“Ekonomik ve toplumsal öngerekler, kendi başlarına devrim için yeterli değildir. Politik önşartlara, yani zaferi önceden garanti etmese bile hiç olmazsa mümkün kılan bir güçler ilişkisine gerek vardır. Stratejik hesaplama, cesaret, kararlılık daha sonra muhtemeli gerçekliğe dönüştürür. Ama hiçbir strateji, imkânsızı mümküne dönüştüremez.”
Lev Troçki, Faşizme Karşı Mücadele
COVID-19 salgını insanlığın boğuştuğu dertlerle, egemen sistem olan kapitalizmin bu dertlere yönelik ortaya koyduğu politikalar arasındaki açı farkını bir kez daha gösterdi. Milyonlarca insanın ölme ihtimalinin olduğu böylesi bir salgın, kapitalistlerin üretim ilişkilerinin sürekliliğini önceleyen politikasında herhangi bir kayda değer değişim ihtimalini bile doğurmadı. Başta Türkiye olmak üzere birçok yönetim üretimin sürmesinin temel öncelikleri olduğunu belirtip, işçilerin çalışmaya devam edeceğini duyurdu. Geriye kalanlar için ise, pandemi sonrası yoğun bir sömürüyle karşılığı alınacak bir sadaka programı devreye sokuldu. Salgının ortaya koyduğu ücretsiz, kapsamlı ve kamusal sağlık hizmetinin vazgeçilmez önemi, göstermelik ve geçici önlemlerle unutturulmaya çalışıldı.
Aslında, neoliberalizmin “toplum diye bir şey yoktur” mottosunun altın çağını yaşıyoruz. 2008 kriziyle birlikte ortaya çıkan büyük çöküş, bir dizi ayaklanmanın ve sol yükselişin ardından, toplumun atomize edilmesine ve bununla bağlantılı olarak post-faşist iktidarların yükselişine neden oldu. Düzenli bir gelir sağlayan işlerin yokluğunda milyonlarca insan, gündelik ve geçici işlerle hayatta kalmaya çalıştı. Bu işlerin genelini tanımlamak için kullanılan gig ekonomisi (kısa süreli, geçici, freelance işler) kavramı, aynı zamanda işçiler arasındaki dayanışmanın yerini, herkesin kendisinin patronu olduğu bir işçiler arası rekabet ortamının aldığını da muştuluyordu. Böyle bir ortamda, salgına kamusal bir yaklaşım yerine, herkesin kendi sorumluluğunu aldığı bir “mücadele” söyleminin ortaya çıkması da garip değildi. COVID-19 salgınıyla birlikte ivmesi hızlanan ekonomik çöküşün toplumsal etkilerine karşı, geç kapitalizmin yarattığı kültürel-ideolojik bariyer sosyal atomizasyonken, politik bariyer ise Türkiye ve Macaristan’da en iyi örneklerini gördüğümüz otoriter yönetim yapılarıydı. Bu salgın birçok sağcı yönetici tarafından Allah’ın lütfu olarak karşılandı.
Bu dönem çokça söylendiği gibi bu virüs, kapitalizmin insanlığın yüzde 99’una ölümden başka bir şey vaat edemediğini ortaya koydu. Elli yıldır anlatılan masalların aksine insanlığın sınıfsal olarak keskin şekilde bölündüğünü, insanlığın başına gelen felaketlerin, sınıfsal olarak oldukça farklı bedeller yarattığını kör gözlere bile gösterdi. Ancak soyutlama düzeyinde apaçık karşımızda duran bu gerçekliğin, somut alanda bir hakikat haline gelmesi ancak politik mücadeleyle mümkün. Teorik planda ne kadar haklı olursak olalım, bu haklılığımızı, Troçki’nin deyişiyle, toplumsal güçler ilişkisinde sağlam bir yere oturtmadığımız müddetçe, pandeminin kendiliğinden yaratacağı anti-kapitalizmin hayaliyle yaşayacağız. Güçler ilişkisine işçi sınıfını dahil etmenin yolu ise böyle bir dönemde, belli başlı talepler etrafında bir araya gelerek mücadeleyi büyütmekten geçiyor. Olağanüstü koşullarda, olağanüstü bir siyaseti tahayyül edemeyenler, gündem ne olursa olsun hep aynı yöntemde ısrar edenler, radikal bir anti-kapitalist siyaset için ortaya çıkan imkânları yakalamakta zorluk çekiyor.
Virüsün insanlığa gösterdiği diğer bir şey ise, ekososyalist programın, sosyalist bir dünya yaratma mücadelesinden hiçbir şekilde ayrı ele alınamayacağı. Kapitalizmin yarattığı ekolojik çöküntü, bugün kendisini bir virüs ile gösteriyor. Ancak bu çöküntünün karşılığı bu virüsle sınırlı kalmayacak bir felaketin kapısını aralıyor. Bu nedenle, devrimci bir politika, sadece ekolojik felaketlerin etkilerine karşı bir politika sunmakla yetinemez. Felakete doğru bu gidişi tersine çevirecek, kapitalizmin canına okuduğu ekolojiyi, insanlığa yoldaş kılacak radikal bir politika sadece komünistler tarafından ortaya konabilir. Bundan dolayı, ekolojiyi bir yeni toplumsal hareket ya da kimlikçilik olarak kodlayan ezberlerden sıyrılmak zorundayız. Böylesi devrimci bir ekoloji siyaseti, “duyarlı” bir aktivizmle değil ancak sınıf mücadelesiyle var edilebilir.
Programatik farklara saygılı ve belirli talepler/amaçlar etrafında örülen bir birleşik mücadele, salgınla birlikte ortaya çıkan olguları, devrimci bir siyasetin üzerinde yükseldiği hakikatler haline getirme fırsatına sahip. Unutmamak gerekiyor ki, sınıf mücadelesinin bulaşıcılığı da en az koronavirüs kadar güçlü. Bu nedenle sadece sınırlar içerisinde değil, enternasyonal düzeyde gerçekleştirilecek bir araya gelişler, yaşadığımız bu olağanüstü günlerde, devrimci Marksistler için kaçınılamayacak bir görev.
Hong Kong’ta bir duvar yazısı şöyle diyor: “normale dönemeyiz çünkü eski normalimiz sorunun ta kendisiydi.” Bundan hepimizin ders çıkarması gerekiyor sanırım.