Covid-19 hastalığının aniden ortaya çıkması her şeyi değiştirmeye başlıyor, fakat bu durum birçok düşünürün geçtiğimiz yıllarda çoktan tasvir ettikleri ve inceledikleri belli eğilimleri de doğruluyor: Ekonomi, toplum, siyaset ve hatta biyoloji arasındaki sınırların bulanıklaştığı bir küresel dünyada yaşıyoruz ve tam da burada pandemi, yaşamın tüm boyutlarını ele geçiriyor.
Sınırların silikleşmesine rağmen toplumsal ilişkilerimizin genel çerçevesi bir değişikliğe uğramıyor. Aslında, basitçe ifade edecek olursak, salgın toplumlarımızdaki eşitsizlikleri genişletmeye başladı: Virüs öncelikle yaşlı, yoksul ve kendini güvence altına alamayanlar gibi en kırılgan toplumsal kesimlere daha sert bir darbe indirdi. Pandeminin ekonomik sonuçları artan kitlesel yoksulluk ve işsizlik oluyor. Son durum, kamusal sağlık hizmetlerinin kâr yaratan bir sektör olarak kabulü yerine, temel bir insan hakkı olduğunu elbette ki kanıtlıyor. Bu iddia, Bernie Sanders’ın seçim kampanyasının sacayağıydı ve hiç şüphesiz önümüzdeki yıllarda toplumsal mücadelelerin merkezi gündemlerinden birisi olacak.
Bununla birlikte, pandemi krizi devletlerin biyopolitik iktidarını önemli ölçüde güçlendirmekte. Vatandaşlar ve yerleşimciler (mülteciler ve göçmenleri dahil ediyorum) olarak sağlımızı güvence altına almalarını talep edeceğiz ve geçtiğimiz on yıllarda hastanelerimizi giderek zayıflatan neoliberal politikalara elbette karşı çıkacağız. Sağlığı kâr etmeyen bir hizmet olarak gördükleri ve dolayısıyla asgari tıbbi donanımları tedarik etmeyi zül saydıkları içindir ki günümüzde en gelişkin tıbbi ve bilimsel araştırma merkezlerinin yer aldığı şehirler maske ve ventilatör gibi basit donanımlara vahim bir şekilde ihtiyaç duyuyorlar.
Yine de önümüzdeki meselenin bir diğer boyutunu göz arda etmeyelim: Biyoloji, ekonomi ve siyasetin iç içe geçmesi, hükümetlerimizi, yalın anlamıyla fiziksel yaşamlarımızı kontrol altına alan bir tür biyo-iktidar makinasına dönüştürmekte. Bugünlerde, gerekli görülen bir sınırlandırmayı bile isteye kabul ediyoruz, ancak şunun da farkında olalım, Foucault’nun tabiriyle “iyi çoban” –en azından iyi çobanın şu durumda Donald Trump olmadığı aşikâr–yalnızca bizi korumakla kalmaz, aynı zamanda bize hükmeder. Yeni bir tür “istisna halini” deneyimliyoruz –temel bazı haklara kaçınılmaz olarak sınırlamaların getirildiği şehirler bir nevi sıkıyönetim altında– ve bu durum çok yakın gelecekte ulusal toparlanma, toplumsal güvenlik ve kamu sağlığı vb. adına özgürlüklerimizi sınırlamak, toplumsal kalkışmaları engellemek veya sıkı tasarruf politikalarının uygulanması için bir emsal olacak. Giorgio Agamben, pandeminin ehemmiyetini azımsadı, yine de yapmış olduğu uyarı yerindedir.
Pandemi politikalarının inşa ettiği antropolojik model –evden çalışma, izolasyon, kendini eve hapsetme– klasik liberalizmin özgürlük kavrayışıyla kayda değer bir biçimde örtüşüyor: “Negatif” özgürlük (tamamen bireysel alanla sınırlandırılmış haklar) “pozitif” özgürlüğe (kamusal alanda verilecek toplumsal mücadeleler) galebe çalıyor. Bu antropolojik model solun toplumsallığıyla ve kültürüyle taban tabana zıttır. Bu dönüşüm şu anlama geliyor, geçici bir süreliğine de olsa, alışılageldik kitlesel mobilizasyon biçimlerini ikame edebilecek yeni mücadele pratikleri türetmek zorundayız.
Bu kriz, işlerimizi yalıtılmış bireyler olarak sürdürmeye zorlayarak, toplumlarımızın yaşam alışkanlıklarını sınıyor. Bu durum çeşitli tehditleri beraberinde getiriyor, örneğin evden çalışmanın ciddi anlamda yaygınlaştırılması, mesai mevhumunu askıya alıyor. Ayrıca, bazı hizmet ve mal üretimleri fiziksel etkileşim gerektirdiği içindir ki çeşitli sağlık ve toplumsal eşitsizlikleri birleştiriyor (salgın riskine eşitsiz bir biçimde maruz kalıyoruz). Başka bir deyişle, toplumsal eşitsizlikler, biyolojik eşitsizliklere tahvil edilebilir ve “iyi çoban”, “otoriter ve öjenik” bir çobana dönüşebilir hale geliyor. Tam da bu nedenle krizi, hayatta kalmamızı sağlayan ve fakat berbat ücretlere mahkûm edilen birçok temel işin –hemşire ve diğer hastane emekçileriyle sınırlı kalmamalı, çok ötesine geçmeli– eski itibarını iade etmek için bir fırsat olarak görmeliyiz. Bu fırsatın anlamı otobüs ve ambulans şoförlerini, kendiliğinden pencerelere çıkıp alkışa boğan halkın ifadesinde bulunmaktadır.
Öyle gözüküyor ki, Albert Camus’un Veba romanı içinden geçtiğimiz bu olağanüstü zamanlarda en fazla rağbet gören edebi metinlerden biri oldu. Roman, Oran şehrini enkaza dönüştüren pandemiyi ve bir rahip portresini tasvir eder. Rahip Paneloux, pandemiyi günahkâr insanlığa tanrı tarafından gönderilen bir ceza olarak kabul eder. Gerici ve gayr-i insani muhafazakârlığın barındırdığı bu felsefi ve ahlaki duruş, sol tarafından elbette kabul edilemez fakat üzerinde düşünülmeyi hak ediyor.
Covid-19’un, insanlığın deneyimlediği ne ilk ne de en vahim pandemi olduğu doğrudur. 14. Yüzyıldaki Kara Veba’nın Avrupa halklarının çoğunu kırıp geçirdiği ve 1920’lerde İspanyol Gribi diye tabir edilen salgının, Birinci Dünya Savaşı’ndan bile daha fazla ölüme yol açtığı herkes tarafından biliyor. AIDS üzerine uzmanlaşan tarihçi Mirko Grmek, hastalığın izini dünya tarihinde takip ederek, salgınların ne denli köklü demografik ve ekonomik sonuçlar getirdiğini önemle vurguluyor. Fakat salgının ekonomik, toplumsal ve ekolojik etkilerinin biyolojik boyutun çok ötesine geçtiğini hesaba katmakla beraber, Coronavirüs salgının bir tür “doğanın intikamı” olarak belirdiğini de kabul etmek gerekiyor.
Elbette bu kabul ediş, yukarda da belirttiğim üzere korumaya, kurtarmaya ve hatta yaslarını tutmaya çalıştığımız virüs taşıyıcıları ve hatta kurbanlarını damgalamak anlamına gelmemeli. Doğanın İsyanını -Horkheimer’dan ödünç aldığım bir tabir- bir metafor olarak görmeli ve yüzleşmekte olduğumuz durumu anlamak için vesile kılmalıyız: Bu isyan, devasa üretici güçleri yaratan ve onu tahribat araçlarına (öncelikle çevreyi yok eden, doğanın kendisini düzenleme ve ekolojik sistemlerimizin yeniden üretme kapasitesini mahveden) dönüştüren medeniyeti tehdit etmektedir.
Şehirlerimizin sokakları terk edilmiş halde, üretim çarpıcı biçimde azalmış durumda ve doğa, kendisinden gasp etmiş olduklarımızı yeniden fethediyor. Salgını tanrının gazabı gibi kabul eden gerici siyasi teolojinin bu iddiasını seküler bir biçimde gözden geçirip doğanın hüküm verdiği bir ceza olarak yeniden yorumlayabiliriz.
Şimdiye dek, şaşırtıcı ve yüreklendirici bir kolektif dayanışma ve yardımlaşma dalgasına tanıklık ettik. Siyaset sahnesine Matteo Salvini gibi ırkçı ve göçmen düşmanı bir liderin egemen olduğu İtalya’da bile geçtiğimiz birkaç ay öncesine dek, Çinli, Kübalı ve Arnavut doktor ve hemşireler adeta birer kahraman gibi ülkeye buyur ediliyorlardı. İnsanlar küresel ve dayanışmacı bir çözüme olan ihtiyacı ve bir günah keçisi aramanın ölümcül derecede nafile bir mevzu olduğunu anladılar. Ancak, bu hissiyatın bir yıldan fazla süren ekonomik depresyon sonrası halen daha süreceğinden pek emin değilim.
Onulmaz derecede arkaik kalma riskine rağmen, bu uzun sürecek değişim için hazırlık yapmalı ve şu kadim seçeneği belki de günümüze uyarlamalıyız: Ya sosyalizm ya barbarlık. Yüzyıl sonra bu sloganı desteklemenin naiflik olacağının farkındayım. Bildiğimiz üzere sosyalizm deneyimi barbarlığın bir veçhesine dönüşebiliyor, fakat tarihsel bir ikilemle karşı karşıya olduğumuz gerçeğini değiştirmiyor: Ya 1980’lerden beri sürmekte olan neoliberal döngüyü sona erdiren 21. Yüzyıl için geçerli bir “New Deal” kuracak ya da neoliberal yönetişimin karakterize ettiği eşitsiz ve otoriter bir fecaat dönemle karşı karşıya kalacağız.
Biraz farklı ve fakat daha az kabusvari olmayan bir faşizm veya totaliterlik yeniden türeyebilir. Geleceğin siyaseti, dünyayı kurtarmakla evrensel solunum (teneffüs) hakkının örtüştüğü bir yerde mücadelesini bulmalı. Achille Mbembe’nin yaptığı şu yerinde çağrıya kulak kesilmeli: Irktan, ekonomik statüden ve devlet egemenliğinden bağımsız olarak herkes için var olma hakkı!
Çeviri: Deniz Ortak
-Bu metin, Verso Books sitesinde yayınlanan İngilizce aslından çevrilmiştir.