İmdat Freni

Lukacs

“Seçenek kavramı, insan emeğini anlamak için temeldir”: György Lukács’la Söyleşi

New Left Review tarafından 1971’de yapılan uzun bir söyleşiden alınan bu kısımda Lukacs başta Roman Kuramı ve Tarih ve Sınıf Bilinci gibi “gençlik” dönemi çalışmalarına hayli eleştirel biçimde yaklaşırken, bir dönemki üstadı Max Weber’e, Macaristan Konseyler Cumhuriyetine ve Bolşevik liderlere dair izlenimlerini aktarıyor.

New Left Review: Yirmili yıllardaki yazılarınızı bugün nasıl değerlendiriyorsunuz? Şimdiki çalışmalarınızla ilişkisi nedir?

Georg Lukács: Yirmilerde Korsch, Gramsci ve ben farklı yollarla İkinci Enternasyonalin mirasının mekanik yorumu ve toplumsal zorunluluk problemleriyle uğraştık. Bu problemi miras edindik ancak hiçbirimiz -belki aramızdaki en iyisi, Gramsci bile- onu çözemedi. Hepimiz yanlış yaptık ancak bugün geçerlilermiş gibi o zamanların çalışmalarını hayata döndürmeyi denemek oldukça hatalı olacaktır. Batıda onları “aykırı düşüncenin klasiklerine” sokma eğilimi vardır ancak bizim bugün buna ihtiyacımız yok. Yirmiler, geçmiş bir tarih. Bizi ilgilendiren ise altmışların felsefi problemleridir. Şu an, erken dönem çalışmalarımda -özellikle Tarih ve Sınıf Bilinci’nde- oldukça yanlış bir biçimde konumlanmış problemleri çözeceğimi umduğum Toplumsal Varlığın Ontolojisi üzerine çalışıyorum. Yeni çalışmam, zorunluluk ve özgürlük ya da başka bir şekilde ifade ettiğim gibi teleoloji ve nedensellik arasındaki ilişki sorunu üzerine yoğunlaşıyor. 

Bilindiği üzere, filozoflar sistemlerini şu iki kutbun bir tarafına veya diğer tarafına inşa ederler; ya zorunluluğu reddederler ya da insan özgürlüğünü. Benim amacım ise, ikisinin ontolojik olarak karşılıklı ilişkisini göstermek ve felsefenin geleneksel olarak insana sunduğu “ya-ya da” bakış açısını reddetmek. Emek kavramı, analizimin menteşesidir. Emek biyolojik bir şekilde belirlenmez. Eğer aslan bir antilopa saldırırsa, bu davranış onun yalnız oluşu ve biyolojik gereklilikleri tarafından belirlenmiş demektir. Ancak eğer ilkel bir insan taş yığınıyla karşılaşırsa, araç olarak kullanımına en uygun olanın hangisi olduğuna karar vererek onların arasından birisini tercih etmelidir. İnsan, seçenekler arasında bir tercihte bulunur. Seçenek kavramı, insan emeğini anlamak için temeldir ve bu nedenle de her zaman teleolojiktir -bir seçimin sonucu olan amacı belirler. Böylece insan özgürlüğünü ifade eder. Ancak bu özgürlük sadece maddi evrenin nedensel hukukuna itaat eden nesnel fiziksel güçlerin hareket etmesiyle var olmaktadır.

Emeğin teleolojisi böylece her zaman fiziksel nedensellik ile eşgüdümlüdür ve gerçekten de her bireyin emeğinin sonucu herhangi bir bireyin teleolojik intibakı (Setzung) için fiziksel nedensellik anıdır. Doğa teleolojisinde inanç teolojiydi ve tarihin içkin teleolojisinde inanç kökensizdi. Ancak bütün insan emeğinde teleoloji vardır; fiziksel dünyanın nedenselliği içinden çıkılamayacak kadar derinde olsa bile. Bu durum, şu anda geliştirdiğim özgürlük ve zorunluluğun klasik çatışkısının üstesinden gelen çalışmamın özüdür. Ancak, altını çizmeliyim ki ben geniş kapsamlı bir sistem inşaya yeltenmiyorum. Çalışmamın başlığı -tamamlandı ancak şu anda ilk bölümü gözden geçiriyorum- Toplumsal Varlığın Ontolojisi Üzerine; Toplumsal Varlığın Ontolojisi değil. Aradaki farklı anlıyorsunuz. Meşgul olduğum vazifenin uygun gelişimi için pek çok düşünürün kolektif çalışmasına ihtiyaç duyulacak. Ancak bu eserin, dile getirdiğim gündelik hayatın sosyalizmi için ontolojik temelleri göstereceğini umuyorum.

NLR: Erken dönem edebiyat eleştirisi çalışmalarınızı, özellikle Roman Kuramı’nı şu an nasıl görüyorsunuz?

GLRoman Kuramı, Birinci Dünya Savaşı boyunca umutsuzluğumun ifadesiydi. Savaş başladığında, Almanya ve Avusturya-Macaristan’ın muhtemelen Rusya’yı mağlup edeceğini ve Çarlık’ı yok edeceğini söylemiştim ki bu hoştu. Fransa ve İngiltere de muhtemelen Almanya ve Avusturya-Macaristan’ı mağlup edecek Hohenzollernler ve  Habsburgları ise yok edecekti ki bu da hoştu. Ancak, İngiltere ve Fransa kültüründen bizi kim koruyacaktı? Bu soruya hiçbir cevap bulamayışımdaki umutsuzluk, Roman Kuramı’nın altyapısını oluşturdu. Elbette, Ekim Devrimi bana cevabı verdi. Rus Devrimi, benim çıkmazıma dünya-tarihsel bir çözümdü; korktuğum ve endişe duyduğum İngiliz ve Fransız burjuvalarının başarılarını engelledi. Ancak söylemeliyim ki Roman Kuramı bütün hatalarıyla, incelediği kültürü üreten dünyanın çöküşünü istiyordu. Eser, devrimci bir değişimin gerekliliğini anlamıştı.

NLR: Aynı zamanda, Max Weber’in arkadaşıydınız. Onu bugün nasıl değerlendiriyorsunuz? Meslektaşı Sombart tamı tamına bir Nazi idi. Sizce Weber yaşasaydı, Nasyonal Sosyalizm ile uzlaşabilir miydi? 

GL: Hayır, asla. Weber’i kesinlikle dürüst bir insan olduğunu anlamalısınız. Örneğin, İmparator’a karşı büyük bir horgörüsü vardı. Bize özel konuşmalarımızda, Büyük Alman talihsizliğinin Stuartların ya da Bourbonların aksine hiçbir Hohenzollern’in kafasının kesilmemiş olduğunu söylerdi. 1912’de böyle şeyler söyleyebilecek hiçbir sıradan Alman profesör hayal edemezsiniz. Weber, Sombart’dan oldukça farklıydı – örnek olarak, o anti-semitizme asla imtiyaz tanımadı. Onun özelliklerine ilişkin size bir hikâye anlatayım. Bir Alman üniversitesi tarafından, o üniversitedeki kürsü için tavsiyelerini iletmesini istendi -yeni bir atama yapılacaktı. Weber, onlara liyakat sırasıyla üç isim sundu ve bu üçünden herhangi birisinin mutlaka münasip bir seçim olacağını da ekledi. Şöyle dedi: Hepsi Mükemmel ancak onlardan hiçbirisi seçilmeyecek çünkü hepsi Yahudi. Bu yüzden, hiçbiri tavsiye ettiğim üç isim kadar değerli olmayan üç ismi daha listeye ekliyorum ve şüphesiz siz onlardan birisini seçeceksiniz çünkü onlar Yahudi değil. Yine de Weber’in yoğun bir şekilde ikna olmuş bir emperyalist olduğunu, liberalizminin yalnızca etkin bir emperyalizmin gerekli olduğuna dair inancından kaynaklandığını ve bu etkinliği de sadece liberalizmin garanti edebileceğini düşündüğünü unutmamalısınız. Ekim ve Kasım Devrimlerinin ezeli bir düşmanıydı. Hem olağanüstü bir hoca hem de içten içe bir gericiydi. Geç dönem Schelling ve Schopenhauer ile başlayan irrasyonalizm, en önemli ifadelerinden birini onda bulur.

NLR: Sizin Ekim Devrimi’ne dönüşünüze o nasıl bir tepki vermişti ?

GL: Lukács’taki değişimin kanaat ve fikirlerdeki derin bir dönüşümden kaynaklanmış olması gerektiğini; oysa Toller’debunun sadece bir duygu karmaşası olduğunu söylediği biliniyor. Ama o zamandan beri onunla hiçbir ilişkim olmadı. 

NLR: Savaştan sonra, Eğitim Komiseri olarak Macar Komünü’nde üyeydiniz. 50 yıl sonra, Komün deneyiminin değerlendirilmesi mümkün müdür? 

GL: Komünün ana nedeni Vyx Notu ve İtilaf’ın Macaristan’a yönelik politikasıydı. Bu açıdan Macar Komünü, savaşın sona ermesi sorununun Ekim Devrimi’ni hayata geçirmek için temel bir rol oynadığı Rus Devrimi ile karşılaştırılabilir. Vyx Notu gönderildiğinde sonucu Komün oldu. Sosyal demokratlar daha sonra Komün’ü yarattığımız için bizlere saldırdı ancak o dönemde savaş sonrası burjuva politik çerçevesinin sınırları içerisinde kalmanın imkanı yoktu; bu çerçeveyi dağıtmak gerekiyordu. 

NLR: Komün’ün mağlup edilişinden sonra, Moskova’da Komintern’in Üçüncü Kongresi’nde delegeydiniz. Orada, Bolşevik liderlerle karşılaştınız mı? Onların size etkisi nedir? 

GL: Bakın, benim küçük bir temsilciler kurulunun küçük bir üyesi olduğumu hatırlamalısınız – o dönemlerde herhangi bir şekilde önemli bir figür değildim ve elbette Rus Partisinin liderleriyle uzun  konuşmalarım olmadı. Gelin görün ki Lunaçarski aracılığıyla Lenin ile tanıştım. Beni tamamen hayran bıraktı. Elbette ilave olarak Kongre Komisyonu’ndaki çalışmada onu izleyebilmiştim. 

Diğer Bolşevik liderleri antipatik buldum. Troçki’yi dakikasında sevmedim: Onu poz kesen biri olarak düşündüm. Bildiğiniz üzere, Gorki’nin Lenin anılarında bir pasaj vardır; Lenin devrimden sonra İç Savaş boyunca Troçki’nin pek çok organizasyonel başarısını kabul ederken onda Lassalle’den bir şeyler olduğunu söyler. Komintern’deki rolünü sonraları iyice öğrendiğim Zinovyev, sadece bir siyasi manipülatördü. Benim Buharin değerlendirmem, 1925’te onun marksizmini eleştirdiğim makalemde bulunabilir- Bu, Stalin’den sonra teorik sorunlarda Rus otoritesi olduğu bir zamandı. Stalin’in kendisini Kongre’de hatırlayamıyorum- diğer pek çok Komünist gibi onun Rus Partisi’ndeki öneminin farkında değildim[1]. Uzun müddet Radek ile konuştum. Bana Almanya’daki Mart hareketi üzerine olan makalemin bu olay üzerine yazılmış en iyi şey olduğunu söyledi ve tamamıyla onayladı. Sonraları elbette Parti Mart meselesine karşı olumsuz bir tavır takınınca fikri değişti ve herkesin önünde saldırdı. Bütün bunlara karşın, Lenin benim üzerimde muazzam bir etki yarattı.

NLR: Parlamentarizm sorunu üzerine makalenize Lenin saldırdığında sizin tepkiniz ne oldu?

GL: Makalem tamamen yanlış bir yere sapmıştı ve tereddütsüz bir şekilde bu tezleri terkettim. Ancak, makaleme eleştirisinden önce Lenin’in Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı kitabını okumuş olduğumu eklemeliyim ve parlamenter katılım sorunu üzerine onun argümanlarına ben hemen hemen ikna olmuştum: makaleme eleştirileri bende çok fazla bir değişikliğe sebep olmadı.  Zaten yanlış olduklarını anlamıştım. Lenin’in Sol Komünizm’de dediği şeyi hatırlarsınız -burjuva meclisleri Sovyetlerin proleter gücünün devrimci organlarının doğuşuyla tamamen dünya-tarihsel anlamda aşıldılar ancak bu kesinlike onların dolaysız bir siyasi anlamda geçersiz kılındıkları, özellikle de batıdakikitlelerin onlara inanmadığı anlamına gelmiyordu. Böylece komünistler, bu meclislerin dışında olduğu kadar içinde de çalışmak zorundaydı.

Çeviren: Bartu Şanlı


[1] Tarih ve Sınıf Bilinci’nin 1967 basımına yazdığı önsözde, SSCB’nin Lenin’in ölümünün ardından yaşadığı bürokratik siyasal dönemece bağlı olarak kuramsal düzeyde kendi dönüşümünü şöyle anlatır Lukacs: “1924’ten sonra Üçüncü Enternasyonal, siyaset dünyasını doğru bir şekilde “göreceli istikrar” olarak tanımladı. Bu gerçekler, teorik konumumu yeniden düşünmem gerektiği anlamına geliyordu. Rus Partisi’nin tartışmalarında, tek ülkede sosyalizmin gerekliliği konusunda Stalin’le hemfikir oldum ve bu, düşüncemde yeni bir çağın başladığını çok açık bir şekilde gösteriyor.” Lukacs’ın stalinizmle ilişkisi ve Troçki’ye dair yaklaşımı konusunda bkz. Michael Löwy, “Hölderlin ve Stalinizm hakkında Lukács: Slavoj Žižek’e Bir Cevap”. [e.n.]

Hölderlin ve Stalinizm hakkında Lukács: Slavoj Žižek’e Bir Cevap – Michael Löwy

Gyorgy Lukács’ın Hölderlin hakkındaki yazılarından yola çıkarak Michael Löwy bu makalesinde, daha önce birçok metninde antikapitalist, ütopyacı ve potansiyel olarak devrimci muhtevasını gösterdiği romantizm meselesine tekrar el atıyor. Daha sonra ise Lukács konusunda tartışırken Stalinizme umulmadık bir “büyüklük” atfeden ve eğer uygulansaydı ilksel Marksist tasarımın Stalinizmden de beter olacağını iddia eden Žižek’in bu görüşlerinin bir eleştirisini sunuyor. 

Lukács, Hölderlin ve Devrimci Romantizm

Gyorgy Lukács’ın otuzlu yıllardaki yazıları, sınırlılıklarına, çelişkilerine ve (Stalinizmle) uzlaşmalarına karşın, büyük bir önem arz etmekten de geri kalmıyor. Bu bilhassa Hölderlin’in “Hyperion”u başlığını taşıyan ve 1935 tarihli Hölderlin hakkındaki denemesi için geçerli[1]. Lukács “tüm zamanların en içli şairleri arasından en saf ve en derin olanlarından biri” dediği ve eseri “derin bir devrimci karaktere sahip olan” Hölderin’e adeta hayranlık besliyordu. Ne var ki, edebiyat tarihçilerinin genel kanaatinin aksine, onu romantik bir yazar olarak nitelemeyi inatla reddeder. Peki neden?

Otuzlu yılların başından itibaren Lukács, keskin bir bakışla, romantizmin basitçe bir edebiyat ekolü olmayıp, geçmişin -dini, etik, kültürel- değerleri adına kapitalist medeniyeti hedef alan bir kültürel tepki olduğunu kavramıştı. Öte yandan, geçmişe ait referansları nedeniyle bunun esasen gerici bir fenomen olduğu kanısındaydı. “Romantik antikapitalizm” terimi ilk kez Lukács’ın Dostoyevski hakkındaki bir makalesinde geçer; burada Rus yazar, “gericiliği” nedeniyle mahkûm edilir. Moskova’da yayımlanan bu metne göre Dostoyevski’nin etkisi kapitalizme olan romantik karşıtlığın meselelerini “manevi” meselelere dönüştürme kabiliyetinden kaynaklanmaktadır; “bu romantik antikapitalist küçük burjuva entelektüel muhalefetten (…) sağa, gericiliğe ve bugün faşizme geniş bir yol, sola ve devrime ise dar ve zorlu bir patika açılıyor.”[2]

Üç yıl sonra Faşist Estetiğin Öncüsü Nietzsche üzerine bir deneme yazdığında bu “dar patika” tümüyle gözden kayboluyor gibidir. Lukács Nietzsche’yi kapitalizmin romantik eleştirilerinin geleneğinin sürdürücüsü olarak sunar: “Tıpkı onlar gibi, bugünün kültürsüzlüğünün karşısına kapitalizm-öncesinin veya kapitalizmin başlangıç dönemlerinin yüksek kültürünü çıkarıyor”. Ona göre bu eleştiri gericidir ve kolaylıkla faşizme götürebilir[3].

Burada şaşırtıcı bir körlükle karşı karşıyayız: Lukács romantizmin siyasal heterojenliğini fark etmiyor gibidir, özellikle de geçmişe imkânsız bir geri dönüşün hayalini kuran gerici romantizmin yanında önce geçmişe uğrayıp oradan ütopik bir geleceğe yönelmeyi savunan bir devrimci romantizmin varlığını göz önünde bulundurmaz. Genç Lukács’ın eserlerinin, örneğin Roman Kuramı (1916) adlı denemesinin bu romantik/ütopik kültürel evrene dahil olduğunu düşünürsek bu karşı çıkışı daha da hayret verici hale geliyor[4]

Bu devrimci akım romantik hareketin kökenlerinden itibaren mevcut. Örnek olarak siyasal romantizmin bir çeşit ilk manifestosu olarak değerlendirebileceğimiz Jean-Jacques Rousseau’nun İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kökenleri’ni alalım (1755): Burjuva toplumuna, eşitsizliğe ve özel mülkiyete yönelik sert eleştiri, az çok hayali bir geçmiş adına, doğal hâl adına yapılır (ki bu da “Karaib” yerlilerinin özgür ve eşitlikçi göreneklerinden esinlenmiştir). Oysa, hasımlarının (Voltaire!) iddia ettiğinin aksine Rousseau modern insanların ormana dönmesini önermez, “vahşilerin” özgürlük-eşitliğinin [égaliberté] yeni bir biçiminin hayalini kurar: Demokrasi. Ütopik romantizmi, farklı biçimler altında, yalnızca Fransa’da değil, İngiltere’de (Blake, Shelley) ve hatta Almanya’da buluruz: Genç Schlegel Fransız Devriminin ateşli bir taraftarı değil miydi? Bu elbette Hölderlin için de geçerlidir; o da bir devrimci şairdir fakat, Rousseau’dan beri birçok romantik gibi “ilksel bir dünyanın günlerinin nostaljisi”yle yanıp tutuşur » (ein Sehnen nach den Tagen der Urwelt)[5]

Gönülsüzce de olsa Lukács Hölderlin’de “henüz gerici bir karaktere sahip olmayan romantik ve antikapitalist çizgiler” bulunduğunu kabul etmek zorundadır. Örneğin Hyperion’un yazarı, tıpkı romantikler gibi kapitalist iş bölümünden ve burjuva toplumunun o dar siyasal özgürlük rejiminden nefret eder. Bununla birlikte “özü itibariyle Hölderlin (…) bir romantik değildir, her ne kadar doğmakta olan kapitalizme dair yaptığı eleştiri kimi romantik çizgilerden yoksun olmasa da”[6]. Hem bir fikri hem de tersini ifade eden bu satırlarda, Lukács’ın sıkıntısını ve şairin devrimci romantik doğasını açıkça belirtmeye ilişkin zorluğunu hissederiz. İlk döneminde romantizm “henüz gerici bir karaktere sahip değil” midir? 18. Yüzyılın sonunda, romantizmin başlangıç evresi olan tüm bir Frühromantik’in gerici olmadığı anlamına mı geliyor o zaman bu? O halde romantizmin doğası itibariyle gerici bir akım olduğu neye dayanarak ilan edilebiliyor?

Bunun apaçık olmasına rağmen Hölderlin’i romantiklerden ayrıştırma girişiminde Lukács, gönderme yapılan geçmişin farklı dönemler olduğunu ileri sürüyor: “Hölderlin ile romantik yazarların tema tercihinde farklılık -Yunan’a karşı Orta Çağ- basit bir tema farkı değil, bir dünya görüşü ve siyasal ideoloji farkıdır” (s. 194). Oysa birçok romantik Orta Çağ’a gönderme yapsa da bu hepsi için geçerli değildir: Örneğin, gördüğümüz gibi Rousseau “Karaiblerin”, bu özgür ve eşit insanların yaşam tarzından ilham alır. Öte yandan klasik Yunan’ın Olimpos’unun hayalini kuran gerici romantikler de buluruz. 19. Yüzyılın sonunun “neo-romantizm” denilen akımını ele alırsak (ki bu aslında romantizmin yeni bir biçim altındaki devamıdır), liberter Marksist William Morris ve anarşist Gustav Landauer gibi Orta Çağ’a hayranlık besleyen otantik devrimci romantikler buluruz.

Esasında devrimci romantizmi gerici olandan ayıran, göndermede bulunulan geçmiş tipi değil, geleceğin ütopik boyutudur. Söz konusu denemenin bir başka bölümünde Lukács bunun farkına varır gibidir; Hölderlin’de hem “altın çağa dönüş hayalinin” hem de “burjuva toplumunun ötesine dair, insanlığın gerçek kurtuluşuna dair bir ütopya”nın varlığından söz eder.[7] Gayet keskin bir bakışla Hölderlin ile Rousseau arasındaki hısımlığı da görür: her ikisinde de “toplumun dönüşümü hayalini” buluruz, onu “yeniden doğal hâle” getirecek bir dönüşüm[8]. Dolayısıyla Lukács Hölderlin’in devrimci romantik ethos’unu kabul etmeye çok yakındır, ne var ki tanımı itibariyle gerici olarak sınıflandırılmış olan romantizme karşı inatçı önyargısı bu sonuca ulaşmasını engeller. Bu bizce, başka açılardan gayet parlak bir deneme olan bu metnin temel sınırlılıklarından biridir… 

Žižek, Stalinizm ve Komünist Tasarı

Diğer sınırlılık ise Hölderlin’in (Thermidor-sonrası[9]) inatçı jakobenliğine ilişkin Lukács’ın yaptığı tarihsel-siyasal değerlendirmeyle ilgili. Lukács bunu Hegel’in “gerçekçiliği”yle karşılaştırır: “Hegel Thermidor-sonrası dönemi, evrimin devrimci döneminin sona erişini kabul eder ve felsefesini tam da evrensel tarihin evrimindeki bu yeni dönemecin kavranışı üzerine inşa eder. Hölderlin Thermidor-sonrası gerçeklikle hiçbir uzlaşmaya gitmez; antik demokrasinin yeniden doğuşuna dair o eski devrimci ideale sadık kalır ve bu idealleri için şiirsel ve ideolojik düzeylerde bile herhangi bir alan bırakmayan bu gerçeklik onu kırıp geçer”. 

Hegel “burjuvazinin devrimci evrimini, devrimci terör dönemiyle birlikte Thermidorun ve İmparatorluğun da yalnızca birer zorunlu evresini oluşturduğu bütünleşik bir süreç olarak” kavramıştır. Hölderlin’in uzlaşmazlığı ise “trajik bir çıkmaza sürükler onu. Kimsenin tanımadığı ve arkasından ağlamadığı [Hölderlin], Jakoben dönemin ideallerinin yalnız ve şiirsel bir Leonidas’ı gibi Thermidorcu işgalin Termopylae muharebesinde düşer”[10].

Bu tarihsel, edebi ve felsefi freskin bir hayli haşmetli olduğunu kabul edelim! Fakat bu sorunlu olmadığı anlamına gelmiyor… Ve özellikle de, zımnen, Lukács’ın bu denemeyi kaleme aldığı zamandaki haliyle, Sovyet devrimci sürecinin gerçekliğine bir gönderme içerir. Yahut en azından bu benim savunmaya giriştiğim, biraz da riskli olduğunu söyleyebileceğim varsayımdır.  Bu görüşümü İngilizce yayımlanan “Lukács ve Stalinizm” adlı bir makalede ortaya koymuştum[11]. Aşağıdaki alıntı Lukács’ın Hölderlin hakkındaki makalesinde kabaca çizilen tarihsel fresk hakkındaki varsayımımı özetliyor: 

“1935’teki SSCB’yle bağlantısı bakımından bu değerlendirmelerin anlamı gayet saydam; bir de buna Troçki’nin tam da Şubat 1935’de, SSCB’nin 1924 sonrasındaki gelişimini nitelemek için ilk kez “Thermidor” kavramını kullandığı bir metni yayımladığını eklemek gerekir (İşçi Devleti, Thermidor ve Bonapartizm[12]). Alıntılanan kısımlar gayet açık biçimde Lukács’ın Troçki’ye, Thermidor’u reddeden ve çıkmaza saplanmaya mahkûm olan bu uzlaşmaz, trajik ve yalnız Leonidas’a yanıtıdır. Buna karşılık Lukács ise, tıpkı Hegel gibi, devrimci dönemin sonunu kabul eder ve felsefesini evrensel tarihin bu yeni dönemecinin kavranışı üzerine inşa eder. Ama bu arada, Lukács’ın, Troçki tarafından Stalin rejiminin Thermidorcu olduğuna dair yaptığı nitelendirmeyi zımnen kabul eder konumda olduğunun altını çizelim…”[13]

Oysa, bir hayli şaşırarak, Slavoj Žižek’in yeni çıkmış bir kitabında Lukács’ın Hölderlin hakkındaki denemesine dair, benim varsayımımı kaynak belirtmeden neredeyse kelimesi kelimesine tekrar eden bir pasajla karşılaştım:

 “Lukács’ın analizinin derin biçimde alegorik olduğu besbelli: Troçki’nin Stalinizmin Ekim devriminin Thermidoru olduğuna dair tezini ortaya atışından birkaç ay sonra yazılmıştır. Lukács’ın metni Troçki’ye bir yanıt olarak okunmalıdır: Stalinci rejimin “Thermidorcu” olarak tanımlanışını kabul eder ama buna olumlu bir anlam yükler. Ütopik enerji kaybından yakınmaktansa, kahramanvari bir tevekkülle, onun sonuçlarını toplumsal ilerlemenin yegâne gerçek uzamı olarak kabul etmemiz gerekir”[14]

Sayın Žižek’in Lukács hakkındaki kitabımı okuduğunu sanmıyorum ama muhtemelen o dönem geniş biçimde dağıtılmış olan Western Marxism derlemesindeki makalemle birlikte analizimden haberdar olmuştur. Çok hızlı ve çok yazdığı için, Sayın Žižek’in her zaman kaynaklarını belirtmeye vakit bulamaması gayet anlaşılır…

Slavoj Žižek Lukács’a çeşitli eleştiriler getiriyor ancak bir tanesi bir hayli paradoksal: Lukács “Otuzlu yıllardan sonra ideal Stalinist filozof haline gelir ve tam da bu nedenle ve Brecht’ten farklı olarak Stalinizmin gerçek büyüklüğünün yanından geçip gider”[15]. Bu değerlendirme kitabının tuhaf biçimde “Stalinizmin İçsel Büyüklüğü” adını taşıyan bir bölümünde bulunuyor. Bu başlık Heidegger’in “Nazizmin içsel büyüklüğü” konusundaki argümanından esinlenir – Nazizmin herhangi bir içsel büyüklüğe sahip olduğunu reddettiği için Žižek haklı olarak mesafe koyar bu argümana.

Peki Lukács neden Stalinizmin bu “büyüklüğünü” kavrayamadı? Žižek bunu açıklamıyor ama -Troçki tarafından önerilen ve Lukács tarafından zımnen kabul edilen- Stalinizm ile Thermidor arasındaki özdeşleştirmenin yanlış olduğunu ima ediyor. Örneğin, ona göre, “1928 yılı altüst edici bir dönemeçti, hakiki bir ikinci devrimdi -bir çeşit “Thermidor” değil, daha çok Ekim devriminin tutarlı bir radikalleşmesiydi”… Dolayısıyla Lukács ve onun gibi “Stalinist tasarının katlanılmaz gerilimini” kavrayamayanlar, onun “büyüklüğünü” kaçırmışlardır ve “Stalinizmin özgürleşimci-ütopik potansiyelini” anlayamamışlardır”[16]! Bu hikâyeden çıkarılması gereken ders ise şudur Žižek’e göre: “Stalinist terörle ‘otantik’ Leninist mirası birbirinin karşısına koymaya dayalı gülünç oyundan vazgeçmek” gerekir. Troçki tarafından geliştirilip son Troçkistler yani güncel Marksizmin bu hakiki Hölderlin’leri tarafından tekrar kullanılan eski bir argümandır bu[17]

O halde Slavoj Žižek de Stalinistlerin sonuncusu mu acaba? Žižek’in düşüncesi paradokslarla muğlaklıkları kayda değer bir kabiliyetle öylesine işliyor ki bu soruya cevap vermek zor. Ya Stalinizmin “içsel büyüklüğü” ve “ütopik-özgürleşimci potansiyeli” konusundaki tantanalı açıklamalarına ne demeli? Bana kalırsa Stalinist sistemin “içsel vasatlığı” ve “distopik potansiyeli”nden söz etmek daha yerinde olurdu… Lukács’ın Thermidor hakkındaki akıl yürütmesi, her ne kadar o da tartışmalı olsa da bana daha parlak geliyor.

“Lukács ve Stalinizm” makalemde Hölderlin hakkında Lukács’ın çizdiği iddialı tarihsel fresk konusundaki değerlendirmem Devrim ile Thermidor arasındaki süreklilik tezini sorgulamaya çalışıyordu:

“Lukács’ın bu metni Stalinizmi, bütünleşik bir süreç olarak kavranan proletaryanın devrimci evriminin ‘kasvetli’ fakat ‘ilerici bir karaktere sahip’ ‘gerekli bir evresi’ olarak meşrulaştırmak bakımından en akıllıca ve en incelikli girişimlerden biridir hiç şüphesiz. Muhtemelen Stalinizme az çok bağlanmış birçok entelektüelin ve militanın gizli akıl yürütmesinin de dayandığı bu tezde bir çeşit “rasyonel çekirdek” mevcuttur ancak sonraki yıllardaki gelişmeler (Moskova duruşmaları, Alman-Sovyet anlaşması vs.), Lukács’a bile bu sürecin o kadar da ‘bütünleşik’ olmadığını gösterecekti”. 

Bir dipnotta, yaşlı Lukács’ın 1969’da New Left Review’a verdiği bir mülakatta, Sovyetler Birliği konusunda 1935’tekinden daha keskin bir bakışa sahip olduğunu ekliyordum: Sosyalizmin o olağanüstü çekim kuvveti ancak “1917’den Büyük Tasfiyeler çağına kadar sürmüştü” Lukács’a göre[18].

Žižek’e geri dönersek, kitabının sorduğu sorular yalnızca tarihe ilişkin değil: Marx’ın (ve/veya Lenin’in) fikirlerinden yola çıkan özgürleşimci komünist tasarının bizzat mümkün olup olmadığıyla ilgili aynı zamanda bu sorular. Kitabının en garip pasajlarından birinde öne sürdüğü argümana göre, Stalinizm, (yazarın da kabul ettiği) tüm korkunçluklarıyla birlikte, son tahlilde Marx’ın ilksel tasarısına oranla kötünün iyisi olmuştur! Bir dipnotta Žižek, Stalinizm meselesinin yanlış biçimde ortaya konduğunu açıklıyor:

“Sorun orijinal Marksist bakışın beklenmedik koşullar tarafından saptırılması değildir. Sorun, bu bakışın kendisidir. Eğer Lenin’in -ve hatta Marx’ın- komünist tasarısı, hakiki çekirdeğine uygun biçimde tümüyle gerçekleştirilmiş olsaydı, durum Stalinizmden de beter olurdu – Adorno ve Horkheimer’in die verwaltete Welt (yönetim toplumu) dediği, tümüyle saydam, şeyleşmiş bir general intellect tarafından düzenlenmiş, her türden özerklik ve özgürlük isteğinin sürüldüğü bir toplum bulurduk karşımızda”[19].

Slavoj Žižek’in fazla mütevazı olduğunu düşünüyorum. Siyasal önemi bariz olan böylesi bir tarihsel-felsefi keşfi neden bir dipnotta gizliyor? Marksizmin liberal, anti-komünist ve gerici hasımları Marx’ı Stalinizmin suçlarından sorumlu addetmekle yetiniyorlar. Žižek ise, bildiğim kadarıyla orijinal Marksist tasarı eğer tümüyle uygulansaydı, sonuçlarının Stalinizmden de beter olacağını iddia eden ilk kişi….

Bu tezi ciddiye mi almak gerekir yoksa Slavoj Žižek’in provokasyona olan merakına mı saymak gerekir? Bu soruya yanıt veremem ama ikinci varsayıma daha yakın olduğumu belirtmeliyim. Her halükârda böylesine akla ziyan bir iddiayı ciddiye alma konusunda zorlanıyorum -bugün de hala Marksizmin orijinal tasarısına ilgi duymaya devam edenlerin, bilhassa da gençlerin muhtemelen paylaştığı bir şüphedir bu.

Çeviren: Uraz Aydın

Kaynak: https://www.contretemps.eu/Lukács-holderlin-thermidor-stalinisme-zizek/#sdfootnote12sym

Kapak Resmi: Jacque-Louis David, “Leonidas Thermopylae’de”, 1814.


[1] Bu metin Fransızcaya Lucien Goldmann tarafından çevrilmiş ve Goethe ve Çağı (1949) kitabına dahil edilmiştir. G. Lukács, « L‘Hyperion de Hölderlin », Goethe et son époque, Paris, Nagel, 1949, p. 197. (Türkçesi: Lukács, Goethe ve Çağı, çev. Ferit Burak Aydar, Sel yayınları, 2011)

[2] G. Lukács, « Über den Dostojevski Nachlass », Moskauer Rundschau, 22/3/1931.

[3] G. Lukács, « Nietzsche als Vorläufer der faschistischen Ästhetik » (1934), in F. Mehring, G. Lukács, Friedrich Nietzsche, Berlin, Aufbau Verlag, 1957, ss. 41, 53. 

[4] Bkz. M.Löwy, R.Sayre, “Le romantisme (anticapitaliste) dans La Théorie du roman de G. Lukács”, in Romanesques, Revue du Centre d’études du roman, Paris, Classiques Garnier, n° 8, 2016, “Lukács 2016: cent ans de Théorie du roman”.

[5] Hölderlin, Hyperion, 1797, Frankfurt am Mein, Fischer Bücherei, 1962, s. 90. Antikapitalist romantizm kavramı ve siyasal ifadeleri hakkında bks. M. Löwy, R. Sayre, İsyan ve Melankoli. Moderniteye Karşı Romantizm, çeviren: Işık Ergüden, Versus, 2007.

[6] G. Lukács, Hyperion, op.cit., s. 194.

[7] G. Lukács, op.cit., s. 183.

[8] Ibid., s.182.

[9] Thermidor Fransız devriminin takviminde temmuz-ağustos ayına tekabül eder ve siyasal açıdan 9 Thermidor 1794’te (27 Temmuz) Robespierre’in tutuklanıp giyotine gönderilmesine ve böylece devrimci terör döneminin sona ererek, devrimci süreç içinde bir çeşit gerilemeye işaret eder. Troçki Stalinist bürokrasinin iktidarı ele geçirişini de bir Sovyet Thermidoru olarak tanımlar. Ç-N. 

[10] G. Lukács, op.cit., pp. 179-181.

M.Ö. 480 yılında Yunanistan’a yönelik Pers istilasında Sparta Kralı Leonidas sınırlı sayıdaki birlikleriyle Termopylae muharebesindeumutsuz bir direniş gösterir ve tüm güçleriyle birlikte imha edilir. Ç-N.

[11] Bu metin Western Marxism, a Critical Reader (Londres, New Left Books, 1977) derlemesinde yer aldı. Ayrıca 1976’da PUF’tan yayımlanan Lukács hakkındaki bir kitabıma da dahil ettim: Devrimci Entelektüellerin Bir Sosyolojisi için. Lukács’ın Siyasi Gelişimi (1909-1929). Aynı kitap İngiltere’de 1980’de Georg Lukács. Romantizmden Bolşevizme başlığı altında basıldı. 

[12] Lev Troçki, Stalinizme Karşı Bolşevizm, çeviri: Sanem Öztürk, Yazın yayıncılık, 2008, ss. 177-204. Ç-N. 

[13]  M. Löwy, Pour une sociologie des intellectuels révolutionnaires. L’évolution politique de Lukács 1909-1929, Paris, PUF, 1976, s.232.

[14]S. Žižek, ed., La révolution aux portes, Montreuil, Le Temps des Cerises, 2020, s. 404.

[15] S. Žižek, op.cit, s. 257.

[16] S. Žižek, op. cit., dipnot 49, s. 419.

[17] S. Žižek , op.cit., ss. 250-52.

[18] M. Löwy, G.Lukács, op.cit., s. 233. 1930’ların başındaki zorunlu kolektifleştirme katliamlarının SSCB dışında pek bilinmediği doğrudur. 

[19] S. Zizek, op. cit.,  dipnot 47,  s. 419.