanırdı. Çünkü onun gözünde sosyalizm, haklılığı ve geçerliliği kendinden menkul, Marks’ın yazılarından kaynaklanan ve “vahiyle inen kutsal bir inanç” değildi. Somut sorunlara yanıt vermesi gereken, meşruiyeti ve doğruluğu her aşamada yeniden kanıtlanması gereken bir projeydi… Hele hele “sosyalizm adına” hareket eden sosyal-demokrat ve komünist partilerin iktidarlarının sergilediği acı deneylerden sonra! 

SOSYALIZMIN INANDIRICILIĞI: Nitekim son yıllarındaki en büyük tutkusu, kapitalist barbarlığa karşı yegâne alternatif olan sosyalizmin nasıl geçerlilik kazanabileceğini anlatmak ve inandırıcılığına yeniden nasıl kavuşabileceğini sorgulamaktı. Bu çabasının ürünü olarak son döneminin belki de en önemli makalesi, 1990 Nisanında kaleme aldığı Sosyalizmin Geleceği adlı yazıdır (17). 

Özellikle SSCB’nin yıkılışından sonra, sosyalizmin “geçersizliğini kanıtlamak” amacıyla burjuva propagandasının kullandığı en etkili silah, Ekim Devrimine saldırmaktı. Bu nedenle Mandel, Devrimin savunusunu üstlenmiş ve bu konuda, Amsterdam Defterlerinde yayınlanan Ekim Devriminin Meşruiyeti adlı bir inceleme dahi yazmıştı. Sık sık o dönemle ilgili (çoğu unutulmuş) bazı somut gerçekleri hatırlatırken, Bolşeviklerin insancıl yönlerini vurgulardı: Örneğin, devrim sırasında Bolşeviklerin ölüm cezasına ya da yargısız infazlara başvurmadıklarını hatırlatır; Ekim Devrimi sırasında ölen insan sayısının, Petrograd’da normal bir günde kaza sonucu ölenlerden fazla olmadığını vurgulardı. Ele geçirilen çarlık subaylarının bile, “Devrime karşı silah kullanmayacaklarına” dair söz vermeleri karşılığında bolşevik işçiler tarafından serbest bıraktıklarını büyük bir gururla aktarırdı. Buna karşın, devrimin ardından patlak veren içsavaşı, sonraki yozlaşmanın altyapısını hazırlayan en önemli etken olarak görürdü. 

Ancak Devrimi savunurken bile, o dönemde bolşeviklerin yaptıkları vahim hataları ve yanlış uygulamaları, örneğin muhalefet partilerinin kapatılması, demokratik özgürlüklerin kısılması, ardından da fraksiyonların yasaklanmasını acımasızca eleştirmekten kaçınmazdı (örneğin ustası Troçki’nin o yıllarda yazdığı Terörizm ve Komünizm adlı yapıtıyla ilgili olarak bir gün, “Bu kitap Troçki için bir utanç abidesidir” dediğine bile tanık oldum). Bu konuda özellikle de Rosa’nın, Lenin ve Troçki’ye yöneltmiş olduğu birçok eleştirinin ne kadar haklı olduğuna dikkat çekerdi. 

Örgüt içi ilişkilerde de demokrasiye saygı, Mandel’in en temel kaygılarından biriydi. 1950’lilerdeki kimi tartışmalarda ve bölünmelerde ne de olsa onun da bazı günahları (!) olmuştu ve bunlardan gerekli dersleri çıkartmıştı. Özellikle de örgüt içi demokrasinin, ayrı metin yayınlama hakkı ya da eğilim kurma hakkı gibi basit bazı şekilsel haklara indirgenemeyeceğini düşünürdü. Siyasi veri toplama, yazı yazma ve tartışma yürütme konusunda bolca zamanı ve olanakları olan profesyonel devrimcilerin ve öğrencilerin dışındaki kesimlerin de siyasi tartışmalara ve kararlara sağlıklı bir biçimde katılmalarının koşullarının yaratılması gerektiğini düşünürdü. Başka bir değişle, örgütün içi işleyişinin, günde 8-10 saatini bir patronun hesabına çalışarak geçirmek zorunda olan ve bir aile yaşantısı olan “normal” emekçilerin de siyasi katılımını sağlayacak şekilde dönüştürülmesi gerektiğini vurgulardı (bkz. Inprecor‘un 15. Yılı Söyleşisi).

Ernest, örgüt içi tartışmalardaki ve çeşitli sol örgütlerin arasındaki polemiklerde kullanılan sert ve saldırgan üsluptan da çok şikâyetçiydi. Yıllarını siyasi mücadeleye vermiş, uluslararası polemikler içinde “pişmiş” ve sık sık tartışmalarda hedef ya da odak noktası olmuş (zaman zaman kendisi de demagojik yöntemlere başvurmuş!) deneyimli bir yöneticinin artık bu tür şeylere aldırmaması beklenirdi belki… Ama Ernest, hâlâ, hakarete varan sertlikteki tartışma ve suçlamalardan incinecek hassasiyette bir insandı. Her zamankinden daha öfkeli tartışmalara, şiddetli atışmalara ve sert suçlamalara sahne olan bir yönetim toplantısında söz alıp, bu üslubu protesto edişini anımsıyorum: Birbirlerine bu kadar hakaret eden, bu kadar ağır suçlamalar yönelten, bu kadar aşağılayıcı ya da kırıcı bir üslupla tartışan insanların, ertesi gün nasıl birbirinin yüzüne bakacağını, nasıl yoldaşça omuz omuza mücadele edebileceğini sormuş ve herkesi daha ölçülü davranmaya çağırmıştı. 

“BIZIMKILER” VE BIRLIK SORUNSALI: Çünkü onun anlayışına göre, sonuçta, sosyalizmin ana hedefleri için mücadele eden herkes, hangi örgütten ya da hangi görüşten olursa olsun aynı saflarda yer alıyordu. Dolayısıyla şu ya da bu tartışmada “yanlış” bir görüş savunuyor olması o kişiyi “başı ezilmesi gereken bir haine” dönüştürmediğine göre, tartışmanın özüyle ilgili taviz vermemekle birlikte, tartışma üslubunun da bu gerçeğe uygun olması gerekiyordu. 

Ernest’in “birlikçi” yaklaşımının temelinde de sanırım bu felsefe yatıyordu. Kaç kez, diğer sosyalist örgütlerin başarılarından söz ederken bile “bizimkiler” diye konuştuğuna tanık olmuşumdur. Ernest için Sandinistler “bizimkiler” idi, Güney Afrikalı ya da Filipinli devrimciler de… Fransa’da IV. Enternasyonal’in örgütünün katılmadığı bir seçimde, “rakip” troçkist örgüt Lutte Ouvrière’in aldığı oylara bile “bizimkilerin başarısı” diye sevinmişti Ernest! 

Bunu, sol içi derin görüş ayrılıklarını gözardı eden bir tür siyasi oportünizm ya da naif bir “yavrukurt zihniyetinin” ürünü olarak algılamak da olası tabii. Ancak Mandel’in bu tavrıyla anlatmak istediği şuydu: devrimci örgütler arasındaki görüş ayrılıkları, geniş kitlelerin gözünde çoğu zaman pek bir şey ifade etmiyor. Onların oy ya da destek verdikleri şey (hele şu dönemde) şu ya da bu fraksiyonun yöneticinin dahiyane görüşleri, taktik yönelişleri, tarihi değerlendiriş biçimi ya da şu veya bu polemikte rakibinin ağzının payını vermedeki ustalığı değil, o örgütlerin propagandasında yer alan sosyalizmle ilgili genel geçer hedeflerdir (hatta bırakınız kitleleri, çeşitli örgütlerdeki militanlar bile, seçimlerini şu ya da bu örgüt ya da önderlik lehinde yaparken acaba her zaman çok bilinçli ve bilimsel nedenlere mi dayanmaktadır?). Üstelik hal böyleyken bile, emekçiler toplumun ezici çoğunluğunu oluşturduğu halde, sosyalistlere oy ya da destek verenler hâlâ azınlıkta kalıyor! 

Bu durumda sosyalistlerin, kendi aralarındaki görüş ayrılıklarına ve (kimi zaman gerçek yaşamla bağlantılı olup olmadıkları bile sorgulanabilecek olan) tartışmalarına abartılı bir önem vehmetmeleri ve hele bu nedenle bölünmeleri ahmaklıktır. Yürütülen tartışmalarda kimin haklı kimin haksız olduğunu tarih ve kitle hareketi içinde yaşanan somut deneyler belirleyecektir. Sonuç olarak, zorunlu olmadıkça ayrılıkları değil ortaklıkları ön plana çıkartmakta yarar vardır. 

Ayrıca biraz daha alçak gönüllü ve birbirine karşı biraz daha saygılı ve hoşgörülü olmakla kimsenin kaybedeceği bir şey de yoktur… Aksine! Belki de herkesin birbirinden öğrenebileceği birşeyler vardır… Ernest bu konuda çok açık sözlüydü. Örneğin kendi örgütünün diğer devrimci akımların deney ve başarılarından çok şey öğrendiğini ve daha çok şey öğrenmesi gerektiğini hiçbir komplekse kapılmadan açıkça söylerdi. Özellikle de Yeşillerin ve kadın hareketinin sayesinde, bu alanlardaki programatik eksikliklerimizin bilincine vardığımızı gizlemezdi. Nitekim Marksizm’e Giriş (18) adlı eğitim kitabının ilk baskılarıyla sonrakileri kıyaslandığında, ilk önce kadınların ezilmesiyle ilgili bir bölümün, daha sonra da çevre sorunlarıyla ilgili başka bir bölümün eklendiğini görebiliriz. 

Ernest’in bu alçak gönüllülüğü kişisel ilişkilerine de yansırdı (19). Tartışmalarda örgütsel konumunu ya da yetkinliğini kullanarak karşısındakini susturmaya çalışmaz, aksine, en genç ve en deyimsiz militanı dahi ciddiye alır ve ikna etmek için, bazen nezaket sınırlarını bile zorlayan sorulara ve itirazlara bile sabırla yanıt verirdi. “Liderlere” tanınan ayrıcalıklardan da nefret ederdi. Katıldığı son Dünya Kongresinde talep ettiği tek bir ayrıcalık oldu: sağlık sorunları nedeniyle yürümesi ve ayakta durması zorlaştığından, oturduğu yerden konuşabilme. Hatta söz hakkı bile herkesinkiyle eşit tutuldu ve tanınan süreyi doldurduğunda, divanın uyarısıyla sustu (oysa bu, bir dünya kongresindeki son konuşmasıydı…).

Evet, artık Ernest toplantılarda söz alıp, o çocuksu coşkusuyla bizlere “gaz veremeyecek”, iyimserliğini aşılamak için “kitle hareketinin önlenemez yükselişinden” dem vuramayacak, sosyalizmin olabilirliğini kanıtlamak için Patagonyadaki son grevleri anlatamayacak… Ama hiç olmazsa bizlere kitaplarını ve sayısız makalelerini bıraktı. 

ORTAK MIRAS: Kitaplara ve düşüncenin gücüne çok inanırdı. Troçki’nin bir kitabının ya da makalesinin “glasnost” dönemi sırasında SSCB’de ya da Çin’de yayınlanması onu çok heyecanlandırırdı. İlk kez resmi davetli olarak SSCB’ye gidip bir konuşma yapması da onu olağanüstü heyecanlandırmıştı. Haklıydı da belki, küçük örgütsel başarılar ya da başarısızlıklar gelip geçiciydi, ama kitaplar kalıcıydı. Nitekim Mandel’in Türkiye’deki ilk kitabının yayınlanması, henüz bir Troçkist örgütlenmenin olmadığı bir döneme rastlar. Üstelik Marksist Ekonomi El Kitabı’nı yayınlayan Ant yayınlarının yöneticisi Doğan Özgüden, o sıralar henüz “anti-troçkist” bir çizgideydi! Yıllar sonra Masis’le birlikte Brüksel’de, Doğan ağabeye nasıl olup da (o zamanki düşüncesiyle) “hain bir troçkistin” kitabını yayınladığını sorduğumuzda, “o zamanlar troçkist olduğunu bilmiyorduk; kaldı ki sonradan öğrendiğimizde de hiç pişman olmadık, çünkü çok iyi bir kitaptı” demişti… Evet, haklıydı Doğan ağabey, önemli olan etiket değil, içeriktir. 

Nitekim bugün Mandel’in kitapları tüm dünyada mevcut troçkist militan sayısından kat ve kat fazla satmaktadır. Mayıs 1991’de, Mülkiyeliler Birliğinin ve Yazın Yayıncılığın davetlisi olarak Türkiye’ye geldiğinde, topu topu bir avuç Troçkist militan karşılamıştı onu… Ancak hem İstanbul’da hem de Ankara’da, onu izlemeye gelip alkışlayan binlerce insan vardı (20). Ernest de kitaplar ve düşüncenin gücü konusunda iyimser olmakta haklıydı! 

Son görüşmemizde, Türkiye’deki tüm yoldaşlara özel selamlarını iletmiş (21), bizleri “iyimser olmak” ve “geleceğe güvenle bakmak” konusunda ikna etmesine gerek olmadığını bildiğini söylemiş ve bizlere — özellikle de Birleşik Sosyalist Parti deneyine — çok güvendiğini belirtmişti (Dünya Kongresinde yaptığı son konuşmasında, sosyalistlerin birliği konusunda dünya çapında örnek alınması gereken üç deneyden biri olarak BSP’yi saymıştı). Bu konuşmamızdan birkaç hafta sonra onu yitirmemiz nedeniyle bu mesajlarını bir bakıma, “Türkiye’dekilere” yönelik bir tür “vasiyeti” olarak değerlendirebiliriz.

Onu yakından tanımış olan ya da onunla aynı saflarda militanlık yapmış olan, onun düşüncelerini paylaşmış, tartışmış, dile getirmiş, yayınlamış olan bizlerin, IV. Enternasyonal militanlarının, onun anısına sahip çıkması doğaldır elbette. Ancak Ernest Mandel ve onun düşünceleri sadece bize değil, onunla aynı özgürlük, adalet, eşitlik, demokrasi ve sosyalizm ideallerini paylaşan herkese aittir, hepimizin ortak mirasıdır. Elbette herkesin bu mirasın tümünü paylaşmasını beklemek abestir; onun yapıtları, katkıları ve görüşleri daha uzun yıllar tartışılacak ve tabii ki eleştirilecektir. Ancak kanımca onun temel siyasi felsefesi açısından en anlamlı jest, ölümden sonra onun anısına sadece bizlerin değil, BSP’nin de sahip çıkmasıdır. Sanırım bu, son mesajının boşa gitmediğinin en güzel kanıtıdır. 

Onun kadar iyimser olmak gerçekten mümkün mü bilmiyorum, ama umarım gelişmeler onun bu iyimserliğini bu kez haklı çıkarır! Bize de öyle olması için elimizden geleni yapmak düşer…

Onunla son kez, ölümünden birkaç hafta önce, ilk tanıştığımız yer olan Belçika’da karşılaşmıştık. Ernest’in yıllardır ciddi sağlık sorunları olduğunu biliyordum, ancak ilk defa onu bu kadar kötü görmüştüm. Dünya Kongresinin bitiminde vedalaştığımızda, bunun gerçek bir veda olduğunu ve onu son görüşüm olacağını hissetmiştim. Son kez elini sıkarken ki sıcak gülüşünü hiç unutmayacağım… Söylediklerini de! 

Güle güle Ernest. Seni tanımış olmak, seninle birlikte çalışmış olmak (bundan sonraki yaşam çizgim ne olursa olsun) ömür boyu taşıyacağım bir onurdur. Umarım tarih kitapları seni sadece Marksist ekonomiyi güncelleştiren nice eserin yazarı olarak değil; ya da sadece marksizmin hümanist özünü yeniden keşfettiren ve devrimci enternasyonalizmi yeniden yaşatmaya ömrünü adamış, IV. Enternasyonal’in en tanınmış yöneticisi olarak da değil; aynı zamanda da, Avrupa’nın tüm sanat eserleri müzelerinde rehberlik yapacak kadar geniş kültürlü, eski siyah/beyaz İtalyan komedi filmlerinin izleyicisi, polisiye roman tutkunu ve — herşeyden önemlisi — en “ciddi” ve gerilimli toplantılarda bile yüksek sesle kahkaha atarak gülmesini unutmadan, çocuksu coşkusuyla umudu yeniden yeşerten, sıradışı bir insan olarak anar.

İstanbul, 1 Eylül 1995

NOTLAR:

(1) Kişisel anılara ve duygulara da yer verilmesi, dergilerimizde pek de alışık olmadığımız bir şey. Ne var ki, Ernest Mandel’in 12 yıllık bir “çömezi” olarak (ki bu 12 yılın önemli bir kısmı, Belçika ve Fransa’da, yakın “mesai arkadaşlığı” şeklinde geçmiştir), onun yanında, ondan duyduğum kimi düşüncelerini ve onunla ilgili bazı anılarımı aktarmanın, kişisel bir heves değil, kollektif yapıya (özellikle de ilk sosyalist bilincini onun kitaplarını okuyarak geliştiren gençlere) yönelik bir görev ve sorumluluk olduğunu düşündüm. Dolayısıyla, bu tür bir yazıya ister istemez yansıyan “kişisel” boyutun bu çerçevede değerlendirileceğini umarım. 

Kaldı ki, Ernest’in ardından yazılan bir yazıda bunların olması da doğal: Ne de olsa bizlere sürekli olarak sosyalizmin temelinde hümanizmin, yani “insan sevgisinin” bulunduğunu hatırlatan ve kendi özümüze  yabancılaşmamamız gerektiğini  vurgulayan o değil miydi? 

(2) Bkz. İkinci Dünya Savaşının Anlamı, Yazın Yayıncılık, Ağustos 1995.

(3) Bkz. Barış İçinde Birlikte Yaşama ve Dünya Devrimi, Köz Yayınları, 1975.

(4) Bkz. Nükleer Savaş ve Sosyalizm, Yazın Yayıncılık, 1987.

(5) Yazın Yayıncılık, 1994.

(6) Sırasıyla: Ant Yayınları, 1970; Koral Yayınları; Yazın Yayıncılık, 1986 ve 1991.

(7) Örneğin Özyönetim ve İşçi Denetimi’yle ilgili üç ciltlik derlemesi ya da Devrimin Uzun Yürüyüşü adlı derlemesi (türkçeye henüz çevirilmediler).

(8) Yazın Yayıncılık, 1994.

(9) Köz Yayınları, 1978; Yazın Yayıncılık, 1993.

(10) Bkz. Enternasyonalizm ve IV. Enternasyonal adlı broşürde yer alan, Inprecor‘un 15. Yılı Söyleşisi, Yazın Yayıncılık Mayıs 1991.

(11) Köz Yayınları, 1977; Yazın Yayıncılık, 1995.

(12) Köz Yayınları, Mart 1976.

(13) Troçki’nin Faşizme Karşı Mücadele’sine önsöz, Köz Yayınları,1976; Yazın Yayıncılık, 1993.

(14) Örneğin bkz. Glasnost ve Siyasal Devrim, Yeniyol Broşür Dizisi, 1990; SSCB Tartışması, Yazın Yayıncılık, 1994; ya da (türkçeye çevirilmeyen) Gorbaçev’in SSCB’si Nereye Gidiyor? adlı incelemesi.

(15) Yazın Yayıncılık, Haziran 1993.

(16) Bilgisayar çağının yeni ufuklarına çok güvenirdi ama kuşağının tipik bir temsilcisi olarak, kendisi bilgisayar kullanmayı kesinlikle reddederdi! İşleri kolaylaştırmayıp sorun çıkarttıklarını iddia eder, yazılarını hâlâ eski daktilosunda, kâğıtları kesip ucuca yapıştırıp, kargacık burgacık el yazısıyla düzeltmeler yaparak yazardı…

(17) Bkz. Enternasyonalizm ve IV. Enternasyonal.

(18) Köz Yayınları,1977; Yazın Yayıncılık, 1992.

(19) Yazılarının kısaltılmasını kimse sevmez, Ernest de sevmezdi. Ancak söylemek istediklerinin özüne dokunulmayacağına güvendiği zaman, hem sesini çıkartmaz, hem de nerelerin kesildiğini denetlemeye bile gerek duymazdı!

(20) Bkz. İstanbul Konferansı, Yazın Yayıncılık, Mayıs 1991.

(21) Zaten Ernest’in Türkiye’ye özel bir ilgisi vardı. Eh, ne de olsa kitaplarının en çok çevirildiği yabancı dillerin başında Türkçe geliyordu ve Masis gibi “özel” bir yayıncısı vardı. Nitekim Türkçesi yayınlanan Kapitalist Gelişmenin Uzun Dalgaları, İkinci Dünya Savaşının Anlamı ya da (türkçesi bu yıl yayınlanan) son kitabı Alternatif Olarak Troçki gibi birçok önemli yapıtı, yazıldığı dil dışındaki dillerde henüz yayınlanmadı; birçok kitabının (örneğin türkçesi 1985’te yayınlanan Hoş Cinayet) basılan ilk çevirileri de türkçe çevirileridir! Ayrıca, IV. Enternasyonal’in (çok önem verdiği) yayın organı olan Inprecor‘un başında da iki yıl boyunca bir Türkiyeli bulunmuştu. Üstelik Yarı-Sanayileşmiş Ülkeler konulu incelemesinde (Yazın Yayıncılık, 1985) Türkiye’den pek söz etmemiş olması epey başına kakıldığı için de, artık neredeyse her yazısının ve konuşmasının bir tarafına bir Türkiye lafı sıkıştırma gereksinimini duyuyordu (özellikle de 1991’deki İstanbul ve Ankara konferanslarından sonra)! Kaldı ki, Brüksel’de bile “Türk mahallesi” sayılan Schaerbeek’te otururdu…

Çılgın Bir Gencin Şansı: Ernest Mandel’le Söyleşi – Tarık Ali

Bu görüşme gençlik yıllarında uzun süre Ernest Mandel ile aynı saflarda [4. Enternasyonal İngiltere seksiyonu IMG] bulunmuş olan Tarık Ali tarafından 1995 yılında, Ernest’in ölümünden sonra New Left Review dergisinde yayımlanmıştır.

Ernest, Almanya’da Hitler iktidarı ele geçirdiğinde on yaşındaydın. 2. Dünya Savaşı patlak verdiğinde ise on altı. Özellikle senin gibi Yahudi kökenli biri için çok kötü gençlik yılları geçirmiş olduğuna şüphe yok. Bu döneme ilişkin ilk anıların neler?

    Evet, çok garip belki ama bu ortalamaya yakın olmayan özel bir bakış açısının sonucu; tüm bu döneme ilişkin hiç kötü anım yok. Tam tersine… Daha çok gerilimi, heyecanı hatırlıyorum, ama umutsuzluk ve korku duymadım. Bunun sanırım bizim yüksek derecede politize olmuş bir aile olmamızla ilgisi var.

    Baban bir militandı, öyle değil mi?

    O zamanlar babam artık militan değildi. Ondan önce, Alman devrimi sırasında militanlık yapmıştı. Askerlik yapmak istemediği için Belçika’dan Hollanda’ya geçmişti. O sırada aşırı sol kanat bir sosyalistti. Hollanda’da daha sonra Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin Başkanı olacak olan Wilhelm Pieck’le tanışmıştı. Alman devrimi patlak verince, birlikte Berlin’e gitmişler. Bir süre Sovyet Rusya’nın Berlin’de kurduğu ilk haber ajansında çalıştı. Radek’i ve başka bir dizi insanı kişisel olarak tanırdı. Bu nedenle kitap raflarımız eski yayınların fantastik bir koleksiyonuyla doluydu: Marx, Lenin ve Troçki’nin kitapları, zamanın Inprecor dergileri, Rus edebiyatı ve daha birçokları. 1923 yılı civarında babam politikadan uzaklaştı. Onun yaşamı adeta dünya devriminin iniş çıkışları tarafından belirleniyordu. Hitler’in iktidarı alması, onun için tam bir şoktu. Bunun dünya için ne anlama geldiğini çok iyi biliyordu. Hatırlıyorum; hatta belki de benim ilk siyasi hatıramdır, 1932 yılındaydı, o zaman 9 yaşındaydım, papen pytsch diye anılan zamanda, Prusya’daki sosyal demokrat hükümet görevden alınmış, İçişleri Bakanı ve polis şefi tutuklanmıştı. Polis şefi şu meşhur cümleyi söylemişti: “şiddetten önce bıraktım”. Bir teğmen ve iki asker ofisine girmiş ve 1918’den beri 14 yıldır biriktirdikleri tüm iktidarı sadece beş dakika içinde silip süpürmüştü. Bu haberi Antwerp’in, yani yaşadığımız yerin sosyal demokrat günlük gazetesinde okumuştuk. Babam çok keskin yorumlar yapmıştı. Bunun sonucunun kötü olacağını söylemişti, bu olayın sonun başlangıcı olduğunu… Bunu çok iyi hatırlıyorum. Ve sonra Hitler iktidara gelince ilk göçmenler, bazı akrabalarımız ve babamın arkadaşları evimize sığınmışlardı.

    1933-35 arası yıllar, Belçika için çok kötü yıllardı, krizin en derin olduğu yıllardı ve insanlar ekmeğe muhtaçtı. Bugün olduğundan daha kötü yıllardı, çok daha kötü. Belçika kraliçesi sadece işsizlere ekmek ve tereyağı dağıttığı için çok popüler olmuştu.

     1939’a gelindiğinde, hemen herkes savaşın başlayacağından emindi. Fazlasıyla yalıtılmıştık. Antwerp’in sokaklarında bildiri dağıtıyorduk, mevsim göz önünde bulundurulursa akıllıca bir davranış olmamasına karşın.

    Bildiride ne yazıyordu?

    Savaş karşıtı bildirilerdi. Savaşın geldiğini, ama bunun bizim savaşımız olmadığını. Çok etkili olmadı. Üstelik soyut ve propagandist bir dille yazılmıştı. Ama ben yazmamıştım ve bununla ilgili bir sorumluluk da kabul etmiyorum.

    Ama bu bildiriyi dağıttın?

    Tabii ki bu bildiriyi dağıttım.

    Yani ilk bildiri dağıttığında 15 yaşında mıydın?

    16 yaşına girmeme az kalmıştı. Çok zor zamanlardı, belki de yaşadığımız en zor zamanlardı. Bizim örgütümüz Belçika’da iki küçük kesimden oluşuyordu. Birinin özellikle kömür madeni çıkartılan bölgelerde sosyal demokratlardan bize kayan 600 militanı vardı. Bir maden kentinde salt çoğunluğa sahiptik ve işverenlerin buna cevabı madeni bir daha açılmamak üzere kapatmak olmuştu. Bu madencilerin hepsi, siyasal faaliyetlerinden dolayı cezalandırıldılar. Savaş öncesinde, savaş boyunca, savaş sonrasında bir daha asla hiçbir yerde iş bulamadılar. Yani güneşin altında yeni bir şey yok.

    Sen direnişe ne zaman katıldın?

    Evet, Örgüt yeraltına çekilmek zorunda kalınca sözünü ettiğim grup da dağıldı. Liderleri Nazilerle işbirliği yaptığı gibi inanılmaz bir suçlamayla Stalinistler tarafından öldürüldü. Oysa bu sadece bir yalandı. Savaştan sonra bu yoldaşlar -onlara, Troçkist olmamalarına, muhalif sosyalist, sol sosyalist olmalarına rağmen yoldaşlar demek zorundayım- belediye başkan adaylığı için yarıştılar ve o kentte yeniden çoğunluğu ele geçirdiler. Böylece Nazilerle işbirliği yaptıkları yolundaki korkunç iftiranın doğru olmadığı da açığa çıktı. Bu dönemde, insanların ölmesi ya da kaçmasıyla birlikte örgütümüz hızla kan kaybetti ve çok küçüldü. 1939-40 yıllarında Alman istilasından hemen önce belki bir belki de iki düzine insan kalmıştık. Ülkedeki atmosfer korkunçtu. Alman ordusu ülkeye 10 Mayıs’ta girdi ve 28 Mayıs’ta tamamen işgal edene kadar askeri saldırılar sürdü. o dönem sosyalist partinin lideri olan Henri de Man Başbakan Yardımcılığı görevini sürdürdü. O Nazilerden çok önce işgal edilmişti. Halka Nazilerle işbirliği yapılması için çağrı yapıyordu. Sendikaların bir kısmı onu destekledi. Komünist Parti gibi o da legal bir gazete çıkarmaya devam etti. Stalin-Hitler paktı nedeniyle Nazilere katılmaya hazırlanıyorlardı. Bütün bunlar bizim için tam bir şoktu. Çok zayıf ve çok küçüktük. Daha sonra, İhtiyar’ın, Troçki’nin öldürüldüğünü duyduk. Belçika gazeteleri 21 Ağustos baskılarında buna yer verdiler. Hemen ardından Belçika komünizminin efsanevi figürlerinden biri olan partinin kurucu üyesi, 20’ler boyunca merkez komite üyesi ve daha sonra Troçkist olmuş sol muhalif yoldaş Polk babamın evine geldi. Ağlıyordu. Yaşlı adamı kişisel olarak tanırdı. Diğerleri de geldiler. Odada sürekli aynı şeyi söyleyen yedi ya da sekiz kişi vardı. Bu cinayete verilecek en iyi cevap örgütü yeniden ayağa kaldırmaktı, bu kirli katillere fikirleri baskılayamayacakları ve direniş akımını durduramayacakları ancak böyle gösterilebilirdi. Bizimle tamamen aynı şekilde düşünen Brüksel’deki yoldaşları bulduk. İki hafta içinde örgütün iskeleti açığa çıkmıştı. 1940 yılının sonunda ilk illegal gazetemizi yayınlamaya başladık. Küçük bir matbaa kurduk ve aletler çalışmaya başladı. Küçük ve illegal bir örgüttük ve bazı işçi çevrelerinden çok olumlu tepkiler aldık. Çünkü belli bir anlamda bir tekelimiz vardı. Komünist Parti kendisini birebir direnişin içinde tanımlamıyordu. Sosyal demokratlarsa daha ziyade işbirliği içinde tanımlıyorlardı. Hala insanların birçoğu Almanların kazanacağını düşünüyordu. En iyisi hiçbir şey yapmıyor ve pasif duruyordu. En kötüsü ise, kazananın yanında olmak istiyordu.

    Siz hala izole durumda mıydınız?

    Kış aylarından sonra işler değişti. Mart ayında grevler başladı. Grevlerin ardından Komünist Parti’de değişimler oldu. Onların Sovyetler Birliği’nin saldırısına kadar bekledikleri doğru değil. Kitlesel bir hareketin dışına düşmek istemediklerinden, grevlerle birlikte yavaş da olsa harekete geçmeye başlamışlardı. Aynı zamanda, bize veya diğer örgütlere hegemonyayı kaptırmak istemiyorlardı, çünkü hiçbir şey yapmamanın bir bedeli olduğunu biliyorlardı. Ve elbette Sovyetler Birliği saldırınca onlar da Nazilere karşı sertleştiler. Bu andan sonra işler bizim için zorlaşmaya başladı ama kitlesel direniş gelişiyordu. Belirli bir kendinden memnuniyet haliyle geriye baktığımı söylemeliyim. Genç bir adamdım, çok olgun değildim, hatta birçok konuda çok aptalca da davrandım, ancak hiçbir zaman Nazilerin savunulması gerektiğini düşünmedim. Buna mutlak bir biçimde sadık kaldım. Hatta bu yüzden çok çılgınca hareketler de yaptım.

    Alman askerlerine bildiri dağıtmak gibi mi?

    Evet ancak bu yaptığım en çılgınca şey değildi. Hatta gayet doğruydu. İlk yakalandığım zaman hapisten kaçmayı başardım. İkinci kez yakalandım ve bu sefer de kamptan kaçmayı başardım. Üçüncüsünde beni Almanya’ya götürdüler. Çok mutluydum. Hatta yüzde 99.9 öldürüleceğimi anlamamıştım. Yahudi, Marksist, Komünist ve Troçkist. Bu dört nedenin her biri farklı farklı insanların öldürülmek için yeterli nedenken bende dördü de mevcuttu. Oysa ben Almanya’ya getirildiğime seviniyordum çünkü Alman devriminin merkezinde olacaktım. Sadece, “harika” diyordum, “olmak istediğim yerdeyim”. Tabii ki baştan aşağı mantıksızdı.

    Sonra yeniden kaçmaya çalıştın mı?

    Evet, bu da ayrı bir aptallık öyküsü. Benim şu anda yaşıyor olmam tüm kuralları alt üst ediyor. Belli bir anlamda dış görünüşüm ve elbette şansımın da yardımıyla. Ancak siyasal davranış ve sanırım birkaç temel soruna doğru yaklaşım sayesinde gardiyanlarla kısa zamanda yakın bir ilişki kurdum. Diğer Belçikalılar ve Fransızlar gibi Alman karşıtı bir görüntü sergilemedim. Siyasi sempatizanlarımız olabilecek gardiyanları ayırt ettim. Bu kaçmak için değil, sadece kendini korumak için bile çok zekice bir davranıştı. Hemencecik birkaç eski sosyal demokrat ve hatta komünist gardiyan buldum.

    Toplama kampındaki gardiyanların arasında mı?

    Evet, ancak orası bir toplama kampı değil, tutuklu kampıydı. Mahkûm edilmiştim, bu bile başlı başına bir şanstı. Toplama kamplarında SS’ler vardır. Tutuklu kampları ise İngiltere’deki hapishanelerin işlevi nasılsa öyledir. Dolayısıyla 20’ler 30’lardan beri burada çalışan insanlar olması gerekiyordu. Bunların bir kısmının sosyal demokrat olabileceğini düşündüm, çünkü sosyal demokratlar çok uzunca bir dönem İçişleri Bakanlığını ellerinde tutmuşlardı. Ve tam olarak böyle oldu. Aynı zamanda tutuklular arasında da solcu ve savaş karşıtı genç Almanlarla tanışmaya çalıştım. Sayıları düşündüğünden çoktu. Onları buldum ve onlarla arkadaş oldum. İlk arkadaşım savaş karşıtı bir konuşmadan dolayı ömür boyu hapse mahkûm edilmiş çok şirin bir gençti. Köln’de sosyalist bir demiryolu işçisinin oğluydu. Bana güvenebileceğini söyledikten sonra babasının adresini verdi ve kaçarsam babasının beni trene bindirerek ülkeme yollayabileceğini söyledi. Böylece ben de bir plan yapmaya başladım. Ancak bütün bunlar çılgınlıktı, anlıyorsun ya. Unutulmaz bir yerde çalıştık, Almanya’nın en büyük fabrikalarından birinde, belki de en büyüğünde.

    Ne üretiyordunuz?

    Gazolin. Savaş makinaları, uçaklar ve tanklar için sentetik gazolin. Avrupa’nın maketi gibiydi. Batılı savaş mahkumları, Rus savaş mahkumları, siyasi tutuklular, toplama kamplarının sakinleri, sivil işgücü, bazı Alman işçiler. O fabrikada tam 6 bin kişi çalışıyordu. Belçika’dan, aynı zamanda Antwerp’ten de bir grup işçi vardı. Onlarla arkadaş oldum ve hapishane üniformamı değiştirebilmek için bana giysilerini verip vermeyeceklerini sordum. Kampın etrafını saran elektrikli güvenlik ağına baktım ve sabah belirli bir nedenle nöbetçi değiştirirken elektriği kapatmış olduklarını gördüm. Gördüğüm anda da duvarı tırmanmaya başladım, o tellerin üzerinden. Eldivenlerim vardı var olmasına ama tam bir çılgınlıktı, tam bir çılgınlık.

    Hayatını kurtaran bir çılgınlık.

    Bir anlamda. Yakalanıp o anda vurulmak korkunç büyük bir riskti. Gerçeği istersen, yakalandım da. Özgür üç günün ardından. Hapse atıldığımdan beri ilk defa taze meyve yedim. Aachen’e yakın bir yerde olan sınıra giden yolu biliyordum. Ama üçüncü gün ormanda yakalandım. Yine çok şanslıydım. Beni yakalayan kişiyle konuşmaya başladım. Ona dedim ki; “dinle, gazeteleri görmedin mi? Müttefikler neredeyse Brüksel’e girecekler ve pek yakında da Aachen’de olacaklar. Beni öldürürsen başın büyük derde girer, sen en iyisi beni hapse yolla.” Beni anladı ve hatta sempatik davrandı bile diyebilirim.

    Eskiden de çok ikna edici bir konuşmacıymışsın demek ki Ernest.

    Öyle diyorsan öyle olsun. Hatta bana kocaman bir ekmek bile verdi. Elbette yanlış isim verdim. Kaçtığım hapishanenin tam adını da vermedim, böylece beni başka bir hapishaneye gönderdiler. Ancak iki hafta sonra korkunç bir durumdaydım, kaçak bir mahkûm olduğumu anlamaları çok uzun sürmedi ve beni zincire vurdular. Koşullar berbattı ama hiç olmazsa daha güvenliydi. Kaçtığım kampın kumandanı beni hapishanede görmeye geldi ve dedi ki; “sen çok nadir bir kuşsun. Eğer geri getirilseydin anında vurulacağını biliyor muydun?”. Evet dedim. Tam bir şaşkınlıkla bakakaldı. Ama elbette yeni hapishanede beni vuramadı. Beni Ekim 1944’ten Mart 1945’e kadar Eich’te tuttular. Daha sonra üç haftalık bir süre için başka bir kampa gönderildim ve ayın sonunda serbest bırakıldım.