İmdat Freni

admin

Rus Sosyalist Hareketi Açıklaması: Rus emperyalizmine karşı, Ukrayna’dan elinizi çekin!


Putin, Ruslara yaptığı konuşmasını yeni bitirdi. Kendisine cumhurbaşkanı diyen adam, konuşmasına, Ukrayna’nın yaratıcısının Vladimir İlyiç Lenin olduğunu ve Ukrayna’nın bugünkü haliyle varlığının Bolşeviklerin milliyetler siyasetinin bir sonucu olduğunu söyleyerek anti-komünist bir övgüyle başladı. Putin, Bolşevikleri “milliyetçileri beslemekle” suçlayarak, milliyetçiliğin en kötü ve en iğrenç biçimini, Büyük Rus şovenizmini örtbas ediyor. Bu bağlamda Putin, Ukraynalıları onlara “komünizmden arındırmanın” ne demek olduğunu göstermekle tehdit etti. Konuşmasının bağlamı göz önüne alındığında, bu sözler Ukrayna’ya doğrudan müdahale tehdidinden başka bir şey olarak algılanamaz. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde Putin, Leninist milliyetler politikalarını eleştirirken planlı ekonomiye, kamulaştırmalara taş attı ve Stalinizmi övdü.
Muhalefete yapılan zulüm, yolsuzluk, artan mal ve hizmet fiyatları, bağımsız mahkemelerin yokluğu; Putin Ukrayna hakkında söylediği her şeyde sanki Rusya’dan bahsediyor gibiydi. Ukrayna’da devam eden reformların korkunç toplumsal eşitsizliklere, yoksullaşmaya, işsizlik ve diğer sorunlara yol açtığını inkâr etmiyoruz. Ancak Ukrayna’nın kaderine Rus askeri donanımı ve Rus yanlısı lobiciler tarafından değil, bu ülkedeki işçiler ve tüm ezilenler tarafından karar verilmesi gerektiğine inanıyoruz. Putin’in bize hatırlattığı Ukrayna’nın Rusya Federasyonu’na olan borçları askeri bir işgal sebebi değildir. Ukrayna halkı Rusya’dan borçlanmadı; Rus hükümetinin bu borçları, Rusya Federasyonu topraklarında güvenli bir şekilde ikamet eden Viktor Yanukoviç de dahil olmak üzere kendilerine verdiği kişilerden talep etmelidir.
Minsk anlaşmalarını sadece Kiev değil, aynı zamanda sözde “halk cumhuriyetleri”ndeki emperyalist adacıkları desteklemekten vaz geçmeye niyeti olmayan Moskova da ihlal etmektedir.
Rus birliklerinin derhal geri çekilmesinden, Luhansk ve Donetsk illerindeki silahlı oluşumlara yönelik tüm askeri desteğin sona ermesinden, ateşkesten ve Ukrayna yurttaşlarının Doğunun ve Batının emperyalistleri olmadan ülkelerinin kaderini belirleme hakkından yanayız!

Rus Sosyalist Hareketi

İmdat Freni’nde Covid-19 Yazıları: Kapitalizm, Feminizm ve Sınıf Mücadelesi

Covid-19 pandemisinin ortaya çıkışının ikinci yılı sona ererken İmdat Freni’nde bugüne dek bu çerçevede yapılmış yayınlara erişebilmeyi kolaylaştıracak bir döküm çıkarmayı gerekli gördük. İyi okumalar. 

Covid-19 ve Kapitalizm

COVID-19 Üzerine 8 Tez – Daniel Tanuro

Ekolojik Kriz ve Pandemi üzerine 15 Tez – Michael Löwy

Covid-19, Yabancılaşma ve Müşterek Siyaseti-Ali Yalçın Göymen ile Söyleşi

Sosyal bir hastalık: Çin’deki mikrobiyolojik sınıf savaşı – Chuang Dergisi

Virüsün Uyarısı- Kapitalizm, Sağlık Krizi, İklim Krizi – Daniel Tanuro 

Asri Zamanlar İçin Evde Akla Gelen Düşünceler – Enzo Traverso

COVID-19 ve Sermayenin Çevrimleri – Rob Wallace, Alex Liebman, Luis Fernando Chaves ve Rodrick Wallace

Hayır, Borsadaki Düşüşün Nedeni Koronavirüs Değil – Eric Toussaint

Covid-19 Salgını: Hayatlarımızı Koruyalım, Onların Kârını Değil! – IV. Enternasyonal 

Ustura Ağzında Kapitalizm (Birinci Bölüm) – Michel Husson

Ustura Ağzında Kapitalizm (İkinci Bölüm)-Michel Husson

Pandemiye Karşı: Ekososyalizm mi Sosyal Darwinizm mi? – Daniel Tanuro

 

Covid-19 ve Feminizm

Yaşam İçin Greve Çıkmak – Cinzia Arruzza & Felice Mometti

Toplumsal Yeniden Üretim ve Covid-19 Salgını Üzerine Tezler– Marksist Feminist Kolektif

Toplumsal Yeniden Üretim ve Salgın: Tithi Bhattacharya ile Söyleşi

1 Yeni Mesajınız Var: Pandemi Sürecinde Evden Çalışan Kadınların Deneyimleri – Yıldız Öztürk

Covid-19 ve Sınıf Mücadelesi

Covid-19’la Mücadele Kapitalizmle Mücadeledir: 10 Maddede Acil Eylem Programı

Covid-19 Mülteciler için de Tehdit! Acil Tedbir Alınmalı!

Sınıf Mücadelesi de Bulaşıcıdır – Emre Tansu Keten

Covid-19: Evet Savaştalar… Ama Bize Karşı! – Uluslararası Sendikal Dayanışma ve Mücadele Ağı

Tekalif-i Milliye Değil Servet Vergisi, Sadaka Değil Yaşam Ücreti – Eyüp Özer

CEO: Kahramanlarım! Fedakârlık yapmaya hazır mısınız? – Hikmet Görkem

Büyük Komployu Görenler ve Siyasette Teşhirin Ötesine Geçmek – Nurcan Turan

Set İşçileri Anlatıyor: “Pandemide Bir ‘Dizi’ Gariplikler” – Kubilay Aksun

COVID-19, İnkâr ve Olasılıklar – Taci Keser

Virüs Üretim ve Dağıtım Yeri Olarak Bankalar

“Ben İnsan Değilim, Ben Hayvan Değilim; Ben Bir Kargo Kuryesiyim”

COVID-19: Sağlık Krizinden Gıda Krizine – Eyüp Özer

Gazeteciliğin ve Küreselleşmenin Ölüm Raporunda Covid-19 Yazacak – Fatma Ateş

İtalya’da Corona Günlerinde Grev: “Sağlık Herkesin Hakkı”

“COVİD-1984”: Sermayenin Zihni Sinir Projelerinden Başka bir Yaşam Mümkün mü? – Eyüp Özer

Havacılık Sendikalarından Ortak Açıklama: Covid-19’un Ötesinde, Gerçek Virüs Kapitalizm!

1 Mayıs’a Giderken Sosyalist Örgütlerden Çağrı: Pandemi Krizine Karşı Bağımsız Emekçi Hattı

Sosyalistlerden Ortak Çağrı: Herkese İş ve Gelir Güvencesi için Birleşik Mücadeleye!

Altta Kalanın Canı Mı Çıksın? Covid-19 günlerinde Koç Üniversitesinde Taşeron Çalışma ve Örgütlülük – Sinan Aybars

İşçi Konfederasyonlarını Acil Eylem Planı Hazırlamaya Davet Ediyoruz!

Herkese İş ve Gelir Güvencesi için #KaynakVar Kampanyası Yola Koyuldu

COVID-19: Tüm Gereksiz Çağrı Merkezlerini Kapatın!

İşçi Sınıfının Öz-Örgütlenme Zeminlerinden Biri: Kafe-Bar Çalışanları Dayanışması – Göksu Uyar

İşten Çıkarma Yasağının İstisnası Kural Olurken: Kod 29 – Deniz Ateş

Koronavirüs ve Dayanışma: İtalya’dan Mektup Var!– Potere al Popolo/İktidar Halka

Fransa’da İşçiler Gıda Yardımı İçin McDonalds’ı Ele Geçirdi

 

Ukrayna: Joe Biden ve Vladimir Putin Ateşle Oynuyor – Gilbert Achcar

Şu anda Avrupa kıtasının kalbinde olup bitenlerin çağdaş tarihin en tehlikeli ve 1962’de Küba’daki Sovyet füze krizinden bu yana Üçüncü Dünya Savaşı’na en yakın anı olduğunu söylemek abartı olmaz. Şimdiye kadar, her iki ülkenin de nükleer cephaneliklerini mevcut koşullara karşı hazır bir duruma getirdiğine şüphe olmamasına rağmen, ne Moskova ne de Washington nükleer silahların kullanımına dair bir imada bulundu. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki askeri alarm seviyesinin henüz 1962’de ulaştığı seviyeye ulaşmadığı da doğru. Ancak Ukrayna sınırlarındaki Rus askeri konuşlandırması, “Soğuk Savaş”ın en sıcak anlarında bile Avrupa sınırında tanık olunmuş askeri kuvvet yığınağı seviyelerini aşıyorken, Batı’nın Rusya’ya yönelik sözlü gerilimi, gerçek bir yangın ihtimali yaratan askeri jestler ve hazırlıklar eşliğinde tehlikeli bir aşamaya geldi.

Büyük güçlerin liderleri ateşle oynuyor. Vladimir Putin, rakibini taşlarını çıkarmaya zorlamak için büyük satranç tahtasında veziri ve kaleyi hareket ettirdiğini düşünebilir. Joe Biden, bu durumun, Amerikan kuvvetlerinin Afganistan’dan çekilmesini organize etmedeki utanç verici başarısızlığından bu yana çok zedelenmiş olan ulusal ve uluslararası imajını geri kazanmak için iyi bir fırsat olduğuna inanabilir. Ve Boris Johnson, hükümetinin kendini beğenmiş bir şekilde atıp tutmasının, dikkatleri iç siyasi meselelerinden başka yöne çekmek için ucuz bir yol olduğuna inanabilir. Ancak gerçek şu ki, bu tür durumlardaki olaylar, savaş davullarının ritmine göre kendi dinamiklerini hızla kazanır: tüm bireysel aktörlerin kontrolünü aşan ve hiçbir oyuncunun başlangıçta amaçlamadığı bir patlamayı tetikleme riski taşıyan dinamikler.

Avrupa’da Rusya ile Batı ülkeleri arasındaki mevcut gerilim, muhtemelen II. Dünya Savaşı’nın sona ermesinden bu yana kıtada görülmeyen bir düzeye ulaştı. O zamandan beri tanık olunan ilk Avrupa savaş hadiseleri, 1990’lardaki Balkan savaşları, hiçbir zaman büyük güçler arasında bugün tanık olduğumuz uzun süreli gerilim ve tetikte olma düzeyine erişmedi. Mevcut gerilim nedeniyle bir savaş çıkarsa, başlangıçta yalnızca Ukrayna topraklarında şiddetlenmiş olsa bile, Ukrayna’nın merkezi konumu ve büyüklüğü, yangının Rusya’nın komşusu Avrupa ülkelerine ve de Kafkasya ve Orta Asya’ya sıçraması konusunda ciddi ve pek olası bir tehlike yaratmaya yeterlidir.

Bugün olanların ana nedeni, ilk ve en büyük sorumluluğun inisiyatif sahibi en güçlü devlete, yani ABD’ye düştüğü bir dizi gelişmeyle ilgilidir. Sovyetler Birliği, Mihail Gorbaçov yönetiminde ve hatta Rusya’nın ilk Sovyet sonrası cumhurbaşkanı Boris Yeltsin döneminde çöküşünün son aşamasına girdiğinden beri, Washington, Rusya’ya karşı, bir daha asla ayağa kalkmasını engellemeye çalıştığı mağlup edilmiş bir rakibe  karşısında acımasız bir galip gibi davrandı. Bu yaklaşım, Batı İttifakını doğudaki muadili ile birlikte dağıtmak yerine, ABD egemenliğindeki NATO’nun daha önce SSCB’nin hakim olduğu Varşova Paktı’na ait ülkeleri kendine dahil ederek genişlemesiyle sonuçlandı. Aynı zamanda, Rusya’nın bürokratik ekonomisine Batı, “şok terapisi”ne dayalı bir iktisadi politika dayatarak devasa sosyo-ekonomik krizlere ve çöküşe yol açtı.

Gorbaçov’un en önde gelen danışmanlarından biri olan -Yüksek Sovyet ve Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesinin eski bir üyesi- Georgi Arbatov’un otuz yıl önce Batı’nın Rusya’ya yönelik politikalarının “yeni bir soğuk savaşa” ve Moskova’da Rusya’nın eski emperyal geleneğiyle yeniden bağlantı kuran otoriter bir rejimin ortaya çıkmasına yol açacağını tahmin ettiğinde karşı çıktığı sonuca yukarıda saydığım öncüller doğal bir şekilde yol açtı. Bu öngörü aslında Putin’in Rus kapitalist ekonomisindeki (devlet kapitalizmi ile özel çıkarların birbirine karıştığı) en önemli iki bloğun (silahlı kuvvetler personeline ek olarak Rus endüstriyel işgücünün beşte birini kullanan askeri-sınai kompleks; ve petrol ve gaz sektörü) çıkarlarını temsil eden Putin’in iktidara yükselişiyle gerçekleşmiş oldu.

Sonuç olarak, Putin ilk kez başkan olduğundan beri, Rusya askeri genişleme politikası uyguluyor. Bu başlı başına tarihi bir değişime işaret ediyor: 1945’ten sonra Sovyetler Birliği, İkinci Dünya Savaşı sırasında kontrolü altına giren sahanın dışına muharip kuvvetleri konuşlandırmadı, ta ki 1979’un sonunda Afganistan’ı işgal ederek kendi can çekişmesini hızlandıran bir bataklık yaratana kadar. Putin’in Rusya’sına gelince, yüzyılın başından itibaren akaryakıt fiyatlarındaki artış sayesinde ekonomik canlılık kazandıktan sonra, Vietnam yenilgisinden önceki ve 1991’de Irak’a karşı ilk ABD savaşı ve yirmi yıl sonra ABD güçlerinin o ülkeden pek şanlı olmayan çıkışı arasındaki Amerikan askeri müdahaleleriyle karşılaştırılabilir bir sıklıkta sınırlarının dışına askeri müdahalede bulundu. Rus müdahaleleri ve istilaları artık “yakın yurt dışı” ile, yani Moskova’nın SSCB ve Varşova Paktı günlerinde hâkim olduğu Rusya’ya komşu ülkelerle sınırlı değil. Sovyet sonrası Rusya, Kafkasya’ya, özellikle Gürcistan, Ukrayna ve daha yakın zamanda Kazakistan’a askeri müdahalede bulundu. Ancak aynı zamanda 2015’ten beri Suriye’de de savaş yürütüyor ve Libya’ya ve daha yakın zamanda Sahra altı Afrika’ya kimseyi yanıltmayan bir kılık altında müdahale ediyor.

Böylece, yenilenen Rus saldırganlığı ile ABD’nin devam eden kibri arasında, dünya kendisini, çevresel tahribat yoluyla halihazırda yöneldiğimiz imhayı büyük ölçüde hızlandırabilecek bir felaketin eşiğinde buluyor. Sadece aklın galip geleceğini ve büyük güçlerin Rusya’nın güvenlik kaygılarını ele alan ve yeni Soğuk Savaş’ın hararetini azaltacak ve onun tüm insanlık için büyük bir felaket olacak bir sıcak savaşa dönüşmesini engelleyecek yeni bir “barış içinde bir arada yaşama” koşullarını yeniden yaratan bir anlaşmaya varmasını umabiliriz.

Çeviri: İmdat Freni Çeviri Kolektifi

30 Ocak 2022

(Al-Quds al-Arabi, 25 Ocak 2022’de yayınlanan Arapça orijinalinden İngilizce’ye çevrilen makale; İngilizce’den Fransızca’ya A l’Encontre editörleri tarafından çevrilmiştir)

“Seçenek kavramı, insan emeğini anlamak için temeldir”: György Lukács’la Söyleşi

New Left Review tarafından 1971’de yapılan uzun bir söyleşiden alınan bu kısımda Lukacs başta Roman Kuramı ve Tarih ve Sınıf Bilinci gibi “gençlik” dönemi çalışmalarına hayli eleştirel biçimde yaklaşırken, bir dönemki üstadı Max Weber’e, Macaristan Konseyler Cumhuriyetine ve Bolşevik liderlere dair izlenimlerini aktarıyor.

New Left Review: Yirmili yıllardaki yazılarınızı bugün nasıl değerlendiriyorsunuz? Şimdiki çalışmalarınızla ilişkisi nedir?

Georg Lukács: Yirmilerde Korsch, Gramsci ve ben farklı yollarla İkinci Enternasyonalin mirasının mekanik yorumu ve toplumsal zorunluluk problemleriyle uğraştık. Bu problemi miras edindik ancak hiçbirimiz -belki aramızdaki en iyisi, Gramsci bile- onu çözemedi. Hepimiz yanlış yaptık ancak bugün geçerlilermiş gibi o zamanların çalışmalarını hayata döndürmeyi denemek oldukça hatalı olacaktır. Batıda onları “aykırı düşüncenin klasiklerine” sokma eğilimi vardır ancak bizim bugün buna ihtiyacımız yok. Yirmiler, geçmiş bir tarih. Bizi ilgilendiren ise altmışların felsefi problemleridir. Şu an, erken dönem çalışmalarımda -özellikle Tarih ve Sınıf Bilinci’nde- oldukça yanlış bir biçimde konumlanmış problemleri çözeceğimi umduğum Toplumsal Varlığın Ontolojisi üzerine çalışıyorum. Yeni çalışmam, zorunluluk ve özgürlük ya da başka bir şekilde ifade ettiğim gibi teleoloji ve nedensellik arasındaki ilişki sorunu üzerine yoğunlaşıyor. 

Bilindiği üzere, filozoflar sistemlerini şu iki kutbun bir tarafına veya diğer tarafına inşa ederler; ya zorunluluğu reddederler ya da insan özgürlüğünü. Benim amacım ise, ikisinin ontolojik olarak karşılıklı ilişkisini göstermek ve felsefenin geleneksel olarak insana sunduğu “ya-ya da” bakış açısını reddetmek. Emek kavramı, analizimin menteşesidir. Emek biyolojik bir şekilde belirlenmez. Eğer aslan bir antilopa saldırırsa, bu davranış onun yalnız oluşu ve biyolojik gereklilikleri tarafından belirlenmiş demektir. Ancak eğer ilkel bir insan taş yığınıyla karşılaşırsa, araç olarak kullanımına en uygun olanın hangisi olduğuna karar vererek onların arasından birisini tercih etmelidir. İnsan, seçenekler arasında bir tercihte bulunur. Seçenek kavramı, insan emeğini anlamak için temeldir ve bu nedenle de her zaman teleolojiktir -bir seçimin sonucu olan amacı belirler. Böylece insan özgürlüğünü ifade eder. Ancak bu özgürlük sadece maddi evrenin nedensel hukukuna itaat eden nesnel fiziksel güçlerin hareket etmesiyle var olmaktadır.

Emeğin teleolojisi böylece her zaman fiziksel nedensellik ile eşgüdümlüdür ve gerçekten de her bireyin emeğinin sonucu herhangi bir bireyin teleolojik intibakı (Setzung) için fiziksel nedensellik anıdır. Doğa teleolojisinde inanç teolojiydi ve tarihin içkin teleolojisinde inanç kökensizdi. Ancak bütün insan emeğinde teleoloji vardır; fiziksel dünyanın nedenselliği içinden çıkılamayacak kadar derinde olsa bile. Bu durum, şu anda geliştirdiğim özgürlük ve zorunluluğun klasik çatışkısının üstesinden gelen çalışmamın özüdür. Ancak, altını çizmeliyim ki ben geniş kapsamlı bir sistem inşaya yeltenmiyorum. Çalışmamın başlığı -tamamlandı ancak şu anda ilk bölümü gözden geçiriyorum- Toplumsal Varlığın Ontolojisi Üzerine; Toplumsal Varlığın Ontolojisi değil. Aradaki farklı anlıyorsunuz. Meşgul olduğum vazifenin uygun gelişimi için pek çok düşünürün kolektif çalışmasına ihtiyaç duyulacak. Ancak bu eserin, dile getirdiğim gündelik hayatın sosyalizmi için ontolojik temelleri göstereceğini umuyorum.

NLR: Erken dönem edebiyat eleştirisi çalışmalarınızı, özellikle Roman Kuramı’nı şu an nasıl görüyorsunuz?

GLRoman Kuramı, Birinci Dünya Savaşı boyunca umutsuzluğumun ifadesiydi. Savaş başladığında, Almanya ve Avusturya-Macaristan’ın muhtemelen Rusya’yı mağlup edeceğini ve Çarlık’ı yok edeceğini söylemiştim ki bu hoştu. Fransa ve İngiltere de muhtemelen Almanya ve Avusturya-Macaristan’ı mağlup edecek Hohenzollernler ve  Habsburgları ise yok edecekti ki bu da hoştu. Ancak, İngiltere ve Fransa kültüründen bizi kim koruyacaktı? Bu soruya hiçbir cevap bulamayışımdaki umutsuzluk, Roman Kuramı’nın altyapısını oluşturdu. Elbette, Ekim Devrimi bana cevabı verdi. Rus Devrimi, benim çıkmazıma dünya-tarihsel bir çözümdü; korktuğum ve endişe duyduğum İngiliz ve Fransız burjuvalarının başarılarını engelledi. Ancak söylemeliyim ki Roman Kuramı bütün hatalarıyla, incelediği kültürü üreten dünyanın çöküşünü istiyordu. Eser, devrimci bir değişimin gerekliliğini anlamıştı.

NLR: Aynı zamanda, Max Weber’in arkadaşıydınız. Onu bugün nasıl değerlendiriyorsunuz? Meslektaşı Sombart tamı tamına bir Nazi idi. Sizce Weber yaşasaydı, Nasyonal Sosyalizm ile uzlaşabilir miydi? 

GL: Hayır, asla. Weber’i kesinlikle dürüst bir insan olduğunu anlamalısınız. Örneğin, İmparator’a karşı büyük bir horgörüsü vardı. Bize özel konuşmalarımızda, Büyük Alman talihsizliğinin Stuartların ya da Bourbonların aksine hiçbir Hohenzollern’in kafasının kesilmemiş olduğunu söylerdi. 1912’de böyle şeyler söyleyebilecek hiçbir sıradan Alman profesör hayal edemezsiniz. Weber, Sombart’dan oldukça farklıydı – örnek olarak, o anti-semitizme asla imtiyaz tanımadı. Onun özelliklerine ilişkin size bir hikâye anlatayım. Bir Alman üniversitesi tarafından, o üniversitedeki kürsü için tavsiyelerini iletmesini istendi -yeni bir atama yapılacaktı. Weber, onlara liyakat sırasıyla üç isim sundu ve bu üçünden herhangi birisinin mutlaka münasip bir seçim olacağını da ekledi. Şöyle dedi: Hepsi Mükemmel ancak onlardan hiçbirisi seçilmeyecek çünkü hepsi Yahudi. Bu yüzden, hiçbiri tavsiye ettiğim üç isim kadar değerli olmayan üç ismi daha listeye ekliyorum ve şüphesiz siz onlardan birisini seçeceksiniz çünkü onlar Yahudi değil. Yine de Weber’in yoğun bir şekilde ikna olmuş bir emperyalist olduğunu, liberalizminin yalnızca etkin bir emperyalizmin gerekli olduğuna dair inancından kaynaklandığını ve bu etkinliği de sadece liberalizmin garanti edebileceğini düşündüğünü unutmamalısınız. Ekim ve Kasım Devrimlerinin ezeli bir düşmanıydı. Hem olağanüstü bir hoca hem de içten içe bir gericiydi. Geç dönem Schelling ve Schopenhauer ile başlayan irrasyonalizm, en önemli ifadelerinden birini onda bulur.

NLR: Sizin Ekim Devrimi’ne dönüşünüze o nasıl bir tepki vermişti ?

GL: Lukács’taki değişimin kanaat ve fikirlerdeki derin bir dönüşümden kaynaklanmış olması gerektiğini; oysa Toller’debunun sadece bir duygu karmaşası olduğunu söylediği biliniyor. Ama o zamandan beri onunla hiçbir ilişkim olmadı. 

NLR: Savaştan sonra, Eğitim Komiseri olarak Macar Komünü’nde üyeydiniz. 50 yıl sonra, Komün deneyiminin değerlendirilmesi mümkün müdür? 

GL: Komünün ana nedeni Vyx Notu ve İtilaf’ın Macaristan’a yönelik politikasıydı. Bu açıdan Macar Komünü, savaşın sona ermesi sorununun Ekim Devrimi’ni hayata geçirmek için temel bir rol oynadığı Rus Devrimi ile karşılaştırılabilir. Vyx Notu gönderildiğinde sonucu Komün oldu. Sosyal demokratlar daha sonra Komün’ü yarattığımız için bizlere saldırdı ancak o dönemde savaş sonrası burjuva politik çerçevesinin sınırları içerisinde kalmanın imkanı yoktu; bu çerçeveyi dağıtmak gerekiyordu. 

NLR: Komün’ün mağlup edilişinden sonra, Moskova’da Komintern’in Üçüncü Kongresi’nde delegeydiniz. Orada, Bolşevik liderlerle karşılaştınız mı? Onların size etkisi nedir? 

GL: Bakın, benim küçük bir temsilciler kurulunun küçük bir üyesi olduğumu hatırlamalısınız – o dönemlerde herhangi bir şekilde önemli bir figür değildim ve elbette Rus Partisinin liderleriyle uzun  konuşmalarım olmadı. Gelin görün ki Lunaçarski aracılığıyla Lenin ile tanıştım. Beni tamamen hayran bıraktı. Elbette ilave olarak Kongre Komisyonu’ndaki çalışmada onu izleyebilmiştim. 

Diğer Bolşevik liderleri antipatik buldum. Troçki’yi dakikasında sevmedim: Onu poz kesen biri olarak düşündüm. Bildiğiniz üzere, Gorki’nin Lenin anılarında bir pasaj vardır; Lenin devrimden sonra İç Savaş boyunca Troçki’nin pek çok organizasyonel başarısını kabul ederken onda Lassalle’den bir şeyler olduğunu söyler. Komintern’deki rolünü sonraları iyice öğrendiğim Zinovyev, sadece bir siyasi manipülatördü. Benim Buharin değerlendirmem, 1925’te onun marksizmini eleştirdiğim makalemde bulunabilir- Bu, Stalin’den sonra teorik sorunlarda Rus otoritesi olduğu bir zamandı. Stalin’in kendisini Kongre’de hatırlayamıyorum- diğer pek çok Komünist gibi onun Rus Partisi’ndeki öneminin farkında değildim[1]. Uzun müddet Radek ile konuştum. Bana Almanya’daki Mart hareketi üzerine olan makalemin bu olay üzerine yazılmış en iyi şey olduğunu söyledi ve tamamıyla onayladı. Sonraları elbette Parti Mart meselesine karşı olumsuz bir tavır takınınca fikri değişti ve herkesin önünde saldırdı. Bütün bunlara karşın, Lenin benim üzerimde muazzam bir etki yarattı.

NLR: Parlamentarizm sorunu üzerine makalenize Lenin saldırdığında sizin tepkiniz ne oldu?

GL: Makalem tamamen yanlış bir yere sapmıştı ve tereddütsüz bir şekilde bu tezleri terkettim. Ancak, makaleme eleştirisinden önce Lenin’in Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı kitabını okumuş olduğumu eklemeliyim ve parlamenter katılım sorunu üzerine onun argümanlarına ben hemen hemen ikna olmuştum: makaleme eleştirileri bende çok fazla bir değişikliğe sebep olmadı.  Zaten yanlış olduklarını anlamıştım. Lenin’in Sol Komünizm’de dediği şeyi hatırlarsınız -burjuva meclisleri Sovyetlerin proleter gücünün devrimci organlarının doğuşuyla tamamen dünya-tarihsel anlamda aşıldılar ancak bu kesinlike onların dolaysız bir siyasi anlamda geçersiz kılındıkları, özellikle de batıdakikitlelerin onlara inanmadığı anlamına gelmiyordu. Böylece komünistler, bu meclislerin dışında olduğu kadar içinde de çalışmak zorundaydı.

Çeviren: Bartu Şanlı


[1] Tarih ve Sınıf Bilinci’nin 1967 basımına yazdığı önsözde, SSCB’nin Lenin’in ölümünün ardından yaşadığı bürokratik siyasal dönemece bağlı olarak kuramsal düzeyde kendi dönüşümünü şöyle anlatır Lukacs: “1924’ten sonra Üçüncü Enternasyonal, siyaset dünyasını doğru bir şekilde “göreceli istikrar” olarak tanımladı. Bu gerçekler, teorik konumumu yeniden düşünmem gerektiği anlamına geliyordu. Rus Partisi’nin tartışmalarında, tek ülkede sosyalizmin gerekliliği konusunda Stalin’le hemfikir oldum ve bu, düşüncemde yeni bir çağın başladığını çok açık bir şekilde gösteriyor.” Lukacs’ın stalinizmle ilişkisi ve Troçki’ye dair yaklaşımı konusunda bkz. Michael Löwy, “Hölderlin ve Stalinizm hakkında Lukács: Slavoj Žižek’e Bir Cevap”. [e.n.]

Ukrayna: Doğu Avrupa’da NATO ve Rusya’nın Askeri Gerilimi Tırmandırmasına Karşı – IV. Enternasyonal

Ufukta beliren askeri (ve nükleer) tehditlere karşı, siyasi istikrarsızlığın, ekonomik düzensizliğin ve emperyalistler arası çatışmanın hâkim olduğu bir bağlamda, Ukrayna halkının haklarını savunmak için harekete geçmeliyiz.

Küresel Jeopolitik Boyutu olan Ciddi ve Tehlikeli bir Durum

Yaklaşık bir aydır, Avrupa ve dünya için ciddi bir tehdit oluşturan ve bizi Kore savaşı (1950-53),  1962’deki Küba Füze Krizi veya Ronald Reagan’ın Avrupa sahnesinde taktik nükleer silah kullanma olasılığını düşündüğü 1980’lerin başında Avrupa füzelerinin (ve Sovyet SS20’lerinin) konuşlandırılması gibi Soğuk Savaş’ın zirvesindeki en ciddi krizlere geri götüren Ukrayna çevresinde askeri bir tırmanışa tanık oluyoruz.

Devam eden sözlü ve askeri sarmal tehlikesi ve düşük yoğunluklu veya geniş kapsamlı, yerel veya genelleştirilmiş, konvansiyonel veya bir tür nükleer tehdit içeren silahlı bir çatışmaya dönüşme riski, daha önce sözü edilen olaylardan daha fazladır. Ukrayna halkını birinci derecede ilgilendiriyor olsa da, tehditler mevcut krizin sözel ve savaşçı çarklarında yer alan tüm aktörleri, özellikle de tüm Avrupa halklarını ilgilendirmektedir.

Bu nedenle çifte bir zorlukla karşı karşıyayız:

1. Ukrayna’nın NATO’ya katılmasını engellemeyi amaçlayan Rus birliklerinin sınırlarına konuşlandırılmasıyla ilgili olarak Ukrayna’da dile getirilen korkulara yanıt vermek;

2. Ukrayna sorununu aşan savaşçı ifadelerin ve davranışların tırmanmasının yarattığı gerçek tehlikeleri değerlendirmek.

NATO ile ilgili bütünlüklü tavrımız iki yönlüdür: İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, Dördüncü Enternasyonal, kuruluşundan itibaren NATO’ya karşı çıkmıştır ve bu askeri ittifakın 1991’de Varşova Paktı ile aynı zamanda feshedilmesi gerekirdi; Rusya’nın emperyal hegemonik söylemlerini ve davranışlarını aynı şekilde kınıyoruz; son yıllarda Ukrayna nüfusunun artan bir bölümünü NATO’ya yönelmeye itenler onlar. Yabancı güçlerin (Atlantikçiler ve Ruslar) geri çekilmesi ve Ukrayna’nın askeri tarafsızlığı, bağımsızlığının tek güvencesidir. Ancak aidiyetlerine karar vermek –büyük güçler arasındaki müzakerelere ve şantajlara değil– Ukrayna halkına bağlıdır.

İstikrarsız bir jeopolitik durumun tehlikeliliğini artıran ana faktörler şunlardır:

1. Büyük ekonomik dalgalanmalar ve yeni bir finansal çöküş riski bağlamında AB ve ABD’nin farklı durumlarından (ve bağımlılıklarından) yararlanabilen bir Rus gücünün devrede bulunduğu (özellikle yenilenebilir enerjilere geçiş sorunlarıyla ilişkili) enerjiyle ilgili büyük çaplı meydan okumalar.

2. 2014’ten bu yana Ukrayna’dan başlayarak Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan’a ve Çeçenistan’a kadar eski Sovyetler Birliği bölgelerinde silahlı çatışmaların birikmesi ve soğuk savaşın bitiminden bu yana yaşanan yenilgileri ve aşağılanmaları telafi etme arzusuyla Rusya’nın askeri gücünün yeniden inşası için uzun bir süreç –ve Putin’in büyük güç duruşlarını teşvik eden Belarus ve Kazakistan üzerindeki Rus hakimiyetinin göreceli olarak sağlamlaşması.

3. Ve daha spesifik olarak, siyasal sistemin krizi ve Amerika Birleşik Devletleri’nin iç istikrarsızlığı (ceza almadan hızla Beyaz Saray’a döneceğini uman Trump’un kendisinin harekete geçirdiği Capitol Hill’e darbe tarzı saldırının üzerinden henüz bir yıl geçmişken); bunların yanı sıra Avrupa Birliği’nin ve bilhassa Rusya’nın iç istikrarsızlığı; iki yıllık pandemi ve otoritarizme, yolsuzluğa ve baskıya karşı genelleşmiş isyanlardan sonra.

4. 2014 yılında Rusya’nın Kırım’ı işgalinden bu yana Ukrayna’daki çatışmayı yönetmeye dönük “Normandiya Formatı”nın (Fransa, Almanya, Rusya, Ukrayna) tıkanması.

Hem Putin hem de Biden, hem ulusal düzeyde güvenilirliklerini ve meşruiyetlerini yeniden kazanmak hem de kendi etki alanları olarak gördüklerini disipline etmek için güçlü ve agresif bir imaj sunmak zorunda: Putin’in buna, Rusya’nın perestroykadan bu yana yaşadığı en büyük anti-otoriter protesto dalgasından ve etki alanı olduğuna inandığı yerlerde (Belarus, Kazakistan vb.) yolsuzluğa, eşitsizliğe ve post-Stalinist paternalizme karşı isyanlardan kurtulmak için ihtiyacı var; Biden ise Afganistan’dan aşağılayıcı bir geri çekilmenin ardından, başkanlığının son aylarında Trump’ın elde ettiği ile karşılaştırılabilir bir memnuniyetsizlik düzeyine mal olan hayal kırıklığı yaratan bir iç politika bakiyesi ile ara dönem kongre seçimlerinin eşiğindekiBiden.

Putin’in Rusya içindeki konumu da doğrudan dış politikadaki tavrına bağlıdır. Dördüncü cumhurbaşkanlığı dönemi 2024’te sona eriyor, ardından iktidarı elinde tutması (ki popülerliği azalıyor) veya “halefine” devretmesi gerekecek. Tüm siyasi kurumların tamamen tahrip olduğu bir durumda bu “iktidar aktarımı” süreci, yalnızca Putin’in kendi kararına ve iç ve dış tehditler karşısında bürokratik ve mali seçkinleri etrafında toplama yeteneğine bağlıdır.

60 Yıl Sonra İlk Nükleer Savaş Tehdidi

Açıklamalarının küstahlığı siyasi zayıflıklarıyla orantılı: “Umarım Putin nükleer bir savaştan uzak olmadığının farkındadır”. 20 Ocak’ta düzenlediği basın toplantısında Biden, “Putin Batı’yı test etmek istiyor ve bunun için yaptığına pişman olmasını sağlayacak bir bedel ödeyecek” dedi. Ancak bu türden savaşçı ifadeler, poz vermekten ve yalan bir poker oyunundan ibaret olsalar bile, asla zararsız ve kontrolsüz sarmallar değildir.

Birliklerini Ukrayna’nın kuzey ve doğu sınırlarında kitlesel bir şekilde yoğunlaştırmasının arkasındaki itici faktör, Rusya’nın Ukrayna’nın NATO’ya girme ihtimalinden duyduğu korkudur; çünkü bu şekilde düşman nükleer silahlar kendi yakınlarında konuşlanabilecektir.

SSCB’nin sona ermesinden ve Varşova Paktı’nın dağılmasından 30 yıl sonra: NATO’nun genişlemesi ile Rus emperyalizminin yeniden inşası arasında Mihail Gorbaçov 30 yıl önce Varşova Paktı’nı dağıtmaya karar verdiğinde, NATO liderleri Atlantik İttifakını feshedecekti ve gelecekte yeniden birleşen Almanya’nın II. Dünya Savaşından sonra tarafsız olan Avusturya gibi tarafsız bir ülke olacaktı. Ancak bildiğimiz gibi, yalnızca yeniden birleşmiş Almanya NATO’ya katılmakla kalmadı, aynı zamanda İttifak o zamandan beri doğuya doğru genişledi ve 45 yıl boyunca Sovyet bloğunun bir parçası olan ülkelerin çoğunu içine aldı: 1999’da Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Macaristan. 2004’te Bulgaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya, Slovakya ve Slovenya da aynısını yaptı. Bunu 2009’da Arnavutluk ve Hırvatistan izledi ve 2020’de sıra Kuzey Makedonya’ya geldi.

NATO’nun korunması ve genişlemesi, kıtadaki ilişkileri yatıştırmak şöyle dursun, AB ile Moskova’nın egemen olduğu Avrasya Birliği arasında yer alan ülkelerin zararına Büyük Rus yayılmacı mantığı teşvik ederek ilişkileri gerdi.

Rusya’nın Ukrayna sınırı boyunca başlattığı askeri seferberlik, Biden’ın Ukrayna’da stratejik silahların konuşlandırılmaması ve Ukrayna’nın NATO üyeliğinin gündeme gelmemesi konusunda anlaşmaya neden hazır olduğunu açıklıyor. Ancak, FBI’ın kendi raporlarına göre, Ukrayna’da Yanukoviç hükümetinin devrilmesinden, Kırım’ın Rusya tarafından ilhak edilmesinden ve Donbass’ta işgalin başlamasından bu yana Ukrayna’nın uluslararası faşist hareket için bir eğitim ülkesi haline geldiğini unutmamalıyız. Tıpkı İslami köktenciliğin önce Afganistan’daki savaşı (o dönemde El Kaide’nin CIA ve Pakistan askeri istihbaratı tarafından kurulmasıyla), ardından Bosna ve daha yakın zamanda, Irak ve Suriye’deki savaşı kullandığı gibi (DAEŞ terörünün kökeni) burada Rus karşıtı savaşçılar örgütlenerek Ukrayna milislerine dahil ediliyor. Öte yandan sözde “Donetz Halk Cumhuriyeti” de Slav aşırı milliyetçilerini ve faşist güçleri topluyor.

Mantıken, Rusya’nın tırmanışına ve Baltık cumhuriyetlerinde konuşlanmış NATO birliklerinin ve Amerikan silahlarının seferber edilmesine rağmen, neyse ki müzakere için bir pay var, ancak iki taraf durumu çok gerdiğinden ve kendi bünyelerindeki siyasi zayıflık ve iç kurumsal istikrarsızlıktan ötürü esnek bir çözüme ulaşmak zor olacak.

Askeri çılgınlıklardan ekonomik çılgınlıklara: Biden’ın ‘yaptırım’ tehditleri üzerine

Biden ve NATO’nun saldırganlığına rağmen, Avrupalı ​​güçler ne yapacakları konusunda bölünmüş durumda. Fransa ve Almanya gibi bazı ülkeler askeri caydırıcılığa girişme konusunda çok isteksiz olsalar da, “ilerici” İspanyol hükümetinin kölece tutumu özellikle acıklı. Mantıken Almanya, ekonomik kırılganlığı ve Rusya’ya olan enerji bağımlılığı çok büyük olduğu için bu senaryoda kilit bir ülkedir. Biden, Rusya’nın küresel ödeme sistemi SWIFT’den çıkarılması veya Nord Stream 2 boru hattının kapatılması gibi benzeri görülmemiş yaptırım tehdidini savuruyor; ki Putin, bu ikincisinin ABD ile “ilişkilerin tamamen kesilmesi” anlamına geleceğini söylüyor.

Aylardır jeopolitik baskının bir ölçüsü olarak Avrupa’ya yaptığı gaz ihracatının fiyatını kasten yükselten Rusya, fiyatı daha da artırmaya veya doğrudan arzı kesmeye karar verirse, endüstriyel aktivitede ciddi bir düşüş söz konusu olacak. Ayrıca Orta Avrupa’nın çoğuna elektrik ve ısıtma tedarikinin düşmesi ve bunun sosyo-ekonomik etkilerinin de şüphesiz dramatik sonuçları olacaktır. Öte yandan, Rusya SWIFT sisteminden çıkarılacak olsaydı, Batı finansal varlıklarındaki 56 milyar dolar ve Rus şirketlerine yerleştirilen 310 milyar Euro, büyük olasılıkla Rusya’nın acil bir tepkisiyle ciddi şekilde tehlikeye girecekti (aslında bazı Batılı yetkililer Rusya’nın bu sistemden çıkarılmasının gerçekçi olmadığını söylüyor.)

Bu çapta bir enerji, finans ve ticaret savaşının, iki yıllık pandemiyle birlikte kırk yıllık daralan uzun dalganın, finansallaşmanın ve neoliberal kuralsızlaştırmanın istikrarsızlaştırıcı etkilerinin biriktiği bir küresel ekonomi için ölümcül olacağından şüphe yok. Öte yandan bu durum Washington stratejistleri için hayal edilebilecek en büyük kâbus olan Rusya ile Çin arasında yeni bir jeo-ekonomik ve jeopolitik yakınlaşmayı teşvik edecektir.

Durumdaki Belirsizlikler

ABD ve İngiltere makamları, Rusya’nın ülkeyi işgal etme riskini öne sürerek vatandaşlarına Ukrayna’yı terk etmelerini emrediyor. Bu eylemler, bir savaş psikozu yaratmaya ve durumu daha da gerginleştirmeye katkıda bulunur. Öte yandan Almanya, bazı Baltık cumhuriyetlerinin talep ettiği eski Doğu Almanya’dan Ukrayna’ya silah teslimatını veto etti. Bugünlerde Ukrayna’ya silah taşıyan İngiliz askeri uçuşları, Alman toprakları üzerinde uçmaktan kaçınıyor. Paradoksal olarak, mevcut durumla ilgili nadir mantıklı yorumlar politikacılardan veya gazetecilerden değil, bazı askerlerden geliyor: “Medya bir çatışmanın ateşine benzin döküyor, kimsenin bir savaşın gerçekten ne anlama geldiğini anlamadığı kanısındayım” diyor Bundeswehr’in eski Genel Müfettişi General Harald Kujat. “Savaşı nasıl önleyeceğimizi bilmek yerine sadece savaş hakkında konuşmamız kabul edilebilir değil”.

Rusya’nın siyasi durumu ve Putin’in niyetleri

Rusya, küresel askeri harcamaların %3’üne denk bir askeri bütçeye sahip (unutmayalım ki dünyadaki ikinci konvansiyonel ordudan, Amerika Birleşik Devletleri’ninkine eşdeğer kara kuvvetleri ve neredeyse eşdeğer bir nükleer cephanelikten bahsediyoruz), NATO’daki stratejik bölünme ve iç kriz bağlamında çok tehlikeli bir istikrarsızlaştırma oyunu oynuyor ve bu askeri ittifaktan çok agresif bir tepki alabilir. Rusya’nın dış politikası açık bir şekilde gericidir; Putin’in Suriye, Beyaz Rusya ve Kazakistan’daki gerçek isyanları ve halk devrimlerini bastırmaya, Rusya Federasyonu’ndaki demokratik muhalefeti ve halk güçlerini susturmaya çalışan neo-Çarlıkçı, oligarşik ve milliyetçi politikalarını, Lenin’in devrimci, proleter ve enternasyonalist politikalarıyla birbirine karıştıran Soğuk Savaş dönemine nostalji duyan sol kampçılarının iddialarının aksine bugün, Rus toplumu büyük bir yoksulluk ve eşitsizlikten mustariptir (Amerika Birleşik Devletleri’ndekinden bile daha yüksek). Aslında, Rusya’nın savunduğu “dünyanın yeni mimarisi”, dünyanın büyük güçlerinin “çıkar alanlarına” bölündüğü ve küçük ülkelerin kendi kaderini kontrol etme hakkını kabul etmeyen 20. yüzyılın başlarındaki eski moda emperyalizmdir. Bu açıdan bakıldığında, Rusya’nın Amerika’ya karşı temel iddiası, (Putin’in ünlü tabiriyle) “tek ve egemen” bir dünya inşa ettiği ve diğer küresel oyuncularla paylaşmaya istekli olmadığıdır.

Ancak çoğu Batı medyasına göre, filmdeki tek kötüler Putin ve “korkunç” Lavrov. Ama gerçek şu ki, Bolşevik radikalizminden olabildiğince uzak olan Oskar Lafontaine gibi bir adamın sözleriyle, “dünyada birçok katil çetesi var, ama neden oldukları ölümleri sayarsanız, Washington’un suç çetesi en kötüsüdür.” Rus halkının ihtiyaç duyduğu şey yumuşamadır; Putin’de cisimleşen otoriter rejimin temelini oluşturan post-Stalinist bürokrasi ile mafya oligarşisi arasındaki kırılgan ittifakı kırabilecek demokratik ve popüler bir muhalefet geliştirme şansıdır; bu gerici bloğu birbirine bağlayan milliyetçi histeriye ket vurmak ve gençlerin, kadınların ve emekçilerin taleplerini enternasyonalist bir yönelişle yeniden öne çıkarmaktır.

Ne Bekleyebiliriz?

Rusya’nın “Ukrayna’yı istila etmesi” ve tüm ülkeyi işgal etmesi söz konusu bile olamaz. Budapeşte sokaklarında bugün hâlâ 1956 Sovyet işgalinin izlerini görebilirsiniz. O zaman Macaristan’da olanlar, bugün Ukrayna’da olabileceklere kıyasla çocuk oyuncağı kalacaktır.

Putin’in Belarus, Kaliningrad ve diğer komşu bölgelere “taktik” nükleer füzeler yerleştirmesi çok daha olası. Donbass’ın ilhak edilmesi olasılığı da göz ardı edilemez. Petrol ve gaz fiyatlarındaki mevcut artış ve bunların devam edeceğine dair beklenti, Kremlin’in bu operasyonların ekonomik maliyetlerini karşılamasını sağlayabilir. Ve, daha az olası ve çok daha riskli -ve kesinlikle çok daha kanlı- olmasına rağmen, güneye doğru bir güvenlik kemeri oluşturmak ve iki isyan bölgesini Kırım yarımadasına bağlamak için Donbass’ın (Mariupol) güneyindeki bölgeyi ele geçirmeye yönelik bir Rus askeri operasyonu ihtimal dışı değildir.

Mevcut gelişmeler ciddi ve Avrupa’da barış için son derece tehlikelidir. Bildiğimiz gibi, maksimum gerilim durumlarında hiçbir aktör olayların mutlak kontrolüne sahip değildir ve herhangi bir kaza kontrol edilemeyen durumları tetikleyebilir. Küresel bir anti-militarist ve nükleer-karşıtı atılımın zeminini hazırlamak için acilen uluslararası seferberliğe ihtiyaç var. Asya-Pasifik bölgesindeki gerilimler ayrıca Ukrayna’da devam eden tırmanışla da bağlantılı ve büyük güçlerin ekonomik, sosyal ve kurumsal kriz zamanlarında emperyalist eğilimlerinin güçlenmesi özellikle tehlikeli bir hal alır. Tüm bu nedenlerle, siyasi, sosyal, ulusal, bölgesel ve uluslararası örgütleri solun enternasyonalist ve dayanışmacı ivmesiyle yeniden bağ kurmak için büyük uluslararası seferberlik toplantılarında buluşmaya çağırıyoruz.

Gerginliği azaltma, barış, blokların çözülmesi ve halkların kendi kaderini tayin hakkı için seferberliği örgütleyelim!

Dördüncü Enternasyonal Yürütme Kurulu

30 Ocak 2022

Türkçe tercüme İmdat Freni Çeviri Kolektifi tarafından gerçekleştirildi. 

Rosa Luxemburg’un enternasyonalizmi – Michael Löwy

Sadece birkaç Marksist düşünür, sosyalizmin uluslararası programına Rosa Luxemburg’dan daha fazla taahhüt sahibiydiler. O Yahudi, Polonyalı ve Almandı, fakat onun tek “anavatanı” Sosyalist Enternasyonal’di. Ancak, onun bu radikal enternasyonalizminin ulusal sorunda sorgulanabilir pozisyonlar almasına neden olduğu da bir gerçektir.

Örneğin, kendi ülkesi Polonya’da, sadece Pilsudski’nin Polonya Sosyalist Partisi’ndeki (PPS) “sosyal yurtseverlerin” Polonya’nın ulusal bağımsızlığı çağrılarına muhalefet etmekle kalmadı, Bolşeviklerin Polonya’nın kendi kaderini tayin etme hakkını da (Rusya’dan ayrılma hakkını da içermek üzere) reddetti. 1914’e kadar görüşlerini “ekonomistçe” argümanlara dayandıracaktı: Polonya zaten Rus ekonomisine entegre olmuştu ve bu yüzden Polonya’nın bağımsızlığı yalnızca gerici aristokratik ve küçük burjuva katmanlar tarafından paylaşılan, sadece ütopik bir talepti.

Ulusları esas olarak “kültürel” birer olgu olarak kavradı, ulusal taleplere çözüm olarak da “kültürel otonomi”yi önerdi. Lenin’in bu konu üzerindeki yazılarında vurguladığı gibi, onun yaklaşımında eksik olan nokta ulusal sorunun politik boyutuydu: kendi kaderini tayin etme demokratik hakkı.

Ancak, en azından bir makalesinde, problemi çok daha açık ve diyalektik bir şekilde beyan etti: 1905’teki Polonya Sorunu ve Sosyalist Hareket başlıklı toplu yazılarına önsözde. Bu makalede, her ulusun meşru bağımsızlık hakkı (“doğrudan, sosyalizmin en temel ilkelerinden gelen…”) ile, reddetmiş olduğu bu bağımsızlığın Polonya için istenilebilirliği arasında çok dikkatli bir ayrım yapar.

Ulusal baskının “en tahammül edilemez barbarca bir baskı” olduğunda ve bunun ancak “gazapla dolu, fanatik bir isyan” kışkırtabileceğinde ısrar etti. Ama, yıllar sonra, 1918’deki Rus Devrimi broşüründe -ki Bolşeviklerin demokrasi ve özgürlüğü kısıtlaması hakkında çok değerli eleştirileri içerir- ulusun kaderini tayin hakkına herhangi bir referansı “içi boş bir küçük burjuva lafebeliği” olarak reddeder.

Rosa Luxemburg’un enternasyonalizmi hakkındaki çoğu tartışma asıl olarak -bazen tamamen- onun (gerçekten de sorgulanabilir olan) ulusal haklar tezi hakkındadır. Burada eksik olan onun görüşlerinin pozitif olan yanıdır: Marksist proletarya enternasyonalizmi kavramına olan olağanüstü katkısı ve milliyetçi ve şoven ideolojilere taviz vermeyi inatçı bir şekilde reddetmesidir.

Dünyanın işçileri birleşin!

George Lukács, 1923’te yazdığı Tarih ve Sınıf Bilinci adlı kitabın “Rosa Luxemburg’un Marksizm’i” üzerine olan bölümünde, diyalektiğin bir kategorisi olan bütünselliğin [totality] “devrimin bilimdeki ilkesinin taşıyıcısı” olduğunu ileri sürdü. Rosa Luxemburg’un yazılarını, özellikle Sermaye Birikimi’ni (1913) bu diyalektik yaklaşımın çarpıcı bir örneği olarak gördü.

Ama, aynı şey onun enternasyonalizmi için de söylenebilir: değerlendirir, analiz eder ve bütün sosyal ve siyasal sorunları bütünün bakış açısından tartışır, yani uluslararası işçi sınıfı hareketinin çıkarlarının perspektifinden.

Bu diyalektik bütünlük bir soyutlama, boş bir evrenselcilik veya farklılaştırılmamış varlıkların bir yığını değildi: uluslararası proletaryanın kendi kültürleri, dilleri ve tarihlerinden meydana gelmiş, yaşam ve çalışma koşullarının da çok farklı olduğu, bir insan çoğulluğu olduğunu iyi biliyordu.

Sermaye Birikimi’nde Güney Afrika’daki madenler ve plantasyonlarda zorla çalıştırılan işçilerin -Almanya’daki fabrikalarda benzerinin hiç olmadığı- uzun bir tanımlaması vardır. Ama bu çeşitlilik ortak eyleme bir engel olarak anlaşılmamalıydı: diğer bir deyişle, enternasyonalizm onun için Marks ve Engels’in anladığı gibiydi: “Proletarier aller Ländervereinigt euch!” [Bütün ilkelerin işçileri birleşiniz!] -ortak düşmana yani kapitalist sisteme, emperyalizme ve emperyalist savaşlara karşı bütün ülkelerin işçilerinin birliği.

Bunun içindir ki, Almanya’ya geldikten ve Alman Sosyal Demokrasisinin saflarına katıldıktan sonra, militarizme, askeri kredilere veya donanmanın seferlerine taviz vermeyi kesinlikle reddetti. Sosyal Demokratik sağ kanat (Wolfgang Heine ve Max Schippel gibileri) Kayzer hükümetiyle bu konularda görüşmeler yapmak isterken, o, güya “iş alanı yaratma ihtiyacı” ile meşrulaştırılan bu cinsten teslimiyetçilikleri açığa vurdu.

Sınırlar olmaksızın dayanışma

Yaşadığı zamanın pek çok diğer sosyalizmlerinden farklı olarak, Luxemburg’un enternasyonalizmi Avrupa ülkeleriyle sınırlı değildi. Avrupa sömürgeciliğine aktif bir şekilde baştan muhalefet etti ve sömürge halklarının mücadelesine olan sempatisini saklamadı. Doğal olarak, bu, Almanya’nın Alman Güney-Batı Afrika’sında 1904’teki Herero ayaklanmasının zalimce bastırılması gibi Afrika’daki sömürge savaşlarını da kapsıyordu.

1911’de kalabalığa yaptığı bir konuşmada, şöyle anlattı:

“Herero halkı yüzyıllardır kendi yurdunda yaşayan siyah bir halktır… Onların ‘suçu’                              köle tüccarlarına teslim olmamak ve yurtlarını yabancı istilacılara karşı savunmaktı… Bu savaşta da Alman silahları bolca şana sarmalandılar… Erkekler vuruldu, kadınlar ve çocuklar yangın yeri gibi olan çöle sürüldüler.”

Kuzey Afrika’daki (Fransa’ya karşı) yüksekten atan Alman emperyalist iddialarını (1911’deki, “Fas olayı” denilen, Almanya’nın Agadir’e gemilerini gönderdiği olay) suçlarken, Cezayir’deki Fransız sömürgeciliğini Arap aşiretlerinin kadim klan komünizmine karşı burjuva özel mülkiyetini şiddetle dayatmak teşebbüsü olarak tanımladı.

1907-1908’de Sosyal Demokrat Parti okulundaki ekonomi politik derslerinde, ileri kapitalist ülkelerdeki proleter kitlelerinin modern komünizmi ile emperyal egemenliğin, “sömürge ülkelerde kâr açlığıyla yürüyüşe geçişine karşı inatçı bir direniş gösteren kadim komünist var olmanın savunucuları” arasındaki bağlantıyı vurguladı.

En önemli makalesi Sermaye Birikimi’nde, şiddet kullanarak el koymanın küresel ölçekteki kapitalist birikimin yalnızca bir ilk aşaması değil, kesintisiz bir süreç olduğunu ileri sürdü:

“Tarihsel bir süreç olarak görülen sermaye birikimi zoru kesintisiz bir silah olarak                kullanır, sadece ilk ortaya çıktığında değil, devamında da, ta bugüne kadar. Bu süreçteki ilkel toplumlar açısından, bu bir ölüm kalım meselesidir; onlar için karşı çıkmaktan ve sonuna kadar savaşmaktan başka çare yoktur… Dolayısıyla, herhangi bir sömürgeci rejimin sürekli olarak ordularını sömürgeleri işgale göndermesi, yerli ayaklanmaları ve cezalandırıcı askeri seferler günün gereklerindendir.”

O zaman, çok az sayıda sosyalist sömürgeci seferleri açığa vurdu ve sömürgeleştirilen halkların direnişini ve mücadelesini haklı buldu. Her ne kadar dikkatinin merkezinde Avrupa varsa da Luxemburg’un tutumu enternasyonalizminin gerçek doğasını açıklar.

Tutarlı bir savaş karşıtı

Rosa Luxemburg, Avrupa’da yükselmekte olan savaş tehlikesini açıklıkla gördü ve Emperyal Alman hükümetinin savaş hazırlıklarını açığa vurmaktan hiç vazgeçmedi. 13 Eylül 1913’te Frankfurt am Main yakınındaki Bockenheim’da yaptığı bir konuşmayı çok önemli bir beyanla bitirdi: “Eğer Fransız ve diğer kardeşlerimize öldürücü silahları doğrultacağımızı düşünüyorlarsa şimdiden söyleyelim: asla öyle bir şey yapmayacağız!”

Savcı onu hemen “halkı yasaya karşı itaatsizliğe kışkırtmakla” itham etti. Mahkeme Şubat 1914’teydi; Rosa Luxemburg, Birinci Enternasyonal’in 1868 Brüksel konferansındaki bir kararı -eğer savaş olursa işçiler genel grev yapacak kararı- alıntılayarak, militarizme ve savaş politikalarına karşı çıkan korkusuz bir konuşma yaptı.

Konuşması sosyalist basında çıktı ve klasik savaş karşıtı literatürün bir parçası oldu. Bir yıl hapse mahkûm oldu, ama Emperyal otoriteler, ancak savaş başladıktan sonra, 1915’te, onu tutuklamaya cesaret edebildiler.

Birinci Dünya Savaşı’nın patlamasıyla, pek çok Avrupalı sosyalist ve Marksist “anavatan savunması” adı altında kendi hükümetlerini desteklerken, o hemen emperyalist savaşa karşı muhalefeti örgütlemeye girişti. Bu ilk çok önemli aylarda saldırgan resmi “yurtsever” ideolojiye hiç taviz vermez ve SPD liderliğinin proleter enternasyonalizminin ilkelerine  berbat ihanetine karşı eleştirel argümanlar geliştirir.

Onun SPD’nin politikalarına karşı “büyüyen nefreti” dediği şeyi açıklamak için, J.P.Nettle “kuvvetli bir kişisel öge”ye işaret eder: “Rosa Luxemburg gibi göçmenlerin ağır ve ‘resmi’ Almanlara karşı duydukları ebedi ve bastırmayı beceremedikleri, sabırsızlıkları ve hayal kırıklıkları.”

Ancak, Nettl’ın kabullenmek zorunda kaldığı gibi, savaşa karşı muhalefet sadece yabancı “göçmenler”le kısıtlı değildi, aralarında Karl Liebknecht, Franz Mehring ve Clara Zetkin gibi otantik Alman figürler de vardı. Dolayısıyla, Rosa Luxemburg’un Ağustos 1914’teki sosyal-yurtsever teslimiyetçiliğe karşı öfkesi “göçmen sabırsızlığından” değil enternasyonalizme hayat boyu taahhüdünden ileri geliyordu.

Militarizme ve milliyetçiliğe karşı yaptığı propoganda dolayısıyla birkaç defa hapsedildi, ilkeli duruşunu 1916’daki Ya/Ya da başlıklı makalesinde özetledi: “Savunulması başka her şeyin üstünde olan, proletaryanın ana vatanı Sosyalist Enternasyonal’dir.”

“Bütün ülkelerin işçileri birleşiniz!” çağrısının yerine “Bütün ülkelerin işçileri birbirinizin boğazını kesiniz!” çağrısını koyan, onun “sosyal şovenizm” dediği şeyin etkisiyle İkinci Enternasyonal çökmüştü. Buna cevap olarak, Luxemburg yeni bir Enternasyonal çağrısı yaptı. Bu gelecek Enternasyonal’in temel ilkeleri için kendi önerilerini yazarken, şunları vurguladı:

“Proletaryanın uluslararası dayanışmasının dışında sosyalizm olamaz ve sınıf mücadelesi olmadan sosyalizm olamaz. Sosyalist proletarya, intihar etmeden ne savaşta ne barışta, sınıf mücadelesinden ve uluslararası dayanışmadan vazgeçemez.”

Şüphesiz bu, Karl Kautsky’nin Enternasyonal’in barış zamanlarının bir aleti olduğu, ama ne yazık ki bir savaş durumunda uygun olmadığı, iki yüzlü argümanına karşı bir cevaptı. Bu yeni teori, 1914’te Alman “ulusal savunması”na verdiği desteğin meşrulaştırılmasına hizmet etti.

Ya/Ya da kişisel bir beyanı, onun en kıymetli olan etik ve ideolojik değerlerine dair duygulandıran bir itirafını da içerir: “İşçilerin uluslararası kardeşliği benim için yeryüzündeki en yüksek ve en kutsal şeydir, benim rehber yıldızım, idealim, anavatanımdır; bu ideale sadakatsizlik etmektense canımı vermeyi tercih ederim!”

Milliyetçiliğe karşı uyarı

Rosa Luxemburg’un emperyalizmin, milliyetçiliğin ve militarizmin kötülüklerine karşı yaptığı uyarılar kâhinceydi. Bir kâhin mucizevi bir şekilde geleceği tahmin eden birisi değildir, ama Amos ve İsaiah gibi, insanları, kötülükleri önlemek için kolektif tedbir almadıkları sürece, önlerine çıkacak felaketlere karşı uyarır.

Kapitalizm ve emperyalizm var olmaya devam ettiği sürece her zaman yeni savaşların olacağı uyarısını yaptı:

“Dünya barışı, kapitalist diplomatlardan oluşan uluslararası hakemlik mahkemeleri, ‘silahsızlanma’yla ilgili diplomatik anlaşmalar gibi ütopik ve gerici planlarla güvenceye alınamaz… ‘Avrupa federasyonu’, ‘orta-Avrupa gümrük birlikleri’, ‘ulusal tampon devletler’ ve benzerleri. Kapitalist sınıfların hakimiyeti karşı durulmadan devam ettiği sürece, emperyalizm, militarizm ve savaşlar ortadan kaldırılmayacak veya lanetlenmeyecek.”

Milliyetçiliğe karşı, işçilerin ve sosyalist hareketin öldürücü düşmanı, militarizm ve savaşın beslenme zemini olduğuna dair uyarıda bulundu. 1916’da “Sosyalizmin acil görevi, proletaryayı, milliyetçi ideolojinin etkisinin gösterdiği gibi, burjuvazinin entelektüel tahakkümünden kurtarmak olacak,” diye yazdı.

Savaşın Parçası, Ulusal Sorun ve Devrim’de (1918), savaşın son yılında aniden yükselen milliyetçi hareketlerden endişe duymaktadır. Bu hareketler çok farklı bir karaktere sahiptiler, bazıları (Balkanlar’da olduğu gibi) az gelişmiş burjuva sınıflarının ifadesiydiler, diğerleri ise, İtalyan milliyetçiliğinde olduğu gibi, saf emperyal-sömürgeciydiler.

Bu “şu andaki milliyetçilik dünya-patlaması” özel çıkarların renkli bir çeşitliliğini ihtiva ediyordu, ama Ekim 1917’yi yaratan istisnai tarihsel durumdan kaynaklanan bir ortak çıkar etrafında birleşmişti: proletaryanın dünya devrimi tehdidine karşı mücadele.

“Milliyetçilik”ten kastettiği, şüphesiz, ulusal kültür veya farklı halkların ulusal kimlikleri değildi, daha ziyade, “Ulus”u, her şeyin ona tabi olduğu (“Deutschland über alles”) yüce siyasal değere dönüştüren ideolojiydi.

Uyarıları kehanet doluydu, o kadar ki, yirminci yüzyılın en kötü suçları -Birinci’den İkinci Dünya Savaşı’na kadar ve öteye- milliyetçilik adına, “milli savunma adına”, “yaşamsal ulusal alan” ve benzerleri adına işlenmişti.

Ulusal taleplere ilişkin olarak aldığı tutumlardan bazıları eleştirilebilir, ama ulus-devlet politikalarının (bölgesel çekişmeler, “etnik temizlik”, azınlıklara baskı) tehlikelerini açık olarak idrak etmişti.

Küreselleşmiş bir Sol için Pusula

Rosa Luxemburg’un enternasyonalizminin bugünle alakası nedir? Şüphesiz, erken yirmibirinci yüzyılın tarihsel koşulları, onun yazılarının çoğunu yazdığı, erken yirminci yüzyıldakinden çok farklıdır. Ama, bazı kesin yönleriyle, onun enternasyonalist mesajı -veya belki daha fazlası- bugünle onun zamanınkinden daha alakalıdır.

Rosa Luxemburg’un mirası pek çok bakımdan bizim hareketimiz için önemli olabilir. Düşmanın “küreselleşme” veya sadece “neoliberalizm” değil, küresel kapitalist sistemin kendisi olduğunu açıklıyor. Küresel kapitalist hegemonyanın alternatifi “ulusal egemenlik”, küresele karşı ulusalın savunusu değil, daha ziyade direnişin küreselleşmesi, yani uluslararasılaşmasıdır.

İmparatorluğa alternatif olan şey kapitalizmin “düzenlenmiş”, “insanileştirilmiş” biçimi değil, yeni, sosyalist ve demokratik bir dünya medeniyetidir. Şüphesiz, bizim çağımızda Rosa Luxemburg’un bilmediği yeni meydan okumalarla baş etmeliyiz: ekolojik felaket ve küresel ısınma. Bunlar kapitalistlerin genişleme ve büyüme için sınırsız dürtülerinden kaynaklanmaktadır ve küresel bir düzeyde karşı konulmalıdır. Diğer bir deyişle, ekolojik kriz Luxemburg’un ekolojik değerler sisteminin/etosunun nasıl bugünle alakalı olduğuna dair yeni bir argümandır.

Rosa Luxemburg’un milliyetçilik zehrine karşı uyarısı hiç bu kadar ilgili olmamıştı. Bugün dünyada -özellikle Avrupa ve Amerika’da- milliyetçilik, yabancı düşmanlığı veya çeşitli “yurtseverlik”ler altında ırkçılık, gerici, faşist veya yarı-faşist yüzleriyle yükselişte ve demokrasi ve özgürlük için ölümcül bir tehlike oluşturuyorlar. İslamofobi, antisemitizm ve anti-Roman ırkçılık gemi azıya almış, açık veya gizli hükümet desteği alıyor.

Her şeyden önce, göçmenlere duyulan yabancı düşmanı nefret -baskı, savaş ve açlıktan kaçan çaresiz insanlara karşı- sinik bir şekilde neo-faşist partiler tarafından ve/veya otoriteryen hükümetler tarafından teşvik ediliyor. Orban, Salvini ve Trump göçmenleri günah keçisi yapan politikaların sadece en yaygaracı ve mide bulandırıcı temsilcileridir. Binlerce göçmen Avrupa’nın kapılarının sımsıkı kapatılmasıyla Akdeniz’in sularında ölüme mahkûm edildi. Bu, Rosa Luxemburg’un sert bir şekilde eleştirdiği acımasız sömürgeci tutumun yeni bir biçimi olarak görülebilir.

Onun sosyalist enternasyonalizmi yabancı düşmanı bir fırtınanın ortasında çok değerli bir ahlaki ve siyasi pusula olarak durmaktadır. Bereket versin ki, ırkçı ve milliyetçi dalgaya inatla karşı çıkanlar sadece Marksist enternasyonalistler değil: dünyadaki pek çok insan hümanist, dinsel veya ahlaki değerlerle harekete geçip baskı altındaki azınlıklar ve göçmenlerle dayanışma gösteriyorlar. Sendikacılar, feministler ve diğer sosyal hareketler bütün ırklardan ve milliyetlerden insanları sömürü ve baskıya karşı ortak mücadelede örgütlemekle meşguller.

Rosa Luxemburg’un enternasyonalist fikirleri gerçeği anlamak ve dönüştürmek için çok değerli araçlardır. Zamanımızın mücadeleleri için elzem ve kaçınılmaz silahlardır. Ama, Marksizm sürekli hareket halinde olan açık bir yöntemdir, her çağın yeni meydan okumaları için yeni fikirler ve kavramlar geliştirmelidir.

Çeviri: Sevil Kurdoğlu

Kaynak: https://sendika.org/2022/01/rosa-luxemburgun-enternasyonalizmi-michael-lowy-643749/

Antikapitalist Seçeneğin İnşası için TİP’te buluşuyoruz! – Yeniyol

Kapitalizm insanlığı ve tüm gezegeni koşar adımla ekolojik bir felakete doğru sürüklerken ve dünyanın dört bir yanında faşizan hareketlerin ürkütücü biçimde güç kazandığı koşullarda uluslararası işçi hareketi ve devrimci sosyalist güçler on yıllardır süren mağlubiyetlerin ardından, her zamankinden daha acil bir yeniden yapılanma ihtiyacıyla karşı karşıya.

Üzerinde yaşadığımız topraklara baktığımızda ise bu uluslararası çerçeveden hiç de bağımsız olmayan, siyasal, iktisadi, toplumsal ve ekolojik krizlerin iç içe geçtiği, Saray rejiminin meşruiyetini kaybederken elindeki zor aygıtlarını daha da hunharca kullandığı bir evrenin içinden geçiyoruz. Kendisini iktidara aday gören restorasyon güçlerinin ise halka yoksulluk ve sömürüden başka bir şey vadetmediği de aşağıdakilerin kolektif mücadelelerine tahammülü olmadığı da fazlasıyla anlaşılmış durumda.

Emekçilerin hem iktisadi hem siyasal saldırılarla rejim tarafından terbiye edilmeye çalışıldığı, devletin Kürt halkını nefessiz bırakmak için elinden geleni ardına koymadığı, direngenliğiyle örnek olan kadın mücadelesinin susturulmak istendiği, LGBTİ+’ların devlet tarafından hedef haline getirildiği, öğrencisiyle akademisyeniyle üniversitelerin saldırı altında olduğu, doğanın büyük bir mülksüzleştirme dalgasını da içeren dehşetengiz bir yağma harekatına maruz kaldığı, her tür demokratik hakkın keyfi gerekçelerle taarruz altına alındığı bu çürümüş rejimden de içinde yer aldığı kapitalist barbarlık düzeninden de kurtulmak için bir yol var diyoruz.

Bu yol, emekçilerin ve ezilenlerin kolektif eyleme kapasitelerini geliştirecek, özgüvenlerini yükseltecek kazanımlar elde etmelerini ve sınıf bilincinin yeniden inşasını hedefleyen antikapitalist bir siyasal aracın mücadeleler içinde örülmesinden geçiyor.

Maksat sadece AKP’nin yenilgiye uğratılması değil, sonrasında gelişecek süreç içinde sermayenin hakimiyetini kıracak, kapitalizmden kopuşu geniş kitleler nezdinde anlamlı ve tahayyül edilebilecek bir seçenek haline getirecek bir birleşik siyasal mücadelenin zeminini oluşturmaktır. Bu da sosyalist hareketin yeniden yapılanmasından, ekososyalist ve feminist, enternasyonalist ve çoğulcu, emekçi sınıfların içinde kök salmış bir devrimci kitle partisinin inşasından geçiyor.

İçerisinde bulunduğumuz topyekûn kriz koşullarından emekçiler ve ezilenler lehine bir çıkışın patikalarını mücadeleler içinde açacak, AKP sonrası dönemde yeni burjuva iktidarına karşı emeğin ve özgürlüğün savunusunu üstlenecek antikapitalist bir sınıf siyasetinin inşası bakımından Türkiye İşçi Partisi’nin belirleyici bir aktör olabileceğini düşünüyoruz.

TİP’in, uzun yıllar sonra ilk kez emekçiler ve ahali nezdinde ilgi ve itibar gören sosyalist bir odak olarak ortaya çıkması; partinin Kürt halkı ve HDP ile enternasyonalist ve dayanışmacı bir çizgide hareket etmesi; tek bir geleneğin taşıyıcılığını üstlenmektense saflarını sermaye düzeniyle dövüşmek isteyen herkese açarak çoğulcu ve katılımcı bir siyasal kültürü derinleştirmeye yatkın bir zemin oluşu, bizler için, sözünü ettiğimiz türden bir siyasal inşa bakımından bilhassa önemlidir.

Sürekli Devrim dergisini çıkarmaya başladığımız 1978’den bugüne dek yürüttüğümüz sosyalist mücadeleyi, bundan böyle Türkiye İşçi Partisi saflarında, bu partinin birer üyesi olarak sürdüreceğimizi ilan ediyoruz. Tüm dostlarımızı antikapitalist bir siyasal seçeneğin inşası için Türkiye İşçi Partisi’nde buluşmaya davet ediyoruz.

Antikapitalist Seçeneğin İnşası için Bir Yol Var!

Sosyalist Demokrasi için Yeniyol

Kıbrıs’ın Kuzeyinde Seçimlerin Ardından – Hasan Yıkıcı

Kıbrıs’ın kuzeyinde ekonomik krizin, yükselen enflasyonun (Kıbrıs’ın kuzeyinde 2021 resmi enflasyonu %46.09 olarak açıklandı) ve TL’nin aşırı değersizleşmesinin damgasını vurduğu koşullarda genel seçimler yaşandı. Her seçimin gündeminde olan Kıbrıs Sorunu bu dönem ilk kez neredeyse hiç konuşulmadı. Tüm bir seçim sürecinin merkezini ekonomik kriz kapsadı. Bunun yanında artık varoluşsal bir soruna dönüşen Kıbrıslı Türklerin gelecek kaygısı, belirsizlik ve rejimden duyulan rahatsızlık da özellikle sol seçmenin kararlarında belirleyici oldu.

Seçim sonuçlarında merkez sağ parti UBP %39.54 oy alırken, geleneksel olarak merkez sol olan fakat kendisini ve siyasetini uzunca bir süredir merkezin de merkezinde yoğunlaştıran CTP %32.04 oy aldı. Sırasıyla birer sağ parti olan DP yüzde 7.41, HP yüzde 6.68 ve YDP yüzde 6.39 oy aldılar. Önceki cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’nın partisi sosyal demokrat TDP ise trajik bir sonuçla yüzleşti. Ocak 2018 seçiminde oyların yüzde 8.65’ini alarak Meclis’te 3 milletvekili ile temsiliyet kazanan TDP ise bu seçimde 4.42 oranında oy alarak baraj altı kaldı, Meclis’e milletvekili gönderemedi. (KKTC’de seçim barajı %5’tir) Öte yandan ilk kez seçimlere katılan sosyalist/devrimci Bağımsızlık Yolu ise çok kısıtlı bir maddi imkân ve potansiyel ile oyların %1.96’sını almayı başardı. Seçimlere katılım ise KKTC tarihinin en düşük seviyesinde, %57’de kaldı.  Henüz netleşmese de önümüzdeki günlerde 2’li ya da 3’li bir sağ koalisyon hükümeti oluşturulacak.

Bu tablo çerçevesinde seçimlere dair şunları ifade edebiliriz:  

  • Geçtiğimiz yıl Türkiye iktidarının, AKP-MHP’nin açık desteği ve müdahalesi ile sağ aday Ersin Tatar’ın cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanması, özellikle sol kesimlerin üzerinde bir karamsarlık dalgası yaratmıştı. Genel seçimler sürecinde bu dalga sandığa gitmeme veya seçimleri boykot etme şekilde kendisini gösterdi. Sosyal medyadan örgütlenmeye çalışan ve kendi içlerinde politik bir birlik teşkil etmeyen, herhangi bir politik programı olmayan ve kendi içlerinde çeşitlilik gösteren bu kesim rejime, seçimlere, siyasi partilere yönelik besledikleri güvensizliği yansıttılar. Net bir rakamla ifade etmek mümkün olmasa da sandığa gitmeme çağrılarının seçime katılım oranı üzerinde etkisi olduğu bariz bir gerçek.  
  • Merkez (sol) parti CTP, önceki seçime göre oylarını %32.04’e yükselterek ciddi bir başarı elde etti. CTP önceki seçimde %20.95 oranında oy almıştı. CTP’nin oylarını yükseltmesinde birkaç faktör etkili oldu. Bunlardan ilki CTP’nin uzunca bir süredir kendisini merkezin de merkezinde konumlandırması, makul bir siyasal söylem ile karşıtlıklar üzerinden muhalefetten kaçınarak politika üretmesi oldu. Bu politik tutum özellikle merkez dışındaki sol kesimlerden, hatta zaman zaman parti tabanından da tepki çekse de kendisine ‘güvenli bir yer’ arayan genel seçmen için cazip bir tutum olarak kabul gördü. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yaşanan kültürel kutuplaşmanın yarattığı gerilimin kurucu bir yere evrilmemesi, sönmesi ve yenilgiyle sonuçlanmasının yarattığı kitlesel halet-i ruhiye, her türlü karşıtlıktan ve gerilimden uzak duran CTP liderliğinin etrafında toplandı.
    CTP’nin oylarını yükseltmesinin en önemli nedenlerinden biri de 2018’de %17.07 oranında oy alan Halkın Partisi’nden bu seçimde 10 bin dolayında oyunu kaybetmiş olması. Bu oyun büyük bir çoğunluğu CTP’ye, bir miktarının ise UBP’ye kaydığı düşünülüyor. Dolayısıyla CTP’nin ‘gezen oyları’ ciddi miktarda kendisine çekebildiğini de ifade edebiliriz. Aynı zamanda ciddi bir liderlik krizi yaşayan ve baraj altı kalan TDP’den de CTP’ye bir miktar oy kaydığını belirtmek gerekmekte. CTP, bugün meclis içerisinde merkez (sol) ve federasyon yanlısı tek parti olarak muhalefet yürütecek.
  • Diğer yandan ekonomik krize, TL’nin aşırı değer kaybetmesine, demokratik sıkıntılara rağmen sağ parti UBP oyların ezici çoğunluğunu almayı başardı. Sağ partilerin aldığı oylar ve Meclis’teki temsiliyetleri, oluşacak olan sağ koalisyon hükümeti önümüzdeki dönemde hem ekonomik hem de demokratik haklar ve özgürlükler bakımından yaşanabilecek muhafazakâr dalganın sinyallerini vermekte. Dünyanın birçok ülkesinde gelişen enflasyonist eğilim ve TL’nin aşırı değersizleşmesini de hesaba katacak olursak, önümüzdeki dönem hem meclis içi hem de meclis dışı muhalefet açısından zorlu bir dönem olacak.
  • Seçimlerde dikkatleri üzerlerine çeken bir kesim de Bağımsızlık Yolu oldu. İlk kez seçime giren sosyalist/devrimci parti Bağımsızlık Yolu, özel sektörde sendikalaşma, servet vergisi ve asgari ücretin en düşük kamu maaşına sabitlenmesi gibi talepleri ve emekçilerden yana sınıfsal içeriği olan seçim programı ile seçime katılan diğer partiler ile ayrışmayı ve ilgi çekmeyi başardılar. “İktidara değil muhalefete talibiz” sloganı ile ilk kez seçime giren bu parti, 1.96 oranında bir oy alarak meclis dışı muhalefet içindeki konumunu güçlendirdi. Ayrıca ekonomik kriz koşullarında Bağımsızlık Yolu’nun yürüttüğü sınıf siyasetinin toplumun genelinden ve medyadan beklenenin üzerinde ilgi gördüğü de gözlemlendi.

Kıbrıs’ın kuzeyinde hem meclis içi hem de meclis dışı muhalefetin ciddi sorunlar ve krizlerle karşılaşacağı bir döneme girdik. Rejim ile hesaplaşmaktan ve emekçilerden yana sınıfsal tutum almaktan kaçınan merkez muhalif siyasetlerin dışında, sosyalist ve sınıfsal bir muhalefet hattının inşası yönünde hem potansiyellerin hem de çıkmazların gelişeceği önümüzdeki dönemin nelere gebe olacağını göreceğiz. Kıbrıs’ın kuzeyinde, meclis ve merkez muhalif partilerin dışında iki tarz-ı muhalefetin olduğunu ifade edebiliriz. Bunlardan ilkini Türkiye’nin müdahaleleri ve asimilasyon, Türkleştirme, sunnileştirme, Kıbrıs Türklerinin kurumlarının parçalanması gibi sistemden kaynaklı uygulamalarla depreşen kimliğe, Kıbrıslılığa ve yaşam tarzına vurgu yapan, buralardan doğan kaygı, endişe ve korku ile hareket eden “kültürelci” veya benim ifade etmekten hoşlandığım “folklorik sol” olarak tanımlayabiliriz. Diğerini ise tüm bu kaygıları kabul ederek ve rejimin karakterine karşı da mücadele etmeyi önüne koyarak, sınıfsal olana, emeğin haklarına ve örgütlenmesine vurgu yapan sosyalist sol olarak ifade edebiliriz. Önümüzdeki dönem aynı zamanda bu iki eğilimin hangi noktalarda ortaklaşıp hangi noktalarda ayrışacaklarını, aynı zamanda nasıl bir inşa süreçlerine girişeceklerini de gösterecek.        

Thatcher ve LGBT Onur Yürüyüşü’ndeki Madenciler – M. Efe Fırat

Thatcher liderliğinde sürdürülen neoliberal politikalara karşı İngiltere’de gerçekleştirilen 1985 büyük madenci grevi ile yolları kesişen bir avuç LGBT aktivistin hikâyesi…

Siyasi ruh ikizi Ronald Reagan tarafından bir keresinde “İngiltere’nin en güçlü ve saygı değer adamı” olarak anılan Demir Lady Margaret Thatcher 87 yaşında hayatını kaybetti. Büyük neoliberal atılımın siyasi yürütücüsü Thatcher’ın iktidarı boyunca ülke, toplum karşıtı politikalarla adeta sil baştan yeniden yaratılmıştı. Bu sayıda, Thatcher liderliğinde sürdürülen neoliberal politikalara karşı İngiltere’de gerçekleştirilen 1985 büyük madenci grevi ile yolları kesişen bir avuç LGBT aktivistin hikâyesini anlatmayı anlamlı buldum. Malum “anlatılan senin hikâyendir” diyor Marx, küresel neoliberalizm zamanında hikâyeler ve mücadeleler arasındaki ton farkları giderek azalıyor ve deneyimlerin ortak yönleri giderek artıyor. Kim bilir belki de toplum karşıtı neoliberal politikalara karşı bizim topraklarda girişilecek benzeri bir kitlesel mücadele de Türkiye LGBT hareketine aynı olmasa bile benzer bir deneyim zenginliği katar.

 
Sırasıyla 1 Mayıs alanında, 17 Mayıs Homofobi Karşıtı Yürüyüş’te ve LGBT Onur Yürüyüşü’nde karşılaşmayı umduğum tüm yoldaşlara; “Dünyanın bütün Queer’leri birleşin, Dünyanın bütün işçileri oynaşın!”… ve unutmadan: “Utanç içinde uyu sen Thatcher, utanç içinde.”
 

1960’lardan sonra dünya hiç bir zaman eskisi gibi olmayacaktı. Dünyanın dört bir yanında ezilmiş ve sömürülmüş milyonlarca insan önemli toplumsal kazanımlar elde etmiş, belki de ilk kez zenginler ve iktidar sahipleri kendilerini bu denli büyük bir kuşatma altında hissetmişlerdi. Buna karşılık 1970’lerin ortalarından sonuna kadar bu kazanımları elde eden toplumsal mücadeleler duraksamaya başladı. Hükümetler ve büyük şirketler, sendikaları ve toplumsal hareketleri, değişmiş gözüken ama hâlâ özünde adil olmayan bir toplumsal düzene dâhil etmek üzere sistematik bir çabaya koyulmuşlardı. Thatcher’ın İngiltere’de, Reagan’ın ABD’de iktidara gelmesi bu durumun birer yansımasıydı. Toplumsal güç dengelerinin hâkim sınıflar lehine değiştirilmesi her iki yönetimin de siyasî ajandasının ana başlığıydı. Bunu takiben örgütlü işçilerin kolektif gücünü kırarak 1960’lar boyunca emekçilerin, öğrencilerin ve diğer birçok toplumsal muhalefet grubunun kazandığı toplumsal hakları hızla geriletmeye çabaladılar. Thatcher ve Reagan da büyük oranda daraltılmış bir güç alanıyla iktidarı devraldıklarında, 1960’lar boyunca süren toplumsal muhalefet hareketlerinin kazanımı olarak yeni bir toplumsallık algısıyla yüzleştiler; kadınların, siyahların; lezbiyen, gey, biseksüel ve transların (LGBT) hak ve eşitlik mücadeleleri artık meşruiyet kazanmış mücadelelerdi.
 
Sanayi ve ekonomideki mücadelenin toplumsal muhalefetin merkezine oturduğu İngiltere’de Muhafazakârlar, yeni muhafazakâr ve liberal hâkimiyeti kurmak için işçi örgütlerine karşı topyekun bir saldırıdan kaçınarak işçi örgütlerini birer birer itibarsızlaştırma, bastırma ve kırma yolunu izleyeceklerdi. Bazı işçi örgütlerinin taleplerini yerine getirmekten çekinmeyen Thatcher yönetimi, 1974’te Muhafazakâr Parti’yi iktidardan düşüren ülkenin en örgütlü ve güçlü işçi topluluğu olan madencilerle çok sert ve şiddetli bir mücadeleye girişti. Bekâr / boşanmış ebeveynlerden “yabancılara” (göçmenler), LGBT’lerden çevrecilere birçok yeni toplumsal grup iktidarın karşısında olsa da hiçbir grup madenciler kadar Thatcher’ın gazabına uğramayacaktı.
 
Henüz 1980’lerin başında Londra, Glasgow, Manchester, Birmingham ve Liverpool’un da aralarında bulunduğu 150’den fazla köy, kasaba ve şehrin yerel yönetimi ilerici ve solcu gruplardaydı. İşçi hareketinin etki alanındaki bu yerel yönetimlerde görev alan birçok kişi kadın hareketine de, LGBT hareketine de, ırkçılık karşıtı mücadeleye de angaje olmuş durumdaydı. Ayrımcılık başta olmak üzere ırkçılığa, cinsiyetçiliğe ve homofobiye karşı geniş katılımlı kampanyalar ve gösterilerin düzenlendiği bu dönemde, LGBT aktivistler de varoluşlarına dair bir dizi yaratıcı eylem ve kampanya düzenlediler. Otobüslerden telefon kulübelerine, sokaklardan sendikalara birçok yer LGBT gerçekliğine ilişkin afiş ve posterle donatılıyor; sendika üyesinden işverenine herkes LGBT gerçekliğini tanımaya ve homofobiye karşı tavır almaya davet ediliyordu. Örneğin bir grup eğitim emekçisi, okullarda homofobinin son bulması için “müfredatlarda eşcinselliği olumsuzlayan ifadelerin çıkarılarak eşcinselliğin toplumsal çeşitliliğin bir parçası olarak tanınması” yönünde bir kampanya başlatmıştı. LGBT aktivistlerin sol-muhalif kesimlerle yakaladığı bu ivme, örgütlü olmanın ve dayanışmanın neleri başarabileceğine dair bir coşku ve iyimserlik yarattı. Oysa Muhafazakârlar, siyasetlerine karşı oluşabilecek her türden muhalif odağı dağıtmak ve parçalamak konusunda kararlıydılar; etnik azınlıkların, göçmenlerin, kadınların ve “sapkın” LGBT’lerin destek verdiği bu “deli saçması” sol siyasetlere karşı saldırıya geçmekten çekinmediler. Thatcher’ın başını çektiği hükümet, öncelikli ve ağırlıklı olarak zayıf işçi örgütlenmeleri ve sendikaların üzerine yürüyüp kayda değer zaferler elde ettikten sonra kendini tam anlamıyla güvende hissedip var gücüyle ülkenin en örgütlü ve en güçlü işçi topluluğu kabul edilen madencilerin üzerine yürüdü.

 
“İç düşmanlar” direniyor…
 
1984’ün başında yürürlüğe giren maden çıkarma yasağı ve kitlesel iş kayıplarına neden olacak olan işten çıkarma yasasına karşı Mart ayından itibaren bir yıl sürecek olan ve Avrupa tarihinin en büyük ve en geniş katılımlı grevi olarak kabul edilen bir grev başlatıldı. Şüphesiz bu grev, Muhafazakârların siyasî ajandasındaki diğer toplum karşıtı yasalara ve düzenlemelere karşı toplumsal direnişin ne denli kararlı olduğunu da temsil ediyordu. Hakikaten de, bir yıl süren bu grev – belki neticede başarılı olamadı ama yine de – başbakan Thatcher’ı öylesine korkutmuştu ki maden ocağı patronlarına açıkça “hükümetimizin kaderi işletmelerinizin ellerinde” diyerek grevin başarıya ulaşması halinde iktidarının devrilebileceğine dair endişesini dile getirmişti.
 
Muhafazakârların madencilere karşı kazandıkları zafer kaçınılmaz değildi belki ama her halükarda işçi sınıfı açısından büyük bir mağlubiyeti temsil ediyordu. Buna karşın, ironik denebilecek bir şekilde, bu deneyimle beraber LGBT hareketi için kalıcı ve olumlu olarak tanımlanabilecek bir olay gerçekleşti. Bir yıllık grev boyunca ülke genelinde yediden yetmişe herkes madencilerle dayanışmak gerekip gerekmediği üzerine tartışıp durmuş, işçi sınıfından çok sayıda emekçi kendi iş yerlerinde grevdeki madencilerle dayanışma etkinlikleri düzenlemiş; iş yerleri, sendikalar ve örgütler bu sembolik greve ve madencilere destek sunan dayanışma ağlarına dönmüştü. İşte bu sırada Londra’da sınırlı sayıda bir grup LGBT aktivist tarafından madencilerin direnişiyle dayanışmak ve grev sandığına katkıda bulunmak üzere “Gey ve Lezbiyenler – Madencilerle Dayanışma Topluluğu” adlı oluşum ilan edildi. Takdir edilir ki, LGBT’lerin madenci grevine desteğinden önce South Wales’te maden ocaklarını gezen ve üzerinde “bu minibüs Gey ve Lezbiyenlerin katkılarıyla madencilerle dayanışmak amacıyla yol almaktadır” yazan bir dayanışma minibüsünü hayal etmek oldukça güçtü. Sayıları on birle başlayan ve giderek artan LGBT destekçiler, gey barlardan ve kulüplerden; düzenledikleri buluşma, etkinlik, konser ve partilerden topladıkları paralarla madencilerin grev sandığına hatırı sayılır miktarda parasal destek sağladılar. Bu partilerden birinde dayanışma içinde oldukları madencilerden biri şöyle diyecekti: “Sizler bugün burada bizim pankartlarımızı, flamalarımızı kuşanmış bizlerle dayanışıyor ve ‘iş istiyoruz, sadaka değil’ diyorsunuz; maruz kaldığımız şiddetin farkındasınız. Bizler de sizlere uygulanan şiddetin farkındayız, bizler de sizin pankartlarınızla sizin mücadelenize destek olacağız. Biz bu dönüşümü bir gecede yaşamış değiliz, sizlerin dayanışması sayesinde, bugün bu ülkenin 140 bin madencisi artık toplumun diğer bütün sorunlarının ve gerçekliklerinin farkında. Bizler nükleer silahsızlanmanın neden gerekli olduğunu, siyahların ve diğer etnik azınlıkların haklarının neden hayati olduğunu artık biliyoruz; bizler artık bu ülkede lezbiyenler ve geyler olduğunu biliyoruz, sizinle dayanışıyoruz. Bundan sonra bizler (sizin sayenizde) hiçbir zaman eskisi gibi olmayacağız.”
 
LGBT aktivistlerin destek ve dayanışma kampanyaları sürerken topluluğun içinden itiraz sesleri de yükselmiyor değildi. Zaten “cinsiyetçi ve homofobik” olan işçileri ve madencileri desteklemenin, başarıya ulaşamayacağı belli olan bu grevle dayanışmanın anlamsız olduğunu söyleyen bu itirazları Gey ve Lezbiyenler – Madencilerle Dayanışma Topluluğu şöyle cevaplayacaktı: “İşçiler ve madenciler zaten homofobikler ve bizleri desteklemiyorlar, neden biz onlarla dayanışalım ki diye soranlar, sizler farkında mısınız ki hepimizin dans edip eğlendiği kulüplerin, rengarenk ışıl ışıl gece hayatının ihtiyaç duyduğu bütün elektrik o madencilerin yerin altından çıkardıkları tonlarca kömürün yakıta dönüşmesiyle oluşuyor… Eğer işsiz kalan her bir madenci yerine yerin metrelerce altına inip emeğinizi daha ucuza satarak kömür çıkarmayı kabul ediyorsanız sorun yok, ama eğer bunu içinize sindiremiyorsanız buyrun bizimle ve maden işçileriyle dayanışmaya, grevi desteklemeye…”
 
Bu dayanışma dalgasına itirazlar tek taraftan yükseliyor değildi; kendilerini destekleyen, kendileriyle dayanışan LGBT aktivistlere karşı madenciler ve işçiler arasında da basmakalıp düşünceler ve önyargılar mevcuttu. Ancak, bu çekinceler hiçbir zaman ayrımcı, cinsiyetçi ve homofobik bir şiddet olayına varmadı; madenci ve işçiler ile LGBT aktivistler arasındaki mesafe de dayanışma sırasında hızla kapandı. Mücadele içinde her iki grup da birbirine yakınlaşmış; dayanışma ve destekleriyle LGBT aktivistler madencilerin saygısını kazanmışlardı. “İç düşman” ilan edilen; maruz kaldıkları siyasi baskı, polis şiddeti ve medyanın yürüttüğü kara propaganda sonucu ülkenin yeni “ötekisi” haline gelen madenciler, LGBT aktivistlerle dayanışma sözü vermekten çekinmediler. Ve 1985 yılı Haziran’ında LGBT Onur Yürüyüşü’ne South Wales’ten kendi flamalarıyla gelen madenciler, yürüyüş sırasında kızıl bayrağın yanında dev bir gökkuşağı bayrağı taşıyarak LGBT hareketini selamladılar. Aynı yıl Maden İşçileri Sendikası, genel kurulunda LGBT hak mücadelesini resmi olarak benimsediğini duyurdu. Grev boyunca yaşananlar ve madencilerin deneyimleri artık diğer sendikaları ve sosyalistleri LGBT hareketiyle temas etme, birlikte ittifak kurma girişimlerine sevk etmişti. İşçi hareketi içerisinde giderek sayıları artan LGBT militanların hemen her sendika ve işçi örgütünde kurduğu LGBT çalışma gruplarının sayısı giderek arttı; LGBT aktivistlerin ve topluluğun yakaladığı kolektif özgüvenle çok sayıda LGBT özörgütü kuruldu. İşçi hareketi ve LGBT hareketi arasında kurulan bu ittifakın ortak düşmanı belliydi: Başbakan Margaret Thatcher…
 
Ancak grevin başarısızlıkla sonuçlanması ve madencilerin yaşadığı mağlubiyet bütün toplumsal güç dengelerini bir anda Muhafazakârlar lehine değiştirdi. LGBT aktivistlerin işçi sınıfıyla kurdukları güçlü ittifak sayesinde yakaladıkları ivme, grevin mağlubiyetle sonuçlanmasıyla geriledi ve toplumsal muhalefetin içine girdiği bu özgüven eksikliğini fırsat bilen Muhafazakârlar, siyasi ajandalarındaki toplum karşıtı bütün politikaları bir bir yürürlüğe koyarak yeni muhafazakâr ve liberal hâkimiyetin tesisine koyuldu. Özelleştirmeler, kamusal eğitim/sağlık hizmetlerinin kesilmesi ve güvencesizleştirmeleri takiben toplumsal ve siyasal muhalefete uygulanan baskılar, işçi örgütlerinin ve radikal grupların maruz kaldığı polis şiddeti; örgütlü toplumsal yapının acımasızca parçalanması… Bütün bunlar “tarihin sonunun” ilanıyla doruk noktasına ulaşacak yeni liberal ve muhafazakâr düzenden birkaç ‘olağan’ görüntü sayılabilirdi yalnızca ve şüphesiz ki bütün bu toplum karşıtı sosyal politikalardan LGBT topluluğu da derinden etkilenecek ve saldırıların hedefi haline gelecekti. 1987 genel seçimlerinden Thatcher’ın üçüncü kez zaferle çıkmasıyla birlikte LGBT’lere yönelik saldırılar çok daha açıktan ve şiddetle yapılmaya başlandı: Muhafazakâr Partili yetkililer gazete ve televizyonlarda açıkça eşcinselliği pedofiliyle bir tutan beyanlarda bulunuyor, “tehlike altındaki” geleneksel aile ve genel ahlakın korunmasına dair ateşli açıklamalarla açıkça LGBT’leri hedef gösteriyorlardı.

 
28. Paragraf yürürlüğe giriyor…
 
Thatcher, bir röportajında “Herkes kişisel sorunlarını topluma mâl ediyor. Biliyor musunuz toplum diye bir şey yoktur aslında. Erkek ve kadın bireyler ve aileler vardır. Hiçbir hükümet bireyler olmadan bir şey yapamaz. Bu sebepten insanlar önce kendi başlarının çaresine bakmalıdır” diyor ve şöyle devam ediyordu: “çocukların gey ya da lezbiyen olmayı kazanılmış bir hak olarak görmeye başlamaları bana kaygı veriyor.” Bu röportajından çok kısa bir süre sonra, İngiltere tarihinde 1885’ten beri ilk kez eşcinsellik karşıtı bir yasal düzenlemeye gidildi: 28. Paragraf. Bu düzenlemeyle birlikte LGBT haklarıyla ilgili görüşlerin ve eşcinsellikle ilgili bilgilerin dolaşıma girmesi sınırlanmış ve eğitim kurumlarında “eşcinselliği özendirici” her türden ifade yasaklanarak yeni nesillerin eşcinsellikten ‘korunması’ amaçlanmıştı. Thatcher ve Muhafazakârlar, geleneksel aileyi ve genel ahlakı korumak adına yaptıkları bu yasal düzenlemeyi, LGBT aktivistlerin ve toplumsal muhalefetin sokak gösterilerine ve eylemlerine rağmen şiddetle savundu ve yürürlüğe koydu. Zira sosyal güvencesizliğin ve işsizliğin olağanlaştığı yeni muhafazakâr ve liberal toplum düzeni için geleneksel ve heteroseksüel aile yapısı altın kıymette bir kurumdu; bu yüzden de açıkça LGBT gerçekliğini yeni düzen için bir tehdit olarak gördüklerini ve “genel ahlakı” bozan bu insanların birer “ahlaksızdan” farksız olduklarını şiddetle savunuyorlardı.
 
Eğitime yapılan bu homofobik müdahaleyle, öğretmen ve öğrenci LGBT’ler için tam bir zulüm ve adaletsizlik dönemi başlamış oldu. Zaten Thatcher, 1987 yılında Muhafazakâr parti genel kurulunda LGBT haklarını savunanlarla dalga geçip öyle bir hakkın olmadığını açıkca söylemişti. Thatcher’ın iktidarında LGBT’lere yönelik tutuklama ve suçlamalar ile homofobik ve transfobik şiddet, cinayet vakaları doruk noktasına ulaştı. Yok edilen kamusal sağlık hizmetlerini tartışmaya açanlara karşılık olaraksa gey erkekleri, AIDS salgınının baş sorumlusu ilan edilerek onlardan uzak durulması gerektiği salık verildi; böylece geylerin şeytanlaştırılarak toplum dışına itilmesi ve yalnızlaştırılması siyaseti itinayla sürdürülmüş oldu. 28. Paragraf’ın 2003 yılında yürürlükten kaldırılışına kadar okullarda homofobik ve transfobik ayrımcılık, yasal destekle sürüp gidecek ve yasal zorbalık son bulana kadar geçen yıllarda yüzlerce genç insan cinsel yönelimlerinden dolayı maruz kaldıkları ayrımcılıktan ötürü intihar edecekti.

 
Alıntı ve beyanlar için kaynak olarak:

1.    http://ourhistory-hayes.blogspot.com/2008/04/lesbian-gay-miners-support-group-1984.html

2.    The Red and the Rainbow: Sexuality, Socialism and LGBT Revolution, Hannah Dee

3.    http://www.socialistworker.co.uk/art.php?id=21646

Stalin Yüzlerce Komünisti Hitler’e Teslim Ederken – Alex De Jong

1930’lu yıllar boyunca Almanya ve Avusturya’dan birçok Komünist ve Sosyalist, Nazilerden kaçarak SSCB’de sığınma aradılar. Ancak hayret verici bir ihanetle, Sovyet gizli polisi yüzlerce kişiyi Hitler’in Gestapo’suna teslim etti. 

1936 Sovyetler Birliği Anayasası, “emekçilerin çıkarlarını savundukları için zulme uğrayan yabancı yurttaşlara sığınma hakkı”nı kabul etti. Ancak Sovyet yetkilileri, 1930’ların sonlarından itibaren ağırladıkları yüzlerce Alman ve Avusturyalı sürgünü Nazilere teslim ederek bu sözü utanç verici bir şekilde bozdular. Kurbanlar arasında emektar devrimciler, Yahudi Komünistler ve anti-faşist eylemciler vardı. 

Sınır dışı edilenlerden biri de Alman Komünist Margarete Buber-Neumann’dı. 1949’da İngilizce olarak İki Diktatör Döneminde: Stalin ve Hitler’in Tutsağı olarak yayınlanan anıları, muhtemelen sınır dışı edilenlerin hayatlarından en iyi bilinenidir. Buber-Neumann, Sovyet yetkililerinin onu yirmi dokuz kişiyle birlikte Nazi muhafızlarının gözetimine transfer edildiği anı anlatıyor: 

“Sonunda tren durdu ve son kez o tanıdık ‘eşyalarınızla birlikte hazır olun’ bağrışını duyduk. Kompartıman kapılarının kilidi açılmıştı… biraz ileride bir tren istasyonu vardı. Adını yakındaki bir kontrol odasının üzerinde görebilirdiniz: Brest-Litovsk.” 

Buber-Neumann, bir grup Sovyet gizli polis memurunun (hâlâ eski adı GPU ile anılan NKVD) Alman topraklarındaki köprüyü geçip bir süre sonra geri döndüğünü anımsıyor: “Yanlarında SS subayları vardı. SS komutanı ve GPU başkanı birbirlerini selamladılar. Sovyet komutanı mahkumların isimlerini okumaya başladı: 

Biri Macaristan’dan gelen Yahudi bir göçmendi, diğeri ise 1933’te Nazilerle girişilen ve bir Nazi’nin öldürüldüğü çatışmaya karışmış olan Dresdenli genç bir işçiydi. Sovyet Rusya’ya kaçmayı başarmıştı. Duruşmada diğerleri, Sovyetler Birliği’nde onun güvende olduğunu bilerek, daha doğrusu öyle düşünerek suçu onun üzerine atmışlardı. Akıbeti belliydi”. 

Hitler’e Karşı Sığınma Aramak

1901 doğumlu Buber-Neumann, 1921’de Alman komünist gençlik hareketine ve beş yıl sonra yetişkin partisi KPD’ye katılır. 1928’den itibaren Komünist Enternasyonal’in Inprekorr gazetesi için çalışır. Orada KPD liderliğinin üyesi Heinz Neumann ile tanışır ve birlikte olurlar. Naziler Berlin’de iktidara geldikten sonra ikisi de Sovyetler Birliği’ne sığınır. 

Ancak 1930’ların sonlarında Jozef Stalin tarafından başlatılan tasfiyeler, SSCB’yi Alman Komünistleri için ölümcül bir tehlike haline getirdi. NKVD, Heinz Neumann’ı sahte casusluk suçlamalarıyla tutuklar ve 26 Kasım 1937’de idam eder. Margarete Buber-Neumann’ı da hapse atarlar ve sonunda 1940’ta Nazi Almanya’sına gönderirler. 

O zamanlar Sovyetler Birliği’nde birkaç farklı Alman vatandaşı grubu yaşıyordu. Bazıları oraya çalışmak için gelmişti. Bu kategoride pek çok kişi, illa parti üyesi olmasa da birer komünist sempatizandı. Ayrıca siyasi sürgünler, Komünistler ve 1938’de Nazilerin Avusturya’yı ilhak etmesinden sonra resmen Alman vatandaşı olan Avusturyalılar da dahil olmak üzere diğer anti-faşistler vardı. Kimileri Sovyet vatandaşlığı kazanmıştı. 

Bu insanların akıbetiyle ilgili bilgiler, bazılarına hala araştırmacılar tarafından erişilemeyen birçok arşive dağılmış durumda. Bu nedenle, kaç kişinin Buber-Neumann ile aynı kaderi paylaştığını bilmek zor. Temkinli bir tahminde bulunmak gerekirse, altı yüzden fazla kişinin sınır dışı edildiğini ileri sürmek mümkün.

Franz Koritschoner’in Kaderi 

Nazi Almanyası’na gönderilen sürgünler arasında Franz Koritschoner gibi Komünist hareketin emektarları da vardı. 1892’de Avusturya-Macaristan’da doğan bu genç Yahudi sosyalist, 1914’ten sonra sosyal demokrat partilerin savaş çabalarına verdiği desteğe karşı çıkmıştı. Koritschoner, 1916’da, savaş karşıtı devrimci sosyalistlerin bir araya geldiği Kienthal Konferansı’nda Vladimir Lenin ile bir araya geldi. 

Koritschoner Ocak 1918’deki Avusturya-Macaristan grev ve gösterilerinde öncü rol oynamaya devam etti. Aynı yıl yeni kurulan Avusturya Komünist Partisi’ne (KPÖ) katıldı. Koritschoner, KPÖ gazetesinin editörlüğünü yapıyor ve kendisine “sevgili dostum” diye hitap eden Lenin’in eserlerini tercüme ediyordu. 1918’den 1924’e kadar Koritschoner, KPÖ merkez komitesinin bir üyesiydi.

1920’lerin sonlarında, Uluslararası Kızıl Sendika (Profintern) için çalışmak üzere Sovyetler Birliği’ne gider, 1930’da Sovyetler Birliği Komünist Partisi’ne katılır. NKVD, 1936’da bir karşı devrimci olmakla itham ederek Koritschoner’i tutuklar. Sovyet makamları onu Nisan 1941’de Gestapo’ya teslim etmeye karar verir. 

Koritschoner’ın yaşamının son haftaları hakkında biraz bilgimiz var çünkü savaştan sağ kurtulan Uluslararası Tugayların bir üyesi olan Hans Landauer ile aynı hücreyi paylaştılar. Landauer’e göre, Koritschoner ciddi şekilde zayıflamış bir adamdı ve NKVD ile Gestapo’nun elinde gördüğü işkencenin izlerini taşıyordu. Artık dişleri kalmamıştı ve Landauer’e onları SSCB’nin en kuzey bölgesindeki bir çalışma kampında iskorbüt hastalığından kaybettiğini söyledi. 7 Haziran 1941’de Naziler, Koritschöner’i iki gün sonra öldürüleceği Auschwitz’e gönderdi. 

Schutzbündler’in İhanete Uğrayışı

Stalin yönetimi altındaki Sovyetler Birliği’ni kasıp kavuran tasfiyeler, giderek daha halkın daha geniş kesimlerini vurmaya başladı. Kurbanlardan biri Avusturya Schutzbund’un yani Avusturya Sosyal Demokrat Partisi’nin paramiliter kanadı olan Cumhuriyet Savunma Birliği’nin eski üyeleriydi. 

4 Mart 1933’te Avusturya Şansölyesi Engelbert Dollfuss parlamentoyu askıya aldı ve faşist bir rejim kurar. Şubat 1934’te Schutzbund üyeleri yeni sisteme karşı silaha sarılırlar, ancak hükümet ordusunun ağır silahlarıyla boy ölçüşemezler. Çatışmalarda yaklaşık iki yüz kişi ölür ya da yargısız idam edilir. 

Komünist hareket Schutzbund’un direnişini kutlar ve Sovyetler Birliği onlara sığınma teklif eder. Sosyal Demokratların faşizm karşısında yeterince militan bir tavır gösterememiş olmasından dolayı hayal kırıklığına uğrayan Schutzbund’un birçok üyesi Komünist Partiye katılır. Yaklaşık 750 Schutzbündler SSCB’ye sürgüne gider.

Ancak birkaç yıl sonra sosyal demokrat geçmişleri onları bir zulüm hedefi haline getirir. Yaklaşık yarısı Sovyetler Birliği’nden ayrılırken, kalan Schutzbündler’in çoğu tasfiyelerin kurbanı oldu. NKVD hayatta kalanların çoğunu Nazi Almanyası’na sürdü. 

Aralık 1939’da nakledilen yirmi beş kişilik bir grup, on Schutzbündler’i içeriyordu. Bunlardan biri Georg Bogner’dı. Sovyetler Birliği’ne kaçmadan önce memleketi Attnang-Puchheim’da Şubat 1934 ayaklanmasında savaşmıştı. Sovyet gizli polisi 1938’de Bogner’i tutukladı. Aralık 1939’un sonunda, Alman istihbarat servisleri Sicherheitsdienst tarafından Varşova’da gözaltına alındı. Daha sonra ona ne olduğu bilinmiyor. 

Antlaşmadan Önce 

Ağustos 1939’da Sovyetler Birliği, Nazi Almanyası ile saldırmazlık antlaşması imzaladı. Bir hafta sonra, Wehrmacht Polonya’yı işgal etti. Kısa bir süre sonra, Sovyet güçleri ülkeye doğudan saldırdı. Çatışma sona ermeden önce, iki hükümet aynı yılın Eylül ayında “Dostluk Antlaşması ve Alman-Sovyet Sınırı” üzerinde anlaşmaya vardı. 

Anlaşma, karşılıklı saldırmazlık vaadinin ötesine geçiyor: taraflar, diğerine karşı yönlendirilen bir koalisyonu desteklememe ve “karşılıklı çıkarlar hakkında” bilgi alışverişinde bulunma sözü verdiler. Moskova ve Berlin’in Baltık Devletleri ve Polonya topraklarını böldüğü anlaşmalara gizli protokoller de eklendi. Sovyetler Birliği, 1989 yılına kadar bu protokollerin varlığını resmen tanımadı. 

Birçoğu, anti-faşistlerin Nazi Almanyası’na sınır dışı edilmesini Dostluk Antlaşması ile bağlantılı olarak değerlendirdi. Margarete Buber-Neumann onları bu açıdan “Stalin’den Hitler’e bir hediye” olarak gördü ve başka yazarlar da aynı metaforu kullandılar. Bununla birlikte, sınır dışı etme ve antlaşma arasındaki bağlantı tahmin edildiği kadar dolaysız olmayabilir.

Sovyetler Birliği, antlaşmanın imzalanmasından daha önce anti-faşist mahkumları Nazi Almanyası’na sınır dışı etmişti. 1937-1938’de Yahudiler ve Komünistler de dahil olmak üzere yaklaşık altmış sürgün sınır dışı edildi. Bunların arasında Ernst Fabisch adında genç bir adam da vardı. 

1910’da Breslau’da Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Fabisch, on dokuz yaşında Almanya Komünist Partisi (Muhalefet)’e, kısaltılmış adıyla KPO’ya katıldı. Heinrich Brandler ve August Thalheimer tarafından yönetilen KPO, komünist hareketteki sözde “Sağ Muhalefet”in bir parçası ve Stalin’in son büyük rakibi Nikolai Buharin gibi Sovyet politikacılarıyla bağlantılı olan komünist bir akımdı. KPD’nin sosyal demokratlara ve sosyalistlere yönelik sekter düşmanlığını reddediyor ve faşizme karşı birliği savunuyordu.

KPO’nun önde gelen üyelerinin 1933’te Naziler tarafından tutuklanmasından sonra, Fabisch yeraltına inmiş olan parti yönetimine katıldı ve bunların çoğu 1934’te tutuklandı. Sovyetler Birliği’ne kaçtı ama kısa sürede yeniden tehlike altında buldu kendini. NKVD, 1937’de Fabisch’i tutukladı ve ertesi yıl onu Almanya’ya sınır dışı etti. Gestapo, Fabisch’i hemen tutukladı ve 1943’te Auschwitz’de öldürüldü. 

Suç Ortaklığı Modelleri

O zamanlar Sovyetler Birliği ile Nazi Almanyası arasındaki doğrudan sınır olmadığı için, bu ülkelerin ilgili makamları iki devlet arasındaki mahkumların hareketini koordine ediyordu. Sovyet makamları onlara sadece Almanya’ya seyahat için geçerli olan geçiş kartları veriyor ve Nazi muadillerine sınır dışı edilenlerin isimlerini ve geçmişlerini bildiriyordu. Şu anda Alman Büyükelçiliği ve Dışişleri Bakanlığı arşivlerinde bulunan bu dosyalar, mağdurlar hakkında önemli bir bilgi kaynağı. 

Sınır dışı edilmeler, Hitler-Stalin Paktı’nın imzalanması ve Polonya’nın parçalanmasıyla başlamadı ve bu mahkumların kaderi, Moskova ile Berlin arasındaki müzakerelerin bir parçası gibi görünmüyor. Bununla birlikte sınır dışı edilmelerin sayısı bu dönemeçten sonra artıyor. 

Bu dönemde sınır dışı edilenlerin çoğu o zamana kadar Sovyetler Birliği’nde kalan Alman ve Avusturyalıların profilini yansıtan siyasi sürgünlerdi. Bazen Alman makamları belirli kişilerin sınır dışı edilmesini talep ediyordu. Ancak diğer zamanlarda, Naziler sınır dışı edilenlerle pek ilgilenmiyor gibiydi.

 Avusturyalı tarihçi Hans Schafranek‘in Zwischen NKWD und Gestapo adlı kitabında alıntı yaptığı Alman Büyükelçiliği belgeleri, bu ikinci duruma işaret ediyor. Vakaların çoğunda, sınır dışı edilmeler, karşılığında Sovyet yetkilileri tarafından aranan mahkumları transfer etmeye dönük Nazilerden herhangi bir hareket olmadan gerçekleşti. Sınır dışı edilmeler, iki devlet arasındaki ilişkiler halihazırda bozulmaya başlamışken, Barbarossa Operasyonu’ndan sadece haftalar önceye, Mayıs 1941’e kadar devam etti. 

Sınır dışı edilmelerin arkasındaki itici güç, esas olarak Sovyet sistemine içseldi. Stalin’in tasfiyeleri, kesin biçimde tanımlanmış bir grup insana bir saldırı olarak başladı: bunlar, muhalefetin potansiyel destekçileri olarak değerlendirilen komünistlerdi. Zamanla, şüphelileri isim vermeye zorlamak için işkence ve diğer baskı biçimlerinin kullanılması, yaygın bir paranoya ve güvensizlik atmosferinin yanı sıra tutuklama kotalarının doldurulmasına ilişkin bürokratik zorunluluklar ile birleşerek hedef sayısını amansız bir şekilde artırdı. 

Fanteziler ve Uydurmalar 

Hain ve casus olduğu şüphelenilen insanlara yönelik suçlamalar giderek daha tuhaf hale geldi. KPD’nin paramiliter kanadı Roter Frontkämpferbund’un eski bir lideri güya “Troçkist-faşist” bir terör örgütü örgütlemişti. Sovyet yetkilileri, sürgündeki komünistlerin çocuklarını yeraltında bir Hitler gençliği oluşturmakla bile suçladı. 

Tipik olarak, Heinz Neumann gibi yabancı komünistler, kendi “asıl ülkelerinden” maaş almakla suçlandılar. Stalin, 1938’de Polonya Komünist Partisi’ni feshetti ve üyelerini Lev Troçki’nin ve aynı anda Varşova hükümetinin ajanları olarak çalışmakla suçlayarak idam ettirdi ya da Gulag’a gönderdi. Tarihçi Hermann Weber’in işaret ettiği gibi, KPD’nin kırk üç üst düzey yöneticisinden, Sovyet gizli polisinin gözetiminde ölenlerin sayısı Nazilerin katlettiklerinden fazladır. Yüzlerce Alman sürgün düpedüz idam edildi, çok daha fazlası esir kamplarında öldü. 

1887 doğumlu Hugo Eberlein, KPD’nin kurucu üyesiydi. 1919’da Komünist Enternasyonal’in kuruluş kongresinde parti temsilcisi olarak Rosa Luxemburg’un yerine gelmişti. Eberlein 1936’da Sovyetler Birliği’ne geldi, ancak ertesi yıl Naziler adına “terörist faaliyetlere” katıldığı iddiasıyla tutuklandı. 

Karısına yazdığı ve daha sonra NKVD arşivlerinde bulunan bir mektupta çektiği çileyi anlatırken, “on gün, on gece boyunca” aralıksız sorgulanırken sürekli ayakta durmak zorunda kaldığını, uyuma imkanından yoksun bırakıldığını ve kendisine neredeyse hiç yiyecek verilmediğini anlatıyor. Gardiyanlar, Eberlein’ı acımasızca dövmüşlerdi: “Sırtımda artık deri yoktu, sadece çıplak et vardı. Haftalarca yalnıca bir kulağım işitiyordu ve bir gözüm haftalarca kör oldu.” NKVD sonunda onu 16 Ekim 1941’de öldürdü. 

Cadı Avı Kurbanları 

Buber-Neumann, Fabisch, Bogner, Eberlein ve daha pek çoğu bir cadı avına kurban gitti. Nihai kaderleri keyfi bürokratik kararlara bağlıydı. Birkaç yüz vakada, Sovyet yetkilileri kurbanlarla kendileri ilgilenmek yerine bunu Nazilere bırakmayı tercih etti.

Naziler Margarete Buber-Neumann’ı Ravensbrück kadın toplama kampına gönderdi. Nisan 1945’te rejim çökünce serbest kaldı. Kızıl Ordu ilerledikçe Sovyet yetkilileri tarafından tekrar tutuklanmaktan korkan Buber-Neumann, ABD birliklerinin temel işgal gücü olduğu 150 kilometre batıya doğru yol aldı.

Buber-Neumann 1989’da, Berlin Duvarı’nın yıkılmasından birkaç hafta önce öldü. Kendi deneyiminin faşizm ve komünizmin aynı oranda suç içeren ideolojiler olduğunu gösterdiğini savunarak sağcı bir muhafazakar olmuştu. Bugün sosyalistler bu tür argümanlara karşı çıkmak istiyorlarsa, tarihin bu utanç verici sayfalarını görmezden gelemezler. Kendi sosyalizm anlayışımız sözlerini tutmalı ve insanlık onurunu kaygılarının merkezine yerleştirmelidir. Bu, kurbanlara olan asgari borcumuzdur.

Bu yazı ilk olarak Jacobin’de yayımlandı, ardından çeşitli dillerde Fourth.International sitesinde yayımlandı.

Türkçe tercüme İmdat Freni Çeviri Kolektifi tarafından gerçekleştirildi. 

Görsel: Schutzbund üyeleri, Almanya Federal Arşivi