İmdat Freni

Ekososyalizm

Eko-Komünist bir Gelecek için Fosil Faşizmiyle Mücadele – Zetkin Kolektifi

“Anti-faşistlerin faşizmle gelebilecek çevresel yıkımı olduğu gibi çevresel yıkımla gelebilecek faşizmi de anlamaları gerekiyor. Ancak bu yakınlaşma aynı zamanda saldırgan da olmalıdır: ortak bir ekososyalist mücadelede hücuma geçilmeli. Hem iklim değişikliğini hem de faşizmi oluşturan temel süreçlerle yani kapitalizm ve krizleriyle ancak bu şekilde yüzleşebiliriz”.

Küresel iklim krizinin sonucu olarak dünyanın dört bir yanında orman yangınları patlak veriyor. Saray rejiminin yönetmekten adeta imtina ettiği bu kriz koşullarında, yine bu rejimin ayrılmaz bir parçası haline gelmiş olan nefret dilinin ve ayrımcılığın da sonucu olarak toplumun çeşitli kesimlerinde yangının yaşattığı dehşete karşı öfkenin Kürtlere ve göçmenlere yöneldiğini görüyoruz. Bu yaşanılanlar vesileye Andreas Malm ve Zetkin Kolektifiyle yapılmış, Serap Güneş tarafından tercüme edilen ve Dünyadan Çeviri sitesinde yayımlanan söyleşiyi İmdat Freni’ne de almayı gerekli gördük. İyi okumalar.

Kuzey Amerika’nın Batı Kıyısı bir kez daha yanıyor. Geçen ay, Phoenix, Arizona, art arda beş gün 46 santigrat derece sıcaklık kaydetti. Yeni bir rekor. Her öğleden sonra, beton ve asfaltın yüzey sıcaklığı 82 santigrat dereceye çıktı – üçüncü derece yanıklara neden olacak kadar sıcak. Sıcaklıkların marjinal olarak düşük olduğu Kaliforniya ve Teksas’ta, enerji şebekesi operatörleri, uzun süreli bir ısı dalgasının enerji altyapısına zarar vereceğinden ve geçen yıllardaki kesintilerin tekrarlanmasına neden olacağından korktular. Bunaltıcı sıcakta serin kalmak için klimaya bağımlı olan birçok kişi için bu durum sağlık sorunlarına ve hatta ölüme neden olabilir.

Kuzey Amerika’nın devam eden sıcak hava dalgası öncesinde, Batı Kıyısı’nda aylarca süren ve benzeri görülmemiş su kıtlığı, mahsul kıtlığı ve orman yangınları için koşulları oluşturan aylarca süren yağışsız hava dönemi olmuştu. Kaliforniya ve Arizona’nın orman yangını sezonu alışılmadık şekilde erken başladı. Arizona’nın ilk yangınlarından biri dört gün devam etti, 27 mil karelik kırsal alanı yakıp kül etti ve iki kasabayı tahliyeye zorladı. Bu röportaj yayına hazırlanırken, Batı Kıyısı’nda Portland’ın iki katı büyüklüğünde 60’tan fazla orman yangını sürüyordu. ABD’de olağan hale geldiği gibi, devlet yetkilileri mahkûmları alevlerle mücadele etmeleri için gönderiyor ve onlara saatte 1,50 dolar gibi düşük bir ücret ödüyor.

Zaten bu yıl Pakistan ve Kuzey Hindistan, 52 santigrat dereceye ulaşan sıcaklıklarla sarsıldı. Vancouver’ın 124 mil dışındaki küçük Lytton kasabası, Kanada’da şimdiye kadar kaydedilen en yüksek sıcaklık olan 49,6 santigrat dereceye ulaştı. Bu arada Brezilya, son 100 yılın en kötü kuraklığını yaşadı ve gıda fiyatlarının yukarı doğru fırlamasına yol açtı. Bu uç noktalarda, normal yaşam askıya alınır. İnsanlar ölür. Ekosistemler çöker. Ve kargaşanın içinden gerici toplumsal güçler harekete geçer.

Köklü göçmen karşıtı ve ırkçı mecazlar ile gerici bir inkarcı iklim gündeminin zehirli bir bileşimi sayesinde, aşırı sağ partiler ve toplumsal hareketler Avrupa ve Amerika’da artan bir etkiye sahip. Zetkin Kolektifi’nin White Skin, Black Fuel: The Danger of Fossil Fascism kitabı (Beyaz Deri, Kara Yakıt: Fosil Faşizmi Tehlikesi), bu hareketlerin ve fikirlerin yükselişinin haritasını çıkarıyor ve ufku gözeterek “fosil faşizminin” ortaya çıkışını öngörüyor.

Zetkin Kolektifi üyesi Andreas Malm’ın en son bireysel olarak kaleme aldığı eserleri How to Blow up a Pipeline (Bir Boru Hattını Nasıl Havaya Uçurursunuz) ve Corona, Climate, Chronic Emergency (Korona, İklim, Kronik Acil Durum), kesişen ekolojik, epidemiyolojik ve politik çıkmazlarımızın hızla yazılmış konjonktürel analizleriydi. Her iki kitap da, kapitalizmin ekolojik çöküşe doğru nefes kesen gidişatı ve kapitalist merkezlerdeki iklim hareketlerinin mücadele stratejilerinin sınırları hakkında gündeme kızıl-yeşil bir kama sokma çabası.

White Skin, Black Fuel, ırksal kapitalizm, fosil yakıt çıkarma, milliyetçilik ve iklim çöküşü arasındaki karşılıklı ilişkilerin ayrıntılı bir analizi. Kitap, bilimsel araştırmalarla nasıl angaje olunacağının en iyi örneği. Eko-komünist bir geleceği gerçekleştirmek için savaşırken karşımıza yığılmış gerici güçlerin güçlü bir hatırlatıcısı ve hareketlere açık bir çağrı.

Bu röportajda Kai Heron, Zetkin Kolektifi üyeleri Andreas Malm, Laudy van den Heuvel ve Ståle Holgersen ile Kolektifi’nin yazma süreci, iklim inkarı ve fosil faşizmine karşı direniş hakkında konuşuyor.

Kai Heron: White Skin, Black Fuel’nin (WSBF) tanıtım yazısına göre, Zetkin Kolektifi’nin yirmi bir üyesi kitap üzerinde işbirliği yaptı. Peki Zetkin Kolektifi nedir? Ve 20 kişiyle birlikte kitap yazmak nasıl bir şey? Dışarıdan, lojistik bir başarı gibi görünüyor!

Laudy van den Heuvel: Zetkin Kolektifi, ekoloji ve aşırı sağ konusunda her birinin kendi uzmanlık alanına sahip olduğu, oldukça çeşitlilik içeren bir akademisyen, öğrenci, mezun ve aktivist grubudur. Bazıları farklı üniversitelerde görev yapıyor ama çoğumuz gönüllü üyeyiz. Kitap için herkes kendi ilgi ve uzmanlık alanında araştırma yaptı ve bunu Andreas Malm’a iletti. O da bunları derledi ve tutarlı bir metne dönüştürdü.

Zetkin Kolektifi olabildiğince şeffaf ve demokratik olmaya çalışıyor. Bu yüzden kitabın hazırlık süreci epey uzun sürdü çünkü Andreas Zetkin üyelerinin sağladığı tüm bilgileri işledi, ardından tüm bilgilerin gerçekten de doğru, net ve olabildiğince iyi kullanılmış olduğundan emin olmak amacıyla onay, geribildirim, yorum vs. için hepimize geri verdi.

Bir grup olarak Zetkin Kolektifi, biz onunla ne yapıyorsak odur: hepimizin farklı odak noktaları var, ancak hepimiz kabaca aynı konu üzerinde çalışıyoruz. Ayrıca, şimdi eyleme ihtiyaç duyulduğuna inandığımız için, kolektifin açık bir aktivist temeli var. Bu aktivizmi ifade etme şeklimiz kişiden kişiye farklı olabilir, ancak oldukça tutarlı bir değerler setimiz var ve Zetkin Kolektifi, aynı konular üzerinde topluca çalışmanın yanı sıra, aynı vizyona sahip insanlarla bir araya gelebileceğiniz de bir yer.

Ståle Holgersen: Yazma süreci, yazarın başlığı kadar alışılmadık oldu. Kısacası şöyleydi: Kolektifin tüm üyeleri, aşırı sağ partiler arasındaki ilişkiler, ırkçılık/göç karşıtlığı ve derin bilgi sahibi oldukları ülkelerdeki ekoloji üzerine birkaç sayfa yazdılar. Andreas daha sonra bu bölümleri bugün okunabilecek bir senfoni haline getirdi.

Ayrıca, fosil faşizmi veya fosil yakıtın ırksal tarihi üzerine daha genel tartışmalar gibi, doğrudan güncel vaka incelemelerine dayanmayan bölümler, büyük ölçüde Andreas tarafından yazılmıştır. Sonra organik, kaotik ama yine de bir ölçüde yapılandırılmış bir şekilde, süreç boyunca herkes yorum ve değişiklikler yaptı, modifiye etti ve hatta bazen yazının bazı kısımlarını yeniden yazdı.

WSBF, “fosil faşizmi” dediği şeyin ortaya çıkışı konusunda uyarıyor. Fosil faşizmi nedir, 20. yüzyılın ortalarındaki faşizmden farkı nedir ve sizi bu konuda bir kitap yazmaya motive eden şey nedir?

LH: “Fosil faşizmi” terimi aslında Cara Daggett’in petro-erkeklik, fosil yakıtlar ve otoriter arzu konusundaki bir makalesinde ortaya atıldı ilk kez. WSBF’de, faşizm söz konusu olduğunda, faşizm üzerine ünlü bilim insanı Roger Griffin’in anladığı gibi, bir fikirler dizisi olarak faşizm ile, klasik örneği iki savaş arası dönemde gördüğümüz faşizm olan gerçek bir tarihsel güç olarak faşizm arasında bir ayrım yapılması gerektiğini savunuyoruz. Şu anda görebildiğimiz şey, aslında hiçbir zaman sönmemiş olsa da son yıllarda genel bir yeniden canlanma yaşayan aşırı sağ partilerin, eğilimlerin ve sempatilerin yükselişi.

Ancak faşizmin tarihsel bir güç olabilmesi için gerçek bir kriz olması ve faşistlerin iktidara gelmesi gerekiyor. Şu anda çevresel nitelikte olan muazzam bir krizle karşı karşıyayız ve aşırı sağ, fosil endüstrisini – fosil sermayesini – tüm gücüyle savunur vaziyette yükselişte. Bu, bir fosil faşizmine doğru ilerleme riski olduğu anlamına geliyor.

Andreas Malm: Çok basitleştirilmiş bir tanım vermek gerekirse, fosil faşizminin, beyaz ulusun düşmanı olarak tanımlanan ve o şekilde muamele gören beyaz olmayan insanlara karşı sistematik devlet şiddetiyle birlikte iklim krizinde sorgulanan ayrıcalıkların saldırgan bir şekilde savunulması olduğunu söyleyebilirim. Bunun incelediğimiz ülkelerin hiçbirinde var olmayan bir şey olduğunu vurguluyoruz – Trump yönetiminin faşist olduğunu ya da iktidardaki ya da iktidara yakın herhangi bir aşırı sağ partinin henüz bu nitelikte olduğunu iddia etmiyoruz – ama bu yöne işaret eden eğilimler görüyoruz. Ve iklim krizi daha da kötüleşecek. Derinleştikçe, iki ideal-tipik biçim alabileceğini iddia ediyoruz: Fosil yakıtların sorgulandığı ve onlardan hızlı ve radikal bir geçişin başlatıldığı bir hafifletme krizi; ya da iklimsel etkilerin, metropolün merkezindeki zenginlerin bolca sahip olduğu temel kaynaklara – bu toprak, su, esasen herhangi bir şey olabilir – erişimin yeniden dağıtılmasını ve açılmasını talep edecek kadar sert vurduğu bir adaptasyon krizi. Bu iki kriz biçiminin iç içe geçmiş şekilde gerçekleşmesi de mümkün. Aşırı sağın iktidara gelebileceği ve devlet şiddetinin ateşini beyaz olmayan insanlara doğru çevirerek sorgulanan ayrıcalıkları agresif bir şekilde savunabileceği çeşitli senaryoları değerlendiriyoruz. Ne yazık ki, bu senaryolar fazla zorlama görünmüyor, en azından bizim açımızdan.

SH: Faşizm araştırmacıları için temel araştırma sorularından biri, “ne tür bir kriz faşizmi mümkün kılar”? Kitapta, takip eden bariz soruyu inceliyoruz: İklim krizi böyle bir kriz olabilir mi? Elbette gelecek hakkında kesin bir şey bilemesek de, bazı açık işaretler var: Son derece istikrarsız bir dünyada, iklimsel etkiler nedeniyle potansiyel olarak artan sayıda göçmenle birlikte gelecekte organik krizler gelişecek. Onlara göre suçlu olanlar asla “zengin, beyaz adamlar” olamayacağı için, ırkçı aktörlerin sorunlar için suçlayacak adaylar bulması gerekecek.

“Faşizm” terimi geleneksel olarak iki spesifik devletle, iki savaş arası İtalya ve Almanya ile güçlü bir şekilde bağlantılı olduğundan, Adolf Hitler’in yeniden ortaya çıkmasını beklemek yerine, onun “dönüşünü,” özellikleri ve eğilimleri -ya da faşizm süreçleri- açısından tartışmamız gerekiyor. Bu bağlamda aklımızda tutmamız gereken bir şey, faşizmin her zaman kapitalizmi örgütlemenin son derece modern bir yolu olduğudur. Bu, faşizm konusundaki kimi söylemlerle keskin bir tezat oluşturur ve kapitalizmin doğa ile sürdürülebilir bir ilişkisinin olması ne kadar mümkünse, “eko-faşizm”in ekolojik bir toplum olmasının da o kadar mümkün olduğu anlamına gelir. “Modern” kapitalist toplumların inşasında fosil yakıtlar şimdiye kadar en önemli enerji kaynağı olmuştur. Kitapta incelediğimiz işte bu bağlantılar.

Geçen yıl fırtınalar, sel, kuraklık, orman yangınları ve artan iklim kaosunun diğer işaretleri nedeniyle 30 milyon insan daha yerinden oldu. Ekonomi ve Barış Enstitüsü, 2050 yılına kadar toplam 1,2 milyar iklim mültecisi olacağını tahmin ediyor. WSBF, göç ve aşırı sağ ekolojizm arasında büyüleyici bir ilişki kuruyor. Göçü aşırı sağ siyaset için iklim krizi de dahil olmak üzere, diğer tüm sorunlara bakışlarını belirleyen bir prizma olarak tanımlıyorsunuz. Bu fikri detaylandırabilir ve bizim için neden önemli olduğunu açıklayabilir misiniz?

LH: Kitabın anlattığı gibi, aşırı sağ, iklim değişikliği hakkında ne zaman bir şey söylese, göçmenlik hakkında da bir açıklama yapıyor. Bu çeşitli biçimler alıyor, örneğin, “bizim asıl sorunumuz iklim değil, göç” demek; bazıları, Afrika ve/veya Müslüman ülkelerin, yüksek doğum oranlarıyla dünyayı aşırı doldurdukları için suçlu olduklarını iddia etmek… Başka bazıları ise, göçün kendisinin Batı’yı aşırı nüfuslandırarak ve yoksul ülkelerden gelen göçmenleri Batı yaşam tarzını kopyalamaya [aşırı tüketimcilik, ÇN] davet ederek çevresel bozulmaya neden olacağını bile söyleyecektir. Tüm araştırmalar, bu tür ifadelerin saçmalıktan ibaret olduğunu gösteriyor, ancak özellikle Avrupa aşırı sağı için her toplumsal sorun (Müslüman) göçten türediği için, göç ana konu.

İnkar, WSBF’de tekrar eden bir tema. Kitabın son bölümünde Stanley Cohen’in “States of Denial: Knowing about Atrocities and Suffering” (İnkar Durumları: Vahşetleri ve Acıları Bilmek) başlıklı üç parçalı bir inkar sınıflandırması öneriyor: dümdüz inkar, yorumlayıcı inkar ve dolaylı inkar. İklim krizi söz konusu olduğunda, dümdüz inkar, ortada bir kriz olduğunu inkar etmek demek. Yorumlayıcı inkar, küresel ısınma gibi bir şeyin meydana geldiğini kabul ediyor ama önemini küçümsüyor, faillerini aklıyor, kapitalist üretimdeki kökenlerini gizliyor vb. En sinsisi olduğunu söylediğiniz dolaylı inkar ise, iklim değişikliğinin gerçeklerini kabul ediyor, ancak acilen harekete geçmeyi reddediyor. Daha önce olmasa da en azından Kyoto Protokolü’nden bu yana merkezci hükümetlerin ve çevre STK’lerinin genel tutumunun bu olduğunu söyleyebiliriz.

İlk olarak, bize inkarın neden aşırı sağ çevrecilik analizinde ele alınması gereken önemli bir konu olduğunu söyleyebilir misiniz? İkinci olarak, şu anda dördüncü tür bir inkarcılık gördüğümüzü kabul edip etmeyeceğinizi merak ediyorum. Krizin ciddiyetinin farkında olan ve tam da önemli olan hiçbir şeyin değişmemesi için -çoğunlukla çok hızlı- harekete geçen bir inkarcılık. Bu, yeşil kapitalizm, yeşil büyüme, eko-modernizm savunucularında ve hatta Yeşil Yeni Anlaşma’nın çoğu yinelemesinde bulduğumuz bir inkarcılıktır. Bu tür bir inkarcılığı, anlamlı siyasi eylemin önünde bir engel olarak görüyor musunuz? Ve eğer öyleyse, onunla nasıl mücadele etmeyi umabiliriz?

LH: Yeşil kapitalizm ve yeşil büyüme vb’nin, anlamlı siyasi eylemi engelleyen inkarcılık biçimleri ne ölçüde olduğu sorusunun ikinci bölümüne dair: Bu görüşü kesinlikle onaylarım. Bunlar, bir yandan yeşil bir cila çekerken, diğer yandan işi her zamanki gibi uzatmak için kullanılan stratejilerdir. Birçoğunu cezbeden güçlü bir anlatı: Gerçek bir değişiklik talep etmeden “sorunu” görünüşte çözmek. Fazla rahat bir görüntü. Michael Redclift, 2005’te sürdürülebilir büyümenin bir tezatlık olduğunu savunduğu bir makale yayınladı; kavramlar birbirine zıttır ve bu nedenle birlikte kullanılamazlar dedi. Aynısı yeşil büyüme için de geçerlidir. Şahsen, asıl sorunun “zenginliğin” yalnızca parasal bir ölçü olması ve genellikle soyut ve eksik GSYİH’lerle ifade edilmesi olduğunu düşünüyorum. Bu ekonomik önlemler, uzun vadeli çevresel etkiler gibi şeylerin gerçekmaliyetini asla gerçekten hesaba katmaz. Dolayısıyla bu gerçekten de bir inkar biçimi olarak kabul edilebilir.

AM: İnkarın aşamalarını ve biçimlerini saymayı unuttum… İnkar, gerçekten de içinde bulunduğumuz çıkmazın merkezinde yer alıyor ve yüzlerce farklı şekilde karşımıza çıkıyor. Ancak Yeşil Yeni Anlaşma’yı bu kategoride bildiğim herhangi bir yinelemeye dahil etmem. Dolaylı inkar, her zamanki gibi işlerin pratikte sürdürülmesi ve krizin varlığının resmi olarak tanınmasına rağmen, radikal emisyon kesintilerini reddetmektir. YYA, tam olarak radikal emisyon kesintilerine yönelik bir programdır ve doğası gereği, örneğin karbon borsasından, devam eden emisyonları karbon yakalama ile telafi etmeye yönelik çeşitli “net sıfır” vizyonlarından ve spektrumun yeşil kapitalizmin ucundaki bilinen diğer tüm olmasa bile çoğu programdan farklıdır. Elbette YYA çerçevesine yönelik çeşitli eleştiriler olabilir, ancak bunun herhangi bir tür iklim inkarcılığı olarak meşru biçimde nasıl etiketlenebileceğini anlamıyorum.

Şimdi, kitabımızda ele aldığımız bu inkarlar başlıca iki türlüdür: klasik nato kafa nato mermer dümdüz inkarcılık, Trump ve Bolsonaro’dan Vox ve AfD’ye kadar aşırı sağda hâlâ baskın olan konum budur; ve iklim krizinin varlığını sözde kabul eden ve ardından genel olarak beyaz olmayan insanları ve özel olarak göçmenleri suçlayan yeşil milliyetçilik.

İkincisini ikincil bir inkar olarak görüyoruz, çünkü (sözde) iklim biliminin ABC’lerini kabul ederken, küresel ısınmayı neyin tetiklediğine dair kanıtların bütününü reddediyor. Dolayısıyla, aşırı sağ, iki tür oldukça aşırı iklim inkarına derinden yatırım yapıyor. Bununla birlikte, vurguladığımız kilit nokta, bu yatırımın (YYA), kapitalist toplumların sınırların çok ötesinde, örgütlü aşırı sağın ötesinde işleyişinin mantıklı bir ürünü olduğudur. Aşırı sağın ve sermayenin inkarı birleşik kaplar gibi işler. Daha da derinden, ırkçılık ile fosil yakıtlı teknolojiler arasında kitapta uzun uzadıya incelediğimiz ilkel bir bağlantı var – ama yine de burada sadece yüzeyde kalıyoruz. Bu bağlantıda çok daha fazla araştırmaya ihtiyaç var ve neyse ki, hazırlanmakta olan epeyce iş var gibi görünüyor.

WSBF’nin sonuna doğru Ralph Miliband’dan faydalanarak, kapitalist devletin -şu anda var olduğu şekliyle- yapısal olarak iklim krizinin kapsamını kavramaktan, onunla mücadele etmekten bile aciz olduğunu iddia ediyorsunuz. Bunun sebebi, devletin birincil işlevi sermaye birikimini mümkün kılan toplumsal ilişkileri sürdürmek iken, iklim krizinin devletlerin sermayenin çıkarlarına aykırı hareket etmelerini gerektiren bir sorun olması. Ancak sermaye, birçoğu iklim krizini bir iş fırsatı olarak gören rakip sermayelerden oluşuyor.

Financial Times kısa süre önce, yeşil bir geçişin getirebileceği yatırım fırsatlarını değerlendiren “Yeşil İyidir” başlıklı bir makale yayınladı. Eskiden Birleşik Krallık’ın en şiddetli iklim inkarcı gazetesi olan The Express, şimdi eko-modernist, yeşil kapitalist bir geçişi destekliyor. En azından sermaye fraksiyonlarının fosil sermayeden sonra bir dünyaya hazırlanıyor olması ve kapitalist devletlerin de aynı yolu izlemesi mümkün görünüyor.

Sizce bu, kitap yazıldığından beri sermayenin stratejisinde bir değişikliğe işaret ediyor mu? Ve eğer öyleyse, WSBF bize devlet ve sermayenin bu olası yeniden bileşimi hakkında ne söyleyebilir?

SH: Tüm kapitalizm analizleri, sizin de belirttiğiniz gibi, sistemin oldukça esnek olduğu gerçeğinden başlamalıdır. Sermaye, mümkün olan her yerde birikmeye çalışacaktır: önce -200 yıldır yaptığı gibi- ekolojik krizi yaratarak, sonra onu en azından retorik olarak ve -on yıllardır yaptığı gibi- yeşil yıkama yoluyla çözmeye çalışarak ve sonra da, önümüzdeki yıllarda giderek daha önemli hale gelecek olan, ısınan bir dünyaya büyük ölçekli adaptasyonlar yoluyla. Prensip olarak, gezegendeki son beş kişiden dördü işçi, biri de işçilere bir hayatta kalma kiti daha üretmek için en son modern teknolojilerini kullanmalarını emreden bir kapitalist olabilir.

Kitap yazıldığından beri sermaye daha mı yeşil oldu? Belki retorik olarak, evet. Ama gerçekte? Pekala, burada “daha yeşil bir kapitalizme” yönelik her eğilim, diğer eğilimlerin ışığında görülmelidir: örneğin, pandemi öncesi petrol tüketiminin 2022’de aşılması bekleniyor.

AM: Elbette yenilenebilir enerjilerde, elektrikli arabalarda ve vegan yiyeceklerde falan iş fırsatları olabilir. Bununla birlikte, iklim felaketini en aza indirebilecek bir geçiş, temelde başka bir şeyle ilgilidir: tüm bir değer evrenini yok etmek. Binlerce rüzgar çiftliği ve milyarlarca güneş paneli inşa ederken, aynı zamanda genişlemeyi, petrol platformlarını ve kömürle çalışan enerji santrallerini ve fosil gaz terminallerini ve havaalanlarını ve diğer her şeyi sürdürürsek, iklim zerre kadar stabilize olmaz.

Şu ana kadar gördüğümüz şey bir geçiş değil (örneğin fosil yakıt kaynaklarını tamamen kapatmak ve değiştirilmesi gerekenleri yenilenebilir enerjiyle değiştirmek), hiçbir yerde terk edilmeye yakın bile görünmeyen bir fosil temelinin üzerine yeşil teknolojinin eklenmesi. Bunun nedeni, sermayenin, tüm bu yatırımları maksimum kârı elde etmeden önce öldürmeye cesaret edememesidir. Bunun kendiliğinden olabileceğine inanmak, sermayenin doğrudan intihar etmese bile uzuvlarını kesme arzusuna inanmaktır. Dolayısıyla, yenilenebilir enerji ve benzeri şeylerden kâr etmeye hazırlanan sermaye grupları olabilir, ancak hiçbirinin yarın ExxonMobil ve Total’i kapatmak için hazırlık yaptığını görmedim. Kapitalist devletler de bunu planlamıyor – sadece Biden’a, Trudeau’ya veya Macron’a veya benzer herhangi bir lidere ve bunların, petrol ve gazın daha da genişlemesine nasıl yeşil ışık yakmaya devam ettiklerine bakın.

Şimdiye kadar, o zaman, Miliband’ın yasası ne yazık ki geçerli görünüyor. Bu yasanın kontrol edilemeyen iklim felaketini önleyecek şekilde zamanında kırılması bir mucize olurdu. Alternatif, elbette, kapitalist devletin dışındaki ve egemen sınıfların herhangi bir fraksiyonunun dışındaki halk tabanlarından, böyle bir geçişi yapabilecek bir karşı-iktidar inşa etmektir. Ama bu alternatif, kitabımızın odak noktası değil. Düşmanın en saldırgan, en gelişmiş müfrezesini anlamakla ilgili kitabın derdi.

Son olarak, zorunlu “Ne yapmalı?” sorusu. WSBF, yükselişte olan bir aşırı sağ, fosil yakıt endüstrisi, beyaz üstünlüğü ve eko-milliyetçi hükümetlerin berbat bir koalisyonu konusunda uyarıyor. Ama kitabın kodasında bir umut ışığına da izin veriyorsunuz. “İyi haber,” yazıyorsunuz, “egemen ideoloji çaresizlik belirtileri gösteriyor.”

Fridays for Future ve Extinction Rebellion’ın popülaritesinden gördüğümüz gibi, ekolojik kriz, sermayenin insan ve insan dışı gelişmeyle uyumluluğu mitinde bir delik açma kapasitesine sahip. Karantinalar kalkmaya başladığında, iklim hareketinin yenilenen aciliyetle yeniden toparlanması gerekecek. WSBF’den ne öğrenmesini umuyorsunuz? Ve fosil faşizmi aparatını yıkmaya nasıl başlayabiliriz?

LH: Fosil faşizmi aparatının nasıl yıkılacağı – ya da daha doğrusu gerçekleşmesinin nasıl önleneceği – belki de en önemli, ancak yanıtlanması en zor soru, çünkü bunu yapmanın kolay bir yolu yok. Fridays for Future gösterileri doğru yönde atılan bir adım, Hollanda’da hükümetlere ve Shell’e karşı açılan davalar ve hidrolik kırma sahalarına, boru hatlarına veya kömür ocaklarına yönelik ablukalar da diğerleri. Yine de bu biraz, çimentoyu tırnaklarınızla kazıyarak bir duvarı yıkmaya çalışmak gibi. Buldozerlere ihtiyacımız var. Kitabın başında da bahsedildiği gibi: “İşler çirkinleşebilir. Aslında öyleler zaten.” Yine de krizler düzenli olarak değişimi teşvik eder ve bunu bazen -çok nadiren de olsa- ilerici bir yönde yaparlar. Değişimin çevresel adalet yönünde dönmesi için solun açıkça daha güçlü olması gerekiyor. Ve bu nasıl olabilir? Bu, kabul edilmelidir ki, kitapta cevaplamaya çalıştığımız bir şey değil.

SH: Kitap temelde iklime ve anti-faşist ve ırkçılık karşıtı hareketlere güçlerini birleştirme çağrısı. Hem savunmacı hem de saldırgan anlamda: iklim hareketinin, faşistler “yeşil” bir retoriğe sahip olduklarında neler olduğunu anlaması ve ısınan dünyamızı ırk ve ırkçılığın ne kadar derinden yapılandırdığını anlaması gerekiyor. Avrupa’da hareket ezici bir çoğunlukla beyaz ve çoğu zaman ırk politikalarına kör – bu değişmeli. Anti-faşistlerin ise faşizmle gelebilecek çevresel yıkımı olduğu gibi çevresel yıkımla gelebilecek faşizmi de anlamaları gerekiyor. Ancak bu yakınlaşma aynı zamanda saldırgan da olmalıdır: ortak bir ekososyalist mücadelede hücuma geçilmeli. Hem iklim değişikliğini hem de faşizmi oluşturan temel süreçlerle yani kapitalizm ve krizleriyle ancak bu şekilde yüzleşebiliriz.

Çeviri: Serap Güneş

Kaynak

Eko-sosyalist Bir Etik İçin – Michael Löwy

Sermaye muhteşem bir şeyleştirme makinesidir. Karl Polanyi’nin sözünü ettiğin Büyük Dönüşüm’den beri, yani kapitalist piyasa ekonomisi özerkleştiğinden, tabiri caizse toplumdan “kendini söküp çıkardığından” beri, yalnızca kendi yasalarıyla, kârın ve birikimin kişi-dışı yasalarıyla işliyor. Polanyi’nin altını çizdiği gibi, bu piyasa ekonomisi kaçınılmaz olarak “insan ilişkilerini altüst etmeye ve […] insanın doğal yaşam alanını yok etmeye” meyleden bir tertibat olan kendi kendini düzenleyen piyasa sayesinde, “toplumun doğal ve insanal özünün, tamtamına metalara dönüşümünü” gerektiriyor. Bu, mağdur tabakaların bireylerini “ilerleme denilen bu Jagannâth’ın at arabasının öldürücü tekerlerinin altına atan” acımasız bir sistemdir.1

Max Weber, daha önceleri, büyük eseri Ekonomi ve Toplum’da sermayenin “şeyleşmiş” mantığını mükemmel biçimde kavramıştı: “Piyasanın toplumsallaşması temeli üzerine kurulu ekonominin şeyleşmesi (Versachlichung) kesinlikle kendi nesnel yasallığını (sachlichen) takip etmektedir […] Kapitalizmin şeyleşmiş evreni (Versachlichte Kosmos) merhametli bir yönelime hiç yer bırakmamaktadır […]”. Weber, buradan kapitalist ekonominin etik kriterlerle yapısal açıdan bağdaşmas olduğu sonucuna varıyor: “Başka her türden egemenlikle karşıtlık içinde, sermayenin ekonomik egemenliği, “kişi-dışı karakteri” dolayısıyla, etik açıdan düzenlenemez. […] Rekâbet, piyasa, emek piyasası, para piyasası, besin piyasası, tek kelimeyle ne etik, ne etik karşıtı sadece etik-olmayan “nesnel” değerlendirmeler davranışı belirleyici noktada yönetiyor ve ilgili insanlar arasına kişi-dışı merciler sokuyor”2. Nötr ve angaje olmayan tarzıyla, Weber meselenin özüne parmak basıyor: Sermaye, doğası gereği, özü itibariyle, “etik-olmayan”dır.

Bu bağdaşmazlığın kökeninde, nicelleşme olgusunu buluruz. Rechenhaftigkeit’ten –Weber’in sözünü ettiği rasyonel hesap ruhundan– ilham alan sermaye, muhteşem bir nicelleştirme makinesidir. O yalnızca kâr ve zarar hesaplarını, üretim rakamlarını, fiyat, maliyet ve kazanç ölçülerini bilir. Ekonomiyi, toplumu ve insan yaşamını metanın değişim değerinin ve bunun en soyut ifadesi olan paranın egemenliğine tâbi kılar. 10, 100, 1 000, 1 000 000’larla ölçülen bu nicel değerler ne âdil olanı, ne adaletsiz olanı, ne iyiyi, ne kötüyü bilir: nitel değerleri çözer ve parçalar ve en başta da etik değerleri. Bu ikisi arasında “antipati” mevcuttur, kelimenin eski, simyasal anlamıyla –iki madde arasındaki yakınlık eksikliği.

Bugün, meta değerinin, nicel değerin, paranın, kapitalist finansın –esasında totaliter olan– bu total hakimiyeti, insanlık tarihinde bugüne dek görülmemiş bir seviyeye ulaşmıştır. Fakat sistemin mantığı, 1847’den itibaren kapitalizmin aklı başında bir eleştirmeni tarafından kavranılmıştı bile: “Sonunda öyle bir zaman geldi ki, insanların yabancılaştırılamaz olarak baktığı her şey bir mübadele, bir değişim nesnesi haline geldi ve yabancılaşabilir oldu. Bu, o güne kadar bildirilen fakat hiçbir zaman mübadele edilemeyen; verilen fakat hiçbir zaman satılamayan, edinilen fakat hiçbir zaman satın alınamayan –erdem, aşk, kanaat, bilim, bilinç, vs.– her şeyin ticarete döküldüğü bir zamandı. Bu, genel yozlaşmanın, evrensel alınır-satılırlığın zamanı, veya, ekonomi-politiğin terimleriyle konuşmak gerekirse, satın alma değerine dönüşmüş ahlâki veya fizîki her şeyin, en uygun değerine göre değer biçilmek üzere piyasaya çıkarıldığı zamandır”3.

Kapitalist ticarileşmeye karşı ilk tepkiler, ki işçilerin yanı sıra bunlar köylülerin ve halkın da tepkileridir, sermayenin ekonomi politiğinden daha meşru görülen kimi toplumsal değerler, kimi toplumsal ihtiyaçlar adına gösterilmiştir. 18.yüzyılda İngiltere’deki bu kalabalıkların hareketlerini, açlık ayaklanmalarını ve isyanları inceleyen tarihçi E.P. Thompson, plebin “ahlâki ekonomisi” ile (Adam Smith’de ilk büyük kuramcısını bulan) kapitalist piyasa ekonomisi arasındaki çatışmadan söz eder. Kadınların başlıca rolü oynadığı açlık ayaklanmaları –geleneksel cemaatsel normların eski “ahlâki ekonomisi” adına– piyasaya bir direniş biçimiydi. Fakat şunu da eklemek gerekir ki bu piyasanın da kendine özgü bir rasyonalitesi yok değildir ve bu da muhtemelen uzun vadede halk tabakalarını kıtlıktan kurtarmıştır.4

Modern sosyalizm, bu toplumsal tepkinin, bu “ahlâki ekonominin” mirasçısıdır. Üretimi piyasa ve sermaye kriterleri –“ödeme gücüne sahip talep”, verimlilik, kâr, birikim– üzerine değil fakat toplumsal ihtiyaçların karşılanması, “ortak mülkiyet”, toplumsal adalet üzerine kurmak ister. Bunlar, ticari ve parasal nicelleştirmeye indirgenemeyecek niteliksel değerlerdir. Üretimciliği reddederek, Marx sahip olma –mülkiyet– karşısında var olmanın –insanal potansiyellerin tamamen gerçekleşmesi– önceliği üzerinde duruyordu. Onun için, ilk toplumsal ihtiyaç, en zorunlu olanı, “Özgürlük Krallığı”nın kapılarını açan serbest zamandı, yani işgününün kısaltılması, bireylerin, oyun, araştırma, yurttaş etkinliği, sanatsal yaratım, aşk alanlarında kendini gerçekleştirmesi.

Bu toplumsal ihtiyaçlar arasında, bugün giderek daha belirleyici bir önem kazanan biri var  –ki Marx bunu o dönemler yeterince değerlendirmemişti (eserindeki kimi yalıtılmış pasajlar haricinde): doğal çevreyi muhafaza etme ihtiyacı, solunabilir bir hava, içilebilir bir su, kimyasal zehirden veya nükleer radyasyondan azâde bir besin ihtiyacı. Bu ihtiyaç, eğilimsel olarak, kapitalist üretimciliğin sonsuza kadar yayılmasının felaketsel sonuçlarının –sera etkisi, ozon tabakasının delinmesi, nükleer tehlike– ekolojik dengesini ciddi biçimde tehdit ettiği gezegenimiz üzerinde bizzat insan türünün varlığını koruma zorunluluğuyla özdeşleşmektedir.

Dolayısıyla sosyalizm ve ekoloji piyasaya indirgenemeyecek niteliksel toplumsal değerleri paylaşıyorlar. Aynı zamanda, “Büyük Dönüşüme” karşı, toplumlar karşısında ekonominin şeyleşmiş özerkleşmesine karşı bir isyanı, ekonomiyi yeniden bir toplumsal ve doğal çevreye “yeniden sokma” arzusunu paylaşıyorlar5. Fakat bu yöndeşme ancak marksistlerin geleneksel “üretici güçler”e dair kavrayışlarını eleştirel bir analize tâbi tutması –bu konuya tekrar döneceğiz– ve ekolojistlerin temiz bir “piyasa ekonomisi” yanılsamasından kopmasıyla mümkün olabilir. Bu çifte hamle, iki izlek arasında bir sentez gerçekleştirmeyi başaran bir akımın, eko-sosyalizmin eseridir.

Peki nedir eko-sosyalizm? Marksizmin temel kazanımlarını kapsayan –ve onu üretimci artıklarından kurtaran– bir ekolojik düşünce ve eylem akımıdır. Kapitalist piyasa ve kâr mantığının – ve bunun yanı sıra merhum “halk demokrasilerinin” tekno-bürokratik otoritarizminin mantığının da– çevrenin korunmasıyla uyuşamayacağını kavramış bir akım. Ve son olarak, işçi hareketinin hakim akımlarının ideolojisini eleştirmekle birlikte, emekçilerin ve örgütlerinin sistemin radikal bir dönüşümü için temel bir güç olduğunu bilen bir akım.

Eko-sosyalizm, 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başının kimi Rus öncülerinin araştırmalarından yola çıkarak, özellikle son yirmi beş yılda, Manuel Sacristan, Raymond Williams, André Gorz (ilk metinlerinde) çapında düşünürlerinden çalışmalarıyla gelişmiştir. Bununla birlikte James O’Connor, Barry Commoner, Juan Martinez-Alier, Francisco Fernandez Buey, Jean-Paul Déléage, Elmar Altvater, Frieder Otto Wolf, Joel Kovel ve daha başkalarının değerli katkılarını da anmak gerekir. Bu akım siyasal bakımdan homojen olmaktan uzaktır fakat temsilcilerinin çoğu belirli ortak temaları savunur. Üretimci ilerleme ideolojisinden –kapitalist ve/veya “reel sosyalist” olarak anılan bürokratik şeklinden- koparak ve çevre için yıkıcı bir üretim ve tüketim biçiminin sonsuza doğru yayılmasıyla karşıtlık içinde, eko-sosyalizm, ekolojik hareket içinde en ileri, emekçilerin ve Güney halklarının çıkarlarına en duyarlı, kapitalist piyasa ekonomisi çerçevesinde “sürdürülebilir bir gelişmenin” imkansızlığını anlamış eğilimi temsil eder. Kapitalist verimliliğin ve total piyasanın –bu evrensel satın alınabilirlik sisteminin (Marx)– yıkıcı ve kesinlikle “etik-olmayan” (Weber) mantığına radikal biçimde karşı çıkan bir eko-sosyalist etiğin temel unsurları ne olabilir? Burada tartışmayı açacak kimi varsayımlar, kimi başlangıç noktaları öneriyorum.

Bana öyle geliyor ki, her şeyden önce, söz konusu olan bir toplumsal etiktir: kişileri suçlamayı, çileciliği ve öz-sınırlamayı savunan bir bireysel tutumlar etiği değildir. Şüphesiz, bireylerin çevreye saygı ve israfın reddi yönünde eğitilmesi önemlidir, fakat meselenin esası başka bir noktadadır: kapitalist/ticari ekonomik ve sosyal yapıları değişmesi, yukarıda gördüğümüz gibi toplumsal ihtiyaçların göz önünde bulundurulmasına –özellikle de tahribata uğramamış bir doğal çevrede yaşamaya ilişkin hayati ihtiyaca– dayalı yeni bir üretim ve dağıtım paradigmasının oluşturulması. Bu, yalnızca iyi niyetli bireyler değil,  toplumsal aktörler, toplumsal hareketler, ekolojik örgütler, siyasal partiler gerektiren bir değişimdir.

Bu toplumsal etik, hümanist bir etiktir. Doğayla uyum içinde yaşamak, tehdit altındaki türleri korumak insani değerlerdir –tıpkı insan hayatına tecavüz eden canlı türlerinin (mikrop, virüs, parazit) tıp tarafından yok edilmesinin de insani değerler olduğu gibi. Sıtma sineği, bu hastalık tarafından tehdit edilen üçüncü dünya çocuklarıyla aynı “yaşama hakkına” sahip değildir: Onları kurtarmak için, bu sinek türünün, kimi bölgelerde kökünü kurutmak etik açıdan meşrudur…

Ekolojik kriz, çevrenin doğal dengesini tehdit ederek, yalnızca bitki örtüsünü ve hayvan türlerini değil, aynı zamanda ve de özellikle türümüzün sağlığını, yaşam koşullarını, bizzat hayatta kalışını tehlikeye sokmaktadır. Dolayısıyla biyo-çeşitliliğin veya nesli tükenmekte olan hayvan türlerinin savunusunda etik ve siyasi bir gereklilik görmek için hümanizme veya “insan-merkezciliğe” [anthropocentrisme] karşı savaşa girmeye gerek yok. Çevreyi kurtarmak için mücadele etmek, ki bu mecburen bir uygarlık değişimi için mücadeledir, hümanist bir zorunluluktur. Şu veya bu toplumsal sınıfın yanı sıra, bireylerin tümünü ilgilendirir.

Bu zorunluluk, çevreye yapılan tahribatın giderek denetlenemez hale gelen birikimi sonucu yaşanılmaz olan bir gezegeni miras alma tehlikesiyle karşı karşıya bulunan gelecek kuşakları ilgilendirir. Fakat ekolojist etiği özellikle bu gelecek tehlike üzerine kuran söylem bugün geride kalmıştır. Artık mesele çok daha acildir ve doğrudan mevcut kuşakları ilgilendirmektedir: 21. yüzyılın başında yaşayan bireyler şimdiden biyosferin kapitalist yıkımının ve zehirlenmesinin dramatik sonuçlarına maruz kalıyorlar ve yirmi veya otuz yıl sonra –en azından gençler için–  gerçek felaketlerle karşı karşıya kalınma tehlikesi söz konusudur.

Bu aynı zamanda eşitlikçi bir etiktir: ileri kapitalist ülkelerin, sınırsız birikim mantığına (sermayenin, kârların, metaların birikimi), kaynak israfına, gösterişçi tüketime, çevrenin hızlandırılmış yıkımına dayalı bugünkü üretim ve tüketim biçiminin, büyük çapta bir ekolojik krize sebep olmaksızın gezegenin bütününe yayılması kesinlikle mümkün değildir. Dolayısıyla bu sistem zorunlu olarak Kuzey ve Güney arasındaki apaçık eşitsizliğin muhafazasına ve derinleştirilmesine dayalıdır. Eko-sosyalist tasarı, zenginliklerin dünya çapında yeniden dağılımını ve yeni bir üretim paradigması sayesinde kaynakların ortak bir gelişimini hedeflemektedir.

Toplumsal ihtiyaçların karşılanmasına yönelik etik-sosyal talep ancak bir toplumsal adalet, eşitlik –ki bu türdeşleşme anlamına gelmez– ve dayanışma ruhuyla anlam kazanır. Son tahlilde, bu talep, üretim araçlarının kolektif temellükünü ve malların ve hizmetlerin “herkesin ihtiyacına göre” dağıtımını gerektirir. Bunun, –ekonomik ve toplumsal “serbest rekabet” savunucularının klasik argümanı olan– toplumsal eşitsizlikleri “hakkaniyetli bir fırsat eşitliği koşulları içinde herkese açık işlevlerle bağlantılı”6 olduğu ölçüde meşrulaştırmak isteyen liberal sözde ”hakkaniyetlilik”le  hiçbir ortak yönü yoktur.

Eko-sosyalizm ayın zamanda demokratik bir etiği de gerektirir: ekonomik kararlar ve üretim tercihleri bir kapitalistler, bankacılar ve teknokratlar oligarşisinin –veya devletleşmiş ekonomilerin merhum sisteminde, hiçbir demokratik denetime tâbi olmayan bir bürokrasinin– elinde kaldığı sürece, üretimciliğe, emekçilerin sömürüsüne ve çevrenin tahribatına dayalı kısır döngüden hiçbir zaman çıkılamaz. Üretici güçlerin toplumsallaşmasını gerektiren ekonomik demokratikleşme, üretim ve dağıtım konusundaki büyük kararların “piyasalar” veya bir politbüro tarafından değil, farklı önerilerin ve seçeneklerin karşı karşıya geldiği çoğulcu ve demokratik bir tartışmanın ardından bizzat toplum tarafından alınması anlamına gelir. Bu, bir başka sosyo-ekonomik mantığın ve doğayla farklı bir ilişkinin devreye girmesi için gerekli bir koşuldur.

Son olarak, eko-sosyalizm, kelimenin etimolojik anlamında radikal bir etiktir: kötülüğün kökenine inmeyi amaçlayan bir etik. Yarı-uygulamalar, yarı-reformlar, Rio konferansları, kirletme hakkı piyasaları bir çözüm üretmekten acizdir. Radikal bir paradigma değişimi, yeni bir uygarlık modeli, kısacası devrimci bir dönüşüm gerekiyor.

Bu devrim, toplumsal üretim ilişkilerinin –özel mülkiyet, işbölümü–yanı sıra üretici güçlere de dokunmalı. Değişimi sadece “üretici güçlerin serbest gelişiminin önünde bir engel oluşturan” kapitalist toplumsal ilişkilerin –hegelci Aufhebung anlamında– ortadan kaldırılması olarak algılayan belirli bir Marksizm yorumuna –ki bu, kurucunun kimi metinlerine dayanabilir– karşı, üretim sürecinin bizzat yapısı sorgulanmalıdır.

Marx’ın Paris Komünü sonrasında Devlet hakkındaki ünlü formülünü alıntılamak gerekirse: emekçiler, halk üretim aygıtını ele geçirip, onu kendi lehlerine kullanmakla yetinemez: onu “kırmalı” ve yerine bir başkasını koymalılar. Bu, üretimin teknik yapısının ve onu şekillendiren enerji kaynağının –esasen fosil yakıt veya nükleer enerji– derin bir dönüşümü anlamına gelir. Çevreye saygı duyan bir teknoloji ve yenilenebilir enerjiler –özellikle güneş enerjisi– eko-sosyalist projenin temelinde yatar.7

Ekolojik bir sosyalizmin, “bir güneş komünizminin”8 ütopyası, acil amaçlar için mücadele edilmemesi gerektiği anlamına gelmez. Bu amaçlar aynı değerlerden esinlenir ve geleceği ön-belirler:

Bireysel otomobil kullanımının korkunç yaygınlığı ve yol taşımacılığına karşı kamu taşımacılığını öne çıkarmak;

Nükleer tuzaktan çıkmak ve yenilenebilir enerji kaynaklarının arayışını geliştirmek;

“Kirletme hakları piyasası”nı reddederek Kyoto anlaşmasının uygulanmasını talep etmek;

Çokuluslu tohumculuk şirketleri ve GDO’larına karşı çıkarak biyolojik bir tarım için mücadele etmek.

Bunlar yalnızca bazı örnekler. Bütün bu talepleri ve benzerlerini, Chiapas dağlarında zapatistalar tarafından 1996’da neoliberalizme karşı ve insanlık için “galaksilerarası” konferansta ortaya çıkan ve tepkisel gücünü Seattle’da (1999), Prague’da, Quebec’te, Nice’te (2000), Cenova’da (2001) ve Barselona’daki (2002) sokak gösterilerinde kanıtlayan kapitalist küreselleşmeye ve neoliberalizme karşı uluslararası hareketin talepleri arasında buluruz. Bu hareket yalnızca sistemin ürünü olan korkunç toplumsal adaletsizliklerin eleştirisini yapmakla kalmıyor, aynı zamanda, örneğin Porto Alegre Dünya Sosyal Forumu’nda olduğu gibi (Ocak 2002) somut alternatifler de önerme yeteneğine sahip. Dünyanın metalaşmasını reddeden bu hareket, isyanının ve önerilerinin ahlâki ilhamını, burada sıraladıklarımıza yakın toplumsal ve ekolojik değerlerden esinlenmiş bir dayanışma etiğinden alıyor.

Contretemps, Sayı 4, Mayıs 2002.

Çev: Uraz Aydın

1 Karl Polanyi, La Grande Transformation. Aux origines politiques et économiques de notre temps, Paris, Gallimard, 1983, s.70.

2 Max Weber, Wirtschaft und Gesellschaft, Tübingen, J.C.B. Mohr, 1923, s.305, 708-709.

3 Karl Marx, Misère de la philosophie, Paris, Editions sociales, 1947, s.33.

4 E.P. Tohmpson, « Moral Economy Reviewed », Customs in Common, Londres, Merlin Press, 1991, s.267-268.

5 Bkz. Daniel Bensaid, Marx l’intempestif, Paris, Fayard, 1995, s.385-386, 396.

6 John Rawls, Libéralisme politique, Paris, PUF, 1995, s.29-30

7 Fosil enerji ile güney enerjisi arasındaki tercihin siyasal anlamı konusunda bkz. François Isselin, “Spécifités techniques de la production capitaliste”, Inprecor, no: 461-462, ağustos-eylül 2001, s.45-52

8 Bkz. David Schwartzman, « Solar Communism », Science and Society, vol. 60, no:3, fall 1996, s.307-331.

Marksizm ve Hayvan Özgürleşmesi üzerine 18 Tez

Ocak 2017 yılında ilk olarak Almanca yayımlanmış olan Marksizm ve Hayvan Özgürleşmesi üzerine 18 Tez metni Gizem Haspolat ve Doğukan Dere tarafından Türkçeye tercüme edildi ve yayımlandı. Bu metin 2014 yılından itibaren İsviçre ve Almanya’dan hayvan kurtuluşu aktivistlerinin bir araya gelerek yürüttüğü tartışmaların bir sonucu olarak ortaya çıktı. İmdat Freni olarak önem verdiğimiz bir tartışmanın ve mücadelenin mühim metinlerinden biri olan bu 18 Tez’e çevirmenlerin kaleme aldığı önsözü ve tezlerden kimi bölümleri aşağıda aktarıyoruz. Konuyla ilgileneceğini düşündüğümüz okurlarımızı da metnin bütününü orijinal kaynağı olan http://www.marksizmvehayvanozgurlesmesi.com adresinden okumaya davet ediyoruz. 

İmdat Freni

Çeviri Önsözü:

“Tüm mahlukat mülkiyete dönüştürülmüş, sudaki balıklar, havadaki kuşlar, yerdeki bitkiler… – mahlukat da özgürleşmek zorunda.” – Thomas Müntzer, 1524

 Karl Marx’ın mülkiyet ilişkileri sonucu doğanın hor görülüşüne dair tartışmasında Müntzer’den alıntıladığı bu söz günümüzde geçerliliğini koruyor; insanlar, diğer hayvanlar, bitkiler, canlı ya da cansız birçok varlık metalaştırılmaya, mülke, kapitalist anlamda ‘değer’e dönüştürülmeye devam ediyor. Sınıfsız bir dünya amacını temel alan Marksizm ve insan dışı hayvanların ve doğanın üzerindeki tahakkümün ortadan kaldırılmasını esas alan hayvan özgürleşmesi Müntzer’in bahsettiği özgürleşme ‘zorunluluğunun’ takipçisi hareketler olarak düşünülebilir.

Büdnis für Marxismus und Tierbefreiung (Marksizm ve Hayvan Özgürleşmesi Birliği) tarafından kaleme alınan Marksizm ve Hayvan Özgürleşmesi Üzerine 18 Tez, bu iki akımın ana sorunları (hayvan sömürüsü/tahakkümü/türcülük ve sınıflı toplum) arasındaki güçlü ilişkiyi ortaya koyuyor. Bu iki mücadelenin kendi ereklerini gerçekleştirmek için birbirlerini içermek zorunda olduklarını iddia ediyor. Bu iddia iki ayaklı bir temel üzerine inşa ediliyor. İlk olarak, insan – (insan dışı) hayvanlar – (insan dışı) doğa arasındaki ilişkinin ancak diyalektik materyalist yöntemle doğru bir şekilde kavranabileceği ve dönüştürülebileceğine, bu açıdan hayvan özgürleşmesi hareketi ile Marksizm arasında kurulacak bağın elzemliğine vurgu yapılıyor. Metnin ikinci temel unsuru ise Marksist mücadelenin (insan dışı) türlerin sömürüsü, ezilme ve aşağılanması, imhası ile de karşıtlık içinde olması gereğini ortaya koyuyor; üretim ilişkilerinde sürdürülebilir ve türler arası adalete yaslanan bir sosyalist dönüşümün yalnız mümkün değil, aynı zamanda gerekli olduğunu savunuyor. Bu iki mücadele arasındaki ilişkiselliğin, iç içeliğin, karşılıklı gereklilik kadar önemli bir başka unsuru da ortak düşman: İnsanları ve insan dışı varlıkları sömüren, bu sömürüyü örgütleyen yönetici sınıf. Metin bu temel savlar üzerinden Marksizm ve hayvan özgürlüğü üzerine salt bir analiz olmanın ötesine geçerek ortak mücadele hattına çağrıda bulunan bir manifesto ortaya koyuyor.

Sunulan 18 Tez aynı zamanda akademi içinde ve dışında giderek popüler hale gelen ‘hayvan sorusu’na dair de önemli tartışma alanları açıyor. Bunlardan biri, hem eleştirel teoride hem de hayvan çalışmaları alanında insan dışı hayvanların idealist terimlerle ele alınışına dair. Hayvan sorusunu materyalist bir yaklaşımla ele almak, endüstriyel hayvan kompleksini bu sorunun çekirdeğine yerleştirmek, hayvanların hem kültürel hem maddi olarak şeyleştirilmeleri, metalaştırılmaları veya hayvanın sermayeyle denkliği üzerine tartışmak bu metinde de vurgulandığı üzere elzem bir halde. Bu, hayvanların imge düzleminde, ideolojik veya duygulanımsal olarak denk düştükleri anlamları veya insan ve insan dışı hayvanlar arasında kurulan hiyerarşilerin söylemsel temellerini analiz etmek yerine, türcülüğün maddi dayanaklarını, teknolojilerini ve bunları ayakta tutan ekonomik örgütlenmeleri tartışmak; hayvan ve sermayeyi birbirleri ile ilişkili olarak analiz etmek demek aynı zamanda. Okuyacağınız metin, böylesi bir analize çağrıda bulunarak, yalnızca Marksizm ve hayvan özgürleşmesini bir araya getirme yönünde bir adım atmakla kalmıyor, aynı zamanda genelde akademinin ve özelde eleştirel teorinin hayvanlar ile angajmanına dair de sorular ortaya atıyor.

 Bütün bu tartışmaların yanında, pandemi günlerinde çevirdiğimiz bu metin, küresel ve yerel olanın hayvanlarla kurulan mahremiyet, samimiyetle ilişkili olarak yeniden konumlandırıldığı, hayvanların şeyleştirilme süreçlerinin ve türler arası sınır inşalarının ivmelendiği günümüzü değerlendirmek için bir başlangıç noktası da olabilir. 

Bugün Türkiye’de, dünya genelinde de olduğu gibi, Marksist mücadele ile hayvan özgürleşmesi hareketleri birbirleri ile fazla temas ve diyalog halinde olmadan, ayrı hatlarda sürüyor. Çevirdiğimiz bu metin, bu hatların iç içeliğine dair kuramsal ve pratik argümanlar ortaya atarak söz konusu hareketler arasında kurulacak ilişkilere bir temel oluşturmayı hedefliyor. Mevcut eşitsizlikler, sömürüler, ezme/ezilme ilişkileri arasında görünmez kılınmış olan kesişimlere, örtüşmelere ve bağlara vurgu yapan bu manifesto aynı zamanda bütün bunların ortadan kaldırıldığı, insanın, hayvanın, yeryüzünün özgür olduğu bir dünya için ortak bir mücadeleye çağırıyor. Bu çevirinin Türkiye’de bu ortaklaşmaya dair imkân yaratacak türden tartışmalara alan açmasını, bolca okuma, tartışma ve eylemenin hareket noktası olmasını umuyoruz. 

Her zaman dirayetiyle, her alanda tahakküm karşıtı mücadelesiyle ilham olmuş Burak Özgüner’in kıymetli anısına…

İlk bakışta Marksizm ve hayvan özgürleşmesi pek ortaklığı olmayan iki şey gibi görünür. Ne Marksizm özel bir hayvan sevgisi ile meşhurdur ne de hayvanseverler işçi sınıfının özgürleşmesi ve sosyalist bir toplum inşasına verdikleri katkıyla. 

Aksine klasik Marksizm ağırlıklı olarak otonomist-anarşist görüşe sahip hayvan hakları aktivistlerine pek az cazip gelir; fazlasıyla basitleştirilmiş bir kuram ve sosyalist rejimlerin çöküşü ile köhneleşmiş, otoritaryen bir ideoloji olarak görülür. Her ne kadar kapitalizm eleştirisi ve emek mücadelesinin lügatı (‘yoldaş,’ ‘sınıf’) radikal solda yeniden popülerlik kazanıyor olsa da geleneksel Marksistlerin mücadele içinde nasıl konumlandırılacağı belirsizdir. Marksistler çoğunlukla hayvanlardan açıkça nefret eden ve yalnızca ekonomiden konuşan ve ızgara sosislerinden vazgeçmek istemeyen, incelikten yoksun küçük burjuvalardan ayrıştırılamaz insanlar olarak görülürler.

Marksistlere gelince onlar da hayvan özgürleşmesi aktivistlerini pek takdir etmezler. Birçok yoldaş hem hayvanların hem insanların sömürüden ve baskıdan özgürleştiği bir toplumu düşünürken soğuk terler döker; zira bu etten ve peynirden vazgeçmeleri anlamına gelir. Dahası Friedrich Engels insan medeniyeti tarihinde et tüketiminin önemini anlamayan ve en iyi ihtimalle ütopyacı sosyalistler olan “Herren Vegetarianer” ile çoktan dalga geçmiştir bile. 

Buna rağmen biz bu karşıtlığı reddediyor, Karl Marx ve Friedrich Engels tarafından geliştirilmiş tarihsel materyalist analiz, toplumsal eleştiri ve buna mukabil olan siyaset ile, hayvanları toplum tarafından üretilen acılardan özgürleştirme çağrısının, birbirine muhakkak bağlı olduklarına inanıyoruz. Bir yandan hayvan özgürleşmesi talepleri, hayvanların sömürüsünün gerçekleştiği tarihsel olarak belirli koşulları ve onun sonlandırılması için gerekli toplumsal değişiklikleri analiz etmedikçe, ahlakçı talepler olarak kalıyor. Diğer yandan da yönetici sınıfın kâr elde etmek için yalnızca sınıf mücadelesinde ezilen sınıfları değil aynı zamanda hayvanları (ve doğayı) sömürdüğünü dikkate almayan her Marksist toplum eleştirisi de yetersiz kalmaya mahkûm.

Çağdaş kapitalist toplum, hayvanları yalnızca değerin maddi taşıyıcıları, üretim araçları, emek araçları ve elde edilme sürecine herhangi bir insan emeği kullanımı dahil olmadıkça doğa tarafından “bedavaya” sunulan üretim nesneleri olarak görür. 

Et endüstrisinin yöneticileri, hayvan sömürüsü kompleksinin tam kalbinde yer alan bu endüstriden, hayvanları öldürerek milyarlarca dolar kazanıyorlar. Yalnızca Almanya’da yılda 60 milyondan fazla domuz, 3.5 milyondan fazla inek ve 700 milyondan fazla tavuk, ördek ve kaz öldürülerek bu endüstriden yıllık 40 milyar Euro’yu bulan rekor bir ciro elde ediliyor. İsviçre’de bile satış hacmi 10 milyar İsviçre Frangı seviyesini buluyor [1]. Hayvanlar sirklerde ve hayvanat bahçelerinde, azap verici ve aptallaştırıcı şov hareketlerini gerçekleştirmeleri için ekseriyetle berbat koşullarda tutuluyorlar. Avlarda ise çoğunluğu zengin avcılar tarafından, sırf eğlencesine öldürülüyorlar. Deneylerde araştırma ve emek nesneleri olarak işlev görürlerken evcil hayvan endüstrisi ise onları iradeleri dışında, kaldırabileceklerinden fazla üremeye mecbur bırakıyor ve oyuncak olarak satıyor. Bu koşullar korkunç ve acımasız; bunlara tanık olan ve çevresiyle tamamen yabancılaşmış bir ilişkisi olmayan herhangi biri, acı [2] içinde gördüğü bu duyarlı varlıklarla en azından bir seviyede empati kurar.

Bunların bir sonucu olarak, hayvan sömürüsünü sona erdirmeye yönelik irade genellikle hayvanların kitlesel ölçekte imhası ya da ideolojik aşağılanmaları karşısında dehşete düşmekle başlar. Böyle bir irade aynı zamanda sömürüyü anlamak ve onu ortadan kaldırmak arayışındaki bir dayanışma dürtüsüyle de başlayabilir. Acı çeken hayvanlarla kurulan empati, sonrasında hayvanlarla insanlar arasındaki ilişki üzerine teorik düşüncelere yol açar ve hayvanların özgürlüğü mücadelesinde aktif hale gelme dürtüsünü ateşler. Lakin bu dürtü pratikte kendisini nasıl açığa vurur? Şimdi, mevcut hayvan özgürlüğü hareketinin kuramına ve pratiğine bakalım.

Kısaca ve bir ölçüde basitleştirerek ifade etmek gerekirse, Almanca konuşan dünyadaki çağdaş hayvan hakları ve hayvan özgürlük hareketlerine, Marksist filozof Marco Maurizi’nin tanımlamasıyla, “metafizik türcülük karşıtlığı” egemen. Bu hat üç düşünce okulundan oluşuyor:

–    Burjuva Ahlak Felsefesi: Peter Singer, Richard Ryder, Tom Regan, Hilal Sezgin ve diğerlerinin geleneği.

–    Liberal Yasal Eleştiricilik: en önde gelen figürü uzun süre boyunca Gary Francione idi. Will Kymlicka, Sue Donaldson gibi yazarlar da yakın zamanda ona katıldılar.

–    Sosyal Liberal Post-Yapısalcı Anti-Otoritaryanizm: Carol J. Adams, Donna Harraway, Birgit Mütherich, Jacques Derrida ve diğerlerinin düşünceleri üzerine temellenir.

Türcülük karşıtı burjuva ahlak felsefesi, hayvan hakları ve hayvan refahı için siyasal talepler ortaya koyan, tüketicileri, devletleri ve özel kuruluşları imzalar, kampanyalar, lobi çalışmalar ve bilirkişi danışmanlığı hizmetleri yoluyla etkilemeye çalışan örgütler ve inisiyatiflerde hakim halde (örneğin PETA).

Liberal Yasal Eleştiriciler ise ahlak felsefecileri ile anti-otoriterler arasında teorik ve politik bir köprü oluşturuyor; bu iki yaklaşımı algılayış biçimlerine ve bunlara aşinalıklarına bağlı olarak bir tarafa ya da öteki tarafa doğru eğilim gösterebiliyorlar. Bu durum hayvan refahı, hayvan hakları ve hayvan özgürlüğü hareketlerinde, hayvan haklarının mücadele edilmesi gereken bir hedef olduğuna dair genel uzlaşıyı da bir raddeye kadar açıklıyor.

Sosyal Liberal, Türcülük Karşıtı Post-Yapısalcı Anti-Otoritaryanizmin siyasal tezahürü ise otonomculuk ve anarşizmden ilham alan parlemento-ötesi sol biçimindedir. Bu minvaldeki otonomcu türcülük karşıtlığı, hayvan hakları ve hayvan özgürlüğü hareketinin abolisyonist kanadının çekirdeğini temsil eder.

Hayvanlar, kapitalizme özgü toplumsal ilişkiler içinde doğrudan aktif bireyler olarak yer almazlar ; piyasada -kendi emekleri dahil- bir şey satmaz yahut satın almazlar. Üretim süreçlerinde emek harcadıklarında, bunun karşılığında ücret almazlar. Dolayısıyla, hayvanlar artı değer üretmezler ve işçi sınıfının parçası değillerdir. Sömürüleri, Marx’ın doğanın sömürüsü diye tabir ettiği ilişkiye tekabül eder: Burjuva mülkiyet hakları ve ekonomik güç sayesinde, kapitalistler doğayla ve hayvanlarla kurdukları yıkıcı/ölümcül ilişkiden kar elde ederler. Bu, emek değer teorisindeki anlamıyla sömürü değildir. Öte yandan Marx, sömürü kavramını sadece artı değer üretimi ile sınırlandırmaz. Ve kesinlikle, artı değer üretmedikleri için kölelerin sömürülmediği gibi bir sonuca varmaz.

Hayvanlara, örgütlü bir şekilde direniş sergileyemedikleri için, tıpkı diğer doğal maddeler gibi, bedava üretim araçları yani emek araçları (hayvanlar yumurta, süt, et, vb. şeylerin üretimi için makinelermiş gibi) ve emek nesneleri olarak (işlemlerle deri, et vs. haline getirilmek üzere) el konulur. Çoğu zaman oldukça vahşi olan bu el koyma sürecini, ücretli emekçiler gerçekleştirir; sermayenin emri altında- hayvan endüstrisinde öldürmeyi, sağmayı, deneyleri ve daha birçok benzeri süreci kapsayan- artı değer üretimini icra ederler. Hayvanlar tarafından üretilen ya da direkt hayvanların kendisi (bedeni) olan ürünler yine başka ücretli emekçiler tarafından ilave işlemlerden geçirilir ve son olarak meta olarak satılırlar. Görüldüğü üzere, kâr üretimi yalnızca ücretli işçilerin sömürüsüne dayanmaz, özelde hayvanların genelde de doğanın sömürüsünü de dayanır. Kapitalistler, hayvan sömürüsüyle elde edilen kârı en yüksek orana çıkarmak amacıyla hayvanları üretim sürecine mümkün olan en verimli şekilde dahil etmek için çabalarlar. Verimlilik aynı zamanda şu anlama gelir: Hayvanları -aralarında acı çekme yetilerinin de bulunduğu- niteliklerinden soyutlamak.

Tüm bunlar bize gösteriyor ki ancak tarihsel materyalist bir türcülük karşıtlığı, insan hayvan ilişkilerini -ki daha yakından bakıldığında, bugün kendilerini, bir tarafta sermayenin bir tarafta ise proletarya, hayvanlar ve doğanın olduğu bir sömürü ve tahakküm ilişkisi olarak ortaya koyar-kapsamlı bir şekilde çözümlemeye ve açıklamaya kadirdir. Tarihsel materyalist türcülük karşıtı, burjuva sınıflı toplumun çözümlenmesi ve eleştirisi için yeni perspektiflerin önünü açar, kapitalist düzenin kırılgan olduğu dolayısıyla hayvanların sömürüden kurtuluşu için hedef alınması gereken alanları saptar.

Doğrusu, ekonomi politik eleştiriden hayvanların sosyalist ya da komünist bir toplumda kendiliğinden özgürleşeceği sonucuna varmak mümkün değildir. Yine de sermayenin hükümranlığına ve onun gaspçılığına karşı mücadele, insanların, kolektif bir şekilde “o karar”ı almasını mümkün kılacak vazgeçilmez ön koşullardır. O karar ise şudur: Hayvanları özgürleştireceğiz!

Sermaye ilişkileri devam ettiği ve onunla birlikte, üretilen ürünler, üretimin nasıl ve hangi yollarla gerçekleşeceği üzerinde egemen sınıfın hakimiyeti baki kaldığı sürece sermaye doğayı gasp edecek ve her şeyi, kimsenin ya da hiçbir şeyin kendisini dışında tutamayacağı, karşı duramayacağı bir şekilde bir fiyata, değere dönüştürme sürecine katacaktır.

Marksistler için şimdiye kadar söylenenlerin çoğu yeni şeyler değil. Tarihsel materyalizm ve Marksçı ekonomi-politik eleştiri Marksistlerin ekonomik ve politik analizlerinin temel taşlarını oluşturuyor. Dolayısıyla buraya kadarki kısmı okuduklarında omuz silkip hayvan özgürlüğü savunucularına şöyle diyebilirler: “Yerinde tespit! Şimdi ahlâki değerlendirmeleri bırakıp bizimle beraber kapitalizme karşı savaşın.” Ve bu cümleleri kurmak için yerinde sebepleri olduğu söylenebilir.

Ancak bize göre, eğer tarihsel materyalizmi ciddiye alacaksak insanların ve hayvanların yalnızca ortak bir tarihi olduğunu belirtmek yetmez. Her şeyden önce, ezilen ve sömürülen sınıflarla hayvanların ortak bir düşmanı olduğunu da belirtmek gerekir: Sömürüden nemalanan ve bu sömürünün sorumlusu, ezilmelerinin de -değişik biçimlerde- örgütleyicisi olan yönetici sınıf. Ayrıca Marksistlerin, yıkıcı sosyal ve ekolojik sonuçları sebebiyle günümüz hayvansal üretiminin geldiği boyutun objektif olarak akla aykırı ve sosyal ilerlemeye engel olduğunu fark etmeleri gerekir.

Marksizm ve Hayvan Özgürleşmesi üzerine 18 Tez’in bütününe şuradan ulaşabilirsiniz. 

Cumhuriyetçi Teksas’ta İklim Değişikliği Bir Felakete Yol Açtı – Dan La Botz

İklim değişikliği ve Cumhuriyetçi politikalar Teksas’ta sıcaklığın donma derecesinin altına düşmesi ve eyaletin kar ve buz ile kaplanması ile milyonları elektriksiz, ısıtmasız, susuz bırakarak ve en az 50 kişinin ölümüne neden olan bir felakete yol açtı. Eyalette görülen nadir soğuk hava, ABD’ye iklim değişikliğinin getirdiği seller ve orman yangınları şeklinde görülen aşırı hava durumunun bir örneği. 

20 yıl önce Cumhuriyetçiler Teksas’ta valiliği, meclisi ve senatoyu ele geçirdiler ve eyaletin enerji sistemini kuralsızlaştırıp ihmal ederek bu felakete neden oldular. Gücünü eyaletin petrol ve gaz endüstrisinden alan partinin mensubu olan Vali Greg Abbott ve diğer Cumhuriyetçiler, krizi rüzgâr türbinlerinin arızasına bağladılar ve şimdi de New York Kongre üyesi Alexandra Ocasio Cortez’in, onun Yeşil Yeni Mutabakatı’nın ve rüzgâr türbinlerinin eyaletin ekonomisini yıkacağı uyarısını yapıyorlar. 

Fransa’dan yüzde 25 daha geniş olan Teksas’ta 29 milyonluk nüfus yüzde 40 beyaz, yüzde 40 Latin, yüzde 13 siyah ve yüzde 5 Asyalı olmak üzere çeşitlilik arz ediyor. Eyaletin ekonomisi büyük ölçüde petrol ve gaz üretimine dayalı ve bu alanda Teksas ülkenin en büyük üreticisi. Başını Midland Enerji’nin çektiği petrol ve finans milyarderleri Cumhuriyetçi Parti’yi hem eyalet hem de ulusal düzeyde finanse ediyor. Petrole dayalı ekonomi ve Cumhuriyetçi Parti siyasetinin birleşimi, kuralsızlaştırma ve sorumsuzlukla birlikte, iklim değişikliğinin inkârı anlamına geliyor.   

Şubat ayında Teksas’ta sıcaklık genellikle 60 ve 70 Fahreneit arasındadır fakat geçen hafta ABD’yi vuran Kutup Girdabı’nın (Polar Vortex) ardından Houston 17, Dallas ise 4 dereceyi gördü –ki bu son 30 yılın en düşük sıcaklığı. Evlerde, kliniklerde ve hastanelerde elektrik, ısınma ve su sistemleri çöktü. Bir yandan fırtına COVID aşılamalarını sekteye uğratırken sağlık klinikleri hastalara günlük diyaliz tedavilerini sağlayamadı. Eyaletteki geniş çiftlik alanlarındaki hayvan ve mahsul kaybının değeri milyarları buldu. Evlerde su hatları patladığından tavanlardaki lambalar ve fanlar buz tuttu. Bu nasıl mümkün olabildi?

Teksas kendi enerji nakil şebekesine sahip tek kıta eyaletidir; diğerlerinin hepsi Doğu veya Batı Interconnect’e ait olduğu için enerji taleplerine cevap verme kapasiteleri daha yüksektir. Eyaletin enerjisi çeşitli kaynaklardan karşılanmaktadır: yüzde 46’sı doğal gaz, yüzde 23’ü rüzgâr, yüzde 18 kömür ve yüzde 11 nükleer. Don olayı nedeniyle Teksas Elektrik Güvenirlik Kurulu  (ERCOT) tarafından yönetilen eyaletin elektrik şebekesi iflas etti. Politikacılar Teksas Interconnect’i ve yöneticisi ERCOT’u federal düzenlemeden kaçmak için kurdular ve korudular. Eyalet yönetimi 2011 yılında sistemin iyileştirilmesi gerektiği konusunda uyarılmıştı fakat ERCOT bunu yapmadı. Rüzgâr türbinleri hükümet onları kışa uygun hale getiremediği için durdu. 

Kriz ortaya çıktığında Teksas’ın ünlü Cumhuriyetçi politikacılarından Senatör Ted Cruz karısı ve çocuklarıyla birlikte uçağa atlayıp Meksika Cancún’da sıcak lüks bir otele gitti. Havaalanındaki ve uçaktaki diğer yolcular Cruz’un fotoğraflarını çekerek sosyal medyada paylaşınca halkın tepkisine yol açtı. Bunun üzerine Cruz bir dönüş bileti alarak ertesi gün geri döndü. 

Teksas’ın enerji sisteminin çökmesi eyalet yönetiminin koronavirüs salgınındaki başarısızlığının ardından geldi. Pandeminin başından beri Teksas’da 41,981 ölüm meydana geldi –ki bu Kalforniya’nın ardından ikinci en yüksek ölüm sayısı. Ülke genelinde ise yarım milyon insan hayatını kaybetti. İlk başlardaki kapanmalardan sonra, Vali Abbott eyaleti yeniden açtı ve Evanjelik Hristiyanlara boyun eğerek kilise hizmetlerinin devam etmesine izin verdi. Kısa süre içinde Teksas bir milyon vakaya ulaşan ilk eyalet oldu.

Teksas’ta Cumhuriyetçi Parti’nin COVID pandemisi ve enerji krizindeki korkunç başarısızlığı Demokratların eyalet yönetimini yeniden almalarını sağlayacak siyasi kaymaya zemin hazırlayabilir. Teksas Demokratları Yeşil Yeni Mutabakatı ve gaz ve petrol şirketlerinin sıkı denetimini destekliyor fakat bunların gerçekleşmesi için ilericilerin ve sosyalistlerin bu gündemi geliştirmek için mücadele etmesi gerekiyor.

Dan La Botz

21 Şubat 2021, http://www.europe-solidaire.org

Çeviri: Nurcan Turan

Pandemiye Karşı: Ekososyalizm mi Sosyal Darwinizm mi? – Daniel Tanuro

Zoonoz hastalıklar[1] yeni çıkmadı. Antik dönemde ve Orta Çağda ortalığı kasıp kavuran veba da bir zoonozdu. Yeni olan, giderek artan sayıda bulaşıcı hastalığın hayvan kökenli yani zoonotik olmasıdır. Otuz yılda payları %50’den %70’e çıktı[2]. İnsandaki yeni patojen ajanların dörtte üçü hayvan türlerinden geliyor. AIDS, Zika, Chikungunya, Ebola, H1N1, Orta Doğu Solunum Sendromu (MERS-CoV), H5N1, SARS, Creutzfeldt-Jakob hastalığı (“deli dana”) ve COVID-19, hepsi birer zoonoz. 

Biyologlar ve epidemiyologlar açısından zoonozların böylesine artıyor olması bir sürpriz teşkil etmiyor. Birkaç senedir Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) insan sağlığı için en büyük tehdidin, henüz bilinmeyen, muhtemelen hayvandan insana geçecek bir “X hastalığı” olmasından korkuyor. Bu tahmin gökten zembille inmiyor elbette, doğanın yıkımının başka hayvanlarda bulunan patojenlerin Homo Sapiens’e aktarımını kolaylaştırdığı tespitinden ileri geliyor. 

Pandemi ve Ekolojik Kriz

Somut olarak beş ekolojik yıkım etkeni devreye giriyor.

İlk etken: Doğal habitatların yok olması veya parçalanması. Ormanlar dümdüz ediliyor, nemli bölgeler kuruyor; doğanın göbeğinde altyapılar inşa ediliyor ve madenler açılıyor: tüm bunlar insan ile diğer hayvanlar arasındaki mesafeyi kısıyor, bu da “türler arası geçiş” riskini arttırıyor. 

İkinci etken: Biyoçeşitliliğin yıkımı. Kimi türler ortadan kalkınca hayatta kalmayı ve yaşamayı becerenlerin -nitekim sıçanların ve yarasaların- insana geçebilecek patojen ajanları barındırma ihtimalleri daha yüksek oluyor.

Üçüncü etken: “Et endüstrisi”. Etik ve ekolojik açıdan mahkûm edilebilir olmanın ötesinde aynı türden hayvanların hızla öldürülmek için bekletildiği ve yağlandırıldığı devasa sınai merkezler hastalıkların yayılımı ve bizim türümüze geçişi için elverişli ortamlar oluşturuyor. 

Dördüncü etken: İklim değişikliği. Zoonozların ortaya çıkmasını halihazırda kolaylaştırmış olduğuna dair doğrudan kanıtlar yok, ancak kimi hayvanların kutuplara göç etmesi ve normalde karşılaşmayacakları başka hayvanlarla temasa geçmeleri böyle bir etki yaratabilir. Böylece patojen ajanlar yeni taşıyıcılar bulabilir.

Bu dört güçlü salgın risk etkeni esasen çokuluslu şirketlerin -özellikle maden, enerji, sanayileşmiş tarım ve ağaç sektörleri- kâr hırsından kaynaklanmaktadır. Beşinci sektör biraz daha farklı. Bünyesinde yer alan faaliyetler – hayvan kaçakçılığı, “vahşi hayvan eti” ticareti, altın arayıcılığı- kâr arayışı tarafından motive edilmekle birlikte enformel ekonomiye hatta organize suça dayanıyor. Sağlık üzerindeki etkileri ise son derece önemli: Wuhan pazarındaki hayvan ticaretinin bugün yaşadığımız pandeminin kökeninde bulunması kuvvetle muhtemel.

SARS-CoV2 örneğinde bir altıncı etkenin de ince partiküllere dayalı atmosfer kirliliği olduğu düşünülüyor. Solunum ve kalp-damar hastalıkları riskini arttırdığı ve her yıl milyonlarca insanın ölümüne sebep olduğu biliniyor. Bu sebeple COVID-19’un risklerini de arttırıyor olması şaşırtıcı değil. 

Çok Karanlık Bir Gelecek

Bu altı etken, üzerinde yeterince durulmayan bir gerçeği aydınlatıyor: Pandemi kaderin bir oyunu değil, ekolojik krizin bir parçasıdır. Biyoçeşitlilik için Hükümetlerarası Platform (IPBES) şu konuda kesin bir kanaate sahip: Başka pandemiler de gelecek. Dolayısıyla, iklim değişikliği, biyoçeşitliliğin azalması, sulardaki ötrofikasyon[3] ve erozyonun oluşturduğu dört temel tehdide bir de salgın riski ekleniyor. 

Ayrı ayrı bakıldığında bu tehditlerin her biri çok korkunç. Bir arada olduklarında ve toplumsal eşitsizliklerle iç içe geçtiklerinde, insanlığı, pandeminin hakkında yalnızca bir ön-fikir verdiği son derece karanlık bir geleceğe sürüklüyorlar. Hiçbir şey değişmezse, en yoksullar, kadınlar, çocuklar, yaşlı insanlar kitlesel düzeyde tehdit altında bulunacaktır -özellikle de göçmenlerse veya farklı etnik kökenlerden gelen topluluklara aitlerse.

Peki bu noktaya nasıl geldik? Kimilerine göre pandemi ve genel olarak ekolojik kriz türümüzün yeryüzünün “taşıma kapasitesini” aştığını göstermektedir. Yalnızca en güçlüler hayatta kalabilecek, diğerleri ise Darwin tarafından ortaya konan doğal seçilim kanunu uyarınca yok olmaya mahkumdur…

Birkaç ay önce, ABD’li bir siyasetçi COVID’e daha duyarlı olan yaşlı insanları “ekonomiyi” ve “özgürlüğü” kurtarmak için kendi kurban etmeye çağırıyordu. Sağlık tedbirlerini aşağılayarak, “küçük gribin” dolaşmasını savunarak Amerikalı Trump, Brezilyalı Bolsonaro ve diğerleri de aynı yönde ilerliyor: Bu “sosyal darwinizm” dediğimiz şeydir ve onunla var gücümüzle mücadele etmeliyiz. 

COVID’e veya iklim tehdidine karşı olsun “sosyal darwinizm” yandaşları kendilerini sınırsız ve engelsizce yaşama, zevk alma, tüketme ve iş [ticaret] yapma özgürlüğünün savunucuları olarak sunuyorlar. Sıklıkla kimi kapitalistlerin komplolarını teşhir ediyorlar ancak bu sadece demagoji: hiçbir zaman kapitalizmin kendisini teşhir etmiyorlar. Aksine: Bu insanların gerçekte savunduğu şey, zengin olma veya başkaları aleyhine, gezegenin aleyhine zenginleşme özgürlüğüdür. “Özgürlük” ve “doğanın yasaları” maskesi altında eski faşist tasarım gizleniyor: tahakküm kurmak, sömürmek, ortadan kaldırmak. Bu maskeyi yüzlerinden koparmalıyız, aksi takdirde dünya tekrar barbarlığa düşme tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır. 

Ne Yapmalı, Ne Söylemeli?

Öncelikle Darwin’in teorisinin en zayıfların elenmesini meşrulaştırdığını iddia etmek tümüyle yanlış! Tam tersi: Darwin şunu açıkça ifade ediyor ki evrimin yasaları insanlarda, herkesin herkese karşı mücadelesinin tersine giden empati davranışlarını seçmiştir. Doğal seçilim tam aksini destekliyor yani: Dayanışmayı.[4]

Ayrıca şunun altını çizmek gerekir ki bizler diğer hayvanlar gibi değiliz. Toplumsal varlığımızı kolektif biçimde, bilinçli bir faaliyet olan emeğimiz aracılığıyla üretiyoruz. Dolayısıyla insan nüfusu yalnızca doğal üretkenliğe değil, aynı zamanda bunun toplumsal kullanım biçimine de bağlı. Kuşkusuz, bu sınırsız bir gelişimin mümkün olacağı anlamına gelmiyor. Bu şu anlama geliyor: “Taşıma kapasitemiz” yalnızca bir üretim biçiminin besleyebileceği azami insan sayısına bağlı değil; aynı zamanda bir üretim biçimi için gerekli asgari insan sayısına da bağlı. 

Piyasa Kanunu ve Yağmacılık

Somut bir örnek alalım. Sınai balıkçılık ve zanaatkar balıkçılık her yıl insanların beslenmesi için otuz milyon ton balık topluyor. Bunun için, ilki, 25 ila 27 milyar dolar destek alıyor, 500 bin insan istihdam ediyor, 37 milyon ton yakıt yağı kullanıyor, 8 ila 20 milyon ölü hayvanı denize döküyor ve 35 milyon tonunu da yağa veya hayvanlar için yeme dönüştürüyor. İkincisi ise 5 ila 7 milyar dolar destek alıyor, 12 milyon insanı istihdam ediyor, 5 milyon ton yakıt yağı kullanıyor, gözardı edilebilir bir miktarını denize geri atıyor ve ne yağ ne hayvan yemi üretiyor. İki sistemin etkililiğini karşılaştıralım: Sınai balıkçılık için tüketilen yakıt tonu başına 1 ila 2 ton balık; küçük balıkçılık için ise 4 ila 8 ton![5]

Sonuçlar mukayese kabul etmiyor: Küçük balıkçılık hem istihdam, hem biyoçeşitlilik, hem iklim, hem sağlık hem de kamu maliyesi açısından daha iyi. O halde neden büyük balıkçılık küçük olanını böylesine eziyor? Çünkü piyasa kanunları bu sektöre yatırım yapan kapitalistleri destekliyor.

Benzer biçimde sanayileşmiş tarımı ekolojik tarımla, et sanayiini çayırda hayvan yetiştirmeyle, ağaç sanayiini ekolojik ormancılıkla, maden ekstraktivizmini yer altı kaynaklarının rasyonel kanaatkâr kullanımıyla karşılaştırmak mümkün. Her seferinde sonuç aynıdır: Tüm bu faaliyetlerin bir başka biçimi olabilir. Biyoçeşitliliğe, iklime, istihdama, sağlığa, kamu maliyesine elverişli bir biçimi. Peki neden bu biçimler kendilerini dayatmıyor? Çünkü piyasa kanunları zararlı biçimlere yatırım yapan kapitalistleri destekliyor. 

Peki tüm bunların pandemiyle ve genel olarak ekolojik krizle ilişkisi ne? Gayet basit: balıkçılık, ormancılık, tarım, madenler ve hayvan yetiştiriciliği, insanlıkla doğa arasındaki sınırda, bu ikisinin temas noktasında gerçekleşen faaliyetlerdir. Zoonozlar tam da bu sınırın üzerinde ortaya çıkmaktadır. 

Gerekli, Acil ve Arzulanır bir Ütopya

Gerekli olmakla birlikte meselenin esasına bir çözüm getirmeyen aşılamanın ötesinde, yapısal çözümlere kafa yormak için içinden geçtiğimiz krizden faydalanalım. Pandeminin bizlere öğrettiği, piyasa kanunlarının insanlığı doğayla giderek daha da yağmacılığa dayalı bir ilişkiye batırdığını, bu ilişkinin bir bumerang gibi suratımıza geri döndüğünü ve bir an evvel ortadan kaldırılması gerektiğini öğretiyor. Bizlere öğrettiği bir diğer şey ise, mutlak biçimde çok kalabalık olduğumuz değil, iki yüz yıldır bizleri yöneten toplumsal örgütlenme biçimine yani kapitalizme oranla fazla kalabalık olduğumuz.

Bir başka biçim mümkün: insanların reel ihtiyaçlarının tatminine dayalı, ekosistemlerin sınırlarına yönelik ihtiyatlı bir saygı tarafından demokratik olarak belirlenmiş bir ekososyalizm. Böylesi bir sistemde emek, Homo Sapiens ile doğanın geri kalanı arasında vazgeçilmez bir dolayım olmayı sürdürecektir. Ancak, daha azı yeterli olacaktır (çünkü gereksiz ve zararlı üretimlere son verilecektir), herkes için çalışma imkanları olacaktır ve öncelikle insanların ve ekosistemlerin bakımına odaklı olacaktır. Bir başka ifadeyle çalışma, toplumsal, ekolojik ve dolayısıyla etik bir faaliyet, sınırların bilincinde olduğu için gerçekten özgür olan bir insanlığa yaraşır bir etkinlik olacaktır. Bunu ütopik mi buluyorsunuz? Doğrudur fakat dünyayı hareket ettiren de ütopyalardır. Ve bu, sadece acil ve gerekli değil aynı zamanda arzulanır bir ütopyadır. 

Çeviri: Uraz Aydın

Kaynak: http://www.europe-solidaire.org/spip.php?article56151#nb1


[1] Zoonoz omurgalı hayvanlardan insanlara geçen (zooantroponoz) ve insanlardan omurgalı hayvanlara geçen (antropozoonoz) herhangi bir enfeksiyon hastalığını tanımlayan terimdir (wikipedia). (e.n.) 

[2] DSÖ’ye göre %60, BM’nin Biyolojik Çeşitlilik ve Ekosistem Hizmetleri Konulu Hükümetlerarası Platformu’nun (IPBES) Covid-19 Pandemisi hakkındaki özel raporuna göre %70.

[3] Ötrofikasyon, göl gibi herhangi bir büyük su ekosisteminde, başta karalardan gelenler olmak üzere, çeşitli nedenlerle besin maddelerinin büyük oranda artması sonucu, plankton ve alg varlığının aşırı şekilde çoğalmasıdır. Bu durum sudaki çözülmüş oksijen miktarını azaltarak uzun vadede su ekosisteminin ölümüne neden olabilir (wikipedia). (e.n.)

[4] Darwin bu tezi Türlerin Kökeni’nden on yıl sonra yazmış olduğu ikinci büyük teorik eseri İnsanın Türeyişi’nde geliştiriyor.

[5] Jennifer JACQUET & Daniel PAULY, « Funding Priorities : Big Barriers to Small-Scale Fisheries », Conservation Biology, Volume 22, No. 4, 832–835.

2020’de Küresel İklim Değişikliğinin 12 Önemli Etkisi – Ian Angus

Dünya Meteoroloji Örgütü’nün 2020’deki küresel iklim değişikliği hakkındaki taslak raporu, tüm cephelerde durumun kötüleşmeye devam ettiğini açıklıyor. 

1993’ten beri her yıl, Dünya Meteoroloji Örgütü bir önceki yıl için Küresel İklimin Durumu hakkında bir rapor yayınlar.

Aralık ayı başında tartışma ve inceleme için yayınlanan Küresel İklimin Durumu 2020 raporunun geçici metni, iklim değişikliğinin rekor seviyedeki en sıcak üç yıldan biri olma yolunda ilerleyen 2020’de de aralıksız yürüyüşünü sürdürdüğünü gösteriyor.

2011-2020 arası kaydedilmiş en sıcak 10 yıl olacak, 2015’ten bu yana geçen 6 yıl ise kaydedilmiş en sıcak altı yıl olacak.,

Okyanus sıcaklığı rekor seviyelerde ve küresel okyanus suyunun % 80’inden fazlası, 2020’de bir süre denizde bir ısı dalgası yaşadı ve karbondioksit (CO2) emiliminden dolayı halihazırda daha asidik sulardan mustarip olan deniz ekosistemleri için yaygın sonuçları oldu bu durumun.

Onlarca uluslararası kuruluş ve uzmanın katkılarına dayanan rapor, aşırı sıcak, orman yangınları ve sel gibi yüksek etkili olayların yanı sıra rekor kıran Atlantik kasırga mevsiminin milyonlarca insanı nasıl etkilediğini ve COVID-19 pandemisinin getirdiği sağlık, güvenlik ve ekonomik istikrara yönelik tehditlerin de durumu daha da kötüleştirdiğini gösteriyor. Nihai 2020 raporu, Mart 2021’de yayınlanacak.

Geçici rapor 12 Ana Mesaj ile başlıyor.

Özetlersek:
Seragazı: Başlıca sera gazları olan CO2, CH4 ve N2O konsantrasyonları 2019 ve 2020’de artmaya devam etti.

Küresel Isınma: La Niña koşullarının gelişmesine rağmen, 2020’deki küresel ortalama sıcaklık bilinen en sıcak üç sıcaklıktan biri olma yolunda ilerliyor. 2020 de dahil olmak üzere son altı yıl, muhtemelen kaydedilen en sıcak altı yıl olacak.

Deniz Seviyeleri Yükseliyor: Deniz seviyesi, altimetre kaydının olduğu süre boyunca yükseldi, ancak son zamanlarda, kısmen Grönland ve Antarktika’daki buz tabakalarının artan erimesi nedeniyle deniz seviyesi daha yüksek bir oranda yükselmekte. 2020’de küresel ortalama deniz seviyesi 2019’dakine benzerdi ve her ikisi de uzun vadeli trendle tutarlı. 2020’nin ikinci yarısında küresel deniz seviyesindeki küçük bir düşüş, daha önceki La Niña olaylarıyla ilişkili geçici düşüşlere benzer şekilde, La Niña koşullarının gelişmesiyle ilişkili olabilir.

Deniz Isı Dalgaları: Okyanus alanının% 80’inden fazlası, bugüne kadar 2020’de en az bir deniz sıcak hava dalgası yaşadı. Okyanusun “orta” (% 28) olarak sınıflandırılan deniz ısı dalgaları yaşayan kısmından daha fazlası “güçlü” (% 43) olarak sınıflandırılan deniz ısı dalgaları yaşadı.

Okyanus Isınması: 2019, kaydedilen en yüksek okyanus ısısı içeriğini gördü ve son on yılda ısınma oranı uzun dönemli ortalamadan daha yüksekti, bu da sera gazlarının neden olduğu radyatif dengesizlikten ısı alımının devam ettiğini gösteriyor.

Arktik Deniz Buzu: Kuzey Kutbu’nda, yıllık minimum deniz buzu miktarı rekor düzeyde ikinci en düşük seviyeydi ve Temmuz ve Ekim aylarında rekor düzeyde düşük deniz buzu boyutları gözlendi. Antarktika deniz buzu miktarı uzun vadeli ortalamaya yakın kaldı.

Grönland Buzu: Grönland buz tabakası kütle kaybetmeye devam etti. Yüzey kütle dengesi uzun dönemli ortalamaya yakın olmasına rağmen, buzdağının kopmasına bağlı buz kaybı, 40 yıllık uydu kaydının en üst noktasındaydı. Toplamda, Eylül 2019 ile Ağustos 2020 arasında buz tabakasından yaklaşık 152 Gt buz kaybedildi.

Yağmur ve Su Baskını: 2020’de Afrika ve Asya’nın büyük bölümünde şiddetli yağmur ve yoğun sel meydana geldi. Şiddetli yağmur ve seller Sahel’in büyük bölümünü, Afrika’nın Büyük Boynuzu, Hindistan alt kıtası ve komşu bölgeleri, Çin, Kore ve Japonya ile güneydoğu Asya’nın bazı kısımlarını yılın çeşitli zamanlarında etkiledi.

Atlantik Kasırgaları: 30 isimlendirilmiş fırtına ile (17 Kasım itibariyle) kuzey Atlantik kasırga mevsimi, kaydedilen en yüksek isimlendirilmiş fırtınaya sahip olduğu dönemi yaşamış oldu, Amerika Birleşik Devletleri’nde anakaraya ulaşan fırtına sayısı da rekor kırdı. Sezonun son fırtınası (bugüne kadar) Iota, aynı zamanda en şiddetlisiydi ve kategori 5’e ulaştı.

Diğer Tropik Fırtınalar: Diğer havzalardaki tropikal fırtına aktivitesi, şiddetli etkiler olmasına rağmen, uzun vadeli ortalamaya yakın veya düşüktü.

Şiddetli kuraklık: Şiddetli kuraklık 2020’de Güney Amerika’nın birçok bölgesini etkiledi, en kötü etkilenen bölgeler ise kuzey Arjantin, Paraguay ve Brezilya’nın batı sınır bölgeleriydi. Arjantin, Uruguay ve Paraguay ile Brezilya’da tahmini tarımsal kayıpların değeri 3 milyar ABD dolarına yaklaştı.

İklime Dayalı Göç: İklim ve hava olayları, önemli nüfus hareketlerini tetikledi ve Pasifik bölgesi ve Orta Amerika da dahil olmak üzere hareket halindeki savunmasız insanları ciddi şekilde etkiledi.

Çeviri: Eyüp Özer

Kaynak: https://climateandcapitalism.com/2020/12/04/12-major-impacts-of-global-climate-change-in-2020/

Ekolojik Kriz ve Pandemi üzerine 15 Tez – Michael Löwy

Özet: COVID-19 pandemisinin semptomlarından biri olduğu ekolojik kriz, 21. yüzyılın en önemli sosyal ve siyasi meselesi ve önümüzdeki aylarda ve yıllarda daha da önemli hale gelecek. Gezegenin ve dolayısıyla insanlığın geleceğine önümüzdeki yıllarda karar verilecek. Üretkenliğe, tüketimciliğe, “pazar payı” için şiddetli mücadeleye, sermaye birikimine ve kârları maksimize etmeye büsbütün adanmış bir sistem olan kapitalizm çerçevesinde ekolojik krize bir çözüm yok. Kapitalizmin doğası gereği sapkın mantığı, kaçınılmaz olarak ekolojik dengenin bozulmasına ve ekosistemlerin yok olmasına yol açıyor.

I. COVID-19 pandemisi, en iyi uzmanlara göre, doğal çevrenin modern tarım tarafından işgal edilmesinin ve vahşi hayvan türlerinin pazarlanmasının bir sonucudur. Ekolojik krizin dünya çapındaki pek çok boyutundan biridir. Gezegende bireylerin ve metaların büyük çapta taşınmasıyla beraber küreselleşme virüsün hızla yayılmasını sağlamıştır.

II. Ekolojik kriz hâlihazırda 21. yüzyılın en önemli sosyal ve siyasi meselesi ve önümüzdeki aylarda ve yıllarda daha da önemli hale gelecek. Gezegenin ve dolayısıyla insanlığın geleceğine önümüzdeki yıllarda karar verilecek. Bazı bilim insanlarının 2100 yılı senaryolarına ilişkin hesaplamaları iki nedenden ötürü pek yararlı değil: 1) bilimsel açıdan: Hesaplanması imkânsız olan tüm geri bildirim etkilerini göz önünde bulundurarak bir yüzyılı aşkın projeksiyonlar yapmak çok risklidir; 2) siyasi açıdan: Yüzyılın sonunda hepimiz, çocuklarımız ve torunlarımızla geçip gitmiş olacağız, öyleyse bu kimin umurunda?

III. IPCC’nin [Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli] açıkladığı gibi, ortalama sıcaklık, sanayi öncesi dönemleri 1,5° aşarsa, geri dönüşü olmayan bir iklim değişikliği sürecini başlatma riski var. 1. Ekolojik krizin tehlikeli sonuçları olan birkaç yönü var, ancak iklim meselesi şüphesiz en dramatik tehdit. Peki sonuçları ne olacak? Yalnızca birkaç örnek: Avustralya’daki gibi büyük yangınların çoğalması; nehirlerin yok olması ve kara alanlarının çölleşmesi, kutup buzlarının eriyip yerinden oynaması ve deniz seviyesinin onlarca metreye ulaşabilecek şekilde yükselmesi. Sonunda Bangladeş, Hindistan ve Tayland’ın geniş bölgeleri ve insan uygarlığının büyük şehirleri -Hong Kong, Kalküta, Venedik, Amsterdam, Şangay, Londra, New York, Rio- iki metre denizin altında kalacak. Sıcaklık ne kadar yükselebilir? Bu gezegendeki insan yaşamı hangi sıcaklıkta tehdit altında olacak? Kimsenin bu sorulara bir cevabı yok.

IV. Bunlar insanlık tarihinde eşi görülmemiş bir felaketin riskleridir. İklim değişikliğinden dolayı gelecekte gerçeğe dönüşebilecek koşullara benzer iklim koşullarını bulmak için milyonlarca yıl önceki Pliyosen çağa geri dönülmesi gerekir. Çoğu jeolog gezegendeki koşullar insan eylemi tarafından değiştirildiğinde yeni bir jeolojik döneme, Antroposen’e girdiğimizi düşünüyor? Hangi eylem? İklim değişikliği 18. yüzyıl Sanayi Devrimi ile başladı, ancak 1945’ten sonra neoliberal küreselleşmeyle nitel bir sıçrama yaptı. Başka bir deyişle, modern kapitalist sanayi uygarlığı, atmosferdeki CO₂ birikiminden, dolayısıyla küresel ısınmadan sorumludur.

V. Kapitalist sistemin gerçekleşmesi yakın felaketteki sorumluluğu geniş çapta kabul ediliyor. Papa Francis, Encyclical Laudato Si adlı kitabında, “kapitalizm” kelimesini telaffuz etmeden, hem toplumsal adaletsizliğin hem de Ortak Yuvamız olan Doğanın yıkımının sorumlusu olarak, yalnızca “kâr maksimizasyonu ilkesine” dayanan yapısal olarak sapkın bir ticaret ve mülkiyet ilişkileri sistemi aleyhine konuştu. Tüm dünyada ekolojik gösterilerde evrensel olarak atılan bir slogan var: “İklimi Değil, Sistemi Değiştir!”. Bu sistemin eski tas eski hamam yanlısı başlıca temsilcileri -milyarderler, bankacılar, “uzmanlar”, oligarklar, siyasetçiler- tarafından gösterilen tavır, 15. Louis’ye atfedilen şu ifadeyle özetlenebilir: “Benden sonrası tufan”.

VI. Meselenin sistemik doğası hükümetlerin davranışlarıyla acımasızca resmediliyor. Hepsi (çok nadir durumlar dışında) sermaye birikimine, çok uluslu şirketlere, fosil oligarşisine, genel metalaştırmaya ve serbest ticarete hizmet ediyor. Bazıları -Donald Trump, Jair Bolsonaro, Scott Morrison (Avustralya)- açık bir şekilde ekoloji ve iklim inkârcısı. Diğerleri, “makul” olanlar, müphem bir “yeşil” retoriği ve bütünüyle eylemsizliği içeren yıllık COP (Taraflar Konferansı ya da Periyodik olarak Düzenlenen Sirkler?) toplantılarının atmosferini belirliyor. En başarılısı, emisyon azaltımında rol alan tüm hükümetlerin verdiği resmi sözlerle sonuçlanan Paris’teki COP 21 idi, birkaç Pasifik adası hariç bu söz tutulmadı. Bilim insanlarının hesaplarına göre, verilen sözler tutulsa bile sıcaklık 3,3° daha yükselecek…

VII. “Yeşil kapitalizm”, “karbon piyasaları”, “tazminat mekanizmaları” ve sözde “sürdürülebilir piyasa ekonomisinin” diğer manipülasyonları tamamen işe yaramaz hâle geldi, “yeşillendirme” devam ederken emisyon hızla artıyor ve felaket gittikçe yaklaşıyor. Üretkenliğe, tüketimciliğe, “pazar payı” için şiddetli mücadeleye, sermaye birikimine ve kârları maksimize etmeye büsbütün adanmış bir sistem olan kapitalizm çerçevesinde ekolojik krize bir çözüm yok. Kapitalizmin doğası gereği sapkın mantığı, kaçınılmaz olarak ekolojik dengenin bozulmasına ve ekosistemlerin yok olmasına yol açıyor.

VIII. COVID-19 pandemisi sırasında, meta üretiminde ve taşınmasında önemli bir düşüş oldu. Bu durum karbon emisyonlarını azalttı, ancak yalnızca çok sınırlı bir ölçekte. Salgın -bir aşının bulunması sayesinde- kontrol altına alınır alınmaz “işlerin her zamanki haline” hemen geri dönülecektir. COVID-19 krizinden sonra “her şeyin değişeceği” ve önceki duruma geri dönüş olmayacağı yanılsaması olmamalıdır.

IX. Felaketten kaçınmayı sağlayabilecek etkili alternatifler yalnızca radikal alternatiflerdir. “Radikal”, kötülüğün köküne saldırmak anlamına gelir. Kökünde kapitalist sistem varsa, sistem karşıtı alternatiflere, yani eko-sosyalizm gibi 21. yüzyılın zorluklarına uygun anti-kapitalist alternatiflere, ekolojik bir sosyalizme ihtiyacımız var. Eko-feminizm, toplumsal ekoloji (Murray Bookchin), André Gorz’un politik ekolojisi veya küçülme gibi diğer radikal alternatiflerin eko-sosyalizmle pek çok ortak yanı var: son yıllarda karşılıklı etki ilişkileri geliştirilmiş durumda.

X. Sosyalizm nedir? Pek çok Marksist için, üretici güçlerin özgürce gelişmesine izin vermek için üretim ilişkilerinin -üretim araçlarının kolektif olarak temellük edilerek- dönüştürülmesidir. Eko-sosyalizm Marx’a sahip çıkar, ancak bu yaklaşımdan ve Stalinist fikre ait sözümona “gerçekte var olan sosyalizmin” üretken ve anti-ekolojik modelinden açıkça ayrılır. Elbette kolektif mülkiyet zorunludur, ancak aynı zamanda: a) enerji kaynakları değiştirilerek (fosil yakıtlar yerine yenilenebilir enerji); b) küresel enerji tüketimi azaltılarak; c) mal üretimi azaltılarak (“küçülme”) ve yararı olmayan faaliyetler (reklam) ile zararı olanlar (böcek ilaçları, savaş silahları vb.) ortadan kaldırılarak; d) planlı eskitmeye bir son verilerek üretici güçlerin kendileri de dönüştürülmelidir. Eko-sosyalizm aynı zamanda bir demokratik tartışma süreci sonrasında tüketim modellerinin, ulaşım biçimlerinin, şehirciliğin ve “yaşam biçimlerinin” dönüşümü de içerir. Kısacası, mülkiyet biçimlerinin değişmesinden çok daha fazlasıdır: dayanışma, demokrasi, eşitlik ve doğaya saygı değerlerine dayanan bir uygarlık değişimidir. Eko-sosyalist uygarlık, daha kısa çalışma süresi adına üretkenlik ve tüketimcilikten kopar, böylece sosyal, siyasi, eğlence ile ilgili, sanatsal, erotik ve diğer faaliyetlere daha fazla boş zaman ayrılmış olur. Marx bu hedefe “özgürlük alanı” terimiyle atıfta bulunur.

XI. Eko-sosyalizme geçişi sağlamak için şu iki kriter tarafından yönlendirilen demokratik bir planlama gereklidir: gerçek ihtiyaçların karşılanması ve gezegenin ekolojik dengesine saygı. Halkın kendisi -reklam saldırısı ve kapitalist piyasanın yarattığı tüketim takıntısı ortadan kalktığında- gerçek ihtiyaçlarının ne olduğuna demokratik bir şekilde karar verecektir. Eko-sosyalizm, halk sınıflarının demokratik rasyonalitesi üzerine yapılan bir bahistir.

XII. Bu durum gerçek bir sosyal devrimi gerektirir. Eko-sosyalist projeyi gerçekleştirmek için kısmi reformlar yeterli olmayacak. Böyle bir devrim nasıl tanımlanabilir? Walter Benjamin’in Tarih Kavramı Üzerine Tezleri’nin (1940) kenarına iliştirdiği bir notuna atıfta bulunabiliriz: “Marx devrimlerin dünya tarihinin lokomotifleri olduğunu söylemişti. Ancak belki de olaylar kendilerini bambaşka biçimde sunar. Belki de devrimler bu trende seyahat eden insanlığın imdat frenini çekme eylemidir.”* 21. yüzyıl terimleriyle bunun tercümesi şudur: Hepimiz ismi Modern Kapitalist Sanayi Uygarlığı olan, intihara doğru giden bir trenin yolcusuyuz. Bu tren katastrofik bir uçuruma, iklim değişikliğine doğru gidiyor. Devrimci eylem, çok geç olmadan onu durdurmayı amaçlıyor.

XIII. Eko-sosyalizm, hem gelecek için bir proje hem de şu anki mücadele için bir stratejidir. “Koşulların olgunlaşmasını” beklemek söz konusu değildir. Sosyal ve ekolojik mücadeleler arasında yakınlaşmayı kışkırtmak ve sermayenin hizmetindeki güçlerin en yıkıcı girişimleriyle mücadele etmek gerekiyor. Naomi Klein’ın Blockadia dediği şey bu. Bu tür seferberlikler içinde, mücadeleler sırasında anti-kapitalist bir bilinç ve eko-sosyalizme bir ilgi ortaya çıkabilir. Yeşil Yeni Düzen gibi öneriler, fosil enerjilerinden etkin bir şekilde feragat etmeyi gerektiren radikal biçimleriyle bu mücadelenin bir parçasıdır – ancak “yeşil kapitalizmi” geri dönüştürmekle sınırlı olanlar değildir.

XIV. Bu mücadelenin öznesi kim? Bir önceki yüzyılın işçici/sanayici dogmatizmi artık geçerli değil. Şu anda çatışmanın ön saflarında yer alan güçler gençler, kadınlar, Yerliler ve köylüler. Greta Thunberg’in çağrısıyla başlatılan ve gelecek için en büyük umut kaynaklarından biri olan  müthiş gençlik ayaklanmasında kadınlar oldukça fazla yer alıyor. Eko-feministlerin bize açıkladığı üzere, kadınların hareketliliğe bu büyük katılımı sistemin çevreye verdiği zararın ilk kurbanları olmalarından kaynaklanıyor. Sendikalar da tek tük dahil olmaya başlıyor. Bu önemli, çünkü son tahlilde nüfusun çoğunluğunu oluşturan kentsel ve kırsal işçilerin aktif katılımı olmadan sistemin üstesinden gelemeyiz. Her hareketin ilk koşulu, ekolojik hedefleri (kömür madenlerini veya petrol kuyularını veya kömürle çalışan elektrik santrallerini kapatmak vb.) ilgili işçiler için güvenceli istihdam ile ilişkilendirmektir.

XV. Çok geç olmadan bu savaşı kazanma şansımız var mı? Felaketin kaçınılmaz olduğunu ve herhangi bir direnişin nafile olduğunu haykıran sözde “çöküş bilimcilerinin” aksine, geleceğin açık olduğunu düşünüyoruz. Bu geleceğin eko-sosyalist olacağına dair hiçbir garanti yok: Tüm güçlerimizi bir “belirsizlik emeği” olarak adadığımız, Paskalcı anlamda bir bahsin amacıdır bu. Ancak Bertolt Brecht’in büyük ve sade bir bilgelikle söylediği gibi: “Savaşan kaybedebilir, savaşmayansa çoktan kaybetmiştir.”

* Michael Löwy, Walter Benjamin: Yangın Alarmı“Tarih Kavramı Üzerine” Tezlerin Bir Okuması, İstanbul: Versus, 2007, s. 83.

İngilizce Kaynak: https://crisiscritique.org/uploads/24-11-2020/michael-lowy.pdf

Tercüme www.gorunmez.org’tan alınmıştır

Çeviri: Gamze Boztepe (http://www.gorunmez.org/tag/gamze-boztepe/)

Son Okuma: Diyar Saraçoğlu

Bu metnin daha kısa bir ilk versiyonu daha önce İmdat Freni tarafından yayınlanmıştır. http://imdatfreni.org/eli-kulaginda-ekolojik-felaket-ve-onu-onlemenin-devrimci-yollari-uzerine-13-tez-michael-lowy/

Rus Devrimi ve Bilimsel Ekoloji: Sınırlı Yakınlaşmalar – Daniel Tanuro

16 Ocak 1919. İç savaş tam hızıyla sürüyor. Amiral Kolçak’ın beyaz birlikleri Ural’ı aşmış Moskova’ya doğru ilerlemektedir. Kızıllar tarafından denetlenen bölgeler hızla daralmakta. Sovyetler ölüm tehlikesiyle karşı karşıya. Kremlin’deki bürosunda Lenin, yine de doğanın muhafazası konusunda  tartışacak zamanı buluyor.

Eğitimden sorumlu Halk Komiseri Lunaçarski’nin tavsiyesi üzerine o gün Lenin Astrahan Bölgesel Yürütme Komitesi’nden Nikolay Podiapolskiy’i ağırlıyor. Bu bölgedeki askeri-siyasal durum hakkındaki son bilgileri tartışmak istiyor. Fakat bilimsel tarım uzmanı olan Podiapolskiy Volga deltasında bir integral doğal rezerv (“zapovednik”) yaratılması için kendisinden destek talep ediyor.

Lunaçarski Podiapolskiy’e önerisini doğal zenginliklerin muhafazasına yönelik genel bir siyasetin gerekliliği çerçevesinde sunmasını önermişti. Bilgece bir tavsiye: Volga projesini onaylamaktan pek memnun olmasa da, Lenin ondan tüm ülkeye uygulanabilir bir kararname yazmasını istiyor. Bunun “acil bir öncelik” olduğunu ekliyor. Bu sonucun verdiği hevesle Podiapolskiy azimle çalışıyor. Ertesi sabah metin Lenin’in bürosunun üzerinde. Aynı gün Vladimir İlyiç tarım uzmanına onayını iletiyor fakat metnin Eğitim Komiserliği’ne (Narkompros) de sunulup onaylanması gerektiğini belirtiyor.

Volga deltası zapovednik’i Podiapolskiy tarafından Astrahan dönüşünde kuruluyor. Uzun bir dizinin birincisi olacaktır – on yıl sonra zapovednikler 40 bin km2’ye yayılacaktır. Öte yandan Narkompros doğanın muhafazası hakkında geçici bir komisyon kuracaktır. Birçok ünlü bilim insanını bünyesinde barındıran komisyon Komünist Parti üyesi bir astronom tarafından yürütülecektir: Vagran Tigran Ter-Oganesov.

Narkompros

Bununla birlikte Podiapolskiy’in projesinin genel bir kararnameye tercüme edilmesi için iç savaşın sonunu beklemek gerekecektir. 21 Eylül 1921’de imzalanan bu kararnameyle doğayı muhafaza siyasetinin Narkompros’un sorumluluğu altına yerleştirildiği tasdik edilir. Bu nokta temel bir öneme sahiptir.

Odun ve kürk ihracatı önemli bir döviz kaynağı teşkil ediyordu, ve açlıkla savaşmak için ekilecek toprağa susamış olan köylüler… doğal mirası koruma konusuyla –hafif bir ifade kullanmak gerekirse- pek ilgili değildi.

İktidarın ele geçirilmesinden iki gün sonra Sovyet hükümeti toprağı, yeraltını ve ormanları millileştiren “Toprak hakkında” kararnamesini kabul etmişti. Fakat Lenin millileştirmenin yalnızca gerekli bir önkoşul olduğunun ve bir sosyalist siyaseti garanti etmeye yetmediğinin bilincindeydi.

Muhafaza siyasetini Narkompras’a emanet etmek diğer devlet aygıtlarının bürokratik ve faydacı “kısa vadeci” mantıklara karşı korumak anlamına geliyordu. Özellikle de Tarım Komiserliği’nin aksine Narkompros her şeyden önce bilimsel kaygıların esas alındığı bir yönetim şansını sunuyordu.

Ekolojistler ve Sovyetler

Troçki tarafından ifade edilen “eşitsiz ve bileşik gelişme yasası”nı biliriz: Geri kalmış bir ülke, dünya pazarına entegrasyonu dolayısıyla son derece modern çizgiler taşıyabilir. Bu paradoks yalnızca ekonomide geçerli değil: Rus ekolojistleri daha 1917 öncesinde bilim dünyasında ön sıralardaydı. En ünlüleri jeokimyager Vladimir Vernadsky (biyosfer kavramının mucidi), fakat bir dizi başka bilim insanı da–zoolojist Kozhevnikov ve botanist Borodin gibi- uluslararası nama sahipti.

Bu bilim insanları, ABD’deki parklarda olduğu gibi, yalnızca doğal mabetleri korumak niyetinde değildi. Ekosistemlerin işleyişini de anlamak istiyorlardı. Eski rejim onları dinlememişti. Sovyet hükümeti, araştırmaya ayrılmış ve her türden insan müdahalesinden (teorik olarak) azade integral rezervler yaratarak onları tatmin ediyordu.

Vernadsky liberal bir parti olan Anayasal Demokrat Parti’nin (“Kadet”) kurucularındandı. Genel açıdan Rus bilim insanlarının bolşeviklere yönelik herhangi bir siyasal sempatisi yoktu. Dolayısıyla devrimin onların araştırmalarının bağımsızlığına saygı duyması ve onların işbirliğini talep etmesi kendileri için fazlasıyla şaşırtıcıydı…

Bu işbirliğinden ekolojinin bir bilimsel disiplin olanak gelişimine katkıda bulunan bir dizi olağanüstü inisiyatif ortaya çıkmıştır. Hatta bu alanda yirmili yılların SSCB’si uluslararası sahnede öncü bir pozisyona sahipti.

Antikapitalizm ve Rasyonel Yönetim

Devrimci iktidarın çevrenin korunması alanındaki siyaseti az bilinir. Stalinist karşı-devrim ve sonraki felaketler tarafından (Aral denizi, Çernobil) üstü örtülmüştür. Yeniden saygınlık kazanmayı hak ediyor. Çünkü hakikatin de kendi hakları var… ve dersleri son derece güncel.

Douglas Weiner’in [1] vurguladığı gibi bolşevik yöneticiler sosyalizm ile toplumun bilime dayalı rasyonel örgütlenmesini eşit tutuyorlardı. Fakat bilimin siyaset tarafından her türden araçsallaştırmasını dışlıyorlardı.Bilimi sıkı bir düzen altına alan siyaset onlara göre bilimi ancak kısırlaştırabilir ve nihayetinde rasyonel bir toplumsal gelişim projesine zarar verirdi.

Bolşevik teorisyenler, ve Lenin en başta, antikapitalizmi tutarlı her bilim insanına mantıksal olarak kendini dayatacak bir sonuç olarak görüyordu. Tüm disiplinlerdeki bilimsel çalışmalara yaklaşımlarındaki ciddiyet bundan ileri geliyordu. Bu tutum Marx ve Engels’in Ricardo, Smith, Morgan veya Darwin karşısındaki tutumuyla aynı doğrultudaydı: bilimsel keşifleri eleştirel biçimde dahil etmek, araştırmacıların felsefesi önvarsayımlarını tartışmak, gerektiğinde de sınıfsal kavrayışlarından kaynaklı ideolojik sapmalarını teşhir etmek.

Maddeci Ekoloji

Podiapolskiy’in önerilerinin olumlu şekilde karşılanışını anlamak için Lenin’in “burjuva bilim insanları” karşısında tevazuyu salık verdiğini ve tarım bilimcinin Rus muhafazacılarının özel bir akımına dahil olduğunu bilmek gerekir: ne bir nostaljik romantik ne de “kötü” türleri yok ederek “iyi” türleri ayrıcalıklı kılmayı amaçlayan araçsal ekolojinin taraftarıydı, o üçüncü bir akımın temsilcisiydi, D. Weiner’in maddeci ekolojistler olarak adlandırdığı akımın.

Nikolai Podiapolskiy, Grigoriy Kozhevnikov, Vladimir Stanchinsky ve diğerleri son derece modern bir yaklaşım geliştiriyorlardı: Çevrenin yıkıma uğrayışının nihayetinde toplumsal bir çöküşe de yol açacağı kaygısıyla, insanlığın doğanın rasyonel yönetimini üstlenmesi gerektiğini, bunun da mümkün olan en hassas biçimde, olabilecek en iyi bilime yaslanarak  yapılmasını savunuyorlardı. Bu bilim insanları için zapovednikler canlı organizmaların biyolojik ortamda nasıl işlediğini anlamaya yarayan birer laboratuvar teşkil ediyordu, böylece toplumun ekosistemin imkanlarına en uyumlu (bilhassa tarımsal) gelişim yönelimlerini bilinçli olarak tercih edebilecekti.

Kısmî Fakat Reel Bir Yakınlaşma

Bu yaklaşım Lenin’in ancak ikna edebilirdi. Hatırlatalım, tahrip olmuş doğal kaynakları sermayeyle ikame etme imkanı hakkındaki (bugün moda olan) iktisadi teorilerin erken bir eleştirisini borçluyuz Lenin’e: “Doğanın güçlerinin yerini insan emeğiyle doldurmak, uzunluk ölçülerinin yerini ağırlık ölçüleriyle doldurmak kadar imkansızdır” [2]. Ormanları millileştirmeye ilişkin sovyet kararı da gökten zembille inmemişti: Marx’ın kapitalist kısa-vadecilik ile mecburen uzun vadeli olan sorumlu bir planlı ormancılığın (silvikültürün) ihtiyaçları arasındaki çelişki hakkındaki analizleriyle aynı doğrultudaydı.

Genel anlamda, doğayla madde mübadelelerinin insan tarafından rasyonel düzenlenişi fikri Lenin’e yabancı değildi. Marx’ın “toplumsal insanın, birleşik üreticilerin doğayla metabolizmalarını aklî biçimde yönetmeleri”gerekliliği  –bilhassa insan dışkılarını toprağa geri verme – hakkında yazılarından haberdardı.

Bununla birlikte bolşevik yöneticilerin Stanchinsky, Kozhevnikov ve diğerlerinin kaynakların sınırlılığı, gelişmenin sınırları ve ekolojik tehdit hakkındaki uzun vadeli perspektiflerini benimsediğine dair hiçbir veri yok. Aksini iddia etmek anakronik ve mistifiye edici olurdu.

Kimi komünistler bu meselede hassas olmuş olabilirler, yönetimleri öyle değildi. Üç nedenden ötürü: 1) Yapacak başka işleri vardı; 2) küresel bir ekolojik kriz riski henuz bir bilimsel tahayyüldü, toplumsal krizin belirleyici bir boyutunu teşkil etmiyordu; 3) “doğanın tahakküm altına alınması” konusundaki bilimci fikirlerin fazlasıyla alıcısı vardı [3].

1928 Dönemeci

Bununla birlikte genç sovyet iktidarının muhafaza politikası, marksizme dahil edilmeyi bekleyen bilimsel gelişmelerle doluydu. Özellikle de Stanchinsky’nin bitkiler tarafından yakalanan güneş enerjisinin besin zincirinin çeşitli düzeylerindeki dağıtımı, bunun doğal toplulukların dinamik dengesi üzerindeki sonuçları ve insan-doğa “metabolizmasının rasyonel yönetimi” konusundaki içerimleri bilhassa önemli ve cesaretlendiriciydi.

Ne var ki bu teorik-pratik atılım stalinist karşı-devrimle kesin biçimde dağıtılmıştır. 1928’den itibaren, araştırmacıların “burjuva” veya “küçük burjuva” kökenleri, tutumlarını saf dışı bırakmak üzere giderek daha sık teşhir ediliyor. Stalin siyasi diktatörlüğünü pekiştiriyor. Yumuşak ve parlak Lunaçarski’nin garantörü olduğu bilimsel düşünce özgürlüğünü hoşgöremiyor (1929’da Narkompros’u bırakmak durumunda kalıyor).

 “Proleter Bilimi”

Birinci beş yıllık planla (1929-1934) birlikte gerilim hızla yükseliyor. Ekolojistler ormanın tarımsal kullanımının ve avın ölçüsüzce artmasını teşhir ediyor. Özellikle de zorunlu kolektifleştirmenin sert bir eleştirisini yapıyorlar: ekosistemlerin doğal üretkenliğinin hiç hesaba katılmadığını, başarısızlıkla sonuçlanacağını ve biyoçeşitliliğin yitirileceğini ifade ediyorlar.

Olgular öngörüleri doğruluyor: Tarımsal üretim yıkılıyor. Köylülerin isyanı sonucu tabii, ekolojik işleyiş problemlerinden kaynaklı olarak değil (bunun etkileri uzun vadede ortaya çıkacaktır). Ama fark etmiyor: Stalin için eleştiri kabul edilemez. Günah keçileri arıyor. Zapovedniklerin dokunulmazlık karakteri teşhir ediliyor, “burjuva bilimcileri” “sabotaj” yapmakla suçlanıyor.

Bu nefret propagandası marksizmle bilimler arasındaki ilişkilerde bütünlüklü ve hızlı bir tersyüz oluşa yol açıyor. Stalin “proleter bilimini” icat ediyor: yani partiye, dolayısıyla partinin şefine tâbi olan bilim. Kaygıları yalnızca pratik düzeyde, temel araştırmalardan vazgeçiliyor ve Planın ve üretimci hedeflerinin hizmetine koşuluyor. İlan edilmiş yeni bir hakikat olan “diamat” (diyalektik materyalizm) Kutsal Engizisyon’a yaraşır bir politika çerçevesinde dinî dogmanın yerini alıyor.

Vahşi Baskı, Seçmeci Öfke

Bizzat Stalin tarafından yönetilen bu taarruz akademik çevrelerde filozof Izaak Prezent tarafından yürütülüyor. Onun izinde, yaltaklanma uzmanı şarlatanlar gerçek bilim insanlarının yerini almayı başaracaktır. Onları “işçi sınıfına ihanet”le suçlamak ve üretimi artırmak için mucizevi sözde çözümler ileri sürmek yetecektir.

Genetiği “sahte burjuva bilimi” olarak teşhir etmesiyle Lyssenko tarihe bu acımasız yeniyetmelerin prototipi olarak geçti. Stalin ona övgüler düzerken, Nikolay Vavilov, biyoçeşitliliğin öncüsü, ilk dünya tohum bankasının kurucusu, casusluk faaliyetleri yürütmekle suçlanıp hapis cezasına mahkum ediliyor. Hapiste ölecektir.

Baskı çevre savunucularına da yöneliyor. Eski kamu sağlığı yüksek müfettişi ve bakan Kaminskiy 1937’de tutuklarıyor ve idam ediliyor: Sınai kirliliğin sağlık üzerindeki sonuçlarını eleştiriyordu. Stanchinsky ve yirmi kadar başka bilim insanı 1934’te tutuklanır.

Bu insanların başlarına gelen Batı’da Vavilov’un durumu kadar tepki yaratmadı. Douglas Weiner bu seçmeci öfke için ilginç bir açıklama sunuyor: “Güce yönelmiş bilimsel kültürümüzün genetiğe dönük bir saldırıyı hızla gündemine alıp [ekolojinin] boyunduruk altına alınması konusunda sersemce cahil kalmış olmasında çok da şaşırılacak bir şey yok aslında”

Şu Lenin Şeytanı

Genetiğin savunusuna soyunmak kolay sonuçta: Artık oturmuş bir bilim ve doğanın egemenlik altına alınmasına ilişkin teknokratik rüyaları süslüyor. Rus ekolojisinin bürokratik boğazlanışını teşhir etmek ise daha sıkıntılı çünkü kapitalist sorumlular elli yıldır doğranın yıkımı ve içerdiği tehditler konusunda alarm zilini çalan tonlarca bilimsel raporu yok sayıyorlar. Bu kapitalist karar vericilerin tutumunun nedeni aşikâr: onlar da kendi tarzlarında dogmayı bilimin önüne çekiyorlar; onların gözünde maddi büyümeyi sorgulamak Stalin için olduğu kadar bir tabu teşkil ediyor.

Elbette ki bolşevikler zamanından önce gelen ekososyalistler değildi. Fakat bu, şu Lenin şeytanının, tam iç savaşın ortasında, insanlık ile doğa arasındaki ilişkiler tarihinin seyrini belki de değiştirebilecek olan bir siyasete girişmek için yalnızca birkaç saatlik görüşmeye ihtiyaç duyduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Çev. Uraz Aydın

[1] Bu makale esas olarak Douglas Weiner’in şu kitabını temel alıyor: “« Models of Nature. Ecology, Conservation and Cultural Revolution in Soviet Russia », University of Pittsburgh Press, 1988. Bu çalışmanın fransızca bir değerlendirmesi yoldaşımız Jean Batou tarafından yapıldı: « Révolution russe et écologie », Vingtième Siècle. Revue d’histoire.

 Vavilov olayı Peter Pringle’in kitabında incelenmiştir: « The Murder of Nikolaï Vavilov. The Story of Stalin’s Persecution of one of the Great Scientists of the XXth Century », Paperback, 2011.

[2] Lenin, « La question agraire et les critiques de Marx » [Tarım meselesi ve Marx’ın Eleştiri], Œuvres, Ed. Sociales, V. Cilt. Doğal kaynakların yerini sınırsızca sermayeyle doldurmak imkanı, iktisatçılar Hartwick ve Solow tarafından savunulan “zayıf sürdürülebilirlik” tezinin altında yatan görüştür.

[3] Troçki’nin tavrı bu konuda karakteristiktir: Bir yandan bilimsel araştırmanın bağımsızlığı lehine tutum alırken bir yandan da “sosyalist insan” tarafından “doğanın egemenlik altına alınması”nın aşırı bir versiyonunu savunuyor. Bkz. D. Tanuro, « Ecologie, le lourd héritage de Léon Trotsky » [Ekoloji, Lev Troçki’nin Ağır Mirası].

Planlama ve Ekolojik-Toplumsal Geçiş – Michaël Löwy

Ekonomik planlamanın gerekliliği, Yeşil partilerin “piyasa ekonomisinin” ekolojik bir varyantını, yani bir “yeşil kapitalizmi” destekleyen geleneksel pozisyonlarıyla tezat hâlinde, her ciddi ve radikal toplumsal-ekolojik geçiş sürecinde gitgide daha fazla kabul görmektedir.

Naomi Klein son kitabında, iklimsel tehdide karşı her ciddi tepkinin “on yıllar süren acımasız liberalizm döneminde kötülenen bir sanatın, planlama sanatının ustalığının yeniden kazanılması” gerektiğine dikkat çeker. Bu ona göre sınai bir planlamayı, bir arazi kullanımı planlamasını, tarımsal bir planı, geçiş sürecinde meslekleri işe yaramaz hâle getirilmiş emekçiler için bir istihdam planını vb. içermektedir, “O hâlde, ekonomilerimizi artık kârlılık ölçütlerine göre değil, kolektif önceliklerimize göre planlamayı yeniden öğrenmemiz söz konusudur.”[1]

Demokratik bir Planlama

Ekososyalist bir alternatife doğru toplumsal-ekolojik geçiş başlıca üretim araçlarının kamusal kontrolü ve demokratik bir planlama anlamına gelir: Yatırıma ve teknolojik değişmeye ilişkin kararları verme yetkisi, bunların ortak yarara ve çevreye saygıya hizmet etmesi isteniyorsa, bankalardan ve kapitalist işlenmelerden alınmalıdır.

Peki bu kararları kim verecektir? Bu soruya sosyalistlerin verdiği cevap genellikle şu olmuştur: Emekçiler. Kapital’in 3. Cildinde Marx, sosyalizmi “birleşmiş üreticilerin doğayla mübadelelerini (Stoffwechsel)akla uygun biçimde düzenledikleri” bir toplum olarak betimler. Oysa Kapital’in ilk cildinde daha geniş bir yaklaşıma rastlanır: Sosyalizm “ortak üretim (gemeinschaftlichen)araçlarıyla çalışan özgür insanların (Menschen)birliği[2]” olarak kavranmıştır. Çok daha yerinde bir kavrayış söz konusudur: Üretim ile tüketim yalnızca “üreticiler” tarafından değil, aynı zamanda tüketiciler ve aslında, ister üretken, ister “üretken-olmayan” nüfus (öğrenciler, gençlik, ev kadınları -ve erkekleri-, emekliler vb.) olsun toplumun tamamı tarafından akla uygun biçimde düzenlenmelidir.

Bu anlamda, toplumun tamamı tercih edilecek üretim hatlarını ve eğitime, sağlığa veya kültüre yatırılması gereken kaynakları demokratik olarak seçmekte özgür olacaktır. Malların fiyatlarının kendisi artık arz ve talep yasasına cevap vermeyecek, buna karşılık mümkün mertebe toplumsal, siyasi ve ekolojik ölçütlere göre belirlenecektir.

Demokratik planlama kendi içinde “despotik” olmak şöyle dursun, toplumun tamamının karar verme özgürlüğünün kullanılmasıdır. Kendini “iktisadi yasalardan” ve kapitalist ve bürokratik yapılardaki yabancılaştırıcı ve şeyleşmiş “demir kafeslerden” kurtarmak için gerekli bir özgürlük kullanımı. Çalışma zamanının azaltılmasıyla birleşmiş demokratik planlama insanlığın Marx’ın “özgürlüğün krallığı” dediği şeye doğru devasa bir adımı olacaktır: Serbest zamanın artırılması aslında emekçilerin demokratik tartışmaya ve toplumun yönetimine de ekonominin yönetimine de katılmalarının bir koşuludur.

Serbest piyasa taraftarları düzenlenmiş ekonominin her biçimine kategorik karşıtlıklarını gerekçelendirmek için bıkıp usanmadan Sovyet planlamasının başarısızlığını kullanmaktalar. Sovyet deneyiminin başarıları ve başarısızlıkları hakkında bir tartışmaya girmeden, György Markus ile Budapeşte Okulu’ndaki meslektaşlarının kullandığı ifadeyi alıntılayacak olursak bunun “ihtiyaçlar üzerinde diktatörlüğün” bir biçimi olduğunu biliyoruz. Bu, kararların tekelini sınırlı bir teknokrat-bürokrat oligarşisine veren demokratik olmayan ve otoriter bir sistemdi. Diktatörlüğe götüren şey planlama değildi. Gitgide daha otoriter ve demokratik olmayan bir planlama sistemine yol açan, Lenin’in ölümünden sonra Sovyet Devletinde demokrasinin giderek artan sınırlandırılması ve bürokratik ve totaliter bir iktidarın kurulmasıydı. Eğer sosyalizm üretim süreçlerinin emekçiler ve genel olarak nüfus tarafından kontrolü olarak tanımlanıyorsa, Stalin ve ardıllarının yönetimindeki Sovyetler Birliği bu tanıma uymaktan çok uzaktı.

SSCB’nin başarısızlığı, verimsizliği ve keyfi karakteri bariz biçimde ortada olan bir bürokratik planlamanın sınırlarını ve çelişkilerini örnekler. Bu başarısızlık gerçekten demokratik bir planlamanın uygulanmasına karşı bir argüman olarak kullanılamaz. Planlamanın sosyalist kavranışı ekonominin radikal biçimde demokratikleştirilmesinden başka bir şey değildir: Siyasal kararları verme yetkisinin küçük bir seçkin yöneticiler grubuna ait olmaması gerektiğinden eminsek, aynı ilkeyi niçin ekonomik kararlara uygulamayalım ki? Piyasa mekanizmalarıyla planlamanınkiler arasında denge sorunu kuşkusuz karmaşık bir meseledir: Yeni toplumun ilk evrelerinde piyasalar hiç kuşkusuz hâlâ önemli bir yere sahip olacaktır ama sosyalizme doğru geçiş ilerledikçe planlama gitgide daha önemli bir hâle gelecektir.

Kullanım değeri kapitalist sistemde mübadele değerine ve kârlılığa tabi kılınmış bir araçtan – ve sıklıkla bir hileden – başka bir şey değildir (ki bu da aslında toplumumuzda niçin bu kadar çok hiçbir yarara sahip olmayan ürün olduğunu açıklar). Planlanmış bir sosyalist ekonomide mal ve hizmetlerin üretimi yalnızca kullanım değeri ölçütüne cevap verir ki bu da ekonomik, toplumsal ve ekolojik düzeyde muhteşem ölçekte sonuçlara yol açar.

Elbette, demokratik planlama, yerel restoranların, bakkalların, fırınların, küçük dükkanların, zanaat işletmelerinin veya hizmetlerin yönetimiyle değil, ana ekonomik tercihlerle ilgilidir. Aynı şekilde, planlamanın emekçilerin kendi üretim birimlerindeki özyönetimiyle çelişkili olmadığını da vurgulamak gerekir. Mesela bir binek otomobil fabrikasını bir otobüs ya da tramvay üretim birimine dönüştürme kararını vermek toplumun tamamına ait olacakken, fabrikanın örgütlenmesi ve iç işleyişi işçilerin kendileri tarafından demokratik biçimde yönetilecektir. Planlamanın “merkeziyetçi” ya da “ademi merkeziyetçi” karakteri üzerinde uzun uzadıya tartışılmıştır ama önemli olan planın, yerel, bölgesel, ulusal, kıta ölçeğinde – ve umalım ki gezegen ölçeğinde çünkü iklimsel ısınma gibi ekolojik temalar küresel olduklarından ancak bu düzeyde ele alınabilirler – tüm düzeylerde demokratik denetimidir. Bu öneri “küresel demokratik planlama” olarak adlandırılabilecektir. Böyle bir düzeyde dahi, sıklıkla “merkezi planlama” olarak betimlenen şeye karşı çıkan bir planlama söz konusudur zira ekonomik ve toplumsal kararlar herhangi bir “merkez” tarafından verilmemekte, buna karşılık ilgili topluluklar tarafından demokratik biçimde belirlenmektedir.

Özyönetimin olduğu kuruluşlarla yerel demokratik yönetimler ve daha geniş toplumsal gruplar arasında gerilimler, çelişkiler elbette olacaktır. Müzakere mekanizmaları bu tür çoğu çatışmayı çözmeye yardımcı olabilir ama son tahlilde görüşlerini dayatma hakkını uygulamak, yalnızca çoğunlukta olmaları hâlinde, en geniş ilgili gruplara aittir. Bir örnek vermek gerekirse: Özyönetimin olduğu bir fabrika zehirli atıklarını bir akarsuya boşaltmaya karar verir. Bütün bir bölge nüfusu bu kirlilik tarafından tehdit edilmektedir. O zaman bu nüfus demokratik bir tartışmanın ardından bu birimin üretiminin, atıklarının denetimi açısından tatminkâr bir çözüm bulunana kadar durdurulması gerektiğine karar verebilir. Tabii ekososyalist bir toplumda ideal olan, fabrika emekçilerinin bizzat kendilerinin, çevre açısından, yerel nüfusun sağlığı açısından tehlikeli kararlar vermekten kaçınmaya yetecek bir ekolojik bilince sahip olmalarıdır. Bununla birlikte, önceki örnekte olduğu gibi daha genel çıkarları savunmak için topluluğun karar verme gücünü teminat altına alan araçların getirilmesi, iç yönetime ilişkin sorunların fabrika, okul, mahalle, hastane veya köy düzeyinde yurttaşların buyruğuna tabi olmaması gerektiği anlamına gelmez.

Ekososyalist planlama her karar düzeyinde demokratik ve çoğulcu bir tartışma üzerine kurulmalıdır. Planlama organlarının, partiler, platformlar veya başka herhangi bir siyasi hareket hâlinde örgütlenmiş olan delegeleri seçilir ve çeşitli öneriler ilgili herkese sunulur. Başka bir deyişle, temsili demokrasi kişilere, yerel, ulusal ve sonunda uluslararası düzeyde farklı öneriler arasında doğrudan seçim yapma imkânı tanıyan doğrudan demokrasi tarafından zenginleştirilir ve iyileştirilir. O zaman, toplu taşımanın ücretsiz olmasına, toplu taşımayı sübvanse etmek için özel otomobil sahiplerinden özel bir vergi alınmasına, fosil enerjiyle rekabet edebilir hâle getirmek için güneş enerjisinin sübvanse edilmesine, üretimde bir azalmaya yol açsa bile çalışma zamanının haftada 30, 25 ya da daha az saate indirilmesine dair kararları nüfusun tamamı alacaktır.

Planlamanın demokratik karakteri onu uzmanların katılımıyla bağdaşmaz kılmaz. Çünkü uzmanların demokratik karar verme süreci sırasındaki rolü karar vermek değil ama – sıklıkla birbirinden farklı, hatta birbirinin karşıtı – argümanlar sunmaktır. Ernest Mandel’in dediği gibi: “Hükümetler, siyasi partiler, planlama şuraları, bilim insanları, teknokratlar veya her kim olursa olsun öneriler yapabilir, inisiyatifler sunabilir ve insanları etkilemeye çalışabilir… Ancak, çok partili bir sistemde, bu tür teklifler asla oy birliğiyle kabul edilmeyecektir: İnsanlar tutarlı alternatifler arasından seçim yapacaklardır. Bu nedenle, kararları bilfiil alma hakkı ve gücü üreticilerin/tüketicilerin/yurttaşların çoğunluğuna ait olmalı, başka kimseye ait olmalıdır. Bu duruşta paternalist veya despotik olan bir şey var mıdır?”[3]

Akla şu soru gelir: Kişilerin, bunun bedeli tüketim alışkanlıklarının bir bölümünü değiştirmek olsa bile, çevreyi koruyacak iyi tercihleri yapacaklarının bir garantisi var mıdır? Böyle bir garanti yoktur, sadece tüketim malları fetişizmi bir kez ortadan kaldırıldığında demokratik kararların rasyonalitesinin (ussalığının) galebe çalacağına dair makul ihtimal vardır. Halkın kötü tercihlerde bulunarak hatalar yapacağı açıktır, peki ama uzmanların kendileri de hata yapmamakta mıdır? Halkın çoğunluğu, kendi mücadeleleri, öz eğitimi ve toplumsal deneyimi sayesinde büyük bir sosyalist ve ekolojik bilinç düzeyine ulaşmadıkça, yeni bir toplumun inşasını tasavvur etmek imkânsızdır. O hâlde, çevresel ihtiyaçlarla bağdaşmayan kararlar da dâhil vahim hataların düzeltileceğini düşünmek akla uygundur. Her halükârda, alternatiflerin – acımasız piyasa, “uzmanların” ekolojik bir diktatörlüğü – bütün sınırlarıyla birlikte demokratik süreçten çok daha tehlikeli olup, olmadıkları sorusu da cevaplanmaya muhtaçtır…

Hiç kuşkusuz, planlamanın işlevsel olması için kararları uygulamaya koyacak yürütme organları ve teknik organlar gerekir. Ancak, bunların yetkileri, emekçilerin özyönetiminin demokratik yönetim sürecinde gerçekleştiği aşağıdaki düzeyler tarafından uygulanan sürekli ve demokratik denetimle sınırlandırılacaktır. Nüfusun çoğunluğunun boş zamanının tamamını özyönetimde veya katılımcı toplantılarda kullanması elbette beklenemez. Ernest Mandel’in belirttiği gibi: “Özyönetim delegeler aracılığıyla gerçekleyen temsilin ortadan kaldırılması sonucunu doğurmaz, ancak bu, kararların yurttaşlar tarafından alınmasıyla delegelerin kendi seçmenleri tarafından daha sıkı denetlenmesinin bir bileşimidir […]”[4]

Uzun ve Çelişkilerden Azade Olmayan bir Süreç

Kapitalist sistemin “yıkıcı ilerleme”sinden ekososyalizme geçiş tarihsel bir süreç, toplumun, kültürün ve zihniyetlerin devrimci ve daimî bir dönüşümüdür – ve yukarıda tanımlandığı şekliyle geniş anlamda siyaset inkâr edilemez biçimde bu sürecin merkezindedir. Bu tür bir gelişmenin toplumsal ve siyasi yapıların devrimci bir değişimi olmadan ve nüfusun büyük bir çoğunluğunun ekososyalist programa aktif desteği olmadan doğamayacağını belirtmek önemlidir. Sosyalist ve ekolojik bilincin oluşması, belirleyici etkenleri toplulukların yerel düzeyde kısmi çatışmalardan başlayarak toplumun radikal bir değişimi perspektifine doğru ilerleyen deneyimi ve ortaklaşa mücadeleleri olan bir süreçtir. Bu geçiş yalnızca yeni bir üretim tarzıyla, demokratik ve eşitlikçi bir toplumla sonuçlanmayacak, aynı zamanda, reklamlarla yapay biçimde tahrik edilen tüketim alışkanlıklarıyla ve faydasız ve/veya çevreye zararlı malların sınırsız üretimiyle paranın padişahlığının ötesinde gerçek anlamda bir ekososyalist uygarlığı da beraberinde getirecektir.

Kimi ekolojistler üretimciliğin tek alternatifinin büyümeyi tamamıyla durdurmak ya da büyümenin yerine – Fransa’da “décroissance” olarak adlandırılan-  eksi büyümeyi getirmek olduğunu düşünüyorlar. Bunu yapmak için nüfusun aşırı tüketim düzeyini şiddetli biçimde düşürmek ve enerji tüketimini yarı yarıya azaltmak için başkalarının yanı sıra özel ev sahipliğinden, merkezi ısıtmadan ve çamaşır makinesinden vazgeçmek gerekir. Bu aşırı sert kemer sıkma önlemleri ve benzerleri büyük hoşnutsuzluk yaratmaya gebe olduğundan, eksi büyümenin bazı savunucuları bir çeşit “ekolojik diktatörlük” fikriyle oynamaktadır[5]. Bu denli kötümser görüşlere karşı kimi sosyalistler kendilerini teknik ilerlemenin ve yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanılmasının sınırsız bir büyümeye ve herkesin “ihtiyaçlarına göre” nimetleneceği bir refaha imkân vereceğini düşünmeye götüren bir iyimserlik sergilemektedirler.

Bana bu iki okul – artı veya eksi – “büyümenin” ve üretici güçlerin gelişmesinin tamamen nicel bir kavrayışını paylaşıyor gibi geliyor. Bana daha uygun görünen bir üçüncü duruş olduğunu düşünüyorum: Gelişmenin gerçek anlamda nitel bir dönüşümü. Bu, kapitalizmin yol açtığı, yararsız ve/veya zararlı ürünlerin büyük ölçekte üretimi üzerine kurulu, kaynakların canavarca israfına bir son verilmesi anlamına gelir. Silahlanma endüstrisi ve aynı şekilde – programlanmış demode olmalarıyla birlikte – kapitalist sistemde imal edilen, büyük firmalara kâr yaratmaktan başka faydası olmayan bütün bu “ürünler” bunun iyi bir örneğidir.

Sorun soyut biçimde “aşırı tüketim” değil, daha ziyade başlıca karakteristikleri malların gösterişçi mülkiyeti, kitlesel israfı, takıntılı biriktirilmesi ve “moda” tarafından dayatılan sahte yeniliklerin zorlayıcı edinimi olan tüketim tipidir. Yeni bir toplum, üretimi, su, gıda, giysi, konut gibi “Eski Ahitten kalma” olarak nitelenebilecek ama sağlık, eğitim, kültür ve ulaşım gibi temel hizmetleri de kapsayan otantik ihtiyaçlara yöneltecektir.

Bu ihtiyaçların karşılanmaktan uzak olduğu ülkelerin, yani güney yarımküre ülkelerinin, demiryollarının, hastanelerin, kanalizasyon ve başka altyapıların inşası bakımından sanayileşmiş ülkelerden çok daha fazla “kendilerini kalkındırması” gerekeceği açıktır ama bunun yenilenebilir, dolayısıyla çevreye zararlı olmayan enerjilere dayalı bir üretim sistemiyle bağdaşır olması gerekecektir. Bu ülkeler şimdiden açlıktan mustarip olan nüfusları için büyük miktarda gıda üretmeye ihtiyaç duyacaklardır ancak burada – Via Campesina ağıyla uluslararası düzeyde örgütlenmiş olan köylü hareketlerinin yıllardır savunduğu gibi – ilkesi yoğun pestisit, kimyasal ve GDO kullanımı olan kapitalist tarım işletmeciliğinin (agrobusiness) yıkıcı ve anti-sosyal yöntemleriyle değil, aile birimlerinde, kooperatiflerde veya kolektif çiftliklerde örgütlenmiş köylü biyolojik tarımı aracılığıyla çok daha kolay ulaşılacak bir hedef söz konusudur.

Günümüzün iğrenç borç ve Güneyin kaynaklarının kapitalist sanayileşmiş ülkeler tarafından emperyalist sömürüsü sistemi yerini Kuzeyden Güneye doğru bir teknik ve ekonomik destek dalgasına bırakacaktır. Bazı bağnaz ve sofu çevrecilerin inanıyor göründüklerinin aksine, Avrupa ve Kuzey Amerika nüfuslarının yaşam düzeylerini mutlak anlamda düşürmeye hiç gerek olmayacaktır. Bu nüfusların yalnızca hiçbir gerçek ihtiyacı karşılamayan ve takıntılı tüketimi kapitalist sistem tarafından desteklenen yararsız ürünlerden kurtulmaları gerekecektir. Bir yandan tüketimlerini azaltırken, yaşam düzeyi kavrayışını aslında daha zengin bir hayat tarzına yer açmak üzere yeniden tanımlayacaklardır.

Otantik ihtiyaçları yapay, sahte veya taklit ihtiyaçlardan nasıl ayırt etmek gerekir? İhtiyaçlar üzerindeki etkisini zihinsel yönlendirme aracılığıyla icra eden reklam endüstrisi modern kapitalist toplumların insan hayatının bütün alanlarına nüfuz etmiş durumdadır. Sadece yiyecekler, giyecekler değil, aynı zamanda spordan kültüre, dinden siyasete çeşitli alanlarda her şey onun kurallarına göre biçimlendirilmektedir. Reklam, sinsi, sürekli ve saldırgan bir tarzda sokaklarımızı, posta kutularımızı, televizyon ekranlarımızı, gazetelerimizi ve manzaralarımızı istila etmiştir. Bu sektör gösterişçi ve takıntılı tüketim alışkanlıklarına doğrudan katkıda bulunmaktadır. Üstelik, olağanüstü bir petrol, elektrik, emek zamanı, kâğıt ve birçok hammaddenin yanı sıra kimyasal madde israfına yol açmakta ve bunların hepsi tüketiciler tarafından ödenmektedir. Yalnızca insani açıdan yararsız olmakla kalmayıp, aynı zamanda gerçek toplumsal ihtiyaçlarla çelişkili bir “üretim” dalı söz konusudur. Reklam bir kapitalist piyasa ekonomisinde vazgeçilmez bir boyut olduğu hâlde, sosyalizme geçiş hâlindeki bir toplumda kendisine yer bulmayacaktır. Onu yerini tüketici dernekleri tarafından sağlanan ürün ve hizmet bilgileri alacaktır. Otantik bir ihtiyacı yapay bir ihtiyaçtan ayırmanın ölçütü, reklamın ortadan kaldırılmasından sonraki kalıcılığı olacaktır. Eski tüketim alışkanlıklarının belli bir süre boyunca devam edeceği açıktır çünkü insanlara neye ihtiyaçları olduğunu söylemeye kimsenin hakkı yoktur. Tüketim modellerinin değişmesi tarihsel bir süreç ve eğitimsel bir meydan okumadır.

Özel otomobil gibi kimi ürünler daha karmaşık sorunlar çıkarır. Özel otomobiller kamusal açıdan zararlıdır. Gezegen ölçeğinde her yıl yüzbinlerce kişiyi öldürmekte ya da sakat bırakmaktadırlar. Çocuk ve yaşlı sağlığı üzerinde zararlı sonuçlarıyla birlikte büyük kentlerin havasını kirletmekte ve iklimsel değişmeye önemli ölçüde katkıda bulunmaktadırlar. Öte yandan, binek otomobil kapitalizmin cari koşullarında gerçek ihtiyaçlara cevap vermektedir. Yetkililerin çevre kaygısına sahip olduğu Avrupa şehirlerinde, nüfusun çoğunluğu tarafından onaylanan yerel deneyimler, özel otomobilin yerini otobüsler ve tramvaylar lehine kademeli olarak sınırlamanın mümkün olduğunu göstermektedir. Bir ekososyalizme geçiş sürecinde toplu ulaşım – yer üstünde olduğu gibi yer altında da – geniş ölçüde yaygın ve ücretsiz olacak, yollar ise yayalar ve bisikletçiler için korunacaktır. Dolayısıyla özel otomobil, ısrarlı ve saldırgan reklamlarla tanıtılan fetiş bir ürün hâline geldiği burjuva toplumundakinden çok daha az önemli bir rol oynayacaktır. Otomobil bir prestij sembolü, bir kimlik göstergesidir (sürücü belgesi Birleşik Devletlerde kimlik belgesi olarak kabul edilmektedir). Kişisel, toplumsal ve erotik hayatın merkezindedir. Yeni bir topluma bu geçişte, metaların – trajik kazaların ve aşırı yüksek kirliliğin sorumlusu – karayoluyla taşınmasını sert biçimde azaltmak ve onun yerine demiryolu veya demiryolu-karayolu melez taşımacılığını getirmek çok daha kolay olacaktır: Kamyon taşımacılığının şu andaki gelişmesini yalnızca kapitalist “rekabetçiliğin” saçma mantığı açıklar.

Bu önerilere kötümserler şu cevabı verecektir: Evet ama bireyler denetlenmesi, çözümlenmesi, baskılanması hatta gerekirse bastırılması gereken sonsuz özlem ve arzularla güdülenmiştir. O zaman demokrasi bazı kısıtlamalara tabi olabilecektir. Oysa ekososyalizm Marx’ın da zamanında savunduğu makul bir hipotez üzerine kuruludur: Kapitalist olmayan bir toplumda, “olma”nın “sahip olma”ya baskın çıkması, yani serbest zamanın sayısız nesneye sahip olma arzusu üzerindeki önceliği: Gerçek anlamda kültürel, sportif, bilimsel, erotik, sanatsal ve siyasi faaliyetler yoluyla kişisel gerçekleşme.

Meta fetişizmi kapitalist sisteme özgü ideoloji ve reklam aracılığıyla takıntılı satın almaya teşvik eder. Bunun “insanın ebedi doğası”nın bir parçası olduğuna dair hiçbir kanıt yoktur. Ernest Mandel bunu vurguluyordu: “Gitgide artan sayıda (‘marjinal faydası’ düşmekte olan) malın sürekli biriktirilmesi hiçbir şekilde insan davranışının evrensel veya daimî bir özelliği değildir. Temel ihtiyaçlar bir kez karşılandığında, ana motivasyonlar evrilir: Kişisel tatmin sağlayan yeteneklerin ve yatkınlıkların geliştirilmesi, sağlığın ve yaşamın muhafazası, çocukların korunması, zenginleştirici toplumsal ilişkilerin geliştirilmesi…”[6].

Yukarıda bahsettiğimiz gibi bu, özellikle geçiş dönemi boyunca, çevrenin korunması gereksinimleri ile toplumsal ihtiyaçlar arasında, ekoloji konusundaki yükümlülükler ile özellikle yoksul ülkelerde temel altyapıları geliştirme gereği arasında, popüler tüketim alışkanlıkları ile kaynakların yetersizliği arasında çatışmaların hiç olmayacağı anlamına gelmez. Sınıfsız bir toplum çelişkisiz, çatışmasız bir toplum değildir. Çelişkiler ve çatışmalar kaçınılmazdır: Bunları, toplumun kendisini kararları almaya götüren açık ve katılımcı tartışmalar sayesinde, sermayenin ve kârın kısıtlarından kurtulmuş bir ekososyalist perspektifte çözmek demokratik planlamanın görevi olacaktır. Ortak ve katılımcı böyle bir demokrasi, hata yapmaktan kaçınmanın olmasa da bu hataların sosyal topluluğun kendisi tarafından düzeltilmesinin tek yoludur.

Yeşil bir sosyalizmi veya bazılarının kelimeleriyle bir güneş komünizmini hayal etmek ve bu hayal için mücadele etmek, somut ve acil reformları uygulamak için çaba göstermediğimiz anlamına gelmez. “Temiz bir kapitalizm” üzerine yanılsamalara kapılmamak gerekse de, yine de zaman kazanmaya çalışmalı ve kamu yetkililerine birkaç temel değişikliği dayatmalıyız: Genetiği değiştirilmiş organizmalar üzerinde genel bir moratoryum, sera gazı emisyonlarında sert bir azaltma, endüstriyel balıkçılığın ve endüstriyel tarım üretiminde pestisitlerin kimyasal madde olarak kullanılmasının katı bir biçimde düzenlenmesi, toplu taşımacılığın önemli oranda geliştirilmesi, kamyonların yerini kademeli olarak trenlerin alması.

Bu acil ekolojik-toplumsal talepler, “rekabetçiliğin” gereklerine adapte edilmemeleri koşuluyla bir radikalleşme sürecine yol açabilir. Marksistlerin bir “geçiş programı” olarak adlandırdıkları programın mantığına göre her küçük zafer, her kısmi ilerleme hemen daha önemli bir talebe, daha radikal bir hedefe yol açar. Somut sorunlar etrafındaki bu mücadeleler, yalnızca kısmi zaferler kendi başlarına faydalı olduklarından değil, aynı zamanda bunlar ekolojik ve sosyalist bir bilinç kazanılmasına katkıda bulundukları için önemlidir. Üstelik bu zaferler aşağıdan faaliyeti ve öz örgütlenmeyi teşvik eder: Bunlar, dünyanın radikal, yani devrimci bir dönüşümüne ulaşmak için gerekli ve belirleyici iki ön koşuldur.

Radikal, sosyalist ve ekolojik bir programa bağlı güçler, Antonio Gramsci’nin anladığı anlamda hegemonyasını kurmadıkça radikal dönüşüm olmayacaktır. Bir bakıma, zaman bizim müttefikimizdir çünkü – iklim değişikliği gibi –  gitgide yaklaşan tehditlerle durumu daha da ağırlaşan çevre sorunlarını çözme yeteneğine sahip yegâne değişiklik için çalışıyoruz. Ama diğer yandan da zamanımız daralmaktadır ve birkaç sene içinde – kimse kaç yıl olduğunu söyleyememektedir – verilen zararlar geri döndürülemez hâle gelebilecektir. İyimserlik için bir sebep yoktur: Sistemin başında bulunan şu andaki seçkinlerin gücü muazzamdır, radikal muhalefet güçleri ise hâlâ mütevazıdır. Yine de bu güçler kapitalizmin “yıkıcı ilerlemesine” bir fren koymak için sahip olduğumuz tek umuttur.

Çeviri: Osman S. Binatlı

Orijinal kaynak için bakınız.

Yazar hakkında

Michaël Löwy Brezilya kökenli bir Fransız filozof ve sosyolog olup, CNRS’te onursal araştırma direktörüdür. Ekososyalizm kuramcısı ve yakın tarihli Devrim İmdat Frenidir: Walter Benjamin Üzerine Denemelerbaşlıklı kitabın yazarıdır.La révolution est le frein d’urgence : Essais sur Walter Benjamin, Éd. de l’Éclat, coll. « Philosophie imaginaire », 2019.


[1]N. Klein, Plan B pour la planète : le New Deal vert, Paris, Actes sud, 2019, p. 117. [Naomi Klein, On Fire: The Burning Case for a Green New Deal (Random House, 2019), pp. 95, 98.]

[2]K. Marx, Das Kapital, Cilt 3, Berlin : Dietz Verlag, 1968, p. 828 ve Cilt 1, p. 92.

[3]E. Mandel, Power and money, Verso, Londres, 1991, p. 209. [İktidar ve Para, Yazın Yayıncılık, çeviri Bülent Tanatar, İstanbul, Mart 1996, s. 274]

[4]E. Mandel, Power and money, op. cit., p. 204.[İktidar ve Para, Yazın Yayıncılık, İstanbul]

[5]Alman filozof Hans Jonas (Le principe responsabilité, Éd. du Cerf, 1979) doğayı kurtarmak için « hayırsever bir tiranlıktan » bahsetmekteydi ; Finlandiyalı eko-faşist Pentti Linkola (Voisiko elämä voittaa. Helsinki, Tammi, 2004) ise her türlü ekonomik büyümeyi engelleme yeteneğinde bir diktatörlük taraftarıydı.

[6]E. Mandel, Power and money, op. cit., p. 206.[İktidar ve Para, Yazın Yayıncılık, İstanbul, s. 269]

Kapitalizmin Demir Yasalarını Terk Eden Sistem Karşıtı Bir Devrime İhtiyacımız Var – Michael Löwy ile Söyleşi

Bundan yıllar önce ekososyalist manifestoda küresel sermayenin kaotik dünyasında sayısız direniş noktasının kendiliğinden ortaya çıktığına dikkat çekmiş, bu direniş noktalarının çoğunun yapıları gereği içerik olarak ekososyalist olduklarını iddia etmiştiniz. Bu hareketlerin bir araya gelme ve “ekososyalist bir enternasyonal” kurabilme imkânları için çağrı yapmıştınız. Aradan geçen yaklaşık 15 yılda küresel sermaye düzeninin kaotik dünyasına karşı olan direnişler hem arttı hem de yayıldı. Özellikle 2019’un sonu ve 2020’nin başları isyanlarla geçti. Bugün ekososyalist bir enternasyonal fikrinin neresindeyiz? Bunun olanakları arttı mı?

Gerçekten de küresel sermayeye karşı sosyal-ekolojik direnişte bir artış var. Köylü, yerli topluluklar ve kadınlar bu mücadelenin ön saflarındalar, buna ilaveten gençlik de: Greta Thunberg’in çağrısının ardından milyonlar sokaklara çıktı. İklim adaleti konusunda böylesi uluslararası bir seferberlik emsalsizdir. Bu bize umut veriyor, ancak fosil oligarşisinin hala iktidarda olduğunu ve kendi felaket kuralını uyguladığını bilene kadar: Bir yenilik yok. Hızla felakete doğru ilerliyoruz…

Yaratma konusunda mütevazı ama ilginç girişimler oldu, “ekososyalist bir enternasyonal” değil -bu erken olurdu – ancak uluslararası bir ekososyalistler ağı. Bu yıl başlayan en son girişim, çok umut verici bir girişim olan Küresel Ekososyalist Ağdır.

Green New Deal özellikle ABD’li radikal muhalefet tarafından, ardından da ABD sınırlarını da aşarak birçok ülkede çokça tartışıldı. Green New Deal sizin için ne anlama geliyor? Green New Deal gezegeni kurtarmaya yeter mi?

Green New Deal’ın farklı versiyonları var.

Alexandra Ocasio-Cortez ve Amerika’nın Demokratik Sosyalistleri tarafından desteklenen versiyon en ilginç olanı. Bu önergenin kabul edilmesi “gezegeni kurtarmayacak” ama iktidardaki kapitalist elitin yerleşik çıkarlarına karşı ve ekolojik bir geçiş yolunda çok önemli bir adım olabilirdi.

Bununla beraber, küresel ısınma felaketini önlemek için, fosil enerjileri tamamen ortadan kaldıracak ve anti-kapitalist dönüşüm sürecine başlayacak giderek daha radikal önlemler almak gerekecektir.

Ekolojik çöküş üzerine çalışanlar için virüs elbette bir sürpriz değildi. Böyle felaketlerin kapitalist üretim yordamının mantığının doğal bir sonucu olması yıllardır ekososyalistler dahil olmak üzere ekoloji mücadelesi verenlerin sık sık dikkat çektiği noktalar. Yine de felaketler patlak verince bu bakış açısı unutulabiliyor ve komplolar egemenlik kurabiliyor. Bu yüzden üzerinden geçmekte yarar var. Virüsün kapitalizmin üretim mantığıyla olan ilişkisi nedir? Virüsün yayılımına sebep olan şey nedir?

Enfeksiyon araştırmasında uzman değilim, bu yüzden fazla bir şey söyleyemem, ancak komplo teorileri, esas sorunlar konusunda kamuoyunun dikkatini dağıtmak için sistemin en gerici figürlerinin (Trump; Bolsonaro) başka bir hilesi.

Virüs geldiğinde onu felaket durumuna çeviren birinci sorun, elbette -tüm neo-liberal hükümetler tarafından uygulanan- hastanelerin kapatılması, doktor ve hemşirelerin istihdamlarının reddedilmesi yoluyla kamu sağlığı sistemlerinin yok edilmesidir. Trump ve Bolsonaro gibi suçlular, ülkelerinde milyonlarca ölümün yaşanmasına istekliler ve kapitalist iktisadi faaliyetin sürekliliğine her ne pahasına olursa olsun öncelik veriyorlar.

Kapitalizmin sürdürülemezliği, ortaya çıkan yıkım süreçleriyle giderek daha keskin bir şekilde ortaya çıkıyor. Marksist ekolojik bakış açısıyla yeni bir toplumun inşası nasıl mümkün olabilir?

Kapitalizm sadece sürdürülemez bir sistem değildir: Gezegeni ve dolayısıyla insanlığı tarihte benzeri olmayan bir felakete iten yıkıcı bir sistemdir: küresel ısınma, sıcaklığın dayanılmaz seviyelere yükselmesi, buzların erimesi, deniz seviyesinin -Amsterdam, Venedik, New York veya Hong-Kong’un ortadan kaybolması ile birlikte- yükselmesi ve nehirlerin kuruması.

Marksist bakış açımızdan, yalnızca, kapitalizmin demir yasalarını terk eden bir sistem karşıtı devrim, dayanışma, özgürlük, demokrasi değerlerine ve Dünya Ana’ya saygıya dayanan yeni bir toplumun, ekososyalist bir medeniyetin yolunu açabilir. Çok geç olmadan bu mümkün olacak mı? Bilmiyoruz… Ama Bertolt Brecht’in söylediği gibi: “Savaşanlar kaybedebilir, ancak savaşmayanlar zaten kaybetmiştir.”

El Yazmaları tarafından gerçekleştirilen bu röportaj İngilizceden Türkçeye Hasan Durkal tarafından çevrilmiştir. El Yazmaları sitesinin editörlerine bu söyleşiyi tekrar yayınlamamıza için verdiklerin için teşekkür ediyoruz.