İmdat Freni

Sınıf

Onların Medeniyeti, Bizler için Barbarlık! 1 Mayıs’la Birleşik Mücadeleye! – Yeniyol’un Sözü

Bu 1 Mayıs, salgının etkisi altında girdiğimiz ikinci 1 Mayıs olacak. Son bir yılda dünya genelinde bir avuç dolar milyarderinin servetlerini yüzde 54 arttırıp, bu servete 4 trilyon ABD doları daha eklerken, dünya genelinde işçi sınıfının da bu dönemde buna çok yakın bir miktar, 3,7 trilyon dolar gelir kaybına uğradığı ve dünya genelinde 255 milyon iş kaybı yaşandığı tahmin ediliyor.  Türkiye’de ise bu dönemde, 7 milyondan fazla işçi bırakın geçinmeyi açlık sınırının bile altında bir ücretsiz izin ödeneğine veya kısa çalışma ödeneğine mahkûm edildi. Türkiye işçi sınıfının geri kalanı ise hastalanmak ve hatta ölmek pahasına çalışmaya devam etmek zorunda kaldı. İSİG Meclisinin derlediği verilere göre 2020 yılında Türkiye’de 2427 işçi iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi. Öte yandan pandemi sürecinde ilk olarak ücretsiz izne çıkarılanlar kadınlar oldu. Ev içi emek ve bakım yükünü sırtladığı için güvencesiz bir şekilde yarı zamanlı ya da evden çalışan kadınlar bu süreçte işsizlik ödeneği alamadı. Cinsiyet eşitsizliği devlet politikalarının da etkisiyle daha da derinleşti; kadınlar sosyal yardımlara mahkûm bırakıldı. 

Pandemi nedeniyle son bir yıl içerisinde 3 milyon 140 bin kişi hayatını kaybetti. Dünya genelinde aşısı geliştirilmiş, hem de bir değil, birden fazla farklı aşısı geliştirilmiş bir salgın hastalık yüzünden hala her gün binlerce insan ölmeye devam ediyor. Bu ölümlerin nedeni artık salgın değil, hepimizin yaşamını bir korku filmine döndüren kapitalizmdir.

Saray rejiminin pandemiyle mücadele yürütme konusunda ise alkışlanabilecek tek yönü herhalde sınıf karakterini yansıtma noktasındaki dobralığıdır. “Hamdolsun üretim tarafında çarklar dönmeye” devam ederken salgının faturasının, tartışmaya mahal vermeyecek biçimde emekçilere kesildiğine her gün, her atılan adımda tanık oluyoruz. Halk sağlığının zerre kadar umursanmadığı bu a la Erdoğan salgın yönetiminin başta işçi hareketi olmak üzere toplumsal muhalefetin tüm kesimlerini zapturapt altında almanın vesilesi olarak kullanıldığını da 29 Nisan’dan itibaren başlatılan sıfır destekle tam kapanma koşullarında 1 Mayıs gösterilerinin fiilen yasaklanmasıyla bir kez daha görmek mümkün. 

Ucuza ekmek almak kendilerine yasaklanırken “fakir fukara” ile “garip gureba”ya milli törenle dağıtılan patates-soğanın, günün düşmanı seçilenlere göstermelik efelenmelerin, soykırım, terör, beka çıkışlarının işsizliğin pençesindeki emekçilerin, Kod 29 ahlaksızlığıyla işinden edilen işçilerin, makine parçası kadar değer verilmeyen sanayi, sağlık, inşaat, büro emekçilerinin, uzaktan çalışma rejiminde mesai saatleri tüm yaşamını kaplamış kadınların, gençlerin, emeklilerin ne açlığını ne de öfkesini dindirdiği aşikâr.

Tam da böylesi bir dönemde girilen 1 Mayıs ise maalesef işçilerin mücadele, birlik ve dayanışma günü değil bir anma gününe dönüştürülmüş durumda. 8 saatlik işgünü talepleri için direnen işçilerin katledilmesiyle başlayan 1 Mayıs geleneği, maalesef bugün Türkiye’de bu geleneğin aksine herhangi bir talebi olmayan, emekçileri harekete geçirmeye çalışmayan, hatta işçi sınıfının önemli bir kesimi için herhangi bir anlam taşımayan, siyasal akımların görünürlüklerini arttırmayı önüne koyduğu bir tür anma günü olarak geçiştiriliyor. Bu durum pandemi gerekçesiyle açıklanamaz. Salgın koşullarında gerçekleşen bu 1 Mayıs’ta, milyonlarca işçiyi eylemlerin dışında tutan, 1 Mayıs’ın uzaktan birer izleyicisi ya da sadece sosyal medya destekçisi konumuna getiren eylem/etkinlik organizasyonları, aslında yıllardır süren bu tutumun bir devamcısıdır.

Halbuki işçi sınıfının her gün kelimenin gerçek manasıyla canını vererek çalışmak zorunda kaldığı bir dönemde, 8 saatlik işgününü kazananların yolundan, işsizliğe karşı çalışma sürelerinin radikal bir şekilde kısaltılması, herkese ücretsiz aşılama yapılması, herkese bir yaşam geliri sağlanarak tam kapanma gibi talepler etrafında bir hareketlilik yaratmak için imkan olarak değerlendirilebilirdi bu 1 Mayıs. 

12. Cumhurbaşkanı yine bir “Medeniyet Şahlanışı” müjdelerken, onların medeniyetinin bizler için barbarlık olduğunu akıldan çıkarmadan, 1 Mayıs’ı ve akabinde yapılacak tartışmaları sosyalist hareketin en geniş kesimlerinin, irili ufaklı tüm emek örgütlerinin acil bir eylem programı çerçevesinde bir araya gelmesinin koşullarını zorlamak için vesile edelim. Birleşik mücadele, sınıf içinde kökleşme, sosyalist perspektif: Yolumuz bu olmalıdır.

Yaşasın 1 Mayıs!

Yaşasın Sınıf Dayanışması!

Yaşasın Proletarya Enternasyonalizmi!

Sosyalist Demokrasi için Yeniyol

Hindistan’da Köylü İsyanı – Pierre Mattei

Hindistan Başbakanı, milliyetçi ve Hindu yönelimli BJP (Hindistan Halk Partisi)’nin lideri Narendra Modi, 2014 yılında ultra liberal bir programla iktidara geldi. Şu günlerde Hindistan, dünyanın geri kalanı gibi Covid-19 pandemisiyle sarsılmış durumda. Bu yıl 11 Aralık’ta 9.8 milyondan fazla vaka ve 142.000’in üstünde ölüm rapor edildi. Hindistan’daki göreli zayıf sağlık sistemi dikkate alındığında bu rakamlar gerçekte olanlardan daha düşük.

25 Yılda 350,000 İntihar

Hindistan kapitalizminin en büyük sektörü olan hizmet sektörünün geçen Nisan ayında çökmesiyle pandeminin ülke ekonomisi üzerindeki etkisi çok şiddetli oldu. Sanayi sektörü de iyi durumda değil, zira işgücünün önemli bir kısmı küçük ve orta boy işletmelerde yoğunlaşmış durumda. Şehirde yaşayan birçok ücretli çalışan aslında köylerini tamamen terk etmiş değiller ve bu kişilerin aileleri köylerde yaşayıp çalışmaya devam etmekteler.  Bu kişilerin işlerini kaybetmesi kendilerini trajik bir duruma itti. Tarım sektörü pandeminin ekonomik etkilerinden göreceli olarak az etkilenmiş olsa da başka türlü zorluklarla karşı karşıya. 10 çiftçiden 9’u 0.8 hektardan daha küçük arazilerde çalışıyor. Son 25 yılda aşırı borçlanma ve şehirlerdeki çok az iş imkânı karşısında 1991-2011 arasında 15 milyon civarında insanı yerinden eden kırdan kente kitlesel göç nedeniyle 350.000 intihar vakasının görülmesi şaşırtıcı değil. 2013 yılında beş kişilik bir ailenin aylık geliri 72 Avro civarındaydı ve kırsal ailelerin çoğu sadece devletin sosyal programları sayesinde yaşamlarını sürdürebiliyordu.  

Modi, uzun vadede büyük toplumsal patlama riski söz konusu olduğundan tarımda yapısal reformlar yapma konusunda bazı Hindistan kapitalistlerinin desteğini kazandı. Çünkü, halihazırda Hindistan kapitalizmi kırsal alanlardan gelen işgücünü absorbe edecek durumda değil, tıpkı Çin’de olduğu gibi. Geçen Eylül ayında hükümet, tarımsal ürünler için devlet destekli fiyat garantisini ve köylüler için minimum geliri kaldırmaya yönelik üç ayrı yasa çıkarttı. Hem dayanıksız (eğer fiyatı  %50’den fazla artmıyorsa) hem dayanıklı (eğer fiyatı  %100’den fazla artmıyorsa) gıda maddelerini temel ürünler listesinden çıkardı –ki bu süpermarketler ve diğer aracılar en yasal yollardan yüksek kar elde edebilsin.

Delhi Kuşatma Altında 

Bu uygulama sadece piyasada tarımsal ürün fiyatlarının artışına ve belirli ürünlerde tekellerin ortaya çıkmasına katkı sağlayabilir. Bundan fayda sağlayacak olanlar örneğin, Modi’ye yakınlığıyla bilinen ve 63 milyar Avroluk serveti olan Hint işadamı Mukesh Ambani veya yine başbakana yakın olan ve “sadece” 23 milyar Avro serveti olan Gautam Adani’dir. Sonuçta, eski sistem tarafından garanti altına alınan minimum gelirden mahrum kalan birçok küçük çiftçi küçük arazilerinden kovulma riskiyle karşı karşıya.

Durum, özellikle, sırasıyla 28 ve 26 milyon insanın yaşadığı ve 1966’daki Yeşil Devrim’den en fazla nasibini alan kuzey doğu eyaletleri Pencap ve Haryana köylüleri için kaygı verici durumda. Üretimlerinin önemli bir kısmı liberalleşmeden etkilendiği için özellikle bu bölgelerde isyan hareketi oldukça güçlü. Bölgede iki aydır gösteriler devam ediyor. Son haftalarda Delhi çevresindeki kara ve tren yolları kapatıldı. Birçok köylü baskıya rağmen başkenti gerektiğinde haftalar boyunca kuşatma konusunda kararlı durumda.

Son yıllarda seçimlerde güç kaybeden ve Hindistan’ın en köklü partisi olan Kongre Partisi bu fırsatı yeniden meşruiyet kazanmak için kullanmaya çalışıyor. Modi’nin politikalarına muhalefet eden Parti, küçük partilerden oluşan bir koalisyona liderlik yapıyor. Ne var ki, Hindistan’ın küçük çiftçileriyle ilgili net bir perspektif ortaya koymuyor.  

Hindistan’ın küçük çiftçileri bu durumdan ancak pandeminin neden olduğu ekonomik krizin vurduğu kent emekçileriyle birlikte kapitalizmi yıkarak ve Hindistan toplumunu kâra doymayan kapitalistlerin değil ülke nüfusunun çoğunluğunun yararına olacak şekilde yenden düzenleyerek çıkabilir. 

Pierre Mattei

16 Aralık 2020

Çeviri: Nurcan Turan

Sarıyer Belediyesinde #yetkiyeitirazgeriçekilsin

696 sayılı Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile belediye şirketlerine kamu iktisadi teşekküllerine geçişleri yapılan Sarıyer Belediyesi işçilerinin Yüksek Hakem Kurulu (YHK) tarafından bağıtlanan toplu sözleşme süresi 30 Haziran’da sona erdi. 30 Haziran’dan bu yana toplu iş sözleşmelerinin bir türlü bağıtlanmadığını söyleyen işçiler Sarıyer Cumhuriyet Meydanı’nda eylem yaptı. İşçiler “Toplu sözleşme hakkımız yapılana kadar her türlü mücadeleyi vereceğiz” dedi.

Açıklamayı Sarıyer Belediyesi işçisi Fatih Sukas okudu. YHK kararıyla aldıkları zammın enflasyonun altında kaldığını ifade eden Fatih Sukas, “Ücretlerimiz erimeye başladı, bir yandan da vergi kesintileri nedeniyle 2 bin lirayı bulmayan ücretlerle geçinmek zorunda kaldık, ek işler yapar hale geldik” dedi. Üyesi oldukları DİSK Genel-İş 1 No’lu şubenin toplu sözleşme yapma hakkını elinde bulundurduğunu ifade eden Fatih Sukas, “Belediye yönetimi yetkiye itiraz etti ve karşı dava açtı. Sarıyer Belediyesi ile sendikamız arasındaki mahkeme süreci bizim lehimize sonuçlanmasına rağmen, Sarıyer Belediyesi süreci içi boş bahanelerle Yargıtay’a gönderdi” diye konuştu. 

Günlük 5-7 lira arasında yemek ücreti aldıklarını söyleyen Fatih Sukas, “Şu an içinde bulunduğumuz pandemi koşullarında yokluk ve yoksulluğu iliklerine kadar hisseden işçileriz. Bizler yetkimize itirazın geri çekilmesini ve toplu sözleşmemizin ivedilikle yapılmasını Sarıyer Belediyesi ve CHP yönetiminden talep ediyoruz” dedi. 

Üyesi oldukları DİSK Genel-İş 1 No’lu Şube için “Bizlere destek olmalarını ve süreci el ele, kol kola beraber yürütmeyi ve şubemize tam yetki vermelerini talep ediyoruz” diyen Fatih Sukas, hiçbir siyasi partinin güdümünde olmadıklarını ifade ederek, “Bizler, toplu iş sözleşmemizi yapmak, çoluğumuza çocuğumuza götürdüğümüz ekmeği bir lokma olsun büyütmek istiyoruz” dedi. Toplu iş sözleşmeleri imzalanana kadar mücadeleye devam edeceklerini söyleyen Sukas, “Emek en yüce değerdir ve emeğimize sahip çıkacağız” diye konuştu.

Kaynak: https://www.evrensel.net/haber/421538/sariyer-belediyesi-iscileri-toplu-sozlesme-hakkimiz-icin-mucadele-edecegiz

Hegemonya ve Birleşik Cephe – Daniel Bensaïd

1970’li yıllarda hegemonya kavramı, “avrokomünist” partilerce proleterya diktatörlüğünün ciddi bir tartışma yapılmaksızın terk edilebilmesi açısından teorik bir bahane olarak iş gördü. Buna karşın, o dönemde Perry Anderson’ın da hatırlattığı üzere, Gramsci’de bu kavram devrimci kopuşun gerekliliğini ve stratejik savunmanın (mevzi savaşı) stratejik taarruza (manevra savaşı) dönüşmesini dışarıda bırakmıyordu.[1]
 
Sorunun Kökeni

Hegemonya kavramı ilk olarak Marx’ın 1848 devrimleri üzerine düşüncelerinde kendini göstermiştir. Marx’a göre Ledru Rollin demokratik küçük burjuvazinin ve Raspail devrimci proletaryanın öne çıkan isimleriydi. Burjuvazinin koalisyonu ile karşı karşıya kalan küçük burjuvazi ve köylülüğün devrimci unsurları hegemonik blok oluşturmak için devrimci proletarya ile ittifak kurmalıydı: “Fransız köylüsü Napolyon’un restorasyonundan uğradığı hayal kırıklığıyla küçük arazisine olan imanını terkediyor, bu küçük arazi üzerine kurulu devlet binası çöküyor ve proleter devrimi korosuna kavuşuyor; o koro olmazsa, tüm köylü ulusların arasında, proleteryanın solo şarkısı bir ölüm şarkısına dönüşecektir.”[2]. Muzaffer “koro” ile cenaze “solo”su arasındaki bu karşıtlık 1871’de karşımıza çıktı. Paris Komünü o dönemde “Fransız toplumunun tüm sağlıklı unsurlarının hakiki temsiliyeti” olarak tanımlanıyor ve “komün devrimi”, “toplumda başkalarının emeği üzerinden geçinmeyen tüm sınıfları” temsil ediyordu.

19. yüzyılın sonundan sonra, Rus devrimcileri hegemonya kavramını otokrasiye karşı kurulmuş bir köylü ve işçi ittifakında proletaryanın öncü rolünü ve burjuva demokratik devrimindeki ilişkisini karakterize etmek için kullandılar. 1898’den itibaren Parvus, proletaryanın sadece şehirlerdeki heterojen nüfus üzerindeki çoğunluk iktidarıyla yetinmeyip kendi “ahlaki hegemonya”sını da inşa etmesi gerektiğini düşünmekteydi. Tam da bu nedenle Lenin’e göre sosyal demokratlar, “toplumun tüm sınıflarına seslenmeliydi”; çünkü “eğer işçiler, hangi sınıfları etkiliyor olursa olsun, zorbalık, baskı, zor ve suistimalin her türlüsüne karşı tepki göstermede eğitilmemişlerse[…] işçi sınıfı bilinci, gerçek bir siyasal bilinç olamaz”dı. “Kim, işçi sınıfının dikkatini, gözlemini ve bilincini, tamamıyla hatta esas olarak işçi sınıfı üzerinde yoğunlaştırıyorsa, böylesi, sosyal-demokrat değildir; çünkü kendini iyi tanıyabilmesi için, işçi sınıfının, modern toplumun bütün sınıfları arasında karşılıklı ilişkiler konusunda tam bir bilgiye sahip olması gerekir” diyordu Lenin. Bu haliyle tutumu “halis sosyalizm”in avukatı Guesde’den ziyade Dreyfus davasındaki Jaures’e yakındır.

Hegemonya kavramı Jaures ve Guesde’nin Dreyfus davasında takındıkları pozisyonda görünür olmasa bile, kavramın mantığı bu ihtilafta yine de mevcuttur[3]. Bazı dönemlerde diye ifade eder Jaures, “Burjuvazinin kendi zihni ve ahlaki çöküşünün yaratacağı toplumsal şiddeti engellemek proletaryanın kısmi çıkarına olabilir […] ve işte tam da bu yüzden, proletarya kendine, medeniyete ve insanlığa karşı olan görevini gerçekleştirirken; burjuvazinin muhafaza etmeye gücünün yetmediği burjuva özgürlüklerinin savunuculuğunun vesayetini de üzerine alır.” Jaures haklıydı, ancak burjuva sınıfının egemen olduğu hükümete katılmanın olası sonuçlarına dair uyarılarda bulunan Guesde de tamamen haksız sayılmazdı. Jaures partinin toplumsal kapsamı genişledikçe, sorumluluğun da aynı ölçüde büyüdüğünü savunuyordu. “Burjuva hükümetlerindeki koltukların elde edileceği, burjuva toplumunun mekanizmalarının denetim altına alınacağı ve reformların hazırlanmasına olabildiğince katkıda bulunulacağı” zaman gelecekti ve ona göre bunlar “devrimin kurucu eserleri”ydi. Guesde’ye göreyse aksine burjuva hükümetindeki bir sosyalist rehineden başka şey değildi. Tarihin ironisi sonucu uzlaşmaz muhalif Guesde kendi serüvenini ulusal ve vatansever birlik hükümetinin bakanı olarak sonlandırırken, Jaures ise bu birliğin muhtemel engeli olacağı düşünülerek katledilecekti.

Gramsci, birleşik cephe sorununun kapsamını genişletir ve bunun hedefini modern ulusun inşa sürecinde siyasi ve kültürel hegemonyanın fethi olarak belirler: “Modern prens fikri ve manevi bir reformu geliştirip örgütlemek zorundadır. Bu da ulusal-halkçı bir kamusal çağdaş uygarlığın üstün ve topyekün bir biçimini gerçekleştirmek üzere, ilerideki gelişmesine yol açmak anlamına gelir.”[4] Bu yaklaşım, “Doğu”da devrimci mücadelenin karakteristik olarak manevra savaşından Batı’da ise ancak mevzi savaşından geçebileceğine ilişkin bir perspektif içinde yer alır. “Bana göre birleşik cephe bu anlama gelmektedir; ancak İlyiç’in (Lenin) bu formülü geliştirecek zamanı olmadı.”[5]

Hegemonyanın bu genişletilmiş kavranışı, devrimci durumun karşıt sınıfların bir bütün olarak karşı karşıya gelmelerine indirgenmez olduğu fikrini belirginleştirmeye olanak verir. Söz konusu olan, bir bütün olarak ulusun geleceğine ilişkin bir perspektif içinde, toplumun tüm bileşenleri arasındaki karşılıklı ilişkilerde açığa çıkan genel krizin çözülmesidir. İskra’yı, “tüm Rusya’nın gazetesi” haline dönüştürmek için mücadele veren Lenin’in bu savaşı sadece etkili bir kolektif örgütleyici için ısrar etmekle sınırlı kalmıyor, aynı zamanda tüm ülke sathında devrimci bir projeyi gerçekleştirmek noktasında engel teşkil eden komitacıların korporatif yerelciliğine de muhalefet ediyordu.

1923’teki Alman devriminin başarısızlığı ve akabinde gelen devrimci dalganın bozguna uğratılmasının ardından devrimci hedef artık, mevcut duruma ilişkin kesintisiz devrimci kalkışmalar ve sürekli taarruzlar ile bezeli beyanatların savunusunu yapmaktan ziyade; siyasal ve sendikal olarak ciddi anlamda bölünmüş, ezilen ve sömürülen Avrupa işçi sınıfı hareketlerini fethedecek bir hegemonyanın inşasında uzun erimli bir mücadeleyi üstlenmek anlamına geliyordu. “Birleşik işçi cephesi” taktiği bu hedefe cevap verecek birlik halinde bir seferberliğin yollarını aramalıydı. Gündelik kaygılardan yola çıkıp “geçiş taleplerine” doğru ilerleyen programatik tartışmaların siyasi iktidar sorusunu ortaya koyması, bu dönüşümün doğrudan bir sonucuydu. Aslında, bu tartışma, zamanında Komünist Enternasyonal’in Beşinci Kongresi’nde Buharin ve Thalheimer arasında gerçekleşen, öncelikle ikincil düzeyde öneme indirilen ve Sovyetler Birliği’nde ve Enternasyonal’deki başarılı tasfiyeler sonucunda giderek siyasi gündemden silinen bir polemiğin konusu olmuştu.

Proletarya diktatörlüğüne karşı çıkarak “hegemonya” kavramını basitçe parlamenter demokrasinin veya mevcut kurumların uzun vadede genişletilmesine indirgeyen avrokomünistler Hapishane Defterleri’ni sulandırmıştır. Oysa Gramsci, türlü akıntıların devrimci güç denemelerinde strateji düşüncesinin alanını genişleterek proletarya diktatörlüğünü hegemonya sorunsalına eklemlemişti. “Batı” toplumlarında, öncelikle hegemonya fethedilmeksizin iktidarın ele geçirilmesi tahayyül dahi edilemez. Başka bir deyişle yeni tarihsel bloğun içerisindeki egemen yahut öncü rolü muhafaza etme kabiliyetine sahip olmadan yalnızca belli bir sınıfın özgün çıkarlarını savunarak tüm toplumsal ilişkilerin krizine ilişkin bütünlüklü bir cevap geliştirilemez.

Devrim, artık yalnızca toplumsal devrim değil; aynı zamanda ve bundan ayrılmaz bir biçimde hem ulus hem halk düzeyinde bir iradeyi biçimlendirmeyi hedeflemiş “bir fikri ve manevi reform”dur. [6]. Bu perspektif, “devletin sönümlenmesi” kavramını taze bir solukla yeniden ele almayı gerektirir; artık devrimci moment devletin ortadan kaldırılmasına değil, eski tip korporatist devlete karşı yeni bir siyasi ve ahlaki devletin kurulmasına işaret etmektedir.

Böylece Gramsci için hegemonya kavramı;

  • ayrıştırılmamış hoşnutsuzluk kategorilerinin basit bir toplamı değil, yönetici bir sınıf etrafında tarihsel bloğun eklemlenmesi,
  • toplumsal ilişkiler bütününün ve ulusun tarihsel krizini çözme kabiliyetine sahip bir siyasal projenin formülasyonu anlamlarına gelir.

Bunlar, hegemonya kavramının daha az katı bazı kullanımlarıyla bugün kaybolmaya yüz tutmuş iki düşüncedir.
 
Hegemonya Postmodern Bulamaçta Eriyebilir mi?

1970’lerin sonunda hegemonya kavramına yapılan karmaşık geri dönüş yalnıza devrimci değişimin çağdaş koşullarına bir cevap verebileceğini değil, aynı zamanda yeterince tartışılmamış proletarya diktatörlüğü hedefinin tasfiye edilmesi ile açığa çıkan boşluğu dolduracağını da iddia ediyordu[7]. Devletin veya partinin ortodoks marksizminin soluğu da böylece kesilmiş oluyordu. Hegemonya sorunu 90’lı yıllarda farklı bir bağlamda tekrar ortaya çıkmaktaydı. Muzaffer neoliberalizmin daralttığı siyasi ufukta gedik açmaya çalışan Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe hegemonyayı, toplumsal faillerin birbiriyle kuvvetli ilişkilerle bağlı olmadığı ve ilkesel anlamda varsayılan başat çelişkiye toplumsal özneler olarak tabi olmayı reddettikleri bir kavrama eşitliyor ve eğreti bir yorumla yeniden tanımlıyorlardı. Bundan böyle ittifak kompozisyonu içerisindeki ayrıcalıklı sınıfın hegemonyasını “toplumsal öznelerin özdeş zinciri” ile ikame etmeyi uygun görüyorlardı: “Cinsiyetçiliğe, ırkçılığa, ekolojik tahribata ve her türlü dışlamaya karşı verilen mücadelelerin yeni bir sol hegemonik proje kurmak için işçi sınıfının mücadelesine eklemlenmek zorunda olduğunu savunuyoruz.” Bu eklemlenme kipliğinin barındırdığı zorluklara ilişkin yanıt arayan Bourdieu farklı sosyal alanlarda işleyen eşmantık (homoloji) kavramını öne sürmekteydi. Ancak, eğer alanların -ve tabi kendi kendine oluşan sermaye- kadir-i mutlak bir mantık tarafından topyekûn ve mütemadiyen inşa edildiği iddiasından feragat edilecekse, eşmantık ve eklemlenme fikri yalnızca öncü sınıfı yahut etik bir iradeciliği temsil edecektir. Bu durum, Laclau ve Zizek arasındaki ihtilafın da kalbinde yer almaktadır. Laclau, çoğul kimliklerin temsil edildiği yeni toplumsal hareketlerle uzlaşan sınıf kategorisini muhafaza eden bir strateji tasarlar ve sonsuz sayıdaki toplumsal özne zincirinin içine yerleştirir ( “Bizim eskide kalmış iyi huylu işçi hareketini unutmaksızın” ırk, toplumsal cinsiyet, etnik kimlik vb…)! İşçi sınıfının kendi ayrıcalıklı rolünden vazgeçse ve bu sonsuz sayıdaki zincirin içerisinde basit bir halka olmayı kabul etmek zorunda kalsa bile, marksist sınıf kavramını bu zincire eklemek yine de oldukça güçtür. İşçi sınıfını toplumsal yarıkları hesaba katmadan sadece ücretli emekçiler kategorisinin ergimesine tabi tutan veya sadece insanlar olarak tanımlayan bu alternatif stratejinin riskli arayışı böylece bu sınıfın stratejik işlevinin kaybına da sebep olacaktır.

Yeni toplumsal hareketler, işçi sınıfını temel alan sosyalizmin tanımını ve büyük D harfi ile yazılan Devrimi ciddi bir sınava tabi tutmaktadır. Slavoj Zizek, sınıf savaşımının merkeziliğini sözüm ona ikincil öneme düşürecek siyasi öznelliklerin çoğulluğu iddiasına karşın bu durumun küresel kapitalizmin somut bağlamında devam eden sınıf savaşının bir sonucu olduğu yanıtını verir. Başka bir deyişle sınıf savaşımı, kimlik ve komünitelerin kaleydeskopunda rengini yitirmez veya hegemonya kavramı Prévert tarzı bir eşitler çıkınının içerisinde eriyip gidemez.
 
Toplumsal Aktörlerin Siyasal Başkalaşımı

Amerikalı bir gazeteciye verdiği bir mülakatta Stalin, bir toplum için tek parti fikrini sınıflar arasındaki sınırların güya silinmekte olmasıyla gerekçelendirmiştir. Troçki, İhanete Uğrayan Devrim kitabında bu iddiaya cevaben şöyle der: “ Buradan anlaşılan şey sınıfların türdeş olduğu, sınıf çizgilerinin bir defada ve kesin olarak çizildiği, bir sınıfın bilincinin onun toplum içindeki yeri ile birebir çakıştığıdır. Partinin sınıf özelliği konusundaki marksist öğreti böylelikle bir maskaraya çevrilmektedir. Yönetimsel düzen çıkarları için siyasal bilinç dinamiği tarihsel sürecin dışında bırakılmaktadır. Gerçekte ise sınıflar türdeş değildir; iç uzlaşmazlıklarla kaynarlar ve ortak sorunlarında çözüme varmaları, ancak eğilimler, gruplar, partiler arasındaki iç mücadeleyle olur. Belli nitelendirmelerle ‘partinin sınıfın parçası’ olduğunu teslim etmek olanaklıdır. Ama sınıfın -kimi geriye kimi ileriye bakan- birçok ‘parçası’ olduğuna göre hep aynı sınıf birden fazla parti yaratabilir. Aynı nedenle bir parti değişik sınıfların parçalarına da dayanabilir. Bir sınıfa tekabül eden bir partinin siyasal tarihin tamamında örneği yoktur-kuşkusuz polis yalanını gerçeklik olarak kabul edecek olursanız.”[8] Böylelikle Troçki yeni bir siyasi güzergâha meyleder. Eğer ki sınıf, çoğul siyasi temsillere karşı fazlasıyla duyarlıysa, toplumsal ve siyasal arasında karşılıklı bir etkileşim olmalıdır.

1. Enternasyonal teorisyenleri sınıfların iktisadi bölünmüşlüğünün, aralarındaki bütünlüğün sağlanmasında engel teşkil ettiğini ve siyasi yeniden yapılanmayı gerekli kıldığını saptamışlardı; ancak bu tip bir yapılanmanın toplumsal aktörlerin sınıf karakterinin inşa edilmesi noktasında yetersiz kalacağından hayıflanmaktaydılar. Hegemonya kavramı, bu boşluğu kapatmak üzere müdahil olur. Mekanik ilerleme ve tek yönlü tarihsel zamansallık yanılsamalarından kopuşla tarihsel belirsizliğin göz önünde bulundurulmasını gerektirir. Ne mücadeleyi ne de onun kaynağını öngörebiliriz der Gramsci.

Hâlbuki siyasal ve toplumsal arasındaki mesafenin korunması, kendi içinde bölünmüş sınıfların eklemlenişini tasarlamak açısından bir belirli bir ihtimale imkân tanır. Troçki tam da bu yüzden muarızlarını kendilerini “tarihin canlı kuvvetlerinin değerini bilmek yerine kendini katı toplumsal kategorilere” hapsetmekle suçlamaktadır. Siyasetin, sosyolojinin formel kategorilerine sıvanmasının teorik bir pranga olduğunu hissetmiştir. Buna karşın (bonapartizm ve totalitarizme ilişkin kuvvetli sezgilerine rağmen) siyaseti kendine ait kategorilerle kavramaya kadar gitmenin yoksunluğuyla şu gizemli “canlı tarihsel güçler”e başvurmakla ve onları canlı olanın yaratıcılığına havale etmekle yetinir. Lenin için olduğu gibi, Troçki için de bu durumda Rus Devrimini bir anomali, ne pahasına olursa olsun Almanya’da ve Avrupa’da gerçekleşemeyecek olan devrimleri bekleme zorunluluğuna mahkum edilmiş zamansız bir devrim olarak görmekten başka çıkar yol yoktu.

Leninist söylemde hegemonya sınıfların ittifakı içerisinde bir siyasi liderlik anlamına geliyordu. Fakat siyasal alan, önceden varsayılan toplumsal çıkarların temsili, doğrudan ve tekanlamlı bir yansıması olarak doğrudan ve açık bir şekilde temsili olarak algılanmaya devam etti. Yine de Lenin (öğrenci mücadeleleri ve demokratik gösteriler gibi) sistemdeki çelişkilerin öngörülemez biçimlerde, beklenmedik bir yerde baş verdiği türden kaymalardan ve yoğunlaşmalardan oluşan bir oyun olarak icra edilen siyasetin, elverişli anların ve konjonktürün üstadıydı. Dünya Savaşı’nı basit bir sapma, iktidarı süpürecek olan sosyalizme doğru ilerleyen yürüyüşte üzücü bir duraksama olarak gören ortodoks sosyalistlerin aksine Lenin, savaşı özgül müdahale gerektiren ölümcül bir kriz olarak düşünme kabiliyetine sahipti. Tam da bu nedenle, toplumsal taban ile siyasal liderlik arasında doğal bir uyumun olduğunu iddia eden ortodoks sosyalistlerin tersine leninist hegemonya, “potansiyel olarak II. Enternasyonal geleneğindeki her şeyden daha demokratik” bir siyaset kavramı varsayar.[9]

Aslında parti ve işçi sınıfı arasındaki kurucu ayrım, göreceli bir özerklik ve çoğulcu siyaset perspektifine kapı açar. Parti sınıfa karışmadığı müddetçe, sınıf çoğul temsiliyete sahip olur. 1921 yılında yürütülen bir tartışmada Lenin, mantıki olarak devlet aygıtları ile olan ilişkisinde sendikaların bağımsızlığa sahip olması gerektiğini düşünenlerle aynı yerde saf tutmuştur. Bu pozisyonun tüm sonuçları tamamına erdirilmese bile, ortaya konulan problematik “karşıtlıkların çoğulluğunu ve kopuş noktalarını” tanıdığını ima etmiştir. Pratikte varolan ama nadasa bırakılmış hegemonya meselesi, “otoriter bir dönemeçe” ve sınıfın partiyle ikame edilmesine bu şekilde varabilmiştir. İşin esası, hegemonya kavramının muğlâklığı ya demokratik radikalleşmeye ya da otoriter pratiğe yönelecektir.

Demokratik anlamıyla hegemonya, bir karşıtlıklar çoğulluğunu derlemeye olanak verir. Öyleyse demokratik görevlerin yalnızca devrimci sürecin burjuva aşamasına özgü olmadığını kabul etmek gerekir. Hegemonya kavramının otoriter anlamında ise aksine her talebin sınıf doğası a priori bir biçimde (burjuva, küçük burjuva ve proletarya) ekonomik altyapı tarafından tespit edilir. Böylece hegemonya kavramı, koşulların akışına bırakılmış yüzergezer ve değişken ittifakların “oportunist” taktiğine indirgenmiş olur. Oysa eşitsiz ve bileşik gelişim kuramı “halis sosyalizm”in tahribatına karşı “hegemonik görevlerin durmaksızın genişletilmesini” gerektirir.
 
Hegemonya ve Toplumsal Hareketler

Gramsi’nin hegemonya kavramı, demokratik siyasi pratiği “tarihsel öznelerin çoğulluğu ile uyumlu bir şekilde” bütünleşecek bir zemini hazırlar. Bu, aynı zamanda Walter Benjamin’in de incelediği üzere geçmişin; evvelki zaman olarak sadece tarihsel bir şekilde çalışılmasından ziyade, siyasi kategorilerin de yardımıyla siyasileştirilmesi gerekir iması ile benzeşmektedir.[10] Siyaset artık, tarih yasalarının veya toplumsal belirlenimlerin güncellenmesi değil, belirli alandaki güçlerin karşılıklı çatışarak biçimlendirdiği bir alandır. Gramsci’nin hegemonya kavramı tam da bu siyasal çokluğu varsayar. Günümüzde, işçi sınıfının homojenliği ön kabulünü iddia etmek giderek güçleşmektedir. Kautsky ve Lenin’in çok önceden de idrak ettikleri üzere, sınıf, kendi bilincine bir anda (doğrudan) ulaşmaz, aksine sınıf bilinci, muhtelif kurucu tecrübeler ve ilişkilenmeler ile oluşur. Kautsky’e göre ilişkilenme, entelektüellerin kararlı müdahilliği ile proletaryaya bu bilimi dışarıdan taşımaları ile temsil edilirken, Lukacs’da bu görev, kendinde sınıftan kendi için sınıfa dönüştüren parti ile ikame edilir.

Hegemonya kavramının uygulanması sosyalist tasarı ile sosyalizmi gerçekleştirmeye yatkın toplumsal güçler arasındaki ilişkiyi değiştiren bir perspektifi içinde barındırır. Diğer yandan bir ulvi Özne mitinden ve onun kurtuluşu iddiasından feragat gerektirir. Aynı zamanda, “işçi sınıfının merkeziliğine” tabi olan “periferik” toplumsal hareketler kavramını değiştirerek, kendi özgün rollerinin, güçlerin bileşimindeki (ya da hegemonik eklemlenmedeki) yerlerine bağlı olan, ayrı aktörler olarak kavramsallaştırır. Son olarak bu pozisyon, birbiriyle uyumsuz, basit ve parçalı bir toplumsallık iddiasını teslim etmekten kaçınır ve böyle bir toplumsallık tarifini, sermayeyi, kendine ait tüm parçaları belirleyen yekpare bir sistem veya yapı olarak tahayyül eden bir teorik darbeyle ortadan kaldırmaya çalışır.

Muhakkak ki, sosyologların da söylediği üzere sınıf, “inşa edilmiş” veya Bourdieu’nun da iddia ettiği üzere “muhtemel sınıflar” tanımlarını içinde barındırır. Fakat sosyologların sınıfın “inşa” edildiği iddiasının geçerliliği nasıl bir zemin üzerinde yükselir? Neden sınıflar “muhtemel” olmak yerine, gayr-ı muhtemel değildir? Sınıfın imkânlılığı, gerçekliğini keskin bir inatla genel söylemin içerisine yerleştirdiği andan itibaren geçerlidir. Kategorilerin inşasını dil ile gerçekleştirme hususundaki ısrar, ırk ve etnik kökenin özcü temsillerine direnmek için yardımcı olabilir. Sınıfın inşa edilme biçimi için ise hala daha uygun bir malzemenin, yönteme dâhil edilmesi gereklidir, aksi takdirde iki yüzyıldır sınıfların süregelen kanlı ve hakiki mücadelesinin, siyasal alanının müdavimliğine nasıl da muktedir olduğunu anlamak güçleşecektir.

Laclau ve Mouffe, hegemonik öznelerin, toplumdaki başat sınıfların temeli üzerine kurulduğunu ve her hangi bir toplumsal oluşumun tek bir hegemonik merkezde inşa edildiğini iddia eden Gramsci’ye karşı mesafeli bir pozisyon aldıklarını kabul etmişlerdir. Aktörlerin çoğulluğu, farklı hegemonyaların varlığını kabul etmeyi mi zorunlu kılar? Böylesi parçalı bir hegemonya tarifi, bir tahakküm kurma ve meşruiyet aracı veyahut “önderlik kapasitesine” işaret eden hegemonya kavramının özgün stratejik muhteviyatı ile çelişir. Laclau ve Mouffe’un pozisyonuna göre, verili toplumsal oluşumda sayısız başat hegemonya ağları var olmalıdır. Laclau ve Mouffe, bütünlük ve çokluk, tekillik ve evrensellik arasındaki basitçe tahrip ettikleri ilişkilerde, çokluk kavramının artık herhangi bir açıklamasını yapmaya gerek duymaz veya bu kavramın genel bir toplumsal analizin neden çıkış noktası olduğuna ilişkin bir sorumluluğu barındırmazlar.
 
Toplumsalın Çokluğu veya Parçalı Toplum

Basit çelişkiler (halk/müesses nizam, burjuvazi/işçi sınıfı, dost/düşman) çağının geçişiyle birlikte, giderek karmaşıklaşan toplumlarda siyasi uzlaşmazlıkların başat mevzileri sağlamlığını yitirmektedir. Tam da bu nedenle sınıfların çelişkisi artık, tüm toplumsal yapının iki belirgin kamp içerisinde bölündüğü iddiasına izin vermemektedir. Dolayısıyla, yeni toplumsal hareketlerin, ortak yanı kendilerini işçi sınıfından ayrıştırarak, yeni tahakküm biçimlerine ve toplumsal yaşamın metalaşma sürecine karşı çıkmaya gayret göstermeleridir.

Sonuç ise özerk taleplerin çokluğu ve kuvvetli kültürel içerikle donatılmış yeni kimliklerin oluşturulmasıdır. Bu yeni “demokratik tahayyül” yeni bir eşitlikçiliğin de taşıyıcısı olarak “neo-muhafazakarların” gözlerinde endişe uyandırmalıdır. Laclau ve Mouffe’a göre, tekil bir özne mitinin reddi, belirli çelişkilerin tanınmasını mümkün kılacaktır. Bu reddiye, yeni bir radikal çoğulculuk algısının yeni çelişkileri, yeni hakları ve direnişlerin çoğulluğunu güncellemeye imkan verecektir. Örnek verecek olursak, feminizm veya ekoloji, çelişkinin söylemsel olarak inşa ediliş biçimine bağlı olarak muhtelif biçimler alır. Erkeklere karşı olan bir feminizm olduğu gibi, kadınlığı yeniden değerli kılmaya çalışan bir farklılık feminizmi ve kapitalizmin patriyarkadan ayrılamaz bir biçimde esas düşman olarak görüldüğü bir Marksist feminizm de mevcuttur. Dolayısıyla, kadının üzerindeki tahakkümün farklı açılarına dayanan çelişkilerin çoğulcu bir formülasyonu mevcuttur. Benzer bir şekilde, ekolojik mücadele de anti-kapitalist, üretim karşıtı, otoriter, sosyalist, muhafazakar vb. olabilir. Dolayısıyla bir karşıtlığın dile getiriliş biçimleri önceden tanımlanmış olmaktan uzak ve bir hegemonya mücadelesinin sonucudur. Ancak, böylesi bir çoğulculuk hoşgörüsünün arkasında evrensellik iddiasına asla erişemeyecek olan bir “çok-tanrılı değerler hayaleti” gezinmektedir. Tanrıların savaşı artık pek de uzakta değildir.

Mevcut çelişkileri toplumsal ilişkiler alanında birbirine bağlamak yerine, Laclau ve Mouffe, mülkiyet ve sömürü ilişkilerinin, o geniş sosyal kaleydoskopta diğer resimlerden sadece biri olduğu basit bir “demokratik genişleme” prensibine dayanırlar. Artık, solun görevi liberal demokratik ideoloji ile savaşmak değil, “radikal ve çoğulcu demokrasiyi genişletmek ve derinleştirmek” olmalıdır. Toplumsal ve ahlaki krizin kızıştırdığı farklı çelişkiler yine de dünyanın sıkıntılarıyla, genelleştirilmiş meta üretiminin sorunlarıyla, değerler yasasının düzensizleştirmeleriyle, kısmi rasyonelleşme iddiası altında daha fazla akıl dışılık üretilmesiyle alakalıdır. Sosyal forumlarda bir araya gelen farklı toplumsal hareketlerin yakınlaşmasının veya savaş karşıtı hareketin en büyük nedeni sermayenin ta kendisi değilse nedir?

Laclau ve Mouffe tezlerini doğal olarak, yeni bir iktidarın tesis edildiği ve toplumun rasyonel ölçütlerle yeniden organize edileceği diye anlamlandırdıkları bir devrim fikrinin eleştirisi ile neticelendirirler. Onlara göre, devrim fikri kendi özünde çoğulculuk iddiası ile uyuşmamaktadır. Hoş geldin çokluk, elveda devrim! Farklı feminist veya ekolojist söylemler arasında tercihi imkânlı kılacak kerteriz noktasını neye göre belirleyeceğiz ve bunları nasıl “eklemlenebilir” hale dönüştüreceğiz? Daha doğrusu neye eklemleyeceğiz? Toplumsal mücadelelerin ihtiva ettiği çokluğun biçemsiz bir magmada erime tehlikesini nasıl önleyeceğiz?

Radikal demokrasi projesi, Laclau ve Mouffe için, kendini kararlı bir biçimde toplumsallığın çokluğu fikrinin kutsanmasıyla sınırlı tutar. Dolayısıyla siyasetin özgün alanından, alanların ve toplumsal öznelerin sayısız çokluğundan elde edilecek fayda uğruna feragat edilir. Peki, birbiriyle zinhar ilişkiyle geçmeyen bu özerk toplumsal öznelerin karşılıklı bir özdeşliği beraberce inşa etmek yerine, bencilce kendi çıkarlarının öncelikli muhasebesini yapmasına nasıl mani olacağız? Böylesi bir “hegemonya mantığı” izlenerek ırkçılık, cinsiyetçilik ve kapitalizm karşıtlığı arasındaki eklemlenme içinde farklı cephelerin birbirilerini destekleyip, güçlendireceğini varsayılır. Yine de bu mantık, toplumsal hareketlere ait özerk alanların tek ve birbirine kenetlenmiş bir mücadele içerisinde silinip gitmesi tehlikesini de içinde taşımaktadır. “Özerklik veya özgüllük” iddiasının mantığı aksine, her bir toplumsal mücadelenin birbirinden uzaklaşmaya meylettiği ve yeni bir toplumsal kapanmanın gerçekleşmesi pahasına, toplumsal mücadelelerin özgünlüğünü savunmaktadır. Ancak, farklı toplumsal ilişkilerin özdeşliğini kuramayan bu özerklik iddiası, toplumsal kimlikler temelinde saptanan farklıları bir nevi korporatist yanyanalık içerisinde hizalamaya çalışmaktadır.

Stratejik düzeyde ele aldığımızda, hegemonya kavramını basit bir envantere veya birbirine eşitlenebilen toplumsal çelişkilere indirgeyemeyiz. Hegemonya kavramı, Gramsci için ilkesel olarak, çeşitli toplumsal güçlerin sınıf mücadelesi etrafında toplanmasıdır. Bu toplumsal çelişkilerin sınıf temelli ilişkilere eklemlenmesi; bunların hiyerarşik düzeyde birincil veya ikincil toplumsal çelişkiler olarak sınıflandırılması veya özerk toplumsal hareketlerin (feminist, ekolojist, kültürel) proletarya mücadelesinin merkeziyetine mutlak surette teslimiyeti iddia etmez. Eğer böyle olsaydı, Latin Amerika’daki yerli halkların mücadelesinin meşruiyetinden şüphe etmemiz gerekecekti. Tarihsel olarak, topraklarından edilmiş, kültürel olarak baskılanmış, konuştukları dil yasaklanmış, küresel ölçekte gerçekleşen metalaşma sürecinin dayattığı kültürel yalınkat bütünlüğün kurbanı olan bu halklar, bugün kendi geleneklerini savunmak, ekolojik tahribata karşı durmak ve toplumsal mülkiyetin savusunu yapmak için isyan ediyorlar. Küreselleşmenin vahşetine karşı direnen dini ve etnik temelli mücadeleler, modernitenin devrimci eleştirisini yapmakla eski günlerin nostaljisinden güç alan muhafazakâr bir kalkışma arasında gidip gelen yirminci yüzyılın romantik başkaldırıları ile benzer bir muğlâklığı ortaya koyuyorlar. Bu iki eleştiri arasındaki ortaklık, onların, emek ve sermaye arasındaki karşıtlıkla bütünleşmiş toplumsal çelişkilerle olan ilişkisi tarafından belirlenir. Bu, toplumsal hareketlerin, kendisi sürekli inşa halinde olan işçi sınıfına tabiyeti değil; bizzat sermayenin aktif ilkesi, büyük birleştirici öznesi olduğu bir yakınlaşma anlamına gelir.

Hegemonya kavramı bugün, özellikle çokluk halindeki toplumsal hareketleri bir araya getirme tasarılarını imkânlı kılabilmek için yardımcı bir kavramdır. Öte yandan, mevcut mücadele alanları ve iktidar biçimlerini zapt etmeye yardımcı olacağı varsayılan hegemonya perspektifinin mevcut alanları ve iktidarı tanımlayan bir eşdeğere indirgenmesi; kavramı bir sorunsala dönüştürmektedir.

Çeviri: Aykut T. Kılıç
 
[1]   Perry Anderson, “Gramsci Hegemonya Doğu Batı Sorunu ve Strateji”, Salyangoz Yayınları, İstanbul, 2007.

[2]  Karl Marx, “Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i”, İletişimYayınları, İstanbul, 2010, s. 170.

[3]  Le Monde, 16 Mayıs 2003

[4]  Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri, Belge Yayınları, İstanbul, 1986, s. 216.

[5]  a.g.e., s. 296

[6]  “Fikri ve manevi bir reform” düşüncesi kaynağını Renan ve Peguy’den alır ve İtalya’da yankısını Sorel aracılığıyla bulur.

[7]  Bkz. Etienne Balibar, Sur la dictature du prolétariat, Paris, Maspero, 1976; Louis Althusser and Etienne Balibar, Ce qui ne peut plus durer dans le Parti communiste, Paris, Maspero; Ernest Mandel, Critique de l’eurocommunisme, op. cit., and Réponse à Louis Althusser et Jean Ellenstein, Paris, La Brèche, 1979

[8]  Lev Troçki, İhanete Uğrayan Devrim, Yazın Yayıncılık, İstanbul, 1998, s. 248.

[9]  Erneto Laclau ve Chantal Mouffe, Hegemonya ve Sosyalist Strateji, Birikim Yayınları, İstanbul, 1992, s. 71. Bkz. Daniel Bensaïd, “La politique comme art stratégique”, in Un Monde à changer, Paris, Textuel, 2003.

[10]  Bkz. Benjamin, “Paris: Capital of the Nineteenth Century”, New Left Review, I/48, March-April 1968.

Kapak görseli: Toyen, Cache-toi guerre !, 1944

Altmışlarda Sosyalist Hareketin Oluşumu-VII: 1968’in “a la turca”lığı ve MDD’nin Yükselişi – Masis Kürkçügil

Masis Kürkçügil’in 2006’da kaleme almış olduğu ve altmışlı yılların başından 12 Mart’a kadar, kendisinin de fiilen içinde bulunduğu sosyalist hareketin gelişimini programatik zemin, siyasal saflaşmalar ve işçi hareketiyle ilintisi bağlamında ele aldığı bu kapsamlı değerlendirmeyi bölümler halinde İmdat Freni okurlarının ilgisine sunuyoruz. Önceki bölüme şuradan ulaşabilirsiniz.

1968 sonrası gençlik radikalizasyonu nesnel gerçeklikten hareketle değil, kendini nasıl gördüğü ve sandığından hareketle ihtiyacına uygun tartışmaları öne çıkartmış ve başka ülkelerdeki 68’in aksine hızla “aykırı” tartışmaları mahkûm ederek oldukça basit bir reçete ile harekât planı hazırlamaya varmıştır. Radikalizmin ölçütleri neler olabilirse onlarla bakıldığında bir “sanki” durumu vardır. 

Dünyanın birçok ülkesine bakarak 68 öğrenci olayları başlangıçta kendi alanı ile sınırlı kalmış, toplumun diğer kesimlerinin sorunlarıyla kendi sorunlarını birleştirecek bir özelliğe sahip olmamıştır. Hızla hafızalardan silinen Hukuk Fakültesinde şiar “sağ sol yok boykot var”dır. Üniversite işgali hükümet tarafından neredeyse makul karşılanmış, herhangi bir baskı uygulanmamıştır. Üniversite işgalinden ziyade temmuz ayında ABD 6. Filosunun İstanbul’a gelişi ile çıkan olaylar Vedat Demircioğlu’nun öldürülmesiyle sonuçlanınca birden hareket radikal bir boyut kazanmıştır.

Gençlik hareketi serpilirken, TİP’in durumunu en iyi belirten dönemin en tanınmış öğrenci önderi Harun Karadeniz’in şubat 1969 eylemlilikleri vesilesi ile söylediği şu sözlerdir: “Özellikle TİP ortalarda yoktu. Daha doğrusu bizimle hiç ilgisi yoktu.”[1]  

Gençlik hareketinin radikalleşmesinde esen rüzgârın yanı sıra kısa vadeli bir darbe beklentisi de egemendi. Sanki iktidar kesindi de TİP Aybar’ın dediği gibi 1969’da başa güreşerek mi bu işi yapacaktı, yoksa gençlerin hazırlayacağı bir 28 Nisan, 27 Mayıs’ın tekrarı mı olacaktı! TİP’in içe kapanması karşısında böylesi bir beklentinin de umutlandırdığı gençlik radikalizasyonu Kemalizme iyice bulanmış bir sosyalizmin verdiği meşruiyetle harekette bereket aramaktaydı.[2]

MDD’nin ilk zaferi TİP’in denetiminde 1965’de kurulan FKF’de genel başkanlığı Doğu Perinçek’in kazanmasıyla gerçekleşir. Bir yıl içinde bu örgütte MDD’ci olmayan barınamayacaktır. MDD’nin daha sonraki çeşitlenmesine bakarak denebilir ki Mihri Belli egemenliğinde bütünlüğün sağlandığı ilk ve tek dönemdir bu. 

1968’in hızla unutulan bir özelliği Temmuz ayında başlayan fabrika işgalleri olmuştur.[3] 15-16 Haziran da dahil olmak üzere kendiliğinden eylemler sendika bürokrasisini aşabilmişken sosyalist solun strateji tartışmalarında bu gelişmeler anlamlı görülmemiştir.[4] Olası bir buluşmada eylem içinde karşılıklı olarak öğrenme imkânı değerlendirilmemiş ve ancak 12 Mart sonrasında sendika bürokrasisi tabanı üzerinde ciddi bir denetim uygulayabilmiştir, bir başka açıdan sendika bürokrasisi işçiler için siyaseten kendine yeterli görünen bir sendika fetişizmi yaratarak onları bir anlamda kilitlemiş, doyurmuştur.

Gençlik hareketindeki radikalleşmeye paralel olarak TİP krizdeyken ve bu krizden sendikacılar da nasiplenirlerken işçi hareketi de kendince bir radikalleşmenin içindedir. Bunun bir göstergesi hem işçi hareketi ve hem de sosyalist hareket açısından 12 Mart öncesindeki önemli bir dönemeç noktası olan 16 Şubat 1969 günü yapılan ve tarihe “Kanlı Pazar” olarak geçmesine rağmen esas adı “Emperyalizme Karşı işçi Yürüyüşü” olan gösteridir. Kanlı Pazar’a 40 bin kişi katıldığı söylenmekte. Bu rakamın içinde önemli oranda işçi bulunmakta ve her türden solcu da birlikte yer almaktadır. 15-16 Haziran olaylarına herkes kendince katılmıştır, orada fiili bir birliktelik vardır, ancak Kanlı Pazar’da son kez farklı kesimler, yoğun bir işçi katılımıyla ABD 6. Filosuna karşı ortak bir eylemlilik içinde yer almışlardır. 

1968-1969’daki grev ve işgal dalgasına yeniden bakıldığında 15-16 Haziran olaylarına yapılan yığınağın bir günde oluşmadığı anlaşılabilir.[5] Kanlı Pazar işçi hareketinde bir gerilemeye neden olmamış, ancak siyasal düzeyde sendikacıların geri çekilmesi, TİP’in krize girmesi, gençlik hareketinin kendi içinde bölünmeye başlamasıyla kendini ifade edebilecek bir alan oluşturamamıştır.

Türkiye’de 68’in düşünsel bir Rönesans olmamasının nedenlerini, bir radikalleşme ihtiyacı belirdiğinde o güne kadar var olan düşünsel birikimin yetersizliğinin bir tür eylem şablonlarıyla ikame edilmesinde arayabiliriz. 

Radikalleşmenin maddi zeminini anlamak için DP’den gelip AP ile devam eden cephenin bugüne kadar devam eden parçalanmışlığının, çeşitlenmesinin (DP, MNP) bu yıllarda başladığını hatırlamak yeterli. Toplumda derin bir siyasal anaforun belirmesi kimine göre 12 Mart’ın Genel Kurmay Başkanı Memduh Tağmaç’ın sözüyle toplumsal uyanışa bağlanabilir. Ancak henüz ekonomik ve toplumsal bir krizin baş göstermediği bir ortamda anaforu toplumsal-sınıfsal ayrışmaya ve dolayısıyla beklentilerin daha keskin ifadesine bağlamak gerekecektir. Siyasal partiler yelpazesindeki renklilik eski iktidar bloğunun çatladığını, ancak yenisi için yeterli gücün henüz belirmediğinin göstergesiydi. Üstelik bu çatırdama merkez soldan bir baskıyla veya sosyalist hareketin yükselişiyle değil içerden gerçekleşiyordu. 

Soldaki parçalanmanın da buna paralel bir seyir mi izlediği yoksa yeni bir başlangıç için eski konum ve yapılanmalarından mı arındığı tartışmalıdır. Ancak altmışların bütününe bakıldığında 12 Mart günleri solun en güçlü değil en zayıf olduğu günleri göstermektedir. 1969’dan 12 Mart’a halkın nabzının sola meylettiğini gösterir bir belirti yok. Ancak yukarıdakiler arasındaki bu çatırdamaya paralel değilse bile neredeyse eşzamanlı olarak sosyalist solda dağılma, yeniden derlenme ve her seferinde daha da küçülen bir kesimle iş görme hali vardır.

69’dan itibaren gençlik hareketinde bir yükseliş değil parçalanma süreci izlemek mümkündür. 68’de herkes ayrımlarıyla birliktedir; 69’da MDD-Sosyalist Devrim saflaşması keskinleşir (TİP içinde tasfiyecilikten şikâyet edenler ele geçirdikleri ilk iktidar deneyiminde aynı yola başvurmakta bir an bile tereddüt etmezler).[6] Ancak hızla ne MDD içinde bir birlik kalır ne de sosyalist devrim diyenlerin arasında; yetmiş sonrasına tohumluk veren bu dağılma 15-16 Haziran 1970 işçi eylemlerine rağmen yeniden gözden geçirilmez. 15-16 Haziran olaylarının 12 Mart öncesi sosyalist hareket açısından bir turnusol işlevi görebileceği rahatlıkla söylenebilir. Bir olayın hazırlayıcısı olunmasa da hiç değilse içinde fiilen yer aldıktan ve sonuçlarını bizzat yaşadıktan sonra zihniyetinin zerre kadar etkilenmediği ender durumlardan biridir bu olay.

Kısa bir özetlemeyle, Ekim 1969’da FKF’nin adı Dev-Genç olarak değiştirildiğinde zaten MDD egemenliği kesindi. Kasım ayında ise Aybar genel başkanlıktan istifa ediyordu. Bir iki ay sonra Kürtler de TİP’ten geri çekilmeye başlamışlardı.[7] 1969 seçimlerinin hayal kırıklığı var olan parti içi gerilimleri artırmış ve TİP bir bakıma artık sonun başlangıcına doğru yol almıştır. MDD ise tarihinin zirve noktasındadır, ancak gençlik dışında ilişkileri oldukça sınırlı olduğu gibi kendi içindeki gerilimler de hızla TİP’le çatışmasını aratmayacak düzeye çıkmaktadır.

Ekim 1969’daki Dev-Genç kongresinden sonra bir yanda Mihri Belli ve daha sonra ondan ayrılarak THKP’yi oluşturacak olanlar birkaç ay içinde Doğu Perinçek ve çevresinden koparlar (Aydınlık dergisinin 15. sayısı böylece iki ayrı dergi olarak yayınlanır: Proleter Devrimci ve Aydınlık Sosyalist Dergi -ayrılık sonrası kapak renklerinden dolayı Bolşevizm-Menşevizmi aratmayacak bir kırmızı-beyaz Aydınlık rekabeti oluşur). Geride kalanların birliği çok fazla sürmeyecek, daha sonra THKP kadrolarını oluşturanlar Aydınlık Sosyalist Dergiye Açık Mektup (yayını Ocak 1971!) metnini yayınlayarak Mihri Belli’den kopacaklardır. Aslında Ekim 1970 Dev-Genç kongresinde Ankara ve İstanbul fiilen ayrı ayrı kendi organlarını oluşturmuşlardır. Bu arada THKO ayrı bir seyir izlerken, Dr. Hikmet Kıvılcımlı da aynı anda her iki Aydınlık ve bir süredir demokratik devrimci kesilen ANT’a yazmayı ihmal etmeden bir çevre edinmektedir. THKP kadrolarını oluşturanlar nezdinde bütün bu süre boyunca Dr. Hikmet’in itibarı sürecek ve Mihri Belli’ye yönelik polemiklerde bol bol referans verilecektir. Neredeyse altı aya kalmadan kağıtlar yeniden ve yeniden dağıtılmaktadır. Bu arada egemen bloktaki parçalanmalar, bölgedeki gelişmeler, ordu içindeki kıpırdanmalar parlamenter sisteme müdahale edecek işleyişleri öne çıkarmaktadır.

15-16 Haziran olayları patlak verir. Düzen güçlerinin kendilerini derleyip toparlamalarında önemli bir olay olan bu gelişme solun herhangi bir eğilimini bir yeniden değerlendirmeye sürüklemez. Birbirinden bağımsız bir şekilde irili ufaklı her grup –her dağılma sürecinde olduğu gibi büyük parçaların yanı sıra kıyıda köşede kendilerine göre mücadeleyi sürdüren azımsanmayacak çevreler de bulunmaktadır– 15-16 Haziran’a katılmış, ancak herhangi bir yeniden değerlendirme ihtiyacı doğmamıştır.

Tipik bir kendiliğinden hareketliliğinin ürünü olan 15-16 Haziran olayları ilk ateşi veren DİSK yönetiminin beklentilerinin çok ötesine geçerek onları da kendi durumlarını düşünmeye zorlamış, DİSK’ten biraz daha düşük bir katılım bekleyen hükümeti paniğe sürüklemiş ve bizzat olayların içinde yer alan solun önde gelen kesimlerinin ise siyasal tahayyüllerinin ötesine geçmiştir. Ancak solun bu önde gelen kesimleri olayın anlamını irdelerken sanki senaryosunu kendi elleriyle ve kendileri için yazmışçasına kendi doğrulanmalarından başka bir şey görmemişlerdir. Kitle hareketliliğinden öğrenme kapasitesi açısından bu acizlik aslında 12 Mart’a uzanan sonraki aylardaki solun sanki kaderini hızlandırırcasına içe kapanmasında kendini göstermiştir.

“Günün çeşitli kanatlarıyla sosyalist hareketi 15-16 Haziran olaylarından dersler çıkarmak yerine iman tazelemekle yetindiler. TİP’liler MDD’cilere karşı işçi sınıfının nesnel varlığının ve tarihi öncülüğünün altını sürekli olarak çizdikleri için, kendilerinin olaylarca doğrulandığını belirttiler. MDD’cilerden Aydınlık Sosyalist Dergi “milli ordu”, “işçi ordu el ele milli cephede” gibi sloganların atılmasından dem vurarak, hareketin millici yanını vurguladılar ve işçilerle dayanışmanın bir yurtseverlik görevi olduğunu belirttiler. Daha üç gün önce işçi sınıfının objektif varlığını dahi tartışma gereğini duyan Proleter Devrimci Aydınlık (olmayan proletarya?) nihayet bir işçi sınıfının varoluşunu belirtmesi ile kendi kimliğindeki bir boşluğun giderildiği kanısına varmıştır herhalde.” (Yeniyol, Haziran 1989)[8]

68 üniversite işgallerinin hemen ardından işçilerin fabrika işgallerine girişmeleri ve 15-16 Haziran 1970’de yine bütün beklentileri altüst ederek ilk kez fetih duygusunu yaşamaları kendi deneyimleri ile durum vaziyeti sorgulayan ve sendikal mücadelenin sınırlarını zorlayan bir işçi sınıfının varlığının kanıtıdır. Parti olmadan bu enerjinin açığa çıkarılması oldukça zordur. Ama partinin de çok daha elverişli koşullarda, hatta işçi sınıfının kendiliğinden hareketlerinin yoğunlaştığı ve etkinleştiği bir dönemde krize girmesi marifetin esas olarak tam da gerçekleşmeyen buluşma-kaynaşmada olduğunu göstermektedir. İşçi hareketinin işgal, grev tarzındaki eylemliliklerin ille de çok yüksek bir bilinç düzeyine denk gelmediği söylenebilirse de bu tür eylemlerin kimi zaman çevrede yerleşik olan ailelerin de katılımıyla güvenlik kuvvetleriyle çatışmalara kadar vardığı ve örneğin 15-16 Haziran olaylarından sonra, kasım ayında Adana’da Bossa fabrikasındaki işgalde oldukça sert çatışmalar olduğu hatırlanmalıdır. 1969 Haziran-Temmuz aylarında Çorum’daki Alpagut işçileri biriken alacaklarını tahsil etmek üzere üretime ve yönetime el koyarak tahsilatı gerçekleştirdiler. Böylece ilginç ve tarihsel denebilecek bir denetim-yönetim deneyimi gerçekleştirdiler. Aralık 1969’da Gamak’ta Şerif Aygün’ün öldürülmesi ise direnişlerin nerelere uzanabileceğinin trajik bir belirtisiydi.


[1] Harun Karadeniz, Olaylı Yıllar ve Gençlik, s.237.

[2] Ender anı yazarlarından biri İstanbul’daki Haziran 69’da Ordu darbe yapacaksa sürekli işgal yapalım deyu İlhan ağabeyi ziyaretlerini anlatır. Zihni Çetiner, Ölümü Paylaştılar Ama!.. s.156-157

[3] Harun Karadeniz, Olaylı Yıllar ve Gençlik adlı kitabında ilk kez grevdeki Derby fabrikasından gelen birinin işgali nasıl yapabileceklerini sormasını anlatır. s.137.

[4] Geleneksel olarak Türk-İş’in sol kanadı olarak görülen TİP’li sendikacılar altmışlı yıllarda yönetimin grevlere ve genel olarak hareketliliğe karşı davranışlarının zirveye çıktığı 1966 yılındaki kimi grevlere karşı durunca, sendika bürokrasisinin kendi iç gerilimleriyle birlikte yeni bir yapılanmaya yönelmiştir. 1967 yılında DİSK’in kurulması sendikal hareket içinde rekabeti artırırken, sendikal bürokrasinin sol kanadının hareket alanı da genişlemiştir. İşçiler arasında DİSK’e yöneliş başlamış, göreli olarak hareketlenmelerinin önü açılmıştır.

[5] Türkiye’de İşçi Sınıfı ve Sendikacılık Hareketi, Yıldırım Koç, s. 114’te işgal dalgasının bir dökümünü verir. 

[6] Mart 1971 tarihli broşürde “ideolojik mücadelenin yanında proleter devrimci şiddet metodları da kullanılarak oportünistler ezildi” denmekte. s. 22

[7] Kürt sol hareketi DDKO ile bağımsızlaşmaya başlamış, bu eğilim yetmişli yıllarda daha da güçlenerek kendi mecrasını oluşturmuştur. Ortak bir siyasal kültürden beslenmekle birlikte ayrıca değerlendirilmesi gerekir. Yine de bu değerlendirme esas olarak sonraki dönem için anlamlıdır.

[8] Daha geniş bilgi için Turgan Arınır-Sırrı Öztürk’ün 15-16 Haziran kitabının 3. bölümüne bakınız. Sorun yay, 1976, s.109.

Müjde! Doğal Kaynağa Gerek Yok, Türkiye’de Emekçiler İçin #KaynakVar

Herkese İş ve Gelir Güvencesi Kampanyası tarafından yayınlanan basın bildirisinde işsizlik sorununu çözmenin ve emekçiler için insanca yaşamayı olanaklı kılacak bir yaşam geliri sağlamanın mümkün olduğu belirtiliyor. Bildiride herkese gelir güvencesi sağlanması için en zengin yüzde 1’den, yüzde 20’lik gelir vergisi alınması talep ediliyor. Bu kaynakla gelirini ve işini kaybeden milyonlarca emekçiye insanca bir yaşam sağlayacak bir yaşam geliri sağlanırken, salgının bir işçi katliamına dönüşmesinin önüne geçilebileceği vurgulanıyor.

Basın bildirisinin bütününü okurlarımızla aşağıda paylaşıyoruz.

Müjde! Doğal Kaynağa Gerek Yok, Türkiye’de Emekçiler İçin #KaynakVar

Koronavirüs salgını süresince, tüm dünyada milyonlarca emekçi işini, gelirini kaybederken ya da virüse yakalanma riskini göze alıp ölüm pahasına çalışmak zorunda kalırken, gazetelerde çıkan haberlerden biliyoruz ki,  dünyanın en zengin 25 kişisi COVID-19 salgını döneminde sadece 2 ayda servetlerine 255 milyar dolar kattılar. 

Türkiye’de de durum bundan hiç farklı değil; Türkiye’nin en zengin 100 kişisinin toplam serveti, 100 milyar 400 milyon dolar yani 743 milyar 634 milyon TL. Sadece bu 100 kişinin serveti bile 10 milyon emekçiye 74,363 TL gelir sağlamaya yeter. Üstelik bahsettiğimiz sadece en zengin 100 kişi yani bir devlet okulunda bir sınıfı dolduracak kadar kişinin serveti.

İsviçre Bankası Credit Suisse’in yıllık olarak yayınladığı Dünya Servet Verikitabıraporuna göre ise, Türkiye’nin en zengin yüzde 1’lik kesimi ülke toplam servetinin yüzde 42,5’una sahip. Türkiye’nin toplam serveti 1355 milyar ABD Dolarını bulurken, en zengin yüzde 1’ik kesimin toplam serveti ise 575 milyar 875 milyon ABD Dolarını, yaklaşık 4,3 trilyon TL’yi buluyor. Toplam ülke servetinin yüzde 42,5’ine ulaşan bu miktar 10 milyon emekçiye dağıtılsa kişi başı 430 bin TL’ye denk düşer.

Yani Türkiye’de gelirini, işini kaybeden milyonlarca emekçiye fazlasıyla yetecek kaynak vardır. Ancak bunun yerine hükümet, işçilerin yıllarca kendi ücretlerinden kesilen paralarla oluşturulan İşsizlik Sigortası Fonundan sağlanan ve kimsenin insanca bir yaşam sürmesine yetmeyecek miktarlardaki kısa çalışma ödeneği ve ücretsiz izin ödeneği uygulamalarını tercih etmektedir.

Oysa bugün açıkça görülmektedir ki, herkese iş ve gelir güvencesinin sağlanması, pandemi süresince ve krizin sonuçlarının derinleşerek devam edeceği salgın sonrasında da ezilenler, sömürülenler ve güvencesizler için en can yakıcı mesele olarak ortaya çıkmaktadır. İşsizlik sorununu çözmek ve emekçiler için insanca yaşamayı olanaklı kılacak bir yaşam geliri sağlamak mümkün. Bunun yolu kapitalizme, onun sömürü politikalarına ve yarattığı sosyal eşitsizliğe karşı acil talepler etrafından emekçilerin birleşik mücadelesini örmekten geçiyor. Bu amaçla, Herkese Gelir Güvencesi Sağlanması için en zengin yüzde 1’den, yüzde 20’lik gelir vergisi alınmasını talep ediyoruz. Böylesi bir gelir vergisi toplamda 860 milyar TL’lik bir kaynak sağlayacaktır. Bu kaynakla gelirini ve işini kaybeden milyonlarca emekçiye insanca bir yaşam sağlayacak bir yaşam geliri sağlanırken, salgının bir işçi katliamına dönüşmesinin önüne geçilebilir.

Herkese iş güvencesi!

  • İşten çıkarmalar gerçekten yasaklansın! Ücretsiz izin uygulamasına derhal son verilsin!
  • 6 saat iş günü uygulansın! Çalışma süresi haftalık 30 saat olsun! Ücretler düşürülmeksizin çalışma saatleri kısaltılarak işler tüm çalışabilen nüfus arasında paylaştırılsın!
  • İş yerlerinde iş sağlığı ve güvenliği önlemleri işçiler tarafından denetlensin!

Herkese gelir güvencesi! Emekçiler için kaynak var!

  • İşsizlik fonu işçilerin denetimine geçsin ve sadece emekçiler yararına kullanılsın!
  • En zengin yüzde 1’den yüzde 20 oranında servet vergisi alınsın!
  • Özel sektör finans ve bankacılık kuruluşlarının kârlarına ek bir COVİD vergisi uygulansın!
  • Yap-işlet-devret (YİD) işletmelerinin tüm ödemeleri durdurulsun, tamamı derhal kamulaştırılsın!
  • Emekçilerin denetiminde bir acil durum fonu oluşturulsun! 
  • Acil durum fonunda toplanacak tüm bu kaynaklar emekçilerin denetiminde kamu yararına kullanılsın! Asgari ücret insanca bir yaşam sürmeye yetecek seviyeye çekilsin! Emekli maaşları ve tüm ödenekler en az asgari ücret seviyesine çekilsin!
  • Geliri olmayanlara, herhangi bir başka koşula bağlı olmaksızın insanca yaşamayı olanaklı kılacak bir yaşam geliri sağlansın!

“COVİD-1984”: Sermayenin Zihni Sinir Projelerinden Başka bir Yaşam Mümkün mü? – Eyüp Özer

En zenginler servetlerine servet katarken, emekçiler her adımlarının takip edildiği, git gide makineleştirildiği sözde önlemlerle yaşamlarını riske atarak, bu zenginlerin daha da zenginleşmesi için işyerlerinde çalışmak zorundalar mı?

23 Nisan 2020 tarihli Reuters haber bülteni, Antwerp Limanı’nda bir geminin güvertesinde çalışan işçilerin görüntüleri ile başlıyordu.[1] Haber videosunda liman işçileri, kollarına saat şeklinde bir bileklik takıyorlar ve birbirlerine olan uzaklıkları azaldığında bu bileklik titreşim ve ses yoluyla sinyal veriyor. Haberin içinde ürününü tanıtan Rombit şirketinin yetkilisi, gururla 99 ülkeden, 500’den fazla şirketten sipariş aldıklarını aktarıyor. Ancak Rombit yetkilisi bu gururda yalnız değil, onunla benzer dönemlerde Türkiye’de ise Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası (MESS) benzer bir gurur ve coşkuyla üye işyerlerinde uygulamaya geçirmeyi planladığı ve kamuoyunda geniş tepkilere neden olan MESS-SAFE adlı temas takip ya da işçi takip/kontrol uygulaması diyebileceğimiz çözümü duyuruyordu.

Covid-19 salgını bitmek bir yana, aksine tam da hasta sayısının gitgide arttığı bir dönemde, nisan ayının ortalarından itibaren dünyanın birçok ülkesinde hükümetler, kapitalistlerin ekonominin yeniden canlandırılması, üretim tesislerinin tekrar çalışmaya başlaması, sokağa çıkma yasaklarının esnetilmesi talebiyle, sokağa çıkma kısıtlamalarını gevşetti ve ekonomik faaliyetleri yeniden başlattı. Emekçileri hayatlarını riske atma pahasına salgın ortamında çalışmaya zorlayan sermaye, bir yandan da işyerlerinde salgını kontrol altında tutmak ve üretimin aksamasını önlemek için işçilerin üzerinde daha fazla kontrol sağlayacak bu tarz teknolojik çözümlerle geldi.

Özellikle Avrupa’da çeşitli sivil toplum kuruluşları tarafından Covid-1984 olarak adlandırılan bu tarz uygulamalara genel olarak ‘temas takip yazılımları’ deniyor. Temas takip yazılımları sadece işyerlerinde değil, bazı ülkelerde toplumun genelini takip amacıyla da kullanılıyor.

Google ve Apple, çok önceden temas tespiti ve geriye doğru temas izleme imkânı verecek bir yazılım platformu için ortak çalışmaya başladı ve yakın zamanda bu çerçeveyi kamuoyu ile paylaştı.

İngiltere hükümeti ise 14 Nisan’da, Covid-19 semptomları gösterdiğini bildiren kişileri takip etmek ve onlarla yakın temas içinde bulunan kişileri uyarmak için bir yazılım hazırladığını duyurdu. Ulusal Sağlık Hizmetleri birimi (NHS) tarafından hazırlanan yazılımın ağustos başında piyasaya sürülüp, ülke genelinde kullanılmaya başlanması bekleniyor.

Hollanda Başbakanı Mark Rutte ise 21 Nisan’da yaptığı bir açıklamada, kendilerinin yedi farklı temas tespit yazılımını test ettiklerini ancak hiçbirinin güvenlik, hacklenmeye/korsanlığa karşı koruma ve güvenilirlik açısından gerekli koşulları sağlamadığını, bu nedenle testlere devam ettiklerini duyurdu.

EN UÇ ÖRNEK SİNGAPUR

Temas takip yazılımlarının kamusal alanda tüm vatandaşlar için kullanımı konusunda muhtemelen en aşırı örnek Singapur sayılabilir. Singapur, Covid-19 Veri Bülteni adını verdikleri bir uygulama ile enfekte olan her bir kişinin cinsiyetini, yaşını, etnik kökenini, nerede yaşadığını, nerede çalıştığını, hangi hastanede yattığını ve kimleri enfekte ettiğini takip edebiliyorsunuz. (https://co.vid19.sg/singapore/)

Güney Kore’de ise telefonların GPS verilerini kullanan bir uygulama, enfekte olan ve karantinada olan kişilerin devlet yetkilileri tarafından izlenmesine imkân veriyor. Bu yazılım isim, doğum tarihi, cinsiyet, cep telefonu numarası, bir aile yakınının numarası ve karantina süresince bulunulan adres bilgilerini saklıyor. Karantina koşullarının ihlal edilmesi durumunda uygulama alarm veriyor. İzinsiz karantinayı terk etmenin cezası ise1 yıla kadar hapis veya 60 bin TL tutarında para cezası. Bu uygulamayı telefonuna kurmayı reddeden yabancılar ise sınır dışı ediliyor.

BİR DİZİ İLKE

Peki bu tarz uygulamaların, emekçilerin sağlığını koruma iddiası ile gerek hükümetler gerekse işverenler tarafından her adımımızı izlemelerine, hareketlerimizin kontrol edilmesine göz yummamız mı gerekiyor?

Avrupa Sendikalar Enstütüsü (ETUI) bu konuda hazırladığı bir raporda, özel şirketler tarafından hazırlanan yazılımlarla kişisel verilerin ve konum verilerinin paylaşılması yerine, tasarımı itibariyle Kişisel Verilerin Korunması Kurallarına uygun, hem virüsün yayılması ile mücadele edecek hem de kişilerin kişisel verilerini koruyacak bir kamusal çözüm çağrısı yapıyor. Ancak böylesi bir çözüm henüz mevcut değil; ayrıca denetiminde yaşanacak zorluklar düşünüldüğünde arzu edilebilir de değil.

Avrupa Birliği’nin Kişisel Verilerin Korunması Kurulu (EPDB) ise, Avrupa Komisyonu’nun talebi üzerine genel olarak temas tespit yazılımlarına dair bir dizi ilkeyi barındıran bir görüş yayımladı. Bu ilkeler arasında şunlar var:

► Yazılımın kamu denetimine ve Meclis denetimine açık olması,

► Yazılımın özel şirketler tarafından değil, kamu tarafından hazırlanıp hayata geçirilmesi,

► Yazılımın kullanımının, belgelenmiş ve yasal olarak altyapısı hazırlanmış bir güvenceye dayanması,

► Kodunun açık kaynak kodlu ve serbestçe erişilebilir olması,

► Uygulamanın kullanımının süre ve kapsam bakımından orantılı olması (acil durumun özgürlüklerin kısıtlandırılmasını meşrulaştırmaması gerektiği, orantılı olması gerektiği ve acil durum süreci ile sınırlı olması gerektiği),

► Amacının sınırlandırması (uygulamanın kullanımının COVID-19’un yayılmasını durdurma ile kısıtlı olması),

► Asgari ve manalı temas verisini sadece toplaması ve saklaması.

► Sistemin tamamıyla merkezi olmayan, yani dağıtılmış bir şekilde işletilmesi, hiçbir merkezi yetkilinin dahil olmaması,

► Verilerin tutulmasının sınırlandırılması, toplanan verinin anonim olması veya anonimleştirilmesi, şifrelenmesi ve belirli bir sürenin geçmesinin ardından silinmesi gerekliliği,

► Yazılımın ücretsiz olması, kullanımının gönüllü olması ve kaldırılabilmesi, cep telefonlarının işletim sisteminin içine gömülü olmaması,

► Kullanmayı reddeden veya yazılımı kurduktan sonra kaldırmak isteyenlerin bu nedenle herhangi bir yaptırıma uğramaması,

► Bluetooth tanımlayıcılarının düzenli olarak değiştirilmesi,

► Temas takip yolu ile konum veya hareket takibi imkânı olmaması.

İŞYERLERİNDE YAYILIYOR

İşyerlerinde temas takip uygulamaları ise hızla yayılıyor. ABD’de nisan ayında yapılan bir anket, şirketlerin finansal işler müdürlerinin yüzde 22’sinin işyerlerinde bir temas takip teknolojisini kullanmayı planladıklarını söylediğini gösteriyor. Bu yazının başında örneğini verdiğimiz Rombit şirketinin uygulaması her ne kadar bu alanda öncü olsa da, kesinlikle tek değil, hatta çok sayıdaki uygulamadan sadece birisi. ABD’li ServiceNow isimli şirket, aralarında Uber ve Coca Cola gibi şirketlerin de yer aldığı 400 şirketin kendi yazılımlarını kullandığını duyurdu. Dünya genelinde faaliyet yürüten PwC danışmanlık şirketi ise Check-In adını verdiği benzer bir uygulamayı piyasaya sürdü. Ancak kendileri de bu uygulamaların emekçilerin kişisel verilerini ihlal edeceğini bildiklerinden, dünya genelinde ülkelerin kişisel verilerin korunması konusundaki yasal düzenlemelerinin ne denli sıkı olduğuna dair bir harita hazırlayıp, bu haritayı da yazılımı pazarladıkları internet sitelerinde müşterileri ile paylaşıyorlar. (https://www.pwc.com/us/en/library/covid-19/assets/COVID19-Cyber-summary-privacy.svg)

BAMBAŞKA BİR YAŞAM MÜMKÜN MÜ?

1 Haziran’da ise ABD Senatosu’nun bazı üyeleri, temas takip yazılımları kullanımının önünde engel oluşturan bazı kişisel verilerin korunması “sorunlarını çözüme ulaştıracak” bir yasal düzenleme hazırlığında olduklarını duyurdular.

Salgın süresince dünya genelinde milyonlarca emekçi gelirini kaybederken, dünyanın en zengin 25 kişisinin Covid-19 salgını döneminde sadece 2 ayda servetlerine 255 milyar dolar kattıklarını çıkan haberlerden biliyoruz. Peki en zenginler servetlerine servet katarken, emekçiler bu tarz teknolojik zihni sinir projeleri ile her adımlarının takip edildiği, git gide makineleştirildiği, sözde önlemlerle yaşamlarını riske atarak, bu zenginlerin daha da zenginleşmesi için işyerlerinde çalışmak zorundalar mı? Yoksa bu hepi topu 25 kişinin serveti bile milyonlarca hayat kurtarabilecekken, bu zenginliğe el koyup, emekçi milyonlara dağıtabileceğimiz bambaşka bir yaşam mümkün müdür?

Eyüp Özer Birleşik Metal-İş Sendikası Uluslararası İlişkiler Uzmanı

Bu yazı ilk olarak Birgün gazetesinde yayınlanmıştır

Herkese İş ve Gelir Güvencesi için #KaynakVar Kampanyası Yola Koyuldu

Herkese İş ve Gelir Güvencesi kampanyası çerçevesinde 11 Temmuz günü saat 18.00’de Kadıköy’de “Emekçiler için kaynak var” denilerek bir basın açıklaması gerçekleştirildi.

Covid-19 salgını süresince hükümetler ve patronlar tarafından uygulanan kriz politikalarına karşı kampanyanın katılımcıları “Herkese iş ve gelir güvencesi için kaynak var” diyerek iktidarın uyguladığı ekonomi politikalarına karşı olduklarını belirtti. Fiziksel mesafe ve hijyen koşullarına özen gösterilen basın açıklamasında halka destek çağrısında bulunuldu.

Basın açıklamasında;

14 Şubat’ta iflas başvurusunda bulunan Atlas Global’in ne birikmiş maaşlarını ne de diğer haklarını alabilen çalışanları adına Tamer Ercan konuştu. Direnişlerinin herkese örnek olması gerektiğini söyleyen Ercan, tüm işçi ve emekçilere “iş işten geçmeden önce örgütlenmenin önemli doluğunu” hatırlattı. Tekstil İşçileri Birliği adına söz alan Hüseyin Çiçek ise sömürüye, işsizliğe ve yoksulluğa karşı birleşme çağrısında bulundu ve talepler için ortak bir mücadelenin var olması gerektiğini vurguladı. 

Zeytinburnu Belediyesi’ndeki işinden çıkarılan Kenan Güngör, aldığı sözde 20 yıldır taşeron olarak çalıştığını ve taşeron düzenlemesiyle “ihtiyaç yok” denilerek işinden çıkarıldığını belirtti. İşine dönmek için mücadele verdiğini söyleyen Güngör “KHK’ler gidecek, biz kalacağız” diyerek, yapılan bu adaletsizliğe karşı mücadelesini sürdüreceğini ifade etti. “3. Yılında OHAL’in Toplumsal Maliyetleri” adlı raporun 13 Temmuz’da Kadıköy’de yapılacak olan açıklamasına davette bulundu. 

Lojistik sektöründe çalışan İlyas Şentürk “pandemi sürecinde tıpkı savaşta cepheye en önde sürülen, gözden çıkarılmış askerler gibi endişe içinde olduklarını” belirtirken, arkadaşları ile beraber kampanyanın yaygınlaşması için çalışacaklarını ifade etti.

Basın açıklaması öncesinde, 2 yıldan fazla bir süredir mücadelelerini yürüten Cargill işçileri adına Suat Karlıkaya’nın mesajı okundu. Karlıkaya mesajında “Şunu herkes bilmelidir ki, işçi sınıfı ‘Herkese iş ve herkese gelir’ şiarından vazgeçmeyecektir ve mücadelemizi birleştirerek yükseltmeliyiz,” diyerek işçi sınıfıyla beraber omuz omuza ilerleyeceklerini ifade etti.

Bu konuşmaların ardından okunan basın açıklamasında ise pandemiye, işsizliğe ve yoksulluğa karşı emekçileri yaşatacak acil taleplere vurgu yapıldı.

Basın açıklamasının bütünü şöyle:

Herkese İş ve Gelir Güvencesi için #Kaynak Var

COVİD-19 salgını, hükümetler ve patronlar tarafından krizin yükünü işçi sınıfı ve halk kesimlerinin sırtına yüklemek için kullanılıyor. Bu süreçte tüm dünyada milyonlarca insan işini kaybetti veya ücret kesintisi yaşadı. Tüm kıtalarda yoksul nüfusun geniş kesimleri açlıkla karşı karşıya kaldı. Salgından en çok etkilenenler emekçiler olurken, yine salgının derinleştirmiş olduğu ekonomik ve toplumsal krizin bedeli de dünyanın ezilen, sömürülen ve güvencesiz kesimlerinin üzerine yüklenmeye çalışılıyor. 

Salgının başlangıcından bu yana AKP iktidarı patronlara “kalkan” olup kredi, vergi ve prim destekleri açıklarken; emekçilere daha fazla işsizlik, yoksulluk ve güvencesizliği reva görüyor. Ekonomik krizle birlikte temel tüketim maddelerinin fiyatlarındaki artış emekçilerin alım gücünü yerle bir etmiş vaziyette. Bugün ve bundan sonraki süreçte emekçilerin en yakıcı gündemi işsizlik olacaktır. Salgından önce ülke tarihinin en büyük işsizlik rakamlarına zaten ulaşılmıştı. KHK’larla binlerce emekçinin iş ve gelir güvencesi elinden alındı, 2018’de patlak veren kriz işsizliği derinleştirdi ve bugün Nisan 2020 verileriyle geniş tanımlı işsizlik 17 milyonu aşmış durumda. Buna, emekçilerin büyük çoğunluğunun asgari ücret ve civarında ücretlerle geçinmeye çalıştıklarını eklediğimizde istihdam ve gelirde yaşanan bu büyük daralmanın muazzam bir yoksullaşma ile sonuçlanacağı ortadadır.

Böylesi bir durumda iktidar, “işten çıkarmaları yasaklıyoruz” yalanının arkasına sığınarak ücretsiz izne meşruluk kazandırıp işçilerin 1170 TL’lik sefalet ücretine rıza göstermesini bekliyor. Diğer yandan da iş güvencesinin son dayanağı olan kıdem tazminatını ortadan kaldırmaya, “tamamlayıcı emeklilik sistemi” adı altında işçinin ücretinin bir bölümü olan kıdem hakkına el koymaya hazırlanıyor.

İşsizlik de insanca yaşayacak bir gelirden mahrum bırakılmak da emekçilerin, kadınların ve ezilenlerin kaderi değildir! Pandemiye, işsizliğe ve yoksulluğa karşı emekçileri yaşatacak şu acil talepler etrafında birleşik emek mücadelesini yükseltmeye davet ediyoruz:

Güvencemiz olan kıdem tazminatımıza dokunulmasın!

Geliri olmayanlara koşulsuz bir yaşam geliri sağlansın!

Çalışma saatleri ücretlerde kesinti olmaksızın kısaltılsın, herkes insana yaraşır koşullarda çalışabilsin!

İşsizlik sorununu çözmek ve herkes için insanca yaşamayı olanaklı kılacak bir yaşam geliri sağlamak için gereken kaynak, servetlerin vergilendirilmesinden sağlanmalıdır. Milyonlarca insan her gün işsizlik ve yoksulluğu tecrübe ederken pandemi koşullarında dahi patronların servetlerine servet katmalarının hiçbir meşru açıklaması olamaz. Türkiye’nin en zengin yüzde 1’lik kesimi ülke toplam servetinin yüzde 45’ine sahipken, milyonlar yoksulluk sınırı altında yaşamaya mahkûm edilemez. Emekçilerin gelirleri sürekli aşınırken ve borçla yaşamak zorunda bırakılırken, köprü ve otoyol geçiş garantisi adına patronlara her yıl milyarlarca lira aktarılmasına ve işsizlik fonunun sermayeye destek olarak kullanılmasına göz yumulamaz. 

Herkese iş ve gelir güvencesi için “kaynak yok” bahanesi kabul edilemez:

En zengin yüzde 1’den servet vergisi alınsın!

Yap-işlet-devret (YİD) işletmelerinin tüm ödemeleri durdurulsun, tamamı derhal kamulaştırılsın!

İşsizlik fonu işçilerin denetimine geçsin ve sadece emekçiler yararına kullanılsın!

Bu somut talepler etrafında tüm emekçileri herkese iş ve gelir güvencesi sağlamak için birleşik mücadeleye çağırıyoruz.

Kaynak: Gazete Nisan https://www.gazetenisan.net/2020/07/kadikoyde-isci-ve-emekciler-icin-kaynakvar-aciklamasi/

Basın Açıklamasına Çağrı: Emekçiler için #KaynakVar

Emekçiler için #KaynakVar Herkese İş ve Gelir Güvencesi kampanyası taleplerini açıklamak ve birleşik mücadele çağrısı yapmak üzere Cumartesi 11 Temmuz 2020 günü bir basın açıklaması düzenliyor.

Hayır, eşit değiliz!

Covid-19 pandemisinin yarattığı sağlık krizinin de, derinleştirdiği ekonomik krizin de karşısında eşit olmadığımızı biliyoruz. Koronavirüs kol gezerken ekmeğimizi kazanmak için ölümle burun buruna gelen de biz emekçileriz, bugün ekonomik krizin bedeli de yine bizlere yüklenmeye çalışılıyor. Salgının başlangıcından bu yana AKP iktidarı patronlara “kalkan” olup kredi, vergi ve prim destekleri açıklarken, emekçilere daha fazla işsizlik, yoksulluk ve güvencesizliği reva görüyor. 

Ancak biz biliyoruz ki, tüm dünyayı sarsan ve daha da sarsacak bu işsizlik tufanı içinde herkese iş ve insanca yaşayacak bir gelir sağlamak mümkün. 

Bunun için yeterli kaynak var!

Yeter ki bu kaynaklar patronlar için değil, nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturan biz emekçiler için kullanılsın,

Zenginlerden servet vergisi, bankalardan COVİD vergisi alınsın,

Güvencemiz olan kıdem tazminatımıza dokunulmasın,

Geliri olmayanlara koşulsuz bir yaşam geliri sağlansın,

Çalışma saatleri kısaltılsın, herkes insana yaraşır koşullarda çalışabilsin, yaşayabilsin demek için bir araya geliyoruz.

Pandemiye, işsizliğe ve yoksulluğa karşı emekçileri yaşatacak acil talepler etrafında birleşik mücadeleyi örüyoruz.

Cumartesi 11 Temmuz 2020 

Saat 18:00

Kadıköy (Beşiktaş iskelesi önü) 

Emekçiler için #KaynakVar

Herkese İş ve Gelir Güvencesi

Altmışlarda Sosyalist Hareketin Oluşumu-IV: 27 Mayıs ve İşçiler – Masis Kürkçügil

Masis Kürkçügil’in 2006’da Sosyalist Demokrasi için Yeniyol dergisinde yayınlanan ve altmışlı yılların başından 12 Mart’a kadar, kendisinin de fiilen içinde bulunduğu sosyalist hareketin gelişimini programatik zemin, siyasal saflaşmalar ve işçi hareketiyle ilintisi bağlamında ele aldığı bu kapsamlı değerlendirmeyi bölümler halinde İmdat Freni okurlarının ilgisine sunuyoruz. Bir önceki bölüme şuradan ulaşabilirsiniz.

27 Mayıs 1960 ve İşçiler

Toplumsal alanda yansıması olan herhangi bir düşünsel birikim veya eylemin olmadığı bir dönemin ardından altmışlı yıllarda sosyalist hareketin kendi mücadelesinin ürünü olmayan ancak kendisine de bir milat yaşatanın ne olduğu tartışmalıdır. Yaygın kanı 27 Mayıs ve 1961 Anayasası’nın nisbi özgürlük ortamıdır. Öznesi belirsiz bu tespit sonunda iyi sıhhatte olsunlar’ın işçi sınıfının önünü açtığına varabilir. Partiler düzeyinde on yıl boyunca CHP-DP neredeyse oyları paylaşmış ancak ekonomik ve toplumsal gelişme sınıfların mevzilenmesinde anlamlı değişikliklere yol açmış (altmışlı yılların hemen başlarında bu gelişmeler daha da hızlanacaktır), bunun sonucunda nesnel gerçeklikte bir önceki dönemle kıyas kabul etmez bir değişim yaşanmıştır. Bu yeni malzemeyle birlikte geleneksel devletlu kesimlerden ve “gelişmekte olan” burjuvaziden açıkta kalan kesimlerin tarih sahnesine çıkışı gerçekleşmiştir. Buna uygun olarak aydın taifesinde de klasik TKP çizgisinden farklı batıdaki sosyal demokrat gelişmelerden de etkilenmiş yarı yolda bir entelijansiya oluşmuştur. Bu entelijansiya bir miktar üniversite hocası, gazeteci ve yazar çizerden; doğrudan doğruya sınıfın meselelerinden hareketle değil devlet planlama teşkilatı uzmanları formasyonuna sahip, ülkenin meselelerine vakıf kişilerden oluşmaktadır.

İşçi sınıfı ise bu saflaşmada ağırlıklı olarak DP’nin arkasındadır. Menderes’in 1 Mayıs 1960’da işçilerin bayramını kutlaması tarihsel bir ironi olarak hatırlanabilir.

Altmışlı yılların daha başlarında Saraçhane yürüyüşü ve Kavel greviyle sınıfın paldır küldür sahneye girişine tanık olunur. Sendikacılar bir büyüme döneminde, kendilerini mesleki kaygıların ötesinde bir toplumsal konum içinde bulmuşlardır. 

Toplumun tarihiyle bir sol tarih anlatılacaksa, altmışlı yıllardaki siyasallaşmayı yalnızca kimilerinin öne çıkardığı üzere 27 Mayıs’ın nisbi özgürlük ortamında değil daha derinden birtakım gelişmelerin söz konusu olduğu dönüşümde, işçi hareketinin oluşumunda aramak gerekecek. Ancak “önce kelam vardı” idealist yaklaşımı egemen olduğu için sosyalist hareketin oluşumu emekçilerin gündelik hayatındaki değişimlerde değil yukarıdan ve oldukça tartışmalı “hayır”larda aramak gelenek haline gelmiştir. Sınıfın kendi iç dinamiklerini irdelemek yerine en küçük sektlerin kendi aralarındaki tartışmalar bile kimi zaman daha önemsenir olmuştur. Örneğin TİP’in oluşumunda sendikacıların ellerinde kalan partiyi birilerine teslim etmeye karar verdiklerinde birtakım kişilerden sonra Aybar’a gelmeleri çokça önemsenir. Ama genel olarak işçi hareketinin yükselişini ve sendikal hareketin önceki dönemlere oranla itibar kazanmasını, sosyalist solun emekçiler nezdinde göreli olarak da olsa ciddiye alınmasını TİP’in kurulmasına bağlamak biraz da tarihi tersten okumayı getirir. Burada dönüşümü yaratan unsur zaten var olan aydınlar ve sendikalar veya onların buluşması değil işçi hareketinin bir yenilenme çağında oluşudur. 

Sosyalist solun ilginç bir paradoksu, karşı-devrimci diye nitelediği DP ve AP döneminde yeni bir emekçi kesiminin ortaya çıkmış olmasıdır. Bu yeni kesim tarih sahnesine kenardan da olsa girerken kendisine bu imkânı veren koşulları “ilerici” CHP’nin değil DP-AP geleneğinin sağladığı kanısındadır. İkinci bir 27 Mayıs sevdasında olanların neden işçi sınıfı için pek fazla bir şey ifade etmediğini anlamak için, bu kesime göre bunun ileri bir adım değil geriye dönüş olduğu akıldan çıkarılmamalıdır.

Yarım kalmış bir 27 Mayıs’ı tamamlama, askerlerle birlikte siyaset yapma eğilimi aslında tarihin yanlış okunmasından da kaynaklanmaktadır. 27 Mayıs’ın herhangi bir ulusalcı, anti-emperyalist yanı olmayıp kapitalist sistem içinde patlayan lastiğin değiştirilmesinden ibaret olduğu atlanıp, ona olmadık değerler vehmedilince –üstelik bunlar solda envaı çeşit oportünist ve revizyonist avının sınıf mücadelesinin başlıca uğraşı olarak görülürken– yeniden milli mücadele gibisine yeniden darbeye yönelinmiştir. Bu tür bellekte Yakup Cemiller, Enverler ve yakın zamandaki Aydemirler referans noktası olurken nesnel gerçeklikteki değişimler –hem de ülkenin tarihinde sınıflaşmanın en çok hızlandığı bir dönemde– es geçilmiş ve hatta büyük bir başarı ile görmezden gelinmiştir.