İmdat Freni

admin

Devrim ve Kitleler – Lev Troçki

80 yıl önce Sovyetler Birliği’nin bir ajanı olan Ramon Mercader’in saldırısı sonucu, 21 Ağustos 1940’ta Ekim İhtilalinin lideri, Petrograd Sovyeti Başkanı, IV. Enternasyonal’in kurucusu Lev Troçki hayatını yitirdi. Gerek Troçki’nin eserlerinden alınma gerekse hayatına, kavgasına ve ölümüne ilişkin bir dizi yazıyla bu büyük devrimcinin mücadelelerinden ve günümüzün meydan okumaları açısından hala güncellik taşıyan teorik katkılarından kimi sekanslar sunuyoruz.

Bununla birlikte şunu da vurgulamak isteriz ki Troçki bizler için bir kült nesnesi olmaktan uzaktır, devrimci fikriyata ve pratiğe kazandırdıklarının yanı sıra eksiklikleri, hataları ve ikilemleri ile birlikte ele alınması gereken bir devrimcidir, bir insandır. Daniel Bensaïd’in de vurguladığı gibi o “sofuca bel bağlanacak bir referans ya da yegâne başvuru kaynağı” değildir: “Tersine, bizlerin görevi işçi hareketinin ve bu hareketin bağrındaki stratejik tartışmaların çoğulcu bir belleğini aktarmak olmalıdır. Troçki yine de bu manzara içinde ve bu tehlikeli geçitte vazgeçilmez bir dayanak noktası oluşturur”. 

İmdat Freni

1917’nin ilk iki ayında Rusya hâlâ Romanovlar monarşisiydi. Sekiz ay sonraysa, daha yıl başında pek tanınmayan ve iktidara geldikleri sırada önderleri her türlü ihanetle suçlu durumdaki Bolşevikler dümeni ele geçirmişlerdi bile. Tarihte bu denli apansız bir tersyüz oluşun bir başka örneği daha yoktur, özellikle yüz elli milyon candan meydana gelen bir ulustan bahsettiğimiz anımsanırsa. Öyleyse, hangi biçimde ele alınırsa alınsın, 1917 hadiselerinin irdelenmeye değer olduğu aşikârdır.

Bir devrimin tarihi, tüm diğer tarihler gibi, her şeyden önce olup bitenleri ve bunların nasıl olduğunu anlatmalıdır. Ama bu yeterli değildir. Öyküsünde bile olayların neden başka türlü değil de böyle cereyan ettiğini net biçimde görebilmemiz gerekir. Hadiseler ne bir serüvenler silsilesi ne de önceden tasarlanmış bir kıssadan hissenin birbirini takip eden bölümleri olarak görülemezler. Kendi rasyonel yasalarına uymaları gerekir. İşte yazarın kendine biçtiği görev bu iç yasanın keşfidir.

Devrimin en tartışma götürmez özelliği kitlelerin tarihsel olaylara doğrudan müdahaleleridir. Normal zamanlarda, ister monarşik ister demokratik olsun, devlet ulusa tepeden bakar; tarih erbaplarınca yapılır: monarklar, bakanlar, bürokratlar, parlamenterler, gazeteciler. Ama keskin dönemeçlerde, eski düzen artık onlar için katlanılamaz hale geldiğinde, kitleler kendilerini siyaset arenasından ayıran duvarları birer birer yıkarlar, geleneksel temsilcilerini yerlerinden ederler ve bu müdahaleleriyle yeni bir düzenin başlangıç ortamını yaratırlar. Bunun iyi mi kötü mü olduğunu varsın ahlâkçılar düşünsün. Bize gelince, biz olguları nesnel gelişmeleri içinde kendilerini nasıl sunuyorlarsa öyle alıyoruz. Devrimin tarihi bize göre, her şeyden önce, kendi kaderlerinin karara bağlandığı sahaya kitlelerin aniden dalmalarının öyküsüdür.

Devrim ortamına girmiş bir toplumda, sınıflar mücadele halindedir. Bununla birlikte, devrimin başlangıcı ile sonu arasındaki zaman zarfında toplumun iktisadî temellerinde ve sınıfların toplumsal dayanaklarında meydana gelen dönüşümlerin, kısa bir zaman diliminde yüzlerce yıllık kurumları yerle bir eden ve bunların yerlerine tekrar devirmek üzere yenilerini kuran devrimin bizzat kendi gidişatını açıklamaya yeterli olmadığı besbellidir. Devrimci olayların dinamiği, doğrudan doğruya, devrimden önce oluşmuş olan sınıfların psikolojilerindeki hızlı, yoğun ve coşkulu dönüşümler tarafından belirlenir.

Gerçekten, bir toplum, tıpkı bir zanaatkârın alet edevatını yenilemesi gibi, kurumlarını ihtiyaçları ölçüsünde değiştiremez. Tam tersine: pratikte, toplum üstünde taşıdığı kurumları ezeliyen kurulu şeyler gibi görür. Onlarca yıl boyunca, muhalefetin eleştirisi kitlelerin hoşnutsuzluğuna bir supap görevi görür ve bu da toplumsal rejimin istikrarının bir koşuludur: örneğin, ilke olarak, sosyal demokrat eleştirinin kazandığı değer böyledir. Hoşnutsuzları tutucu aklın cenderesinden kurtarmak ve kitleleri isyana sürüklemek için bireylerin veya partilerin iradesinden bağımsız, son derece istisnaî koşulların doğması gerekir.

Devrim sırasında kitlelerin görüş ve ruh hallerinde meydana gelen hızlı değişimler, dolayısıyla, insan psikolojisinin esneklik ve seyyaliyetinden değil, düpedüz ondaki derinlere kök salmış tutuculuktan ileri gelir. Fikirler ve toplumsal ilişkiler, bir tufan gibi kopup gelene dek, yeni nesnel koşulların tarihsel bakımdan gerisinde kaldığından, devrim sırasında sıçrama yapan fikirler ve coşkular, polis kafasıyla bakıldığında, basitçe “demagoglar”ın işi gibi görülür.

Kitleler devrime dört başı mamur bir toplumsal dönüşüm planıyla değil, artık eski rejime tahammül edemeyeceklerini gösteren ham bir duyguyla girişirler. Yalnızca sınıflarının önder çevreleri siyasal bir programa sahiptir, ama o da olaylar tarafından doğrulanmaya ve kitlelerce onaylanmaya muhtaçtır. Bir devrimin aslî siyasal süreci kesinlikle sınıfın toplumsal krizin ortaya koyduğu sorunların bilincine varması ve kitlelerin aktif olarak ardışık yaklaşıklıklar yöntemi uyarınca yön bulmalarından oluşur. Devrim sürecinin şu veya bu partinin daha aşırı başka partilerle ikâmesiyle pekişen farklı aşamaları, bu ileriye doğru atılış nesnel engellere toslayıp kırılmadığı müddetçe, kitlelerin sola doğru sürekli biçimde daha güçlü olarak itilmelerini yansıtır. Bu kırılma gerçekleştiğinde gericilik başlar: devrimci sınıfın bazı çevrelerinde hayal kırıklığı, kayıtsızların sayısında artış ve ardından, karşı devrimci güçlerin pekişmesi. En azından eski devrimlerin izlediği şema böyledir.

Yalnızca kitleler içindeki siyasal süreçler yoluyla, hiç de bilmezden gelmediğimiz partiler ve önderlerin rolünü anlayabiliriz. Bunlar süreç içinde önemli olmakla birlikte özerk bir unsur oluşturmazlar. Yönetici bir örgüt olmazsa, kitlelerin enerjisi pistonlu bir silindir içinde sıkışmayan buhar misali uçup gider. Bununla birlikte, hareket silindir ya da pistondan değil, buhardan ileri gelir.

Rus Devriminin Tarihi’ne Önsöz’den (Yazın Yayıncılık, çeviri Bülent Tanatar, 2017)

Bu Dünyadan Bir Harun Geçti! Ya da 1968’in Bir Başka Yüzü – Masis Kürkçügil

“Ben yaptığım her işi her eylemi inanarak yaptım… Her bilinç düzeyi bir eylemi ve her eylem yeni bir bilinci getiriyordu. İşte 1960-1970 dönemini böyle yaşadık.”

Harun Karadeniz

“Giresun’un Alucra kazasının Armutlu köyünden Rıza oğlu Harun Karadeniz.”Bu Harun Karadeniz’in bir mitingde, bir grevde kendini takdimidir. Ben sizdenim demenin kestirme yolu. Tok sesi, duruşu ve bakışıyla güven vermesi yetmezmişçesine aşağıdan gelip tepeye tırmanmak yerine kökeniyle bağlarını koparmadığını ilan etmektedir. 

Harun Karadeniz Füruzan’ın 47lileradlı romanıyla bilinen ve 68 kuşağını imleyen kuşaktan değildir (doğumu 1942). Yani İkinci Dünya Savaşı sonrasında değil savaşın içinde doğmuştur. Köyünde okul olmadığı için Bulancak’ta ilk ve orta öğretimini tamamladıktan sonra liseyi Samsun’da okur. İTÜ İnşaat fakültesini kazandığı1962-63’te ve ilk yılında henüz bir siyasal tavrı da yoktu.

Altmışlı yılların başlarındaki iki darbe girişimi (Talat Aydemir) henüz 27 Mayıs’ın dumanının sönmediği hatta yeniden alevlendirilmesi için çabaların sürdüğünü gösterir. Üniversite gençliği bu dönemde büyük miktarda 27 Mayıs’ı önceleyen 28 Nisan olaylarının etkisiyle kendisine siyasal bir rol vehmetmektedir. Harun o yılları değerlendirirken “Diyebilirim ki 27 Mayıs’ı yapanlardan çok benimsemişiz”diye yazacaktırOlaylı Yıllar ve Gençlikkitabında.  

Altmışlı yılların ortalarında ise ibre 27 Mayıs ve CHP etkisinde olan gençliğin yavaş yavaş sola kaydığını göstermektedir. Bu durumu da “1965’e kadar daha çok ilerici-gerici gençlik biçimindeki ayrım, 1965’ten sonra yavaş yavaş solcu, gerici ve giderek sağcı solcu biçimini alıyordu”diye özetler.

Harun Karadeniz, altmışlı yıllardan yetmişlere gençlik hareketinin geçirdiği bütün evreleri yaşamış ve tam da ortasında kendine bir yol biçmiştir. 

1964’te İnşaat Fakültesi Talebe Cemiyeti Başkanı olur ve bu sıfatla İTÜ Öğrenci Birliği’nde yer alır. Birkaç yıl sonra Birlik, Türkiye’nin en önemli öğrenci derneklerinden biri olacaktır (Maçka, Yıldız ve ODTÜ ile birlikte).

Nisan 1968’de İTÜÖB başkanı olan Harun Karadeniz okulu dışında da tanınan, 1964’teki “Milli Petrol”kampanyasından sonra bir dizi eylemde ve son olarak da “Özel Okullar Devletleştirilsin”kampanyası ve İstanbul-Ankara yürüyüşü (13 günde tamamlanır) gibi eylemlerde yer almış bir öğrenci lideriydi. 

Gençlik eylemleri artık yörünge değiştirmiş bulunmaktadır. “1960’dan sonra önce hürriyet, sonra ekonomik sorunlar ve anti-emperyalist bir tutumla ülkenin kalkınmasını savunun gençler 1967’den itibaren artık emekçi sınıfların yanında yer almayıgörev biliyor”lardı. 

İTÜÖB başkanı olarak Harun Karadeniz bundan sonraki hayatında belirgin bir özelliği olacak olan ekip çalışmasına önem verir. Yürütülecek kampanyalar, yapılacak işler hem yalnızca bildirilerle sınırlı kalınmadan broşür veya başka araçlarla desteklenecek hem de yapılacak her şey birlikte tartışma ve kolektif bir yürütmeyle gerçekleştirilecekti.“NATO’ya Hayır!”Başkanlığının ilk kampanyası olacaktı. Taşlıtarla, İstinye (Kavel işçilerinin katılımıyla) Pendik, Gebze gibi o dönemin işçi mahallelerinde yapılan gecelerde binlerce insana sesleniyordu.  

Mart 1968’den itibaren (yani örneğin Fransa’da Mayıs hareketi patlamadan) İTÜÖB Eğitimde Devrim yönünde hazırlıklara başlıyor, Rektörün, Dekanın öğrenciler tarafından seçilmesinden başlayarak birtakım talepler öne sürüyordu. Kasım ayı için yapılmaya başlayan hazırlık Haziran’da önce Ankara’da sonra İstanbul Üniversitesinde işgallerin başlamasıyla kesintiye uğruyor ve İTÜ de işgal kervanına katılıyordu. 

İTÜÖB, aynı yılın yazında TÖS’ün Ankara SBF’de düzenlediği Eğitim Şurasına hazırlık için bir merkez olur. Öğrenci derneklerinin yanı sıra onlara danışmanlık yapan (İdris Küçükömer, Turgut Cansever, Demirtaş Ceyhun, Fethi Naci gibi en az yirmiye yakın) aydınların katılımıyla çalışmalar, tartışmalar yürütülür.

68 yalnızca yalnızca gençlik hareketi değildir

1968 Üniversite işgalleri sırasında bir sendikacı Üniversiteye gelip Harun’la görüşmek ister. “Uzun süredir Derby’de grev halindeyiz, grev hiç etkili olmuyor. Biz fabrikayı işgal edeceğiz. Bize yardım eder misiniz”diye sorar. Daha sonra Demir-Döküm, Hisar Çelik gibi fabrikalar da işgal edilecek, Türkiye siyasal tarihinde yeni bir eylem türü gerçekleşecekti. Bu olay Harun Karadeniz’in artık öğrenci liderliğinden emekçilerin sorunlarına doğrudan muhatap olmasına bir köprü olacaktır. Şubat 1969’daki Kanlı Pazar diye anılacak olan, asıl adı “Emperyalizme Karşı İşçi Yürüyüşü”nün tertip heyetinin hepsi işçiydi (Kartal bölgesinden). Birkaç ay sonra başta bu işçilerle Kartal’da İstanbul Bölgesi İşçi Birliği’nin (İBİB) kurulmasına varacaktır. İstanbul Bölgesi İşçi Birliği ne sendika ne partidir. Sade işçilerin günlük sorunlarını tartışıp çözüm aradıkları bir uğraktır. Avrupa yakasında da benzer bir birlik kurmaya çalışır.

Sabah akşam öğrendiklerini emekçilerin kendi deneyimlerini edinmeleri için değerlendirmeye çalıştı. Tek başına bu olay bile onun siyaset yapma tarzının farklılığını gösteriyordu. Emekçiler kendi deneyimleriyle kendi haklarına sahip çıkmalıydılar. Yani emekçilerin kurtuluşu kendi eserleri olabilirdi ancak. 12 Mart dönemine kadar yaklaşık iki yılını burada geçirdi.

“Öldürüldük ey halkım , unutma bizi…”

“Kanserdik. Ölüm, ölüm her gün sinsi bir yılan gibi dolaşıyordu derilerimizde. Uydurma davalarla kapattılar hücrelere. Hastaydık. Yurt dışına gitseydik kurtulurduk belki. Bir buçuk yaşındaki kızlarımızı öksüz bırakmazdık. Önce kolumuzu, omuz başından keserek, yurtseverlik borcumuzun diyeti olarak fırlattık attık önlerine. Sonra da otuz iki yaşında, bırakıp gittik bu dünyayı, ecelsiz.”(Uğur Mumcu’nun, 12 Mart döneminde yitirilenlerin ardından yazdığı Sesleniş…yazısından)

Ocak 1969’da ilk kez sağ dirseğinde tümör teşhis edildi. Ağustosta yurt içinde tedavi edilemeyeceği için Londra’ya gitmesi gerektiğine dair sağlık kurulu kararı çıktı. Londra’ya gitti. 12 Mart rejimi Harun’u tutuklayıp tutuklayıp bırakıyordu. Üçüncüsünde gerekçe bile göstermemişlerdi. Bu arada tedavi olamadığı için hastalık ilerledi (kendi tabiriyle tümör mercimek büyüklüğünden nohut büyüklüğüne vardı).  Haydarpaşa Numune Hastanesi yine Londra’da tedavisi gerektiğine dair sağlık kurul kararı verdi (26.6.1972). Bir buçuk yıl sonra tekrar aynı mealde bir rapor verildi. Nihayet Ocak 1974’te Londra’ya gider. Sağ kolu kesilir. Bu, gecikmenin ilk bedelidir. 14 Temmuz 1975’te ise “üç aydan fazla bir süre yaşaması imkansızdır”diyen Londra’daki hekim “Eğer hasta 1969 ile 1974 yılları arasında kontrol altında bulunsaydı, hastalık daha etkin bir biçimde tedavi edilebilirdi”diye raporuna ekleyecektir. 

İstanbul Sıkıyönetim Adli Müşaviri ise Harun’un eşine onun yurt dışına çıkmasına izin vermemelerinin gerekçesini açıkça belirtiyordu: “Ölsün istiyoruz… O eline silah almadı, eğer eline silah alsaydı işini bitirmek çok kolaydı.”

Harun Karadeniz İngiltere’den son dönüşünde günleri sayılıydı. Bu sayılı günlerini düzenli bir okumanın yanı sıra çocuklara resmi tarihi hicvedecek masallar yazmayı tasarlıyordu. Bunun için bir yayıneviyle de görüştü. Patrona Halil isyanına kafayı takmıştı. Sanki adamın tekine hamamda sıcak basmış vermişti isyanı yangına!

15 Ağustos 1975 sabahı erkenden bir uyanır. Çoktandır arayıp da bulamadığı Nusret Bezmi Kaygusuz’un Şeyh Bedreddin kitabını (nihayet Şükran Kurdakul getirmişti) karıştıran başında bekleyen arkadaşına, “sabah olduğunda ben okuyacağım ama”der. Bir daha uyanmaz…

Yakın dostu, hocası İdris Küçükömer Harun’u kendine has üslubuyla tanımladı: “Düşünen, düşünmesini bilen bir insandı. Somut gözlemleri, çocukluğundan beri olan yaşamı, onu önceden öğretilen bazı kavramlardan şüphe etmeye, sonra düşünmeye yöneltti. Yoksul ve kızgın köylü çocuğu mühendis olacaktı. Matematik, bir lojik yöntem olarak onu pusatlandıracaktı. Üniversitelerdeki öğreti ile hayattaki toplumsal ilişkilerin uyuşmazlığını anladı. Somut önerilerini lider olarak uygulamaya geçti. … Giderek öğrenci eylemlerinden işçiler içine karışmanın yeğ olduğunu kabul etti ve öyle eyledi.”   

(Bu yazı ilk olarak #tarih dergisinin ağustos 2015 sayısında yayınlanmıştır)

Rus Sosyalist Hareketi’nin Belarus üzerine Açıklaması

Belarus’taki başkanlık seçimlerinden sonraki üç günde bütün büyük şehirlerin sokakları protestocularla polis arasında şiddetli çatışmalara sahne oldu. Tüm bağımsız seçim anketleri ve gözlemcilerin tanıklıkları muhalefetin adayı Svetlana Tikhanovskaya’nın önemli farkla kazandığını ortaya koysa da otoriter lider Alexander Lukaşenko yeniden seçildiğini ilan etti. Nüfusun çoğunluğunun göstermiş olduğu tepkiyi bastırmak için Lukaşenko sadece polise ve gizli servisin sınırsız yetkisine bel bağlamış durumda. Rejiminin korunması pahasına binlerce insan gözaltına alındı, yüzlerce insan yaralandı ve en az bir kişi öldü. Öte yandan direniş yalnızca sokak protestoları formunda değil, çeşitli büyük şirketlerde hali hazırda başlamış olan grevler şeklinde de devam ediyor. Belarus işçi sınıfına ve gençliğine daha iyi bir gelecek için verdikleri mücadelelerinde dayanışmamızı ifade ediyoruz. Ayrıca, protestolar sırasında illegal biçimde tutuklanan Pavel Katarzhevski ve Yury Glushakov gibi Belaruslu sol aktivistlerin salıvelirilmesini talep ediyoruz.  Aşağıda Rus Sosyalist Hareketi’nin Belarus başkanlık seçimlerinden önce kaleme aldığı bildiriyi yayınlıyoruz.  

Belarus’taki Serbest Seçimler için ve Baskıya Karşı 

9 Ağustos’ta Belarus’ta başkanlık seçimleri yapılacak. Bütün ülke çapında, toplumun değişik katmanlarında stereotiplerin ve deklarasyonların aksine çok daha az toplumsal desteğe ve bağlara sahip Lukaşenko rejiminden memnun olmayanların hareketliliğine tanık oluyoruz. Yetkililer bu tepkilere, serbest seçimler için bir fırsat sunmaktan ziyade gerilimi ve ihtilafı daha da arttıran tehditlerle ve saçma propagandayla karşılık veriyor. Aynı zamanda Kremlin Rus komünist ve sosyalistlerinin şiddetle karşı çıktığı Belarus’u kendine tabi kılma planlarını sürdürüyor.   

Birçok tarihsel, ekonomik, kültürel ve aile bağlarımızın olduğu Belarus ve diğer komşu ülkelerle eşit ilişkiler kuracak demokratik bir Rusya için mücadele ediyoruz. Belarus halkının serbest seçim ve Rusya’dan veya diğer emperyalist güçlerden bağımsız olma haklarını savunuyoruz. Belarus’taki gaspçı rejime karşı gelen sendikaları, toplumsal hareketleri ve sol örgütleri desteklerken mevcut rejime karşı sunulan sağcı ve neoliberal seçenekleri açıkça eleştiriyoruz. Umuyoruz ki Belarus’taki isyan Belarus halkının çoğunluğunun –işçilerin, öğrencilerin, emeklilerin çıkarlarını savunan ve bağımsız, demokratik ve sosyalist bir Belarus için mücadele eden kesimleri güçlendirir.  

Serbest seçimlere dokunma! Baskılara son!

Rus Sosyalist Hareketi (4. Enternasyonal Rusya Seksiyonu)

4 Ağustos 2020

Çeviri: N. Turan

Yüzyılın Bir Kılavuzu: Troçki – Daniel Bensaïd

80 yıl önce Sovyetler Birliği’nin bir ajanı olan Ramon Mercader’in saldırısı sonucu, 21 Ağustos 1940’ta Ekim İhtilalinin lideri, Petrograd Sovyeti Başkanı, IV. Enternasyonal’in kurucusu Lev Troçki hayatını yitirdi. Gerek Troçki’nin eserlerinden alınma gerekse hayatına, kavgasına ve ölümüne ilişkin bir dizi yazıyla bu büyük devrimcinin mücadelelerinden ve günümüzün meydan okumaları açısından hala güncellik taşıyan teorik katkılarından kimi sekanslar sunuyoruz.

Bununla birlikte şunu da vurgulamak isteriz ki Troçki bizler için bir kült nesnesi olmaktan uzaktır, devrimci fikriyata ve pratiğe kazandırdıklarının yanı sıra eksiklikleri, hataları ve ikilemleri birlikte ele alınması gereken bir devrimcidir, bir insandır. Daniel Bensaïd’in de vurguladığı gibi o “sofuca bel bağlanacak bir referans ya da yegâne başvuru kaynağı” değildir: “Tersine, bizlerin görevi işçi hareketinin ve bu hareketin bağrındaki stratejik tartışmaların çoğulcu bir belleğini aktarmak olmalıdır. Troçki yine de bu manzara içinde ve bu tehlikeli geçitte vazgeçilmez bir dayanak noktası oluşturur”. 

İmdat Freni

Bu cinayet niçin işlenmiştir? Bu soruya cevap verebilmek için, Stalin’in kötülüğe eğilimli kişiliği bir kenara bırakılacak olursa, Troçki’nin son mücadelelerinden yola çıkmak gerekir yani umudun tükendiği bir evrede başlıca üç büyük mücadele sürdürdüğü Meksika döneminin tamamından.

Her şeyden önce, devrimle karşıdevrimin, Ekim 1917’nin başlangıç evresiyle Stalinci Termidor’un birbirine karıştırılması ihtimallerinin önüne geçmek ister. Bunu özellikle İkinci Moskova Duruşması sırasında Meksika’ya varır varmaz (Ocak 1937) örgütlediği Uluslararası Araştırma Komisyonu’yla gerçekleştirir. Komisyon başkanlığını Amerikalı filozof John Dewey üstlenmiştir. Beş yüz sayfalık belge çarpıtmanın, siyasi amalgamların düzeneğini yerle bir eder. İkinci mücadele, yabancı düşmanlığının azacağı, meselelerin sınıfsal özünün karartılacağı bir evrede yeni bir savaşa götüren olaylar silsilesinin anlaşılmasıdır. Son olarak, diğer ikisine bağlı üçüncü mücadele, yeni bir enternasyonalin kurulması mücadelesidir. Troçki’nin yalnızca devrimci Marksistlerin bir çatı altında toplanması olarak değil, anın görevlerine yönelik bir alet olarak tasavvur ettiği bu yeni enternasyonal 1938’de ilan edilse de, en az beş yıl öncesinde, Hitler’in Almanya’daki zaferinden itibaren tasarlanmıştır. Troçki işte bu çalışma içerisinde, o sırada kendisini “yeri doldurulmaz” görebilmiştir.

Robert Capa, Leon Trotsky, 1932

Yenilgiler Zamanı

Birinci Dünya Savaşı ertesinde gelişen olaylarla, İkinci Savaşın doğurabileceği gelişmeler arasında paralellik kurduğunda tahminlerinde yanılır. Hatanın gerisinde işçi hareketlerinin o sırada çok farklı durumlarda olması yatmaktadır. İkinci Dünya Savaşı’nda birçok etmen üst üste gelse de bunların arasında en önemli olanı kuşkusuz SSCB’de 1930’lu yıllarda gerçekleşen bürokratik karşıdevrimdir. Bu karşıdevrim işçi hareketinin tamamı üzerinde ve onun en devrimci bileşeni üzerinde bulaşıcı bir etkiye sahip olacaktır. En mükemmel örneğini birçok Fransız komünistinin Alman-Sovyet Paktı karşısında ne yapacağını bilemez hale gelmesinde bulan bir çeşit yanlışlıklar komedyası söz konusudur. Ancak Almanya’da Nazizmin, İtalya’da faşizmin zaferi, İspanya İç Savaşı’nda alınan yenilgi, İkinci Çin Devriminin ezilmesi gibi ağır yenilgiler de buna eklenir. Velhasıl kafamızda zorla canlandırabileceğimiz bir yığın toplumsal, moral ve hatta fiziki yenilgi. Ne var ki sonucun zaten baştan belli olduğu değerlendirmesiyle davranamayız hiçbir zaman.

Troçki’nin en büyük hatalarından biri, bu savaşın da tıpkı 1870 Fransız-Alman Savaşı’nın Fransa’daki Bonapartist rejimin ölüm fermanı olmuş olması gibi, kaçınılmaz biçimde Stalinizmin devrilmesi anlamına geleceğini hayal etmiş olmasıdır. 1945’te çelişkili veçheleriyle birlikte muzaffer Stalinizmin anı yaşanmaktadır. Bütün bunlar, Vassili Grossman’ın Yaşam ve Yazgı adlı kitabında Stalingrad Savaşı etrafında çok iyi gösterilmektedir. Orada, çarpışmalar boyunca toplumun uyandığı ve hatta bürokratik tahakkümden kısmen kurtulduğu görülmektedir. Ekim dinamiğinin yeniden canlanması hipotezini düşünmek mümkündür. 1920’li yıllardan bu yana geçip giden yirmi sene kısa bir aralıktır. Gelgelelim, Grossman’ın kitabının bundan sonra söylediğinin önünde durmak mümkün değildir. Stalin’i kurtaran, zafer olmuştur! Galip gelenlerden hesap sorulmaz. Bu dönemin anlaşılmasındaki büyük sorun işte budur.

Bunu teorik sonuçları önemlidir. Troçki, bürokratik totalitarizm eleştirisinde polisiye cebrin payını çok iyi saptamış olsa da Stalinci rejim tarafından karşılığında ağır bir bedel ödenerek de olsa yönetilen muazzam dinamiğe bağlı toplumsal uzlaşmayı küçümser. Bu yeniden ele alınmayı hak eden anlaşılması güç bir husustur.

Şimdi, savaştan sonra tarafların özgür sorumlulukları söz konusudur. Dünyanın paylaşımı –Avrupa’nın elde mavi kalem paylaşıldığı Stalin-Churchill buluşması– çerçevesinde Fransa’da kısmen zayıflamış güçlerle, buna karşın daha da çok İtalya’da ve Yunanistan’da önemli veya ön-devrimci toplumsal patlamalar olmuştur. İşte burada içtenlikle ihanetten, toplumsal hareketlerin aygıtların çıkarlarına tabi kılınmasından bahsetmek mümkündür. Bu otomatik biçimde muzaffer bir devrim anlamına gelmemekle birlikte, su götürmez biçimde farklı bir işçi hareketi gelişme dinamiği ve siyasi kültürü demektir. Bu ise başka imkânlara kapı açar. Yine de FKP Genel Sekreteri Maurice Thorez’in ünlü “bir grevi sona erdirmeyi bilmek lazım” sözünü ya da İtalyan KP’sinin Togliatti’ye suikast düzenlendiği sıradaki tavrını hatırlatmak gerekir. Ama en kötüsü ve en acıklısı İspanyol Devrimi’nin yenilgisiyle, Yunan Direnişi ve Devriminin silahsızlandırılması olmuştur. Ardından Balkan Federasyonu projesinin Stalin ve şürekâsı tarafından veto edilmesi gelir. Oysa bu Balkanlardaki milliyetler sorununa getirilebilecek yegâne siyasi çözümdür. Ve bugün dahi öyle olmaya devam eder.

Zorunlu olan ile Mümkün olan

Sonuç olarak, Troçki’nin trajik yazgısı zorunlu olan ile mümkün olan arasındaki gerilimi, çürüyen bir kapitalizmin sonuçlarına cevap getiren toplumsal dönüşümle o anın imkanları arasındaki gerilimi örnekler. Bunu Marx’ın mektuplaşmalarını okuyarak bulmak mümkündür. Teorik ve stratejik katkısına gelince; kayda değer bir katkı söz konusudur. Özellikle de 1905’ten itibaren Rusya’dan başlayarak toplumların eşitsiz ve bileşik gelişmelerinin analizinde ya da emperyalizmin cari biçimlenişlerinin kavranmasında. Ama bir alan vardır ki, bu alanda eksikliklerine rağmen Troçki’nin yerini doldurmak olanaksızdır. Bu, o dönemde ilk kez karşılaşılan ve zorlukla kavranabilir olan Stalinci karşıdevrim olgusunun çözümlenmesidir. Troçki bu bakımdan bir kılavuzdur. Bu onun sofuca bel bağlanacak bir referans ya da yegâne başvuru kaynağı olduğu anlamına gelmez. Tersine, bizlerin görevi işçi hareketinin ve bu hareketin bağrındaki stratejik tartışmaların çoğulcu bir belleğini aktarmak olmalıdır. Troçki yine de bu manzara içinde ve bu tehlikeli geçitte vazgeçilmez bir dayanak noktası oluşturur. 

Çeviren: Osman S. Binatlı

Kaynak: Rouge 20 Ağustos 2000

“Olağan” Muhalefeti Aşmak ya da Mevcuda Hapsolmak – Balkan Yücel

Türkiye siyaseti uzun bir süredir, AKP’nin siyaset ürettiği, muhalefetin ise ya buna karşılık siyasetsizlik alanına çekildiği ya da içi boş gündelik kınama açıklamalarıyla oyalandığı bir seyir izliyor. İktidar, kendi kurduğu talan ve yağma ekonomisinin artık işlemez hale gelmeye başladığını fark ettiğinden, yıllardır üzerine oynadığı kimlik siyasetine daha fazla sarılıyor. Ayasofya’nın ibadete açılması ve İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmanın konuşulmaya başlanması, iktidarın, muhalefeti sessizliğe mahkum edecek, kültürel hamlelerinden sadece ikisi.

Bunlar da dahil bütün başlıklarda iktidarın ideolojik bir üstünlüğü elinde tuttuğu aşikâr. Son birkaç yıldır ortaya çıkan tartışmalarda, muhalefet dilini, doğru ve haklı olanın yanından değil, iktidarın seçmen tabanının yargı ve inançlarının ortalamasından kurmaya çalışıyor. İzmir’de camilerden çav bella’nın çalınmasını ilk lanetleyen CHP’liler olurken, bu aslı astarı bilinmeyen olay nedeniyle bir CHP’linin tutuklanmasına karşı itiraz potansiyelini de kendi elleriyle gömüyor.

Evet, AKP bir kültürel kutuplaşma siyaseti uygulayarak, halkın egemenler ve emekçiler olarak sınıfsal bölünmüşlüğünü gizlemenin yanında, kendi oy kitlesini de sabitlemeye çalışıyor. Laikler ve mütedeyyinler ezberiyle yıllardır gemisini yürüten iktidarın bu kültürel sabitleme oyununu boşa çıkarmanın yolu, mütedeyyin kitleye şirin gözükmek, AKP’nin hamlelerine bu kitleyi ürkütmeden cevap vermek olarak görülüyor. Muhalefetin siyasi aklı bunun üzerine kurulduğundan, İyi Parti’nin Cumhur İttifakı’na geçip geçmeyeceğinin konuşulabileceği bir düzeyde kaypak bir yan yana gelişler düzlemi oluşuyor.

Oysa, bu kültürel mücadele siyasetini tamamen etkisiz kılacak olan emekçi halkın gerçek gündemi üzerinden bir mücadele hattı örmektir. AKP bugün çeşitli katmanlardan oluşan bir yağma organizasyonu haline gelmiştir. İlk katmanda partinin çekirdek yönetici ekibi, ikinci katmanda parti ile organik bağı olan ve devletten devasa bütçeli ihaleler alan iş adamları, üçüncü katmanda yerel yönetimlerden beslenen daha küçük ölçekli patronlar, dördüncü katmanda bir kamu kuruluşunda yönetici yapılmış, makamı sayesinde çeşitli yerlerden avanta alan memurlar, beşinci katmanda ise kamunun herhangi bir düzeyinde istihdam edilmiş insanlar yer alıyor.

AKP’nin iktidarını devam ettirebilmesinin yolu, “ezanları susturamayacaklar, bayrağımızı indiremeyecekler” retoriğinin işlemesinden daha çok, kurulan bu yağma sisteminin devam etmesine bağlı. Bu nedenle ülkenin bütün kaynakları, yangından mal kaçırırcasına bir hücum altında. Paraya çevrilebilecek her şey iktidarın saldırısına uğruyor. Bir yandan da bu sisteme daha fazla mecbur kalındığından, kamu alanı sürekli yeni kadrolarla dolduruluyor. Tabandaki insanlar “davamız ümmetin davası” masalını anlatmaya devam etsin diye memur yapılıyor.

AKP’nin kurduğu bu yağma sisteminden küçük bir azınlık faydalanırken, bunun bedelini ülkenin büyük çoğunluğu ödüyor. Emekçiler yoksulluk ve işsizlik sarmalına mahkum edilirken, kendi seslerini temsil eden bir siyasi odaktan da yoksunlar. Muhalefet partileri, burjuva siyaset sınırları dahilinde bile bir ekonomik mücadele hattı örmekten imtina ediyor. Bunun yerine, tıpkı AKP’nin saadet zincirine benzer bir şekilde, muhalefetin elinde olan alanlarda mevki kapma, güncel siyasi koşulların yarattığı mağduriyet alanını kârlı bir iş alanına çevirme çabası öne çıkıyor. “Gemisini kurtaran kaptan” ideolojisi sadece AKP içerisinde yaşamıyor. Böylece, sosyal medyada “faşizm var” feryatları atılırken, arka planda gayet sakin bir şekilde kariyer basamakları planlanabiliyor.

Bu tablo bize burjuva siyasetinin sınırlarını gösteriyor aslında. Solun örgütlü gücünün zayıflaması, ideolojik gücünün zayıflamasını da beraberinde getiriyor. Bize nur topu gibi liberal bir muhalefet etme tarzı sunulur, hatta bu ana akım yapılmaya çalışılırken, solun burjuva siyaset sınırlarına hapsolması da doğallaştırılıyor, hatta idealleştiriliyor.

AKP, bir yönetim tarzı olarak “olağanüstü kılma”yı başarılı şekilde uygulayan bir parti. Bütün kritik zamanlarda siyasi ortamı olağanüstü kılarak, kendi çıkarlarını genişletmeyi, muhalefeti ise dilsiz kılmayı başardı. Bunun karşısında ise muhalefet hiçbir önemli gündemi olağanüstü kılmayı başaramadı. Tam aksine tek görevi her şeyi olağanlaştırmak olan bir siyasi kamp ile karşı karşıyayız. Bu durum “zaten kendilerini bitiriyorlar, bir şey yapmaya da gerek yok” sinizmiyle açıklanmaya çalışılsa da, bu açıklamanın örttüğü gerçek, olmakta olanı değiştirme gibi bir amacın bulunmaması. AKP’nin kurduğu neoliberal talan modeli, burjuva siyasetini rahatsız etmezken, dile getirilen tek sorun bu modelin yanlış yönetildiği oluyor. Yani, AKP’den sonrası için bizi ütopyalar beklemiyor.

Türkiye’ye gerçek bir muhalefet gerekiyor. Bu muhalefet ancak, sistemin kendisini sorun haline getiren, kültür kamplaşmasını sınıf mücadelesiyle etkisiz kılan, bireysel kurtuluşu değil toplumsal kurtuluşu idealleştiren bir sosyalist muhalefet olabilir. Bunu var etmeyi başarmak için sadece örgütlenmek değil, AKP karşıtlığı torbasında iyice bulanıklaşan ideolojik hatları keskinleştirmek, liberalizm ve burjuva düşüncesiyle ideolojik mücadeleyi güçlendirmek elzem.

Guy Debord veya Gösteri, Meta Fetişizminin En Yüksek Aşaması – Daniel Bensaïd

Kendi sınırlı militan gücünün ötesinde sitüasyonizm ve merkezî siması Guy Debord 1960’larda zamanın ruhuna renk kattı ve 1968 hareketi üzerinde dağınık fakat önemli bir entelektüel etki yarattı. Debord’un 1967’de yayınlanan Gösteri Toplumu kitabı tüketim toplumunun, kentsel yabancılaşmanın ve genelleşmiş meta fetişizminin eleştirisinin geliştirildiği öncü metinlerden biri olarak okunabilir.

1931’de Paris’te doğan Guy Debord, Isidore Isou tarafından kurulan Letrist Enternasyonal’e 1951’de katılır. 1952’de ilk (görüntüsüz) uzun metrajı, Sade İçin Ulumalar’ı yönetir. Aynı senenin ekim ayında L’Internationale lettriste dergisinin ilk sayısı yayınlanır ve topluluk, Sahne Işıkları filminin tanıtımı için Paris’e gelmiş olan Charlie Chaplin’in bir konferansına saldırır. Debord 1954’te sokak isimlerinde olduğu kadar sohbetlerde de “Saint/Aziz” sözcüğünün yasaklanması için kampanya yürütür. 1954 ile 1957 arasında Potlatch bülteninin 29 sayısını yayınlar. Topluluk kısa süreliğine sürrealistlerle yakınlaşır fakat ilişkileri sert biçimde kopar. 1956’da Guy Debord Détournement Kılavuzu” (Gil Wolman ile) ve “Dérive Kuramı”nı yayınlatır.

1957’de İtalya’da Cosio D’Arroscia’da yapılan bir toplantıda Sitüasyonist Enternasyonal kurulur. Marx’ın, Lukàcs’ın, Goldmann’ın ve Lefebvre’in eserlerini okuması, Debord’un sanat ve kentleşme eleştirisini radikalleştirir. L’Internationale situationniste dergisinin ilk sayısı 1958’de yayınlanır. 1960’da Debord Cezayir Savaşı’na karşı 121’ler Manifestosu’nu imzalar ve Ya Sosyalizm Ya Barbarlık çevresinin toplantılarına gidip gelir. Castoriadis sayesinde konseyci yazarları keşfeder (Korsch, Pannekoek, Mattick). Fakat bir sonraki yıl bu gruptan ayrılır ve 1962’de Komün Üzerine Tezler’i yayınlar. 1963’te, bu metindeki fikirleri Komün hakkındaki kitabında kullandığı iddiasıyla Henri Lefebvre’e ağır bir intihal suçlamasında bulunur. 1966’da “Cezayir’de Sınıf Mücadeleleri”nin yanı sıra, bir önceki sene Los Angeles’ın Watts mahallesinde meydana gelen ayaklanma hakkında “Gösteri-Meta Ekonomisinin Gerileyişi ve Çöküşü’nü yayınlar. Strasburg’daki küçük sitüasyonist topluluk öğrenci sendikası UNEF’in yerel örgütünün yönetimini alır ve Debord’un tavsiyeleriyle Mustafa Khayati tarafından yazılan imzasız broşür “Öğrenci Hayatının Sefaleti”ni yayınlar. 1967’de ise Debord Gösteri Toplumu’nu, Raoul Vaneigem Gençler İçin Hayat Bilgisi El Kitabı’nı yayınlar. Bu metinler 1968’in eylem ve grevlerinde Nanterre Üniversitesi’ndeki “Enragés” [Öfkeliler] topluluğunun ve işgal altındaki Sorbonne’da bulunan “İşgal Muhafaza Konseyi”nin de dahil olduğu küçük bir akıma ilham olur.

1972’de Sitüasyonist Enternasyonal feshini ilan eder ve Debord “Enternasyonal’in Gerçek Bölünmesi”ni yayınlar. 1978’de In girum imus nocte et consumimur igni filmini çeker ve Savaş Oyunu’nu yayınlar. Ardından Gérard Lebovici Cinayeti Üzerinde Değerlendirmeler (1985), Gösteri Toplumu Hakkında Yorumlar (1988), Methiye Cilt I (1989) yayınlanır. Guy Debord 30 Kasım 1994’te intihar eder. 

Guy Debord ve Alice Beker-Ho, Savaş Oyunu oynarken, 1977. Fotoğraf: Jeanne Cornet.

Kent Meselesi

1950’lerin başındaki letrist deneyimle devamlılık ilişkisi içinde gelişen sitüasyonizmin kökeni, sanatın gösteriye dönüşerek yaşadığı gerilemenin eleştirisinde yatar. “Çağımız estetiğin ölümüne tanık oluyor,” diye yazar Debord, daha 1953’te. 1930’ların devrimci hareketlerinin geri çekilmesi “kültürde ve gündelik hayatta özgürleştirici yenilikler getirmeye çalışan hareketlerde” karşı konulamaz bir geri çekilmeyi tetiklemiştir. Sanat, “toplumsal eylemsizliğin ortak dili” olduktan sonra meta ekonomisinin gösterisi içinde erimeye mahkûmdur artık.

Kent meselesi 1950’lerin sitüasyonist literatüründe önemli bir yer işgal eder. “Birleştirici kentçilik” projesi “kitlesel ve parazitimsi” olarak tarif edilen güncel varoluşa tabi bir mimari anlayışın karşısına dikilir. Ulaşım süresinin çalışma zamanına dahil edilmesini; çalışmanın eklentisi olarak tasarlanmış bir dolaşım anlayışından, haz, flanörlük ve sürüklenme halini alacak bir dolaşıma geçişi tasavvur etmeyi önerir Debord. Bu noktada, gündelik hayat bakımından “19. yüzyılın en büyük şenliği” olarak sunulan Paris Komünü’nden ilham aldığını iddia eder. Modern kentçilik ise, bunun tam aksine, kentin “kendini tüketmeye” ve “hiçbir şeyin meydana gelmeyeceği yeni kentler” içinde kendini yok etmeye yöneldiği bir “ayrıştırma tekniği” oluşturur: “Tarihsel yokluğun güçleri kendilerine has manzaralarını oluşturmaya başlıyor”. 

1965’te Watts gettolarında baş gösteren isyan, Debord’u, bugün banliyölerin patlamaya hazır oluşunun bir öngörünümünü veren kent çeperlerindeki ayaklanmalar hakkında düşünmeye sevk eder. Ona göre bunlar ırksal değil, tam da sınıfsal ayaklanmalardır. “Bolluk reklamları” her şeyi, hemen şimdi talep etmeye yöneltmektedir insanları. Böylece yağma, herkesi “kendi ihtiyaçlarına göre” tatmin etmeye dönük komünist vaadin bir ilksel gerçekleştirimi olarak görünür: “Watts’ın geleceksiz gençliği, şimdiki zamanın bir başka niteliğini tercih etti”. Ne var ki tatminsizliğin kendisi de karşılanabilir ve metaya dönüştürülebilir olduğu ölçüde “saf gösteri niteliği kazanmış olan isyan, var olanın hoşnut kabulüne, sanki aynı şeymişçesine eklenebilir”. Gösterinin görünür kıldığı dünya “yaşanan her şey üzerinde hâkimiyet kurmuş olan meta dünyasıdır”. Böylece iktisat, dünyayı bir “iktisat dünyasına” dönüştürür ve “gösteri, metanın tüm toplumsal hayatın topyekûn işgaline ulaştığı uğrak” olur. Gösteri “insanlara ve silahlarına değil, metalara ve tutkularına ezgiler yazar; dünyanın meta oluşundan farklı olmayan metanın dünya oluşuna türkü yakar”. Gösteri “yaşamın somut biçimde tersine çevrilişi” ve “genelleşmiş ayrışmanın resmî dili”dir; yahut “insan pasifliğinin imparatorluğu üzerinde asla batmayan güneş”, “insanın bizzat içinde meydana gelen bölünme”, “zincire vurulmuş modern toplumun, nihayetinde uyuma arzusundan başka bir şey ifade etmeyen kötü rüyası”dır.

Yabancılaşmanın bu mutlak ve tamamlanmış biçiminin karşısına neyi koymayı umut edebiliriz? Debord’un Potlatch’ta yazdığı gibi hakiki devrimci, serbest zamanın devrimcisi midir? Fikir babalığı kendisine atfedilen duvar yazısı bunu teyit eder gibidir: “Asla Çalışmayın”. Fakat serbest zaman ile çalışma zamanının ayrışması da esasında… gösteriye dayalı bir ayrışmadır! Üretken emeği her türlü anlamdan yoksun kılarak “hayatın anlamını serbest zamana yerleştirmeye” gayret eden, sermayenin kendisidir. Öyle ki, “serbest zamanı gündelik hayatın bir reddiyesi olarak görmek” artık mümkün değildir. 

Gösterinin, meta fetişizminin ve mutlak yabancılaşmanın en üst aşaması olarak kavranışı her türden yıkıcı/altüst edici eylemi etkisizleştirme sonucuna varır, çünkü yabancılaşmaya karşı mücadelenin kendisi de yabancılaşmış biçimler altında yürütülmeye mahkûmdur. Her şey sisteme dahil edilebilir ve edilmektedir de. Bu nedenle, 1990’da Debord, ölümünden önce dile getirdiği bir itirafta şöyle yazar: “Guy Debord ve ölçüsüz iddiaları için herhangi bir başarı veya mağlubiyetin söz konusu olmadığını kabul etmek gerekir”. Yalnızlığa ve intihara varana kadar art arda meydana gelen fesihler, bölünmeler ve hesaplaşmalar, aslında teoride inşa edilen bir çıkmazın mantıksal sonucu olarak görünmektedir.

Sitüasyonist proje, devrimlerin tarihsel yenilgisinin bir sonucu olarak sanatın tükenmişliği tespitinden yola çıkarak, kendini öncelikle bir “sitüasyonlar/durumlar bilimi” olarak tanımlamıştı. Bu “bilim”, psikolojiden, kentçilikten, istatistikten, ahlaktan kimi unsurları ödünç alarak radikal biçimde yeni bir şeye, “durumların bilinçli yaratımına” ulaşmayı amaçlıyordu: “Yeni güzellik durumsal olacaktır, yani geçici ve yaşanmış”. 1950’lerin sitüasyonizmi, geleceğin büyük medeniyetini doğuracak bu “durumları ve serüvenleri inşa etmek” için bir “dérive etiğinin” ve “detournement pratiğinin” imkânlarını araştırmayı amaçlıyordu. Dérive “farklı ortamlardan hızlı geçiş tekniği”[1] şeklinde tanımlanırken, détournement alıntının tersine “anti-ideolojinin akışkan dili” olarak tarif ediliyordu.

Dünya Çapında Bürokratikleşme

Ya Sosyalizm Ya Barbarlık grubuyla ilişkiye geçtikten sonra bürokrasi meselesiyle ilgilenmeye başlayan Debord, sanatın ve kültürün dünya çapındaki bürokratikleşmesini teşhir eder. Sömürgelerdeki neo-bürokrasileri, “eski Avrupa burjuvazisinin az gelişmiş versiyonları” olarak birer lümpen-burjuvazi olarak tarif eder. Böylece Boumedienne’in 1965’teki darbesinde Cezayir’in egemen sınıfı haline gelecek, oluşum halindeki bir bürokrasinin işaretini görür. Aynı şekilde Çin’deki bürokrasi de oradaki “devlet kapitalizminin” yegâne sahibidir Debord için. Dünya çapında bürokrasinin bu yükselişinden, “örgütlenme konusundaki hatanın en temel siyasal hata” olduğu sonucunu çıkarır. 

Oysa gösteri toplumunda yalnızca köleleştirilerek çalışmaya mahkûm edilmiş proleterler değil, tüm aktörler yıkıcı/altüst edici karakterlerini yitirirler. 1968’e gelindiğinde bile öğrencilerin hareketin öncü değil geri kuvvetlerinden olduğu değerlendirmesini yapar Debord. Ara yönetici kademelerde bulunanlar ve ücretliler kitlesinin üst tabakaları ise onun gözünde “kentli küçük burjuvazinin metamorfozundan müteşekkil, ücretli hale gelmiş bağımsız üreticilerden” oluşmaktadır. “Par excellence tüketiciler”dir onlar. Kimi Maocu akımlar tarafından yüceltilen göçmenliğe gelince, ufuktaki “gettolaşma mantığı, ırksal çatışmalar ve yarın öbür gün oluşacak kan gölleriyle” birlikte “apartheid riski” daha o zamandan kaçınılmaz hale gelmiştir Debord’a göre. Çünkü gösteri aşamasına ulaşmış kapitalizm “her şeyi uyduruk malzemeyle yeniden inşa eder ve her tarafta kundakçılar üretir”, böylece kapitalizmin bu “dekoru her yerde alev alabilir hale gelir”.

Bir zamanlar modern devlet karşısında yok olmaya mahkûm, “köklerinden koparılıp getirilmiş bir arkaizm” olarak görünen mafya, devletin çözülmesiyle, “gizliliğin tam zaferi, yurttaşların yurttaşlıktan toplu istifası, mantığın tamamen yitirilmesi, rüşvetin ve evrensel korkaklığın ilerlemesiyle birlikte” tekrar “modern ve saldırgan bir güç” halini alır: “Bütünleşmiş gösteride yasalar uyku halindedir”.[2]Şimdiden “bir tür önleyici iç savaşın koşulları… oluşturulmaya başlanmıştır” ve “bu şekilde, olağanüstü yöntemler standart yöntemler haline gelir”.[3] Bu kusursuz demokrasi, kendi “akıl almaz düşmanını, yani terörizmi, kendi elleriyle yaratmıştır.[4]

Stratejiyi Dışlayan Dünya

Debord’da geleceğe ilişkin verimli ve kavrayışlı bir bakış var esasında. Fakat dünyanın gösteriye dönüşmesi her türden stratejik açılım imkânını dışlamaktadır. Ona göre Marx kendi döneminin bilimsel düşüncesinin ötesine geçip, mücadeleye nedensellik yasası karşısında öncelik tanıma ve tarihsel eylem kuramını bir “strateji kuramı” olarak görebilme meziyetine sahip olmuştur. Oysa strateji “tam anlamıyla diyalektik çelişkiler mantığının hareket alanı”dır.[5] Gösterinin strateji üzerinde elde ettiği galibiyet böylece ütopyanın geri gelişi için elverişli bir ortam sağlar. Bu ütopya şöyle tarif edilir: “Gerçekleşme koşullarının o anda verili olup olmadığıyla ilgilenmeden güncel sorunlara çözüm yaratma deneylerinde bulunmak”. Dolayısıyla devrimci hareket “deneysel bir hareket” olmalıdır. Fakat Henri Lefebvre’in tarzında “[henüz] pratiğe geçirilebilir olmayan mümkünat duygusu” olarak kavranan bu ütopya, kendilerini çoğunlukla sosyalizm tarihinin reddiyesiyle tanımlayan ütopik akımlarınki değildir. Böyle davranarak bu akımlar her türden stratejik düşünceye sırt çevirmektedir çünkü “yönetiminde sürekli olarak büyük bir tarihsel bilgi açığının yer aldığı bir devlet, artık stratejik olarak yürütülemez”.[6]

“1944’ün tamamlanmamış kurtuluşu”ndan [Fransa’nın Alman işgalinden kurtuluşu] beri devrimci siyasetler esasında sürekli olarak gerilemişler, öncü güçler geri güçlere dönüşmüştür. Guy Debord, Lucien Goldmann’ı bir “yokluğun öncüsü/avangardı”ndan söz etmiş olmakla eleştirir özellikle. Goldmann bu ifadeyle sanatta ve yazında [özellikle Ionesco ve Beckett’da -çn] şeyleşmenin bir çeşit reddiyesini tarif eder. Ama Debord için Goldmann’ın yokluk dediği esasında “öncünün yokluğu”ndan başka bir şey değildir. Bu ifade Debord’daki bir saflık ve mutlak yenilik nostaljisiyle bezenmiştir. Bitmek bilmeyen zincirleme ihraç ve tasfiyeler de bu nostaljiden ileri gelir; yeniliğin hunharca moda tarafından soğurulmasına yönelik daimi tehdidin önünü almak için gösterilen yanılsamalı bir çabanın sonucudurlar.

Öncünün oluşturmuş olduğu “seçilmiş topluluğunun” fetişleştirilmesinin sonucu, tüm siyasal veya estetik tarikatların beslendiği, terk edilmeye, ihanete uğramaya, sisteme dahil edilmeye ilişkin paranoyakça bir saplantının oluşmasıdır. Debord’un son dönemlerindeki trajik yalnızlığı bunun en uç ve umutsuzluk dolu ifadesidir: “Hakiki hayatın yarı yolunda, yitik gençliğin café’sinde onca alaycı ve hüzünlü kelimenin ifade ettiği koyu bir melankoliyle sarmalanmıştık”. “Şimdi ise bir toplumun kendisine ve taşıdığı imkânlara karşı yürüttüğü savaşın harap ettiği bu manzarayı kat ediyoruz.”

9 Mayıs 2007

Çeviri: Uraz Aydın

Bu çeviri ilk olarak e-skop’ta yayınlanmıştır.

Kaynak: https://danielbensaid.org


[1] Guy Debord: “Dérive Kuramı”, çev. Ufuk Kılıç, Sanat Manifestoları: Avangard Sanat ve Direniş içinde, der. Ali Artun (İstanbul: İletişim Yayınları sanathayat dizisi, 2010) s. 314.

[2] Gösteri Toplumu ve Yorumlar, çev. Ayşen Ekmekçi, Okşan Taşkent (İstanbul: Ayrıntı, 1996) s. 166, 167, 170.

[3] A.g.e., s. 172, 177 [çeviri kısmen değiştirildi].

[4] A.g.e., s. 138 [çeviri kısmen değiştirildi].

[5] A.g.e., s. 143. 

[6] A.g.e., s. 136.

Altmışlarda Sosyalist Hareketin Oluşumu-V: TİP’in Kuruluşu – Masis Kürkçügil

Masis Kürkçügil’in 2006’da kaleme almış olduğu ve altmışlı yılların başından 12 Mart’a kadar, kendisinin de fiilen içinde bulunduğu sosyalist hareketin gelişimini programatik zemin, siyasal saflaşmalar ve işçi hareketiyle ilintisi bağlamında ele aldığı bu kapsamlı değerlendirmeyi bölümler halinde İmdat Freni okurlarının ilgisine sunuyoruz. Önceki bölüme şuradan ulaşabilirsiniz.

27 Mayıs sonrasında solun yeniden şekillenmesinde, geçmişten devraldığı miras oldukça eşitsizdir. TKP geleneksel önderi Şefik Hüsnü’yü kaybetmiştir, merkezi denebilecek herhangi bir yapılanma söz konusu değildir. Bu kesimden gelen Dr. Hikmet ve Mihri Belli ayrı ayrı birtakım fazla yankı uyandırmayacak yayın faaliyetlerine girişir. Doğan Avcıoğlu’nun önderliğini yaptığı ve başlangıçta oldukça geniş –dolayısıyla oldukça belirsiz– kesimleri içeren YÖN girişimi ise altmışlı yıllarda siyasal tartışmaların odağı haline gelir. Ancak soldaki örgütsel gelişme sendikacıların TİP’i kurmalarıyla, bambaşka bir seyir izler. Dönemin ve toplumun tarihinin en büyük hamlesini oluşturur.

TİP’in oluşumunu 27 Mayıs veya 61 Anayasası’na veya onun sağladığı “nisbi özgürlük ortamı”na bağlamaya meraklı olanlar varsa da kurucularının sendikacı olması esas olarak işçi hareketinin dinamiğine bakılmasını gerektirmekte. Şu veya bu şekilde ellili yılların sonlarında muhalefet tarafından da dile getirilen, ancak daha önceden de sendikacıların kafasında olan grev ve toplu sözleşme hakkının sağlanması yönündeki vaatler yeni yönetim tarafından da (MBK) yerine getirilmedi[1].

Bunun üzerine ancak on beş yıl sonra 1 Mayıs’larda görülecek kalabalıkla mukayese edilebilecek bir katılımın sağlandığı Saraçhane mitingi yapıldı (31.12.1961). İstanbul Sendikalar Birliği’nin düzenlediği bu mitingin rakam ve talepleri mütevazı görülebilir (gerçi şimdi hayal gözükmekte), ancak toplumun tarihindeki ilk büyük işçi mitingi olarak ele alındığında özel bir anlam ifade edebilir (Elinde Türk bayrağı dev bir işçi resmi “Bizim de sözümüz var!”) Bu mitingin içeriğinin siyaseten dikkate alındığında oraya kitlenin İstanbul Sendikalar Birliği tarafından toplandığı ve bu birliğin önemli simalarının da daha sonra TİP kurucusu olacağı atlanmamalı. Ancak bu sendikacıların dünya görüşünün bir siyasal bilinçten ziyade sendikal bilincin yetersizliğini yaşamaktan sınıfsal bilince yöneliş arasında bulunduğu söylenebilir. Parti felç olduğunda Aybar’dan önce kapısının çalınması düşünülen isimlerden birinin Z.F. Fındıkoğlu gibi bir sağcı profesör olması bile arayışın ne kadar belirsiz olduğunun bir göstergesidir. 

27 Mayıs sonrasında öne çıkacak olan işçi hareketi ve sosyalist hareket konusunda herhangi bir belirti bulunmamaktadır. Namlı ve de gedikli sosyalistler büyük miktarda bir kenarda veya henüz sürgün dönüşündedirler. CHP muhalefetine karşı DP iktidarının baskılarıyla hızlanan siyasallaşmada sosyalist solun esamisi bile okunmamıştır. 27 Mayıs’ın akabinde kimi solcular fırsatı değerlendirip risale ve dergi yayınına girişseler de gelişmelerin kıyısındadırlar.

Aybar nasıl da bir-iki avukatla hayali bir işe girişip sendikacıların bir işçi partisi kurmakta olduklarını öğrendiklerinde kendi tasarımlarından vazgeçtiklerini anlatır[2]

Aybar, Kasım 1960’da Cemal Gürsel’e gönderdiği bir mektubu bir ay sonra Ankara’da bir basın toplantısıyla açıklar. Gürsel, komünist partiyi uygun görmese de sosyalist bir partinin kuruluşuna hayır dememektedir. Aybar, demokrasiyi sola kayan bir denge olarak tanımladığı bu mektup ve basın toplantısı vesilesi ile Sıkıyönetim mahkemesinde yargılanır. Beş yıla mahkûm olur; temyiz kararı bozar ve sivilde beraat eder. Yani fikir özgürlüğü en umutlu olanlar için bile sivilde askeriyedekinden daha fazladır. 

Maden-İş, Lastik-İş, Basın-İş, Müskirat Federasyonunun başkanlarının giriştiği parti girişimi hakkında Aybar “Aydınlara karşı adeta alerji duyuyorlardı” derken sağlıklı sınıfsal bir refleksten ziyade mesleki deformasyona dayanan bir haleti ruhiyeyi dile getirmektedir[3].9 

Sendikacıların TİP’i ne diye hangi amaçlarla ve nasıl bir dünya görüşü ile kurdukları önemli. Mehmet Ali Aybar’ın kendi anlatımından meselenin solla pek ilişkisi olmadığı açık, hatta Aybar’ın sicilli biri olmamasına rağmen başkanlık meselesi uzun tartışmalara neden oluyor. Üstelik de bir yıllık zaman zarfında parti ilk çıkışından öte hemen hemen hiçbir gelişme kaydetmemesine rağmen. Sendikacıların alerji duydukları aydınların katılımıyla parti daha geniş kesimler için bir inandırıcılık kazanıyor. TİP’in kurucu sendikacılarının tanınmış olmaları bir vakaysa da bu tanınmışlık kendi alanlarıyla sınırlıdır.

Aybar’a göre “Kemalizm, emperyalizme, kapitalizme karşı bir ideoloji olduğu için” (s. 138) sendikacılara sosyalizm tarihinden, genel olarak işçi hareketi tarihinden temellenecek bir program önerisi yerine Mustafa Kemal’in konuşmalarını, özellikle de Aralık 1921’deki konuşmasını öne sürer. Bu hem onların ideolojik dünyalarına yakın düşmektedir hem de oldukça meşru bir zemin sunmaktadır. Bu meşruiyet arayışı sonuna kadar sürecektir. TİP, Anayasa’nın savunucusu ve uygulanmasından yana bir partidir. Sendikacıların meşruiyete olan mesleki bağlantılarının daha da fazla olduğu 15-16 Haziran olaylarında çok açık olarak görülecektir.

Mehmet Ali Aybar’ın aşağıdan sosyalizme yatkın olduğu izlenimi, aşağıdan hareketlenmeye yatkın olduğu anlamına gelmez. Bu retoriğin arkasında aslından tam bir yukarıdan siyaset yapma alışkanlığı bulunmaktadır. Örneğin (s. 125) “1961 Anayasası’nın esprisi bağımsızlıkçı, özgürlükçü, sosyal adaletçi bir halk yönetiminin kurulması idi. Anayasanın ilkeleri, temel maddeleri, halka mal edilebilseydi, bugün Türkiye başka bir noktada olurdu.” demekte. Burada kimlerin ne diye böyle bir anayasa hazırladığı belirsiz, bunun yanı sıra da halkla anayasa arasında bir ast-üst ilişkisi kurulmakta. 

Sendikacıların parti kurma girişimi TİP’le sınırlı kalmadı, ilkin on TİP kurucusundan biri olarak seçilen, ancak kendisi üye olmayı tercih eden Türk-İş başkanı Seyfi Demirsoy bu kez Çalışanlar Partisi girişimi içinde yer alıyordu[4].

İlginç bir durum (Aybar’dan naklen) Senato Başkanının İstanbul Sendikalar Birliği’ne gelip bir işçi partisinin kurulmasının memleket için hayırlı olduğu ve hatta mutlak lazım olduğu merkezindeki konuşmasıdır. Çalışanlar Partisi, YÖN yazarlarının içinde olduğu Sosyalist Kültür Derneği’nin de ortaya çıktığı bir döneme denk geldi. Önemli bir gelişme olmadı, ancak sendikacıların partileşme ihtiyacı açısından kuvveden fiile çıkan ve çıkmayan iki girişimin varlığı hangi ideolojik aralıkta konumlanıldığı açısından önemlidir.

Yürümeyen, “varlığından bile kimsenin haberi olmadığı” TİP’in başına Aybar’ın getirilmesinden sonra sendikacılarla birlikte aydınların, daha sonrada “Doğulular”ın katılımıyla farklı bir yöneliş kazanılacaktır. Ancak bu kesimin de siyasal bir geleneğinin, deneyiminin olmaması büyük miktarda adına sosyalizm denen aslında sosyalist enternasyonalin içinde ve mesela solunda ifadesini bulabilecek bir dünya görüşünün uzun yıllar egemen olduğu söylenebilir. 

Partiyi mücadele içinde inşa edilen bir organ olarak değerlendirdiğimizde bunun makul bir yanı vardır, çünkü devraldığı miras, üzerine oturduğu birikim bu kadar bile değildir belki.


[1]Aybar Nebioğlu’ndan naklen 1955-56 yıllarında daha sonra TİP kurucusu olacak olan Güzelce, Türkler, Nebioğlu, Şaban Yıldız’ın bir işçi partisi kurmaya niyetli oldukların belirtir (s.196).

[2]“Biz emektar solcular yıllarca kabuğumuza çekilmiş, adeta toplumun dışında kalmıştık.” TİP Tarihi, Cilt I, s.111.

[3]Aybar sendika yöneticilerini işçi sınıfının bir parçası olarak görmektedir: “Sendika yöneticileri de, işçi ya da köylü kökenlidir. Sendikacı olarak yaptıkları görev ise işçilere hizmettir.” TİP Tarihi, Cilt I, s127. Kendisinin sonraları öne çıkaracağı bürokrasi analizinde parti ve devlet bürokrasisine vurgu yapacaktır, oysa daha yola çıkarken sendika bürokrasisine açık kart vermiştir.

[4]Türk-İş başkanı Seyfi Demirsoy Sosyalist Kültür Derneği’nin kurucuları arasında yer alırken NATO’yu, CENTO’yu desteklemeye devam etmesi öncesinde Çalışanlar Partisi projesinde yer almıştır. Ancak TİP’in beklenmedik gelişimi rekabete yeltenmelerine engel olmuştur.

Devrimci Engels’in müstesna yaşamı – Emre Tansu Keten

20. yüzyılda dünya nüfusunun üçte birini (şöyle ya da böyle) etkilemiş Marksizmin kurucuları Marx ve Engels üzerine yazılmış birçok biyografi var. Ancak bu eserlere genel olarak bakıldığında ikili bir eğilimle karşılaşıyoruz. Marksistler tarafından yazılan biyografilerin birçoğu, insana dair çelişki ve hataları görmezden gelip bir ilah seviyesine çıkartıyorlar bu iki düşün ve eylem adamını. Bunun tam karşısında ise, yakın zamandaki ekonomik krizle birlikte yeniden keşfedilmelerinin etkisiyle çoğalan popüler biyografiler yer alıyor. Bu kitaplar ise ikiliyi düşünsel serüvenlerinden ziyade alkolseverlikleri, keyiflerine düşkünlükleri, çapkınlıkları ve en fazla kibirleriyle ön plana çıkartıyor. “İnsani yönlerine eğilme” kaygısı, devrimci Marx/Engels ve insan Marx/Engels ayrımını kabul ettirme çabasına dönüşüyor fark ettirmeden.

Tarihçi Tristram Hunt’un Fraklı Komünist: Friedrich Engels’in Devrimci Hayatı (İletişim Yayınları) başlıklı kitabı, kimi tartışmalı siyasi önermelerde bulunsa da, bu iki eğilimin dışında kalabilmiş önemli bir eser. Hunt, renkli çelişkiler, sonsuz fedakârlıklar ve son nefesine kadar devrime sadakatle örülmüş bir yaşamı ikiliklere düşmeden, düşünsel ve siyasi serüveni arka plana atmadan, magazinel olaylara saplanıp kalmadan sunmayı başarıyor. Bilimsel titizlikle yazılan Fraklı Komünist, aynı zamanda zarif dili ve kurgusu ile edebi bir tat da bırakıyor okurda.

Aileye karşı

Çelişkiler dedik. Engels’in en büyük çelişkisi doğduğunda başlıyor aslında: “(Baba) Engels, mektubunda, Tanrı’nın ‘bize çocuğu O’nun korkusuyla, iyi yetiştirme ve bizi örnek alacağı en iyi eğitimden geçirme bilgeliğini bahşedeceği’ni umduğundan söz ediyordu(r). Bu dua epeyce karşılıksız kalacaktı(r)”. Protestan Kilisesi içerisinde daha koyu ve adanmış bir Hıristiyanlığı vaaz eden Pietizm’e mensup bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Engels’in ailesi aynı zamanda burjuvadır. Prusya’nın Barmen şehrinde büyük imalathanelere sahip bu ailenin reisi çocuklarının da kendi dini ve ticari ahlakıyla yetişmesi için elinden geleni yapar. Ancak Engels’in buna ilk tepkisi, dönemin Romantik akımının etkisiyle, babasının “ahlakdışı kitaplar” olarak andığı roman ve şiirlere gömülmek olur.

Aile baskısıyla eğitimini yarıda bırakmak zorunda kalan Engels, şirket işleri için gönderildiği Bremen’de, gazetelere babasının fabrikasında çalışan işçilerin sefaletini konu alan yazılar yazar. Yazılarına bir süre Friedrich Oswald imzasıyla devam eder. Askerlik görevi için gittiği Berlin’de felsefe derslerini takip edip, dönemin radikal aydınlarıyla ilişki kurmasının ardından, Engels için başka bir dünyanın kapısı açılır. Ardında ilk önce Hıristiyanlığı bırakan bu kapıdan artık dönüş yoktur. Ailesinin şirketinde görev yapmak için gittiği Manchester’da ilk işi sömürü çarklarını öğrenmek olur, ama sömürmek için değil. Fabrikasında çalışan (sonrasında yirmi yıl boyunca aşk yaşayacağı) Mary Burns adlı İrlandalı işçi, Engels’e şehrin karanlık sokaklarında rehberlik eder. Bu gözlemlerin meyvesi, Marx’ı da oldukça etkileyecek olan, İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu adlı kitap olacaktır. Hobsbawn’ın “Gerçek olan, Engels’in kitabının 1845’te olduğu gibi bugün de o dönemin işçi sınıfı üzerine yazılmış açık farkla en iyi kitap olarak varlığını sürdürüyor olmasıdır” şeklinde andığı kitabı yazdığında Engels 24 yaşındadır.

Barmen’e döndüğünde Engels artık ailesiyle birlikte kalamayacağını idrak eder ve Belçika’ya Marx’ın yanına gider. Bu bir kopuştur. Hem duygusal, hem de maddi olarak. Çünkü babası harçlığını keser. Bundan sonrası yoğun bir devrimci faaliyet dönemidir. Bu dönem annesiyle mektuplaşan Engels’in okudukları, bu dönemde de çocuklarını “devrime kaptırdıklarını” düşünen ebeveynlerden farklı değildir: “Artık sınırı iyice aştın. Sana kaç kez, daha ileriye gitmemen için yalvardım, fakat sen annenin sözlerini hiç dikkate almayıp başkalarına, el âleme kulak asmayı tercih ettin. Bu son günlerde hissettiklerimi, çektiğim acıları Tanrı bilir”. Annesine bunları yazdıran, Engels’in, ailesinin memleketinde çıkan bir isyana aktif olarak katılıp, barikatlara Alman bayrağı yerine kızıl bayrak asması üzerine şehirden kovulması olmuştur.

Devrimin peşinde

Engels, insan tabiatına uygun olarak birçok düşünsel duraktan geçerek fikriyatını oluşturmuştur. Siyasi bilincinin ilk durağı “peygamber” olarak andığı Parcy Bysshe Shelley’in şiirleridir. Babasının şehrinde tanık olduğu muazzam zenginlik ile muazzam sefalet arasındaki uçurumun yarattığı öfkenin yansısını bu şiirlerde bulur. Ancak ilk siyasi tavır alışı, bu uçurumun üzerinde bir perde gibi gerilen dine karşı olur. 1836 yılında yayımlanan David Friedrich Strauss’un İsa’nın yaşamı: Eleştirel Bir İnceleme başlıklı kitabı Engels’i “Artık Straussçuyum” diyebilecek şekilde etkiler. Bunun ardından Berlin günlerinde Hegel, onun ardından Feuerbach, bunların ardından ise Saint-Simon, Fourier ve Komünist Haham Moses Hess Engels’in felsefi ve siyasi düşüncelerini şekillendiren isimler olur. Hunt’un aktardığına göre, “tıpkı spiritüalizm ile materyalizm arasındaki karşıtlığın yalnızca Fransa’da, devlet ile kilise arasındaki antagonizmanın yalnızca Almanya’da doruk noktasına ulaşabilmesi gibi, yoksulluk ile para aristokrasisi arasındaki antagonizma yalnızca İngiltere’de devrimci bir düzeye ulaşacak” diyen Hess, İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu kitabının başlıca ilham kaynağıdır.

Engels’in Manchester sokaklarında işçi sınıfının gündelik hayatını araştırdığı sıralarda, Marx da Paris’te Adam Smith ve David Ricardo’nun ekonomi-politik çalışmaları üzerine kapanmıştır. Bundan sonra ise, Marx ve Engels sadece birlikte fikir üretmek için değil, devrimci faaliyeti büyütmek için de, kopmamacasına, bir araya gelirler. İkisi de sadece fikir adamı değil, aktif olarak siyaset yapan birer devrimcidir. Komünist Manifesto’yu kaleme aldıktan hemen sonra, 1848 devrimlerini büyütmek için çalışmaya başlarlar. Prusya’da gazete çıkartmaktan, barikatların başında isyanları politik olarak şekillendirmeye kadar her yolu denerler. Devrimlerin sönümlenmeye başladığı aşamada Engels, Prusya’dan ayrılmak yerine 800 kişilik bir devrimci orduya katılmayı seçer. Silah arkadaşları Engels’ten bütün harekat boyunca birliklerle kaynaşmada gösterdiği büyük heves ve çatışmalardaki enerji ve cesaretinden dolayı övgüyle söz eder. Ancak sonuç hüsran olur. Adres bellidir: devrim sürgünlerinin yurdu İngiltere.

Devrimin ateşinin söndüğü bu evrede, yapılacak en mantıklı şey devrimin teorisini güçlendirmektir. Ancak içerisinde bulundukları maddi zorluklar etraflı bir teorik çalışmaya pek de uygun değildir. Ellerinde tek bir çözüm vardır: Engels’in patronluğa geri dönmesi. İçi hiç el vermese de, başka bir çözüm yolu göremeyen Engels, birkaç seneliğine ailesiyle ilişkisini düzeltmeyi ve fabrikaya geri dönmeyi kabul eder; birkaç senenin yirmi seneyi bulacağını tahmin edemeden. Bu yirmi yıllık zoraki burjuva yaşamında Engels, gelirinin yarısını Marx ailesine gönderir. Tilki avlarından, gece eğlencelerine kadar burjuva hayatından eksik kalmamayı başaran Engels, iş saati dışında Marx’la mektuplaşır, taslaklarını kontrol eder, çalışmalarını eleştirir ve fikirlerini iletir. Hatta Marx’ın para kazanması için onun adına gazete yazıları kaleme alır. Bu dönemki fikir alışverişlerinde, 1848 devrimleri sırasında taleplerinin burjuva demokrasisi sınırları içerisinde kaldığı; “tarihsiz uluslar” konusunda yanlış tavır aldıkları gibi özeleştiriler verirler. Kendi adına yeteneklerini kaybetmemek için de bir ara savaş analistliğine soyunur. Fransa-Prusya savaşı hakkında Pall Mall Gazette’ye yazdığı yazılar, oldukça isabetli tespitler barındırır. Bu konuda ün kazanır.

Marx’ın ardından

30 Haziran 1869 günü Engels, evinden coşkuyla “son kez!” diyerek çıkar. Sabırla geçen yirmi yılın ardından fabrikadaki son günüdür. Yüklü bir para karşılığı işi diğer ortaklara bırakır ve dönemin komünistlerinin (ve bol alkollü eğlencelerin) buluşma noktası olacak bir ev tutarak tam zamanlı devrimciliğe geri döner. İlk işi uluslararası işçi hareketinin yönetiminde aktif olarak yer almak olur. Birçok dilde yazabilmesi çeşitli ülkelerde süren tartışmalara müdahil olmasını kolaylaştırır. Dönemin en önemli işçi partisi olan Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin programatik ve örgütsel şekillenmesinde büyük bir payı vardır. Aynı zamanda teorik çalışmalarına da hız verir. “O bir dâhiydi, geriye kalan bizler ise en iyi ihtimalle yetenekliydik” şeklinde andığı yoldaşı Marx’ın ölümünden sonra birçok eser yayımlar. Anti-Duhring (Marx yaşarken yayımlanır), Doğanın DiyalektiğiÜtopyadan Bilime SosyalizmAilenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni ile birlikte yazdığı sayısız risale Marksizmin politik bir hareket olarak kitleselleşmesinde etkili olur. Marx’ın ardında bıraktığı tonla taslağı düzenleyip kitap haline getirmek de, Engels’in bu dönemki asli işleri arasındadır.

İlerleyen yaşına rağmen öğrenme heyecanından hiçbir şey kaybetmeyen Engels, yaşama heyecanını da aynı şekilde muhafaza ediyordu. Yıllardır çok merak ettiği ABD’ye yaptığı ziyaret sırasında sadece işçi mahallerini değil, Niagara Şelalesi’ni de ziyaret ediyor, yaptığı yolculukların keyfini müptelası olduğu Alman birasıyla çıkartıyordu örneğin. Yakalandığı gırtlak kanseri hakkında esprili mektuplar kaleme alıyor, hastalığının seyrini içebildiği şarapla ölçüyordu. 5 Ağustos 1895’teki ölümünün ardından ise yoldaşları “vasiyetinde açıkça belirttiği talimatlara uyarak, Friedrich Engels’in küllerini, külleri muhafaza eden kapla birlikte denize bıraktılar. Ne Highgate’te mezar taşı, ne aile kabri, ne de halka açık anma töreni. Renkli çelişkilerin ve sonsuz fedakârlıkların insanı Engels, yaşarken olduğu gibi ölümünde de, bir an olsun Marx’tan sahne çalmayacaktı. Ömrünün sonuna doğru, kısa süreliğine birinci keman olarak görev yaptıktan sonra, Engels yeniden orkestradaki esas yerini almıştı”.

Fraklı Komünist, içerisine doğduğu şartları okuyarak, tartışarak, örgütleyerek, savaşarak, kısacası bütün benliğini vererek değiştirmeye çalışan bir devrimcinin, başarıyla sunulan, hikayesi. Ancak, şunu da söylemek gerekir ki, kitabın sonsözünde yer alan değerlendirmeler kitabın ağırlığıyla pek uyuşmuyor. Alman SPD’sine 25 yaş altı seçmenlerini askere gönderip, herhangi bir devrimci durumda kullanılmak üzere silah kullanmayı öğrenmelerini salık veren Engels’in sosyalizme devrim değil de seçimler aracılığıyla geçileceğine inandığını söylemek kitabın kendisiyle de çelişiyor. Ya da tarihin en büyük aşağıdan devrimi olan Ekim Devrimi’ni, Lenin önderliğindeki elitlerin gerçekleştirdiğini iddia etmek ister istemez siyasal önyargıların bilimsel titizliğe galebe çaldığını düşündürtüyor.

“COVİD-1984”: Sermayenin Zihni Sinir Projelerinden Başka bir Yaşam Mümkün mü? – Eyüp Özer

En zenginler servetlerine servet katarken, emekçiler her adımlarının takip edildiği, git gide makineleştirildiği sözde önlemlerle yaşamlarını riske atarak, bu zenginlerin daha da zenginleşmesi için işyerlerinde çalışmak zorundalar mı?

23 Nisan 2020 tarihli Reuters haber bülteni, Antwerp Limanı’nda bir geminin güvertesinde çalışan işçilerin görüntüleri ile başlıyordu.[1] Haber videosunda liman işçileri, kollarına saat şeklinde bir bileklik takıyorlar ve birbirlerine olan uzaklıkları azaldığında bu bileklik titreşim ve ses yoluyla sinyal veriyor. Haberin içinde ürününü tanıtan Rombit şirketinin yetkilisi, gururla 99 ülkeden, 500’den fazla şirketten sipariş aldıklarını aktarıyor. Ancak Rombit yetkilisi bu gururda yalnız değil, onunla benzer dönemlerde Türkiye’de ise Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası (MESS) benzer bir gurur ve coşkuyla üye işyerlerinde uygulamaya geçirmeyi planladığı ve kamuoyunda geniş tepkilere neden olan MESS-SAFE adlı temas takip ya da işçi takip/kontrol uygulaması diyebileceğimiz çözümü duyuruyordu.

Covid-19 salgını bitmek bir yana, aksine tam da hasta sayısının gitgide arttığı bir dönemde, nisan ayının ortalarından itibaren dünyanın birçok ülkesinde hükümetler, kapitalistlerin ekonominin yeniden canlandırılması, üretim tesislerinin tekrar çalışmaya başlaması, sokağa çıkma yasaklarının esnetilmesi talebiyle, sokağa çıkma kısıtlamalarını gevşetti ve ekonomik faaliyetleri yeniden başlattı. Emekçileri hayatlarını riske atma pahasına salgın ortamında çalışmaya zorlayan sermaye, bir yandan da işyerlerinde salgını kontrol altında tutmak ve üretimin aksamasını önlemek için işçilerin üzerinde daha fazla kontrol sağlayacak bu tarz teknolojik çözümlerle geldi.

Özellikle Avrupa’da çeşitli sivil toplum kuruluşları tarafından Covid-1984 olarak adlandırılan bu tarz uygulamalara genel olarak ‘temas takip yazılımları’ deniyor. Temas takip yazılımları sadece işyerlerinde değil, bazı ülkelerde toplumun genelini takip amacıyla da kullanılıyor.

Google ve Apple, çok önceden temas tespiti ve geriye doğru temas izleme imkânı verecek bir yazılım platformu için ortak çalışmaya başladı ve yakın zamanda bu çerçeveyi kamuoyu ile paylaştı.

İngiltere hükümeti ise 14 Nisan’da, Covid-19 semptomları gösterdiğini bildiren kişileri takip etmek ve onlarla yakın temas içinde bulunan kişileri uyarmak için bir yazılım hazırladığını duyurdu. Ulusal Sağlık Hizmetleri birimi (NHS) tarafından hazırlanan yazılımın ağustos başında piyasaya sürülüp, ülke genelinde kullanılmaya başlanması bekleniyor.

Hollanda Başbakanı Mark Rutte ise 21 Nisan’da yaptığı bir açıklamada, kendilerinin yedi farklı temas tespit yazılımını test ettiklerini ancak hiçbirinin güvenlik, hacklenmeye/korsanlığa karşı koruma ve güvenilirlik açısından gerekli koşulları sağlamadığını, bu nedenle testlere devam ettiklerini duyurdu.

EN UÇ ÖRNEK SİNGAPUR

Temas takip yazılımlarının kamusal alanda tüm vatandaşlar için kullanımı konusunda muhtemelen en aşırı örnek Singapur sayılabilir. Singapur, Covid-19 Veri Bülteni adını verdikleri bir uygulama ile enfekte olan her bir kişinin cinsiyetini, yaşını, etnik kökenini, nerede yaşadığını, nerede çalıştığını, hangi hastanede yattığını ve kimleri enfekte ettiğini takip edebiliyorsunuz. (https://co.vid19.sg/singapore/)

Güney Kore’de ise telefonların GPS verilerini kullanan bir uygulama, enfekte olan ve karantinada olan kişilerin devlet yetkilileri tarafından izlenmesine imkân veriyor. Bu yazılım isim, doğum tarihi, cinsiyet, cep telefonu numarası, bir aile yakınının numarası ve karantina süresince bulunulan adres bilgilerini saklıyor. Karantina koşullarının ihlal edilmesi durumunda uygulama alarm veriyor. İzinsiz karantinayı terk etmenin cezası ise1 yıla kadar hapis veya 60 bin TL tutarında para cezası. Bu uygulamayı telefonuna kurmayı reddeden yabancılar ise sınır dışı ediliyor.

BİR DİZİ İLKE

Peki bu tarz uygulamaların, emekçilerin sağlığını koruma iddiası ile gerek hükümetler gerekse işverenler tarafından her adımımızı izlemelerine, hareketlerimizin kontrol edilmesine göz yummamız mı gerekiyor?

Avrupa Sendikalar Enstütüsü (ETUI) bu konuda hazırladığı bir raporda, özel şirketler tarafından hazırlanan yazılımlarla kişisel verilerin ve konum verilerinin paylaşılması yerine, tasarımı itibariyle Kişisel Verilerin Korunması Kurallarına uygun, hem virüsün yayılması ile mücadele edecek hem de kişilerin kişisel verilerini koruyacak bir kamusal çözüm çağrısı yapıyor. Ancak böylesi bir çözüm henüz mevcut değil; ayrıca denetiminde yaşanacak zorluklar düşünüldüğünde arzu edilebilir de değil.

Avrupa Birliği’nin Kişisel Verilerin Korunması Kurulu (EPDB) ise, Avrupa Komisyonu’nun talebi üzerine genel olarak temas tespit yazılımlarına dair bir dizi ilkeyi barındıran bir görüş yayımladı. Bu ilkeler arasında şunlar var:

► Yazılımın kamu denetimine ve Meclis denetimine açık olması,

► Yazılımın özel şirketler tarafından değil, kamu tarafından hazırlanıp hayata geçirilmesi,

► Yazılımın kullanımının, belgelenmiş ve yasal olarak altyapısı hazırlanmış bir güvenceye dayanması,

► Kodunun açık kaynak kodlu ve serbestçe erişilebilir olması,

► Uygulamanın kullanımının süre ve kapsam bakımından orantılı olması (acil durumun özgürlüklerin kısıtlandırılmasını meşrulaştırmaması gerektiği, orantılı olması gerektiği ve acil durum süreci ile sınırlı olması gerektiği),

► Amacının sınırlandırması (uygulamanın kullanımının COVID-19’un yayılmasını durdurma ile kısıtlı olması),

► Asgari ve manalı temas verisini sadece toplaması ve saklaması.

► Sistemin tamamıyla merkezi olmayan, yani dağıtılmış bir şekilde işletilmesi, hiçbir merkezi yetkilinin dahil olmaması,

► Verilerin tutulmasının sınırlandırılması, toplanan verinin anonim olması veya anonimleştirilmesi, şifrelenmesi ve belirli bir sürenin geçmesinin ardından silinmesi gerekliliği,

► Yazılımın ücretsiz olması, kullanımının gönüllü olması ve kaldırılabilmesi, cep telefonlarının işletim sisteminin içine gömülü olmaması,

► Kullanmayı reddeden veya yazılımı kurduktan sonra kaldırmak isteyenlerin bu nedenle herhangi bir yaptırıma uğramaması,

► Bluetooth tanımlayıcılarının düzenli olarak değiştirilmesi,

► Temas takip yolu ile konum veya hareket takibi imkânı olmaması.

İŞYERLERİNDE YAYILIYOR

İşyerlerinde temas takip uygulamaları ise hızla yayılıyor. ABD’de nisan ayında yapılan bir anket, şirketlerin finansal işler müdürlerinin yüzde 22’sinin işyerlerinde bir temas takip teknolojisini kullanmayı planladıklarını söylediğini gösteriyor. Bu yazının başında örneğini verdiğimiz Rombit şirketinin uygulaması her ne kadar bu alanda öncü olsa da, kesinlikle tek değil, hatta çok sayıdaki uygulamadan sadece birisi. ABD’li ServiceNow isimli şirket, aralarında Uber ve Coca Cola gibi şirketlerin de yer aldığı 400 şirketin kendi yazılımlarını kullandığını duyurdu. Dünya genelinde faaliyet yürüten PwC danışmanlık şirketi ise Check-In adını verdiği benzer bir uygulamayı piyasaya sürdü. Ancak kendileri de bu uygulamaların emekçilerin kişisel verilerini ihlal edeceğini bildiklerinden, dünya genelinde ülkelerin kişisel verilerin korunması konusundaki yasal düzenlemelerinin ne denli sıkı olduğuna dair bir harita hazırlayıp, bu haritayı da yazılımı pazarladıkları internet sitelerinde müşterileri ile paylaşıyorlar. (https://www.pwc.com/us/en/library/covid-19/assets/COVID19-Cyber-summary-privacy.svg)

BAMBAŞKA BİR YAŞAM MÜMKÜN MÜ?

1 Haziran’da ise ABD Senatosu’nun bazı üyeleri, temas takip yazılımları kullanımının önünde engel oluşturan bazı kişisel verilerin korunması “sorunlarını çözüme ulaştıracak” bir yasal düzenleme hazırlığında olduklarını duyurdular.

Salgın süresince dünya genelinde milyonlarca emekçi gelirini kaybederken, dünyanın en zengin 25 kişisinin Covid-19 salgını döneminde sadece 2 ayda servetlerine 255 milyar dolar kattıklarını çıkan haberlerden biliyoruz. Peki en zenginler servetlerine servet katarken, emekçiler bu tarz teknolojik zihni sinir projeleri ile her adımlarının takip edildiği, git gide makineleştirildiği, sözde önlemlerle yaşamlarını riske atarak, bu zenginlerin daha da zenginleşmesi için işyerlerinde çalışmak zorundalar mı? Yoksa bu hepi topu 25 kişinin serveti bile milyonlarca hayat kurtarabilecekken, bu zenginliğe el koyup, emekçi milyonlara dağıtabileceğimiz bambaşka bir yaşam mümkün müdür?

Eyüp Özer Birleşik Metal-İş Sendikası Uluslararası İlişkiler Uzmanı

Bu yazı ilk olarak Birgün gazetesinde yayınlanmıştır

1 Yeni Mesajınız Var: Pandemi Sürecinde Evden Çalışan Kadınların Deneyimleri – Yıldız Öztürk

Covid-19 pandemisiyle ilgili olarak yaklaşık 4,5 aydır sıkça duyduğumuz ve üzerinde uzlaşılan en yaygın kanı, virüsün hayatımızı değiştirdiği ve yeniden şekillendirdiği. Sürecin açık bir şekilde gösterdiği gibi, var olan toplumsal eşitsizlikler derinleşip kuvvetlenirken, hâlihazırda kırılgan olan gruplar, pandemiye özgü yeni eşitsizlik türlerini de ilk deneyimleyenler oldu. Mülteciler, siyahlar, etnik olarak dışlananlar, kadınlar, lgbti+’lar, çocuklar, işsizler ve işçiler yekpare kategoriler olmamakla birlikte içinde yaşadığımız sistemin en güvencesizleri. Pandemi sürecinde sağlık sisteminin küresel çapta iflasının etkileriyle birleşen ırkçı, cinsiyetçi söylemler ve uygulamalar merkez-dışında konumlandırılan gruplar için, önceki dönemlerden daha fazla ölümle burun buruna kalınan bir ortam yarattı. Sağlık hizmetlerine, temiz suya ve gıdaya erişimi sınırlı olan dolayısıyla bağışıklık sistemi güçlü olmayanlar, mülteci kamplarında insanlık dışı koşullarda kalmak zorunda olanlar, işsizler ve sokakta yaşayanlar kapitalizmin ilk elde gözden çıkardığı toplumsal kesimler oldu. Kadınlara ve lgbti+’lara yönelik (ev içi) şiddet vakalarının artması, kazanılmış hukuksal hakların aşındırılması ve iptali gibi uygulamalar da kapitalist yapılanmanın pandemiyle birlikte iyice açığa çıkan sınıfsal, ırkçı ve cinsiyetçi boyutlarını gözler önüne serdi. Bununla birlikte, çalışanlar ya işten çıkarıldı ya da zorla çalıştırıldı. Evden çalışma sistemi ise pek çok hak ihlaline neden oldu. Kısacası pandemi süreci, “aşağıdakiler”in sosyo-ekonomik, fiziksel ve duygusal açılardan ağır bedeller ödediği bir hayatta kalma mücadelesine dönüştü.

Pandeminin hayatlarımıza çok boyutlu etkileri, doğal olarak, “pandemi ve …” başlığında birbiriyle ilişkili sayısız tartışmaya yol açtı. Bu yazıda, ayrımcılık pratiklerini en ağır şekilde yaşayanlar arasında yer alan ve Covid-19 pandemisiyle birlikte daha fazla güvencesizliğe mecbur bırakılan ev dışında çalışan kadınların, evden çalışma sistemine geçişle beraber ev içinde ve iş süreçlerinde gerçekleşen sosyo-ekonomik ve duygusal dönüşümleri paylaşılacaktır. Evden çalışanların, sokağa çıkmak ve ev dışında çalışmak zorunda olanlarla karşılaştırıldığında, özellikle virüsün bulaşma tehlikesine karşı, ayrıcalıklı bir konumda olduğu varsayılabilir. Bu durum sınıfsal hiyerarşiler açısından kısmen doğru olsa da kadınlar açısından ev içi yükün arttığı, mücadele edilerek, pazarlıklar sonucunda elde edilen kazanımların zarar gördüğü, toplumsal cinsiyete dayalı iş bölümünün nerdeyse geleneksel formlara döndüğü bir sürece de işaret ediyor. Kandiyoti’nin ifade ettiği gibi (2020), ev içinde erkeklerin hissetmesine gerek kalmadan yapılan “ufak-tefek işleri” kotaran görünmez elin kadınlar olduğu pandemi sürecinde bir kez daha açık bir şekilde görüldü. Sosyal devlet ve piyasa tarafından karşılanamayan hizmetlerin neredeyse tamamı kadınlara devredildiğinden, ev içi ilişkilerde kazanılmış mevzileri koruma çabası ve yeniden üretim süreçlerinin doğal addedilen yapısıyla tekrar tekrar mücadele edilmesi söz konusu oldu. Buna ek olarak, çalışma hayatını evden sürdüren piyasanın taleplerini ev ortamında karşılamaya çalışan kadınlar, uyumadıkları her an (belki o zaman bile) kesişen zaman dilimlerinde ev ile iş alanlarının yönetilmesi, organize edilmesi ve yürütülmesini düşünmek zorunda kaldılar, bunlardan sorumlu tutuldular. Yazı vesilesiyle deneyimlerini paylaşan kadınlar, pandemi öncesinde de sıklıkla eve iş getiren veya zihinlerinin bir köşesinde işle alakalı açık dosyaların olduğu emekçiler. Ancak mekânsal sınırların kaybolduğu bu çalışma sürecinde, ev ve işin getirdiği maddi manevi yükler zaman mefhumunun nerdeyse tamamen yok edildiği özgül sömürü biçimlerini doğurdu. Patriarkal kapitalizm, artık her an hem işte hem de evde olan kadınlardan zamanla yarışmasını, herhangi bir aksaklığa mahal vermeyecek biçimde işlerin yürütülmesini talep ederken, kadınların duygusal ve bedensel yüklerini artıran “kusursuz kadın” modelini yeniden işlevsel hale getirdi.

Görüşme yapılan kadınların[1]aktarımlarına bakıldığında, iş süreçlerinde nispeten benzer denetim ve kontrol mekanizmalarının uygulandığı görülmekte. İş yerinin denetleme pratiklerine karşı geliştirilen başa çıkma yöntemleri veya sürece uyumlanmaları ise, kadınların içinde bulundukları duygu durumları, toplumsal konumlanışları, toplumsal ve ekonomik kayıpları, istihdam alanları ile pandemi öncesindeki çalışma koşullarına göre değişkenlik göstermekte. Evden çalışma sistemine geçişle birlikte kadınların evle ve yalnız yaşamayanların ev içindeki diğer bireylerle kurdukları ilişkiler de dönüşüme uğramış. Dönüşüme neden olan etmenler arasında evin fiziki yapısı, evli olma veya çocuk sahipliği, ev işlerinin bölüşümü öne çıkmakta. 

Güvencesizlik, felaket kapitalizmi ve piyasa fırsatçılığı

1970’lerden itibaren üretim ilişkilerindeki dönüşümler var olan güvencesizlik türlerine yenilerinin eklenmesini de beraberinde getirdi. Kısa sürede aileden bireye, sınırlı emek / zaman kullanımından esnek emek / zaman kullanımına, sanayiden bilişim sektörüne, istihdam biçiminden hayatın tüm alanlarına yayılan güvencesizlik tanımları ve türleri genişleyen literatürde yer aldı. En genel ifadeyle güvencesizlik, sürekli istihdamdan yoksun, belirsiz koşulların egemen olduğu, esnek ve örgütsüz çalışma pratiklerinin gündelik yaşamın kırılgan ilişkileri üzerine inşa edildiği bir süreç olarak tarif edilebilir.

Barbier’in (2002: 6) belirttiği üzere, güvencesizliğin toplumsal sorunların tanımlanmasında spesifik bir kavram olarak kullanımı ilk kez Fransa’da 1970’lerin sonunda gerçekleşti. Bu dönemdeki güvencesizlik tartışmalarında temel olarak aile ve yoksulluk üzerine odaklanılması söz konusudur. Örneğin Pitrou’nun (Pitrou, 1978’den aktaran Barbier, 2002: 10-1) 1978’de yaptığı çalışmada précarité, devletten sosyal yardım alamayan ailelerin yaşam koşulları ile çocukların geleceğinden duyulan kaygıları anlatmak için kullanılmıştır. 1980’lerden itibaren güvencesizlik literatüründe, istihdam koşulları, istihdamın heterojen yapısı ve toplu pazarlık meseleleri de daha açık bir şekilde tartışmaya açılmıştır. Bu sürecin temel nedeni, Hewison’ın (2016: 430) da değindiği gibi, Amerika Birleşik Devletleri’nde Ronald Reagan (1981-89), Britanya’da Margaret Thatcher (1979-90) yönetimleri tarafından desteklenen neoliberal ekonomi politikaları ve bu uygulamaların güvencesiz çalışma rejiminin kalıcılaşmasına yol açan yasal düzenlemelerle hayata geçirilmesidir. 1990’lı yıllardan itibaren ise güvencesizlik tartışmalarına çalışma yaşamındaki standart dışı uygulamalar ve sosyal güvenceden yoksunluk meseleleri de dâhil edilmiş ayrıca sosyal dışlanma pratikleriyle güvencesizliğin yakın ilişkisine vurgu yapılmıştır. Kalleberg (2009), güvencesiz çalışma biçimlerinin 1970’lerden günümüze doğru geldikçe her sektörde artma eğilimi gösterdiğini belirtir. Lorey (2012: 165), neoliberal güvencesizliğin normalleştirilmesinin sanayi kapitalizminde uzun bir geçmişi olduğuna dikkat çeker; esnek ve kısmi zamanlı çalışma rejimi kadınlar, göçmenler, etnik olarak dışlanan gruplar tarafından zaten yüzyıllardır deneyimlenmekte olduğunu ifade eder. Günümüzdeki güvencesizlik pratiklerine değinen Gielen (2016) ise, Hardt ve Negri’ye referansla maddi iş gücünün tamamen yok olmadığını vurgular; bununla birlikte “fordist üretim biçiminden post-fordist üretim biçimine geçiş[in], maddi işgücünden zihinsel işgücüne geçiş[e]” de işaret ettiğini belirtir. Bu çerçevedeki emek piyasasını deneyimleyenler Virno’ya göre (Lavaert, Gielen, 2014: 188), “post-fordizmin tipik emekçileri[dir].” Sennett (2017: 63), esnek zamanlı çalışmayı “(…) rutine boyun eğen işçinin sahip olduğundan daha fazla özgürlük vaat etse de, aslında (…) sadece yeni bir kontrol ağı ördüğünü” ifade eder. 

Hâlihazırda tüm iş kollarına açık ya da örtük formlarda sızmış, işin niteliğine göre farklılık gösteren güvencesiz çalışma pratikleri, pandemiyle birlikte norm haline gelerek pervasız sömürünün önünü sınırsızca açtı. Bunların başında doğrudan işten çıkarma, güvenlik önlemi alınmayan ortamlarda zorla çalıştırma, zorunlu ücretsiz izin kullandırma, kısa çalışma ödeneği, ücrette düşüş, mobbing gibi uygulamalar yer aldı. 

Esnek çalışma, hak kayıpları, mobbing ile evde olmanın “rahatlığı” arasında sıkışan kadınlar

Pandeminin emek süreçlerinde yarattığı dönüşümler arasında en dikkat çeken uygulamalardan biri de esnek çalışma. Esnek çalışma modellerinin “mesai saati” anlayışını ortadan kaldırması sonucunda, evden çalışan kadınlardan adeta 7 / 24 hizmet beklentisi doğmuş durumda. Kadınların, hastalanma korkusuyla birleşen belirsizlik ve çaresizlik haline eşlik eden piyasanın beklentileri ile yeniden üretim pratiklerinin sürdürülmesi arasında kaldığı söylenebilir. Örneğin, özel bir lisede çalışan 1. görüşmeci, ders verdiği saatler dışında, hatta iş saatleri dışında gelen Whatsapp yazışmalarına, telefonlara ve e-maillere cevap vermek zorunda kaldığını, yemeğini bölüp masadan kalktığını, yöneticilerin gece 12’de dahi işle ilgili Whatsapp grubuna yazdığını belirtti. Eşi bir süre evden çalışsa da zaman zaman iş yerine gitmiş. Bu süreçte 5 yaşında olan çocuğuyla istediği gibi ilgilenemediğini belirtti, iki ders arasında önceden tasarladığı öğün planına uygun yemek yapmaya çalıştığını anlattı. Ekonomik kayıplarından da bahseden görüşmeci, Mart ayındaki maaşının tam yattığını sonrasındaki ayda ise maaşının 1/4’nin yattığını belirtti. Tüm bunlara rağmen evde kendisine vakit ayırabildiğini, çocuğuna karşı daha tahammüllü olduğunu, vakit buldukça arkadaşlarıyla görüntülü görüşmeler yaptığını, film izlediğini, kitap okuduğunu, meditasyon yaptığını ve bunların kendisine iyi geldiğini söylüyor: “Evde herkese daha fazla alan ayırıyoruz, birbirimizi tolere edebiliyoruz. Normalde çocuğuma bu kadar tahammüllü davranabilir miydim emin değilim. Çünkü okulda öğrencilerle ilgilenmekten evde halim kalmıyordu (…) bize iyi geldi.”

Vakıf üniversitesi çalışanı 2. görüşmeci çalışma günü ve saatinin oldukça esnekleştiğini, her an iş yerinde gibi yaşadığını, ders vermediği zamanlarda fakülte ya da bölüm toplantılarına katılmak zorunda olduğunu, üniversite yönetiminin talimatıyla çevrim içi etkinlikler organize ettiğini ve günün her saati Whatsapp gruplarındaki yazışmaları takip etmekle yükümlü olduğunu ifade etti: “Akşam saat 11. Sabaha karşı saat 3. Sabah saat 7. Hafta içi, hafta sonu. Önemli değil. Önemli olan her an ulaşılabilir olmak ve sizden istenen işleri ivedilikle yapıp e-mail veya Whatsapp aracılığıyla iletmek. Çekilir dert değil, çok yorgun ve sinirliyim. İstifa etmeyi düşündüm ama iş bulamamaktan korkuyorum.” Ayrıca ders anlatırken sistemde bir kopukluk yaşanırsa, aynı dersi bir daha anlatıp, sorunsuz bir şekilde kayıt etmesi gerektiğini söyleyen görüşmeci, bunun için herhangi bir ek ücret de almadığını ifade etti. Oysa derse girmediği zaman iş yeri ücretinde kesinti yapıyormuş. Görüldüğü üzere, çalışandan kaynaklanmayan olumsuz durumlarda (ki böyle süreçler de yaşanabilir) bile işin telafisi yine çalışanın omuzunda bir yük olarak kalıyor.

Bekâr bir anne olan 3. görüşmeci, bir devlet üniversitesinde araştırma görevlisi olarak çalışıyor. Doktora tezinin yazım aşamasında olan görüşmeci, tezini bu dönem yazamazsa işten atılacağını ve bu nedenle büyük bir stres yaşadığını söyledi.[2]Pandemi sürecinde ev temizliği için destek alamadığını, 4 yaşındaki çocuğuyla tek başına ilgilenmek zorunda olduğundan tezine odaklanamadığını, ağırlıkla çocuğuna bakmak ve onu eğlendirmek durumunda kaldığını anlattı. İşini kaybetme korkusuna eklenen pandemi stresi görüşmecinin kaygı düzeyini artırmış. Fakat pandemi ilan edildikten bir ay sonra virüs hakkında bilgi edindikçe endişesinin azaldığını, pandemi öncesinde iş yoğunluğu sebebiyle ilgilenemediği eviyle şu anda daha fazla ilgilendiğini söyledi. Çalışma hayatının yorgunluğu, evle kurulan ilişkileri de belirliyor. Neredeyse “otel” gibi kullanılan, bu yüzden belki de pek benimsenmeyen ya da üzerine düşünülmeyen ev, pandemi sürecinde farklı anlamlara bürünmüş görünüyor: “Önceden evi güzelleştirmeye fırsat olmuyordu. Üç yıldır bu evdeyim ilk defa biraz biraz bahçeye bakıyorum. Emek vermeye başladım. Şu an bahçeyle, evi güzelleştirmekle uğraşmak bana keyif veriyor.”

Turizm ve medya alanında faaliyet yürüten bir işletmenin Ar-Ge biriminde çalışan 4. görüşmecinin 3,5 yaşında bir çocuğu var. Evden çalıştığı süre zarfındaki ilk 3 hafta gün içinde çok yoğun çalıştığını, sonra işlerin rutine girdiğini dile getirdi. Eşi sağlık çalışanı ve halen iş yerine gidiyor bu nedenle evde bir yandan çocuğuna bakmak diğer yandan iş yerinden istenenleri yapmakla yükümlü. Zaman zaman çocuğuyla yeteri kadar ilgilenemediğini düşünüyor ve bunun vicdani yükünü de taşıyor. Fakat anlattığı günlük işlere bakıldığında her anının dolu olduğu görülüyor. Kendi ifadesiyle, “gece yatana kadar ev ve iş yerine ait işleri yetiştiriyor.” Ertesi günün yemek planlamasını yapıyor. Yine de anne olan kadınların evden çalışmasına sempati ile yaklaşıyor: “Çocuk evde olmasa, evde çalışmak bir anne için aslında iyi. Hem çocuğa hem kendine vakit kalır.” Fakat uzun vadede evden çalışmanın güvencesizliği de beraberinde getireceğinden endişe duyuyor: “Evden çalışmak çocuk olduğu için çok zor oluyor. Çocuk oyun oynamak istiyor. Bir süre sonra umudu kesip kendi kendine oynuyor ama vicdanım rahat etmiyor. Turizm durduğu için işimiz azaldı. Evden çalışmaya tümden geçilmesiyle birlikte, ücretlerin düşmesi ve esnek çalışmaya geçilmesi gibi riskler de var. Bu durum uzun sürerse sıkıntılar olacak.” 

Bir medya kuruluşunda çalışan 5. görüşmeci ise, zaten oldukça güvencesiz koşullarda çalıştığını belirtiyor. Asgari ücretle çalışan görüşmeci, bu süreçte ekonomik kaybının olmadığını buna rağmen, evden çalışmanın mesai saati mefhumunu ortadan kaldırdığını söyledi. Ailesiyle birlikte yaşayan görüşmeci, evdeki diğer bireylerin alanını işgal etmemeye gayret ettiğini, bu nedenle odasına kapanıp işlerini o mekândan yürüttüğünü anlattı. Bunun da pandeminin getirdiği mekânsal sıkışmışlık hissini katlayan bir durum olduğunu belirtti. Nerdeyse tüm sektörlere özgü olan, pandemiyle birlikte de iyice esnekleşen çalışma saatleri basın-yayın sektöründe çalışanları çok daha etkin ve yakıcı bir biçimde etkiliyor.

Malumun ilamı

Uzun zamandır ayrıcalık olarak sunulan esnek çalışma sisteminin özgürlük ve yaratıcılıkla ilişkilendirilmesi gerçekte emek gücü üzerinde kurulmaya çalışılan baskının güncel sömürü ve kontrol biçimleri arayışıyla ilişkili olduğu aşikâr. Bu bağlamda vizyoner düşünce, oyun oynar gibi çalışma, becerilerin sürekli ve hızlıca yenilenmesi mecburiyeti “(…) çok sayıda eğitimli insanı başarısızlığa mahkûm eden rekabetçi” bir piyasanın göstergesi olarak yorumlanabilir (Sennett, 2017: 136). Sennett’in değindiği gibi (2017: 135-6), başarısızlık hissi ile “yeterince iyi değilim” kaygısı günümüzde sadece yoksul ve daha az eğitimli kesimlerin değil, orta sınıfların da güvencesiz çalışma prensiplerine tabi olduğunun göstergesidir.

Kapitalist üretim ilişkilerinin mevcut kesitinde açık bir şekilde görünüyor ki, sınıfın tüm bileşenleri ekonomik, toplumsal ve kültürel konumlanmalarına göre, bir tür güvencesiz yaşama mahkûm edilmiş durumda. Somut güvencesizlik uygulamaları, çalışanların zihninde sistematik bir işini kaybetme korkusunun yer etmesine de yol açmakta. Pandemi süreciyle birlikte ise kurumların baskı, denetim ve kontrol mekanizmalarını genişlettiği, bu durumun çalışanlara ziyadesiyle hissettirildiği bir ortam oluştu. Böylesi bir ortamda evden çalışan kadınlar, ev içi yaşam pratiklerinde ve iş süreçlerinde yeni sömürü ve tahakküm biçimleriyle karşılaştılar. 

İmkânsız bir ihtimal olarak çalışanların her anını denetleme isteği, teknoloji sayesinde her saniye ulaşılabilir olan emekçi fantezisi, mesai saati uygulamasının ortadan kalktığı bu süreçte doğrudan ev içine ve çalışanların tüm hayatına nüfuz etmeye yönelik çeşitli hamleleri beraberinde getirdi. Görüşmelerde anlatıldığı üzere, 10 dakika geç cevap verilen e-mail, ilk aramada açılmayan telefon, kısa süre içinde görülmemiş Whatsapp mesajı çalışanların performansını sorgulatmaya yeterli veriler oldu. Mesai saati ve mesai günü mefhumunun ortadan kalktığı, pandemi öncesinde zihinsel olarak olmasa da fiziksel olarak uzaklaşılabilen çalışma mekânının pandemi sürecinde tam kapasite özel alana taşınması kadınlar ile erkekler arasındaki asitmetrik yeniden üretim pratiklerini derinleştirdi.

Patriarkal kapitalizm örneğinde olduğu gibi iktidar yapıları zaman zaman birbiriyle uyumlu zaman zaman da çelişkili pozisyonlar alabilir; ücretli emek ile ücretsiz emek arasında kadınlara biçilen roller değişebilir, bu rollerin kabulü veya reddi, alternatif üretme çabaları, büyük ölçüde kadın-erkek-piyasa üçgenindeki pazarlıklara, mücadelelere bağlıdır. Bu bağlamda görünen ve görünmeyen pazarlıklar kadınlar açısından olumlu ya da olumsuz dönüşüm potansiyellerine açıktır. Yukarıda vurgulandığı üzere, yeniden üretim faaliyetleri kadınların hayatlarını erkeklerle eşit bir şekilde sürdürememesinin en önemli nedenleri arasında yer almakta. Feminist politikanın, doğallaştırılmış cinsiyet ve cinsel yönelim pratiklerini tarihselleştirmesi ve toplumsal iktidar ilişkilerini sorunsallaştırması pek çok kazanımın elde edilmesini sağladı. Bununla birlikte deneyimler gösteriyor ki, elde edilen kazanımlar sonsuza dek sabit kalmıyor; hatta kazanımların yok edilmesi, geriye çekilmesi söz konusu oluyor ya da yeni eşitsizliklere karşı mücadele edilmesi gerekiyor. Örneğin, on yıllar önce tartışılan, ekonomik ve kültürel sermayesi nispeten yüksek kadınlaraçısından kısmen sönümlendiği varsayılan cinsiyetçi iş bölümü pandemi sürecinde yaşandığı gibi, “aniden” geleneksel formlara dönüşebiliyor. Görüşmelere katılan kadınların tümü, pandemi öncesinde ev işlerinin büyük bir bölümünü piyasadan satın alırken[3], şu anda bir yandan ücretli emek süreçlerine dahil olup diğer yandan datanımı, sınırı, zamanı olmayan ev işleri gibi muğlak bir alanı yönetmeye çalışıyorlar. Bunu yaparken çeşitli stratejiler geliştirdiklerini söyleyen kadınlar, ev içindeki erkeklerle eşit bir ilişki kurmayı talep ediyorlar. İş dağılımına bakıldığında ayrıntı, özen ve dikkat gerektiren işlerin (market alışverişinden sonra ürünlerin yıkanması ve havalandırılması, özellikle çocuklu evlerde öğünlerin sağlıklı bir şekilde planlanması gibi) daha çok kadınlar tarafından yapıldığı görünüyor. Erkeklerin mutfak performansı genellikle sevdikleri yiyecekleri (pizza, ekmek gibi) yapmakla sınırlı. Bununla birlikte erkekler genel ev temizliği yapsalar da kadınların erkekleri “yönlendirmesi” gerekiyor. Aktarılanlara göre, eline süpürge alıp evi temizleme düşüncesiyle hareket eden bir erkek mevcut değil. Fakat kadınların bu konudaki talepleri karşılık buluyor. Sınıfsal ayrıcalıklara sahip oldukları düşünülen kadınlar, ki bu kısmen doğru olsa da,bütün bu “hengâme” içinde güvencesiz çalışma süreçlerini deneyimliyorlar.

Ücretli çalışma ile yeniden üretim faaliyetlerinin iç içe geçmesi kadınlar açısından oldukça zorlayıcı olsa da, görüşmecilerin yoğun iş tempolarına dair üst üste binmiş bıkkınlık ve yorgunlukları mevcut. Örneğin evden iş yerine gitmek için toplu taşımayla 30 dakika ile 1,5 saat süren yol katediyorlar. Ayrıca iş yerindeki mobbing, denetim ve kontrol mekanizmaları da kadınları her açıdan zorluyor. “Ayrıcalıklı” konum, yoğun iş temposuyla beraber uzun çalışma saatlerinin olduğu (hatta mesai kavramının yok olması), iş tanımındaki esneklik ve belirsizlikler ile düşük ücretle istihdam ve benzeri koşullarda çalışmayı gerektiriyor. İş süreçleri o kadar yıpratıcı ki görüşmeye katılan kadınlar ehvenişere razı oluyorlar. Örneğin, pandemi sürecinde evden çalışmanın dezavantajları olsa da evde olmak rahat kıyafetlerle (mesai saatinde görüntülü çalışma sistemi içinde olanlar dahi evde bir süre pijama altıyla vakit geçirmiş) oturabilmek, toplu taşımayla uzun süre yolculuk yapmamak demek. Yani, insani yaşama koşulları içinde oldukça temel taleplerden bahsediliyor. Belli ki orta sınıf rüyası gün geçtikçe kâbusa dönüşüyor. Piyasa ve patriarka kıskacında kadınların ve bu iktidar yapıları tarafından sömürülen tüm kesimlerin küresel çaptaki feminist mücadeleleri bu kâbustan kurtuluşun pratik ve politik zeminine işaret ediyor.

Kaynakça

Barbier, J. C. 2002. A Survey of the Use of the Term Précarité in French Economics and Sociology. Working Document No. 19, November.

Gielen, P. 2016. Sanatsal Çokluğun Mırıltısı: Küresel Sanat, Siyaset ve Post-Fordizm. çev. Albina Ulutaşlı. İstanbul: Norgunk Yayıncılık.

Hewison, K. 2016. “Precarious Work”. The SAGE Handbook of the Sociology of Work and Employment. Editors: Edgell, S., Gottfried, H., Granter, E. London: SAGE.

Kalleberg,  A. L. 2009. “Precarious Work, Insecure Workers: Employment Relations in Transition”, American Sociological Review,  74 (1),  1–22. 

Kandiyoti, D. 2020. Salgın, Modern Kadının Yaşadığı İllüzyonu Yıktı Geçti. https://www.gazeteduvar.com.tr/gundem/2020/04/30/deniz-kandiyoti-salgin-modern-kadinin-yasadigi-illuzyonu-yikti-gecti/ (Son erişim tarihi: 27 Temmuz 2020).

Lavaert, S., Gielen, P. 2014. “Sanatın Ölçüsüzlüğü: Paolo Virno ile Söyleşi”. çev. Özge Çelik. Sanat Emeği: Kültür İşçileri ve Prekarite. Ed. Artun, A. İstanbul: İletişim Yayınları.

Lorey, I. 2012. “Precarity Talk: A Virtual Roundtable with Lauren Berlant, Judith Butler, Bojana Cvejic, Isabell Lorey, Jasbir Puar, and Ana Vujanovic”, TDR: The Drama Review, 56 (4), 163-77.

Sennett, R. 2017. Karakter Aşınması (11. Basım). çev. Barış Yıldırım. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.


[1]Bu görüşmelerin bir bölümü, daha geniş kapsamlı bir çalışma vesileyle Dilek Üstünalan ve Belce Metin ile birlikte 25 Nisan 2020-18 Mayıs 2020 tarihleri arasında video-konferans sistemiyle gerçekleştirdiğimiz araştırma sürecine aittir. Bunun dışındaki görüşmeleri ise aynı yöntemle 19-20 Temmuz 2020 tarihleri arasında gerçekleştirdim. Görüşmeye katılan kadınlardan 2’si İzmir’de 4’ü İstanbul’da yaşıyor. Yaşları 30-43 arasında olan kadınların 3 tanesinin birer çocuğu var. Eğitimleri yüksek lisans ya da doktora düzeyinde. Kişisel gelirleri ise, 4000-10000 TL arasında değişiklik göstermekte. Çalışma saatleri pandemi öncesinde resmi olarak 8-10 saat arasında değişmekte. Fakat eve iş getirme oldukça yaygın bir durum. Pandemi sonrasında çalışma saatini kestirmek çok güç. Çünkü ev işleri ile iç içe geçen bir süreç yaşanıyor. 10 dakika çamaşır asıp, 15 dakika dilekçe değerlendirmesi yapıp, 2 saat ders anlatıp, 1 saat yemek yapılan bir ortam söz konusu. İşler parçalı ve bu parçalı zamanlara planlı ya da plansız her an her iş dahil olabiliyor. 

[2]Biz bu görüşmeyi yaptığımızda halen işi olan görüşmeci, Haziran ayındaki tez izleme toplantısında jüri tarafından yeterli görülmediği için işini kaybetti.

[3]Bu işler kadınların organizasyonu ile yine çoğu kadın ve göçmen işçilere devrediliyor.