Elimizdeki rakamlara göre 7 Ekim’de 36’sı çocuk, 71’i yabancı olan 767 sivil ile 376 asker ve güvenlik görevlisi olmak üzere çoğunluğu İsrailli 1.143 kişi öldürüldü, 250’ye yakın kişi de esir alındı. Aynı gün, İsrail kaynaklarına göre, saldırganlar arasındaki 1.600’den fazla savaşçı olay yerinde öldürüldü ve 200’e yakın kişi tutuklandı. Gazzeli kaynaklara göre 7 Ekim’den bu yana, tahminen %40’ı çocuk olmak üzere 35.000’e yakın Filistinli öldürüldü. Enkaz altında kaldığına inanılan 20.000 kadar kişinin de bunlara eklenmesi gerekiyor. Çoğu ağır, 78.000’e yakın yaralı var. Gazze’de yaşayan 2,4 milyon insanın büyük çoğunluğu yerlerinden edilmiş durumda ve tüm nüfusu, İsrail’in bölgeye giren yardım miktarını ciddi şekilde kısıtlaması nedeniyle giderek artan bir açlık çekiyor. Gazze’deki konutların çoğu, bu yüzyılın kesinlikle en yıkıcı ve muhtemelen nükleer silahlar haricinde yoğunluk (kapsam ve hızın birleşimi) açısından gelmiş geçmiş en yıkıcı bombardıman harekâtında yok edildi. Aslında Hiroşima’ya atılan atom bombası 15 kiloton TNT’lik bir patlamaya sahipken, İsrail silahlı kuvvetleri Gazze’nin 365 km karelik alanına bu tonajın yaklaşık beş katını atmış durumda. Tüm bu rakamların geçici olduğunu ve bu yazının kaleme alındığı sırada her geçen gün arttığını söylemeye gerek yok.
7 EKİM NEYİN DEVAMIYDI?
İsrail’in 7 Ekim saldırısına verdiği ilk tepki, bu saldırıyı sadece bir günde öldürülen en büyük İsrailli katliamı olarak nitelendirmekle kalmayıp, aynı zamanda “Holokost’tan bu yana Yahudilere yönelik en büyük katliam” olarak da tanımlamak oldu. Bunlar tartışmalı ve siyaseten manidar tanımlamalardır. Yine de ikinci tanımlama Batı ülkelerinde bir slogan haline geldi; örneğin Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron 7 Şubat 2024’te, o gün Gazze sınırı yakınlarında öldürülen 42 Fransız vatandaşı için düzenlenen törende 7 Ekim’i “yüzyılımızın en büyük antisemit katliamı” olarak nitelendirdi.
Yukarıda tasvir edilen korkunç bilançoyu göz önünde bulunduran herkes için, 7 Ekim saldırısı ile Nazilerin Yahudilere yönelik katliamı arasındaki örtülü analoji oldukça uygunsuz görünmelidir, çünkü her iki durumda da gerçek güç dengesini ve ezen ve ezilenlerin kimliğini tamamen göz ardı etmektedir. Antisemitizm ve Holokost üzerine çalışan birçok uzmanın ortaklaşa kaleme aldıkları “Holokost Hafızasının Kötüye Kullanımı Üzerine Açık Mektup”ta çok haklı olarak ifade ettikleri gibi:“Yahudi cemaatinde pek çok kişinin 7 Ekim’de yaşananları anlamaya çalışırken Holokost’u ve daha önceki pogromları hatırlaması anlaşılabilir bir durumdur; katliamlar ve sonrasında ortaya çıkan görüntüler, Yahudi tarihinin çok yakın geçmişinden kaynaklanan soykırımcı antisemitizme dair kökleşmiş kolektif hafızayı harekete geçirmiştir. Ancak Holokost’un hatırasına başvurmak, Yahudilerin bugün karşı karşıya kaldığı antisemitizmi anlamamızı engellemekte ve İsrail-Filistin’deki şiddetin nedenlerini tehlikeli bir şekilde yanlış yansıtmaktadır. Nazi soykırımı, küçük bir azınlığa saldıran bir devlet ve onun gönüllü sivil toplumunu içeriyordu ve daha sonra kıta çapında bir soykırıma dönüştü. Gerçekten de, İsrail-Filistin’de yaşanan krizin Nazizm ve Holokost ile karşılaştırılması, hele ki bu karşılaştırmalar siyasi liderler ve kamuoyunu yönlendirebilecek diğer kişilerden geliyorsa, entelektüel ve ahlaki bir hatadır.”
Hamas ile Naziler arasında ne tür benzerlikler tespit edilebilirse edilsin, Hamas ile İsrail’in aşırı sağcı Siyonist hükümeti arasında kesinlikle daha fazla benzerlik var. Likud, faşist bir soyağacına sahip bir parti. Kudüs’teki İbrani Üniversitesi Çağdaş Yahudilik Enstitüsü’nde profesör olan İsrailli Holokost tarihçisi Daniel Blatman’ın İsrail gazetesi Haaretz’de “neo-Nazi” olarak tanımlamaktan çekinmediği bakanları da kapsamaktadır.
7 EKİM’İN BAĞLAMI
BM Genel Sekreteri Antonio Guterres, 24 Ekim’de yaptığı açıklamada 7 Ekim’in “durduk yere ortaya çıkmadığı” gibi oldukça açık ve sabit bir gerçeği dile getirdiği için İsrail tarafından “terörizmi meşrulaştırmakla” suçlanırken, İsrail’in BM Büyükelçisi Guterres’in istifasını talep etti. 1967 sonrası işgale işaret eden Guterres, “Filistin halkı 56 yıldır boğucu bir işgale maruz tutuluyor. Topraklarının adım adım yerleşim yerleri tarafından ele geçirilmesine ve şiddete şahit oluyor. Ekonomileri yıkılmış, insanlar yerlerinden edilmiş ve evleri yerle bir edilmiş durumda. Siyasi çözüme olan inançları yok olmaya başladı.” Ayrıca şu yorumu yapmıştır: “Filistin halkının sıkıntıları Hamas’ın korkunç saldırılarını haklı gösteremez ve bu korkunç saldırılar Filistin halkının toplu olarak cezalandırılmasını haklı gösteremez.” Buna rağmen, Benjamin Netanyahu’nun siyasi rakibi ve İsrail’in 7 Ekim savaşı sonrası kabinesinin sözde “ılımlı” üyesi Benny Gantz bile, BM Genel Sekreteri’nin “teröre göz yumduğunu” belirterek, “terör savunucularının dünya adına konuşamayacağını” ekledi ve böylece İsrail’in elçisi tarafından ortaya konan talebi zımnen onayladı.
İsrailli yetkililerin bu tepkileri, modern zamanların yaygın ahlakı ve uluslararası hukuku başka bir halkın topraklarının işgalini kınadığından beri, modern zamanlardaki tüm işgalci güçlerin ortak gerçekliği inkâr etmelerinin bir başka örneğiydi. Aslında 7 Ekim sadece “durduk yere ortaya çıkmadı” aynı zamanda özellikle Gazze Şeridi’nde bir noktada şiddetin alevleneceği tamamen öngörülebilirdi. Aralık 2009’da, İsrail’in 2005’te askerlerini geri çekmesinin ve 2007’de Hamas’ın bölgeyi ele geçirmesinin ardından Gazze’ye uyguladığı ablukanın üzerinden iki yıl geçtikten ve İsrail’in bölgeye yönelik ilk büyük bombardımanından (2008-9) birkaç ay sonra Larry Derfner, The Jerusalem Post’ta İsrailli vatandaşlarına haklı sorular yöneltti: “Kendimize sormamız gereken soru şudur: Eğer birisi bize, bizim Gazze’deki insanlara davrandığımız gibi davransaydı, ne yapardık? Sorun, Gazze’deki yaşamı hayal edemiyor olmamız değil. Sorun, bu durumu hayal etmeye çalışmaktan kaçınmamız kararında olmamız. Eğer yaparsak, belki de orada durmayız. Belki de ülkemizin Gazze’yi terk ettiği durumda bizim durumumuzun nasıl olacağını hayal etmeye çalışırız. Ve er ya da geç, orada oldukları gibi bizim burada nasıl yaşadığımızı hayal etmeye çalışabiliriz. Ya da ne yapacağımızı değil, sadece düşüneceğimiz şeyi hayal etmek – insanlar hakkında, savaş bittikten sonra bile iyileşmeye başlamamıza izin vermeyen ve sınırlarımızı kuşatan, yalnızca hayatta kalmamızı sağlayacak kadar malzemeyi içeriye almasına izin veren ve kitlesel salgınları önlemek için yeterli miktarda malzeme sağlar.”
İşin aslı, Hamas’ı temel olarak antisemitizmden ve Nazilerle benzerlik göstermekten ibaret olarak sunmak, 1948’de Siyonistlerin Filistin topraklarını ele geçirmesini İkinci Dünya Savaşı’nın son savaşı olarak sunma stratejisinin, şu anda Arap-İsrail anlatı savaşının yoğun yeni bir bölümünün devamıdır. Bu strateji, Kudüs müftüsü Emin el-Hüseynî figürünün 1945 sonrası suistimal edilmesi ile başladı. Böylece, modern zamanların son kolonyal fethi, Nazizm’e karşı savaşın son cephesi olarak sunulabilir. Bu stratejik söylem, ataları doğrudan suçlu, suç ortağı veya seyirci olan ülkelerin vatandaşları ve Yahudi mültecilere ülkelerinin kapılarını kapatarak Avrupa Yahudilerinin Nazi soykırımına uğramasının suçunu taşıyan ülkelerde çok iyi işliyor. Ancak bu strateji, dünyanın çoğunluğunu oluşturan Küresel Güney’de aynı etkiyi göstermiyor. Onlar Filistinlileri Nazi emperyalizminin devamı olarak değil, uzun ve kanlı bir kolonyal tarihin kurbanlarından biri olarak algılıyorlar.
TARİHTEN KISSALAR
7 Ekim’in ardından, Afrika tarihi uzmanı Fransız dostum Michel Cahen, 1961 yılında Angola’da yaşanan olaylar ile Orta Doğu’da devam eden olaylar arasında çarpıcı bir benzerliğe dikkatimi çekti. 1961 yılında, Afrika kıtasında sömürgecilikten kurtulma yolunda büyük bir ilerleme kaydediliyordu. Angola’da ise komşu Kongo Cumhuriyeti’nin bir önceki yıl Belçika sömürge yönetiminden bağımsızlığını kazanmasının ardından durum farklıydı. Portekiz sömürge yetkilileri, Angolalı bağımsızlık yanlılarına yönelik baskılarını arttırmıştı. Bu durum, katı Portekiz sömürgeciliğine karşı duyulan öfkenin muazzam bir şekilde artmasına neden oldu. Afrika’nın geri kalan sömürge bölgelerinde, sömürgecilik karşıtı silahlı mücadeleler gelişiyordu. Angola da istisna değildi. Sömürgecilik karşıtı hareketlerden biri, lideri Holden Roberto olan Angola Halkları Birliği (UPA) idi. Bu birlik, daha sonra Angola Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLNA) adını alacaktı. 15 Mart 1961’de UPA militanları çok sayıda köylünün de katılımıyla Kongo sınırından kuzey Angola’ya geçti. Birkaçı tüfekli, çoğu palalı dört ila beş bin kişilik ayak takımı kitlesi saldırıya geçti ve yüzlerce beyaz sömürgeciyi erkek, kadın, bebek ve çocuk demeden ve diğer etnik kökenlerden ya da melezlerden oluşan çok daha fazla Angolalıyı tarif edilemez derecede korkunç şekillerde öldürdüler.
Portekiz’in aşırı sağcı diktatörü António de Oliveira Salazar hava kuvvetlerinin yoğun bir şekilde kullanıldığı büyük bir misilleme harekâtı başlattı. Birkaç ay içinde on binlerce siyah öldürüldü, çok sayıda köy yakıldı ve geniş bir coğrafya yerle bir edildi. Burada tarihsel bilginin iki öğesi daha devreye girmektedir. Birincisi, UPA/FLNA, Sovyet destekli Angola’nın Kurtuluşu için Halk Hareketi’nin (MPLA) CIA tarafından desteklenen rakibiydi. Aşırı sağcı Portekiz NATO’nun kurucu üyelerinden biriydi. Bu nedenle, Roberto’nun daha sonra İsveçli bir araştırmacıya açıkladığı gibi: “NATO ve Portekiz ile ilişkiler nedeniyle Batılı ülkelerden yardım alamıyorduk. Hiçbir desteğimiz yoktu. Güvenebileceğimiz küçük destek ise Tunus gibi Afrika ve Arap ülkelerinden geliyordu. Ve bizim için çok önemli olan İsrail’den. İsrail hükümeti o dönemde bize yardım etti.” İkinci olarak, Roberto’yu silahlı mücadeleye teşvik eden Frantz Fanon 1961 tarihli ünlü kitabı Yeryüzünün Lanetlileri’nde “Kendiliğindenliğin Büyüklüğü ve Zayıflığı” başlıklı bölümünde Angola olaylarını şu ifadelerle yorumlamıştır: “Hatırlıyoruz; 15 Mart 1961’de Angola köylüleri iki üç binerlik gruplar halinde Portekiz mevzilerine saldırdı. Köyler ve havalimanları kuşatıldı ve sayısız saldırı yaşandı, ama binlerce Angolalı sömürgecinin makineli tüfekleriyle tarandı. Angola ayaklanmasının liderleri, ülkelerini gerçekten kurtarmak istiyorlarsa farklı taktikler benimsemeleri gerektiğini çok geçmeden kavradılar. Bu yüzden Angola lideri Roberto Holden, öteki kurtuluş savaşları modelini ve gerilla savaşı tekniklerini kullanarak Angola Ulusal Ordusu’nu yakım zamanlarda yeniden organize etti.”
SONUÇ OLARAK
Bu iki tarihsel kesitten hangisi Hamas önderliğindeki 7 Ekim ve ardından İsrail hükümeti tarafından gerçekleştirilen saldırıya daha çok benzemektedir. Nazi önderliğindeki Yahudi karşıtı saldırı ve ardından aynı Naziler tarafından gerçekleştirilen Avrupalı Yahudilerin yok edilmesi mi? Yoksa UPA önderliğindeki Portekiz karşıtı saldırı ve ardından ABD’nin suç ortaklığıyla Portekiz aşırı sağ hükümeti tarafından gerçekleştirilen saldırı mı? UPA önderliğindeki 15 Mart Angolalıları öncelikle beyaz karşıtı ırkçılıkla mı yoksa Portekiz’in sömürgeci baskısına duydukları nefretle mi motive olmuşlardı? Aynı şekilde, 7 Ekim’de Hamas liderliğindeki Filistinliler öncelikle antisemitizmden mi yoksa İsrail’in sömürgeci baskısına duydukları nefretten mi kaynaklanıyordu? Bu soruların cevapları, Filistin, Arap ya da Müslüman karşıtı ırkçılık ve beyazlaştırılmış İsraillilere duyulan “narsist şefkat” ile körleşmemiş herkes için apaçık olmalıdır.
Viento Sur – Kendimizi, savaşların arttığına ve emperyalistler arası çatışmaların şiddetlendiğine tanık olduğumuz, özelliklerinden biri göreceli jeopolitik kaos olan çok boyutlu bir küresel kriz bağlamında bulduğumuz açık görünüyor. Bu aşamayı tanımlar mısınız?
Pierre Rousset – “Çok boyutlu küresel kriz”den bahsediyorsunuz (ben gezegensel bir kriz demeyi tercih ederim). Jeopolitik sorunlara değinmeden önce burada durmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Bu kriz aslında her şeyi üstbelirliyor ve artık eskisi gibi siyaset yapmakla yetinemeyiz. Gerçekten de uzun zamandır korktuğumuz “devrilme noktasına”, beklediğimizden çok daha hızlı bir şekilde ulaşıyoruz. Guardian’ın küresel çevre editörü Jonathan Watts, 9 Nisan tarihli makalesine “Art arda onuncu aylık sıcaklık rekoru alarmları geliyor ve iklim bilimcilerini endişelendiriyor” başlığını koyarak alarmı verdi. Gerçekten de, bir iklim uzmanı şöyle diyor: “Anormallik Ağustos ayına kadar istikrara kavuşmazsa, dünya kendisini bilinmeyen bir bölgede bulacak(…). Bu, küresel ısınmanın iklim sisteminin çalışma biçimini bilim adamlarının beklediğinden çok daha erken bir zamanda temelden değiştirdiği anlamına gelebilir.” Adı geçen uzman, Ağustos ayına kadar bu istikrarın sağlanmasının hâlâ mümkün olduğu yargısına varıyor, ancak durum ne olursa olsun, iklim krizi zaten günümüzün bir parçası. Biz bunun içindeyiz ve etkileri halihazırda dramatik biçimde hissediliyor (iklim kaosu). Karşı karşıya olduğumuz küresel kriz, yalnızca iklimi değil, ekolojinin tüm alanlarını ve bunun sağlık üzerindeki sonuçlarını (pandemi dahil) etkiliyor. Hakim uluslararası düzen (neoliberal küreselleşmenin çözümsüz bozuklukları) ve güçlerin jeopolitiği, çatışmaların çoğalması ve dünyanın militarizasyonu, toplumlarımızın (önceki her şeyin körüklediği genelleştirilmiş güvencesizlik tarafından zayıflatılmış) tam da toplumsal dokusuyla ilgilidir. Bütün bu krizlerin ortak noktası nedir? Bunların tamamı veya büyük bir kısmı “beşeri” kökenlidir. İnsanın doğa üzerindeki etkisi sorunu açıkçası yeni değil. Sera gazı emisyonlarındaki artışın kökeni ise sanayi devrimine kadar uzanıyor. Ancak bu “genel kriz”, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kapitalizmin gelişmesi ve ardından kapitalist küreselleşmeyle yakından ilişkilidir. Bizi birden fazla “bilinmeyen bölgenin” sınırında eşi benzeri görülmemiş bir duruma sürükleyen bir dizi spesifik kriz ile küresel bir dönüm noktası arasındaki sinerji ile karakterize edilir. Kısaca açıklamak gerekirse “polikriz” tabirini seviyorum. Kesinlikle biraz kafa karıştırıcı, günlük dile yabancı ama tekil olarak, birden fazla spesifik krizin birleşiminden kaynaklanan çok yönlü BİR krizden bahsettiğimizin altını çiziyor. Bu nedenle, basit bir kriz eklemesiyle değil, bunların dinamiklerini çoğaltan, insan türü (ve canlı türlerinin önemli bir kısmı) için ölümcül bir sarmalı körükleyen etkileşimleriyle karşı karşıyayız. Özellikle iğrenç ve açıkçası akıllara durgunluk veren şey, yerleşik güçlerin bugün küresel ısınmayı biraz olsun sınırlamak için alınmış olan yetersiz önlemleri iptal etmesidir. Bu durum özellikle Fransız ve İngiliz hükümetleri için geçerlidir. Bu aynı zamanda Amerika Birleşik Devletleri’ndeki büyük bankalar veya petrol şirketleri için de geçerlidir. Önlemlerin güçlendirilmeleri gerektiği açıkça ortadayken, hem de şeytani bir şekilde! Çok zenginler kanunlarını dikte ederler. Bu işte hep birlikte olduğumuzu düşünmüyorlar. Artan sıcaklıkların havadaki çok yüksek nem oranlarıyla birleştiği gezegenin tüm bölgeleri yaşanmaz hale gelmenin eşiğinde. Ne olursa olsun, havanın hâlâ güzel olduğu yere gidip yaşayacaklar. Pandemi çağına girdik. Doğal ortamların tahrip edilmesi, Covid’in amblemi haline geldiği hastalıkların türler arası bulaşmasına uygun koşulları yarattı. Sibirya’daki sürekli donmuş toprakların erimesi tahmin ediliyor ve bu erimenin, hiçbir aşı veya tedavi bulunmayan antik bakteri veya virüslerin ortaya çıkmasına neden olabileceği tahmin ediliyor. Bu alanda aynı zamanda bilinmeyen bölgelere girme riskiyle karşı karşıyayız: İklim krizi çok boyutlu bir sağlık krizini de beraberinde getiriyor. Felaket öngörülebilirdi ve öngörülmüştü. Artık büyük petrol şirketlerinin 1950’lerin ortalarında gelecekteki küresel ısınmayı dikkate değer bir kesinlikle tanımlayan bir çalışma yaptırdığını biliyoruz (yine de onlarca yıldır gerçeği inkar ediyorlar). “Çoklu krizin” bin bir yönünü keşfetmeyi henüz bitirmedik, ancak belki de bazı ilk çıkarımları ortaya çıkarmanın zamanı gelmiştir. Küresel ısınmanın jeopolitik etkisinin en belirgin olduğu yer kutuplar civarında, özellikle de Kuzey Kutbu’nda. Kuzeye okyanuslar arası bir nakliye rotasının yanı sıra yeraltının zenginliklerinden yararlanma olanağı da açılıyor. Dünyanın bu bölgesindeki emperyalistler arası rekabet yeni bir boyut kazanıyor. Çin, Antarktika’ya sınırı olan bir ülke olmadığı için Rusya’nın orada faaliyet göstermesine ihtiyaç duyuyor. Avrasya kıtasının doğusundaki Moskova’ya, Vladivostok limanının serbest kullanımını sağlayarak batı cephesindeki (Ukrayna) dayanışmasının bedelini ödetiyor. Aşağıdaki sorularda değinilmeyen iki konunun küresel jeopolitik açıdan önemini vurgulamak istiyorum. Öncelikle Orta Asya. Avrasya kıtasının kalbinde önemli bir yere sahiptir. Vladimir Putin için burası Rusya’nın ayrıcalıklı nüfuz bölgesinin bir parçası, ancak Pekin için bu, Avrupa’ya giden yeni “İpek Yolu”nun kara tarafındaki kilit geçitlerden biri. Şu anda dünyanın bu bölgesinde karmaşık bir süreç devam ediyor, ancak analizlerimize çok az entegre ediliyor. Ayrıca küresel ısınma, dünya yüzeyinin %70’ini kaplayan, iklim düzenlemesinde belirleyici rol oynayan, yaşamsal ekosistemleri barındıran ve artan su sıcaklıkları nedeniyle tehdit altında olan okyanusların önemini bize hatırlatıyor. Okyanus kaynaklarının aşırı kullanımı, bildiğimiz gibi, kara sınırlarından daha az sorun teşkil etmeyen deniz sınırlarının genişletilmesi gibi önemli bir sorundur. Küresel bir jeopolitik yansıma, kutupların yanı sıra okyanusları da göz ardı edemez. Karşı karşıya olduğumuz “çok boyutlu krizin” bir diğer önemli yönü de açıkça kapitalist küreselleşme ve finansallaşmayla ilgilidir. Malların, yatırımların ve spekülatif sermayenin (ancak insanların değil) hareket özgürlüğünü garanti altına almak için her zamankinden daha birleşik bir küresel pazarın oluşmasıyla sonuçlandılar. Bu “mutlu küreselleşmeyi” (büyük mülk sahipleri için) pek çok faktör sekteye uğrattı: Ticari alışverişlerdeki durgunluk, spekülatif finans ve borçların boyutu, üretim zincirlerinin uluslararası bölünmesinin tehlikelerini ortaya çıkaran Covid salgını ve üretim zincirlerinin uluslararası düzeyde bölünmesinin tehlikelerini ortaya çıkaran Batı’nın Çin’e bağımlılığı, Washington ile Pekin arasındaki ilişkilerin (samimi anlayıştan yüzleşmeye) hızlı değişimine katkıda bulunuyor. Düşük maliyetli üretimi sağlamak ve kendi ülkelerindeki işçi hareketini kırmak için Çin’i dünyanın atölyesi haline getirmek isteyen büyük Batılı şirketlerdi. Pekin’in katıldığı Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) kurallarının genelleştirilmesinde ön sıralarda yer alan Avrupa’dır. Hepsi eski Orta Krallık’ın kalıcı olarak kendilerine tabi olacağına inanıyordu ve öyle de olabilirdi. Durum böyle değilse, bunun nedeni, Çin bürokrasisinin tüccar kanadının, halk direnişi kanlı bir şekilde kırıldıktan sonra (1986), kapitalist mutasyonunu başararak Devlet kapitalizminin özgün bir biçimini doğurmasıdır. Devlet kapitalizminin Doğu Asya’da, Çin’deki Kuomintang’ın (Guomindang) himayesi altında veya Tayvan’da, Güney Kore’de uzun bir tarihi vardır… Tarihi itibarıyla Çin’in toplumsal formasyonu açıkça benzersizdir, ancak oldukça klasik bir şekilde kalkınmayı birleştirir: özel sermaye ve devlet işletmelerinin kapitalistlere tahsis edilmesi. İki ayrı ekonomik sektörle (temel olarak ikili bir ekonomi) uğraşmak zorunda değiliz; aslında tüm sektörlerde mevcut olan aile klanlarının yanı sıra çoklu işbirlikleri yoluyla da yakından bağlantılıdırlar. Her şeyden önce, Deng Xiaoping’in himayesi altında, kapitalizme dönüşen Çin, ihtiyatlı bir şekilde emperyalist atılımına başladı ve uzun süredir Asya’ya odaklanmayı başaramayan ABD’ye olan coğrafi mesafeden faydalanmayı başardı (Afgan fiyaskosunun ardından sadece Joe Biden tarafından kendisine güvence verilmedi). Bu noktanın sonunda şunu belirtelim: Ölüm oranının çok yüksek olduğu çocuklardan başlayarak tüm nüfus, tekrarlanan travma sonrası stresle yaşayacak. Yetersiz beslenmenin kurbanı olan en gençlerin asla “normal” bir yaşam hakkı olmayacak. Diğer sorunlar arasında Filistinlilerin ordu ve paramiliter güçler tarafından desteklenen Yahudi üstünlüğü yanlısı yerleşimcilerin günlük şiddetine maruz kaldığı Batı Şeria’nın varlığı da yer alıyor. Hayatta kalan Gazzeliler Mısır üzerinden mi yoksa deniz yoluyla mı sürgüne zorlanacak? Hayatta kalan Batı Şerialı Filistinliler Ürdün’e sınır dışı edilecek mi? Büyük İsrail projesi başarılı olacak mı? Uzun sürede Filistin’in sömürgeleştirilmesini görebiliyoruz ama korkunç bir dönüm noktası yaşıyoruz. Netanyahu (sonu olmayan bir girişim olan Hamas’ın tamamen yok edilmesi dışında) savaş hedeflerini hiçbir zaman tanımlamadı. Özellikle de durum değişken olduğu için onun adına bunları tanımlamaya çalışmayacağım. 1 Nisan’da Şam’daki İran konsolosluğunun bombalanması, Netanyahu’nun Filistin sınırlarının ötesine yaptığı ani uçuşun bir örneğidir. Bu, diplomatik misyonları koruyan Viyana Sözleşmesinin açık bir ihlalidir. Saldırının hedefi orada bulunan üst düzey Hizbullah liderleriydi ama bu hiçbir şeyi “haklı çıkarmaz”. Diplomatik misyonlarda her zaman üst düzey subaylar da dahil olmak üzere tercih edilen “düşmanlar” vardır. İsrailliler bunu çok iyi biliyor; diplomat kılığına giren Mossad ajanları yabancı ülkelerde birden fazla kişiyi öldürmüş ya da kaçırmıştı. Bu bombalamanın daha fazla protestoya yol açmaması ilginç ve endişe verici. Tahran savaş istemiyor ama tepki vermek zorunda. Usturanın ucundayız. Joe Biden, Siyonizm ile samimi bir şekilde ve kendi yönetimindeki uzmanlara danışmadan İsrail hükümetine koşulsuz desteğini derhal garanti ederek kendi tuzağını kurdu ve bu ona bir dizi ses getiren istifaya yol açtı. Artık sürdürülemez olanı destekleyemez ancak İsrail’e silah ve mühimmat tedarikini de durduramaz. Yanılıyor olabilirim ama onun Arap dünyasındaki diplomatik temasını kaybettiği ve şu anda Trump’ın bir sonraki başkanlık seçimini kazanması durumunda Japonya ve Filipinler ile savunma anlaşmalarını korumakla meşgul olduğu izlenimine sahibim. İran, 13-14 Mart gecesi İsrail’e hava saldırısı düzenledi. İsrail sayımına göre 300’den fazla atış yapıldı: 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 110 balistik füze. Tahran, ABD tarafından onaylanan operasyonu duyurdu. Bu silahların İsrail’e ulaşması birkaç saat sürüyor, bu da yol boyunca birçoğunu vurmak için yeterli zaman bırakıyor. ABD, İngiltere, Fransa ve Ürdün katkıda bulundu. Yine de bir İsrail askeri üssü vuruldu. Bu operasyonun amacı açıkça siyasiydi, Şam’daki saldırıya tepki olarak yapılan bir uyarıydı. İran rejimi ilk kez İsrail’e bu şekilde doğrudan saldırıyordu. Tahran, en azından İsrail’in orada durması durumunda operasyonun devam etmeyeceğini duyurdu. İran’la karşı karşıya kalan Joe Biden hâlâ Batı ve Arap ülkeleri karşısında bir cepheyi harekete geçirebiliyor. İsrail’in koruyucularına bağımlılığı doğrulandı. Enternasyonalist dayanışmamız Filistin halkıyla nasıl bir rol oynamalı? Her şeyden önce, çok geniş bir birliğin sağlanabileceği mutlak acil durum: derhal ateşkes, Gazze Şeridi’ne giden tüm erişim yollarından büyük miktarda yardımın girmesi, konvoyların ve insani yardım çalışanlarının korunması (birçoğu öldürüldü), Rolü vazgeçilmez olan, UNRWA misyonunun yeniden başlaması. Batı Şeria’daki sömürgeciliğin sona ermesi ve mülksüzleştirilmiş Filistinlilerin haklarının restorasyonu, İsrailli rehinelerin ve Filistinli siyasi mahkumların serbest bırakılması… Filistinlilerin silahlı direniş de dahil olmak üzere direniş hakkını “ama”sız savunuyoruz; ancak bu, pek çok bağımsız kaynağın da doğruladığı gibi, ne Hamas’a siyasi destek anlamına geliyor ne de 7 Ekim’de savaş suçlarının işlendiğini inkar ediyor. Bu kaynaklar arasında İnsan Hakları için Doktorlar-İsrail derneği (PHRI); İsrail’in korumayı reddettiği, ancak Hamas’ın defalarca saldırılarına maruz kalan Negev’deki Bedevi köylüler; hayatlarını Filistinlilerin haklarını savunmaya adayan İsrailli aktivistler… Hamas bugün Filistin direnişinin ana askeri bileşenidir, ancak özgürleştirici bir proje taşıyor mu? Desteklediğimiz kurtuluş mücadelesine katılan hareketleri her zaman analiz ettik. Bugün neden farklı olsun ki? Enternasyonalistler olarak bizim rolümüz aynı zamanda, ne kadar zayıf olursa olsun, mevcut görevler ile özgürleştirici bir gelecek arasına bir çizgi çekmektir. Denizle nehir arasındaki bu tarihi topraklarda yaşayanların bir arada yaşayabileceği bir Filistin ilkesini savunuyoruz (Filistinli mültecilerin geri dönüşü de dahil). Bu, bölgede derin bir toplumsal çalkantı olmadan gerçekleşmeyecek, ancak bugün Yahudi ve Arap/Filistinli olmak üzere birlikte hareket eden örgütleri her şeye rağmen destekleyerek bu perspektife somutluk kazandırabiliriz. Mevcut bağlamda bu Yahudi-Arap dayanışmasını sürdürmeye devam etmek için herkes büyük riskler alıyor. Onlara dayanışma borçluyuz. Yahudi-Arap dayanışması aynı zamanda uluslararası seferberliğin gelişmesinin de anahtarlarından biridir, özellikle de Barış için Yahudi Sesi hareketinin İsrail yanlısı lobilerin propagandasına karşı koymada ve itiraz alanı açmada çok önemli bir rol oynadığı ABD’de. Çin’in dış politika stratejisini ve Tayvan’la çatışmasını nasıl analiz ediyorsunuz? Bence Xi Jinping’in önceliği, Çin’in küresel genişlemesi ve konsolidasyonu, ikili sivil ve askeri kullanım için yüksek teknolojiler alanında ABD ile rekabet ve önemli diplomatik ittifaklar arayışı (ABD’nin karşısında Aşil topuğu), bu stratejik aşamada değerlendirilen bölgelerde (Güney Pasifik gibi) kendi nüfuz bölgelerinin geliştirilmesi, askeri havacılık ve uzayın güçlendirilmesi veya gözetleme ve dezenformasyon. Tayvan’ın işgali gündemde olmayacaktır. Çin’in genişleme yolları öncekilerden farklı. Zaman değişti. Pekin’in yalnızca Cibuti’de büyük bir geleneksel askeri üssü var. Ancak giderek artan sayıda ülkeyle limanlarına erişim sağlamak için anlaşmalar imzalanıyor. Daha da iyisi, onu tamamen veya kısmen ele geçirir ve bu da ona sivil ve askeri ikili kullanım için geniş bir deniz bağlantı noktaları ağı sağlar. Yurt dışındaki Çin şirketlerinin güvenlik hizmetleri ordu tarafından sağlanıyor ve bu da ordunun bilgi almasına ve temas kurmasına olanak sağlıyor. Çin politikası emperyalist karakterdedir ve bunun aksinin nasıl olabileceğini anlamak zordur. Her büyük kapitalist güç, yatırımlarının ve iletişimlerinin güvenliğini ve taahhütlerinin siyasi ve mali karlılığını garanti etmelidir. Pekin, komşu ülkelerin deniz haklarını dikkate almadan militarize ettiği, büyük bir uluslararası geçiş bölgesi olan Güney Çin Denizi’nin tamamı üzerinde egemenliğini ilan etti. Balıkçılık kaynaklarına el koyuyor ve deniz tabanını araştırıyor. Otoriter bir rejim, mümkün olduğunu düşündüğü her yerde otoriter yöntemleri kullanır. Elbette sözde demokratik emperyalist rejim de aynısını yapabilir… Suriye, Yemen, Sudan ve Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ndeki savaş durumlarının uzamasının yanı sıra, Burma’da da Batı’da çok az konuşulan bir savaş var. Bu çatışmanın şu andaki durumu hakkında yorum yapabilir misiniz? Sudan’la ilgili birkaç söz. Bu ülkede, son derece zor koşullar altında, daha iyi bilinmeyi (ve desteklenmeyi) hak eden zengin bir taban halk direnişi deneyimi var. Burma ders kitabı vakasıydı. Ordu, 1 Şubat 2021’deki darbe sırasında iktidarda hakimiyetini sağladı. Ertesi gün ülke, yaygın bir iş bırakma ve büyük bir sivil itaatsizlik hareketi şeklinde muhalefete girdi. Darbe başarısız oldu, ancak acil uluslararası destek sağlanamadığı için ordu püskürtülemedi. Ordu, acımasız baskı yoluyla inisiyatifi yavaş yavaş yeniden ele geçirmeyi başardı. Merkez bölgede başlangıçta barışçıl halk direnişi yer altına inmek, ardından silahlı direnişe geçmek zorundaydı. Ülkenin dağlık çevre eyaletlerinde faaliyet gösteren silahlı etnik hareketlerin desteğini aradı. Burma’da yaşananlardan daha geniş bir sivil direniş hareketi hayal etmek zor; ancak silahlı mücadeleye giriş, meşruiyeti meşru müdafaa kanıtlarına dayandırılan hayati bir zorunluluk olarak ortaya çıktı. Bu, onun bu çetin sınavdan geçmesine ve yavaş yavaş bağımsız gerillalar şeklinde örgütlenmesine ya da ordu tarafından feshedilen ve (nihayet) etnik azınlıklara açık olan parlamentonun bir ifadesi olan Ulusal Birlik Hükümeti’ne bağlı olarak örgütlenmesine olanak sağladı. Çatışma son derece sert biçimlere büründü; ordu özellikle havacılık üzerinde tekel sahibi oldu. Aynı zamanda karmaşıktı; her etnik devletin kendine has özellikleri ve siyasi tercihleri vardı. Ancak cunta yavaş yavaş kontrolü kaybetti. Çin (bir sınır ülkesi) ve Rusya’nın desteğine sahipti, ancak Pekin’e yatırımlarının güvenliğini ve Hint Okyanusu’na erişim sağlayan bir liman inşasını garanti etme konusunda yetersiz kaldı. Uluslararası izolasyonu derinleşti ve ASEAN müttefikleri bölündü. Bugün ordu birçok bölgede güç kaybediyor ve cuntaya karşı muhalefet cephesi genişledi. Burma çok zengin bir tarihe sahip ama ne yazık ki Batı’da çok az tanınan bir ülke. Sonuç olarak, ekonomik krizin ağırlaşması ve hem uluslararası hem de bölgesel düzeyde çatışmaların artması, uluslararası bağlamda enternasyonalist dayanışma politikalarının yeniden düşünülmesini gerektiren bir dönüm noktasına işaret ediyor gibi görünüyor. 21. yüzyılda uluslararası çatışmaların evrimine uygun bir enternasyonalizm inşa etmenin yolları nelerdir? Ana çizginin “kampçılık” ile enternasyonalizm arasındaki karşıtlık olduğu derin bir yeniden yapılanma var. Analizlerde pek çok farklılığımız olabilir ancak asıl soru, tüm mağdur topluluklarını savunup savunmadığımızdır. Her güç kendine uygun kurbanları seçer, diğerlerini ise terk eder. Biz bu tür bir mantığa girmeyi reddediyoruz. Paris ne düşünürse düşünsün Kanaky’deki Kanakların haklarını savunuyoruz, Suriyeliler ve Suriye halkı Esad klanının amansız diktatörlüğüyle, Ukraynalılar Rus ateşi altında, Filistinliler ABD bombalarının altında, Porto Rikolular ABD sömürge düzeni altında, Burma halkı cunta Çin tarafından desteklenirken ezilmekte, Haitililer’in koruma ve sığınma talepleri “uluslararası toplum tarafından” reddedilmekte. Jeopolitik kaygılar adına mağdurları terk etmiyoruz. Onların geleceklerine özgürce karar verme haklarını ve sorun buysa kendi kaderlerini tayin etme haklarını destekliyoruz. Dünyanın her yerinde “ana düşman” mantığını reddeden ilerici hareketlerin içinde buluyoruz kendimizi. Biz ister Japon-Batı, ister Rus, ister Çin olsun hiçbir büyük gücün kampında değiliz. İşgal, Filistin’de olduğu gibi Ukrayna’da da suçtur. Dünyanın militarizasyonuyla karşı karşıya kaldığımızda küresel bir savaş karşıtı harekete ihtiyacımız var. Söylemesi kolay ama yapması çok zor. Bunu yapmak için yerel sınır ötesi dayanışmaya (Ukrayna-Rusya, Hindistan-Pakistan) güvenebilir miyiz? Yoksa Filistin’le olan muazzam dayanışma hareketine mi? Nepal’de yeni tanıştığınız gibi sosyal forumlarda mı? Aynı zamanda iklim meselesini savaş karşıtı hareketler sorununa da entegre etmeliyiz ve buna karşılık militan çevre hareketleri de, henüz bunu yapmamışlarsa, savaş karşıtı boyutu kendi mücadelelerine entegre etmekten fayda görebilirler. Aynı şey nükleer silahlar için de geçerli. Bana öyle geliyor ki Greta Thunberg’in kişiliği “çoklu kriz”in şiddetiyle karşı karşıya kalan genç nesillerin potansiyelini bünyesinde barındırıyor. Ancak taahhütleri, kesinlikle eksik olmadığı azim ve zaman içinde harekete geçme becerisi gerektiriyor ki bu da kolay değil. Benim aktivist kuşağım 1960’ların radikalizmi ve Fransa’daki bizler için 68 Mayıs’ın kuruluş deneyimi sayesinde yörüngeye fırlatılmıştı. Oldukça büyük bir dürtü. Peki ya bugün ? 15 Nisan 2024-06-22 Görüşme Jaime Pastor Pierre Rousset Yeni Anti Kapitalist Parti üyesi ve IV. Enternasyonal’in yöneticilerinden. Amsterdam’daki IIRE-IIRF Enstitüsünün kurucu ve yöneticilerinden.
Uluslararası jeopolitik durum, yerleşik emperyalizm (ABD) ile yükselen emperyalizm (Çin) arasındaki karşılıklı çatışmanın hakimiyetinde olmaya devam ediyor. Elbette büyük ve küçük güçler arasındaki büyük küresel oyunun tek oyuncuları onlar değil, ancak başka hiçbirinin iki “süper güç” ile karşılaştırılabilecek bir ağırlığı yok.
Bu çatışma çok yüksek düzeyde nesnel karşılıklı bağımlılık özelliğine sahiptir. Neoliberal küreselleşmenin krizi elbette besbelli ama mirası hâlâ orada. Artık “mutlu küreselleşme” yok ama “mutlu (kapitalist) küreselleşmeden uzaklaşma” da yok. Jeopolitik çatışmalar hem bu yapısal kriz durumunun bir belirtisidir hem de çelişkilerini vurgulamaktadır. Bir dereceye kadar benzeri görülmemiş “meçhul bölgelere” de girdik.
Ana “süper güç” olmaya devam eden ABD’nin hegemonyası göreli olarak geriledi. Zayıflayan, güvenilir ve etkili müttefiklerin yardımı olmadan dünyayı denetlemeye devam edemezler. Donald Trump’ın neden olduğu siyasi ve kurumsal kriz ve bunun kalıcı diplomatik sonuçları (müttefiklerinin güven kaybı) nedeniyle zayıfladılar. Ülkenin yaşadığı sanayisizleşmenin boyutları dikkate alındığında artık “klasik” emperyalizmin kalmadığını söyleyebiliriz. Joe Biden şu anda bu alandaki durumu düzeltmek için önemli mali ve hukuki kaynakları seferber ediyor, ancak bu kolay bir iş değil. Fransa gibi bir ülkenin hayati bir acil durum (Covid) karşısında bile sağlık çalışanları için hidroalkolik jel, cerrahi maske ve FFP2 önlük üretme konusunda yetersiz olduğunu unutmayın. Ancak bu teknolojinin yetersizliğinden değil!
Çin bu alanda çok daha iyi bir konumdaydı. Maocu dönemden yerli bir sanayi temeli, Üçüncü Dünya için yüksek okuryazarlık oranına sahip bir nüfus ve eğitimli bir işçi sınıfı miras almıştı. Dünyanın bir atölyesi haline gelerek yeni bir sanayileşme dalgasını (kısmen bağımlı, ama sadece değil) sağladı. En ileri teknolojilerin üretilmesini sağlamak için önemli kaynaklara yatırım yapılmıştır. Parti-devlet ülkenin ulusal ve uluslararası kalkınmasını organize edebildi (uçakta pilot vardı). Bununla birlikte, Çin rejimi bugün her zamankinden daha şeffaf ve gizlidir. Siyasi-kurumsal krizin ABD emperyalizmini nasıl etkilediğini biliyoruz. Çin’de neler olup bittiğini bilmek çok zor. Ancak ömür boyu başkan olan Xi Jinping yönetimindeki gücün aşırı merkezileşmesi artık yapısal bir kriz faktörü gibi görünüyor.
ABD’nin göreli gerilemesi ve Çin’in tamamlanmamış yükselişi, ikincil güçlerin, en azından kendi bölgelerinde (Rusya, Türkiye, Brezilya, Suudi Arabistan vb.) önemli bir rol oynayabilecekleri bir alan açtı. Dolayısıyla Rusya’nın, Avrupa’nın doğu sınırlarında Çin’e bir dizi oldu bittiler sunmaya devam ettiğini düşünüyorum. Birlikte hareket eden Moskova ve Pekin, Avrasya kıtasındaki oyunun büyük ölçüde ustalarıydı. Ancak Ukrayna’nın işgali ile Tayvan’a yapılan fiili saldırı arasında bir koordinasyon yoktu.
Tam olarak bu bağlamda, Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesi ve Batılı güçlerin Ukrayna’nın bu durumla yüzleşmesine verdiği desteğin, bu savaşı emperyalistler arası bir savaş haline getirdiğini ve bunun da bizi Zimmerwald’ın (savaştan savaşa) politikasını hatırlamaya yönelttiğini düşünebilir miyiz? cevapla? Yoksa tam tersine, emperyalist güçler tarafından desteklenmesine rağmen Batı solunu Ukrayna halkının Rus işgaline karşı direnişiyle dayanışmaya zorlayan bir ulusal kurtuluş savaşıyla mı karşı karşıyayız? Zimmerwald’ın politikası ilhaksız barış talep etmekti. Şimdi kendilerini Zimmerwald’ın mirasçıları olarak tanıtanlardan bazıları Ukrayna’nın şu veya bu parçasını Rusya’ya bırakmayı, Ukrayna’dan ayrılmalarını doğrulamak için orada referandumlar düzenlemeyi vb. teklif ediyor, ama devam edelim. Bu soruyu cevaplamanın en basit yolu olayların akışını tekrar gözden geçirmektir. Sınırlarda önemli askeri kaynaklar seferber edilerek, zaman alan ve gözle görülür bir işgal hazırlığı yapılıyor. Bunu yapan Putin’di. O dönemde NATO, Afgan macerasının ardından siyasi bir krizin ortasındaydı ve Avrupa’daki operasyonel kuvvetlerinin büyük kısmı Doğu’ya yeniden konuşlandırılmamıştı. Biden’ın asıl kaygısı Çin’di ve hatta hâlâ Moskova’yı Pekin’e karşı oynatmaya çalışıyordu. Bir işgalin mümkün olduğu konusunda ilk uyarıyı yapan ABD istihbaratı oldu ancak bu uyarı ne Avrupa devletleri ne de Zelinsky’nin kendisi tarafından ciddiye alındı. Batı Avrupa’da çoğumuzun Doğu Avrupalı (özellikle Ukraynalı) yoldaşlarımızla çok az teması vardı ve çoğumuz olayları tamamen jeopolitik terimlerle analiz ettik (asla yapılmaması gereken bir hata), Putin’in Avrupa Birliği’nin NATO içinde Afgan sonrası anlaşmazlıkları kışkırtması için İran üzerinde güçlü bir baskı uygulamaktan memnun olduğunu düşünüyorduk. Eğer durum böyle olsaydı işgalin gerçekleşmemesi gerekirdi çünkü tam tersi bir sonuç doğururdu: NATO’ya anlam kazandırmak ve safların yakınlaşmasına olanak sağlamak. Aynen öyle oldu! Ayrıca Rus işgalinden önce Ukrayna nüfusunun çoğunluğu bağlantısız bir ülkede yaşamak istiyordu. Bugün sadece çok küçük bir azınlık kendi güvenliğini NATO ülkeleriyle yakın ittifak dışında görüyor. Kendi adıma, arkadaşım Adam Novak’ın uyarmasıyla bunun mümkün olduğu hissine işgalden çok kısa bir süre önce ulaşmıştım. Artık çok daha fazlasını biliyoruz: işgal birkaç yıldır planlanıyordu. Bu, II. Yekaterina’yı referans alarak, Stalinist SSCB sınırları içinde Rus İmparatorluğunu yeniden kurmaya yönelik büyük bir projenin parçası. Ukrayna’nın varlığı yalnızca Lenin’in (Putin’in kendi deyimiyle) suçlu olduğu bir anomaliydi ve Rusya’nın safına dönmek zorundaydı. Aslında Ukraynalılar bunu tam kapsamlı işgal olarak adlandırıyor ve 2014’te Donbass, Luhansk ve Kırım’ın yıkılması ve askeri işgalinin işgalin ilk aşamasını oluşturduğuna dikkat çekiyor. “Özel Operasyon” (“savaş” kelimesi yakın zamana kadar yasaktı ve uygulamada da öyle) çok hızlı olacak ve emirlere tabi bir hükümetin kurulacağı Kiev’e kadar devam edecekti. Gafil avlanan Batılı güçler, oldu bittiye ancak boyun eğebildiler ve gafil avlandılar. Washington bile politik olarak ancak gecikmeli olarak tepki gösterdi. Savaş makinesini durma noktasına getiren kum tanesi, hem Putin’in hem de Batı’nın öngöremediği Ukrayna direnişinin boyutuydu. Gerçekten silahlı kuvvetlerle uyumlu, kitlesel bir halk direnişinden söz edebiliriz. Bu, Rusça konuşan pek çok kişinin (ve Moskova’ya bağlı olanlar dışında tüm siyasi yelpazenin) katıldığı ulusal bir direnişti. Bundan şüphe duyanlar için bundan daha güçlü bir kanıt yoktu: Ukrayna gerçekten var. Bahsettiğiniz ikinci senaryodayız. Zaman bu “orijinal” gerçeği ve dayanışma yükümlülüğümüzü silmiyor. Dayanışmanın çifte yükümlülüğü olduğunu eklemek isterim. Ukrayna halkının ulusal direnişiyle ve Zelynsky rejiminin otoriterliğine ve neoliberal politikalara (Avrupa Birliği tarafından savunulmaktadır) karşı bizzat Ukrayna’da işçi ve sendika hakları, örgütlenme ve ifade özgürlükleri için, mücadele etmeye devam eden sol güçlerle birlikte. … Açıkçası Ukrayna, Rusya-Batı güçler çatışmasının sıcak noktası haline geldi. Özellikle ABD’nin silah tedariki olmasaydı Ukraynalılar “cepheleri” tutamazdı. Ancak silah tedariki sürekli olarak Moskova’yı kesin bir şekilde yenilgiye uğratmak için gerekli olanın altında kaldı. Bugüne kadar Rus ordusunun hava kontrolüne karşı çıkılmadı. Ve NATO ülkeleri yeniden bölünmüş durumda, ABD’deki seçim öncesi kriz ise Ukrayna’ya yönelik fonların oylanmasını engelliyor. Derinlemesine savunma inşa etme ve yeniden örgütlenme fırsatına sahip olan Moskova, Kuzey Kore’nin top mermileri ve Hindistan veya Çin’in (petrol ürünlerinin satışı yoluyla) sağladığı fonların yardımıyla Ukrayna’daki askeri gerilimin arkasındaki itici güç olmaya devam ediyor ve oldu bitti politikasını alçakça yapıyor: Ukraynalı çocukların Rusya’ya götürülmesi ve Rus ailelere evlat edinilmesi.
Eğer öyleyse, direnişi desteklemenin, yarattığı (insani ve maddi) yıkımdan endişe etmeden savaşı uzatmak isteyen Batılı güçlerin (Zelenskiy hükümetinin onayıyla) çıkarlarına hizmet ettiğini düşünenlere ve bu nedenle adil bir barışın savunulmasına yönelik aktif bir politikanın teşvik edilmesinin gerekli olduğunu söyleyenlere ne diyeceğiz? Ben Ukrayna dayanışmasıyla aktif olarak ilgilenmiyorum. Güncel olaylara karşı Asya dayanışma faaliyetlerimi sürdürüyorum. Kendimi İsrail-Filistin sorununa kaptırdım (bununla yaşamak zor). Bu yüzden dikkatli olmaya devam edeceğim. Bu savaşın yarattığı yıkımın boyutunu hepimiz hissediyoruz; Putin utanmadan sivil halkı hedef alan bir savaş yürüttüğü için bu daha da anlamlı. Dayanılmaz. Ancak bu savaşı uzatan bizim desteğimiz değil, Putin’dir. Sorumluluklar sulandırılmamalıdır. Eğer “adil barış” terimi mevcut cephe hattında süresiz bir ateşkes anlamına geliyorsa, bu, işgal altındaki bölgelerdeki beş milyon Ukraynalıyı zorunlu asimilasyon rejimi altında yaşamaya mahkum etmek ve ayrıca beş milyon Ukraynalıyı da Rusya Federasyonu’na sınır dışı etmek anlamına gelecektir. Dayanışma hareketimizin rolünün her şeyden önce Ukrayna halkının ve bunun içinde Ukrayna toplumsal ve siyasi solunun mücadelesi için en iyi koşulların yaratılmasına katkıda bulunmak olduğunu düşünüyorum. Bir barış anlaşmasının şartlarının ne olacağını belirlemek kesinlikle bize düşmez. Ukrayna solunun, feminist hareketin, sendikaların, Kırım Tatar hareketinin, çevrecilerin (ve diğerlerinin) taleplerine kulak vermemiz ve çağrılarına cevap vermemiz gerektiğini düşünüyorum. Ayrıca Rusya’daki solu ve savaş karşıtı hareketleri de dinlememiz gerekiyor. Rus anti-kapitalist solunun çoğu bileşeni, Rusya’nın Ukrayna’daki yenilgisinin, ülkenin demokratikleşmesine ve çeşitli toplumsal hareketlerin ortaya çıkmasına kapı açan tetikleyici olabileceğine inanıyor. Batı solunda Doğu Avrupa’da solun “neredeyse var olmadığını” iddia edenler yanılıyor. Ukraynalılar pahasına kötü bir uzlaşmanın savaşı sonlandırabileceğine inanmak bana tehlikeli görünen bir yanılsama. Bu, Putin’in savaşa girmesinin nedenlerini unutmak anlamına geliyor: Ukrayna’yı tasfiye etmek ve Rusya İmparatorluğu’nun yeniden inşasına devam etmek, ama aynı zamanda ekonomik zenginliğine (tarım dahil) el koymak ve işgal altındaki bölgelerde sömürge niteliğinde bir rejim kurmak. Putinci devlet aygıtı, gizli servislerin (KGB-FSB) adamları tarafından yozlaştırılıyor. Zaten Çeçenistan’dan Orta Asya’ya ve Suriye’ye kadar kendi yerel bölgesine müdahale etti. Uluslararası alanda ancak askeri yetenekleriyle, silah, petrol veya tarım ürünleri satışıyla var olabiliyor… Gücünü bildiğim ve mücadele etmeye devam ettiğim “bizim” emperyalizmlerimize karşı tam bir güvensizliğim var. Bir barış anlaşmasını müzakere etmek veya empoze etmek için asla onlara güvenmeyeceğim. Filistin’de Oslo Anlaşmalarının ne hale geldiğini görün! Yani benim için dayanışma hareketlerinin (ne olursa olsun) “güçlerin mantığına girmesi” söz konusu değil. Başta devletler ve hükümetler (Zelenskiy dahil) karşısında tam bağımsızlıklarını korumalılar. Tekrar ediyorum, hem Ukrayna solunun güçlerini hem de Rusya’daki savaş karşıtı solu dinliyoruz.
Öte yandan ABD ve AB, Rusya’nın Ukrayna’daki savaşını ve artan uluslararası gerilimi yeniden silahlanma ve askeri harcamaların artırılmasına bahane olarak kullanıyor. “Yeni bir soğuk savaş”tan, hatta nükleer silah kullanımının dışlanmadığı bir dünya savaşı tehdidinden bahsedebilir miyiz? Bu yeniden silahlanma ve bu tehdit karşısında anti-kapitalist solun tutumu ne olmalıdır?
ABD ve Avrupa Birliği’nin yeniden silahlanmasına ve askeri harcamalarını artırmasına karşıyım. Bununla birlikte konuyu genişletmemiz gerektiğini düşünüyorum. Çin’in (ve hatta Rusya’nın) birçok alanda inisiyatif sahibi olduğu yeni bir silahlanma yarışı sürüyor; mevcut füze kalkanlarını çalışmaz hale getirecek veya donanmanın bir uçak gemisini çok uzaklardan hedef almayı mümkün kılacak süpersonik silahlar da dahil. Bildiğim kadarıyla hiçbir şey gerçekten test edilmedi ve neyin doğru neyin bilim kurgu olduğunu bilmiyorum ama diğer yoldaşlar bu alanda kesinlikle benden daha bilgili. Ancak silahlanma yarışının kendisi büyük bir sorundur. Olağan nedenlerden dolayı (dünyanın militarizasyonu, askeri-endüstriyel kompleksin kamu bütçelerinden fahiş bir pay alması vb.), ama aynı zamanda sürmekte olan savaşlar çağının sonunu daha da acil hale getiren iklim krizi nedeniyle. Silah üretimi ve kullanımı, sera gazı emisyonlarının resmi hesaplamasına dahil edilmiyor. Gerçekliğin korkunç bir inkarı. Nükleer silah kullanma tehdidi Putin tarafından birkaç kez dile getirildi, ancak hiçbir etkisi olmadı (ondan açıklamalarıyla tutarlı olmasını istemiyorum). Nükleer savaş tehdidinin devam eden Ukrayna çatışmasının doğrudan bir sonucu olduğundan şüpheliyim (umarım yanılmıyorum), ancak yine de bunun (maalesef) gerçek bir sorun olduğunu düşünüyorum. Burada da konuyu genişleteceğim. Halihazırda dört adet yerelleştirilmiş nükleer “sıcak nokta” var. Biri Orta Doğu’da bulunuyor: İsrail. Üçü Avrasya’da: Ukrayna, Hindistan-Pakistan, Kore yarımadası. “Aktif” olan yalnızca sonuncusu. Kuzey Kore rejimi, ABD deniz havacılığının konuşlandığı ve yurtdışındaki en büyük ABD üsleri kompleksinin bulunduğu bir bölgede (Japonya’da, özellikle Okinawa adasında) periyodik olarak füze testleri yapıyor ve fırlatıyor. Joe Biden’ın halihazırda Ukrayna, Filistin ve Tayvan’la çok işi var ve dünyanın bu bölgesindeki (Çin de dahil) durum daha da kötüleşmeden iyi iş çıkarabilir; bu durum Trump’ın büyük ölçüde sorumlu olduğu bir durum, aynı zamanda da Kuzey Kore kalıtsal hanedanının son evladının da. Küçük sorun: Kuzey Kore nükleer füzesinin Güney’in başkenti Seul’e ulaşması yirmi dakika sürüyor. Bu koşullar altında nükleer silahları ilk kullanan taraf olmama taahhüdünün uygulanması zorlaşmaktadır. Fransa, kamuoyunu “taktik” bir nükleer bombanın olası kullanımına siyasi olarak hazırlayan ülkelerden biridir. Bu önemsizleştirme girişimine şiddetle karşı çıkmalıyız. Ne yazık ki, bir tür ulusal siyasi fikir birliği mevcut; bu, “bizim” nükleer cephaneliğimizi, sol kesim de dahil olmak üzere ve hatta onun kaldırılmasından yana olduğumuzda bile siyasi anlaşmalar yapmak için bir prensip meselesi haline getirmediğimiz anlamına geliyor. Yeniden silahlanma sorunu, yeni silahlanma yarışı ve nükleer enerji, sınırların her iki tarafındaki savaş karşıtı hareketlerin faaliyetlerinin mutlaka bir parçası olmalıdır. Dolayısıyla, 1947’de Hindistan’ın bölünmesine eşlik eden toplumlararası korkunç şiddete rağmen, Pakistan ve Hindistan solu silahsızlanma için ortak kampanya yürüttü. “Yeni bir soğuk savaş”tan bahsedebilir miyiz? O zamanlar bu formülü oldukça Avrupa merkezli buluyordum. Asya’da savaş çok şiddetliydi (ABD’nin Vietnam’daki gerilimi). Bugün Rusya’nın Ukrayna’daki savaşı sırasında ne söylenebilir? Basında, bir tartışmada kullanıldığını anlıyorum ama iki ana nedenden dolayı kullanmamamız gerektiğini düşünüyorum: • Analizi jeopolitiğe çok sınırlı bir yaklaşıma indirger. Savaş aslında büyük güçler arasında doğrudan bir çatışma olmadığı için “soğuk”. Bu engellemez ancak “sıcak” çatışmaların somut bir analizine katkıda bulunmaz. • Genel olarak tarihsel benzetmelere pek sıcak bakmıyorum: “…’de miyiz?”. Biz asla “içinde…” değiliz, şu andayız. Tarihin bugünü açıklamaya, bugünün de geçmişi yeniden ziyaret etmeye yardımcı olduğunu biliyorum, ancak “yeni soğuk savaş” ifadesi benim isteksizliğimi açıkça gösteriyor. “Birinci” Soğuk Savaş, “Batı bloğunu” “Doğu bloğu” ile karşı karşıya getirdi. O zamanlar Sovyet bloğu ve Çin’in kapitalist dünya pazarıyla yalnızca sınırlı ekonomik ilişkileri vardı. Devrimci dinamik devam etti (Vietnam…). Bugün kapitalist dünya pazarı evrenselleşmiştir. Küreselleşme oradan geçti. Çin onun temel direklerinden biri haline geldi. Amerika Birleşik Devletleri ve Batı Avrupa ülkeleri arasındaki ekonomik karşılıklı bağımlılık yakındır. Bu faktörü tamamen hesaba katmadan Çin-ABD çatışmasının karmaşıklığını anlayamayız. Dolayısıyla neden sonrasına eklemek için eski bir formüle başvuruyoruz: ama elbette her şey farklı. Yeni Soğuk Savaş temasının her iki taraftaki kampçılara da yakıştığını söyleyebilirim. Moskova ve Pekin’e desteklerini haklı çıkarmak isteyen kampçılara. Veya otokratlara karşı Demokrasi ve Batı Değerlerinden yana olmak isteyenlere. Bitirmek için küçük bir kontrpuan: Biden geçmişte kalmış bir adam. Çeşitli büyük krizler sayesinde nükleer tehditleri müzakere etmeyi öğrendi. Bu deneyim bugün hâlâ onun için yararlı olabilir.
İsrail Devleti’nin Gazze’de yürüttüğü imha savaşına gelince, bu savaşın sonuçları nelerdir? ABD, son zamanlarda BM Güvenlik Konseyi’nde çekimser kalmasına rağmen neden İsrail’i desteklemeye devam ediyor? Bu savaşın bahsi nedir? Gazzelilerin hayatta kalması. Bu konularda (nüfusların yok edilmesi) uzman birinin bana çok adil gelen bir formülü vardı. “Yoğunluğu” bakımından bu kadar ciddi bir durumu hiç görmemişti. Diğer durumlarda çok sayıda insan öldü, ancak Gazze benzeri görülmemiş yoğunlukta çok yönlü bir saldırının altında küçük bir bölge. Bombalamalar dursa ve toplu yardım gelse bile ölümler zamanla devam edecek. Ölüm oranının çok yüksek olduğu çocuklardan başlayarak tüm nüfus, tekrarlanan travma sonrası stresle yaşayacak. Yetersiz beslenmenin kurbanı olan en gençlerin asla “normal” bir yaşam hakkı olmayacak. Diğer sorunlar arasında Filistinlilerin ordu ve paramiliter güçler tarafından desteklenen Yahudi üstünlüğü yanlısı yerleşimcilerin günlük şiddetine maruz kaldığı Batı Şeria’nın varlığı da yer alıyor. Hayatta kalan Gazzeliler Mısır üzerinden mi yoksa deniz yoluyla mı sürgüne zorlanacak? Hayatta kalan Batı Şerialı Filistinliler Ürdün’e sınır dışı edilecek mi? Büyük İsrail projesi başarılı olacak mı? Uzun sürede Filistin’in sömürgeleştirilmesini görebiliyoruz ama korkunç bir dönüm noktası yaşıyoruz. Netanyahu (sonu olmayan bir girişim olan Hamas’ın tamamen yok edilmesi dışında) savaş hedeflerini hiçbir zaman tanımlamadı. Özellikle de durum değişken olduğu için onun adına bunları tanımlamaya çalışmayacağım. 1 Nisan’da Şam’daki İran konsolosluğunun bombalanması, Netanyahu’nun Filistin sınırlarının ötesine yaptığı ani uçuşun bir örneğidir. Bu, diplomatik misyonları koruyan Viyana Sözleşmesinin açık bir ihlalidir. Saldırının hedefi orada bulunan üst düzey Hizbullah liderleriydi ama bu hiçbir şeyi “haklı çıkarmaz”. Diplomatik misyonlarda her zaman üst düzey subaylar da dahil olmak üzere tercih edilen “düşmanlar” vardır. İsrailliler bunu çok iyi biliyor; diplomat kılığına giren Mossad ajanları yabancı ülkelerde birden fazla kişiyi öldürmüş ya da kaçırmıştı. Bu bombalamanın daha fazla protestoya yol açmaması ilginç ve endişe verici. Tahran savaş istemiyor ama tepki vermek zorunda. Usturanın ucundayız. Joe Biden, Siyonizm ile samimi bir şekilde ve kendi yönetimindeki uzmanlara danışmadan İsrail hükümetine koşulsuz desteğini derhal garanti ederek kendi tuzağını kurdu ve bu ona bir dizi ses getiren istifaya yol açtı. Artık sürdürülemez olanı destekleyemez ancak İsrail’e silah ve mühimmat tedarikini de durduramaz. Yanılıyor olabilirim ama onun Arap dünyasındaki diplomatik temasını kaybettiği ve şu anda Trump’ın bir sonraki başkanlık seçimini kazanması durumunda Japonya ve Filipinler ile savunma anlaşmalarını korumakla meşgul olduğu izlenimine sahibim. İran, 13-14 Mart gecesi İsrail’e hava saldırısı düzenledi. İsrail sayımına göre 300’den fazla atış yapıldı: 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 110 balistik füze. Tahran, ABD tarafından onaylanan operasyonu duyurdu. Bu silahların İsrail’e ulaşması birkaç saat sürüyor, bu da yol boyunca birçoğunu vurmak için yeterli zaman bırakıyor. ABD, İngiltere, Fransa ve Ürdün katkıda bulundu. Yine de bir İsrail askeri üssü vuruldu. Bu operasyonun amacı açıkça siyasiydi, Şam’daki saldırıya tepki olarak yapılan bir uyarıydı. İran rejimi ilk kez İsrail’e bu şekilde doğrudan saldırıyordu. Tahran, en azından İsrail’in orada durması durumunda operasyonun devam etmeyeceğini duyurdu. İran’la karşı karşıya kalan Joe Biden hâlâ Batı ve Arap ülkeleri karşısında bir cepheyi harekete geçirebiliyor. İsrail’in koruyucularına bağımlılığı doğrulandı.
Enternasyonalist dayanışmamız Filistin halkıyla nasıl bir rol oynamalı?
Her şeyden önce, çok geniş bir birliğin sağlanabileceği mutlak acil durum: derhal ateşkes, Gazze Şeridi’ne giden tüm erişim yollarından büyük miktarda yardımın girmesi, konvoyların ve insani yardım çalışanlarının korunması (birçoğu öldürüldü), Rolü vazgeçilmez olan, UNRWA misyonunun yeniden başlaması. Batı Şeria’daki sömürgeciliğin sona ermesi ve mülksüzleştirilmiş Filistinlilerin haklarının restorasyonu, İsrailli rehinelerin ve Filistinli siyasi mahkumların serbest bırakılması… Filistinlilerin silahlı direniş de dahil olmak üzere direniş hakkını “ama”sız savunuyoruz; ancak bu, pek çok bağımsız kaynağın da doğruladığı gibi, ne Hamas’a siyasi destek anlamına geliyor ne de 7 Ekim’de savaş suçlarının işlendiğini inkar ediyor. Bu kaynaklar arasında İnsan Hakları için Doktorlar-İsrail derneği (PHRI); İsrail’in korumayı reddettiği, ancak Hamas’ın defalarca saldırılarına maruz kalan Negev’deki Bedevi köylüler; hayatlarını Filistinlilerin haklarını savunmaya adayan İsrailli aktivistler… Hamas bugün Filistin direnişinin ana askeri bileşenidir, ancak özgürleştirici bir proje taşıyor mu? Desteklediğimiz kurtuluş mücadelesine katılan hareketleri her zaman analiz ettik. Bugün neden farklı olsun ki? Enternasyonalistler olarak bizim rolümüz aynı zamanda, ne kadar zayıf olursa olsun, mevcut görevler ile özgürleştirici bir gelecek arasına bir çizgi çekmektir. Denizle nehir arasındaki bu tarihi topraklarda yaşayanların bir arada yaşayabileceği bir Filistin ilkesini savunuyoruz (Filistinli mültecilerin geri dönüşü de dahil). Bu, bölgede derin bir toplumsal çalkantı olmadan gerçekleşmeyecek, ancak bugün Yahudi ve Arap/Filistinli olmak üzere birlikte hareket eden örgütleri her şeye rağmen destekleyerek bu perspektife somutluk kazandırabiliriz. Mevcut bağlamda bu Yahudi-Arap dayanışmasını sürdürmeye devam etmek için herkes büyük riskler alıyor. Onlara dayanışma borçluyuz. Yahudi-Arap dayanışması aynı zamanda uluslararası seferberliğin gelişmesinin de anahtarlarından biridir, özellikle de Barış için Yahudi Sesi hareketinin İsrail yanlısı lobilerin propagandasına karşı koymada ve itiraz alanı açmada çok önemli bir rol oynadığı ABD’de.
Çin’in dış politika stratejisini ve Tayvan’la çatışmasını nasıl analiz ediyorsunuz?
Bence Xi Jinping’in önceliği, Çin’in küresel genişlemesi ve konsolidasyonu, ikili sivil ve askeri kullanım için yüksek teknolojiler alanında ABD ile rekabet ve önemli diplomatik ittifaklar arayışı (ABD’nin karşısında Aşil topuğu), bu stratejik aşamada değerlendirilen bölgelerde (Güney Pasifik gibi) kendi nüfuz bölgelerinin geliştirilmesi, askeri havacılık ve uzayın güçlendirilmesi veya gözetleme ve dezenformasyon. Tayvan’ın işgali gündemde olmayacaktır. Çin’in genişleme yolları öncekilerden farklı. Zaman değişti. Pekin’in yalnızca Cibuti’de büyük bir geleneksel askeri üssü var. Ancak giderek artan sayıda ülkeyle limanlarına erişim sağlamak için anlaşmalar imzalanıyor. Daha da iyisi, onu tamamen veya kısmen ele geçirir ve bu da ona sivil ve askeri ikili kullanım için geniş bir deniz bağlantı noktaları ağı sağlar. Yurt dışındaki Çin şirketlerinin güvenlik hizmetleri ordu tarafından sağlanıyor ve bu da ordunun bilgi almasına ve temas kurmasına olanak sağlıyor. Çin politikası emperyalist karakterdedir ve bunun aksinin nasıl olabileceğini anlamak zordur. Her büyük kapitalist güç, yatırımlarının ve iletişimlerinin güvenliğini ve taahhütlerinin siyasi ve mali karlılığını garanti etmelidir. Pekin, komşu ülkelerin deniz haklarını dikkate almadan militarize ettiği, büyük bir uluslararası geçiş bölgesi olan Güney Çin Denizi’nin tamamı üzerinde egemenliğini ilan etti. Balıkçılık kaynaklarına el koyuyor ve deniz tabanını araştırıyor. Otoriter bir rejim, mümkün olduğunu düşündüğü her yerde otoriter yöntemleri kullanır. Elbette sözde demokratik emperyalist rejim de aynısını yapabilir…
Suriye, Yemen, Sudan ve Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ndeki savaş durumlarının uzamasının yanı sıra, Burma’da da Batı’da çok az konuşulan bir savaş var. Bu çatışmanın şu andaki durumu hakkında yorum yapabilir misiniz? Sudan’la ilgili birkaç söz. Bu ülkede, son derece zor koşullar altında, daha iyi bilinmeyi (ve desteklenmeyi) hak eden zengin bir taban halk direnişi deneyimi var. Burma ders kitabı vakasıydı. Ordu, 1 Şubat 2021’deki darbe sırasında iktidarda hakimiyetini sağladı. Ertesi gün ülke, yaygın bir iş bırakma ve büyük bir sivil itaatsizlik hareketi şeklinde muhalefete girdi. Darbe başarısız oldu, ancak acil uluslararası destek sağlanamadığı için ordu püskürtülemedi. Ordu, acımasız baskı yoluyla inisiyatifi yavaş yavaş yeniden ele geçirmeyi başardı. Merkez bölgede başlangıçta barışçıl halk direnişi yer altına inmek, ardından silahlı direnişe geçmek zorundaydı. Ülkenin dağlık çevre eyaletlerinde faaliyet gösteren silahlı etnik hareketlerin desteğini aradı. Burma’da yaşananlardan daha geniş bir sivil direniş hareketi hayal etmek zor; ancak silahlı mücadeleye giriş, meşruiyeti meşru müdafaa kanıtlarına dayandırılan hayati bir zorunluluk olarak ortaya çıktı. Bu, onun bu çetin sınavdan geçmesine ve yavaş yavaş bağımsız gerillalar şeklinde örgütlenmesine ya da ordu tarafından feshedilen ve (nihayet) etnik azınlıklara açık olan parlamentonun bir ifadesi olan Ulusal Birlik Hükümeti’ne bağlı olarak örgütlenmesine olanak sağladı. Çatışma son derece sert biçimlere büründü; ordu özellikle havacılık üzerinde tekel sahibi oldu. Aynı zamanda karmaşıktı; her etnik devletin kendine has özellikleri ve siyasi tercihleri vardı. Ancak cunta yavaş yavaş kontrolü kaybetti. Çin (bir sınır ülkesi) ve Rusya’nın desteğine sahipti, ancak Pekin’e yatırımlarının güvenliğini ve Hint Okyanusu’na erişim sağlayan bir liman inşasını garanti etme konusunda yetersiz kaldı. Uluslararası izolasyonu derinleşti ve ASEAN müttefikleri bölündü. Bugün ordu birçok bölgede güç kaybediyor ve cuntaya karşı muhalefet cephesi genişledi. Burma çok zengin bir tarihe sahip ama ne yazık ki Batı’da çok az tanınan bir ülke.
Sonuç olarak, ekonomik krizin ağırlaşması ve hem uluslararası hem de bölgesel düzeyde çatışmaların artması, uluslararası bağlamda enternasyonalist dayanışma politikalarının yeniden düşünülmesini gerektiren bir dönüm noktasına işaret ediyor gibi görünüyor. 21. yüzyılda uluslararası çatışmaların evrimine uygun bir enternasyonalizm inşa etmenin yolları nelerdir?
Ana çizginin “kampçılık” ile enternasyonalizm arasındaki karşıtlık olduğu derin bir yeniden yapılanma var. Analizlerde pek çok farklılığımız olabilir ancak asıl soru, tüm mağdur topluluklarını savunup savunmadığımızdır. Her güç kendine uygun kurbanları seçer, diğerlerini ise terk eder. Biz bu tür bir mantığa girmeyi reddediyoruz. Paris ne düşünürse düşünsün Kanaky’deki Kanakların haklarını savunuyoruz, Suriyeliler ve Suriye halkı Esad klanının amansız diktatörlüğüyle, Ukraynalılar Rus ateşi altında, Filistinliler ABD bombalarının altında, Porto Rikolular ABD sömürge düzeni altında, Burma halkı cunta Çin tarafından desteklenirken ezilmekte, Haitililer’in koruma ve sığınma talepleri “uluslararası toplum tarafından” reddedilmekte. Jeopolitik kaygılar adına mağdurları terk etmiyoruz. Onların geleceklerine özgürce karar verme haklarını ve sorun buysa kendi kaderlerini tayin etme haklarını destekliyoruz. Dünyanın her yerinde “ana düşman” mantığını reddeden ilerici hareketlerin içinde buluyoruz kendimizi. Biz ister Japon-Batı, ister Rus, ister Çin olsun hiçbir büyük gücün kampında değiliz. İşgal, Filistin’de olduğu gibi Ukrayna’da da suçtur. Dünyanın militarizasyonuyla karşı karşıya kaldığımızda küresel bir savaş karşıtı harekete ihtiyacımız var. Söylemesi kolay ama yapması çok zor. Bunu yapmak için yerel sınır ötesi dayanışmaya (Ukrayna-Rusya, Hindistan-Pakistan) güvenebilir miyiz? Yoksa Filistin’le olan muazzam dayanışma hareketine mi? Nepal’de yeni tanıştığınız gibi sosyal forumlarda mı? Aynı zamanda iklim meselesini savaş karşıtı hareketler sorununa da entegre etmeliyiz ve buna karşılık militan çevre hareketleri de, henüz bunu yapmamışlarsa, savaş karşıtı boyutu kendi mücadelelerine entegre etmekten fayda görebilirler. Aynı şey nükleer silahlar için de geçerli. Bana öyle geliyor ki Greta Thunberg’in kişiliği “çoklu kriz”in şiddetiyle karşı karşıya kalan genç nesillerin potansiyelini bünyesinde barındırıyor. Ancak taahhütleri, kesinlikle eksik olmadığı azim ve zaman içinde harekete geçme becerisi gerektiriyor ki bu da kolay değil. Benim aktivist kuşağım 1960’ların radikalizmi ve Fransa’daki bizler için 68 Mayıs’ın kuruluş deneyimi sayesinde yörüngeye fırlatılmıştı. Oldukça büyük bir dürtü. Peki ya bugün ? 15 Nisan 2024-06-22 Görüşme Jaime Pastor Pierre Rousset Yeni Anti Kapitalist Parti üyesi ve IV. Enternasyonal’in yöneticilerinden. Amsterdam’daki IIRE-IIRF Enstitüsünün kurucu v eyöneticilerinden.
Kişisel ve politik nedenlerle 1974-75 yıllarını devrimci Portekiz’de geçiren bir militanın anılarını yayınlıyoruz.
***
Devrimci bir militan olmak 68 Mayıs-Haziran barikatlarına katılacak yaşta olmayan gençlerin henüz ergenlik çağındayken devrimci mücadeleye katılmaya karar vermesi alışılmadık bir durum değildi. Bu nedenle benim durumum istisnai bir durum değildi. Bir anarşist sempatizanı olarak CRS’den (çevik kuvvet ç.) “FNL kazanacak! » (Vietnam Ulusal Kurtuluş Cephesi) ve “Vietnam’da Barış!” değil » Kasım 1969’da Vietnam halkının mücadelesiyle dayanışma amacıyla yasaklanan bir gösteri sırasında ilk cop darbelerimi almıştım. 1970 yılında Ligue Communiste’e katılmaya karar verdiğimde 15 yaşındaydım. Aktivizmim, B52’lerin attığı bombaların altında ezilen Çinhindi halklarının kahramanca direnişiyle, Latin Amerika’daki cesur mücadelelerle, dayanılmaz Pompidou düzenine karşı mücadeleyle beslendi. 1973 yılı, orduya katılmanın ertelenmesini ortadan kaldıran Debré Yasasına karşı muazzam lise seferberliklerinin yılıydı (22 Mart 1973’te Paris’te 200.000 gösterici ve 2 Nisan’da 200.000’i Paris’te olmak üzere 236 şehirde 500.000’den fazla genç yürüdü). İşte o yıl lisans eğitimimin ardından sosyoloji ve siyaset bilimi eğitimime yaşadığım taşra kasabasında devam etmeye karar verdim.
Ancak 1973 yılı aynı zamanda Şili’de yaşanan korkunç trajedinin ve Halkın Birliği umutlarının kanlı bir şekilde yıkıldığı yıldı. Hayatın tesadüfleri beni, partnerim olan Portekizli genç bir kadın da dahil olmak üzere diğer öğrencilerle birlikte bir evde yaşamaya zorladı. Anti-faşist muhalefette yer alan bir avukatın kızıydı. 1964’teki Brezilya askeri darbesinin sonuçlarından kaçmak için ailesiyle birlikte 1959’dan beri Brezilya’da, 1965’ten beri de Cezayir’de yaşıyordu. Çoğu zaman hayal bile edemediğimiz bir şekilde Portekiz’e bir geziden konuşuyorduk.. Diktatörlük 48 yıldır yürürlükteydi. Ancak 16 Mart 1974’te ordu birlikleri Lizbon’a doğru ilerledi. Başarısız olurlar ve 200 asker tutuklanır. Bu, rejimin zayıflığının çok açık bir göstergesiydi… Bir buçuk ay sonra, 25 Nisan’da Silahlı Kuvvetler Hareketi askerleri, Avrupa topraklarındaki en eski diktatörlüğe son verdi. Birkaç gün sonra Lizbon’daydık ve partnerimin babası Manuel Sertório ile tanıştık; bu anti-faşist savaşçı, büyük bir dürüstlüğe ve örnek teşkil edecek bir inanç gücüne sahipti ve beni dostluğuyla onurlandırmıştı.
Bedeli ağır bir şekilde kazanılmış özgürlüğün esintisi
2024’te, Lizbon’un 50 yıl önceki atmosferini anlatmak oldukça zor! Karanfillerle süslenmiş tüfeklerini sallayan askerlerin görüntüleri, yüzbinlerce insanın gösterilerde sevinç duyması. Şili trajedisinden yedi ay sonra büyük bir kalabalığın sosyalizm ve özgürlük çağrısıyla büyük bir sevinçle yürüdüğünü unutmamalıyız. Baskı güçlerinin ortadan kalkması karşısında duyulan inanılmaz özgürlük hissi. Artık polis yok, ceza da yok. Devrim dönemlerinde zihniyetlerin değişme hızı etkileyicidir. Bu heyecan verici ortamda, 1974 yılının Temmuz ayının başında gerzçekleştirdiğimiz, bu devrimci sürece katılmak için Lizbon’a gelip yerleşmeye karar verdik. Bu güzel şehir bayramdaydı. Baskı, korku, keyfilik ve neredeyse yarım asırlık dayanılmaz diktatörlük artık geride kalmıştı. Her yerde siyasi tartışmalar, meydanlarda konuşmalar, her şeyin çok hızlı gerçekleştiği izlenimi veriyordu. 1961’den bu yana süren sömürge savaşlarına bir son verilmesini hayal etmek nihayet mümkün oldu. Sansürün olmadığı, sendikaların, partilerin, gazetelerin inşasını öngören uğursuz siyasi polis PIDE’nin işkencecilerinin olmadığı bir gelecek hayal ediliyordu. Mantık bana IV. Enternasyonal’in Portekiz bölümü olan LCI’ya (Liga Comunista Internacionalista) katılmamı emretti.
Aralık 1973’te kurulmuş küçük bir organizasyondu. En tanınmış kişisi doktor João Cabral Fernandes’ti (1946 -). Tanınmış bir entelektüel olacak genç Francisco Louça’nın (1956-) canlı zekasından ve karizmasından çok etkilendim. “Tarih boynumuzu ısırıyordu” ve hiçbir şey iyimserliğimizi azaltacak gibi görünmüyordu. Polis ve jandarma görünmezdi ve silahlı askerlerin halkla dostluk kurması heyecan vericiydi. Sokaktaki sürekli tartışmaların görüntüsü rahatlatıcı olsa da, MRPP’nin (Proletarya Partisinin Yeniden Örgütlenmesi Hareketi) Maoistlerinin inanılmaz propaganda kapasitesinin hemen ilgimi çektiğini itiraf etmeliyim. PCP’yi (sosyal faşizm) ve Sovyetler Birliği’ni (sosyal emperyalizm) ana düşmanlar olarak suçlayan çok renkli posterlerin ve şehrin her yerindeki büyük boy afişlerin (sadece Lizbon’u tanıyordum) sefahati, bu örgütün önemli mali kaynaklara sahip olduğu anlamına geliyordu. Küçük LCI büyük bir tesis edinmeyi başarmıştı! Aşırı sol örgütler, sürgüne gitmekte acele eden diktatörlük sempatizanlarının terk ettiği evleri ve binaları “kamulaştırdı”. Şehir merkezinde, Rua de Palma 268 numarada bulunan, iki palmiye ağacıyla çevrili, dört katlı güzel bir evdi. Sahibinin, 1936’da kurulan faşist bir örgüt olan Portekiz Lejyonunun bir üyesi olduğu ve kaçtığı yönünde söylentiler vardı. Portekiz Lejyonu, Estado Novo‘nun ideolojisine göre amacı “manevi mirası savunmak” ve “komünist ve anarşist tehdide karşı savaşmak” olan, İçişleri ve Savaş Bakanlıklarının yetkisi altındaki bir milis gücüydü. İkinci Dünya Savaşı sırasında Portekiz Lejyonu, Hitler’in Avrupa hakkındaki fikirlerini açıkça savunan tek Portekiz örgütüydü. Aktivistlerin yardımıyla örgütün yeni genel merkezi, broşür basımına ayrılmış bir odayla yeniden düzenlendi.
Dünyanın merkezi Lizbon
1974-75 yılında üniversiteye kayıt yaptıramayacağımızı çok çabuk anladık. Devrimin hızla zafere ulaşacağına ve zaferden önce ve sonra çok meşgul olacağımıza inandığımız için çok fazla hayal kırıklığına uğramadık! Sorun açıkça militan faaliyete ek olarak bir miktar kazanç getiren faaliyete sahip olma konusunda ortaya çıktı. Bu yüzden Agence France Presse’e iş için başvurdum (hiçbir vasfım olmadığı göz önüne alındığında, bu çok mütevazı olabilirdi). Yine de şehri iyi bildiğim ve Portekizce’yi akıcı konuştuğum için çok iyi karşılandım. Lizbon, her milletten çok sayıda gazetecinin varış noktası haline gelmişti ve AFP, gelen Fransızca konuşan gazetecilere yardım etmek zorundaydı. İşte bu şekilde o zamanlar var olmayan bir terim olan “mihmandar” oldum. Prosedür çok basitti. AFP gerektiğinde beni aradı ve ben de yeni gelen bir gazeteciye eşlik etmek zorunda kaldım. Bana, günü birlikte geçirdiğim ve yemek yediğim gazeteciden para ödeniyordu. O dönemde tanıştığım tüm gazeteciler ideal bir konuma sahip kaliteli bir otel olan Hotel Mundial’de kalıyordu. Gazeteci, diplomat ya da siyasi lider iseniz olmanız gereken yer burasıydı. Büyük saflığımla Mundial Oteli ile Saygon’daki Continental Oteli’ni karşılaştırmadan edemedim! (Vietnamlı devrimciler, benim 30 Nisan 1975’te sevinçle kutlayacağım zaferlerini henüz elde etmemişlerdi…). Açıkçası “mihmandar” olacağım karakterleri seçecek halim yoktu. Yarım asır sonra anılarım elbette silikleşti… Yine de Le Monde’un özel muhabiri ve Ligue communiste liderlerinden Gérard Filoche’nin arkadaşı Dominique Pouchin ve ayrıca özgeçmişinde 1951’de faşist süreli yayın Rivarol ile işbirliğini içeren yazar Gérard de Villiers gibi birbirine çok zıt isimleri hatırlıyorum. Cezayir Savaşı sırasında subay ve ardından kıdemli muhabir olarak görev yaptıktan sonra, ırkçı, kadın düşmanı ve faşist düzyazısını damıtmayı başardığı SAS romanlarının başarılı yazarı oldu. Hotel Mundial, İtalyan Komünist Partisi muhalifi Rossana Rossanda, Corriere della Sera’dan gazeteci Bernardo Valli ve aynı zamanda arkadaş olduğum Jean-Marie Simonet gibi fotoğrafçılarla da tanışma fırsatı bulduğum yerdi. Her halükarda, Portekiz’deki küçük bir Troçkist örgütte tabandan aktivist olan, üniversite eğitimi almamış 19 yaşındaki genç bir adamın kendisini bu yerde ve bu insanlara bulması çok ironikti. Portekiz devriminin etkisi dünya çapındaydı. Bu sürecin sempatizanları, ordunun bir kısmının işçi hareketinin yanında yer alması nedeniyle olağan kuralların dışında kalan bu seferberliği ve bu radikalleşmeyi gözlemlemek için Lizbon’da bir araya geldi. Açıkçası tüm uluslararası siyasi örgütler bu olguyu anlamak istiyordu. Heyetler gelmeye devam ediyordu. Dolayısıyla ben aynı zamanda bu geziye katılan Dördüncü Enternasyonal’in liderlerinin “mihmandarı” olacaktım.
25 Mayıs 1974’te, Ernest Mandel’in konuştuğu aşırı solun birleşik mitingine 2.500 coşkulu katılımcı katıldı. Konuşmasının tamamı Lizbon’un demokratik basında yayınlandı. Bu vesileyle Pierre Franck, Alain Krivine, Ernest Mandel, Daniel Bensaïd gibi liderlerle vakit geçirip konuşma fırsatı buldum. Pierre Franck’ın bana Fransa’daki faşistlerin zayıflığını Kurtuluş’un gücüyle açıkladığını veya Bensaïd’in bana devrimci bir örgütün gazetecilere ve avukatlara karşı dikkatli olması ve yönetim pozisyonlarına erişimlerini engellemesi gerektiğini söylediği çok dostane, gayri resmi sohbetleri hatırlıyorum. Bu görüşmeler sırasında beni etkileyen şey, bu liderlerin sempatisi, kibirden yoksun olmaları, yardımseverlikleri, muhataplarına bu kadar rahat hitap etmeleriydi. Bu ilişkilerin o zamanın en sol kanadında ne kadar istisnai olduğunu bugün daha iyi anlıyorum; O zamandan beri bana Nahuel Moreno ya da Pierre Lambert gibi karakterlerin kırılgan ve otoriter karakterini anlatan yoldaşlarla sohbet etme fırsatım oldu. Dördüncü Enternasyonal, Charles Michaloux’yu kalıcı olarak Lizbon’a göndermeye karar verdi. Onun kaldığı süre boyunca gazetecilerle olan faaliyetlerim dışında zamanımın çoğunu onunla toplantılarda, seferberliklerde, çevirilerde vb. çalışarak geçirdim.
Devrim büyüyor ve kutuplaşıyor
11 Mart 1975’te örgüt binasına doğru gidiyordum ki, gökyüzünde savaş uçakları gördüm ve çok hızlı bir şekilde herkes darbeden bahsediyordu. Bir darbenin güpegündüz başlamasına duyduğum şaşkınlığı hatırlıyorum(!) ama hemen Paris’teki “Rouge” gazetesine telefon ettim. Radikalleşmenin arttığı, işçi denetiminin arttığı bir dönemde bu girişime tepki gösterilmesini de tuhaf buldum. 12 Mart itibarıyla Ulusal Kurtuluş Cuntası ve Danıştay’ın yerine Devrim Konseyi kuruldu. Hükümet, geniş bir kamulaştırma programı da dahil olmak üzere açık bir şekilde sola yöneldi. Yüzde 91,7 gibi rekor bir katılım oranıyla 25 Nisan’da yapılan Kurucu Meclis seçimlerinde oyların yüzde 37,9’u PS’ye, yüzde 26,4’ü PPD’ye (sağ parti, mevcut PSD), yüzde 12,5’i PCP’ye verildi. . República gazetesi olayı işte bu bağlamda patlak verdi. 19 Mayıs 1975’te, gazetenin işçileri ve matbaacıları genel merkezi işgal ettiler ve gazetenin PS’den farklı görüşleri sansürlediğini öne sürerek, gazetenin müdürü Raul Rego’nun yanı sıra çoğu sosyalist olan gazetecilerin büyükkısmını görevden aldılar. Portekiz PS’sinin lideri Mário Soares bu olayı kınadı ve PCP’yi Basın Özgürlüğü Yasasına veya siyasi çoğulculuğa saygı göstermemekle suçladı. Aynı akşam sosyalistler tarafından gazete binası önünde büyük bir gösteri düzenlendi. Askeri güçler binayı boşaltıp mühürledi. Mário Soares, işi François Mitterrand’ın desteğini aldığı Fransa’ya ihraç etti. Göstericilerle çevrili República genel merkezi önünde yaptığım gezilerden birinde, tarif edilemez Gérard de Villiers’e eşlik ederken, fotoğrafçı Jean-Marie Simonet’yi buldum. Diyalogumuz bir göstericiyle bir yanlış anlaşılmaya yol açtı ve bu durum, orada bulunan üç Fransız’ı sevinçle linç etmeye hazırlanan kalabalığın içinde bir hareketlenmeyle sonuçlandı. Gérard de Villiers’in kiraladığı Austin Cooper’da düzeni sağlayan askerlerin (coşkusuz) koruması altında kaçırıldık. Arabanın tavanına yağan yumruk yağmuru altında, korkudan çürümüş, korkusuz ve vicdansız kahramanının şerefine casus romanları yazan ürkek yazara baktım. Bunun coşkulu bir vizyon olduğunu kabul ediyorum. 19 yaşındayken insan ciddi olamıyor! República olayının ve siyasi olayların değişmesinin ardından, Portekiz Sosyalist Partisi ülkedeki büyük gösterilerin kökenindeydi. 1975 yazına, özellikle Portekiz’in kuzeyinde güçlü gerilimler damgasını vurdu. Bu dönem “Verão Quente” (“sıcak yaz”) olarak tanımlanacak.
Daha sonra ülkede bir anti-komünist şiddet dalgası patlak verdi. Portekiz Komünist Partisi’nin Rio Maior kasabasındaki genel merkezi 13 Temmuz’da arandı ve yakıldı. Takip eden haftalarda birçok Parti merkezi yıkıldı. 1975 yazı, Portekiz devrim sürecinin en çalkantılı ve şiddetli dönemlerinden birine işaret ediyordu. Öte yandan fabrika, ev ve büyük tarımsal mülklerdeki işgaller yoğunlaştı. Ülke, köylülerin toprak sahiplerine karşı mücadele ettiği Güney, Alentejo ile geleneksel elitlerin ve Katolik Kilisesi’nin derinden etkilediği, devrime karşı duran küçük çiftçilerin yaşadığı Kuzey arasında açıkça ikiye bölünmüştü. Dominique Pouchin’e Portekiz’in kuzeyine kadar eşlik ettim ve gericiliğin gücünden, kararlılığından, Kilise’nin yoksul ama şiddetle anti-komünist olan köylüler üzerindeki nüfuzundan etkilendim. Sosyalist Parti, Komünist Parti ile karşı karşıya geldiğinde, piskoposluk ve diğer gerici güçlerle ittifak kurmaktan çekinmiyordu. Lizbon’a geldiğimden beri Manuel Sertório ile siyasi sohbetlerim günlüktü. Tüm siyasi veya diplomatik görev tekliflerini reddetmişti. Bordigist tezlerden güçlü bir şekilde etkilenmişti ancak Troçkistlerle tartışmayı kabul etti. Ayrıca, özellikle proleter devrimin zafer olasılığı konusunda pek iyimser olmadığı için, bizim “notumuzun düşmesinden” ve üniversite eğitimimizin olmamasından da çok endişeliydi. İşte bu bağlamda Ağustos 1975’te Fransa’ya dönmeye karar verdik. Üç ay sonra, 25 Kasım’da bir darbe, 25 Nisan’da açılan umutların ölüm çanını çaldı.
Okurlarımıza Daniel Bensaid ile 2007-2008 yıllarında yapılan bir söyleşinin transkriptini ve ardından aynı yazarın Şili’deki Halk Birliği deneyimine (1970-1973) ve sosyalizme kurumsal ve aşamalı bir yoldan ulaşma girişimini sona erdiren darbeye odaklanan bir metnini sunuyoruz. Yazı boyunca Daniel Bensaid, 21. yüzyılda herhangi bir sosyalist devrimin karşı karşıya olduğu bazı önemli stratejik soruları ele alıyor. Bu iki metinden önce Stathis Kouvélakis’in bir giriş yazısı yer alıyor.
Daniel Bensaïd 2007 ve 2008 yılları arasında Fréquence Paris Plurielle radyosunda bir düzine röportaj verdi. Bu söyleşiler, işçi hareketinden simalarla ya da “kısa yirminci yüzyıl”daki kilit olaylarla ilişkilendirilen 12 tarih etrafında düzenlenmiştir: Ekim Devrimi, İspanya İç Savaşı, İkinci Dünya Savaşı, sömürgecilik karşıtı mücadeleler, Küba 1959, Lumumba suikastı, Mayıs 1968, Şili 1973, Mayıs 1981, Berlin Duvarı’nın yıkılışı, vb. çevrimiçi mevcut ses formatında. Deşifre edilmiş bir versiyonu 2020 yılında Editions du Croquant tarafından Fragments radiophoniques başlığı altında yayımlanmıştır. 20. yüzyılı sorgulamak için 12 röportaj .
Bu, 20. yüzyılın ikinci yarısında Latin Amerika’daki devrimci döngünün sonunu belirleyen Şili ve Nikaragua devrim deneyimlerine ayrılmış röportajın transkriptidir. Bunu, Daniel Bensaïd’in Şili’nin yenilgisini “gerçekçi” bir şekilde yorumlayan ve uzlaşma yolunda daha da ileri gidilmesinin daha iyi olacağını savunan solcularla polemiğe girdiği, 11 Eylül 1973 darbesinin otuzuncu yıldönümü vesilesiyle yazılmış daha önceki bir makale takip ediyor. Dahası aynı kişiler, trajik sonuçtan kısmen de olsa Şili solunun en radikal kesimlerini, özellikle de MIR’i sorumlu tutmaktan çekinmiyorlar. Basit bir tarihsel tartışma olmaktan uzak olan bu değerlendirmeler, Bensaïd’in de işaret ettiği gibi, nihayetinde yazarlarının 2000’li yıllarda Latin Amerika ve Avrupa’daki merkez sol (veya ılımlı sol) hükümetler tarafından izlenen sosyal-liberal politikalara verdikleri desteği haklı çıkarmayı amaçlamaktadır.
Daniel Bensaïd’in bu iki metninin karşılaştırmalı bir okuması, kendi ilgi alanlarının yanı sıra, yazarın kaygılarının merkezinde yer alan devrimci strateji sorunlarına ilişkin düşüncelerinde bir evrim olduğunu göstermesi bakımından daha da ufuk açıcıdır. Bu evrim, Latin Amerika ve Avrupa’daki konjonktürle ve radikal sol örgütlerde ve kendi siyasi akımında meydana gelen yeniden yapılanmalarla yakından bağlantılıdır.Dağılma sürecindeki bir devlet otoritesinin yerini sovyetlerin aldığı Rus Devrimi’nin klasik şemasından esinlenen “ikili iktidar” ve silahlı kuvvetlerden gelen karşı-devrimci girişimlere verilen yanıt türüyle başlayalım. İlk metinde Bensaïd, düşmana taviz verme mantığının acı verici başarısızlığının altını çizdikten sonra, geriye dönüp baktığında “stratejik hatanın tankazoya (Haziran 1973’teki başarısız darbe) ayaklanmacı, toplumsal ve silahlı bir karşı saldırıyla yanıt vermeye çalışmamak olduğunu” düşünen MIR lideri Andrès Pascal’ın tutumunu onaylayarak aktarıyor.
Bu pozisyon, Kerenski’nin geçici hükümetini devirmeye çalışan Çarlık generali Kornilov’a yapılan atfın da gösterdiği gibi (ayrıca alıntı yapılmıştır), Ekim 1917 tipi bir durumu da yansıtmaktadır. Aslında devrimci süreci yeniden başlatan ve Ekim taarruzunun yolunu açan, bu darbe girişimine karşı halkın verdiği muzaffer tepkiydi. Bu açıdan bakıldığında Daniel Bensaïd, Halk Birliği Şili’sinde “sanayi kordonlarının ve komandoların merkezileştirilmesi ile Conception Halk Meclisi gibi geniş demokratik deneyimlerden” doğabilecek ve doğru strateji uygulandığında daha önce bahsedilen “ayaklanmacı ve silahlı karşı saldırıyı” başlatmaya hizmet edebilecek bir “ikili iktidar” sorununu da açık bırakmaktadır. 2007 yılındaki mülakatta soru kısmen yeni terimlerle sunulmuştur. “İster Haziran’da ister Eylül’de olsun, darbeye genel grevle, ordunun silahsızlandırılmasıyla, fiilen ayaklanmayla yanıt vermek için başka bir senaryodan” söz etti. Ancak bu kez Allende esas olarak darbe başlar başlamaz genel grev gibi daha aktif direniş biçimleri için çağrıda bulunmadığı için eleştiriliyordu. Bensaïd ayrıca böyle bir sivil direniş biçiminin bile “belki de mümkün olmadığını” ve “askeri olarak hazırlıklı olması gereken MIR gibi bir örgütün bile darbe tarafından gafil avlandığını” kabul etmektedir.
Gerçekte bu değişim, sandıkla seçilen ancak Halk Birliği gibi toplumsal dönüşümün yolunu açan bir değişim programını uygulamayı öneren sol hükümetlerin kurulması sorunuyla ilgili olan bir başka değişimle bağlantılıdır. 2007 tarihli metinde, Daniel Bensaïd’in, Allende’nin görev süresine damgasını vuran egemen sınıflara verdiği tavizlere rağmen onu “reformist” olarak nitelendirmekteki isteksizliğine dikkat çekiyoruz. Ayrıca, 1973 Haziran’ındaki başarısız darbe (tankazo) ile devrimci süreci savunmak ve yeniden başlatmak için son şans olan 11 Eylül’deki başarılı darbe arasındaki belirleyici dönemde MIR’in Halk Birliği hükümetine katılımının hangi koşullar altında öngörülebileceğini de tartışıyoruz.Bu mülakatla aynı zamandaki bir metinde “birleşik cephe” ve “işçi hükümeti” tartışmalarından yola çıkan Bensaïd, iktidara erişim stratejileri ve bunlara karşılık gelen demokrasi biçimleri sorununa daha sistematik bir şekilde geri döndü.[1]. “Yüz yılı aşkın bir parlamenter geleneğe sahip olan ve genel oy ilkesinin sağlam bir şekilde yerleştiği ülkelerde, devrimci bir sürecin “aşağıdan sosyalizme” üstünlük sağlayan, ancak temsili biçimlere müdahale eden bir meşruiyet transferinden başka bir şey olarak düşünülemeyeceği oldukça açıktır” diye yazmaktadır. Ayrıca “pratikte, örneğin Nikaragua devriminde bu noktada evrim geçirdiğimizi” de kabul etmektedir.
Devrimci örgütlerin “geçiş dönemi perspektifinde bir hükümet koalisyonuna” katılımı sorununu, son deneyimler (Fransa, Latin Amerika) ve özellikle Brezilya örneği ışığında yeniden okuyarak bu konumdan inceliyor. Brezilya’da Lula’nın 2002’deki zaferinin ardından, IV. Enternasyonal’e bağlı olan ve İşçi Partisi içinde önemli mevkilerde bulunan Demokrasi ve Sosyalizm akımı (DS) hükümette yer almaya karar verdi ve özellikle Tarım Bakanlığı görevini elde etti. Bu karar, Lula’nın neo-liberal çerçeveye duyduğu saygıyla birleşince DS’de bir bölünmeye ve bazı lider ve aktivistlerinin PSOL’e (2004 yılında Brezilya radikal solunun diğer akımlarıyla birlikte kuruldu) geçmesine yol açtı.
Gramsci’nin kategorisini kullanırsak, “Batı’da” iktidara giden yolu belirleyen tartışmaları, yani 1917 Rusya’sından niteliksel olarak farklı bir bağlamı ele alan Daniel Bensaïd, “sol güçlerin koalisyon hükümetine” katılım için “farklı şekillerde bir araya getirilmiş üç kriter” ortaya koydu: “a) bu tür bir katılım sorununun, durumun soğuk olduğu zamanlarda değil kriz durumlarında ya da en azından toplumsal seferberlikte önemli bir artış olduğunda ortaya çıkması; b) söz konusu hükümetin kurulu düzenden kopma sürecini başlatmaya kararlı olması (örneğin – Zinovyev’in [Komünist Enternasyonal’in 1923-1924 “birleşik cephe” tartışmaları sırasında] talep ettiği silahlanmadan daha mütevazı bir şekilde – radikal tarım reformu, özel mülkiyet alanına “despotik saldırılar”, vergi ayrıcalıklarının kaldırılması, Fransa’daki Ve Cumhuriyeti’nin kurumlarından, Avrupa anlaşmalarından, askeri paktlardan vb. kopma); c) son olarak, güç dengesinin devrimcilere, taahhütlerin yerine getirileceğini garanti edemeseler bile, en azından bu taahhütleri yerine getirmeyenlere tüm bedeli ödetme imkanı vermesi gerekir.” Bu kriterlere dayanarak “[DS’nin çoğunluğunun] Lula hükümetine katılımının hatalı göründüğü” sonucuna vardı. Bununla birlikte, “ülkenin tarihini, sosyal yapısını ve PT’nin oluşumunu dikkate alarak, bu katılımla ilgili çekincelerimizi sözlü olarak ifade ederken ve yoldaşları tehlikelerine karşı uyarırken, bunu bir ilke sorunu haline getirmedik, ‘uzaktan’ ders vermek yerine yoldaşlarla birlikte sonuçlar çıkarmak için deneyime eşlik etmeyi tercih ettik” diye ekledi.Daniel Bensaïd’in bu önemli stratejik sorular üzerine düşünecek zamanı olmadı. Yine de bu geç dönem metinleri, onun düşüncesinin açıklığına ve çağımıza damgasını vuran devrimci hareketlerin deneyimlerini yeni yollarla sorgulama yeteneğine değerli bir tanıklıktır.
Stathis Kouvélakis
11 Eylül 1973’te Şili ordusu, Salvador Allende hükümetinin üç yıllık kısa reformist deneyimine kanlı bir son verdi. Augusto Pinochet, Bolivya’da başlatılan yeni bir kanlı baskı ve acımasız ekonomik liberalizm döngüsünü sürdürdü.[2]. Onu kısa süre sonra Güney Amerika’daki diğer diktatörlükler takip etti. 1979 yılında, farklı bir bağlamda, Sandinistalar küçük Nikaragua’da iktidarı ele geçirerek küçük bir umut getirdiler. On yıl sonra, 1990’da, Amerikan ablukası altında bunalmış bir halde, seçimlerde iktidara geri verdiler.Güney Amerika’nın her yerinde etkin olan ABD’nin arka bahçesindeki halkların başlarını kaldırmalarına izin vermeye niyeti yoktur. Bir yanda Salvador Allende’nin Kongre tarafından seçilmesi, diğer yanda Sandinistaların silah zoruyla iktidarı ele geçirmesi gibi çok farklı bağlamlarda yaşanan Şili ve Nikaragua deneyimleri, iktidar ve her şeyden önce iktidarın nasıl, kiminle ve neden elde tutulacağı sorusunu gündeme getirmektedir. İkincil bir soru olarak, bu süreçlerde yerli halklara ya da asimile edilmiş halklara verilen yer, daha doğrusu verilmeyen yer hakkında da bir soru eklemek istiyorum.
Belki de 11 Eylül’ün, 2001’dekinin değil 1973’tekinin, her şeyden önce duygusal bir şok olduğunu hatırlayarak başlamalıyız. Başkanlık sarayı La Moneda’nın merkezinden radyoya gelen haberlere ve ardından yavaş yavaş gelen darbenin başarılı olduğuna dair açıklamalara kulak kesilmiştik. İlk başta başarılı olamayacağını umduk, çünkü [Tankazo’dan] üç ay önce Haziran ayında başka bir darbe başarısız olmuştu, ardından Allende’nin ölümü geldi ve bu böyle devam etti.
1965’te Endonezya Komünist Partisi’nin ya da daha sonra Sudan Komünist Partisi’nin ezildiği katliamın farklı ölçekte bir benzeri yokken böylesi bir duygusal şoku nasıl açıklıyorsunuz?
Sanırım öyle, çünkü Avrupa ve Latin Amerika’da Şili’de olanlarla çok güçlü bir özdeşleşme vardı. Bunun gerçekten de yeni bir senaryo ve olasılık, pratikte bir laboratuar deneyi olduğu ve farklı şekillerde de olsa Latin Amerika için olduğu kadar Avrupa için de geçerli olduğu hissi vardı.
Peki neden Avrupa?
Çünkü bugün kısmen yanlış olduğunu söyleyebileceğim bir izlenimimiz vardı, sonuçta kendi yansımamız olan bir ülkeye sahiptik. Diğer Latin Amerika ülkelerinden farklı olarak güçlü bir komünist parti vardı, Salvador Allende tarafından temsil edilen ya da yönetilen bir sosyalist parti vardı, bizimle aynı kuşaktan bir aşırı sol vardı, MAPU[3] ve 1964-65 yıllarında Küba Devrimi’nin itici gücü ya da şok dalgası altında doğan Devrimci Sol Hareket, MIR[4] gibi küçük gruplar vardı. Bu örgütle, militanlarıyla, neredeyse bizim kuşağımızdan olan ve oldukça benzer bir geçmişe sahip olan liderleriyle bir özdeşleşme etkisi vardır. MIR iki kaynaktan beslendi: bir yandan Guevarist bir ilham, Küba Devrimi’ne bir referans; diğer yandan Troçkist bir etki, Latin Amerika’nın büyük tarihçisi Luis Vitale aracılığıyla. Her ne kadar daha sonra kenara itilmiş ya da hızla kenara çekilmiş olsa da MIR’in kurucularından biriydi. Tüm bunlar, Stalinizmin sol da dahil olmak üzere hiçbir zaman baskın olmadığı ve örneğin Arjantin’de Komünist Parti’nin oynadığı rolü oynamadığı bir ülkede gerçekleşti. Şili’ye özgü bir şey var ve durumu anlamadaki zorluklardan biri de bu. Şili Sosyalist Partisi, kendisini sosyalist olarak adlandırsa da, Avrupa sosyal demokrasisiyle çok az ilgisi vardı. Komünist Enternasyonal’in Stalinleşmesine karşı bir tepki olarak 1930’larda kurulmuş bir partiydi. Yani KP’nin sağından çok solunda yer alan bir partiydi. Dolayısıyla Şili’nin, solun seçimler yoluyla iktidara geldiği ve seçimlerin radikal bir toplumsal devrime yol açan ya da diyelim ki radikal bir toplumsal devrime geçiş yapan bir toplumsal radikalleşme sürecinin başlangıcı olabileceği bir senaryonun örneği olduğuna dair güçlü bir özdeşleşme ve fikir vardı; bu arada Küba Devrimi’nin Latin Amerika’daki prestijinin bozulmamış olmasa bile en azından hâlâ çok önemli olduğu da hatırlanmalıdır. Şili’de yaşananların hâlâ bir ders olduğunu düşünüyorum. Bugün olsa bu yansıtma mekanizması konusunda daha temkinli olurdum. Uzaktan baktığımızda Şili toplumunda var olan sosyal ilişkileri, tepki ve muhafazakarlık rezervlerini hafife alma eğiliminde olduğumuzu düşünüyorum. Bunların çoğunu orduda gördük çünkü o dönemde defalarca söylendiği gibi, ordu Alman eğitmenler tarafından Prusya ordusu çizgisinde eğitilmişti ve bu da zaten pek iç açıcı değildi. Ama dahası, o zamandan beri gördüğüm gibi, Katolik geleneğin, muhafazakar Katolik tarafın önemli olduğu bir ülke. Aslında, Allende Eylül-Ekim 1970’te yapılan bir başkanlık seçiminde %37 civarında bir nispi çoğunlukla seçildiği için bu en başından beri belliydi. Görevlendirilmesinin Meclis tarafından onaylanması için aşağıdaki koşulların yerine getirilmesi gerekiyordu[5]. Doğrudan meselenin özüne indiler: orduya dokunmamak ve mülkiyete saygı göstermek. Bunlar, Allende’nin göreve gelmesini kabul etmek için egemen sınıflar tarafından, yürürlükteki kurumlar tarafından en başından beri belirlenen iki sınırdı. Bununla birlikte, seçim zaferinin umutların artmasına ve toplumsal hareketin yükselmesine yol açtığı ve bu yükselişin Ocak 1971’de belediye seçimlerinde kazanılan büyük zaferle doruğa ulaştığı doğrudur. Allende’nin o dönemde dayandığı sol koalisyon olan Halk Birliği’nin ilk kez bir seçimde mutlak çoğunluğu kazandığına inanıyorum. Bu durum açık bir şekilde sürece daha fazla meşruiyet kazandırdı. Seçim zaferi, radikalleşme ve aynı zamanda kutuplaşma, başlangıçta Şili içinde, giderek aktif sokak yöntemleri de dahil olmak üzere sağın harekete geçmesine yol açtı. Kilit tarih Ekim 1972’deki kamyoncu greviydi. Ancak bunların maaşlı işçiler olduğunu düşünmemeliyiz: bu bir şirketti ve Şili’nin uzun ve dar coğrafyası göz önüne alındığında, karayolu taşımacılığı stratejiktir. Dolayısıyla, 1972 sonbaharında istikrarı bozmaya yönelik ilk girişim, cacerolazos ya da protesto hareketleri olarak bilinen, özellikle Santiago’daki orta sınıf tüketiciler tarafından desteklenen bir kamyoncu greviydi – Santiago nüfus bakımından ülkenin yarısından fazladır -. Bizim için sonbahar, orada ise ilkbahar. Mevsimleri tersine çevirmeliyiz. Bu durum nihayetinde Şili’deki sürecin bundan sonraki adımlarına ilişkin bir tartışmaya yol açmış ve ABD tarafından da güçlü bir şekilde desteklenen sağ kanadın istikrarsızlaştırılmasına yanıt vermek için iki olasılık ortaya çıkmıştır. Condor planından artık biliyoruz ki ABD, hem çok uluslu şirketler hem de Amerikalı askeri danışmanlar aracılığıyla darbenin hazırlanmasında uzun süredir yer alıyordu. Dolayısıyla 1973’ün başındaki kamyon şoförlerinin grevi uyarısından sonra, birkaç seçenek vardı: ya tartışılmakta olan özel mülkiyet sektörüne daha fazla müdahale, radikal yeniden dağıtım önlemleri, ücret önlemleri vs. ile süreci radikalleştirmek; ya da tartışılmakta olan özel mülkiyet sektörüne daha fazla müdahale, daha radikal yeniden dağıtım önlemleri, ücret önlemleri vs. ile süreci radikalleştirmek, Ya da tam tersine -ki Komünist Parti üyesi Ekonomi ve Maliye Bakanı [Pedro] Vuskovik tarafından öne sürülen hakim tez buydu- kamu mülkiyeti ya da sosyal mülkiyet alanını kesin olarak sınırlandırarak ve orduya ek güvenceler vererek burjuvaziye ve hakim sınıflara güven vermek.
Tüm hikayeyi tekrar gözden geçirmeyeceğiz, ancak öne çıkan noktalar nelerdir?
İstikrarsızlaştırmanın ikinci bölümü çok daha dramatikti; artık kamyon şoförlerininki gibi kurumsal bir grev değil, Haziran 1973’te Tankazo olarak bilinen ve bir ordunun, daha doğrusu bir tank alayının gösteriye çıktığı ve etkisiz hale getirildiği darbenin tekrarı olan bir ilk girişimdi. Ve bence bu, tartışmanın gerçekleştiği en önemli andı. Örneğin, birkaç bin çok dinamik militandan oluşan küçük bir örgüt olan MIR’in – orantıları aklınızda tutmanız gerekir, ancak Şili için bu önemliydi – bir hükümete katılma sorununu ortaya attığı andı, ancak hangi koşullar altında. Darbenin ilk başarısızlığından sonra, ağırlık merkezi sola kayacak, askeri komplocuları cezalandırmak ya da silahsızlandırmak için önlemler alacak bir hükümet kurma sorunu ortaya çıktı. Ancak tam tersi oldu. Başka bir deyişle, Haziran 1973 ile 11 Eylül 1973’teki fiili darbe arasında, kışlalarda var olan asker hareketine karşı baskı, darbeye direnme beklentisiyle silah biriktiren militanları silahsızlandırmaya yönelik aramalar ve hepsinden önemlisi, geleceğin diktatörü Augusto Pinochet de dahil olmak üzere bakanlık görevlerine yapılan atamalarla orduya verilen ek güvenceler vardı. Dolayısıyla bir değişim yaşandı ve bir yıl sonra Ekim 1974’te suikasta kurban giden MIR Genel Sekreteri Miguel Enriquez, darbe girişimi ile darbe arasındaki bu ara dönemde “Ne zaman en güçlüydük?” başlıklı bir metin yazdı. Bence son derece netti: Ağustos 1973’e kadar Santiago’da Allende’yi destekleyen ve [Tankazo’daki] darbeye yanıt veren 700.000 gösterici vardı. Aslında bu, halk hareketinin karşı saldırısının mümkün olduğu ve tam tersine, hükümetin ittifaklarını sağa doğru genişletmek ve gerçekte darbeyi teşvik etmek anlamına gelen ek vaatlerde bulunmak olduğu andı. Biz de bu şekilde şaşırdık. Salvador Allende’nin reformizminden bahsettiniz ama bizim reformistlerimizle kıyaslandığında o hâlâ sınıf mücadelesinin bir deviydi. Bugün arşiv belgelerine bakarsanız, hâlâ saygıdeğer bir adam olduğunu görürsünüz. Takip eden yıllarda, 1973, 1974 ve 1975’te çok önemli olan Şili ile dayanışma hareketinde, kahramanca ölmesine rağmen sorumlulardan biri haline getirilen Allende’ye karşı biraz sekter davrandığımızı söyleyebilirim. Bu siyasi sorunu değiştirmez. Kişiye saygı anlamına geliyor ama ortada hâlâ bir muamma var: darbenin ilk saatlerinde ulusal radyo hâlâ ondaydı, genel grev çağrısı yapmak hâlâ mümkündü, oysa biz işyerlerinde statik direniş çağrısı yaptık vs. Belki de bu mümkün değildi. MIR gibi askeri olarak hazırlıklı olması gereken bir örgüt bile darbe karşısında gafil avlandı. Bunu bugün Carmen Castillo’nun Un jour d’octobre à Santiago adlı kitabında ve filminde [Santa Fe Sokağı, 2007] görüyoruz. Hazırlıksız yakalandılar, belki de bana göre bu kadar acımasız ve büyük bir darbeyi hayal etmedikleri için. Bir darbe olasılığını hayal etmişlerdi ama bu darbe bir bakıma yarı başarılı olacak ve kırsal kesimde silahlı direnişin olduğu yeni bir iç savaş dönemini başlatacaktı. Bu nedenle, özellikle ülkenin güneyinde Mapuche azınlığı içinde yer alan köylüler arasında çalışmaya önem verdiler – ve bu da sorunun diğer yönüne geri dönüyor. Ancak darbe gerçek bir darbe oldu. “Endüstriyel kordonlar” olarak adlandırılan ve az çok gelişmiş öz-örgütlenme biçimlerini koordine eden, özellikle Santiago’nun banliyölerinde, kırsal kesimde “komünal komandolar”, ordudaki çalışmalar ve hatta Valparaiso’da bir tür yerel sovyet olan bir halk meclisinin embriyonu ile var olan halk iktidarı organlarını merkezileştirme senaryosunu gerçekten hazırlamamışlardı, hatta muhtemelen öngörmemişlerdi. Yine de tüm bunlar mevcuttu ve ister Haziran’da ister Eylül’de olsun, darbeye genel grevle, ordunun silahsızlandırılmasıyla, fiilen ayaklanmacı bir şeyle karşılık vermek için başka bir senaryo öngörmenin mümkün olabileceğini – ancak bunu yapmak için iradeye ve stratejiye sahip olmanız gerektiğini – düşündürüyordu. Bu her zaman risklidir, ancak darbenin insan hayatları, kayıplar ve işkence görenler açısından bedelini gördüğünüzde. Ve hepsinden önemlisi, toplumsal bedeli, Pinochet’nin otuz yılı aşkın diktatörlüğünden sonra Şili’nin bugün geldiği noktayı ve dolayısıyla liberal politikalar için bir laboratuvar olduğunu gördüğümüzde, tarihi bir yenilgiden söz edebiliriz. İki komşu ülkeye, Şili ve Arjantin’e bakacak olursak, Arjantin’deki toplumsal hareket, kaybolan 30.000 kişiye rağmen, diktatörlük yıllarının [1976-1983] mücadele ruhunu oldukça hızlı bir şekilde toparladı. Şili’de ise yenilgi açıkça farklı bir ölçekte ve farklı bir süre zarfında gerçekleşmiştir.
Nikaragua farklı bir hikaye.
Şili’deki darbenin, Latin Amerika’da on-on beş yıl boyunca Küba Devrimi’ni takip eden devrimci mayalanmanın sonsözü olduğuna inanıyorum. Girişte de belirttiğiniz gibi, tarihlerin eşzamanlılığı etkileyici: Şili’deki darbeden üç ay önce, sanırım Haziran 1973’tü, Uruguay’da darbe oldu. 1971 yılında Bolivya’da bir darbe oldu. Tüm bunlar tamamen uyumsuz değil, çünkü aynı zamanda Arjantin’de diktatörlük düştü ve 1976’da geri dönecekti. Ancak sembolik olarak, siyasi şahsiyetler açısından, Allende’nin ortadan kaybolması, Enriquez’in ortadan kaybolması ve MIR’in neredeyse tüm liderliği açısından döngüyü kapattığını söyleyelim. Küba Devrimi tarafından başlatılan döngüyü, OLAS konferanslarını kapatır.[6]konferansları ve Che’nin 1966’da Bolivya’ya yaptığı sefer. Nikaragua belki de başka bir dönemin açılışı ya da biraz sürpriz bir başlangıç noktası. Daha önce Luis Vitale’den bahsediyordum.
Latin Amerika’daki bu gerilemeyi değerlendirdiğimiz 1976 yılındaki bir toplantıda bizi şaşırtarak şöyle demişti: “Evet, ama merkez üssü – kullanılan ifade buydu – merkez üssü yer değiştirdi, bir sonraki hamle Nikaragua”. Açıkçası çoğumuz 1976’da Nikaragua’nın nerede olduğunu bilmiyorduk. Vitale’nin bir kâhin ya da sihirbaz olduğunu söylemek istemiyorum ama Orta Amerika’da, “zayıf halka” diktatörlükleriyle, kötü örgütlenmiş toplumlarla çok özel koşullarda tarihin geldiğini gördü. Şili diktatörlüğünün toplumsal bir tabanı vardı. Bu diktatörlükler, Somoza ve benzerleri, oldukça kukla gibiydiler, çok az şeye dayanıyorlardı. Bu da 1967’de neredeyse hiçbir şey olmayan bir örgütün, Pancasàn gerilla grubu olarak adlandırılan bir gerilla grubunun baskısı ve başarısızlığından sonra Sandinista Cephesi’nin neden yüzden az militana düştüğünü açıklıyor. O dönemde onlarla birlikte çalıştık ve onlar da Filistinlilerden eğitim konusunda yardım istediler.
Burada ise tam tersi bir süreç yaşıyoruz, öncelikle sosyal ya da ayaklanmacı ya da askeri bir hareketin zaferi söz konusu, Sandinista Cephesi’nde bir arada var olan üç stratejik çizgiye girmeyeceğim. Sonunda birleşmeyi başardılar ki bu kaçınılmaz bir sonuç değildi: Tomàs Borge tarafından temsil edilen kırsal kesime yayılmış bir halk savaşı çizgisi, Jaime Wheelock tarafından savunulan daha ayaklanmacı bir çizgi ve ardından üçüncü bir varyantı temsil eden Ortega kardeşler. Ama sonunda hepsi bu özel bağlamda bir araya geldi. Ve seçim sürecini başlatan 1979’daki siyasi ve askeri zafer oldu. Nikaragua olayında eşi benzeri görülmemiş olan şey, bir devrimin ya da devrimin muzaffer bir ilk aşamasının seçimle meşrulaştırma testine tabi tutulmayı kabul etmiş olmasıdır. Üç milyondan az nüfusa sahip küçük bir ülkede bunun imkansız bir kumar olduğu söylenebilir. Örneğin Nikaragua’daki işçi sınıfından bahsederken rakamları aklımızda tutmamız gerekiyor: 100’den fazla çalışanı olan şirketlerde, çoğunlukla kereste ve maden suyu şişeleme sektörlerinde 27.000 çalışan. Ne hakkında konuştuğunuzu bilmek zorundasınız. Tarım sorunu temel bir sorundu ve belki de yerli sorunu da – buna daha sonra döneceğim.
Meselenin özüne inecek olursak, Nikaragua’nın seçimlerde yenilmeden önce tükenerek yenilmiş olmasıdır. Başka bir deyişle, “düşük yoğunluklu savaş” – bu ifade neredeyse ironiktir – ABD tarafından çok açık bir şekilde finanse edilmiş, zaten yoksul olan bir ülkeyi bütçesinin %50’sini savunmaya ayırmaya ve bunun gelenek olmadığı bir ülkede zorunlu askerliği dayatmaya zorlamıştır. İnsanlar oğullarının askere gitmesine alışık olmadıkları için bu uygulama kırsal kesimde pek rağbet görmedi. Savaş çabaları ülkeyi sosyal ve ahlaki açıdan tüketmişti. Nikaragua devriminin Orta Amerika’ya yayılma ihtimali olduğu sürece – ki bu gerçekti – dayanabilirdik. Ve bu olasılık vardı, özellikle de El Salvador’da, sınırda olan ve kazanabilecek birkaç ayaklanma girişimi vardı. Ama bence belirleyici nokta Guatemala’ydı. Guatemala ile ilgili olarak, bugün ölen Mario Payeras adında, Yoksulların Gerilla Ordusu’nun kurucularından birinin ifadesini okuyabilirsiniz. Bize Nikaragua devriminin nasıl paradoksal bir şekilde Guatemala devriminin aleyhine işlediğini sözlü olarak da açıkladı. Ne şekilde? Basitçe, çünkü Somoza tarzı diktatörlerle uğraştıklarını sanıyorlardı ama karşılarında askeri danışmanlar vardı. 1984 yılında Guatemala City’de bir yürüyüş vardı: karşılarındaki insanlar Tayvanlı ve İsrailli askeri danışmanlardı, karşı ayaklanma uzmanlarıydı. Artık bir tonton macoute ordusu ya da benzeri bir şey değillerdi, uluslararası iç savaşta gerçekten profesyonellerdi diyebiliriz. Sonuç olarak, Guatemala ve El Salvador kaybetti ve o andan itibaren Sandinistaların seçim yenilgisi 1989-90’da kaçınılmazdı diyemem ama sonunda yıpranma yoluyla büyük olasılık haline gelmişti. Benim bakış açıma göre, Sandinistaların politikasında tartışmaya açık olan şey seçimleri yapmış olmaları değil, çünkü her şeye rağmen devam etmek daha kötü olabilirdi, ama ikili bir meşruiyet kaynağı sağlamamış olmalarıdır. Bir süre Danıştay olarak bilinen bir kurum vardı.
Bunun Fransa’daki Conseil d’Etat gibi olduğunu düşünmemelisiniz. Violetta Chamorro [Sandinistas’a karşı muhalefetin lideri ve 1990’dan 1997’ye kadar Nikaragua Devlet Başkanı] gibi işveren örgütlerinden ve hemen hemen tüm sosyal hareketlerden oluşan bir meclisti. Tarım reformunun kazanımlarını ve bir dizi başka şeyi savunmak için meşruiyeti seçilmiş parlamenter meclise karşı olan bir tür sosyal oda. Dolayısıyla bir süre için ikili bir meşruiyetin sürdürülmesi düşünülebilirdi. Dahası, daha sonra keşfedilen ve Sandinistaların safları da dahil olmak üzere yolsuzluk patlamasının aşırı hızını -ki bu gibi fakir ya da çok fakir ülkeler için bir ders olmalıdır- göz ardı etmemeliyiz. Sandinista liderliğinin en üst düzeyinde Piñata olarak adlandırılan bu durum, en güçlü ideolojik inançların bile dünyanın maddi mantığına karşı duyarsız olmadığını göstermiştir. Bu aynı zamanda Sandinista hükümetinin ahlaki itibarını kaybetmesinde de bir etken olmuştur. Burada tarihler açısından bir simetri var: 1989, geriye dönüp baktığımızda fark ettiğimiz gibi, aynı zamanda bir başka on yıllık döngünün de sonunu işaret ediyor.
1989’da Küba’da Ochoa davası, 1994’te Brezilya’da Lula’nın ikinci adaylığının başarısızlığı, Lula’nın henüz yeniden markalaştırılmadığı, “vücut giydirilmediği”, sunulabilir ve seçilebilir bir aday olması için “kırpılmadığı” bir dönem. Tamamen farklı bir bağlam sağlayacak bir seçim zaferine çok ama çok yaklaşmıştı. Aynı zamanda Berlin Duvarı’nın yıkıldığı dönemdi, vesaire vesaire. Yani 1989-90’da bir şeyler değişti ve Nikaragua da bunun bir parçasıydı. Yerli politikaları söz konusu olduğunda… Şili’de aşırı sol örgütlerin gerçek bir çaba ve açık bir irade gösterdiğini düşünüyorum. Nikaragua’da ise Miskitolar [ülkenin Atlantik kıyısında yaşayan ve kaynaklara göre sayıları 90.000 ila 150.000 arasında değişen yerli bir halk] ve Bluefields [Atlantik kıyısında bir kasaba] sorunu daha karmaşıktı. Sandinistalar, Bluefields sahilindeki yerli halkla özel olarak ilgilenmeyerek ve spesifik cevaplar vermeyerek onların sömürülmesine kapı açmış olabilirler çünkü paranoyakça olmamakla birlikte, CIA servislerinde etnik meseleleri istismar etmek için bir etnologlar aygıtı vardı ve bu onların işine yaradı.
Şili, Bir Amnezi Hastasının Anıları (2003)Şili solunun 11 Eylül 1973’teki askeri darbesi bir “ileri kaçış” değil, önleyici, hazırlıklı bir karşı-devrimin sonucuydu.
Le Monde’da (12 Eylül 2003) yayınlanan kısa bir röportajda, eski bir Şili MIR militanı ve şimdi Başkan Lula’nın kişisel diplomatik danışmanı olan Marco Aurelio Garcia, Şili darbesinin derslerine bakıyor. 1. “Çıkarılması gereken temel ders”, “siyasi dönüşüm projesinin güçlü bir ittifak sistemine ihtiyaç duymasıdır”. Öyle olsun. Bu nedenle Marco Aurelio, 1970 yılında ordu komutanı General Schneider’in öldürülmesi vesilesiyle taslağı çizilen Halk Birliği ve Hıristiyan Demokrasisi arasındaki geniş ittifakın neden daha sonra teyit edilmediğini ve pekiştirilmediğini merak etmektedir. Sanki ittifaklar meselesi izlenen politikalardan ayrı tutulabilirmiş ve sanki sınıf mücadelesinin çatışmacı mantığı askıya alınabilirmiş gibi. Hareketin radikalleşmesi, 1972’de toplumsal mülkiyet döneminin genişlemesi, kitlesel öz savunma girişimleri (özellikle de 11 Eylül’deki başarılı darbenin habercisi olan Haziran 1973’teki başarısız darbe girişiminin ardından) karşısında burjuva partileri, toplumsal fetihlerin genişlemesine, orduda askerlerin örgütlenmesine, sanayi kordonlarının ve komandoların merkezileştirilmesine karşı mantıksal olarak burjuva düzenini savundular.
Marco Aurelio, Ekim 1972 krizinden sonra verilen yanıtın, generalleri hükümete entegre ederek tam da “ittifakı genişletmek” olduğunu unuttu mu? Komünist Parti Genel Sekreteri Luis Corvalan o dönemde şöyle demişti: “Silahlı kuvvetlerin üç kolunun temsil edildiği kabinenin fitneye karşı bir baraj oluşturduğuna şüphe yok”! Bu senaryo, Pinochet’nin uğursuz planını hazırlamak üzere hükümete katıldığı Haziran 1973 krizi sırasında da tekrarlandı. 2. O zaman soru, Allende hükümetine yönelik halk desteğini pekiştirmeyi amaçlayan bir reform politikasının, ittifakların bu beklenmedik genişlemesine feda edilip edilmeyeceği oldu. Marco Aurelio Garcia, Allende seçimleri kazanır kazanmaz, uğursuz Condor planının bir parçası olarak gericilik ve CIA tarafından kışkırtılan (bu artık geniş çapta belgelenmiş ve kanıtlanmıştır) bir darbede bu radikal solun en ufak bir sorumluluğu varmış gibi, Şili solunun büyük bir bölümünü “ileri kaçmakla” suçladığında öne sürdüğü şey budur. İşverenlerin 1972 sonbaharındaki grevinin gösterdiği sabotaj, emperyalizmin artan baskısını ve 1971’de %14 olan büyüme oranı 1972’de %2.4’e düşen bir ekonomi üzerindeki boğucu baskıyı göstermektedir. 3. Başarısızlık için radikal solun bu şekilde suçlanması doğal olarak sol içindeki mevcut polemikleri yansıtmaktadır. Marco Aurelio Garcia’ya göre MIR’in (Devrimci Sol Hareketi, aşırı solun ana örgütü) hatası “Halk Birliğinin eleştirel tarafı olmak yerine mutlak bir alternatif oluşturmak isteyerek kendisini hatalı bir pozisyona hapsetmesi” olacaktır.
Marco Aurelio, MIR’in UP zaferini ve buna katılmaksızın Allende hükümetini desteklediğini (Başkan’ın kişisel koruması olarak hareket edecek kadar ileri giderek) çok iyi biliyor. MIR 1973’te hükümete katılmayı bile düşünmüş, ancak Komünist Parti’nin ekonomi politikası ve ittifaklar konusundaki sağcı yaklaşımı karşısında bundan vazgeçmiştir. Sorun başka bir yerde, o dönemde MIR’in eylemlerine rehberlik eden uzun süreli bir halk savaşı stratejik hipotezinde yatıyordu. MIR, hükümetin devrilmesini, ancak bu uzun süreli savaşı başlatacak sınırlı bir yenilgi şeklinde olmasını bekliyordu. O andan itibaren, kendisini günün görevinden çok ertesi günün hayali görevlerine hazırladı: 1973 boyunca tehdidi daha da netleşen çatışma. İşte bu noktada, MIR liderliğinin hayatta kalan birkaç üyesinden biri olan Andrès Pascal, bugün stratejik hatanın Tankazo’ya (Haziran 1973’teki başarısız darbe) ayaklanmacı, toplumsal ve silahlı bir karşı saldırıyla yanıt vermeye çalışmamak olduğunu savunmaktadır. 4. Marco Aurelio Garcia, endüstriyel kordonların sovyetlerin embriyolarını oluşturabileceği şeklindeki bu “ikili iktidar sorunu”nun hayali olduğunu düşünmektedir. Bütün mesele de bu. Kordonların ve komünal komandoların merkezileşmesi, Halk Meclisi gibi geniş demokratik deneylerle birleşerek kurucu bir halk iktidarının oluşmasına yol açabilir mi? Zayıf ya da güçlü yönleri not etmek yeterli değildir. Bunlar kısmen ilgili stratejilere ve iradelere bağlıdır. Garcia’nın iddia ettiği gibi “darbeye karşı neredeyse hiç direniş olmadıysa” (ki bu en hafif tabirle aceleci ve tek taraflı bir yargıdır), kendimize bu direnişin nasıl hazırlandığını ve Pinochet’nin Moneda’yı bombalattığı gün başlatılmayan parolaların neler olduğunu sormamız gerekir. Elbette, sorunu bu terimlerle ifade etmek için, devrimci bir sürecin radikalleşmesinin, devam eden bir karşı devrime, aşırı uçlara tırmanan bir yanıt olduğunu kabul etmek zorundasınız. Burjuvazi ile toplumsal uzlaşı ve emperyalizmin kutsaması gibi sessiz hipotezler, Kerenski hükümetinin Şubat ve Ekim ayları arasındaki demokratik istikrarı kadar gerçek dışıdır. Kornilovlar ve Pinochetler böyle bir şeyi asla duymadılar. 5. Le Monde 12 Eylül tarihli sayısında, Jorge Castaneda’nın (Vicente Fox hükümetinin eski Meksika Dışişleri Bakanı) “devrimler döneminin sona erdiğini” (ve karşı devrimler döneminin mi?) ve Paulo Antonio Paranagua’nın stratejik açıdan farklı deneyimleri (Küba’dan Nikaragua ve El Salvador’a, Bolivya, Peru ve Arjantin üzerinden) militanların “ölüm dürtüsüne” (sic!) indirgeme eğiliminde olan bir makalesi.
Bireysel motivasyonun karanlık bir tarafı olduğu evrensel bir gerçektir. Bu hiçbir şekilde bize, özellikle Bolivya’da Che’nin ölümüyle ilgili olarak moda haline geldiği üzere, gazetecilik klişesi olan intihara teşebbüs klişesi içinde taahhütleri ve bunların siyasi anlamını psikolojize etme ve depolitize etme hakkını vermez. 6. Şili’nin aldığı derslerin kapsamını genişleten Marco Aurelio Garcia, “küçük bir çoğunlukla hükümet edilemeyeceğini en başından fark eden” “İtalyan komünist lider Enrico Berlinguer’in” açık görüşlülüğünü takdir ediyor. Şili deneyimi, saygılı Avrupa solunun “tarihi uzlaşma” veya “Moncloa Paktı” vaazları için hemen bir argüman (mazeret) işlevi gördü. Çeyrek yüzyıl sonra ne elde ettiler? Tarihi uzlaşma İtalyan işçi hareketinin silahsızlandırılmasına yardımcı oldu ve Zeytin Ağacı’nın [1996-2001 yılları arasında iktidarda olan Romano Prodi liderliğindeki merkez sol koalisyon] çöküşüne ve Berlusconi’nin yükselişine yol açtı. Berlinguer ve varisleri (Robert Hue gibi) ittifak alternatifini feda ettiler.
Bu şekilde darbelerden kaçındılar ama bunun bedeli ciddi bir toplumsal değişimden vazgeçmek, krizin derinliklerine gömülmek ve liberal karşı-reformlara açıktan teslim olmak oldu. 7. Şili deneyimine bir cenaze konuşması şeklinde yapılan bu garip dönüş, Marco Aurelio Garcia’nın “Şili modeli” ile “Brezilya modeli” arasında, Allende hükümeti ile Lula hükümeti arasında, elbette ikincisinin ezici avantajına olacak şekilde, bir paralellik kurmasına olanak tanıyor. “Zaman tanımak” daha iyi olacaktır. O dönemde Salvador Allende’yi (bazen belki de aşırı sert bir şekilde) eleştirmiştik. Yine de saygıyı hak ediyor ve tarihe onurlu bir şekilde geçecek. Lula hükümetinin yılın başından bu yana (mümkün olan en geniş ittifaklar adına) izlediği liberal politika devam ederse, ne yazık ki birkaç yıl içinde “Brezilya modelinin” egemen düzene önemsiz bir teslimiyetin bir başka örneği olarak ortaya çıkmayacağı kesin değil. Öyle görünüyor ki Lula, sonunun Walesa gibi olmaması fikrine kafayı takmış durumda. Ancak bundan kaçınmayı başaracağının garantisi yok. (Eylül 2003)
Dipnotlar Contretemps tarafından hazırlanmıştır. Patrick Le Moal’a yardımları için teşekkür ederiz.
Notlar
[1] Bu metin Penser Agir (Paris: Lignes, 2008), s. 165-198 kitabında biraz gözden geçirilmiş haliyle yeniden basılmıştır. Daha fazla okuma için, Antoine Artous’un ölümünden sonra yayınlanan La politique comme art stratégique, Paris, Syllepse, 2011, s. 53-91 ve s.93-106’da yeniden basılan “Stratégie et politique : de Marx à la 3e Internationale” ve “Front unique et hégémonie” metinlerine bakınız.
[2] Bolivya Devlet Başkanı José Torres 1970 yılında öğrencilerin, işçilerin ve sendikaların desteğiyle iktidara geldi. Radikal sol liderlerin de yer aldığı bir danışma organı olan Halk Meclisi’ni kurdu ve yabancı tekelleri kamulaştırdı (Bolivya Körfezi, şeker endüstrisinin kamulaştırılması). Torres 1971 yazında eski askeri akademi başkanı Hugo Banzer liderliğindeki bir askeri isyanla iktidardan uzaklaştırıldı.
[3] Mouvement d’Action Populaire Unitaire, Hıristiyan Demokrasisinden kopan ve Halk Birliği’nin bir parçası haline gelen radikal solcu bir Hıristiyan hareketi. Allende hükümetlerinde Tarım Bakanı olan Jacques Chonchol bu hareketten geliyordu.
[4] 1965’te kurulan Devrimci Sol Hareketi, silahlı eylemi de içeren devrimci bir yolu savunurken, Allende hükümetine kritik destek verdi.
[5] Bu, Halk Birliği’nin açıkça azınlıkta olduğu Kongre’de (Temsilciler Meclisi ve Senato) Allende’nin seçilmesini onaylamak için Hıristiyan Demokrasisi tarafından talep edilen bir metin olan Anayasal Güvenceler Statüsüne bir atıftır. Bu tüzük, demokratik rejimin kalıcılığını garanti altına alması beklenen 9 anayasal değişikliği içeriyordu. Bunlar kısaca siyasi partilerin varlığının garanti altına alınması, basın özgürlüğünün ve toplanma hakkının tanınması, toplanma ve eğitim özgürlüğü, yazışmaların dokunulmazlığı, “çalışma özgürlüğü” ve hareket özgürlüğü, topluluk gruplarının katılımının sağlanması ve Silahlı Kuvvetler ile Carabineros’un profesyonel yapısına saygı gösterilmesini içeriyordu.
[6] Latin Amerika Dayanışma Örgütü, 1967 yılında Havana’da bir araya gelen Latin Amerika devrimci parti ve hareketlerinin konferansı.
Daniel Bensaïd tarihi tek bir yol değil, bir dizi yol ayrımı olarak görerek tarihsel kaçınılmazlık fikrini reddediyordu. Bensaïd’e göre sınıf mücadelesi kapitalizm var oldukça merkezî bir öneme sahip olmaya devam edecek ama sonuç her zaman öngörülemez olacaktı.
Daniel Bensaïd savaş sonrası Marksizmi cenahındaki en yaratıcı, en zarif ve en cüretkâr militanlardan biriydi. O, betimleme açısından zengin bir edebi üslubu siyasi mücadelenin keskin bir kavrayışıyla birleştirmişti. Bensaïd üretken bir yazar olmuştu ama onun katkısı İngilizce konuşulan dünyada yine de görece bilinmemekte veya yeterince takdir edilmemektedir.
Otobiyografisinin yayımlanması ile ölümü arasında geçen zaman aralığında on altı kadar eser yayımlamıştı. Geride bıraktığı çok sayıda yapıt arasında sadece çok azı İngilizceye çevrilmiştir. Walter Benjamin, sentinelle mesianique (1990), La discordance des temps (1995) ve Le pari mélancolique (1997) gibi en önemli eserlerinden bazıları hâlâ İngilizcede yayımlanmayı beklemektedir.
Bensaïd genellikle Ernst Bloch’un Marksizmde “soğuk” ve “ılık” akımların var olduğu iddiasına atıfta bulunuyordu. Bunlar “basitçe farklı okumalar veya yorumlar olmakla kalmayıp, daha ziyade kimi zaman antagonist siyasetlerin dayanağı olan teorik inşalar” olmuşlardı. Marksizmin muhtevasının sahibi tek bir otorite veya gelenek değildi; Marx ve Marksizm ile dogmatik ilişkiler ters yüz edilmeliydi.
Bensaïd’in Marksizmi yenilemesi, arka planda Dördüncü Enternasyonal Troçkizminin ve Fransa’da Stalinizmin ağırlığının yer aldığı bir atmosferde gerçekleşmişti. Uluslararası düzlemde bu, devrimci solun krizi ile neoliberalizmin yükselişinin bağlamında olmuştu. Doğu Bloku yıkılmış ve özgürleştirici bir projenin meşruiyeti bu çöküntünün enkazı altında kalmıştı.
Bu konjonktürde, Bensaïd zorunlu ile mümkün arasındaki bu ayrılık içinde eylemenin trajik bahsi üzerine derin bir tefekküre dalmıştı – dünyayı değiştirmenin zorunluluğu her zamankinden daha acildi ama bunun somut olanaklılığı fazlasıyla sık erişilmezdi. Zorunluluk ile mümkün birbirine karşıt olduğunda, bahis de trajik ve melankolik hâle geliyordu.
Bensaïd bizden yenilgi karşısında yılgınlığa kapılmamamızı, dünyayı değiştirmek gibi son derece zor bir göreve girişirken tekrar tekrar yeniden başlamak için gücümüzü ve esnekliğimizi korumamızı istiyordu, zira yol hayal ettiğimizden daha uzundu ve varış noktası hayli belirsizdi.
Kriz ve Çöküş
Fransa’da Mayıs-Haziran olayları ileri kapitalist ülkeler için devrimin gerçekliğini gündeme getirmiş gibi görünse de 1970’lerin sonu umutları tersine çevirmişti. Bu da Marksizmin krizi denilen olguya yol açmıştı. Kriz, sürecin dünya başkentleri – ileri Batıda Paris, sömürgecilik karşıtı Güneyde Da Nang ve bürokrasinin kontrolündeki Doğuda Prag – tarafından simgeleştirilen küresel devrimin üç sektörünün enternasyonalist bir karşılaşmada birleşmekte başarısız olduğu bir tarihsel-siyasi durumda meydana gelmişti.
Bensaïd Une lente impatience başlıklı kitabında krizin nasıl bir üçlü kriz olduğunu hatırlamaktaydı: Marksizmin bir teorik krizi, devrimci projenin bir stratejik krizi ve evrensel özgürleşmeyi kazanma yeteneğindeki toplumsal öznenin bir krizi. Bu üç öğe Marksizme karşı ideolojik bir saldırıyla bileşmişti.
Bensaïd 1980’lerde ideolojik saldırının bayat, banal ve boş doğasına rağmen bir sonraki toplumsal mücadele dalgası ortaya çıktığında kolayca üstesinden gelinemeyeceğini iddia ediyordu. Mücadelelerin ve özgürleştirici pratiklerin ideolojik mücadeleyi koşullandırarak kaçınılmaz bir şekilde ortaya çıkacağı varsayımından yola çıkıyordu. Bununla birlikte travmalar öylesine derindi ki sınıf mücadelelerinin salt bağlamsal yeniden ortaya çıkışı travmaları gidermeye tek başına yetmeyecekti.
Bensaïd Berlin Duvarının yıkılmasından sonra kendi siyasi geleneğinin “dünyada insanların özgürleştirici hareketleri ile ‘sosyalist kamp’ denilen bloğun askeri başarıları ve genişlemesini asla birbirine karıştırmamış” olduğunu vurgulamıştı: “Devlet çıkarlarına ve onun bürokratik ruhbanlığına karşı Budapeşte’den Berlin’e, Prag’dan Varşova’ya biz hep işçilerin ve halkların tarafında yer aldık.”
Peki Bensaïd ve yoldaşları Doğu Avrupa bürokratik rejimlerinin çöküşüne nasıl tepki vermeliydi? Bu, Stalinist gericiliğin bıraktığı yerden halk tipi, devrimci bir işçi hareketinin yükseleceği anlamına mı geliyordu?
Bensaïd “Sovyet kültürünün ya da Alman işçi konseyleri kültürünün uzun bir parantezin, tarihsel bir parantezin” ardından yeniden ortaya çıkacağını öngören iyimser senaryoyu reddediyordu. Sovyet sistemine muhalefet artık Rosa Luxemburg, Lev Troçki veya Buharin gibi muhalif Marksistlerin fikirlerinden esinlenmiyordu: “Bu bellek kırılmıştır, bir süreksizlik vardır.”
Bensaïd’e göre, Stalinizmin sınıf mücadelesi için yeni bir siyasi imkânlar alanı açan çöküşü gerekliydi. Fakat aynı zamanda, Stalinist rejimlerin silinip gitmesi bir yandan Solun tüm kesimlerinin yapılarını bozarken, işçi sınıfının öz-özgürleşmesi için yenilenmiş bir siyasete otomatik biçimde yol açmamıştı. Stalinist devletlerin krizinin bu iki yönlü kavranışı, bir çatallanmanın meydan geldiği ve işçi hareketi içinde devrimci geleneği yenilemek için yeni bir siyasi mücadeleler çevrimine ihtiyaç olduğu yolundaki argümanın temelini oluşturmuştu.
Bensaïd, Doğu Avrupa rejimlerinin 1989’da doruğa çıkan “vahşi krizinin” “uzun süredir çelişkilerinin mantığına kazınmış” olduğunu ısrarla vurguluyordu. Ancak “onların çöküşünün iki seçenek arasında açık bir mücadeleye yol açacağını düşünmüştük: Ya kapitalist restorasyon ya da kökenlerini sürdüren yeni bir halk devrimi.” İkinci seçenek Doğu’daki sosyalist devrimi yeniden alevlendirecekti.
Ancak, bürokratik rejimlerin çöküşü böyle bir dinamik umudunun baskıyla ve toplumsal ve siyasi gerilemeyle kırılmış olduğunu, baskı ve gerilemenin belleği bozup, işçi sınıfını atomize ettiğini ve sosyalizm gibi sözcüklerin herhangi bir anlamdan yoksun bırakılmış olduğunu açıkça ortaya koymuştu: “Bu şartlarda, Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği diktatörlerinin devrilmesi zalim bir boyunduruktan kurtuluş ve Ekim Devrimince açılan bir tarihsel çevrimin sonu anlamına geliyor. Stalinizmin rapor edilen başarısızlığı sosyalist projenin kendisine de sıçrıyor ve onun yaşayabilirliğini kuşkulu hâle getiriyor. Yeni deneyimler biriktirmek bir dili yeniden icat etmek gerekecektir. Bu uzun bir çıraklık demektir.”
Bensaïd’e göre bu mümkündü çünkü sınıf mücadeleleri ve direniş, hayatın yaşamsal gereklilikleri nedeniyle adaletsizliğe ve aşağılanmaya karşı ortaya çıkıyordu. 1991’de ileri sürdüğü gibi:
“Bugün başkaldırmak için bir yüzyıl öncekinden veya yirmi yıl öncekinden daha az sebep yoktur. İsyanı yaratıcı devrime dönüştürmek için projeye ve iradeye ihtiyaç vardır. Gerçekte var olan kapitalizmin yeni felaketlere yol açtığına inanmaya devam eden pek çok kişi vardır. Ayrıca birçoğu da gerçekten var olmayan sosyalizmim fiyaskosundan sonra başka bir dünyanın mümkün olacağından kuşku duyanlardır. Mükemmel bir dünyayı değil ama basitçe içinde yaşamaya değer bir toplum için projeleri hayal etmeyi yeniden öğrenmek için zamana ihtiyaç vardır.”
Cesetler Her Yerde
Bensaïd’in duruma tepkisi, tarihsel gelişmenin normatif nosyonundan uzak, bunun yerine tarihsel değişimin maddiliğini oluşturan çatallanmalara uyarlanmış başka bir tarih okuması üretmişti. Kimi Troçkist inançların tersine, “tarihin parantez tanımadığını, çatallanmalarla hareket ettiğini” savunuyordu.
Aksini iddia etmek, Stalinizmin tarihin normatif gelişiminden sapan geçici bir ara dönem olduğunu öne sürmek anlamına geliyordu. Dolayısıyla, Stalinizm biter bitmez, tarih kaldığı yerden gelişmeye devam edecek, Dördüncü Enternasyonalin programıyla buluşacak ve böylece Stalinizmin en uzlaşmaz muhaliflerinin hakkını teslim etmiş olacaktı. Bensaïd’e göre, “kısa vadede devrimci geleneği canlandırma yeteneğinde” önemli bir sosyalist gücün yokluğunda, bu normatif hipotezin hükümsüz olduğu ilan edilmeliydi.
Bunun sonucunda, Stalinizm sorununun daha derin bir boyutu vardı: “Stalinizmin her yerde mevcut cesedinin etkisinden kurtulunamaz, epizot kapatılamaz ve sağlam bir zeminde yeniden yola çıkılamaz. Önce ve sonra, kelimeler ve fikirler artık aynı olmayacaktır. Ölüler yaşayanların sırtında yük olmaya devam etmektedir.”
Bensaïd “bürokratik taklitlerin bizim için hiçbir zaman bir toplum modeli oluşturmadığını” ısrarla vurguluyordu. Bununla birlikte, ilgilenilmesi gereken daha ileri teorik ayrıntılandırma öğeleri olduğunu savunuyordu:
“Yeniden bir devrimci proje inşa etmek için, geçen yetmiş yılın etkileri, plan ile meta mekanizmaları arasındaki, plan ile özyönetim arasındaki, siyasi demokrasi ile toplumsal demokrasi arasındaki ilişkileri, çalışmanın ve üretimin dönüştürülmesini, cinsiyetler arasındaki toplumsal ilişkileri, toplumun doğayla ilişkilerini, bireyin durumunu ve hukukun statüsünü tabular olmadan ama tabula rasa da olmadan yeniden düşünmeyi gerektiriyor. Böyle bir proje bir eylem rehberidir ve sürekli bir şantiyedir [inşa alanıdır]. Özgürleşme talepleri teorilerde ya da birkaç kişinin hayallerinde değil gündelik mücadeleden doğmuştur. Bizim komünizmimiz gerçekleşmeyecek bir ideal kent hayali ya da tarihin sonu değil, insan özgürleşmesinin hep yeniden başlamış olan hareketi, sömürünün ve baskının sona ermesi için, zorunlu emeğin sona ermesi için, üretici ile yurttaş arasındaki sakatlayan bölünmenin üstesinden gelmek için, otoriter devletin ortadan kalkması için, bir cinsiyetin bir başkası üzerindeki tahakkümünü kaldırmak için savaştır. Bireysel bolluğun gelişimini kolektif pratikle birleştirir.”
Peki ya dünyayı değiştirecek stratejiler? İşçilerin sömürülen çoğunluğu – ve iki kat sömürülen ve kamusal alandan dışlanan kadınlar – bu iktidarı aydınlanmış bir azınlığa veya bürokratik seçkinlere devretmeden, siyasi ve ekonomik iktidarı ele geçirmek için tabiiyet koşullarından radikal bir şekilde nasıl kurtulabilirler? Çoğunluk bir toplumsal ve kültürel dönüşüm sürecini nasıl başlatabilir? Bu soruların cevapları ancak yeni tarihsel deneyimlerden gelebilecektir. Hiç kuşkusuz, Bensaïd’e göre her yenilik Rus ve Alman Devrimlerinin, İtalyan İşçi Konseylerinin, İspanyol İç Savaşının mirasını, Fransız Mayısından Portekiz Devrimine savaş sonrası dönemin mücadeleleriyle birleştirmeye devam edecekti. Argümanı Bensaïd’in kendi sözcükleriyle tekrar edecek olursak:
“Bürokratik diktatörlüklerin ortadan kalkmasıyla birlikte, Stalinizme karşı mücadelemiz hedef değiştiriyor. Bir işlevi, bu deneyimden gelecekteki ve gündelik pratik için dersler çıkarma işlevini koruyor. Uluslararası işçi hareketinde ve onun devrimci akımlarında sert atışmalar aşılmış ve diğerleri de önemini yitirmiş durumda. Dün aşılamaz olan bölünme çizgileri siliniyor. Başkaları ortaya çıkacak… Biz, kapitalist sistemin tedrici olarak dönüştürülemeyeceğine, bunun sonucunda ortaya çıkan radikal reform mücadelesinin bir kırılma noktasına varacağına ve devrim olmadan sosyalizmin olamayacağına her zamankinden daha fazla inanıyoruz. Ancak ortak ve demokratik bir partiye sadık deneyimi, bu sonuçları paylaşmamakla birlikte, sömürülenlerin ve ezilenlerin uzlaşmaz bir şekilde savunulması için mücadele etmeye kararlı olan herkesle birlikte yaşamaya hazır olacağız.”
Sürekli Bir Şantiye
Bensaïd’e göre, sınıf bilinci geçmiş yenilgilerin ve ihanetlerin sonucunda zayıflamış olsa da sınıf mücadelesi tıpkı sömürülen sınıflar gibi varlığını sürdürüyordu. Bununla birlikte, “Emeğin yeni örgütlenmesinin, gündelik hayatın özelleştirilmesinin, kültürel atomizasyonun etkileri, sömürülenlerin kolektif hareket etme ve kendi tarihsel çıkarlarına ilişkin bir bilinç geliştirme kapasitelerini sekteye uğratmaktadır. Proletaryayı Tarihin büyük anlatısının büyük öznesi haline getiren dini temsillerden kesin olarak vazgeçmenin zamanı gelmiştir. Bir sınıf kendisini sendikalar, yardımlaşma sandıkları, dernekler, partiler ve kadın kurtuluş hareketi etrafındaki mücadelelerinden ve temel deneyimlerinden yola çıkarak örgütler. Sınıf homojen bir özne değildir.”
Bensaïd’in argümanı, Marksizmin sınıf mücadelesine dayalı maddeci yeniden inşasında yeri olmayan, özünde ideolojik ve idealist olan tarihsel fetişlere saldırıyordu. Fetiş eleştirisinin anahtarı, sınıf bilincini seferberlik ve dayanışma yoluyla biçimlendirip geliştiren, işyerinin ve görece özerk devlet aygıtının boyun eğdirmesine ve despotizmine meydan okuyan çoğulluğu içinde sınıf mücadelesinin rolüydü.
Bensaïd’in yazmış olduğu gibi, işçi sınıfının “inatçı farklılıklarının” ötesinde birleşmesi “sürekli bir şantiye, taktikleri ve ittifakları dikte eden stratejik bir görevdir”. Dahası, kapitalist üretim tarzının dinamizmine bağlı olarak “toplumsal sınıflar değişir, farklılaşır ve dönüşür. Sürekli hareket hâlindedirler. Kendilerini dün simgelemiş olan sabit bir imgenin önünde durmazlar”. İşçi sınıfı daimî gelişim hâlindeydi, toplumsal bütünün belirleyici bir etkeniydi:
“Sanayi proletaryasının toplam faal nüfusa oranla ağırlığı görece gerilemiştir. Ama hâlâ en önemli toplumsal grubu oluşturmaktadır. Üstelik, ücretli proletaryanın bir bölümü (taşımacılıkta, ticarette ve hizmetlerde) hâlâ büyümekte ve faal nüfusun üçte ikisini oluşturmaktadır. Bugün ancak kısıtlayıcı ve işçici bir proletarya görüşü, proletaryanın kaybolmasa da gerilediği sonucuna varabilir.”
Aşağıda Gilbert Achcar’ın Fransız L’Humanité gazetesine verdiği bir demeç yer alıyor. Burada Achcar, İsrail’in 1 Nisan’da Şam’daki konsolosluğa düzenlediği saldırıyı değerlendiriyor ve buna İran’ın verdiği tepkiyi analiz ediyor. Ayrıca bu yeni gerilimin Gazze’deki savaşı sona erdirmek için devam eden müzakereler üzerindeki etkilerini masaya yatırıyor.
İsrail Şam’daki İran konsolosluğunu vurmakla neyi amaçlamıştı?
Bu saldırı, İran’ın 2011’de Suriye’deki halk ayaklanmasını takip eden iç savaşın yarattığı fırsatı değerlendirerek bu ülkeye yerleşmeye başladığı yıllarda, İsrail tarafından İran’ın Suriye’deki hedeflerine yönelik olarak başlatılan uzun saldırı serisinin devamı niteliğindedir. Ancak İsrailli yetkililer, İran büyükelçiliğine komşu olan konsolosluğun tahrip edilmesinin, İran rejiminin ideolojik silahlı kanadı olan İslam Devrim Muhafızları Ordusu’nun (IRGC) üst düzey bir üyesi ve diğer yedi subaydan oluşan kurbanların kimliğinin ötesinde, büyük bir gerilime yol açtığını görmezden gelemezdi.
Dolayısıyla bana öyle geliyor ki bu, İran’ın tepkisini çekmeyi ve İran’a karşı geniş çaplı bir eyleme yol açabilecek bir sarmalı harekete geçirmeyi amaçlayan kasıtlı bir provokasyondu. Bunun biri “önemsiz”, diğeri stratejik olmak üzere iki ana nedeni var. Önemsiz neden, herkesin bildiği gibi, bu askeri atak Benjamin Netanyahu’nun işine yarıyor; çünkü Netanyahu’nun iktidarda kalması savaş durumuna bağlı. Diğer taraftan bu, Batı kamuoyunda giderek artan bir antipatiyle karşı karşıya olan İsrail hükümetinin de işine geliyor. Dahası, çok olumsuz bir imaja sahip olan İran’la yapılacak bir çatışmanın Batı’nın İsrail’le dayanışmasını yeniden tesis etmesi muhtemeldir. Bu durum, son zamanlarda İsrailli müttefikinin imajının bozulmasından zarar gören Biden yönetimi için de geçerlidir.
Stratejik nedene gelince, bu çok açık: Donald Trump’ın 2015’te İran’la imzalanan nükleer anlaşmayı 2018’de iptal etmesinden bu yana, İran uranyum zenginleştirme faaliyetlerini o kadar hızlandırdı ki, Tahran’ın en az üç nükleer bomba üretmesinin sadece birkaç gün alacağı tahmin ediliyor. Buna bir de İran’ın geçtiğimiz Cumartesi günü göstermiş olduğu uzaktan vuruş kabiliyetini eklersek, İsrail’in nükleer silahlar üzerindeki bölgesel tekelini ve dolayısıyla caydırıcı kapasitesini kaybetme korkusunu anlamak kolaylaşacaktır. Elbette İsrail’in hatırı sayılır sayıda nükleer savaş başlığı var ancak toprakları İran’ınkinden çok daha küçük. Bu nedenle konsolosluğa yapılan saldırının, İran’ın nükleer potansiyeline karşı bir İsrail saldırısına yol açacak askeri bir tırmanışın ilk salvosu olarak tasarlanmış olmasından endişe edilmelidir.
İran’ın verdiği karşılığı nasıl okuyabiliriz?
İran tarafında büyük bir şaşkınlık olduğunu söyleyebiliriz. Tahran, konsolosluğuna yapılan saldırıyla köşeye sıkıştığını hissetti. Ocak 2020’de Trump’ın emriyle Devrim Muhafızları Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’nin Irak’ta öldürülmesinden sonra görüldüğü üzere, Tahran’ın caydırıcı “inandırıcılığı”, en azından kayda değer bir düzeyde dahi hiçbir zaman tutulmayan intikam sözleriyle yıllar içinde önemli ölçüde aşınmış oldu. Ayrıca Hamas’ın ısrarlarına rağmen İsrail’in Gazze’deki savaşına karşı doğrudan bir müdahalede bulunulmadı. İran, Lübnan Hizbullah’ı söz konusu olduğunda kendini açıkça sınırlayarak Lübnanlı ve Yemenli müttefiklerini sürece dâhil etmekle yetindi.
Dolayısıyla Tahran itibarını tamamen kaybetmemek için harekete geçmek zorunda kaldı. Bununla birlikte İranlı liderler İsrail’in bu provokasyonla neyi amaçladığının farkındalar ve nükleer silah elde ederek terör dengesini sağlamadan önce kendi topraklarında bir saldırının gerçekleşmesinden çekiniyorlar. Bu nedenle fazla etkisi olmayacağını bildikleri, çok büyük gibi görünen bir saldırıyı tercih ettiler. Dünyanın en iyi hava savunmasına sahip ve başta ABD olmak üzere güçlü müttefiklerin yardım ettiği bir devlete, insansız hava araçları ve seyir füzeleriyle 1.500 kilometre uzaktan, birkaç saat süren bir yolculukla saldırı düzenlemek, hedefe çok az şeyin ulaşmasını beklemek demektir. İsrail’in koruma ağından sadece birkaç balistik füze geçebilmiştir.
İranlı kaynaklar konunun İran açısından kapandığını ilan etmekte gecikmedi. Bu gerçekten de çok naif bir yaklaşım. Örneğin Birleşik Arap Emirlikleri ya da Bahreyn’deki bir İsrail diplomatik temsilciliğine saldırmış olsalardı kimse onları ciddi bir şekilde suçlayamazdı. Ancak yüzlerce aracı doğrudan İsrail topraklarına fırlatarak tuzağa düştüler ve böylece kendi topraklarında doğrudan bir İsrail saldırısını adeta meşrulaştırmış oldular. İsrail için ne kadar büyük bir tehdit oluşturduklarını göstererek İsrail’in kendi potansiyelini önleyici bir şekilde yok etme argümanını pekiştirdiler, dahası kendilerinden çok daha donanımlı bir rakip karşısındaki stratejik zayıflıklarını ortaya koymuş oldular. Kanaatimce bu, Hamas’ın 7 Ekim 2023 operasyonunu başlatarak yaptığı kadar büyük bir hata olabilir.
Bunun Gazze’deki savaş ve müzakereler açısından ne gibi sonuçları olacak?
Tüm bunlardan önce müzakereler zaten çıkmaza girmişti. Şimdi, özellikle de Batı’nın İsrail üzerindeki baskısı büyük olasılıkla azalacağından ve rehinelerin akıbeti konusunda belirsizlik sürdüğünden, anlaşma olasılığı epey zayıfladı. İsrail zaten Gazze’nin büyük bir bölümünü yok etti ve burayı bir atış alanına ve silahlı kuvvetlerinin zaman zaman müdahale ettiği bir alana dönüştürdü. Geriye İsrail’in sivil halkı yerinden ettikten sonra işgal etmeye hazırlandığı Refah kalıyor. Bu, geçtiğimiz Ocak ayına kadar yürütülen saldırıdan çok daha az çaba gerektirecektir. Dahası, İran’la çatışma, kuzeyde olası bir Hizbullah saldırısını önlemek dışında, ilâve bir kara seferberliği gerektirmiyor. İsrail’in uzaktan saldırı potansiyeline gelince, Biden yönetimi İsrail’in savaş gücüne doğrudan katkısının yanı sıra, sürekli silah sevkiyatı yoluyla bu potansiyelin yüksek seviyede tutulmasını sağladığından, bu potansiyel olduğu gibi kalmaya devam edecek.
(Bu Mülakat Mesele dergisinin Şubat 2014 sayısında yayımlanmıştır)
Masis Kürkçügil ile seçimler ve seçimlerde sosyalistlerin izlediği taktik tutumlar üzerine konuştuk. Sosyalist hareketin tarihi deneyimlerinin penceresinden bakarak, 1946 seçimlerinden 2011 seçimlerine kadar bir dizi önemli seçim tarihine kuşbakışı göz attık. Neredeyse 70 yıllık tarihi kesit içinde sosyalist hareketin ana eğilimleri üzerinde durduk. Alınan tavırların, izlenen siyasetlerin değerlendirmesini yapmaya çalıştık. Lenin’in “Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı” başlıklı çalışmasını referans alarak meseleye yaklaşan Kürkçügil, Türkiye sosyalist hareketinin bağımsız bir siyasal güç, sosyalist bir seçenek inşa etme stratejisi içinde seçimlerde aldığı taktik tutumların çelişkili olduğunu vurguluyor. Sosyalist seçeneğin inşası perspektifinin çoğu zaman ikinci planda kaldığına işaret ediyor. Öz gücüne dayanmayan “siyaset yapma” tarzının, uluslararası sosyalist hareketin tarihindeki izdüşümlerine işaret ediyor. Neredeyse 50 yıldır bağımsız bir sosyalist seçeneğin inşa edilememiş olmasında, seçim taktiklerinde ifadesini bulan politik perspektifin engelleyici etkisine dikkat çekiyor. Boykot taktiği, CHP’ye veya bağımsız adaylara oy verme seçeneğinin tarihselliği içinde bağımsız bir sosyalist seçeneğin inşası için taktik bir değeri oldu mu, bunu sorguluyor.
Yunus Öztürk (YÖ):Yerel Seçimleri konuşacağız. Ama önce devrimciler, sosyalistler için genel olarak seçimler ne anlam ifade ediyor? Seçimlere niçin katılırlar? Niçin katılmazlar? “Seçimler ve sosyalistler” deyince neleri anlamamız gerekiyor?
Masis Kürkçügil (MK): Seçimler ve sosyalistler deyince, kitabi olarak bu işin hülasası Lenin’in Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı adlı çalışmasında verilmiştir. Kitlelerle açık bir ilişkiye geçmek, ajitasyon için, propaganda için, örgütlenme için, bir imkan olarak seçimler en güç koşullar altında bile Çarlık Rejiminde Duma seçimlerinde bile önemli olmuştur. Ancak dikkat edilmesi gereken başka hususlar var. Seçimler genel olarak bir şey ifade etmez. Burada söz konusu olan bir sosyalist seçeneğin dile getirilmesidir. Eğer bir sosyalist seçenek yoksa –tırnak içinde farklı renklerde diyelim kızıl-pembe, devrimci-reformist– mevcut alternatiflerin kitlesel bir mahiyet kazanabilme kapasitesine sahip olabilmesine bakılmalıdır. Burada yine Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı’nda çok açık ifade edildiği gibi, bir takım propaganda grupları için bu ilkelerin vaaz edilmediğini unutmamak gerekir. İşçi sınıfı şu veya bu nedenle, diyelim ki, bir reformist partiye oy veriyordur; bu deneyimi yaşaması gerekir ve reformist parti de burjuva sistemi içinde emekçilerin kazanımlarını temsil ettiği için, onu sola doğru zorlamak, onun mücadelesini daha yaygınlaştırmak, onun içinde bir devrimci kanat oluşturmak tasavvur edilebilir. Dolayısıyla prensip bazında ele alınırsa mesele, bize pek uymaz. Bizde zaten işçi partisi yok. Çeşitli propaganda grupları var. Kitlesel karşılığı olan sosyalist örgütler uzun zamandan beri yok. Var oldukları dönemlerde bile tabir caizse bunlar sınıf partisi konumunda değildi. Yönelişleri öyledir diye iddia edilebilir. Ancak sonuç olarak henüz o kapasiteye ulaşmış durumda değillerdi. Bu bakımdan ilkesel olarak seçimleri tartışmak için biraz dolaylı yoldan muhakemeyi sürdürmek gerekiyor. “En soldaki partiyi destekleyeceksin”, en soldaki parti yok. O zaman en soldaki parti olarak bir şeyleri ikame ediyorsun. Bunu böyle söylemeyeyim ama 80’li yıllardan sonra kimisi Anavatan Partisini en soldaki parti olarak vaaz etmeye kalktı, kimisi Adalet ve Kalkınma Partisini en soldaki parti diye değerlendirmeye kalktı. Veya CHP’yi en soldaki parti olarak gösterdiler. Çünkü bunların kitlesel güçleri var ve eğer elde siyaset yapmak için yeterli güç yoksa ve de kısa vadeli beklentiler peşindeysen, birilerinin sırtından siyaset yapmayı uygun görüyorsan, o takdirde bir şeyler oluşturabilmek için bu tür “taktikler” uydurulabilir. Dolayısıyla bu adına layık dört dörtlük bir tartışma olmaz. Bizim tarihimizde de zaten bu seçimler konusunda ele avuca gelebilecek, ciddiye alınabilecek bir tartışma yoktur. Türkiye İşçi Partisi’nden (TİP) başlayarak özellikle –1965 demesek bile– 1969 seçimleriyle ortaya çıkan hemen hemen 50 yıllık bir deney söz konusu; ama ondan öncesine de gidersek bir tarihi deneyim olarak 1946 ve 1950 seçimleri var. Bütün bunlarda da sosyalistler bir takım tavırlar takınmışlardır. Bu can sıkıcı bir tartışma olabilir ama hatırlamakta yarar var, 1946 seçimlerinde ve yahut da o seçimlere giderken Cumhuriyet Halk Partisi’ne karşı Demokrat Parti ile Türkiye Komünist Partisi’nin belli kesimleri, Şefik Hüsnü başta olmak üzere ortak dergi çıkartmak, ortak bir muhalefet cephesi kurmak konusunda çalışmalar yapmışlardır. Hatta Fevzi Çakmak’ı bu işin içine dâhil etmenin yollarını aramışlardır. Böylece bir tür “Halk Cephesi” politikası izlenmiştir. 1934 yılından itibaren Komünist Enternasyonal’in içinde tartışılmaya başlanmış olan, 1935’ten, 7. Kongreden sonra resmileşen siyasal çizgi, sadece sosyal demokratlar ile sosyalistler arasında değil, aynı zamanda liberal burjuvaziyi de kapsayacak şekilde bir cepheyi, Halk Cephesi olarak adlandırıyordu. Halk Cephesi esas olarak “halk” kavramını da genişleten bir tabirdir ve halk kavramı da zaten esnek bir ifadedir. Burjuvazinin bir kesimini de cepheye katma çabasıdır. Fransa’da nasıl Radikal Parti, burjuva partisiydi, onu Halk Cephesine dahil ettilerse, yahut İkinci Dünya Savaşının bitiminde Orta Avrupa’da bir takım garabet rejimler ortaya çıkmasına yol açan garip ittifaklar ortaya çıktıysa; veyahut İspanya İç Savaşında sosyalistlerle, komünistlerle sınırlı olmayan, hadi diyelim Stalinistler ve sosyal demokratlarla sınırlı olmayan, burjuvaziyi de dahil eden ittifaklar olduysa, 1946 seçimlerindeki tutum da bu zihniyetle yapılmıştır. Demokrat Parti ile görüşme gayet makul gözüküyordu. Ama hepimiz biliyoruz ki, 1946 yılında iki sosyalist parti kuruldu kısa bir süre sonra kapatıldılar. Çapları oldukça sınırlıydı. Bazı sosyalist tarihçilerimiz eksik olmasın bu partilere işçi sınıfının gürül gürül aktığını söyler. Sayılar bellidir, ziyaretçi militan değildir, gözlemci de seçmen değildir. 1951-52 tevkifatında 167 kişi tutuklanmıştır, 18 de terziler tevkifatı vardır, etti mi185 kişi! 1946 seçimlerinde de Mehmet Ali Aybar Demokrat Parti listesinden bağımsız milletvekili adayıdır. Bu da bizim anladığımız anlamda kendi gücünle siyaset yapmakla ilgili olmayan, kendi dışında büyüklerin savaşında, tabiri caizse bir şekilde bir rol kapmak, kendi özgücün müsait olmadığı halde, böyle bir seçim oyununa dahil olmayı gerektirmiştir.
YÖ:O zaman şunu kesinleştirelim: Sosyalistlerin reformist işçi partilerine oy verilmesi çağrısıyla, 1946’dan sonra Türkiye sosyalist hareketinin uyguladığı seçim taktikleri arasında yöntem farkı var. Sosyalist örgütler, propaganda grubu seviyesindeyken siyaset yapmaya kalktıklarında, burjuva partilerini reformist işçi partileri rolü yükleyebiliyorlar ve kendilerine, işçi sınıfına ait olmayan kitle gücüne dayalı seçim taktikleriyle, oy verme çağrısıyla, “yüksek siyaset” yapmış oluyorlar… böylece Lenin ve Rus Devriminde sosyalistlerin izlediği seçim taktikleriyle alakasız bir seçim siyaseti çizgisiyle karşı karşıyayız… Bağımsız bir sosyalist seçeneğin inşası bakımından 1960’lı yıllar yeni bir fırsat oldu mu? Türkiye sosyalist hareketinin 1960’lı yıllardaki taktik tutumları nasıl bir stratejik ve programatik perspektifin ürünü sayılabilir?
MK: Lenin’in Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı eserine dönecek olursak, burada hem Rus Devriminin bilançosunu buluruz hem de mütevazı bir şekilde İtalya, Fransa, Almanya’daki sosyalist hareketin sorunları ele alınır. Mesela, İngiltere, Marksizm bakımından, işçi hareketinin radikalizmi bakımından en fakir ülkelerden biridir. Orada açık kapı bırakarak İngiliz İşçi Partisi’nin içinde çalışmayı bile öngörmüştür. Şu andaki İngiliz İşçi Partisinden bahsetmiyoruz. Sınıftan kopmamak adına, sınıfın içinde sol kanat oluşturmak için bir taktik düşünülebilir denmiştir. Türkiye’de ise, 1960 askeri darbesinden sonra ortaya çıkan çeşitli sosyalistler, Milli Birlik Komitesi’ne mektup yazmıştır. Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın “İkinci Kuvayı Milliyeciliğimiz” daha ünlüdür ama M.Ali Aybar da bir basın toplantısıyla Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’e gönderdiği mektubu açıklamıştır. Her ikisi de toplumun yönetici kesimlerine yukarıdan seslenmişlerdir. Tabiri caizse, akıllı olursanız, şöyle bir yol izlerseniz hayırlı olur vs. gibisinden hocalık yapmaya niyetlenmişlerdir. İlle de bir şeye benzeteceksek, yapılan biraz Lasallcılıktır; Bismarck’la görüşerek bazı kazanımları elde etmek gibi bir şeye tevessül edilmiştir. Ama bunun bizde toplumsal karşılığı yoktur. Lasallcılık Alman işçi sınıfı içinde kökleri olan kitlesel bir hareketi temsil etmekteydi. Dolayısıyla bu kısa evrede sosyalistlerin seçimler vesilesiyle bağımsız bir işçi hareketini ya da sosyalist hareketi inşa etme konusunda bir deneyimleri yok. Böyle bir niyet olabilir, ama bir adım yok. Aksine bir pozisyon almak, sahnede bir rol kapmak gibisinden tutumlar söz konusu. Tabii bu da biraz çürük bir geleneğin olduğunu gösteriyor. 1960’lı yıllar sosyalist hareketi biraz farklılaştırdı. Seçimleri konuşuyorsak, 1960’lı yıllar derken 27 Mayıs’a büyük bir anlam atfedilir. 1961 Anayasasının büyük bir ürünü olarak da sosyalist hareketin büyüdüğü ileri sürülür. Oysa TİP’i doğuran sendikacılardır. 1961 yılı sonunda düzenlenen oldukça kitlesel Saraçhane Mitingini oluşturan deneyim, ondan önceki yıllarda biriktirilmiştir. 1950’lilerin sonlarında şu veya bu şekilde basit diyeceğimiz, şu anda küçümseyeceğimiz kör-kötürüm sendikal mücadeleler öyle bir birikim oluşturmuştur ki, biz bir sınıfız, onlar ayrı biz ayrıyız deme ihtiyacı duyulmuştur. Saraçhane Mitinginin fotoğraflarına bakıldığında bile bunu görmek mümkündür. Bu dinamizm 1960’lı yıllarda gerçekten kendiliğinden TİP’in genişlemesine ve oy patlamasına yol açtı. Garip bir özgüven getirdi. Sosyalistler 1965 yılında ilk kez, bir işçi partisine oy verdiler. TİP, sosyalist olduğunu söylüyor muydu, devrimci miydi, Leninist miydi ayrı bir tartışma. TİP, sosyal adaletçi (aynı zamanda gazetelerinin adıydı) bir emekçi partisiydi. Geniş tabirle bir sosyalist partiydi. İlk kez Türkiye’de insanlar, sosyalizm için bir sosyalist partiye oy verdiler. Ona buna değil, doğrudan sosyalist partiye oy verdiler. Bir takım Ali Cengiz oyunlarıyla, birtakım taktiklerle ve anlaşılmaz kimyevi formüllerle, seçim oyunları yapmak yerine açıkça kendi partilerine oy verdiler. Bu önemli bir gelişmeydi. 1965’ten sonra da Türkiye sosyalist hareketinin gelişmesi büyük miktarda 1965 özgüven patlamasının ürünüdür. Daha radikal ve kitlesel şeyler olabilir umudu beslenebildi. 1969 seçimlerine geldiğimiz zaman, seçimler konusunda ilginç bir durumla karşı karşıya kalındı. Aybar 1969’da başa güreşeceğiz diyerek tam anlamıyla seçimlere güdümlenmişken parti içinde büyük bir kriz patlak vermişti. Öte yandan bir grup sosyalist “Parlamento Dışı Muhalefet” diyerek, seçimleri reddetti ve kendi adaylarını çıkartmak yerine seçimlerin dışında durdular. Parlamento Dışı Muhalefet (PDM), hepimizin bildiği gibi bir tür “boykot” taktiği. Kitleler mevcut müesses nizam içindeki kurumlar aracılığıyla kendilerini siyaseten ifade etmek yerine kendi örgütlülüklerini, Sovyetlerini, konseylerini, birliklerini kurmak durumundaysa, tabii ki köhnemiş bir dünyanın kurumlarına dönüp bakmazlar. Böyle bir şeyin dışında PDM veya Boykotçuluk demek bir anlamda onların iddiasına göre rejimin itibarını sarsmak için yapılmıştır, ama genel olarak insanları biraz politika dışına sürükleyen bir hikâyedir. Bu kampanyayı yürüten insanlar için bu böyle olmayabilir. Ama bu kampanyaya muhatap olanlar insanlar için bu böyle olmuştur. PDM siyasetini savunanlar, Milli Demokratik Devrim siyaseti çevresindeki belirli kesimler oldu. Vatandaş için, işçi ve köylü için oy vermek, önemli bir kazanım olmuştur. 1946’dan beri oy veriyor ve bir çift lastik ayakkabı verilse de verilmese de oy vermenin tadına varmış, siyaset yapma imkânı bulmuş. Dolayısıyla 1969 seçimlerinde solun aldığı taktik tutumlar solda yeni bir anlayışı ortaya çıkardı. Bu kurumlar çok önemli değil, biz işimize bakalım, dendi. Biz işimize bakalım ifadesi esasen biraz “cunta” eğilimlidir. Çünkü mevcut siyasi rejimi itibarsızlaştırmak, onun yerine sosyalist bir rejim kurma şansı yoksa bu taktik kime hizmet eder? Yani 1917 Rus Devriminden örnekle söyleyecek olursak, söz konusu olan Şubat ile Ekim arasındaki bağlantı değilse, bu taktik yanlış politik sonuçlar doğurabilir. Çünkü ortada bir proleter hareket ve devrimci parti yoktu. Bu koşullarda, mevcut siyasi rejimin itibarını düşürmek demek, aslında bir anlamda devletin kurumlarının içinde yuvalanmış olan bir takım kesimlerin itibar kazanması demektir. Boykot taktiği, TİP’in oylarında çok az bir azalmaya yol açsa da, sosyalist hareket içinde bir kesintiye, kırılmaya yol açtı. 1969 seçimlerinin sosyolojik analizi şudur: İlginç bir şekilde TİP’in aldığı oylarda, 1965 seçimlerine göre emekçi bileşimi daha yoğundur. Ama boykot taktiğinden ötürü değil yeni dönemin sorunlarını anlamak ve kendini ona göre yeniden yapılandırma konusundaki beceriksizliğiyle TİP hızla güç kaybetti.
YÖ: Sosyalist hareketin içindeki “boykot” siyasetinin yarattığı kırılma, nasıl radikalizmi temsil ediyordu? 1971 12 Mart muhtırası öncesinde ortaya çıkan silahlı mücadele eğiliminin bu taktikten siyasal olarak beslendiğini de kabul edecek olursak, 12 Mart sonrasında fiili siyaset içinde radikal hareketlerin seçim siyaseti ne oldu?
MK: 1973 seçimleri 12 Mart şartlarında yapıldı. Askeri müdahale ertesinde sosyalist bir seçenek söz konusu değildi. Ama radikalleşen bir CHP söz konusuydu. Beğenelim ya da beğenmeyelim, belki de 1969 yılında PDM’yi savunan, onun propagandasını yapan insanlar başta olmak üzere, genel olarak CHP’ye olmayan değerler atfedilerek desteklenmesi istendi. CHP’nin olmayan sosyalist harekete ikame edilmesine yol açıldı. Burada şunu söyleyeceğim: Bu her zamanki ciddi problemlerden biri. İki insan aynı oyu verebilir, ama oyuna kattığı değer, muhteva farklıdır. Onun propagandasını yaparken, sonrası için her hangi yanılsamasa yaratmazsanız, kerhen, defi bela kabilinden oy verebilirsiniz. Ehveni şer ise, bizim şiarımız değildir. Bazen çok zor durumda kalırsınız. Ölüme karşı başka bir şeyi tercih etmek durumunda kalabilirsiniz. Ekim 1973 seçimlerinde dağa taşa “Karaoğlan” yazan büyük bir sol kesim oldu. 1973 Ekim seçimlerinden sonra diyelim ki, 1974’le birlikte sol ufak ufak oluşmaya başladı. Ama –eğer seçime katılan partileri bir kenara koyarsak– radikal sol seçimle açıkça ilgilenmedi. Açıkça ilgilenmemekle birlikte, fiili durumun ötesinde CHP’ye desteği söz konusuydu.
YÖ:Bunun nedeni sizce nedir? Sosyalist bir partiye oy veren bir sosyalist hareketten CHP’ye oy veren, oyun dışında destek veren bir sosyalist hareket nasıl oluştu?
MK: Sol kadroların önemli bir kısmı zaten CHP içindeydi. Kendisi aslen bir sosyalist siyasettendi, ama aynı zamanda CHP ile ilişkisi vardı. Bunun yanı sıra, bir anlamda CHP’nin içinde propaganda yapmak, ona oy kazandırmak, örneğin küçük bir sosyalist partiye oy kazandırmaktan daha önemli görünüyordu.
YÖ: Seçimlerde CHP’li… Aynı zamanda parlamentoyu reddedecek kadar radikal; hatta silahlı mücadele taraftarı bir sosyalist… Çok karışık değil mi? Öyleyse, bazı sosyalistler, 12 Mart darbesi sonrasında CHP’ye “en solda” kitle partisi unvanı mı vermişti?
MK: Evet. Bir de şöyle bir durum da var fiilen. İnsanlar hayatlarını da verebilirler bazen, ancak siyasi iradelerini siyasi bir harekete vermezler. Bu bizim sol tarihimizde çok yaygın olan bir şeydir. Ben iddia ediyorum ki, 1980 öncesindeki pek çok radikal grup ya seçimlere katılmadı ya da katılanlar da kendi adaylarına değil, CHP’ye oy verdiler. Bu söylediklerimi bir gözlem olarak değerlendirin; çeşitli sosyalist siyasetlerden edindiğim izlenim, bilgi olarak da zikretmiş olayım.
YÖ: Sosyalist hareket üzerinde hâkim olan Kemalizm ile uluslararası planda 3. Enternasyonal’in Halk Cephesi politikaları devam etti o zaman…
MK: Şöyle bir şey var. Seçimler tek başına ele alınacak şeyler değildir. Gelir geçer. Ancak bağımsız bir sınıf hareketinin, sosyalist hareketin oluşturulması uzun erimli bir şeydir. Onu gözden ırak tutmamak lazım. Birkaç günde olacak şeyler değildir. Kendine has bir mecrası olması gerekir. İki alanda birden oynamak zordur. Yani bunun gereklerini yerine getirmek, bağımsız bir sosyalist hareketin inşasının gereklerini yerine getirmek de bu türden siyaset yapmak (“büyük siyaset”) arasında uçurum kadar fark vardır. Kitlelerin içinde çalışmak onların haleti ruhiyesi ile iç içe olmak, onların sevaplarına değil günahlarına da ortak olmaktır. Günahına ortak olmazsanız, inandırıcı olmazsınız. O, bir hata işlediği zaman “hata yapıyorsun” diyeceksiniz, ama o hatayı siz de yapmak zorunda kalabilirsiniz.
YÖ: Bize bu siyaset yapmak olarak sunuluyor. Diğeri bağımsız bir çizgi izlemek, siyaset yapmamak olarak algılanıyor.
MK: Bu doğrudur, çünkü bağımsız bir sınıf veya sosyalist hareketi inşa edene kadar kıyıda kenarda kalmak olarak addedilir. Dünyadaki çeşitli örneklerden hareketle de bu anlatılabilir. Güçlü iki parti (DP-CHP, AP-CHP, Halkçı Parti-ANAP, AKP-CHP) durumu sadece Türkiye’de yok. Bütün dünyada var. Eğer bu sıkışıklıktan kurtulmak adına bir çözüm aranacaksa, ikisi arasından birine dolanmak zorunda kalırsınız, sonra ayaklarınız birbirine dolanır. Ama bağımsız bir siyasetin inşası için dünyada çok fazla elimizde örnek yok. Yani sebatkâr bir mücadele sonucu ayakta kalmış olanlar arasından, 3-5 örnek sayabilmek mümkündür. Birkaç ay önceki Arjantin seçimlerinde bunu gördük. Belirli bir gelenekleri olmakla birlikte Arjantin’de ittifak yapmış olan üç Troçkist örgütün ulusal ölçekte ciddiye alınabilir fazla bir şeyi yoktu. Bu durumda iki cenah arasında –Peronizm parçalandı ama iki aday da Cristina Fernandez de Kirchner de onun rakibi de Peronisttir aslında– sıkışıp kalınabilirdi. Kirchner bir tür Chavez kanadının içinde gibi görülmekte bazıları tarafından. Hatta Bolivya, Venezuela gibi halkçı, ilerici vs. gösterenler var. Bazı sosyalistler de aslında Troçkistlerin kurduğu FİT’i (Emekçilerin ve Solun Cephesini) “Kirschner aslında ilerici bir insan, siz madrabazlık yapıyorsunuz buna karşı çıkarak” diye eleştirdiler. Eğer FIT olmasaydı Arjantin’de Peronizm –üç çeyrek asır olacak– hükmünü sürdürecekti. Tıpkı bizdeki gibi. Ama ne oldu? Uzun vadeli bir mücadele içinde yer alan örgütler geçtiğimiz dönemde işçi sınıfındaki mücadelelerin de tahrik ve teşvikiyle yan yana gelerek işçi sınıfına da kendi taleplerinin bütünleştirme zeminin sundular ve sonuçta yüzde beşi geçtiler. Bir umut ışığı verdiler. Sonu ne olur ne olmaz, orası tartışılır bir konudur. Benzer bazı örnekleri Fransa’da yaşadık. Şimdi tek tek hepsini saymayalım.
YÖ: SYRIZA’yı nasıl değerlendiriyorsun?
MK: Onu da bu çerçevede ele alabiliriz. Unutmayalım ki orada da iki parti –Yeni Demokrasi Partisi ve PASOK– var, merkez sağ ve merkez sol var. Öbür yandan parçalanmış bir Komünist Parti var. YKP ile onun 40 yıllık düşman kardeşi Synaspismos var. Synaspismos daha fazla toplumsal hareketlerle yakın ilişkisi olan bir yapı idi. YKP sınıf içinde etkindi. Ancak, kısaca, Synaspismos kendi solundaki bazı örgütlerle işbirliğine girerek, kendi sağını ekarte etmiş oldu. Daha sol-sosyal demokrat diyebileceğimiz bir yere yerleşti. Radikal, sosyalist, devrimci anlamında değil. İçinde devrimci yapılardan insanlar da vardı. Örneğin iki Troçkist milletvekilleri de var. Syriza’yı uçuran kriz karşısında direnen emekçilerin bir radikal çözüm arayışı oldu. Bunlar SYRIZA’yı başka bir yere sürükledi. SYRIZA sola açılımı baştan yapmamış olsaydı ve kendi bağımsızlığını ilan etmemiş olsaydı, Synaspismos olarak kalsaydı, böyle bir siyasi seçenek oluşmayacaktı ve kitleler de belki de daha fazla Altın Şafak gibi sağ hareketlerde radikal çözümler arayacaklardı. Bu da hayırlı olmayacaktı. Krizi çözmek için SYRIZA’nın durumu yeterli mi? Değil. Ama hiç değilse bir takoz olması açısından, kötüleşmeyi engellemesi açısından, kayıpları bir miktar da olsa engelleme açısından SYRIZA’nın olması hayırlıdır. Ancak kayıpların telafisi ve yeni kazanımlar için çok büyük mücadelelere ihtiyacımız var.
YÖ: Tekrar Türkiye’ye dönersek, 1977-1979 seçimlerine gelelim. Sosyalist hareketin bağımsız bir siyasal seçenek oluşturması perspektifinde bir adım atılabildi mi?
MK: Sosyalist hareket 1977-1979 seçimlerinin bir dökümünü tekrardan çıkarmalı. Benzer tutumların tekrarlandığını görüyoruz. Sosyalistlerin önemli bir kesimi tekrardan 1969 seçimlerinde alınan tutuma benzer bir durumu 1979 Ekim ara seçimlerinde yaşadılar. AP’nin kazandığı ve Ecevit’in bunun üzerine çekildiği bir durum vardı. Hepimiz bu tür hatalar yapmış olabiliriz. Birçok insan dedi ki, “Seçimleri boykot ediyoruz”. Bir yandan da “Devrime gidiyoruz” deniyordu. Baktık ki, millet, kitleler sağa gidiyor, sola gitmiyor. Bu boykot tavrı, tam da Lenin’in “sol komünist” diye tarif ettiği çocukluk hastalığına dalalet ediyordu. Herhangi bir bağımsız bir sol seçenek yaratmak yerine, hepsinden imtina edip, başka bir şey yapacağız deyip onu da yapmamak; belki de ikisini birden yapmak gerekirken hiçbir şey yapmamak 12 Eylül arifesinde belki de bizi (genel olarak sosyalist hareketi) siyaseten silahsızlandırmış oldu. Siyaseten silahsız olmak en tehlikelisidir. TİP, TSİP, SDP gibi seçime girmeye alışık partiler 70’li yıllarda çok düşük oylar aldı. Solun çok büyük bir kesimi bu işle ilgilenmediğini söyledi ama de facto oylarCHP’ye gitti. Ve sonuçta bir anlamda mücadelemiz devrimci, iyi, güzel, ama oy vermeye gelince “oyları CHP’ye bıraktık”. Burada herhalde müthiş bir paradoks var.
YÖ: 1979 ile 1996 arasında sosyalist hareket açısından kara yıllar oldu. 12 Eylül askeri rejiminin öncesi ve sonrasında büyük bir devlet terörü yaşandı ve legal siyasetin olanakları neredeyse sıfıra yakındı. 1987-1989 yerel ve genel seçimlerinde bağımsız sosyalist adayların çıktığını biliyoruz. 141-142 ve 163’ün kaldırılması için yapılan referandumda da kimi sosyalist çıkışlar yaşandı. Ancak bunlar ülke siyasetinde sınırlı etkisi olan, sosyalist harekete moral veren önemli adımlar olmakla birlikte, dergi çevreleriyle sınırlı kaldı. Türkiye sathında sosyalistlerin adlarını duyurdukları mecra öncesiyle birlikte ÖDP deneyimiyle oldu. 91’den sonraki sürece baktığımızda ÖDP deneyiminin yanı sıra bir de gelişen bir Kürt ulusal hareketi var. Seçimler ve sosyalistler açısından ÖDP deneyimini nasıl değerlendirebiliriz? Bağımsız bir seçeneğin inşasında Kürt hareketiyle sosyalistlerin kurduğu ilişkileri nasıl değerlendiriyorsun?
MK: Sorunun ikinci kısmından başlayayım. Kürt hareketiyle sosyalist hareket arasında ilişkiler, 1991’de başladı. O zamanki Sosyalist Parti lideri Doğu Perinçek’le Kürt hareketi doğrudan ilişkiye geçti. Halkın Emek Partisi adayları SHP listesinden milletvekili seçilecekken, Abdullah Öcalan Doğu Perinçek’e de milletvekilliği teklif etti. Anlaşıyorlar, anlaşmıyorlar. Bildiğimiz hikâye. Bir anlamda ilk buluşma. İkincisi aslında 1994 Mart yerel seçimlerinde biz Birleşik Sosyalist Alternatif olarak seçimlere girdiğimizde, o zamanki Kürt ulusal hareketi seçimlere katılmadı. Seçimlere katılmayı Genelkurmay’ın yanında yer almak vs. olarak yorumladılar. Bir sene sonra biz Birleşik Sosyalist Parti olarak iki beldenin ilçe olmasından ötürü, bürokratik sebeplerden seçime girme hakkımızı kaybettik. Sonra HADEP’le birlikte, biz, SİP ve birçok sosyalist grupla beraber seçim kampanyası yürüttük. Bu ilişki birkaç kategoride ele alınabilir. Biri, Kürt ulusal hareketi ile işbirliği yapmalı mı? Diğeri, onlar olmadan olmaz meselesi. Ama burada genellikle kaybedilen hikâye Kürt meselesinin demokratik siyasal çözümünden yana olmak ile bağımsız bir sosyalist hareketin inşası arasında ille de organik bir bağlantıyı zorlamaktır. Böyle bir organik bağ yoktur. 1994 seçimlerinde biz girdik, onlar girmedi. Biz kendi yolumuza devam ettik ve parti olarak o gün itibariyle aldığımız oy yüzde 0,3’tü. Şu andaki partileri de düşünecek olursak Birleşik Sosyalist Parti’nin belli başlı sosyalist partiler kadar üye sayısı vardı. Dolayısıyla bizim kendi inşamızı onların seçime girmemesi engellemedi. 1995 Aralık seçiminde de HADEP’ten sonra en yaygın parti olarak birlikte çalışmamız da mümkün oldu. Buradan çıkartılacak bir ders olmalı. Diyeceğim bu birlikte olmayı ilkesel hale getirmek iki farklı yörüngedeki hareketi bir kazığa bağlamak ciddi sorunlara yol açabilir. Ciddi sorunlardan biri Kürt hareketi ile sosyalist hareketin orantısız güçlere sahip olmasıdır. Bir diğer nokta “ortak bir çerçeve” dendiği zaman, bütün bu ortak girilen seçimlerdeki ittifaklara bakıldığında, başta herkes ilkelerden söz eder ama çok da fazla ilkeye de ihtiyaç yoktur. Yani mesela diyelim ki bir sosyalist parti ile seçim yapmak konusunda çok zorlanan Kürt hareketi, SHP ile ittifak yapmakta hiç zorluk çekmedi. Diyeceksin “tersi de doğrudur”. Bu da olabilir ayrıca. ÖDP tabii ki şu ana kadar gördüğümüz en gelişkin örnek. 1999 seçimlerinde ÖDP ayrı girdi, Kürt ulusal hareketi ayrı girdi. Kürt ulusal hareketi bazı desteklerle girdi. ÖDP içinde de bazı arkadaşlar ısrar etti Kürtlerle işbirliği yapalım diye. Bunun iki taraf için de zararlı olduğu kanısında değilim. Sonuçta kimse kimseye çelme takmamıştır. Ciddi yörünge farklılıkları vardı. 99 yılında seçimler olduğu zaman Abdullah Öcalan yakalanmıştı. Onların gündeminde farklı şeyler vardı. Bizim gündemimizde tabii ki Kürt meselesi olmakla birlikte başka şeyler de vardı.
YÖ: Güç ve gündemi farklıydı her iki hareketin de.
MK: Öncelikler arasında, program bir yana eylem programında farklılıklar var. Bunu çakıştıramazsın. Ama ÖDP’nin de seçim tarihine baktığımız vakit, çok büyük yalpalanmalar yaşandı. Örneğin 2002 yılında genel seçimler yapılırken, son güne kadar aslında DEHAP’la görüşmeler yürütüldü. Ama sabah kahvaltıda Sema Pişkinsüt’ün partisiyle ittifak yapıldığı söylendi.
YÖ: Hangi partiydi bu?
MK: Siyasi tarihteki değeri DSP’den kopup ÖDP’ye katılmasıyla sınırlı olan bir parti. Çoğu kimse adını bile hatırlamaz. Sema Pişkinsüt, Ecevit’in Demokratik Sol Partisi’ne genel başkan adayı olup kavgalı geçen bir seçim sonucunda kongrede kaybedince, DSP’den 3 milletvekiliyle birlikte partiden ayrılmış, Toplumcu Demokratik Parti’yi kurmuştu. Önemli olan bu kısmı değil. Bu birleşme kararı ve DEHAP ile seçimlere girmeme kararının parti organlarından geçerek alınmış bir karar olmaması önemli. Başkanlar düzeyinde imzalanmış ve parti organlarının haberdar olmadığı bir karardı. Bu da bir garabet olarak tarihe geçmiştir. 2004 yılında mesela, yerel seçimler sırasında garip bir şey oldu. Murat Karayalçın liderliğinde SHP -son seçimleriydi herhalde-, ÖDP, Kürtler, çeşitli gruplar birlikte katıldı. Buradan da “kimin için ne kadar sağlıklı sonuç çıktı?” diye sorulursa, seçim bir belediye meclis üyeliği fazla almak değil de bir takım ilişkileri ileri doğru taşımak, yeni kesimlere ulaşmak, onların iradelerini açığa çıkarmaktır diye düşünürsek böyle bir şey olmadı.
YÖ: ÖDP tarihi açısından 2007 seçimleri önemli sanırım. Bugünden baktığımızda 2007 seçimlerinde alınan tutumlar, sonraki seçimlere de örnek teşkil etti. Ünlü bağımsız adaylıklar dönemi… Hem ÖDP açısından hem de sosyalist hareketinin kimi simalarını “parlamentoya taşıyan” bağımsız adaylar mevzusuna gelsek…
MK: 2007 seçimleri, ÖDP için önemli bir dönemeçti. Çeşitli açılardan önemli bir dönemeçti. Bunlardan birincisi tabii, ÖDP’nin kırılması açısındandı. Parti genel başkanına dışarıdan milletvekilliği öneriliyor. Bu parti organlarından geçmiyor. Parti garip bir şekilde seçime gidiyor ama tarumar olmuş bir vaziyette. Bu seçimler bizde başka bir siyaset yapma anlayışını öne çıkardı. Sadece bizde yok dünyanın başka yerlerinde de bu hikâye var. Bu anlayış, örgütün siyasal gücünü ya da aşağıdan gelenlerin iradesini öne çıkarmak yerine, bir tür paraşütle adaylığı bir siyasi fenomen haline getirdi. Bu çok tehlikeli bir şeydir. Son iki seçimdir tekrar ediyor ve üçüncü seçimde de “aday” ne kendi siyasi partisinin ne de daha geniş kesimlerin onayı ile aday olmadığı için yeniden bir karar merciine bakacaktır. Oradan bir ışık, hatta açık açık isim beklenecektir. Bu takdirde bir siyasi parti faaliyeti yürütmenin anlamsızlaştığı bir noktaya geliyoruz. Bir başka husus da aslında şudur tabii ki, Kürt hareketi bunu yaparak Türk sosyalist hareketinin içine sürekli oynadı; müdahale etti. Mevcut güç ilişkileri içinde bu işler böyle olacaksa, tabiri caizse Kürt hareketiyle sosyalist hareketin rabıtalı bir ilişkili kurması mümkün değildir. Çünkü şu Gezi ve AKP/Cemaat diye ifade edilen çatışmada gördüğümüz gibi gayet pragmatik bir hareketle karşı karşıyayız. Kendi hakkıdır; demokratik özerklik mi olur, konfedere mi olur bu onların karar vereceği bir şey. Ama onun yörüngesine sosyalist hareketin kapılıp oradan bir şey inşa etmeye yönelmesi imkânsız bir şeydir. Ve bu yörüngeyi çizen herkes de tökezlemiştir. Elbette burada örneğin Gültan Kışanak’ın bağımsız adaylığından bahsetmiyoruz, onlar yüzde 10 seçim barajından ötürü olan şeyler. Onların örgütleri var. Burada bağımsız adaylıktan kastım, açık söyleyeyim, kendi temsil ettiği gücün dışında adaylıklardan söz ediyorum. Baskın Oran’dan bahsediyoruz. Son seçilen arkadaşlardan da bahsediyorum tabii ki. Bunlar hangi mekanizmaların, hangi siyasi süreçlerin ürünü olarak aday oluyorlar? Bunun sosyalist siyaset açısından sakıncalı olduğu kanısındayım. Temsil kabiliyeti yok çünkü. Sizin delege edilmeniz lazım; burada ise atama söz konusu. Bir de paraşütle atlama hali var. Tanınmış, aydın birini buluyorsunuz ve halka diyorsunuz ki “Buna oy verin.” Niye? “Çünkü iyidir hoştur”. Bu herhalde temsili demokrasinin en gudubet hallerinden biri oluyor. Taban demokrasisi diyoruz, sosyalist demokrasi diyoruz, temsili demokrasiyi o kadar eleştirdikten sonra, yukarıdan paraşütle atlıyoruz. Altı kaval üstü şeşhane bir hikâye. Arjantin örneğine geri dönecek olursak, üç milletvekili seçildi. Üçünün de şeceresine bakın. En büyük örgütün (PO) en büyük şefi, Altamira seçilemedi. Bizde olsa, “adam hak ediyor” dersin. O seçilemedi mesela. Bu da başka bir terbiye.
YÖ: 2007’deki kırılmanın sonuçları sadece ÖDP içinde örgütsel bir ayrılığa yol açmadı, genel olarak sosyalist hareketi etkileyen siyasi bir kırılma oldu, diyebilir miyiz?
MK: Bu kırılma bize zihniyet olarak parlak bir proje olarak geldi. Bu oldukça yaygın ve önemsenen bir hikâye. Örneğin mevsimi geldiği zaman etrafta çok rahatlıkla, müstakbel ve muhtemel sosyalist milletvekili adaylarına rastlamak mümkündür. Bu hazin bir şey. Tabii insanları da bu durumda oy vermeye çağırmak da kolay ve ikna edici bir şey değil. Birisine “Şuna oy verin” diye propaganda yaptığınızda “Niye ona oy vereyim?” dediğinde ona cevap vermede zorlanırsınız. Çünkü yarının ne olacağı belli değil, bunun denetimi yok. Neyi temsil ettiği tam olarak belli değil. Sonra “Kusura bakmayın” oluyor. Baskın Oran örneğinde olduğu gibi, sanki insanlar Baskın Hocayı daha önce tanımıyorlarmış gibi “Bu iş pek olmadı sanki” dediler. Şimdi adamın yaşı belli. Kabahat onu oraya aday gösterenlerde.
YÖ: O dönemde 2. Bölgeden kaç aday çıktı?
MK: Doğan Erbaş çıktı. Ben ona oy verdim. Bir oyum var onu vermesem olmaz. “Niye oy verdin?” dersen onu açıklamaya çalışırım, ama ilkesel olarak bir şeyi savunmak ayrı bir şey. Ufuk Uras’ın da bu şekilde adaylığına karşıydım zamanında. Aday olunca “oy vermiyorum” diyemezsin. Sonrasında bu bir karakter haline geldi. Bugünden baktığımızda belki oy vermemeyi düşünmek de gerekir. Çünkü oy verdikçe alışıyorlar, arkası geliyor.
YÖ: Bu bir alışkanlık ve gelenek halini aldıysa eğer, seçimlerin taktik olmaktan çıkıp bir siyasete dönüştüğünü söyleyebilir miyiz?Kürt hareketi de sosyalist hareketinin zaafını keşfetti. Sosyalist hareket içinde de itiraz edecek siyasal gelenek yeterince oluşmadı. 1946’dan bugüne çeşitli aşamalardan geçerek gelen sosyalist hareketin temel zihniyeti, halk cephesi politikası bugün farlı bir düzeyde sürekliliğini koruyor diyebilir miyiz?
MK: Doğan çocuk kakasından mı belli olur, genetiğinden mi belli olur, oraya girmeyelim. Ama şöyle bir şey var: Bağımsız sosyalist seçeneğin yaratılması için gereken sebatkâr yolu izlemediğimiz zaman birileri bize kısa yollu birtakım çözümler göstereceklerdir. “Bu kısa yollu çözümlerden ne üretilir?” dediğiniz zaman, bununla ilgili bazı deneyimler yaşandı. Bunlardan ders çıkarmak gerekirdi. Ama sonuçta tabii bizim sosyalist hareketimizde bireyler, kişiler, tutumlar, pozisyonlar, bakışlar, duruşlar vs. aşırı derecede önemlidir. Eyleminin muhtevasından önce, bir anlamda bakış, duruş, kelam daha önemli. O yüzden biz biraz “kitaba” gelecek durumda pek değiliz. Deveye sormuşlar nerem doğru demiş…
YÖ: Bir sonraki seçimlere geçelim. Onlar hakkında ne düşünüyorsunuz?
MK: 2007’den sonraki seçimlerde 2009 yerel seçimlerinin bir özelliği yok bizim açımızdan. 2011’de de aslında bir anlamda bağımsız adaylık meselesi daha kallavi bir şekilde yapıldı. BDP için bu anlamlı bir şeydi. Bunu 95 Aralık seçimlerinde dile getirdim, o zaman Murat Bozlak HADEP genel başkanıydı. “Siz milletvekili çıkarmak istiyorsanız, niye bağımsız aday çıkarmıyorsunuz?”. “Biz yüzde 15 oy alacağız” deyince ben de sustum tabi. Onlar da biliyorlardı, yüzde 4, 5, 6’ya dayanacaklarını. Umarım daha fazlasına dayanırlar orası ayrı. Sonunda kurumsal bir çerçevede, mecliste de kendilerini temsil etmenin faydasının farkına vardılar ve bu aracı da kullandılar. Bu aracı kullanırken, adaylarını seçerken yine atamayla, şuraya şunu, buraya bunu koymaları kendi cenahları açısından anlamlı olabilir belki, ama sosyalistlerin de atama sırasına girmesi devrimci gelenekle açıklanamaz. Çünkü bu sosyalist harekette de başka türlü bir saflaşma, yarılma demeyelim ama bir ikileme yol açacaktır. Muhakkak ki sürekli oradan bir milletvekilliği ihtimali için çalışan, çabalayan insanlar olacaktır. Bir de herhangi bir milletvekilliği ihtimali olmadan kör kütük veya zor bela işlerle uğraşmak, didinmek durumunda kalacak olanlar olacaktır. Bağımsız adaylığı başka türlü inşa etmek mümkün olabilir. Birkaç meclis kurarak o mecliste tabiri caizse “temsil kabiliyeti olan”, mümkün mertebede aşağıdan insanların yer alabileceği, adaylar çıkartılabilir. Bakın biz yüzde 5 oy alıyorduk Fransa Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde. Olivier Besancenot “Ben artist miyim, ömür boyu aday mı olacağım?” dedi, adaylıktan çekildi. Gerçi biz de bölünmüştük ama oyumuz biraz da Olivier çekildiği için düştü. Üstelik o bir bakıma aydındı, ama posta çalışanıydı. Onun dediği sözü önemsiyorum: “Bana değil, siyasetime oy versinler”. Öyle adaylar bulmak lazım ki, bir fikri, siyaseti temsil edebilsin. Ama hiç değilse bu temsil kabiliyetini bir meclisten alsın. Solda farklı renklerdeki sosyalistler de yan yana gelmeliler. Onlar da seçimle sınırlı olmayan, ama bazen seçimle de sınırlı olabilecek birtakım birliktelikler, cepheler kurmalılar ve kurmak da zorundadırlar. Hiç değilse sosyalizmin bayrağının adını yükseltmek, bu umudu yeşertmek zorundalar.
YÖ: O zaman son iki soru. Bir, bu çerçevede CHP-AKP’nin dışında HDP’nin ortaya çıkması üçüncü bir seçenek midir? Bir de Ankara’da oluşan sol platform var. Nasıl değerlendiriyorsun.
MK: Şimdi kolayını cevaplandıralım. Ankara’daki mesele aslında Mansur Yavaş’ın CHP’den aday olmasıyla ortaya çıkan bir husustu. Burada ciddi bir inandırıcılık sorunu var. Onun yerine başka birisi aday olsaydı, bu parti neo-liberal bir parti olmaktan çıkacak mıydı? Elbette çıkmayacaktı. Kendi kafalarına yatkın bir merkez sol aday olmadığı için aday çıkarmak tercih edilebilir. “Bu kadarı yeter artık” denebilir. Bu da ciddi bir inandırıcılık sorunu yaratır. Bu aynı zamanda HDP’li arkadaşlar için de geçerlidir. “Nezaketen görüştük” dediler ama sonrasında “İlkeli ittifak olursa varız” da dediler. İlkeli ittifakta anlamadığım bir şey var, bunlar sanki antikapitalist, kızıl komünist mi olacaklar? CHP, CHP’dir. CHP de gidip HDP’lilere böyle bir şart koşmayacaktır. Bu da herhalde eğlenceli bir şey olsa gerek. Üçüncü seçenek meselesini yıllardır dile getiriyoruz. Türkiye’de İslamcılar, Cumhuriyetçiler var. Böyle bir ikilinin karşısında sen de Üçüncü Cephe olursun. Bu cepheleşmeyi yarmak için çabalarsın. Bu ifadeyi biz de kullandık, herkes de kullanabilir. Ama gerçekten böyle bir şey olması için, sahici bir tabana ihtiyaç var. Bazı araştırmalar CHP’yi yüzde 30 gösteriyor, AKP’yi yüzde 40-45. “Biz yüzde 7’lik bir cephe oluşturuyoruz” dediğinizde, bu cephe bir taraftan da birinci cepheyle hükümette kalması için, hükümetten düşmemesi için özel bir çaba sarf edecek. Üçüncü cephe olduğunu iddia edenler için kolay bir ikilem değil. Üstelik, Abdullah Öcalan’ın İmralı’dan gönderdiği Erdoğan’a dönük hayırhah tutumunu ortaya koyan bir mektup da var. “Biz CHP’ye karşı mücadele edeceğiz, CHP’yi çökertmek için mücadele edeceğiz” diyorlar. Ama iktidarda ve hükümette olan AKP. Bu da garip bir üçüncü cephe anlayışı haline geliyor. Sanırım bu iş giderek HDP’nin inandırıcılığını zorlayacaktır.
YÖ: HDP’yi nasıl bir parti olarak değerlendiriyorsun? HDP devrimci, sosyalist bir parti mi? Reformist bir parti mi? Sosyal demokrat mı? Hangi kulvarda yer alıyor, sence?
MK: HDP içinde sosyalistlerin de bulunduğu sol bir oluşum. Bu benim kişisel yorumum değil, Aydın Çubukçu’nun Taraf’taki mülakatında söylediği bir şey. BDP de zaten statü olarak Sosyalist Enternasyonal’de gözlemcidir. Sol bir partidir, ama sosyalist değildir. Bir problem şurada çıkıyor. Bir iktidar oyunu oynanıyor, iktidar mücadelesi var, bu siyaset savaşında bir gedik arıyorsunuz. Bu gediği hükümeti zaafa uğratmadan nasıl yapabilirsiniz? Paradoks buradan kaynaklanıyor. Hükümeti yanınıza alarak veya daha iyi bir tabirle hükümeti karşınıza almayarak mı yapacaksınız? Bu dünya literatürüne geçecek bir tartışma olur. Bu tartışma önümüzdeki günlerde daha net bir biçimde ortaya çıkabilir. Bunun uluslararası ilişkiler boyutu olabilir, başka boyutu olabilir, lobilerle, Ermeni meselesiyle, Abdullah Öcalan’ın dedikleriyle ilgili olabilir. Burada bir parantez açmama izin verin: KCK yöneticisi Bese Hozat’ın söylediği sözlerin benzerlerini Öcalan’ın literatüründen çıkarmak mümkündür. Öcalan’ın savunmasının beşinci cildine göre, 1919-22 arasında Türkiye adeta cennettir. Demokratiktir, her şey iyidir, Kürt meselesi iyidir. Ondan sonra bozulma oluyor. O zamana kadar bu demokratik, ilerici bir rejim olarak vaftiz ediliyor. Ancak tarih bunu böyle söylemez. Başka şeyler de söyler. Bugünkü rejimin inşası sırasında üzerine oturduğu zemin Birinci Dünya Savaşı zeminidir. Burada Ermeni katliamı da vardır. Bunu bu şekilde İsmail Beşikçi anlatır, Öcalan anlatamaz. Bu tarih anlatımı 1919-22 arası koalisyonu açıklamakta güçlük çeker. Bir de tabii ki, Kürtlerin de Ermeni katliamındaki rolünü es geçmek durumundasınızdır. Bunlar karışık işler. Muhakkak ki bunlar başka bir mevzu. Tekrar konuya dönersem, sanıyorum HDP adayları önceki seçimdekinden farklı bir konumdalar. Genel seçimlerde bağımsız adaylara oy veren sosyalistler bu kez daha farklı düşünebilirler. İstanbul’daki Kürt seçmenler ise bu sefer biraz daha özgüven kazanmış olarak HDP’ye oy verebilirler. Yine de bundan çok emin olamıyoruz. BDP’li seçmenlerin sosyolojik analizine baktığımızda, Kürt seçmenler muhafazakârdır, dindardır; HDP’nin sol söylemini nasıl kaldırır, tahmin etmesi güç. Öte yandan biraz araştırmalara baktığımız takdirde sonunda artık garip yerlere sürüklenmeye gerek yok. “Batı’dakilerin hepsi faşist, Doğu’daki Kürtlerin hepsi kızıl komünist” diye görmek yanlış olur. Diğer yandan çok havada kalan bir enternasyonalizm kullanılıyor. Bir sosyalist enternasyonalizmi vardır bir de burjuva enternasyonalizmi vardır. Küçük burjuva enternasyonalizm de olabilir de… Adı konmaksızın safiyane bir saflaşmanın peşinde koşmanın bir yararı yoktur herhalde.
YÖ: Üçüncü seçenekle ilgili ekleyeceğiniz başka bir şey var mı?
MK: Üçüncü seçenek meselesinin bir de politik yanı var. Türkiye’de esas ayrımı biz nerede göreceğiz? Onu bilemiyoruz. Kürt ve Türk diye görmeyeceğimize göre… Bu toplumdaki ideolojik oluşumların –İslamcılık, Cumhuriyetçilik– ötesinde, dünya görüşü açısından da değerlendirirken şöyle bir problem ortaya çıkıyor: Hangi toplumsal dinamiklere dayanarak ya da onları inşa ederek geleceğimiz kurtarabiliriz? Şimdi çözüm süreci BDP’nin ve HDP’nin olmazsa olmazı. Bunun için AKP ile ilişkilerin kopmaması gerekiyor. Bunu kendileri söylüyorlar. Diyelim ki bir CHP-MHP koalisyonu oldu, bu takdirde müzakere süreci yürümez. Genel kanı bu. Bir tek aralarında “Bolşevik” olan Altan Tan var, “Devlet Bahçeli gelse de fark etmez. Toplum tarafından çözüm süreci çok benimsenmiştir. Türkiye’nin bundan geri dönme şansı yoktur. Dönerse Türkiye kendini nerede bulur belli olmaz” diyor. Üçüncü cephe meselesini irdelerken, biraz önce sözünü ettiğim toplumsal dinamikler meselesi bizde çok az irdeleniyor. Mandela’nın vefatından sonra Güney Afrika deneyimine dönüp bakmaya başlanıldı. Hiçbir şeyin garantisi yoktur. Ancak geri dönüp bir bakmak lazım. Birçok ulusal kurtuluş hareketi kendi içinde yeni bir oligarşi yaratarak eski oligarşiye eklemlenmiştir. Kürt hareketinin perspektifinde “eski oligarşiyi yok etme” diye bir bakış açısı yok. AKP ile uzlaşarak böyle bir şey mümkün de değildir. Anadilde eğitim, eski yerlerin isimleri, kültürel faaliyetler, yerel emniyet teşkilatının kurulması da dâhil olmak üzere kabul edilmemiş talepler bizi neo-liberal siyasetten kurtarmaz. Neo-liberalizm çok daha kapsamlı sosyal veya siyasal bir sistemdir. Dolayısıyla ortada bir üçüncü cephe yok. Kâğıt üzerinde basit gibi gelecek değişikliklerle, yerel yönetim şartnamesinin kabul edilmesiyle taleplerin önemli bir kısmı ortadan kalkar. Bunun dışında kalan örneğin demokratik konfederalizm, dünya siyasetinde olmayan bir kavram, siz bunu kullanırsınız. Bu neye karşılık düşer? Ona bakmak lazım. Dolayısıyla bu üçüncü bir cephe açmak için bizim daha çok büyük mücadelelere ihtiyacımız var. Çok daha büyük güçlerin inşasına ihtiyacımız var. Bunlar tabiri caizse kurumsal çerçeve içindeki müzakerelerle veya seçimlerle oluşacak bir şey değil. Seçimleri günü geldiğinde ıskalamayacak olan, ama esas olarak işçilerin ve ezilenlerin içinden çıkacak bir inşaya ihtiyaç var. Bırakalım 12 Eylül’den sonraki 30 yıllık tarihimizi, ilk sosyalist örgütler 1880’lerin sonunda yerel olarak var olduğunu kabul edersek, neredeyse 150 yıllık tarihimiz içinde bunu yapamadık, yine yapamazsak, başka yapacak bir şey de olmayacaktır.
Belçikalı Marksist iktisatçı Ernest Mandel 1923 yılında doğdu ve 1995 yılında 72 yaşında öldü. Mandel, 1970 yılı ve civarında dünyanın en tehlikeli entelektüellerinden biri olarak görülüyordu. Avustralya, Fransa, İsviçre, Amerika Birleşik Devletleri ve Batı Almanya gibi ülkeler onun ülkeye girişini resmen yasakladı.Mandel 1972 yılında Berlin’deki Freie Universität’ta doktorasını tamamlamak istediğinde, Batı Alman yetkililer sınırı geçmesine izin vermediği için doktora komitesi onu Brüksel’deki evinde değerlendirmek zorunda kaldı. Sosyal Demokrat lider Willy Brandt başkanlığındaki Bonn hükümeti, Mandel’in devrimci inançlarının bir iktisatçı olarak yürüttüğü faaliyetlerle iç içe geçtiğine inanıyordu.Mandel’in doktora tezi daha sonra birçok farklı dilde yayınlandı ve dünya çapında tartışmalara yol açtı. Geç Kapitalizm başlıklı gözden geçirilmiş ve güncellenmiş İngilizce versiyonu 1975 yılında yayımlandı. “Geç kapitalizm” ifadesi, Mandel’i daha önce hiç duymamış birçok insan tarafından kullanıldı ve İngilizce’de yerleşik bir ifade haline geldi. Yine de neredeyse yarım yüzyıl sonra, kitabın hala içinde yaşadığımız kapitalist dünya hakkında bize söyleyecek bir şeyleri var mıdır?
Uzun Dalgaları Açıklamak
Mandel’in düşüncelerinin merkezinde uzun dalgalar teorisi yer alır. Bu teoriye göre kapitalizmin tarihi sadece yedi ila on yıllık kısa ekonomik döngülerle değil, aynı zamanda yaklaşık elli yıllık (kabaca yirmi beş yıl yukarı, yirmi beş yıl aşağı) uzun dönemli değişimlerle de ortaya çıkar. Bu teori temelinde Mandel, 1964 tarihli Socialist Register‘da savaş sonrası uluslararası ekonomik canlanmanın “muhtemelen Altmışlı yıllarda sona ereceğini” öngörmüştü.Uzun dalgalar teorisi Mandel’in icadı değildi. Hollandalı iktisatçı Jacob van Gelderen 1913 gibi erken bir tarihte istatistiksel araştırmalara dayanarak bunu önermişti. On iki yıl sonra, van Gelderen’den bağımsız olarak çalışan Rus iktisatçı Nikolai Kondratiev, The Major Economic Cycles (Büyük Ekonomik Döngüler) adlı kitabında bu teoriyi tekrar sundu. İstatistiksel kanıtlar henüz tam olarak ikna edici olmasa ve bu olgunun detaylı bir açıklamasından hala yoksun olsak da hem Marksist hem de Marksist olmayan pek çok iktisatçı uzun ekonomik döngüler fikrini kabul etmiştir.Mandel’in uzun ekonomik döngülere ilişkin yorumunun özelliği, bu dalgalara ilişkin genellikle birbiriyle çelişkili olduğu düşünülen iki açıklamayı uzlaştırmaya çalışmasıydı. Teorilerden biri Kondratiev’e, diğeri ise Bolşevik lider Leon Troçki’ye aitti.Kondratiev ve Troçki 1920’lerde uzun dalgaların doğasını tartışarak, bunların gerçek dalga hareketleri mi – kısa döngülerin “big brotherları” mı – yoksa kapitalizmin tarihinde birbirini izleyen ama çok farklı dönemler mi (Troçki’nin görüşü) olduğunu sordular. Kondratiev uzun dalgaları, yasalara uygun olarak ortaya çıkan tamamen ekonomik bir olgu olarak görüyordu. Troçki ise uzun dalgaların büyük ölçüde hem siyasi hem de askeri ekonomi dışı nedenlerin sonucu olduğuna inanıyordu.Mandel bu çelişkili görüşleri, “belirli bir tür” dalga hareketi olsa da bu dalga hareketinin ekonomik olmayan nedenlerden de kaynaklandığını belirterek uzlaştırmaya çalıştı. Bu oldukça zorlama bir yapı gibi göründü ve Geç Kapitalizm‘in aşağıdaki gibi belirsiz pasajlarıyla sonuçlandı:
“Uzun döngü” kavramını reddetmemize ve dolayısıyla “gelgit”in “akış” tarafından mekanik olarak belirlenmesini kabul etmememize rağmen, yine de uzun dalganın iç mantığının kar oranındaki uzun vadeli salınımlar tarafından belirlendiğini göstermeye çalıştık.
Bu durum şu soruyu gündeme getirdi: Nasıl olur da dalgalar döngüsel olmaz ve buna rağmen düzenli olarak salınır?Mandel daha sonra yazdığı Kapitalist Gelişmenin Uzun Dalgaları (1980) adlı kitabında ne demek istediğini açıklığa kavuşturdu. Ona göre, uzun bir dalganın başlangıcı büyük ölçüde savaşlar, işçi hareketlerinin uğradığı yenilgiler gibi ekonomi dışı faktörlere bağlı olacaktı. Ancak, uzun dalga bir kez harekete geçtikten sonra, bu noktadan az çok bağımsız olarak gelişir ve birkaç on yıl sonra sona ererdi.Bu yönüyle bir top güllesinin ateşlenmesine benziyordu. Güllenin ateşlenmesi birçok faktöre bağlı olsa da namluyu bir kez terk ettikten sonra yoluna “otonom” olarak devam ediyordu.
Kapitalizmi Dönemselleştirmek
Mandel’in bu noktadaki argümanı ikna edici olsun ya da olmasın, kapitalist gelişim tarihini böldüğü evreler genel olarak anlamlıdır. Bunlar, on sekizinci yüzyılın sonlarından günümüze kadar tanımladığı dönemlerdi:
İlk dalga: 1793-1825 yukarı, 1826-47 aşağı
İkinci dalga: 1848-73 yukarı, 1874-93 aşağı
Üçüncü dalga: 1894-1913 yukarı, 1914-39 aşağı
Dördüncü dalga: 1940/45-66 yukarı, 1967-günümüz aşağı
İlk dalga esas olarak sanayi devriminin çok erken bir aşamada gerçekleştiği İngiltere’de ortaya çıkmıştır. İkinci dalga daha fazla ülkeyi kapsamına almış, üçüncü dalga daha da genişlemiş, dördüncü dalga ise Mandel’in Geç Kapitalizm‘i yazdığı dönemde bugüne kadarki en kapsamlı dalga halini almıştır.Mandel’e göre her dalga, kapitalist gelişmenin açıkça tanımlanmış bir aşamasına denk gelir. Coğrafi kapsamı sınırlı olan ilk dalgayı dışarıda bırakırsak, şu sınıflandırmaya ulaşırız: ikinci dalga erken kapitalizm, üçüncüsü tekelci kapitalizm ve dördüncüsü geç kapitalizm dönemidir. Mandel’in niyeti bu dördüncü dalgayı daha ayrıntılı olarak incelemekti. Ezeli ve ebedi bir siyasi iyimser olarak, kapitalizmin dördüncü dalgasının aynı zamanda son dalga olacağını varsayıyordu.
Geç Kapitalizmin Doğası
Nazi diktatörlüğünün çöküşü ve İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin ardından, 1940’ların sonlarında birçok ülkede işçi mücadeleleri yeniden canlandı. Ancak Avrupa’nın kapitalist elitleri bu mücadeleleri kontrol altına almanın yollarını buldular ve ücretlerin ulusal ekonomi içindeki payını düşük tuttular. Ayrıca ücretleri düşük tutmak için mültecileri, yabancı işçileri ve ev kadınlarını işgücüne dahil ettiler.Mandel’e göre bu gelişmeler, diğer faktörlerle birleşerek silahlanma endüstrisinde kökleri olan yeni bir teknolojik devrim yaratmıştı. Tarihte ilk kez büyük ölçekli silah üretimi barış zamanında da devam etti. Silah üretimi daha önce “hiç bu kadar uzun ve kesintisiz bir artış eğilimi göstermemiş ya da ulusal ekonomilerin toplam yıllık hasılasının bu kadar önemli bir bölümünü emmemişti”.Yeni tekniklerin askeri olmayan uygulamaları kimya endüstrisinin belirli sektörlerinde başladı. Daha sonra 1950’lerin başından itibaren işgücü maliyetlerinin azaltılmasının temel öncelik olduğu diğer alanlara da yayıldı. İki savaş arası yıllarda, kapitalistlerin o dönemde ekonomideki gerileme nedeniyle kârlı bir şekilde kullanamadıkları çok sayıda buluş gerçekleşti. Artık bu teknik keşif stokunu kullanabilirlerdi.Mandel, kapitalist koşullar altında bu teknolojik devrimin ileriye doğru atılmış kesin bir adım olmadığında ısrar ediyordu. Ortada ciddi bir çelişki vardı. Bir yandan, üretimin maddi güçlerindeki bu ilerlemelere bağlı özgürleştirici bir potansiyel vardı; bu da “mekanik, tekrarlayan, sıkıcı ve yabancılaştırıcı emeğe” son verebilirdi. Öte yandan, otomasyonun yaygınlaşması işçi sınıfı işleri ve gelirleri için yeni bir tehdit oluşturuyordu ve “kaygının yoğunlaşmasına, güvensizliğe, kronik kitlesel istihdama dönüşe, tüketim ve gelirde periyodik kayıplara, entelektüel ve ahlaki yoksullaşmaya” yol açabilirdi.Geç kapitalizm döneminde üretici güçler daha önce hiç olmadığı kadar hızlı büyüyordu, ancak bu gelişme çeşitli açılardan eşitsizdi. Dünyanın büyük bir kısmı yeni teknik ve bilimsel olanaklara erişemediği için bundan faydalanamadı.Ekonomik kalkınma aynı zamanda “bu büyümeye eşlik eden ya da bu büyümenin üzerine binen asalaklık ve israfta” da bir artışı beraberinde getirdi. Mandel’e göre bu “asalaklık ve israf” kalıcı silah birikimini, Küresel Güney’deki açlığı, daha geniş bir “ekolojik dengenin bozulması”nın parçası olarak “atmosferin ve suların kirlenmesini” ve artan “yararsız ve zararlı şeylerin üretimini” içeriyordu.1960’tan sonra, yeni teknolojilerin etkisine rağmen kapitalist genişleme fırsatları azalmaya başladı. Geç kapitalizmin mutlu yılları son noktasına ulaşmıştı. Sınıf mücadelesi önce Fransa, İtalya ve İngiltere’de yoğunlaştı, ardından dünyanın diğer bölgelerine de yayıldı.Aynı zamanda emperyalist güçler arasındaki, özellikle de ABD ile Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) üyeleri arasındaki rekabetler arttı. Bu faktörler geç kapitalizmi gelecek yıllarda yoğunlaşacak bir krize sürükledi.
Yapısal Özellikler
Mandel’in analizinde üç önemli yapısal özellik geç kapitalizmi karakterize eder. Öncelikle, 1945’ten bu yana geçen süre, Mandel’in “sabit sermayenin devir süresi” olarak adlandırdığı bir azalmaya tanık olmuştur. Bu, her türden makinenin yerini giderek artan bir hızla yeni, daha iyi ve daha kârlı makinelerin alması anlamına gelir.Girişimciler için mesele eski makinelerin faydasını yitirip yitirmediği değil, sadece yeni modellere kıyasla hala yeterince karlı olup olmadıklarıydı. Mandel bu noktayı açıklamak için birçok rakam verdi. Bilgisayarların, işletim sistemlerinin ve üretim makinelerinin ortalama ekonomik ömürleri giderek azalıyordu.Bununla bağlantılı ikinci bir özellik de teknolojik yeniliklerin hızlanmasıydı. Üçüncü olarak, en kârlı makinelere yatırım yapmaya devam etme ihtiyacı, firmaların büyük mali harcamalar içeren büyük riskler almaları gerektiği anlamına geliyordu. Bu da planlamanın kapitalist gelişmenin önceki aşamalarına göre çok daha hassas olması gerektiği sonucunu beraberinde getirdi.Malların pazarlanması da dikkatle planlanmak zorundaydı. Bu nedenle teknolojik devrimin mantığı, geç kapitalist şirketleri “pazar araştırması ve pazar analizi, reklamlar ve müşteri manipülasyonu, metaların planlı eskitilmesi (ki bu çoğu zaman metaların kalitesinin düşmesini de beraberinde getirir) ve benzeri” harcamalar yoluyla satışlarını önceden planlamaya itti.Tüm bunlar kurumsal yapıların da değişmesine neden oldu. Mandel, Marx’ın sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi arasındaki ayrımını başlangıç noktası olarak almıştır. Yoğunlaşma, bireysel şirketlerin ayrı kalırken giderek daha fazla sermaye biriktirmesi anlamına geliyordu; diğer yandan merkezileşme, tröstlerin, tekellerin ve benzerlerinin yaratılması yoluyla firma sayısının azaltılması anlamına geliyordu.Mandel, geç kapitalizm altında sermayenin uluslararası yoğunlaşmasının uluslararası merkezileşmeyi hızlandırmaya başladığı sonucuna vardı: “Çok uluslu şirket, büyük sermayenin baskın örgütsel biçimi haline geldi.” Bu eğilimi “sermayenin ulus-devletin tarihsel engellerini aşma girişimi” olarak anlamamız gerektiğini ifade etti.Bu, jeopolitik ilişkilerde önemli bir değişimle birlikte geldi. Her ne kadar Avrupa’nın eski sömürgeleri savaş sonrası on yıllarda resmi bağımsızlıklarını kazanmış olsalar da Mandel, emperyalist ülkelerin Küresel Güney’de doğrudan yönetimin yerini dolaylı yönetime bıraktığını iddia etti.Yerli burjuvazilerin yükselişi ve dünya çapındaki çok uluslu şirketlerin artan etkisi, bu ülkelerde iç pazarların gerçek ama sınırlı ve nispeten yavaş büyümesini teşvik etti. Sonuç olarak, eski sömürgeler hammaddelerin yanı sıra mamul tüketim malları da ihraç etmeye başladı. Sömürgelerin artı karlarının önemi azalırken, Kuzey ve Güney arasındaki eşitsiz mübadelenin önemi arttı.
Geç Kapitalizm ve Devlet
Sermayenin uluslararası merkezileşmesinin uluslararası siyaset ve daha spesifik olarak da tek tek ulus devletler üzerinde etkileri oldu. Devlet faaliyetlerinin kapsamı giderek daha geniş alanlara yayılıyordu. Bu iki şekilde gerçekleşebilirdi. İlkinde tek bir devlet, gücünü genişletiyordu ki bunun en iyi örneği 1945’ten sonra ABD hegemonyasının pekişmesiydi. İkincisinde ise, AET (daha sonra Avrupa Birliği’ne dönüştü) gibi yeni, uluslarüstü devlet güçleri ortaya çıktı.Ulus-devletlerin uluslararası bağlamını ayrıntılı olarak inceledikten sonra Mandel dikkatini bu devletlerin iç yapısına çevirdi. Geç Kapitalizm‘in orijinal Almanca versiyonu, kapitalist devleti oldukça yüzeysel ve tarih dışı bir şekilde ele alıyordu; en zayıf noktası, devletin sınıfsal karakterini üst düzey memurlarının burjuva kökenine atıfta bulunarak “açıklayan” bir dizi pasajdı.Bu açıklama, görünüşe göre İngiliz siyaset bilimci Ralph Miliband’ın çalışmalarından esinlenmiştir. Bu açıklama büyük yanlış anlamalara yol açabilir ve kamu hizmetlerinde reform yaparak devletin burjuva kontrolünden kurtarılabileceği fikrini besleyebilir. Ancak bu argüman kesinlikle Mandel’in yapmak istediği bir argüman değildi. İngilizce çevirideki düzeltilmiş bölüm bu hatadan kaçınmış ve devletin yapısal ve tarihsel yönlerine çok daha fazla vurgu yapmıştır.Mandel bazı geniş kapsamlı sonuçlara ulaştı. Bir yandan, geç kapitalizmin İspanya (1939-75) ya da Şili’deki (1973’ten itibaren) askeri diktatörlükler gibi faşist ya da yarı-faşist rejimlere yalnızca “istisnai durumlarda” başvurduğunu ileri sürdü. Öte yandan, yukarıda belirtilen derinleşen ekonomik kriz nedeniyle kapitalist burjuvaziler, işçi sınıfının ve nüfusun diğer kesimlerinin gelecekteki direnişini öngörme ihtiyacı hissetmiştir.Mandel’e göre, geç kapitalizmdeki genel eğilim, örgütlü işçi sınıfı hareketi için koşulların en elverişli olduğu geçmişte var olan demokratik özgürlüklere giderek daha fazla kısıtlama getirecek bir “güçlü devlet” yönündeydi. Bu gelişme bir ölçüde kaçınılmazdı.Mandel, geç kapitalizmin, ekonominin “kitlelerin demokratik olarak belirlenmiş ihtiyaçlarına” tabi olacağı, kaynakların bireylerin “kendi kendilerini yok etmeleri” yerine kendilerini geliştirmelerine ve bir bütün olarak insanlığın gelişimine adanacağı demokratik sosyalist bir toplumla acilen değiştirilmesi gerektiğinde ısrar ediyordu. Kapitalizmin sona ermesi için iki olası yol öngörüyordu: demokratik sosyalist bir devrim yoluyla ya da kendi kendini tüketerek.Bu argümanı ileri sürerken Kapital‘de “kapitalist üretimin önündeki gerçek engelin sermayenin kendisi olduğunu” savunan Marx ile aynı çizgideydi. Mandel, “kapitalist üretim tarzının mutlak bir iç sınırı” olduğuna inanıyordu. Eğer kapitalist kârlar sadece canlı insan emeği sayesinde var olabiliyorsa, sanayi ve tarımın devam eden otomasyonu uzun vadede bu kârların ortadan kalkmasına ve sistemin çökmesine yol açacaktı.
Geç Kapitalizm Perspektifinden
Geç Kapitalizm altı yüz sayfanın üzerinde devasa ve karmaşık bir çalışma, bu nedenle kitabın sadece birkaç önemli yönünü vurgulayabildim. Elbette asıl soru, bugün bize ne ölçüde yardımcı olabileceğidir.Mandel’in argümanının bazı kısımları kesinlikle eleştirilebilir. Ancak Mandel, bugün hala devam eden bir dizi önemli eğilim tespit etmiştir. Teknolojik yenilikler birbirini hızla takip ederken, üretim araçlarının ortalama ömrü sürekli olarak azalmaktadır. Tüketici alanında da şirketler eski ürünlerin yerine tekrar tekrar “güncellenmiş” ürünler sunmaktadır.Eşitsiz mübadele bugün hala dünya ekonomisinin önemli bir parçası ve silahlanma endüstrisi de öyle. Küresel toplumsal eşitsizlik azalmazken, yalnızca çok uluslu şirketlerin etkisi 1970’lerden bu yana artmıştır. Bu açıdan Mandel’in analizi son derece güncelliğini korumaktadır.Elbette son yarım yüzyılda yeni gelişmeler de oldu. Mandel çevrenin tahribatı konusunda öngörülü bir şekilde konuşmuştu, ancak iklim değişikliğinin tehlikelerini tahmin etmemişti (ve çağdaşlarının büyük çoğunluğu da tahmin etmemişti). Ayrıca 1970’lerin başından bu yana salt ekonomik alanda da önemli değişiklikler oldu.Geç Kapitalizm ortaya çıktığında, imalat hala ağırlıklı olarak Küresel Kuzey’de yoğunlaşmıştı. Bu, son birkaç on yılda ise Küresel Güney ülkelerine yayıldı. Çelik kutu nakliye konteynerlerinin ve internet gibi yeni iletişim teknolojilerinin kullanılmaya başlanması “hiperküreselleşmeyi” mümkün kıldı.Bu da bir ülkede üretilen malların sıklıkla başka ülkelerde üretilen bileşenlerden bir araya getirildiği ve bunların da yine başka ülkelerde üretilen alt bileşenler içerdiği anlamına gelmektedir. Sonuç olarak, dünyadaki ücretli çalışanların en az dörtte biri artık küresel tedarik zincirlerinin bir parçasını oluşturmaktadır.Aynı dönemde, Çin’in ekonomik ve siyasi bir süper güç olarak şaşırtıcı yükselişinin yanı sıra Doğu Avrupa ve Orta Asya’da kendini sosyalist olarak tanımlayan diğer ülkelerin de kapitalizme geçişine tanık olduk. Neoliberalizm tüm bu değişimleri meşrulaştıran seküler bir din haline geldi.
Durgunluk, Düşüş, Çöküş?
Ekonomik büyüme oranları 1970’lerden bu yana genel olarak yavaşlamıştır, ancak bu eğilim her ülke ve bölgede aynı değildir. Küresel Kuzey’de işçi verimliliği 1938 ve 1973 yılları arasında her yıl ortalama yüzde 3 artmış, 1973 ve 2010 yılları arasında ise yüzde 1,6’ya gerilemiştir. Küresel Güney’in önemli bir bölümünde büyüme oranları daha yüksekti, ancak orada bile eğilim birçok ülkede dengelenmektedir.Gelişmiş kapitalist ülkelerdeki ortalama kar oranları elli yıldır düşüyor ve faiz oranları bir dönem sıfırın altına bile indi. Görünüşe bakılırsa, daha önce kesin olarak kabul ettiğimiz her türlü varsayımın artık geçerli olmadığı yeni bir döneme girmiş bulunuyoruz.Larry Summers gibi ana akım iktisatçılar artık “seküler durgunluk” sorunundan bahsediyor. Foreign Affairs dergisi 2016 yılında bir sayısının tamamını “Yavaş Büyümeden Nasıl Kurtulunur?” sorusuna ayırdı. Dahası Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD), önümüzdeki on yıllarda küresel büyüme beklentilerinin geçmiş deneyimlere kıyasla “vasat” göründüğünü savunan bir rapor yayınladı:
Büyüme, gelişmekte olan ekonomilerde OECD’ye kıyasla daha sürdürülebilir olsa da yakalama sürecinin kademeli olarak tükenmesi ve neredeyse tüm ülkelerde daha az elverişli demografik özellikler nedeniyle yavaşlayacaktır.
James Galbraith, Meghnad Desai, Robert Gordon ve Richard Wolff gibi etkili iktisatçılar de kapitalizmin dinamik canlılığını büyük ölçüde kaybettiğine inanmaktadır. Bazıları daha da ileri giderek kapitalizmin çöküşünün gerçekçi bir ihtimal olduğunu ifade eder. Wolfgang Streeck ve Immanuel Wallerstein gibi yazarlara göre kapitalizm, olanaklarını tüketmiştir ve uzun vadeli bir geleceği yoktur.Yine de hem Marx hem de Mandel’in bir olasılık olarak öngördüğü kapitalizmin “otomatik” çöküşünü – olağanüstü tehlikeli biçimler alabilecek bir çöküşü – beklemek bizim için yeterli değildir. David Harvey’in de belirttiği gibi, sermaye birikim mekanizmasını durdurmak için kendimiz harekete geçmeliyiz: “Kapitalist sınıf gücünü asla isteyerek teslim etmeyecektir. Mülksüzleştirilmesi gerekecektir.”
“Proletaryanın tarihsel meselesi Monarşi-Cumhuriyet’te değil, Emperyalizm-Sosyalizm antitezinde ifadesini bulur.” Troçki, Ekim 1916, Savaş ve Devrim, Cilt II, s.188.
Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar kitabının sonunda (Belge Yayınları, 1992, s. 192-193) Nicos Poulantzas, Fransız, İngiliz ve Alman burjuva devrimlerinin bir model oluşturmadığını ve “her örnekte” ortak noktanın burjuvazinin kendi devrimini politik olarak yönlendirmedeki acizliği olduğunu vurgular. Öte yandan, farklı formasyonlardaki geçişlerin söz konusu ülkelerdeki işçi hareketinde “ciddi yanılsamalara” yol açtığını ekler; o kadar ki “var olan sisteme karşı isyanı bile egemen ideolojinin empoze ettiği tarza göre yürütülür.” Burada açıkça işçi hareketinin kendine bir hayrı olmayan taklit yoluyla kendi kendini kösteklediği söz konusudur. İngiltere’de “sendikacılık”, Fransa’da Jakobenizm ve Almanya’da Lassalcılık olarak beliren “devleti, sosyalist devrimin ‘tepeden inme’ bir etkeni olarak görme” diye özetlenebilecek bir husustur.
Türkiye’ye göre oldukça gelişmiş işçi ve sosyalist hareketlere sahip olmuş olan bu ülkelerde geçmişten devralınan ve bugüne kadar ne kadar aşıldıkları da tartışmalı olan egemen ideolojiden kopamama halinin muhakkak ki her ülkede farklı tezahürleri vardır. Bunun yalnızca burjuva devrimleri veya ulus devletlerin inşasının dönemiyle sınırlı olmayıp çağımız için de bir anlam ifade edip etmediğine dair olası tartışmaları bir yana bırakarak, en azından bugüne kadarki gelişimi içinde bir hesaplaşma; geleceğin bağımsız hayali açısından kaçınılmazdır.
Türkiye’nin Avrupa Birliği genişleme süreciyle ilişkilendirilmeye başlamasıyla, özellikle sosyalist solda ulusötesi bir devletle ulusal devlet arasında bir “geçiş” tartışması gündeme oturdu. Ulusal devletin sosyalistler açısından ne tür bir mücadelenin konusu olduğuna ilişkin bir ortaklık söz konusu değilken, AB kurumlarının öne çıkması kimileri için bu ulusal devlet açmazından bir kurtuluş, kimileri içinse eldeki kazanımların boşa gitmesi olarak görüldü. AB saflaşması ilginç bir biçimde eldeki kazanımların sorgulanmasına, mana ve önemlerine de bir yeniden bakışı gerektirmekte. Ama bu saflaşmanın kendisine dahil olarak değil, bu saflaşmanın taraflarını sorgulayarak. Neredeyse yüzyıllık bir macerası olan ulusal devletin monarşiye göre tarihsel olarak ileri bir adım olarak sunulmasının ardından, bu kez ulusötesi bir oluşumun tarihsel olarak ulusal devletten daha ileri bir adım olarak sunulması, her ikisi kendi içinde tutarlı bir bütünlük arz etse bile, sosyalist mücadele açısından bu ardışık gelişmeler arasında sıkışmanın, saf tutmanın değil bir kopuşun, bir sıçramanın şart olduğu atlanmamalıdır.
Tartışmaya bir başlangıç olarak, cumhuriyet ile sosyalizm arasındaki ilişkilere kaynak oluşturduğu için kısaca Fransız Devrimi’nin Marksizm içindeki yerine bir göz atmak gerekiyor.
Marx ve Fransız Devrimi
1844’te Fransız Devrimi’ne dair bir kitap yazmayı düşünen Marx’ın böyle bir kitap yazmadığı gibi Fransız Devrimi’ne ilişkin yoğun bir okuma ve pek çok göndermeye rağmen bütünlüklü bir görüş belirtmediği, belirtilenlerin kimi tutarsızlıklar ve çelişkilerle dolu olduğu da söylenebilir. Buna rağmen Michael Löwy, “fenomenin özünü tanımlamayı mümkün kılan bazı güçlü satırlar bulabiliriz; öyle güçlü satırlar ki sosyalist tarih yazımına bir buçuk yüzyıldır ilham kaynağı olmuşlardır” demektedir (Dünyayı Değiştirmek Üzerine, Ayrıntı Yayınları, s. 153). Marx, Babeuf, Buonarotti ve Moses Hess’in komünist eleştirilerinin yanı sıra restorasyon döneminde hiç de solcu olmayan ancak sınıfsal analizler sunan tarihçilerin değerlendirmelerini harmanlayarak Fransız Devrimi’nde sınıf çıkarının nasıl olayların mantığına hâkim olduğunu sergiler. Burjuvazinin çeşitli alanlardaki zaferini ifade eden 1789-1794 devrimini Marx için yaşanmakta olan devrim, gündemdeki devrimle birlikte ele alındığında önem kazanır ve devlet aygıtının akıbeti öne çıkar. Fransız Devrimi’nde bu asalak aygıta müdahale edilmemesi, burjuva sınırlılığını gösterirken, ikinci imparatorluk döneminde bağımsız gibi görünen devletin, burjuvazinin doğrudan denetimi olmaksızın onun sınıf çıkarlarına hizmet ettiğini belirtir.
Fransız Devrimi’nde burjuvaziye yapılan övgüler hakkında Löwy’nin belirttiği bir husus oldukça önemlidir: “Bunların neredeyse hepsi Fransız burjuvazisini Ren Nehri’nin ötesindeki toplumsal eşdeğer, yani 19. yüzyıl Alman burjuvazisi ile karşılaştıran yazılardır. Bu karşılaştırmanın mantıki sonucu Fransız burjuvazisinin “korkak,” “çekingen” Alman burjuvazisine karşı “övgüye” mazhar olmasıdır. “Prusya burjuvazisi, 1789 Fransız burjuvazisi gibi, eski toplumun, monarşinin ve soyluların temsilcileri karşısında modern toplumun tümünü temsil eden sınıf değildi… halka ihanet etmeye ve eski toplumun saray temsilcileriyle uzlaşmaya tamamen eğilimli… bir tür toplumsal kast düzeyine düşmüştü.” (Seçme Yazılar, Burjuvazi ve Karşı Devrim, s. 172-173, Sol Yayınları, 1976). Löwy bu karşılaştırmadan çıkan sonuçlar hakkında şu notu düşer: “Fransız burjuvazisinin devrimci erdemlerinin bu şekilde kutsanması daha sonra Marksizmin içindeki belirli akımlara, tarihsel ilerlemenin çizgisel ve mekanik görünümleri için (özellikle yirminci yüzyılda) esin kaynağı oluşturacaktı.”
Ancak, bu karşılaştırmada olayların ruhunu okumaya başlayınca iş değişir. Burada halkın baskısı altında hareket eden bir burjuvazi resmedilir. Örneğin “Ulusal Meclis, bu adımı atmak zorundaydı, çünkü arkasında duran büyük halk kitleleri tarafından ileri itiliyordu.” Veya daha açık bir şekilde “çekingen burjuvazi kalsa, bu görev on yıllarca yerine getirilemezdi. Bunu hazırlayan sadece halkın kanlı eylemiydi.” Jakobenizm de dahil olmak üzere terör hakkında açık, tutarlı, bütünlüklü görüşler olmasa da dalgalanmalar içinde parıltılar eksik değildir: “burjuvazinin politik egemenliğinin” koşulları kendi iktidarı için olgunlaşmadan proletaryayı yıkarsa, zaferi sadece geçici olacaktır. Burada gönderme açıkça 1794 yılınadır. Yani 1794’ü Marx, proletaryanın bir zaferi, ancak geçici bir zaferi olarak görür. Bir adım atılırsa, “Jakobenizmden sosyalizme doğru düz bir çizgi olduğu” fikri reddedilir (Löwy). Yani Jakobenlerle Bonaparte’ı burjuva toplumunun kurucuları olarak aynı kategoriye koyar.
Ayrıca, Jakobenlerin analizine ilişkin doyurucu düşüncelere rastlanmamaktadır. Daniel Guérin’in yukarda küçük burjuvalar ve tabanda halk olarak değerlendirmesine benzer bir tahlil yoktur. Michael Löwy’nin satırlarını alıntılayarak devam edelim: “Ne olursa olsun şu açıktır: Marx’a göre, 1793, hiçbir şekilde geleceğin proletarya devriminin bir paradigması değildi. Marx’ın bir Robespierre’in ya da bir Saint-Just’ün tarihsel büyüklüğüne ve devrimci enerjisine duyduğu hayranlık ne kadar büyük olursa olsun, Jakobenizm sosyalist devrimci praksisin bir modeli ya da ilham kaynağı olarak reddedilir.” Bu geleneğin “boş inancını,” “bilgiçlerini,” “1793 geleneği cumhuriyetçilerinin yanılsamalarını” ve “1793 duygularını ve ‘yurtsever’ formüllerinin afyonuyla sarhoş olan” herkesi en açık bir biçimde suçlar.
Devrim Örnekleri ve Yukarıdan Değişimler
Türkiye’de sınıfların konumlandırılması, Fransız ve İngiliz devrimleriyle aynı bağlamda ele alınmamıştır. Ancak İngiliz terminolojisine göre değerlendirme, solda genellikle kabul görmemiş olsa da Fransız terminolojisine göre değerlendirme yaygın olarak kabul edilmiştir. Fransız değerlendirmesindeki en büyük talihsizlik, Türkiye’deki solun Fransız Devrimi’ni sol olarak değil, burjuva olarak okumasından kaynaklanmaktadır. Eski rejime karşı bir “birleşik cephe” içinde ele alınan sol, aslında her ikisi de köhnemiş dünyanın egemenleri olan militarizm, dinsel egemenlik ve burjuva egemenliğinden bağımsız bir geçmişe sahiptir. Bu geçmiş, Fransız Devrimi içinde kolektivizasyon fikrini ilk defa açıkça önermiş Gracchus Babeuf’ün Eşitler Suikastı veya jakobenlerin en radikal hiziplerinde görülen küçük burjuva radikalizminin aşırı soludur. Bunu sadece uçuk, zamanından önce düşünceler olarak ele almamak gerekir. Çünkü buna karşılık gelen sosyal hareketler de söz konusudur. İngiltere’de Chartist hareket, Ludistler bu aşağıdan gelen hareketi temsil ederken Fransa’da Lyon ipek işçileri, Almanya’da Silezya dokuma işçileri sayılabilir.
Doğrusu, işçi ve sosyalist hareketin radikal kanadı, eski rejime karşı mücadelesinde asla kendini yeni rejimin temsilcilerine tabi kılmamış, kendi siyasi bağımsızlığını korumaya çalışmış ve yeni rejimin temsilcilerinin kendi çıkarları doğrultusunda yaptırımlarına karşı da mücadele etmiştir. Elbette somut, belirli hedeflerle sınırlı ittifaklar olmuştur. Ancak bunu bir döneme yaymak, en azından devrim tarihini atlamak anlamına gelir. Marx’ın 1848 gibi devrimlerin patlak verdiği bir anda işçi sınıfının siyasi bağımsızlığına ısrarla vurgu yapması, burjuvazinin devrimci potansiyelini yitirmesinin yanı sıra devrimin burjuvaziye bırakılmayacak kadar ciddi bir mesele olduğunun bilincinde olmasındandır.
Avrupa’daki ve daha sonra dünyanın diğer köşelerindeki çeşitli sosyalist hareketlerin bu “sınıf bağımsızlığı” meselesine ne kadar gerçekleştirebildikleri su götürür. Önemli bir ideolojik-siyasal geri düşünün ürünü olan bu durumun sebeplerinden biri paradoksal bir biçimde demokratik hakların gerçekleşmesi yolundaki mücadeledir. Bu mücadelenin gereklerini yerine getirirken burjuva kurumlar ve dolayısıyla devlet, cumhuriyet ve de millet adına savunulmuştur. Cumhuriyetçi olmayan sağ, muhafazakârlık karşısına zaten egemen sınıflarca yerleştirilmiş kurumsal çerçeve içinde sıkışıp kalmanın bedeli, özellikle halk hareketi bu çerçeveyi her zorlayışında aldığı büyük yenilgilerdir.
Demokrasinin bu türden özdeşleştirilmesi, sosyalist hareketin bağımsızlığını zedelemiş ve kendisini en fazlasından mevcut müesses nizamdaki kazanımların sol bekçisi haline getirmiştir. Siyasal iktidarın fethedilmesindeki emekçilerin küçük burjuvazi ve köylülükle ittifakı “diğer toplumsal sınıflarla” stratejik bir ittifak olarak ne kadar gerekliyse yukarıda sözü edilen türden ittifakların da sosyalizmi gündemden ve hatta bilinmeyen bir geleceğin dışında her şeyden uzaklaştırdığı kesindir.
Fransız Devrimi ile sosyalizm arasındaki ilişkinin oldukça tartışmalı olduğu bir gerçektir. Burjuva devrimi ile sosyalist devrim arasındaki ilişki, güç ilişkileri, tarihsel özne, nesnel koşullar vb. bir dizi açıdan, kimilerince oldukça kesik (“aşamalı”) ve kimilerince demokratik görevlerin inkarıyla öne çıkan bağlantısız bir biçimde ele alınmıştır. Ayrıntılı bir sürekli devrim kuramına girmeden söylen, bilinç ve örgütlülüklerini geliştirecek eylemliliğin esas olduğudur. Zaten görevler arasındaki geçişkenliğin hayat bulduğu alan da budur. Alman Cumhuriyeti, bir anlamda imparatorluğun devrimden kurtarılması için ilan edildi denilebilir. (Marx, Fransa’da Sınıf Savaşları’nda “Proletaryaya karşı savaşıma ancak cumhuriyet adına geçilebilirdi” derken benzer bir duruma işaret ediyordu.) Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda devrimci durumun ufku, böyle bir cumhuriyet değil proleter devrimiydi. Tabii ki bu proleter devrim, bir imparatorluk değil cumhuriyet olmak durumundaydı. Ancak sosyalizmle cumhuriyet arasındaki doğrusal ilişkiyi kuranlar, cumhuriyetin esas olarak monarşiye karşı olmakla birlikte onunla aynı toplumsal temel üzerinde barınabileceğini atlamaktadır.
Cumhuriyet ve devrim arasındaki geçtiğimiz yüzyıldaki en önemli karşılaşma İspanyol Devrimi’nde gerçekleşmiştir. Kraliyetten Cumhuriyete geçen ülkede faşizme karşı cumhuriyetçi cephenin sözcüleri aslında ilk başta devrimci kesimleri dizginlemişlerdir. Yani Stalinistler, sosyal demokratlar ve cumhuriyetçiler, cumhuriyetin kurtarılmasının ilk adımı olarak devrimi boğmuşlardır. Hobsbawm İspanya İç Savaşı’nı bir devrim ve karşı devrimin cereyan ettiği bir olay olarak değil, “faşizm ve anti-faşizm arasında geçen bir Avrupa savaşı” olarak görür. (Mesele dergisi Mart 2007 sayısı) Daniel Bensaid ise onun tarihçiliğini “… olayların büyük dönüm noktalarındaki olası seçenekleri keşfetmeye eğilimli eleştirel ya da stratejik bir tarih anlayışından çok “tarihçinin tarihi” perspektifine sahiptir.” (Köstebek ve Lokomotif, s.167, Yazın Yay, 2006) diye değerlendirirken, bu “tarihçinin tarihi” perspektifinin ne yazık ki azımsanmayacak derecede eylem adamları tarafından da sahiplendiğini unutmamalıyız.
Fransız Devrimi’nden veya Cumhuriyetin tarih sahnesine çıkmasından bu yana aşağıdakilerin özgürlük mücadelesinde cumhuriyet, ancien régime’e göre bir ilerleme olmasına karşın, nihai kurtuluş yolunda çelişkili, kendi içinde devrim ve karşı devrim mücadelesini içeren bir durağı temsil eder. Denis Berger, Fransız Devrimi için Daniel Guérin’in yolundan giderek açıkça iki devrimden söz eder: “İlki kapitalist modernleşmenin devrimi” ve “ikinci devrim, yarı yolda duramayacak olan kitlelerin devrimi.” (Permanence de la Révolution, La Breche, 1989, s. 204)
Kim Muhafazakâr, Kim Solcu, Terakkiperver mi, Terakkici mi?
Türkiye sosyalist hareketi, Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren kendisine ait olmayan, kendisini de kapsamayan hayali bir ittifaka yazılmıştır. İttihatçılık konusunda olduğundan daha fazla Kemalizm ve daha geniş bir tabirle “Cumhuriyetçilik” sosyalist hareketimizin mecburi bir durağı olarak kabul edilmiştir. Gündüz Aktan’ın popülerleştirdiği bir Cumhuriyetçilik denmese de Marksizmde tarifi olmayan bir “irtica” karşısında, kendi bağımsız eyleminden ziyade kurulu düzene ve onun bekçilerine görev biçen, kendisine de hasbelkader bir müttefik rolü biçen bu zihniyet, karanlık dönemler dahil olmak üzere sosyalist hareketin geniş halk yığınları tarafından CHP içinden gelebilecek düzeyde “ilerici” olarak algılanmasına neden olmuştur.
Fransız Büyük Devrimi’nin ürünü olarak sunulan Cumhuriyetçilerle işçi hareketi arasındaki “tarihsel uzlaşmanın” tarihinin nerede başlayıp nerede bittiği de belirsizdir. Sözde “eski rejime” (“ancienne régime”, devr-i sâbık) karşı çıkan burjuvazi ve küçük burjuvazinin fiili önderliğinde terakki, ilim-irfan ve kalkınma bayrağı altında olmadık-olmayan güçler toplanmıştır. Osmanlı-Türk toplumundaki siyasal mücadelelerdeki saflaşmalar illa da birtakım modellere/örnekliklere göre açıklanacaksa neden İran veya Çin’dekine göre değilse de, Alman toplumundaki saflaşmalara göre açıklanmasın? Esas olarak, 1848 Devrimi’nin yenilgisinin, dolayısıyla her ne kadar yukardan devrim olarak sunulsa da karşı devrimin ürünü olan Bismarckçılık, neden Jakobenlikten daha anlamlı bir saflaşmanın-benzerliğin anahtarı olmasın? Sosyalizmin ise eski ve yeni rejim gibi saflaşmaların ayrılmaz bir parçası olduğu doğru değildir. En azından Babeuf ve Fransız devrimindeki radikal kesimlerle birlikte işçi hareketinin bağımsızlığı başlı başına bir ilke haline gelmiştir. Aynı dönemin ürünü olarak görülebilecek halk hareketlerinde de bu husus her zaman öne çıkmıştır. Ancak, demokrasi için mücadeledeki önemli yanılgılardan biri Ulus veya Cumhuriyet’in savunulmasının adıyla burjuva devlet ve kurumlarının savunulmasının öne çıkarılmasıdır. Solun eski rejime karşı mücadeleyle, laiklikle sınırlanması, onun ayırt edici yönü olan “insan türünün” kurtuluşu için sömürü ve baskıya karşı mücadeleyi gölgelemektedir.
Hangi Miras veya Kimin Mirası?
Bir diğer “batılı” örnekte, 19. yüzyılda İngiltere’deki siyasal saflaşmalar açısından mesele alındığında ise muhafazakârlar ve liberallerin varlığında işçi sınıfının liberaller safına yazıldığı söylenebilir. Fransa’da sağ-sol ayrımı eski rejime karşı olan cumhuriyetçi cephe ile o dönemde Marksist olmaktan ziyade Prudhoncu olan işçi sosyalizmi arasında pek de istikrarlı olmayan bir uzlaşma olarak takdim edilmekte. İngiltere’de ise bunun karşılığı bilindiği üzere Tories (muhafazakârlar) ve Whigs (liberaller). Bir yanda aklın, ilerlemenin ve ekonomik gelişmenin, öte yanda eski askeri-ilahi rejimin savunucuları…
Türkiye’deki terminoloji Fransız Devrimi’ne göre kurulmuş olsa da siyasal mücadelelerin içeriğine bakıldığında İngiliz örneğinin dikkate alınması halinde ilginç saflaşmalar ortaya çıkacaktır. Liberalleri –ne kadarsa o kadar– temsil eden çizginin Terakkiperver Fırka, Serbest Fırka, Demokrat Parti ve Adalet Partisi olduğu göz önüne alınırken, işçi sınıfının –ne kadarsa o kadar– bu siyasal çizgiye destek verdiği bir gerçektir. Geriye muhafazakârların kimler olduğu sorusu kalır! Gerçi Şerif Mardin’in aynı sorunsal çerçevesinde olmamakla birlikte “Jön Türk düşüncesi ‘radikal’ değil ‘muhafazakârdır” demesinin üzerinden az zaman geçmedi! Taha Parla buna “bürokratik muhafazakârlığı” eklemekte. (Bkz: Şerif Mardin’e Armağan, İletişim Yayınları, 2005, s. 17) Cumhuriyetin devraldığı fikir mirasına ilişkin ciddiye alınabilecek çalışmalarda hiç de Fransız Devrimi değil, kabaca sosyal darwinizm belirleyici olmuştur. (Bkz; Atila Doğan, Osmanlı Aydınları ve Sosyal Darwinizm, Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2006). Şükrü Hanioğlu, mirası veciz bir biçimde özetlemektedir: “…son dönem Osmanlı ve ilk dönem Cumhuriyet entelektüel mahfilinde etkisi tartışılamayacak Büchner, Vogt, Moleschott materyalizminin, yarım yamalak anlaşılan bir pozitivizm ve Sosyal Darwinizm ile karıştırılarak “tavşanın suyunun suyu” derecesinde popülerleştirilen mesajları bu düşünceleri ilk aktaranların gördüğü temel eksiklikleri yani “felsefesiz” ve “ahlâkî ilkeleri yeni bilimsel gelişmelerin ortaya koyacağı gerçekler çerçevesinde şekillenecek bir düşünce sistemi olma” hususiyetlerini fazlasıyla ihtiva ediyorlardı. (Şükrü Hanioğlu, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Zihniyet, Siyaset ve Tarih, Bağlam Yayınları, 2006, s. 39)
1908 Osmanlı İnkılabında sokaklarda çeşitli dillerden hürriyet, kardeşlik, eşitlik sloganları atılmışsa da bunun kıymeti harbiyesini abartmamak gerekir. Hatta “hürriyetin” Fransız Devrimi’ne yakın düşen anlamı “gayr-ı milli” unsurların talebiydi esas olarak. Devletin “inhilâle doğru” yürüyüşünü durdurmak isteyen “İttihatçılar, memleketi sadece kesif bir merkeziyetle idareyi değil, hatta fütuhatı bile hayâl ilâvesi yaptılar. Keza henüz yarı bir müstemleke devlet iken, başka illerdeki Türkleri kurtarmak vehmine bile kapıldılar.” (Hasan Amca, Doğmayan Hürriyet, s. 41, 1958) Burada bir Napolyanvari burjuva devriminin neferi keşfedilebilir; zaten kaşındaki beyaz lekeden cihangirliği mistik bir dayanak bulmuş olan Enver Paşa da kendini Napolyon’a benzetmeye bayılırdı! Biz ise Marx’ın “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik!” sloganlarının yerine, açık seçik, belli anlamları olan “Piyade, Süvari, Topçu” terimlerini koymayı meslek edinenleri hatırlatmasına kulak vermeyi tercih ederiz. Ayrıca, Marx Napolyon için “köylüler için bir adam değil bir programdır” derken, Osmanlı köylüsü için Enver’in ne ifade ettiği üzerinde herhalde kimsenin kuşkusu yoktur!
Ziya Gökalp’ta billurlaşacak, ancak genel olarak Jön Türk ideolojisinde bulunan cahil kitleler karşısında yönlerini değiştiren seçkinlerin mühendisliği Cumhuriyet döneminde de devam edecektir. (Şükrü Hanioğlu, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Zihniyet, Siyaset ve Tarih, Bağlam Yayınları, 2006, s. 75) Bugünle bağlantıyı Şükrü Hanioğlu, “İttihad Terakki’nin kendisini “cemiyet-i mukaddes” olarak görüp “kendisine yönelik eleştirileri vatan hainliği, ülkenin satılması çabalarıyla eşanlamlı kabul etmesinden hareketle “ 19. Yüzyıl materyalizminin ırk kuramları ve Sosyal Darwinizm’le desteklenerek “bilimsellik” kazandırılan ve günümüze kadar gelen “millet-i hâkime fikri bu tedafüî milliyetçi söyleme değişik bir boyut kazandırmıştır” diye ifade eder. Le Bon’un değerli fikirlerinin özellikle kimler tarafından değerlendirildiğine (Şükrü Hanioğlu, age, s.95) bakmak pek keyifli olmasa da en azından Fransız İhtilali’ne ve (diğerlerine) duyulan nefreti 1908 Osmanlı İnkılabında fotoğraflarda görünen sloganların ne İttihatçı ne de cumhuriyetçi ideolojide yer almadığını anlamak gerekir. Hilmi Ziya Ülken’in “Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi” adlı çalışmasının önsözünde ise “…tanzimat ve Meşrutiyet’in olduğu kadar Cumhuriyet’in fikir tarihinin de yüzeyde olduğunu belirtmek lâzım” der. (s.4, Selçuk Yayınları, 1966)
Cumhuriyetin Temel Belirsizlikleri
İlk bakışta cumhuriyet, halkın demokratik özlemleriyle burjuva devleti kurumlarının karmaşık bir ürünü olarak belirdiğinden işçi hareketi için bazı tuzaklar da içermektedir. Cumhuriyet adına özellikle Batı dünyasında ilan edilen savaşlar ve istilaları hatırlamak yeterli olacaktır. Dolayısıyla, soldan bakıldığında cumhuriyet egemen sınıfların ve reformist solun siyaset yapma alanıdır ve hatta bu alan olmazsa olmaz olarak ilan edilir. Sınıf iş birliğinin zemini bu cumhuriyettir ve tarihsel açıdan bakıldığında, 1848 ihtilali gibi toplumsal ve kitlesel bir ihtilal “mülk sahiplerinin cumhuriyeti” adına kanla bastırılmıştır. Marx’ın Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’inde “Her parti, cumhuriyeti kendine göre yorumladı” derken “cumhuriyetçi burjuva kesiminin, üç renkli cumhuriyetçiler, katıksız cumhuriyetçiler, siyasal cumhuriyetçiler, biçimci cumhuriyetçiler vb.” diye açıklamasına dikkat etmek gerekir. Hele hele parlamenter veya anayasal cumhuriyetin bir tek parti rejimi olarak sürdürülmesinin emekçi kitleler açısından ne demeye tercih edilebilir olduğunu açıklamak da henüz kimseye nasip olmamıştır. Sosyalizm tarihindeki, demokratik burjuva devleti şemsiyesi altında yapılan burjuva hükümetine katılım (bakanlardan başlayarak) Batı Avrupa’da örneğin İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminde direnişi silahsızlandırarak Fransa’da ve İtalya’da burjuva devletinin yeniden yerleştirilmesi sırasında öne çıkmıştır. İspanyol devrimi tarihsel olarak cumhuriyet ve karşı kamp arasındaki çatışmanın bir başka çatışma ile, devrim ve karşı devrimle birlikte yaşandığı en gelişkin örnek olarak sunulabilir. Cumhuriyetin savunusu İspanyol devriminde ilkin devrimin boğazlanmasıyla açılmış ve sonunda Franco’nun zaferine varmıştır. Buradaki temel bir ayrıma geliyoruz. Jaurès gibi geleneksel Marksist damardan ziyade radikal cumhuriyetçilikten gelme bir sosyalist bile “Devlet bir güçler ilişkisidir” demiş. Yani tarafsız olmayan siyasal bir oluşum. Devlet bir güçler ilişkisidir demek toplumsal olarak burjuva veya proleter herhangi bir muhtevaya kendini uyarlayabilecek bir oluşum anlamına gelmez. Herkes devletin egemen sınıfların bir aracı olduğunu söylemekte ancak cumhuriyet ve devlet arasındaki ilişki egemen sınıflar dolayımı ile değil sınıf üstü bir değerler, kazanımlar zemini olarak sunulmakta.
Devlet kurumlarını, kapitalist mülkiyeti sorgulamadan çeşitli türden (bonapartist, milliyetçi) cumhuriyetçilerle saf tutmaya çağrılan işçi hareketinin kendi gündemini oluşturmasını sürekli çarpıtmıştır. Üstelik yüz yıllık geçmişte devrimci durumların cumhuriyetçi geleneğin sorunsallarından değil kapitalist sistemden kopuş yönündeki aşağıdan gelen dalgaların ürünü olduğu atlanmamalıdır. Toplumsal ve demokratik kazanımların savunulmasıyla cumhuriyetin savunulması her toplumda örtüşmemektedir. Genel oy, kamu hizmetleri, laiklik (sekülarizm) önemli olmakla birlikte bunun siyasal özgürlükler ve kapitalist sistemden kopuş dinamikleri de hesaba katılmalıdır. Hele hele neoliberal karşı reformların çökerttiği bir toplumda radikal bir toplumsal dönüşüm perspektifiyle donanmış bir kazanımlar takıntısından kurtulmak gerekmektedir. Sosyalizm cumhuriyetin radikalleşmesinin bir ürünü olmayacaktır. Her ikisi arasında eski devlet aygıtının parçalanmasını başta olmak üzere kırılmalar kaçınılmazdır.
Geleneksel olarak burjuva demokratik cumhuriyetin iddiası çoğunluğun iktidarını olmasıdır. Üretim araçlarının ve toprağın özel mülkiyetinin yürürlükte olduğu bir zeminde bunun mümkün olup olmaması tartışması bir yana bırakılsa bile bizdeki örneğinin sürekli olarak “çoğunluk” (cumhur-ahali) ile bir sorun yaşaması bile yeterince anlamlı olmalıdır. Kaba bir ayrım mutlakiyetçilikle cumhuriyet arasında birinin akılcı diğerinin akıl dışı olması falan değildir. Mesele felsefi değil siyasi olduğuna göre doğuştan rüştünü ispatlamış olan ahalinin iradesinin siyasete yansıtılması babında, bunun siyasal şekli şemaili olarak cumhuriyet “çoğunluk”la sorunlu olduğu takdirde kendi kendini bir diktatörlük olarak ilan edebilir. Mustafa Kemal otuzlu yılların başlarında tam da bu kelimeyi, “istibdat”ı kullanıyordu. “Ben öldükten sonra arkamda kalacak müessese bir istibdat müessesesidir.” (Atatürk, Okyar ve Çok Partili Türkiye, Osman Okyar-Mehmet Seyitdanlıoğlu, s.104, İş Bankası, 2006)
Cumhuriyet ile sosyalist hareket arasındaki reformlar için mücadelede de önemli farklılıklardan biri yöntem meselesidir. Cumhuriyet sınıf mücadelesi yöntemlerini en şiddetli bir biçimde ezmeyi meslek edinmişken sosyalist hareket kalıcı kazanımların ancak bu yöntem sayesinde elde edilebileceğinden hareket eder. Cumhuriyet yasaları (iş ve ceza), işçi hareketinin verdiği özgürlük mücadelesinin önündeki önemli engeller olarak karşısına dikilmiştir. Bizde demokratik parlamenter cumhuriyet zaten cumhuriyetin kollayıcısı için oldukça netameli iken, diğer türler (Bonapartist, başkanlık) emekçiler için haydi haydi netamelidir. Genel oy temelinde seçilen meclisler, yerel meclisler demokrasinin bir gereği olmakla birlikte emekçiler bu meclisleşmeyi, demokratikleştirmeyi iş yeri meclislerine kadar taşımışlardır. Tarihin garip bir cilvesi ise bizde zaten görülmemiş olan ahali için kazanımların cumhuriyet tarafından temsil edildiğine ilişkin yanılsamanın neoliberal dönemde artık bir iddia olmaktan da çıkmıştır. Militarizmin bu boyutta olduğu bir ülkede ancak neoliberal politikalarla finanse edilen kurumların cumhuriyet bekçiliği herhangi bir yanılsamaya yol açmayacak kadar anti-popülerdir.
Cumhuriyet Neden?
Bir vatandaş harbine benzer rütbe ve mevkilerin hakkı yeksan edildiği bir Millî Mücadele yaşanmamıştır. 1919-22 döneminde veya Sabahattin Selek’in yaptığı gibi bunun ilk yıllarını İstiklal Harbi’nden ayırt edecek bir dilimleme yapılsa, ikinci dilimde de 1789-1793 dönemiyle herhangi bir benzerlik aramak abestir. Misak-ı Milli sınırlarının çizildiği meclis herkesin bildiği gibi Padişah meclisidir. Millî Mücadele meclisi bir meşruti monarşi meclisidir (yanına da hilafeti eklemek kaydıyla). Kuruluşta kimsenin saltanat ve hilafete karşı bir söylemi ve tabii ki reddi söz konusu değildir. İttihat ve Terakki nasıl imparatorluğu kurtarmak için mücadele ediyorsa, Millî Mücadele de hilafet ve saltanat abartmalı gözükse de vatan için mücadele ediyordu. Burada Fransız İhtilali’nin kurucu unsurlarını aramak abesle iştigal etmek demektir. Zaten kimsenin de bu mücadeleye siyasal ve toplumsal başka bir anlam yüklediği yoktu. Bir diğer iddia ise İstiklal Harbi’ne başlanmadan önce 1919 ve 1920 yıllarında Sabahattin Selek’in tabiri ile Anadolu İhtilali’nde iç güçlerle yapılan çatışmalardır. Bu iç güçler tabiri bir vatandaş harbini çağrıştırmaktadır. Padişah yanlısı güçlere karşı yapılan bu çatışmaların esas olarak daha sonra vatan haini ilan edilecek olan örneğin Ethem Bey tarafından yürütülmüş olması bir kenara koysak bile bunun bir vatandaş harbi olması için farklı toplumsal ve siyasal programlar çerçevesinde cereyan etmesi gerekirdi. Saray’ı “feodal” ve “karşı devrimci” dolayısıyla Ankara’yı “inkılapçı” (herhalde “burjuva”) ilan etmek Fransız Devriminin aşırı çarpıtılmış bir bakış açısından okumayı gerektiriyordu. Aslında Saray’ın etrafında ciddiye alınabilir bir güç birikiminin olmadığı, sözü edilen vatandaş harbine katılımın alabildiğine düşük olduğu bir gerçektir. Kitlelerin katılmadığı bir “devrim ve karşı devrim mücadelesi” esas olarak devrimin sınırları dışında kurumsal çerçeve içinde cereyan etmiştir. Millet Meclisi meşruiyetini Osmanlı meclisinin İstanbul’da basılması ve kapatılmasından almaktadır. Rütbeler ve mevkiler Osmanlı’dır. Ortada ahaliyi heyecana gark edecek devrimci bir düşünsel ve de örgütsel faaliyet bulunmamaktadır. 1908’deki coşkulu gösteriler ve ona öngelen halkın vergi isyanlarına benzer, kendiliğinden ve doğrudan katılımlar gözükmemektedir. Ömrünü tüketmiş Saray aslında Ankara’ya karşı cansiperane bir mücadele de yürütmemiş, kaderine razı olmuşçasına gün doldurmuştur. İttihat ve Terakki’den sonraki İstanbul hükümetlerinin özellikle Damat Ferit hükümetleri dönemi hariç Ankara ile zaman zaman çok sıkı zaman zaman mesafeli bir ilişkisinin ötesinde düşmanca davrandığını söylemek mümkün değil. Milliyetçilerle Saray efradı arasında tabii ki köklü bir fark vardır, ancak bu farkı iki düşman sınıf gibi algılamak, devrim ve karşı-devrim saflaşması olarak takdim etmek yirminci yüzyılın yirmili yılları için çok zorlama bir tarih anlayışıdır. Yakınlardaki İran’da uzaklardaki Çin’de aynı yıllarda çok daha radikal saflaşmalar tarihin ne tür alternatiflerle cebelleştiğini gösterirken siyasal demokrasi, toplumsal kazanımlar açısından bir bilanço çıkarmadan Fransız Devrimi’nin giysilerini ona buna giydirmeye kalkışmanın karşılığı yoktur.
Sosyalistler açısından daha vahimi Millî Mücadele’de yer alan toplumsal kesimlerin kazanımlarının ne olduğunu irdelemeden devrimin devam ettiğine kanaat getirip yeni rejimden yana saf tutmalarıdır. İzmir İktisat Kongresi bir gösteri olarak cereyan etmiş olsa bile orada dile getirilen işçi talepleri, hiç de değilse kurulu düzen çerçevesi içinde kimi talepleri dile getirmekteydi. Yani bir sistem meselesini tartışma konusu haline getirmeden, başka toplumsal tabakaların canını yakmadan bir takım “haklar” talep edilmekteydi. Oysa devrim dönemi diye takdim edilen ve üzerinde yaygın bir uzlaşma bulunan ilk 15 yılda emekçilerin payına düşenin bir dökümü çıkarıldığında harf devrimi, güneş dil teorisi gibi karın doyurmayacak safsatalar ve fakat iş hukuku açısından gayet somut engeller görülür. İşçi hareketi ile cumhuriyet arasındaki ilişkinin tarihi yalnızca hilafete ve saltanata karşı olma babında ele alındığında oldukça basite indirgenmiş olur. Nihayetinde cumhuriyet de yeni bir egemenlik ilişkisinin kurumsallaşması olarak belirmiştir. Cumhuriyet dışında ne gibi seçeneklerin bulunduğuna ilişkin bir tartışma özellikle Saray’ın meşruiyetini yitirmiş olması nedeniyle fazla anlamlı değil. Millî Mücadele döneminde sarayın yaptığı hataların Ankara’nın önünü açtığı en Kemalist tarihçiler tarafından bile rahatlıkla söylenmektedir. Cumhuriyet’in kuruluş sürecinin ne kadar nesnel bir eğilim üzerine oturduğunun bir örneği, Millî Mücadele’nin önde gelen simaları henüz bu meseleyi tartışmazken; Çiçerin’in Lenin’e gönderdiği bir raporda bulunabilir (16 Mayıs 1920): “Büyük Millet Meclisi’nde partiler faaliyet göstermiyor ve iç siyasete dair bir program oluşturmuş değil. Ancak, cumhuriyet ilan edilmesi çok büyük bir olasılık.” (A. Avagyan: Kemalistler, İttihatçılar ve Bolşevikler, Toplumsal Tarih, Mart 2007, s. 19)
En önemlisi geniş halk kitlelerinin yeni rejimin oluşumuna katkılarının ne olduğudur. Birinci Dünya Savaşı’ndan Osmanlı’nın nasıl çıktığı üzerine fazla durmaya gerek yok: Mevcut ordudan daha fazlası firarda (300 bin), köyler harap olmuş, zanaatkârlık “tehcire” tabi tutulmuştur. Kitleler için yorgun kelimesi bile hafif kalırdı. Zaten, siyaset sahnesine bir dinamizm kazandırmaktan uzak olan kitlelerin dayatması, bastırması ve rızasıyla bir cumhuriyetin ilan edildiğini kimsenin söylediği yok. Doğan Avcıoğlu, Millî Mücadele’de sınıfların mevzilenmesi açısından birçoklarından daha gerçekçidir. “Anadolu köylüsünün pasifliği, güvensizliği ve geleneksel egemen sınıflara bağlılığı karşısında, bir kurtuluş savaşı nasıl yürütülebilecekti?… Köylünün güvensizlikle baktığı milliyetçi subay ve aydınların dayanabilmeyi ümit edebilecekleri görünürdeki güç, Anadolu eşrafı, aşiret reisleri ve din adamlarıydı.” (Türkiye’nin Düzeni, s. 137-138, 1969) Bu gücün azımsanmayacak bir bölümünün varlığını Ermeni katliamına borçlu olduğu da hesaba katılabilir. Bu durumda ortaya çıkacak devrimin sınıf muhtevası, siyasal katılım konusunda hayal kurmaya gerek yoktur. Buradan bir tür Cumhuriyet çıkar, bu ne kızıl ne parlamenter ne sosyal ne de küçük burjuva demokrat olabilir ancak. Köylünün veya genel olarak emekçilerin, ezilenlerin durumunu sorgulayanlar da gerçekten “geleneksel sınıflara” bağlılıktan mı yoksa İttihatçıların bu kesimlere yönelik politikalarından ötürü mü “pasif” ve “güvensiz” olduklarını derin derin düşünmelidirler. Savaş içinde yürütülen ekonomik ve siyasal “milli” politikaların ahaliyi kırarken, birilerini palazlandırdığı anlaşıldığında hamaset alanında çıplak volta atılır. Ancak her halükârda bu satırlar “Çılgın Türklerin” sanıldığından çok daha makul (pragmatik) olduğunu göstermektedir.
Yine de bu dönemin sonunda toplumsal manzara umumiyedeki değişimlerin pek de iç açıcı olmadığını söylemek gerek. Anlamlı bir hamle yapılamadığı gibi iktidar bloğunun bileşiminden ötürü toprak reformu gibi önemli bir atılım sürekli askıda kalmıştır. Kürt isyanlarını dikkate alırsak toprak reformundan ahali isyan eder veya feodal beyler Vendée ayaklanmasına yol açar diye bir beklenti olduğu iddiası da ciddiye alınabilir olmaktan çıkar. Geriye ucuz bir jakoben söylemin ara sıra dillenmesinden başka bir şey kalmaz. Ancak, bu söylemin sağı değil de solu tarafından yankılanmasının nedenleri olmalıdır. Bu nedenlerin toplumsal olmasına imkân yok, çünkü çalışan sınıflar açısından böylesi bir yanılsama söz konusu değil (başka türlüsü olabilir). İşçiler, köylüler veya ezilen ulus, eski rejime karşı bu cumhuriyeti desteklemek lazım, hani şu ve bu somut nedenlerle bizim de çıkarımızadır diye bir gösteride bulunmamışlardır. Zaten cumhuriyetçi hareket de eski rejimden, kurulu düzenden hoşnutsuz olanların bir ortak cephesi olarak tezahür etmiyor. Yeni kurulan rejimin sınıf karakterinde çalışan sınıflardan bir nebze bulmak mümkün değil. Başlangıçta birlikçi bir tutum geliştirildiği iddiası havada kalsa da diyelim ki böyle bir durum vardı, kısa zamanda farklı toplumsal kesimlerin talepleri çatışacak ve örneğin köylüler kendi talepleriyle ortaya çıkacaklardı. Egemen olma imkanına nesnel olarak sahip olan kesimlerin öne çıkması tabii gözükse de bir toplumsal alt üst oluşta kolektif güçleriyle alt sınıflar da kendi deneyimlerini yaşarlar. Ne kadar fakir olsa da Cumhuriyeti hazırlayan bir düşünsel temel var. Bu düşünsel temelin ne olduğuna dair tartışmaların merkezinde en yetkili kişinin ağzından 1919-1927’nin bir tür kademeli iktidar mücadelesinin resmi değerlendirmesi bulunmaktadır. Mustafa Kemal, Nutuk’ta açıkça vatanın kurtuluşunu amaçlayan Millî Mücadele’nin başarılar elde ettikçe “safha safha” gerçekleştirildiğini belirtir. Bu dokuz yıllık dönemde kendi ifadesine göre uygulamada herhangi bir “sapma” olmamıştır. Birlikte yola çıkanların bir kısmının fikri ve ruhi sınırlılığı olayların gelişiminde kendini göstermiştir. Yani Mustafa Kemal parmakla sayılabilecek özel görüşmeler dışında (Mazhar Müfit Kansu gibi) aleni bir biçimde mücadelenin nereye yöneldiğini ne Meclis’e ne de yakın mesai arkadaşlarına bildirmiştir. Mesafe kazandıkça birileri terki siyaset etmek zorunda kalmıştır. Mustafa Kemal’in safha safha ilerleyişinde devrimci bir programın değil, alabildiğine elverişli şartların önemli olduğunu eklemek gerek.
Hareketin oluşumunda asker kökenlilerin ağırlıkta olduğu ve bunlara bir de memurların eklenebileceği bilinmektedir. Bu iki unsurun farklı bileşimleri döneme göre öne çıksa da askerlerin ağırlıklı olduğu kabul edilmektedir. Böylece emir komuta mekanizmasının ve kaybolacak mesleğin akıbetinin ağırlıklı bir zihniyet dünyası ile karşı karşıya gelinmektedir. Hareketin herhangi bir gelişim evresinde toplumsal bir meseleden ötürü eski rejime baş kaldıran bir çevrenin adı geçmemektedir. Hem işgale karşı çıkan hem de farklı bir gelecek tahayyülüyle mücadele eden bir kesimin bulunmaması nedeniyle sorun olarak görülmemektedir. Gerçekte ortada bir devrimci durum yoktur. Çünkü devrimci durum toplumsal ve ekonomik koşullara göre geniş bir özerkliğe sahip olur. Mücadelelerin kendi mantığı vardır ve devrimci durumda yapısız tahlillerle sınırlı kalındığı takdirde anlaşılamayacak siyasal ve pratik bir dizi tezahürü vardır. Oysa kuruluş döneminde herhangi bir yanılsamaya yer verecek bir hareketlilik söz konusu olmamıştır. Ankara’nın zayıf ve güçlü bütün sınıf ve toplumsal tabakaları demesek de en azından eski rejime karşı olan sınıf ve tabakaları tatmin edecek bir programa sahip olduğunu söylemek için de elde herhangi bir veri yoktur. Tabii Cumhuriyet’in kuruluşu da açık seçik bir siyasal ve toplumsal program çerçevesinde yürütülen bir mücadelenin ürünü olmamıştır; Millî Mücadele’nin önde gelen azımsanmayacak kadroları bile fenersiz yakalanmışlardır. Ahalinin ise bu durumdan uzaktan yakından ilgisi olmamıştır.
Cumhuriyet ve İşçi Hakları
Doğrudan sınıfsal bir temelde yürütülecek bir tartışma bu meseleyi çok daha açık bir şekilde gözler önüne serebilir. Türkiye’de işçi sınıfının cumhuriyetle kazanımları, örneğin mütareke dönemine göre veya 1908 Osmanlı inkılabına göre –meşruti monarşi– pek hayırlı olmamıştır. Cumhuriyet işçi sınıfının örgütlenme ve bilinçlenme faaliyetine bir kolaylık sağlamadığı gibi aksini iddia etmek hiç de zor almayacaktır. Özü itibariyle burjuva devletinin inşası, egemen sınıfın kendisini biçimlendirdiği siyasal çerçevedir. Fransız devriminden arta kalan kimi ifadeler ise cumhuriyetten önce 1908’in çok daha yüksek sesle ifade ettiği hususlardır. (Kardeşlik, eşitlik ve hürriyet herhangi bir düzenleme olmadan geniş kesimler tarafından, farklı dillerde ve salonlarda veya kürsülerde değil sokak gösterilerinde dile getirilmiştir.)
Dolayısıyla her hal ve şerait altında cumhuriyetin savunusu cumhuriyetten yana mücadele dinamiğinin tuttuğu özgül yer ve cumhuriyetin toplumsal bileşimi ve belli tarihsel konjonktürdeki politikalar kimi zaman çelişkili durumlar yaratmaktadır. Cumhuriyetten “ilerici” ögeleri tarihsel-geçici niteliklerini pekiştirdikçe kelimenin kökündeki –cumhur– halkçı özelliklerini yitirmekte ve böylece sultana karşı, mutlakiyete karşı kazanılmış mevziler arkaik kalmaktadır. Özellikle Batı Avrupa tarihindeki “cumhuriyetçi kamp” diye nitelenebilecek bileşim böylesi bir saflaşmanın belirgin özelliklerini sunmaktadır: Halkçı radikal ayaklanma ve onunla sarmalanmış bir cumhuriyetçilik. 1793 ve tabii ki 1848 Fransız İhtilali buna örnek gösterilebilir. Cumhuriyetin Osmanlı’dan devraldığı sınıfsal bileşimde “emeğin” konumu hakkında çok kesin bilgiler bulunmamakta. 20. yüzyılın başında yapılan bir nüfus sayımında amelenin 186 bin olduğu bildirilmiş. 27 milyonluk nüfusun 15 milyonu işgücüne dahil olduğu söylendiğine göre emekçilerin oranı 1,24%. Ancak ücretli emeğin dışındaki, Osmanlı toplumsal yapısı içindeki zanaatkârlardan yoksul, topaksız köylülüğe geniş bir kesimindeki emek kategorilerinin bu hesaba dahil edilmediği eklenmeli.
Cumhuriyetin imparatorluğa göre çalışma düzenlemeleri açısından hemen hemen bir süreklilik arz edip emekçiler için anlamlı bir değişimin olmadığı bilinmekte. Bu sürekliliğin timsali olarak 1909’da çıkarılmış olan kamu kesiminde sendika kurulmasını yasaklayan meşhur Tatil-i Eşgal kanunu bulunmaktadır. Tatil-i Eşgal kanunu 1908 rüzgarına mütevazi bir sınıfsal ve toplumsal içerik kazandıran grevlere karşı çıkarılmıştır. Ücretli emeğin azımsanmayacak bir kesiminin kamu kesiminde bulunduğu bir ülkede bu yasaklamanın hayati bir önemi olduğu hatırlanmalıdır. Bu yetmezmiş gibi aynı yıl (1909) çıkarılan Cemiyetler Kanunu da diğer çalışanların örgütlenmelerine ilişkin sınırlamalar ve en önemlisi de derneklere hükümet denetimi getirmekteydi. (1919 ve 1923’te yapılan değişikliklerle bu yasa ağırlaştırılmıştır.) 1908 yılı grevleri bir başına sonraki yılların kat bek kat üstünde olurken, İttihatçıların 1913’teki kesin iktidarının belirmesiyle güçlenen milliyetçiliğin işçi hareketinde karşılığının ne olduğunu hatırlamak yeterli.
Mütareke yıllarında yeniden gelişen ve canlanan işçi hareketi, cumhuriyetin nimetlerini de 1925’te Takrir-i Sükûn kanunuyla tatmıştır. 1922 yılında İstanbul’da kurulan İstanbul Umum Amele Birliği iki yıl sonra hükümetin çıkardığı zorluklar karşısında kendini feshetmiştir. Keza 1924’te çeşitli derneklerin katılımıyla kurulan Amele Tali Cemiyeti 1928’de hükümetçe kapatıldı. O dönemin sosyalist hareketin hali pür melalini bilenler, bu tür örgütlenmelerin arkasında bir örgüt de bulamazlar. Zaten böyle bir durum olsaydı hükümet anında icabına bakardı. Cumhuriyet döneminde işçi örgütlenmelerinin bu yasal sınırlamalarının karakterinin “ilerici”, “devrimci” gibi nitelenmesi ne kadar uygun düştüğü bilinmez, ama erbabınca en hafif deyimiyle “otoriter” olarak değerlendirilmektedir (Ahmet Makal; Türkiye’de Tek Partili Dönemde Çalışma İlişkileri: 1920-1946, s. 43, İmge yay, 1999). Cumhuriyetin anayasasına koyulan halkçılığın bir yönü sınıf mücadelesinin reddi ise diğer yönü bu reddeden kârlı çıkanların milletin bütünü olmayıp iktidar bloğunda yer alan kesimlerle bunlara ek olarak İttihatçılıktan devralınan her türlü yoldan milli burjuvazi yaratılmasından nasibini alanlar olmuştur. Bu milli burjuvazi yaratma hayali, millet içindeki eşitsizlikleri gidermeyi değil, bir bütün olarak milleti var etmeyi ve bunun içinde sömürü ilişkilerini geliştirmeyi gerektirmektedir.
Bu milletin modern kapitalist bir sisteme dayanacağı bilinci, sınıfların varlığını reddetmekte, nereye kadarıysa oraya kadar kapitalist ilişkilere gelişene kadar aşağıdan bir çatışmayı engellemeyi hedeflemektedir. Cumhuriyet dönemi ekonomi politikasını halkçılık prensibini de millet yaratma hedefini de “sınıfsız veya her sınıfa eşit mesafede” bir proje olarak değerlendirmeyeceğine göre bu milletleşme süreci de emekçilerin sırtından yürütülecektir. Genellikle rejimin anti kapitalistliğine gerekçe olarak gösterilen alıntılar, yeterli bir sınıfsal gelişmişliğin bulunmadığından yakarlar: Yeterli sanayi, tüccar ve hatta büyük arazi sahibi yoktur! Toplumsal saflaşmada büyük arazi sahiplerini bile yetersiz görüp, “arazi sahipleri de himaye edilecek insanlardır” (Makal, age, s. 97) dedikten sonra anti kapitalizm bir yana burjuva demokratik devrimin asli unsurlarından sayılan tarım reformunun bile gereksiz addedildiği bir rejimde emekçilerin payına düşecek olan bellidir. Zaten resmi söylemde en az yer tutan amelenin durumu vaziyetidir.
Cumhuriyet dönemindeki devletçilik ve de milliyetçilik gibi kutsanan değerlerden işçi sınıfının payına düşen her türlü haktan mahrumiyet olmuştur. 1936 İş Kanunu’nda taçlanacak olan bu durumun “sonradan”, “Kemalizm’in özünde olmayan” bir husus olarak takdim edilmesi, geçmişle taşıdığı süreklilik göz önüne alındığında geçerli değildir. Taha Parla İş Kanunu’nun faşist korporatizme oldukça yaklaştığını belirtir. (Bu konuda ayrıntılı bilgilenme ve tartışmalar için bkz. Ahmet Makal; Türkiye’de Tek Partili Dönemde Çalışma İlişkileri: 1920-1946, İmge yay, 1999) Sosyalistler için tarihte temel meselelerden biri ve en önemlisi, işçi sınıfı başta olmak üzere emekçilerin kendi deneyimlerini yaşayabilmesi, kendi tarihlerini yapabilmesidir. Cumhuriyetin çalışma hayatına ilişkin düzenlemeleri ise esas olarak işçilerin bir sınıf olma yolundaki mücadelelerini herhangi bir demokratik yanılsamaya yer bırakmayacak şekilde bastırmaya, daha doğrusu yatağında boğmaya yöneliktir. Zorlama tartışmalara gerek olmamakla birlikte Mussolini İtalya’sında sendikalar varken, sendikaların bulunmadığı, cemiyetler kanunu ile sendikaların yasaklandığı bir ülkede yönetimin değil devrimciliğinden ilericiliğinden söz etmek bile alay etmekten beterdir.
Çok özel tarihsel durumlar dışında stratejik bir ittifak devlet kurumlarını dokunulmaz kıldığı gibi özel mülkiyetten hareket eden bir toplumsal eleştiri yolunun da önünü tıkamaktadır. Belki de cumhuriyetçi geleneği bir bütün olarak değil yukardan ve aşağıdan diye tanımlamak burada da anlamlıdır. Örneğin kitlelerin kendi iradeleriyle tarih sahnesine çıktığı eylemleri geleneksel cumhuriyetçi çerçeve içinde tasavvur etmek mümkün değildir. Cumhuriyet “doğası gereği” demokratik olmak durumunda değildir, ancak genel oy, kamu hizmeti, laiklik gibi demokratik, toplumsal kazanımlar varsa savunusu tabii ki göz ardı edilemez. Ancak bunların savunusu, cumhuriyetin tüm kurumlarının savunusu anlamına gelmemelidir. Açıkçası toplumun radikal bir dönüşümü için geçişsel bir perspektifle bağlantısı kurulamadığı takdirde bunlar bir tıkaç haline gelir. Örneğin nihayetinde demokratik kazanımların derinleştirilmesinin devlet kurumlarıyla birlikte var olmayacağı bir gerçektir. Aynı şey mevcut durumdaki devlet ve din ayrılığı, laiklik meselesinde de geçerlidir. Dinin ve devletin alanlarının karşılıklı olarak tanımlanması ve ayrılması değil bunların aşılması gerekmektedir; edebi ve ezeli kılınması değil. Sosyalizmi cumhuriyetin değerlerinin mantıksal sonucu gibi kavrayan bir yaklaşım özellikle Türkiye sosyalist tarihinde oldukça baskındır. Bunun tersi de doğrudur, sosyalizmi sınıfsal bir zeminde kavrayan yaklaşım da oldukça zayıf olmuştur oldum olasına. Cumhuriyetin mantıksal sonucu derken onun bir tür radikalleştirilmesi de denebilir. Ancak cumhuriyet, her çubuğu bükme girişiminde böylesi bir radikalleştirmeye yatkın olmadığını dipten ve derinden gelen devlet refleksiyle göstermiştir.
1930’lu Yıllarda…
Cumhuriyetin işçi sınıfıyla ilk kitlesel imtihanı kendiliğinden, işçi sınıfının kendi siyasal seçeneğini oluşturmasını değil CHP’nin yanı sıra bir siyasal parti üstelik “yukardan” kurdurulunca ortaya çıktı. 1930’de Serbest Fırka’nın (SF) kısa ömründe ortaya çıkan husus bu partinin emekçilere, yoksullara bir şeyler vaat etmek üzerine kurulmamış olmasına rağmen özellikle işçi sınıfının oluşturduğu kentlerde büyük destek görmesi ve hatta İzmir’de grevlerin yapılmasıydı. Bu desteğin Cumhuriyet Halk Fırkası’na (CHF) duyulan tepkiye bağlanmasa da böylesi bir eğilimin bulunması dahi sınıf siyasetinin —işçi sınıfının gelişmemişliği üzerine ahkam kesmekten çok daha anlamlı bir biçimde— varlığının mümkün olduğunu göstermektedir. Ancak cumhuriyetin oluşum tarzı Fransız Devrimi’nin ünlü üçlemesini içermediğinden işçi hareketini ikili bir mücadeleyle karşı karşıya bırakmamıştır. Her ve hal şartta cumhuriyetin savunusu veya her verili durumda cumhuriyet için mücadelenin mana ve ehemmiyetine uygun bir tutum sergilemek söz konusu değildi. Cumhuriyetçilik bizde İspanya İç Savaşı’nda, Nazi işgaline karşı direnişte, faşizme karşı mücadelede olduğu gibi bir “itici güç” olarak da belirmemişti. Cumhuriyetin öznesi zaten buna imkân vermezdi. Bağımsız siyasal varlığıyla kendini ifade edememiş olan işçi sınıfının örneğin Serbest Fırka (SF) seçimlerinde veya 1950 seçimlerindeki pozisyonu ise Cumhuriyetçi kesimi hoşnut etmemişti. Hoş anılar Serbest Fırkanın zaten Gazi tarafından da Ali Fethi tarafından da Halk Fırkasının solunda takdim etmekte. (Bkz. Gazinin Akşam gazetesine dikte ettirdiği haber, Atatürk, Okyar ve Çok Partili Türkiye, s. 131 ve öncesi için 105-106) SF’nin sağ bir parti olduğu iddiası CHP’yi illa de solcu, devrimci takdim etmeye meraklı kapıkullarının sevdası. Sovyet dış politikasının gereklerini sosyalist mücadelenin başlıca ilkesi olarak görenler Serbest Fırkanın Pravda tarafından “[CHF’ye] karşı sol cenah fırkası olacaktır” (Cemil Koçak, İktidar ve Serbest Cumhuriyet Fırkası, s. 184, İletişim, 2006) dendiğinden bile haberdar değillerdi herhalde. Aynı günlerde Vreme gazetesi ise “Mahiyeti hakikîyesi askerî bir otokrasiden başka bir şey olmayan Türkiye idaresi” ibaresini kullanmış.
Cumhuriyetin dönemselleşmesinde kabaca iki tarih önemli addedilir: 1938 ve 1950. Kimilerine göre ilk durakta karşı devrim galebe çalmıştır, kimilerine göre ise ikinci durakta. Nedense bu dönemselleştirmede kurucu dönem için çok merak olunan Fransız Devrimi terminolojisi kullanılmaz (örneğin Thermidor, restorasyon vb.). Oysa aşağıdan bir tarih anlatımı hiç değilse Serbest Fırka olayının açığa çıkarttıklarına bakarak yeni rejimden kimlerin nasiplenip kimlerin huzursuz kaldığı anlaşılabilir. Öte yandan “gelişmekte olan” sınıf ve katmanların SF’yi desteklemesi ve onlarla bir tür kader birliği yapan aşağıdakilerin de aynı mecraya sürüklenmeleri sanki tarihin genel olarak tanık olduğu bir seyir değil de “gerici” ve hatta nankör, hastalıklı bir yaklaşım gibi algılanmıştır.
Sosyalist Gelenekte Cumhuriyet
Türkiye sosyalist hareketinin oluşumunda özel bir yeri bulunan – kurucular adı altında anılan Mustafa Suphi veya Şefik Hüsnü – Jean Jaurès’in fikirlerinin ne kadar içerildiğini anlamak zor olmakla birlikte Jön Türk geleneğinden gelen bu iki kurucunun Jaurès’den proleter bir toplumsal temelde siyasal dönüşümden ziyade onun Cumhuriyetçiliğinden ve tabii ki emperyalist saldırıya karşı duruşundan etkilendiği söylenebilir. Ancak, bu anlayış 1925 yılında her şey cumhuriyet için şiarlarına dönüştürdüğünde, kendi ipini de çekecektir.
Tarihte kendini misafir gören bir zihniyetle devletin kırmızı çizgilerini (Kürt meselesi, din meselesi vb.) makul görerek siyaset yapmanın — yani dünyayı değiştirmeye çalışmanın garabeti solun “ideolojik” dünyasını karartmıştır. Cumhuriyetin ideolojik olarak eski rejimin yerine geçmesinin ne kadar ileri bir hamle olduğuna dair solun gösterdiği gerekçeler neredeyse Kemalistleri bile zorda bırakmıştır. Bir önceki döneme göre daha mı baskıcı yoksa daha mı demokratik olduğuna dair bir tartışma gündelik hayatın içinden verilebilecekken, bundan kesinlikle kaçınılmış ve hapisteyken bile kurulu düzenin neferliğine soyunulmuştur. 1908’le açılan dönemde çok partililik, millet meclisinde farklı seslerin varlığı, yayın dünyasında ziyadesiyle çeşitlilik gözlenirken; Cumhuriyetin ilanından iki yıl sonra, Mütareke yıllarını bile aratacak bir kapalılığa girilmiştir.
Gelecekte Kemalistlerin bile üzerinde uzun uzadıya durmayacağı bir güzelleme sevdası solu yakın zamana kadar uğraştırmış ve Kemalistlere karşı da 1920’lere atfedilen “misyon” neredeyse savunulur olmuştur. Aslında devletten fazla devletçi bu yaklaşımın toplumsal pratik açısından körleştirici yanı her alanda kendini ortaya koymuştur. Kemalizm’in toplumsal hafıza kayıtlarını silen yaklaşımına paralel olarak kendi hafızasını oluşturamayan ve yaşadığı toplumda başka bir tarih yaratmak için bir başka tarihsel belleğe bir türlü sahip olamayan sol, sonunda Kemalizm’in sorunsallarının etrafında dolanıp durmuştur.
Bu tarihe nereden ve nasıl kök salınırdı sorusuna verilecek cevaplar oldukça sınırlı olabilir. Üst üste gelen yıkımlardan bir bellek oluşturmak ne kadar mümkündü? Savaşın neredeyse egemenliği altında cereyan eden on yıllık bir dönemden nelerin dert edilmesiyle bir gelecek için bilinç oluşturabilirdi? Gündelik politikanın haklı kılınmasına büyük miktarda gerekçe sağlayan muhakemeler; çalkantılı altüst oluş dönemlerinde sosyalist hareketin kendisini şekillendirmesinin imkansızlığına kadar vardırılmaktadır. Bu duruma nesnel bir gerekçe 1960’lı yılların sonlarına dek aranır: İşçi sınıfının objektif yokluğu! Bir başka deyişle kapitalizmin gelişmişliğini dünya ve yerel ölçeklerinde değerlendirerek mücadele için “yeterince olgunlaşmamışlık” veya “olgunlaşmamışlık” tartışmaları, darbeciliğin pazarlanmasının sözde Marksist gerekçesi haline getirilir.
Meksika’daki Zapata devriminin Birinci Dünya Savaşı öncesinde gerçekleştiği hatırlanırsa, aradan geçen onlarca yıldan sonra tarihin açtığı patikaları anlamamak için özel bir yetenek gerektirirdi. İşçi sınıfının Avrupai bir gelişmişlik düzeyinde olmaması, hükümet politikalarının meşrulaştırılmasına bir gerekçe olarak gösterilirken, her nedense toplumsal alanda genel olarak kapitalist sistemin yarattığı tahribata karşı herhangi bir politika gütmek ve buradan bir hareket inşa etme perspektifine sahip olunmamıştır. Troçki’nin Çin Üzerine yazılarında Çin’in Batı’ya değil, Rusya’ya göre daha az gelişmiş olmasından çıkardığı sonuç, bağımsız bir sosyalist faaliyetin imkansızlığı olmamıştır. Bilakis, Troçki kırsal kesimdeki yoksulların desteğinde bir proleter hareketinin gerekliliğini savunmuştur. Yani emekçi kitlelerin kendi iç bileşimindeki değişim, siyasi hedeflerde birtakım değişiklikler yapmamakta ve izlenecek yolu değiştirmektedir…
1920 ve 30’lu yıllarda kurulu düzenden hoşnut olmayan ve hoşnutsuzluklarını siyasal düzeyde ifade etme arzusunda olan geniş bir kesimin var olmadığını iddia etmek veya Kemalist rejimden yalnızca “gerici” Kürtlerin ve “mürtecilerin” müşteki olduğunu söylemek, bu beceriksizliği mazur göstermekten ibarettir. Cumhuriyetin mecburi olmanın ötesinde neredeyse kalıcı bir durak olarak görülmesi, aynı yıllarda hiç de gericilik ana başlığı toplanamayacak, örneğin Serbest Fırka’nın kurulması sonrasında gelişen olaylarda çok açık bir biçimde görülebilirdi. Ancak, yeterince gelişmemiş bir ülkenin ne zaman, nasıl gelişeceği açık olmayınca ve rejim ne yaparsa yapsın “gericiliğe” karşı desteklenirse bağımsız siyasal bir tutum geliştirmek mümkün olmaz. Gündüz Aktan ulus devlet sürecinin Türkiye’de halen daha tamamlanmadığını belirtmektedir. Şimdi bize garip gelen bu ifade uzun süre sosyalist solda makbul addedilmiştir.
Uluslaşma üzerine 1960’lı yıllarda Yön ve Mihri Belli çevresinde yazılıp çizilenler bir tür milliyetçiliğin sol versiyonu olarak kabul görebilir ki günümüz ulusalcı solu ve yurtseverliğiyle rahatlıkla örtüşür. Tarihe yukardan bakma sevdası öylesine derinlere işlemiştir ki Mihri Belli 1968 gibi simgesel bir tarihte bile şöyle yazabilmiştir: “…bugün emperyalizmin ve işbirlikçilerinin fedaisi olarak ortaya çıkan yobazın, asker-sivil aydın zümreyle mücadelesi çok eskidir. Türkiye’nin 150 yıllık tarihi aydın-yobaz çatışması biçiminde tezahür etmiştir… Evet, yobazla bürokrasinin görülecek bir hesabı vardır Türkiye’de” (Türk Solu 1968, s.39, Aktaran, Özgür Mutlu Ulus; Uygun Adım Devrim: Türkiye’de Sol’un Orduya Bakışı, Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi içinde, s. 186, Dipnot, 2006). Devletin labirentlerinde sözüm ona karşıdevrime yapılan darbeler, karşı devrimcileri değil sosyalistleri ve geniş emekçi kitleleri vurmuştur. Anti-emperyalizmin elifbası dün olduğu gibi bugün de emperyalizmin militarist merkezlerine karşı olmaktan geçmektedir. Dünyanın en güçlü ordusuyla stratejik birlik içinde olan bir kurumun anti-emperyalistliğinden dem vuranlar “mürteci” olmayabilirler; ancak bunun sosyalizmle zerre kadar ilişkisi yoktur. Emekçilerin kurtuluşu kendi eserleri olacaksa – olmayacaksa zaten insanların kurtuluşu da söz konusu olmayacaktır – cumhuriyet, yurtseverlik, ulusalcılık, ulus devlet vb. duraklar mecburi değildir. “İrtica”, cumhuriyet, ilericilik, ilimcilik gibi hususlar yukardan üretilmiş olup emekçilerin, ezilenlerin mücadelesine zerre kadar katkısı olmayıp, aksine bütün çatışmalarına rağmen aynı zeminde birbirlerini yeniden üretirler. Örneğin, günümüzde devletin en sağlam kurumlarıyla “ılımlı İslam’ın” neoliberalizm mabedinde ortak ayin yapmasını besleyen aynı dünyanın meseleleridir. Buradan siyaset üretmeye çalışmak sosyalist hareket için de işçi hareketi için de kısa vadeli ve kolay beklentilerin payı büyük olmuş, geniş kitlelerin siyasal uzaklaşmasında, solun mevzi kaybetmesinde etkili olmuştur.
Yukardakilerin tepişmesinde saf tutarak aşağıdan siyaset yapmak, yazının başında sözünü ettiğimiz “ciddi yanılsamaların” esas kaynağıdır. Sistemin çok yakıcı diye empoze ettiği meselelerin karşısına kendi meselelerini çıkarabilenler geleceğin türküsünü yakabilirler.
İsrail’in Hamas öncülüğündeki saldırıya tepkisi, Avrupa başkentleri üzerinden Bağdat’tan Tahran’a kadar Müslüman dünyasının büyük bir bölümünün ayaklanmasına yol açtı. Müslümanların Filistin halkıyla dayanışması güçlü bir şekilde duyulurken, barışçıl destek gösterileri ve terör eylemleri arasında Doğu ile Batı arasındaki ilişkilerin alevlenmesinden nasıl kaygılanmayız? Londra Üniversitesi Doğu ve Afrika Çalışmaları Okulu’nda (SOAS) profesör, çağdaş Arap dünyası uzmanı ve Barbarlıkların Çatışması dahil konuyla ilgili çeşitli eserlerin yazarı Gilbert Achcar’dan yanıtlar.
Terörizm ve küresel düzensizlik (2002). Hamas saldırısı sonrasında İslam dünyasının dayanışma tepkilerini nasıl anlamalıyız?
Bu tepkiler Ortadoğu’daki çatışma algısında var olan Kuzey-Güney ayrımını vurguluyor. Elbette Hamas’ın gerçekleştirdiği saldırı özellikle şiddetliydi ama 11 Eylül’e kıyasla aynı tepkiler gösterildi. Bu devasa şokun ardından Batı dünyası, bugün İsrail’le olduğu gibi ABD’yle özdeşleşti. Ancak Küresel Güney ülkelerinde pek çok kişi, ABD’nin bir kez olsun “suratının dağıtılmasına” sevindi.
Bugün Müslüman ülkeler İsrail hakkında böyle mi düşünüyor?
İslam dünyasında İsrail Devleti ile ilişki kuran Arap hükümetleri ile Filistinlilerin davasını sahiplenen kamuoyu arasında büyük bir uçurum var. Bu, haklı olarak tarihsel düzeyde, Filistin’de kurbanların Yahudiler değil Filistinliler olduğu anlamına geliyor. Avrupa kültürü dünyasında, Yahudileri, Shoah gibi eşsiz tarihsel dehşet nedeniyle kurbanlar olarak görme eğilimi var. Ve aynı okuma tablosunu güncel olaylara yansıtma eğilimi.
Ve durum böyle değil mi?
Pogromlara ve Holokost’a yapılan atıflar kesinlikle yetersizdir. Hamas’ın yaptığı barbarcadır. Ancak İsrail’in sürekli olarak hastaneleri, binaları, sivil yerleşimlerini bombalaması da barbarlıktır. Dolayısıyla Batı dünyasının dışında İsrailliler -genel olarak Yahudilerden bahsetmiyorum, İsrailliler- kurban olarak değil, yerleşimciler, yerleşimci sömürgeciliğin öncüleri olarak görülüyor. Bu nedenle, bu Batılı vizyondan biraz uzaklaşmalı ve olayları başkalarının, gezegenin çoğunluğunu oluşturan diğerlerinin görebildiği gibi görmeye çalışmalıyız.
Yani Batı dünyası ile Küresel Güney arasında bir vizyon çatışmasıyla karşı karşıya mı kalacağız?
11 Eylül’ün ertesinde yazdığım gibi, her uygarlığın kendi barbarlık biçimlerini ürettiği ve kendi araçlarına bağımlı olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Amerika Birleşik Devletleri Vietnam’da, Irak’ta vb. anlatılamaz barbarlıklar gerçekleştirdi. Ve 11 Eylül saldırıları son derece barbarcaydı. Ama bu barbarlık çatışmasında tarafsız olamayız.
Yani?
Hiçbirine hak vermeyen bir ahlak anlayışına kendimizi kaptıramayız. Bu haksızlık olur, çünkü asıl sorumluluk en güçlü olanın, yani zalim olanındır. Her türlü barbarlığı açıkça kınıyorum. Ancak eklersek, yıllar geçtikçe İsrailli kurbanlardan çok daha fazla Filistinli oldu. Ve Müslüman dünyasındaki insanların hatırladığı şey de budur. İşte bu nedenle, yaşananların vahşetine rağmen Filistinlileri asıl mağdur olarak görmeye devam ediyorlar.
Bu saldırıdan bu yana İsrail’e verilen destek öfkeyi daha da alevlendirme riski taşımıyor mu?
Evet elbette, Hamas saldırısının delilik olmasının nedeni de bu. 11 Eylül, Amerika’nın kibrine büyük bir darbe indirdi ama daha önce anketlerde dibe vuran George W. Bush yönetimine de büyük fayda sağladı. Bir anda kendini %80’lik bir popülarite kazandı ve ardından savaşlara girdi: Afganistan ve Irak. Bu yönetimin üyeleri uzun süredir Irak’ı işgal etme fikri üzerinde çalışıyordu ve şimdi Bin Ladin onlara mükemmel bir fırsat sunuyordu. Bugün de aynı şeyi görüyoruz: 2005 yılında Gazze’den çekilmeye karşı çıkan ve bu nedenle İsrail hükümetinden istifa eden Netanyahu, bugün Gazze’de yeni bir işgale öncülük edecek. Bu açıkça onun planı, ancak bu sefer nüfusun kitlesel ve zorla yerinden edilmesiyle, sınırın öte tarafında Mısır’da Sina’ya taşımak istiyor.
Müslümanlar arası dayanışma ruhuyla Mısır’ın kapılarının kapalı kalmasını nasıl anlayabiliriz?
Mısırlılar, Gazze’yi terk eden Filistinlilerin muhtemelen oraya dönmelerine izin verilmeyeceğini çok iyi anlıyor. Herkesin aklında, 1948’de Filistinlilerin çatışmalardan kaçtığı sırada yaşananların örneği var. Geri döneceklerini düşündükleri için anahtarlarını da yanlarına alarak evlerini terk ettiler. Ancak geri dönmelerine asla izin verilmedi ve bu şekilde mülteci durumuna düştüler. Gözümüzün önünde ortaya çıkması muhtemel olan da budur.
Bu dayanışmanın sadece Müslüman dünyasında değil, Avrupa ve Amerika’daki Müslümanlar arasında da ifade bulduğunu nasıl anlayabiliriz?
Çünkü onlar sömürgeleştirilmiş dünyadan geliyorlar ve aslında olaylara çok farklı bir gözle bakıyorlar. Elbette Batı’dan, Müslümanlardan, Yahudilerden bahsederken genelleme yapmamak gerekiyor. Örneğin Avrupa ve Amerika’da İsrail Devleti’ni oldukça eleştiren Yahudi kökenli birçok insan var. Bu insanlar paradoksu açıkça görüyorlar: Bu devlet, 1948’de Yahudilere bir güvenlik cenneti sunma hırsıyla silah zoruyla kuruldu. Peki dünyada Yahudilerin bugün İsrail’den daha az güvende olduğu başka bir yer var mı? Bu korkunç bir tarihi başarısızlıktır.
Buraya nasıl geldik ?
Batı Şeria ve Gazze 1967’den bu yana işgal altında. İsrail uluslararası hukuku ihlal etmeye ve Batı Şeria’da yerleşim yerleri inşa etmeye devam ediyor. Bu cehennem gibi bir dinamik. Ancak aldanmayın: Orada olacaklar korkunç olacak ve İsrail halkının yanı sıra suç ortağı olarak kabul edilecek olan Avrupa ve ABD üzerinde de yansımaları olacak. Uluslararası toplum, başta İsrail üzerinde en fazla etkiye sahip olan ABD olmak üzere, Avrupa’nın ardından durumun daha da kötüleşmesine izin vermekle suçludur.
Bu nedenle terör saldırılarının yeniden canlanmasını beklemeli miyiz?
Korkarım bizi bekleyen şey bu. Orta Doğu’daki şiddet döngüsü Avrupa’ya yayılmaya devam etti ve hatta 2001’de tarihin en büyük terörist operasyonu olmaya devam eden muhteşem bir şekilde Amerika Birleşik Devletleri’ne bile ulaştı.
Bu çatışmanın ülkemize yayılmasını nasıl önleyebiliriz?
Belki saf ya da idealistim ama uluslararası hukuka inanıyorum. BM’nin insanlık için değerli bir kazanım ve barışçıl bir dünyayı şekillendirebilecek tek çerçeve olduğuna inanıyorum. Ancak BM sözleşmesi ihlal edilmeye devam ediyor. Yalnızca onun bütünsel uygulaması, geliştirilme amacına ulaşabilir: evrensel barış.