İmdat Freni

Planlama ve Ekolojik-Toplumsal Geçiş – Michaël Löwy

Ekonomik planlamanın gerekliliği, Yeşil partilerin “piyasa ekonomisinin” ekolojik bir varyantını, yani bir “yeşil kapitalizmi” destekleyen geleneksel pozisyonlarıyla tezat hâlinde, her ciddi ve radikal toplumsal-ekolojik geçiş sürecinde gitgide daha fazla kabul görmektedir.

Naomi Klein son kitabında, iklimsel tehdide karşı her ciddi tepkinin “on yıllar süren acımasız liberalizm döneminde kötülenen bir sanatın, planlama sanatının ustalığının yeniden kazanılması” gerektiğine dikkat çeker. Bu ona göre sınai bir planlamayı, bir arazi kullanımı planlamasını, tarımsal bir planı, geçiş sürecinde meslekleri işe yaramaz hâle getirilmiş emekçiler için bir istihdam planını vb. içermektedir, “O hâlde, ekonomilerimizi artık kârlılık ölçütlerine göre değil, kolektif önceliklerimize göre planlamayı yeniden öğrenmemiz söz konusudur.”[1]

Demokratik bir Planlama

Ekososyalist bir alternatife doğru toplumsal-ekolojik geçiş başlıca üretim araçlarının kamusal kontrolü ve demokratik bir planlama anlamına gelir: Yatırıma ve teknolojik değişmeye ilişkin kararları verme yetkisi, bunların ortak yarara ve çevreye saygıya hizmet etmesi isteniyorsa, bankalardan ve kapitalist işlenmelerden alınmalıdır.

Peki bu kararları kim verecektir? Bu soruya sosyalistlerin verdiği cevap genellikle şu olmuştur: Emekçiler. Kapital’in 3. Cildinde Marx, sosyalizmi “birleşmiş üreticilerin doğayla mübadelelerini (Stoffwechsel)akla uygun biçimde düzenledikleri” bir toplum olarak betimler. Oysa Kapital’in ilk cildinde daha geniş bir yaklaşıma rastlanır: Sosyalizm “ortak üretim (gemeinschaftlichen)araçlarıyla çalışan özgür insanların (Menschen)birliği[2]” olarak kavranmıştır. Çok daha yerinde bir kavrayış söz konusudur: Üretim ile tüketim yalnızca “üreticiler” tarafından değil, aynı zamanda tüketiciler ve aslında, ister üretken, ister “üretken-olmayan” nüfus (öğrenciler, gençlik, ev kadınları -ve erkekleri-, emekliler vb.) olsun toplumun tamamı tarafından akla uygun biçimde düzenlenmelidir.

Bu anlamda, toplumun tamamı tercih edilecek üretim hatlarını ve eğitime, sağlığa veya kültüre yatırılması gereken kaynakları demokratik olarak seçmekte özgür olacaktır. Malların fiyatlarının kendisi artık arz ve talep yasasına cevap vermeyecek, buna karşılık mümkün mertebe toplumsal, siyasi ve ekolojik ölçütlere göre belirlenecektir.

Demokratik planlama kendi içinde “despotik” olmak şöyle dursun, toplumun tamamının karar verme özgürlüğünün kullanılmasıdır. Kendini “iktisadi yasalardan” ve kapitalist ve bürokratik yapılardaki yabancılaştırıcı ve şeyleşmiş “demir kafeslerden” kurtarmak için gerekli bir özgürlük kullanımı. Çalışma zamanının azaltılmasıyla birleşmiş demokratik planlama insanlığın Marx’ın “özgürlüğün krallığı” dediği şeye doğru devasa bir adımı olacaktır: Serbest zamanın artırılması aslında emekçilerin demokratik tartışmaya ve toplumun yönetimine de ekonominin yönetimine de katılmalarının bir koşuludur.

Serbest piyasa taraftarları düzenlenmiş ekonominin her biçimine kategorik karşıtlıklarını gerekçelendirmek için bıkıp usanmadan Sovyet planlamasının başarısızlığını kullanmaktalar. Sovyet deneyiminin başarıları ve başarısızlıkları hakkında bir tartışmaya girmeden, György Markus ile Budapeşte Okulu’ndaki meslektaşlarının kullandığı ifadeyi alıntılayacak olursak bunun “ihtiyaçlar üzerinde diktatörlüğün” bir biçimi olduğunu biliyoruz. Bu, kararların tekelini sınırlı bir teknokrat-bürokrat oligarşisine veren demokratik olmayan ve otoriter bir sistemdi. Diktatörlüğe götüren şey planlama değildi. Gitgide daha otoriter ve demokratik olmayan bir planlama sistemine yol açan, Lenin’in ölümünden sonra Sovyet Devletinde demokrasinin giderek artan sınırlandırılması ve bürokratik ve totaliter bir iktidarın kurulmasıydı. Eğer sosyalizm üretim süreçlerinin emekçiler ve genel olarak nüfus tarafından kontrolü olarak tanımlanıyorsa, Stalin ve ardıllarının yönetimindeki Sovyetler Birliği bu tanıma uymaktan çok uzaktı.

SSCB’nin başarısızlığı, verimsizliği ve keyfi karakteri bariz biçimde ortada olan bir bürokratik planlamanın sınırlarını ve çelişkilerini örnekler. Bu başarısızlık gerçekten demokratik bir planlamanın uygulanmasına karşı bir argüman olarak kullanılamaz. Planlamanın sosyalist kavranışı ekonominin radikal biçimde demokratikleştirilmesinden başka bir şey değildir: Siyasal kararları verme yetkisinin küçük bir seçkin yöneticiler grubuna ait olmaması gerektiğinden eminsek, aynı ilkeyi niçin ekonomik kararlara uygulamayalım ki? Piyasa mekanizmalarıyla planlamanınkiler arasında denge sorunu kuşkusuz karmaşık bir meseledir: Yeni toplumun ilk evrelerinde piyasalar hiç kuşkusuz hâlâ önemli bir yere sahip olacaktır ama sosyalizme doğru geçiş ilerledikçe planlama gitgide daha önemli bir hâle gelecektir.

Kullanım değeri kapitalist sistemde mübadele değerine ve kârlılığa tabi kılınmış bir araçtan – ve sıklıkla bir hileden – başka bir şey değildir (ki bu da aslında toplumumuzda niçin bu kadar çok hiçbir yarara sahip olmayan ürün olduğunu açıklar). Planlanmış bir sosyalist ekonomide mal ve hizmetlerin üretimi yalnızca kullanım değeri ölçütüne cevap verir ki bu da ekonomik, toplumsal ve ekolojik düzeyde muhteşem ölçekte sonuçlara yol açar.

Elbette, demokratik planlama, yerel restoranların, bakkalların, fırınların, küçük dükkanların, zanaat işletmelerinin veya hizmetlerin yönetimiyle değil, ana ekonomik tercihlerle ilgilidir. Aynı şekilde, planlamanın emekçilerin kendi üretim birimlerindeki özyönetimiyle çelişkili olmadığını da vurgulamak gerekir. Mesela bir binek otomobil fabrikasını bir otobüs ya da tramvay üretim birimine dönüştürme kararını vermek toplumun tamamına ait olacakken, fabrikanın örgütlenmesi ve iç işleyişi işçilerin kendileri tarafından demokratik biçimde yönetilecektir. Planlamanın “merkeziyetçi” ya da “ademi merkeziyetçi” karakteri üzerinde uzun uzadıya tartışılmıştır ama önemli olan planın, yerel, bölgesel, ulusal, kıta ölçeğinde – ve umalım ki gezegen ölçeğinde çünkü iklimsel ısınma gibi ekolojik temalar küresel olduklarından ancak bu düzeyde ele alınabilirler – tüm düzeylerde demokratik denetimidir. Bu öneri “küresel demokratik planlama” olarak adlandırılabilecektir. Böyle bir düzeyde dahi, sıklıkla “merkezi planlama” olarak betimlenen şeye karşı çıkan bir planlama söz konusudur zira ekonomik ve toplumsal kararlar herhangi bir “merkez” tarafından verilmemekte, buna karşılık ilgili topluluklar tarafından demokratik biçimde belirlenmektedir.

Özyönetimin olduğu kuruluşlarla yerel demokratik yönetimler ve daha geniş toplumsal gruplar arasında gerilimler, çelişkiler elbette olacaktır. Müzakere mekanizmaları bu tür çoğu çatışmayı çözmeye yardımcı olabilir ama son tahlilde görüşlerini dayatma hakkını uygulamak, yalnızca çoğunlukta olmaları hâlinde, en geniş ilgili gruplara aittir. Bir örnek vermek gerekirse: Özyönetimin olduğu bir fabrika zehirli atıklarını bir akarsuya boşaltmaya karar verir. Bütün bir bölge nüfusu bu kirlilik tarafından tehdit edilmektedir. O zaman bu nüfus demokratik bir tartışmanın ardından bu birimin üretiminin, atıklarının denetimi açısından tatminkâr bir çözüm bulunana kadar durdurulması gerektiğine karar verebilir. Tabii ekososyalist bir toplumda ideal olan, fabrika emekçilerinin bizzat kendilerinin, çevre açısından, yerel nüfusun sağlığı açısından tehlikeli kararlar vermekten kaçınmaya yetecek bir ekolojik bilince sahip olmalarıdır. Bununla birlikte, önceki örnekte olduğu gibi daha genel çıkarları savunmak için topluluğun karar verme gücünü teminat altına alan araçların getirilmesi, iç yönetime ilişkin sorunların fabrika, okul, mahalle, hastane veya köy düzeyinde yurttaşların buyruğuna tabi olmaması gerektiği anlamına gelmez.

Ekososyalist planlama her karar düzeyinde demokratik ve çoğulcu bir tartışma üzerine kurulmalıdır. Planlama organlarının, partiler, platformlar veya başka herhangi bir siyasi hareket hâlinde örgütlenmiş olan delegeleri seçilir ve çeşitli öneriler ilgili herkese sunulur. Başka bir deyişle, temsili demokrasi kişilere, yerel, ulusal ve sonunda uluslararası düzeyde farklı öneriler arasında doğrudan seçim yapma imkânı tanıyan doğrudan demokrasi tarafından zenginleştirilir ve iyileştirilir. O zaman, toplu taşımanın ücretsiz olmasına, toplu taşımayı sübvanse etmek için özel otomobil sahiplerinden özel bir vergi alınmasına, fosil enerjiyle rekabet edebilir hâle getirmek için güneş enerjisinin sübvanse edilmesine, üretimde bir azalmaya yol açsa bile çalışma zamanının haftada 30, 25 ya da daha az saate indirilmesine dair kararları nüfusun tamamı alacaktır.

Planlamanın demokratik karakteri onu uzmanların katılımıyla bağdaşmaz kılmaz. Çünkü uzmanların demokratik karar verme süreci sırasındaki rolü karar vermek değil ama – sıklıkla birbirinden farklı, hatta birbirinin karşıtı – argümanlar sunmaktır. Ernest Mandel’in dediği gibi: “Hükümetler, siyasi partiler, planlama şuraları, bilim insanları, teknokratlar veya her kim olursa olsun öneriler yapabilir, inisiyatifler sunabilir ve insanları etkilemeye çalışabilir… Ancak, çok partili bir sistemde, bu tür teklifler asla oy birliğiyle kabul edilmeyecektir: İnsanlar tutarlı alternatifler arasından seçim yapacaklardır. Bu nedenle, kararları bilfiil alma hakkı ve gücü üreticilerin/tüketicilerin/yurttaşların çoğunluğuna ait olmalı, başka kimseye ait olmalıdır. Bu duruşta paternalist veya despotik olan bir şey var mıdır?”[3]

Akla şu soru gelir: Kişilerin, bunun bedeli tüketim alışkanlıklarının bir bölümünü değiştirmek olsa bile, çevreyi koruyacak iyi tercihleri yapacaklarının bir garantisi var mıdır? Böyle bir garanti yoktur, sadece tüketim malları fetişizmi bir kez ortadan kaldırıldığında demokratik kararların rasyonalitesinin (ussalığının) galebe çalacağına dair makul ihtimal vardır. Halkın kötü tercihlerde bulunarak hatalar yapacağı açıktır, peki ama uzmanların kendileri de hata yapmamakta mıdır? Halkın çoğunluğu, kendi mücadeleleri, öz eğitimi ve toplumsal deneyimi sayesinde büyük bir sosyalist ve ekolojik bilinç düzeyine ulaşmadıkça, yeni bir toplumun inşasını tasavvur etmek imkânsızdır. O hâlde, çevresel ihtiyaçlarla bağdaşmayan kararlar da dâhil vahim hataların düzeltileceğini düşünmek akla uygundur. Her halükârda, alternatiflerin – acımasız piyasa, “uzmanların” ekolojik bir diktatörlüğü – bütün sınırlarıyla birlikte demokratik süreçten çok daha tehlikeli olup, olmadıkları sorusu da cevaplanmaya muhtaçtır…

Hiç kuşkusuz, planlamanın işlevsel olması için kararları uygulamaya koyacak yürütme organları ve teknik organlar gerekir. Ancak, bunların yetkileri, emekçilerin özyönetiminin demokratik yönetim sürecinde gerçekleştiği aşağıdaki düzeyler tarafından uygulanan sürekli ve demokratik denetimle sınırlandırılacaktır. Nüfusun çoğunluğunun boş zamanının tamamını özyönetimde veya katılımcı toplantılarda kullanması elbette beklenemez. Ernest Mandel’in belirttiği gibi: “Özyönetim delegeler aracılığıyla gerçekleyen temsilin ortadan kaldırılması sonucunu doğurmaz, ancak bu, kararların yurttaşlar tarafından alınmasıyla delegelerin kendi seçmenleri tarafından daha sıkı denetlenmesinin bir bileşimidir […]”[4]

Uzun ve Çelişkilerden Azade Olmayan bir Süreç

Kapitalist sistemin “yıkıcı ilerleme”sinden ekososyalizme geçiş tarihsel bir süreç, toplumun, kültürün ve zihniyetlerin devrimci ve daimî bir dönüşümüdür – ve yukarıda tanımlandığı şekliyle geniş anlamda siyaset inkâr edilemez biçimde bu sürecin merkezindedir. Bu tür bir gelişmenin toplumsal ve siyasi yapıların devrimci bir değişimi olmadan ve nüfusun büyük bir çoğunluğunun ekososyalist programa aktif desteği olmadan doğamayacağını belirtmek önemlidir. Sosyalist ve ekolojik bilincin oluşması, belirleyici etkenleri toplulukların yerel düzeyde kısmi çatışmalardan başlayarak toplumun radikal bir değişimi perspektifine doğru ilerleyen deneyimi ve ortaklaşa mücadeleleri olan bir süreçtir. Bu geçiş yalnızca yeni bir üretim tarzıyla, demokratik ve eşitlikçi bir toplumla sonuçlanmayacak, aynı zamanda, reklamlarla yapay biçimde tahrik edilen tüketim alışkanlıklarıyla ve faydasız ve/veya çevreye zararlı malların sınırsız üretimiyle paranın padişahlığının ötesinde gerçek anlamda bir ekososyalist uygarlığı da beraberinde getirecektir.

Kimi ekolojistler üretimciliğin tek alternatifinin büyümeyi tamamıyla durdurmak ya da büyümenin yerine – Fransa’da “décroissance” olarak adlandırılan-  eksi büyümeyi getirmek olduğunu düşünüyorlar. Bunu yapmak için nüfusun aşırı tüketim düzeyini şiddetli biçimde düşürmek ve enerji tüketimini yarı yarıya azaltmak için başkalarının yanı sıra özel ev sahipliğinden, merkezi ısıtmadan ve çamaşır makinesinden vazgeçmek gerekir. Bu aşırı sert kemer sıkma önlemleri ve benzerleri büyük hoşnutsuzluk yaratmaya gebe olduğundan, eksi büyümenin bazı savunucuları bir çeşit “ekolojik diktatörlük” fikriyle oynamaktadır[5]. Bu denli kötümser görüşlere karşı kimi sosyalistler kendilerini teknik ilerlemenin ve yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanılmasının sınırsız bir büyümeye ve herkesin “ihtiyaçlarına göre” nimetleneceği bir refaha imkân vereceğini düşünmeye götüren bir iyimserlik sergilemektedirler.

Bana bu iki okul – artı veya eksi – “büyümenin” ve üretici güçlerin gelişmesinin tamamen nicel bir kavrayışını paylaşıyor gibi geliyor. Bana daha uygun görünen bir üçüncü duruş olduğunu düşünüyorum: Gelişmenin gerçek anlamda nitel bir dönüşümü. Bu, kapitalizmin yol açtığı, yararsız ve/veya zararlı ürünlerin büyük ölçekte üretimi üzerine kurulu, kaynakların canavarca israfına bir son verilmesi anlamına gelir. Silahlanma endüstrisi ve aynı şekilde – programlanmış demode olmalarıyla birlikte – kapitalist sistemde imal edilen, büyük firmalara kâr yaratmaktan başka faydası olmayan bütün bu “ürünler” bunun iyi bir örneğidir.

Sorun soyut biçimde “aşırı tüketim” değil, daha ziyade başlıca karakteristikleri malların gösterişçi mülkiyeti, kitlesel israfı, takıntılı biriktirilmesi ve “moda” tarafından dayatılan sahte yeniliklerin zorlayıcı edinimi olan tüketim tipidir. Yeni bir toplum, üretimi, su, gıda, giysi, konut gibi “Eski Ahitten kalma” olarak nitelenebilecek ama sağlık, eğitim, kültür ve ulaşım gibi temel hizmetleri de kapsayan otantik ihtiyaçlara yöneltecektir.

Bu ihtiyaçların karşılanmaktan uzak olduğu ülkelerin, yani güney yarımküre ülkelerinin, demiryollarının, hastanelerin, kanalizasyon ve başka altyapıların inşası bakımından sanayileşmiş ülkelerden çok daha fazla “kendilerini kalkındırması” gerekeceği açıktır ama bunun yenilenebilir, dolayısıyla çevreye zararlı olmayan enerjilere dayalı bir üretim sistemiyle bağdaşır olması gerekecektir. Bu ülkeler şimdiden açlıktan mustarip olan nüfusları için büyük miktarda gıda üretmeye ihtiyaç duyacaklardır ancak burada – Via Campesina ağıyla uluslararası düzeyde örgütlenmiş olan köylü hareketlerinin yıllardır savunduğu gibi – ilkesi yoğun pestisit, kimyasal ve GDO kullanımı olan kapitalist tarım işletmeciliğinin (agrobusiness) yıkıcı ve anti-sosyal yöntemleriyle değil, aile birimlerinde, kooperatiflerde veya kolektif çiftliklerde örgütlenmiş köylü biyolojik tarımı aracılığıyla çok daha kolay ulaşılacak bir hedef söz konusudur.

Günümüzün iğrenç borç ve Güneyin kaynaklarının kapitalist sanayileşmiş ülkeler tarafından emperyalist sömürüsü sistemi yerini Kuzeyden Güneye doğru bir teknik ve ekonomik destek dalgasına bırakacaktır. Bazı bağnaz ve sofu çevrecilerin inanıyor göründüklerinin aksine, Avrupa ve Kuzey Amerika nüfuslarının yaşam düzeylerini mutlak anlamda düşürmeye hiç gerek olmayacaktır. Bu nüfusların yalnızca hiçbir gerçek ihtiyacı karşılamayan ve takıntılı tüketimi kapitalist sistem tarafından desteklenen yararsız ürünlerden kurtulmaları gerekecektir. Bir yandan tüketimlerini azaltırken, yaşam düzeyi kavrayışını aslında daha zengin bir hayat tarzına yer açmak üzere yeniden tanımlayacaklardır.

Otantik ihtiyaçları yapay, sahte veya taklit ihtiyaçlardan nasıl ayırt etmek gerekir? İhtiyaçlar üzerindeki etkisini zihinsel yönlendirme aracılığıyla icra eden reklam endüstrisi modern kapitalist toplumların insan hayatının bütün alanlarına nüfuz etmiş durumdadır. Sadece yiyecekler, giyecekler değil, aynı zamanda spordan kültüre, dinden siyasete çeşitli alanlarda her şey onun kurallarına göre biçimlendirilmektedir. Reklam, sinsi, sürekli ve saldırgan bir tarzda sokaklarımızı, posta kutularımızı, televizyon ekranlarımızı, gazetelerimizi ve manzaralarımızı istila etmiştir. Bu sektör gösterişçi ve takıntılı tüketim alışkanlıklarına doğrudan katkıda bulunmaktadır. Üstelik, olağanüstü bir petrol, elektrik, emek zamanı, kâğıt ve birçok hammaddenin yanı sıra kimyasal madde israfına yol açmakta ve bunların hepsi tüketiciler tarafından ödenmektedir. Yalnızca insani açıdan yararsız olmakla kalmayıp, aynı zamanda gerçek toplumsal ihtiyaçlarla çelişkili bir “üretim” dalı söz konusudur. Reklam bir kapitalist piyasa ekonomisinde vazgeçilmez bir boyut olduğu hâlde, sosyalizme geçiş hâlindeki bir toplumda kendisine yer bulmayacaktır. Onu yerini tüketici dernekleri tarafından sağlanan ürün ve hizmet bilgileri alacaktır. Otantik bir ihtiyacı yapay bir ihtiyaçtan ayırmanın ölçütü, reklamın ortadan kaldırılmasından sonraki kalıcılığı olacaktır. Eski tüketim alışkanlıklarının belli bir süre boyunca devam edeceği açıktır çünkü insanlara neye ihtiyaçları olduğunu söylemeye kimsenin hakkı yoktur. Tüketim modellerinin değişmesi tarihsel bir süreç ve eğitimsel bir meydan okumadır.

Özel otomobil gibi kimi ürünler daha karmaşık sorunlar çıkarır. Özel otomobiller kamusal açıdan zararlıdır. Gezegen ölçeğinde her yıl yüzbinlerce kişiyi öldürmekte ya da sakat bırakmaktadırlar. Çocuk ve yaşlı sağlığı üzerinde zararlı sonuçlarıyla birlikte büyük kentlerin havasını kirletmekte ve iklimsel değişmeye önemli ölçüde katkıda bulunmaktadırlar. Öte yandan, binek otomobil kapitalizmin cari koşullarında gerçek ihtiyaçlara cevap vermektedir. Yetkililerin çevre kaygısına sahip olduğu Avrupa şehirlerinde, nüfusun çoğunluğu tarafından onaylanan yerel deneyimler, özel otomobilin yerini otobüsler ve tramvaylar lehine kademeli olarak sınırlamanın mümkün olduğunu göstermektedir. Bir ekososyalizme geçiş sürecinde toplu ulaşım – yer üstünde olduğu gibi yer altında da – geniş ölçüde yaygın ve ücretsiz olacak, yollar ise yayalar ve bisikletçiler için korunacaktır. Dolayısıyla özel otomobil, ısrarlı ve saldırgan reklamlarla tanıtılan fetiş bir ürün hâline geldiği burjuva toplumundakinden çok daha az önemli bir rol oynayacaktır. Otomobil bir prestij sembolü, bir kimlik göstergesidir (sürücü belgesi Birleşik Devletlerde kimlik belgesi olarak kabul edilmektedir). Kişisel, toplumsal ve erotik hayatın merkezindedir. Yeni bir topluma bu geçişte, metaların – trajik kazaların ve aşırı yüksek kirliliğin sorumlusu – karayoluyla taşınmasını sert biçimde azaltmak ve onun yerine demiryolu veya demiryolu-karayolu melez taşımacılığını getirmek çok daha kolay olacaktır: Kamyon taşımacılığının şu andaki gelişmesini yalnızca kapitalist “rekabetçiliğin” saçma mantığı açıklar.

Bu önerilere kötümserler şu cevabı verecektir: Evet ama bireyler denetlenmesi, çözümlenmesi, baskılanması hatta gerekirse bastırılması gereken sonsuz özlem ve arzularla güdülenmiştir. O zaman demokrasi bazı kısıtlamalara tabi olabilecektir. Oysa ekososyalizm Marx’ın da zamanında savunduğu makul bir hipotez üzerine kuruludur: Kapitalist olmayan bir toplumda, “olma”nın “sahip olma”ya baskın çıkması, yani serbest zamanın sayısız nesneye sahip olma arzusu üzerindeki önceliği: Gerçek anlamda kültürel, sportif, bilimsel, erotik, sanatsal ve siyasi faaliyetler yoluyla kişisel gerçekleşme.

Meta fetişizmi kapitalist sisteme özgü ideoloji ve reklam aracılığıyla takıntılı satın almaya teşvik eder. Bunun “insanın ebedi doğası”nın bir parçası olduğuna dair hiçbir kanıt yoktur. Ernest Mandel bunu vurguluyordu: “Gitgide artan sayıda (‘marjinal faydası’ düşmekte olan) malın sürekli biriktirilmesi hiçbir şekilde insan davranışının evrensel veya daimî bir özelliği değildir. Temel ihtiyaçlar bir kez karşılandığında, ana motivasyonlar evrilir: Kişisel tatmin sağlayan yeteneklerin ve yatkınlıkların geliştirilmesi, sağlığın ve yaşamın muhafazası, çocukların korunması, zenginleştirici toplumsal ilişkilerin geliştirilmesi…”[6].

Yukarıda bahsettiğimiz gibi bu, özellikle geçiş dönemi boyunca, çevrenin korunması gereksinimleri ile toplumsal ihtiyaçlar arasında, ekoloji konusundaki yükümlülükler ile özellikle yoksul ülkelerde temel altyapıları geliştirme gereği arasında, popüler tüketim alışkanlıkları ile kaynakların yetersizliği arasında çatışmaların hiç olmayacağı anlamına gelmez. Sınıfsız bir toplum çelişkisiz, çatışmasız bir toplum değildir. Çelişkiler ve çatışmalar kaçınılmazdır: Bunları, toplumun kendisini kararları almaya götüren açık ve katılımcı tartışmalar sayesinde, sermayenin ve kârın kısıtlarından kurtulmuş bir ekososyalist perspektifte çözmek demokratik planlamanın görevi olacaktır. Ortak ve katılımcı böyle bir demokrasi, hata yapmaktan kaçınmanın olmasa da bu hataların sosyal topluluğun kendisi tarafından düzeltilmesinin tek yoludur.

Yeşil bir sosyalizmi veya bazılarının kelimeleriyle bir güneş komünizmini hayal etmek ve bu hayal için mücadele etmek, somut ve acil reformları uygulamak için çaba göstermediğimiz anlamına gelmez. “Temiz bir kapitalizm” üzerine yanılsamalara kapılmamak gerekse de, yine de zaman kazanmaya çalışmalı ve kamu yetkililerine birkaç temel değişikliği dayatmalıyız: Genetiği değiştirilmiş organizmalar üzerinde genel bir moratoryum, sera gazı emisyonlarında sert bir azaltma, endüstriyel balıkçılığın ve endüstriyel tarım üretiminde pestisitlerin kimyasal madde olarak kullanılmasının katı bir biçimde düzenlenmesi, toplu taşımacılığın önemli oranda geliştirilmesi, kamyonların yerini kademeli olarak trenlerin alması.

Bu acil ekolojik-toplumsal talepler, “rekabetçiliğin” gereklerine adapte edilmemeleri koşuluyla bir radikalleşme sürecine yol açabilir. Marksistlerin bir “geçiş programı” olarak adlandırdıkları programın mantığına göre her küçük zafer, her kısmi ilerleme hemen daha önemli bir talebe, daha radikal bir hedefe yol açar. Somut sorunlar etrafındaki bu mücadeleler, yalnızca kısmi zaferler kendi başlarına faydalı olduklarından değil, aynı zamanda bunlar ekolojik ve sosyalist bir bilinç kazanılmasına katkıda bulundukları için önemlidir. Üstelik bu zaferler aşağıdan faaliyeti ve öz örgütlenmeyi teşvik eder: Bunlar, dünyanın radikal, yani devrimci bir dönüşümüne ulaşmak için gerekli ve belirleyici iki ön koşuldur.

Radikal, sosyalist ve ekolojik bir programa bağlı güçler, Antonio Gramsci’nin anladığı anlamda hegemonyasını kurmadıkça radikal dönüşüm olmayacaktır. Bir bakıma, zaman bizim müttefikimizdir çünkü – iklim değişikliği gibi –  gitgide yaklaşan tehditlerle durumu daha da ağırlaşan çevre sorunlarını çözme yeteneğine sahip yegâne değişiklik için çalışıyoruz. Ama diğer yandan da zamanımız daralmaktadır ve birkaç sene içinde – kimse kaç yıl olduğunu söyleyememektedir – verilen zararlar geri döndürülemez hâle gelebilecektir. İyimserlik için bir sebep yoktur: Sistemin başında bulunan şu andaki seçkinlerin gücü muazzamdır, radikal muhalefet güçleri ise hâlâ mütevazıdır. Yine de bu güçler kapitalizmin “yıkıcı ilerlemesine” bir fren koymak için sahip olduğumuz tek umuttur.

Çeviri: Osman S. Binatlı

Orijinal kaynak için bakınız.

Yazar hakkında

Michaël Löwy Brezilya kökenli bir Fransız filozof ve sosyolog olup, CNRS’te onursal araştırma direktörüdür. Ekososyalizm kuramcısı ve yakın tarihli Devrim İmdat Frenidir: Walter Benjamin Üzerine Denemelerbaşlıklı kitabın yazarıdır.La révolution est le frein d’urgence : Essais sur Walter Benjamin, Éd. de l’Éclat, coll. « Philosophie imaginaire », 2019.


[1]N. Klein, Plan B pour la planète : le New Deal vert, Paris, Actes sud, 2019, p. 117. [Naomi Klein, On Fire: The Burning Case for a Green New Deal (Random House, 2019), pp. 95, 98.]

[2]K. Marx, Das Kapital, Cilt 3, Berlin : Dietz Verlag, 1968, p. 828 ve Cilt 1, p. 92.

[3]E. Mandel, Power and money, Verso, Londres, 1991, p. 209. [İktidar ve Para, Yazın Yayıncılık, çeviri Bülent Tanatar, İstanbul, Mart 1996, s. 274]

[4]E. Mandel, Power and money, op. cit., p. 204.[İktidar ve Para, Yazın Yayıncılık, İstanbul]

[5]Alman filozof Hans Jonas (Le principe responsabilité, Éd. du Cerf, 1979) doğayı kurtarmak için « hayırsever bir tiranlıktan » bahsetmekteydi ; Finlandiyalı eko-faşist Pentti Linkola (Voisiko elämä voittaa. Helsinki, Tammi, 2004) ise her türlü ekonomik büyümeyi engelleme yeteneğinde bir diktatörlük taraftarıydı.

[6]E. Mandel, Power and money, op. cit., p. 206.[İktidar ve Para, Yazın Yayıncılık, İstanbul, s. 269]