Black Mirror’ın üçüncü sezonunun ilk bölümü olan Nosedive, bize Facebook, Instagram, Foursquare karışımı bir sosyal medya uygulamasıyla herkesin birbirine puan verdiği bir dünyayı anlatır. Bu puan verme işlemi sadece birileri bir şey paylaştığında değil, gerçek yaşamdaki her karşılaşmada yapılması zorunlu bir ritüel haline gelmiştir ve herkes yüksek puan almak için birbirine yapmacık lütuflarda bulunmaktadır.
Bütün zamanlarını birbirlerinin hesaplarında iz sürmekle (stalk) geçiren insanlar, itinayla kurguladıkları sanal kişiliklerine birebir uygun kurgusal hayatlar yaşarlar. Bu öyle bir düzenleme halini almıştır ki, insanların işledikleri küçük suçlar nedeniyle puanları düşer, ev satarken, araba kiralarken herkes bu puanlarına göre değerlendirilir ve puanı 1’in altına düşenler ise hapse atılır. Puanlama sistemi, herkesi belli başlı davranış kurallarında eşitler, yaşam bir zorunluluklar bütünü olarak deneyimlenir.
Twitter’da “tartışmak”
Ne zaman Twitter’da bir tartışma gündem haline gelse aklıma dizinin bu bölümü gelir. Yaşanan her şey birebir dizinin kurgusuna uymasa da, genel tartışma havası bu puanlama sistemine benziyor. Herhangi bir konuda başlayan tartışma, önce politik ve teorik olarak bilinen argümanların sıralanmasıyla, ardından ise bu argümanların bir kenara bırakılıp kişiliklerin hedef alınmasıyla sürüyor.
Taraflar birbirlerinin puanlarını düşürüyor bir bakıma. Ancak bu azar azar bir puan düşürme işleminden çok, karşı tarafın puanını bir anda 1’in altına indirip, çevresindeki herkesten bu kişinin aforoz edilmesini istemekle devam ediyor. Bu da yetmiyor, ilgili kişiyi takip edenler de aynı torbaya atılıyor, takip etme eylemi bir kefillik gibi kodlanıyor. Bazı örneklerde ilgili kişinin tweetlerini beğenenler, tek tek stalk’lanıp engelleniyor. Herkes bu tartışmanın bir yerinde konumlanmak zorunda bırakılıyor. Buradan da karşılıklı olarak puanlar dağıtılıyor.
Örneğin, genç bir akademisyenin makalesinde beklenen düzeyde referans kullanmamasının alaycı bir şekilde eleştirilmesi, bu konu üzerine başlayan atışmaların ardından, genç akademisyenin hayatının toptan değersizleştirilmesine, bu kişinin bütün akademik olumsuzlukların simgesi haline getirilmesine varıyor. Genç akademisyenin kişiliği git gide gözden düşerken, bunu ortaya çıkartan profesör akademik duvarın gece bekçisi olarak puanları topluyor. Herkes herkesin foyasını meydana çıkartmaya çalışıyor, Twitter alemi ve doğal olarak gerçek hayat, büyük bir sahtekârlar toplamı olarak tahayyül ediliyor.
Yankı odalarına hapsolmak
Böylece, sosyal medyada teşkil edilen yankı odaları, çok daha sabit ve kapalı bir hale geliyor. Spesifik bir tartışma üzerinden kurulan yankı odaları, bu gruba dahil olmuş kişilerin diğer başlıklarda gruptan farklı bir şey düşünmesinin ve söylemesinin de önüne geçiyor. Mark Fisher’ın Vampirler Şatosu’ndan Kaçmak başlıklı yazısında belirttiği gibi “Vampirler Şatosu’nu bir arada tutan, dayanışma değil, karşılıklı korkudur – aforoz edilme, ifşa edilme ve kınanma sırasının kendilerine geldiği korkusu…”
Bu bir bakıma kolaylık da sağlıyor. Tartışılan konu hakkında ciddi okumalar yapmak, meselenin birkaç tarafına birden kulak vermek, bunun üzerine düşünmek emek isterken, basit bir destek mesajıyla ya da retweetle, çetrefilli bir konunun tarafı olunabiliyor. Sanal benlik zahmetsiz bir şekilde bir kimlik halesiyle, bir düşünce setiyle güçlendirilebiliyor.
Her gün karanlığını biraz daha artıran bir iktidarın saldırısı altında, yan yana durmamızı sağlayacak büyük aynılıklarımız ortada dururken, odaklanılan, öne çıkartılan ve emek harcanan küçük farklılıklarımız oluyor. Yine Mark Fisher’a kulak verecek olursak: “Vampirler Şatosu, herkesin kimlikçi sınıflandırmalardan kurtulduğu bir dünyanın peşinde koşacağına, insanları kimlik kamplarına tıkmaya çalışıyor – insanların, ilelebet egemen gücün terimleri üzerinden tanımlandıkları; aşırı bir özfarkındalıkla sakatlandıkları ve aynı kimlik grubuna ait olmadığımız sürece birbirimizi anlayamayacağımız konusunda direten bir tekbencilik mantığıyla yalnızlaştırıldıkları kamplar”.
Like ekonomisi
Bu tablonun oluşmasında Fisher’ın sözünü ettiği politik yenilgi ortamının payı çok büyük. Bunun yanında Twitter’ın teknik yapısının da bunu beslediğini söyleyebiliriz. 280 karakter sınırıyla etraflı bir tartışmanın gerçekleştirilmesinin zorluğu bir yana, böylesi uzun ve sıkıcı mesajlar paylaşmanın bir “getirisi” de yok. Bu mecralarda öne çıkabilmenin yolu, güçlü argümanları sıralamak değil iyi “laf çakmak”, karşı tarafı “tokatlamak”, “lafı gediğine koymak”. Bu nedenle hakkında yüzlerce kitap yazılmış bir konunun tartışması ancak laf oyunlarıyla, konudan uzaklaşıp karşı tarafın toptan değersizleştirilmesiyle yürüyebiliyor.
Bunun yanında, Twitter’da yaratılan bir tartışmanın ya da ortaya atılan bir eleştirinin özgül değerini, içerdiklerinin ağırlığı, gerçeğe yakınlığı, mantığa uygunluğu değil, aldığı retweet/beğeni sayısı belirliyor. Örneğin, bir kitabın çevirisi üzerine yapılan bir tartışmada, kimin ne dediği, çeviride ne kadar usta olduğu, dediklerinin karşılığının olup olmadığı, aldığı etkileşimden daha önemsiz hale geliyor. Bütün bunların sonucu olarak da, bir Twitter kullanıcısı, belli bir zaman içerisinde, bütüncül ve tutarlı eleştiri geliştirmek yerine, tek tek olaylardan çıkmış, reaksiyoner ve kendisinden önce ve sonra geleni güçlendirmeyen gündelik atışmaların üreticisi konumunda kalıyor.
Fisher’ın dediği gibi “maksat, insanları, halihazırda zaten var olan eşdeğerlik zincirlerine hapsetmek değil, her tür eklemlenmeyi geçici ve yapay görmekti. Her zaman yeni eklemlenmeler meydana gelebilir. Hiç kimse özü itibariyle şu ya da bu değildir”. İnsanların eşdeğerlik zincirlerine hapsolduğu yankı odaları, bu yan yana durma halinden tutarlı ve bütüncül bir eleştiri çıkartamıyor. Tam aksine, bunu önleyen, birilerine karşı olmak üzerinden kurulan konforlu alanlar yaratıyor. Black Mirror’daki gibi genel bir sistem olmadığından (neyse ki), günün sonunda elimizde, herkesin -birileri için- puanının 1’in altına düştüğü bir ortam kalıyor.
Başka bir sosyal medya
Peki Twitter’ın hiç mi olumlu bir işlevi yok? Tabii ki var. Bu mecra sayesinde, belki de hiç öğrenemeyeceğimiz, yüzlerce taciz vakası ifşa oldu. İş cinayetleri, hak gaspları ortaya çıktı. Hayvanlara yönelik zulüm görünür oldu. Örnekleri çoğaltabiliriz. Ancak yukarıda aktardığımız tablo, sosyal medyanın böylesi etkili kullanımını da riske atan, bu mecrada kullanılan yöntemlerin gücünü azaltan bir tehlike barındırıyor.
Bu tablonun içerisinde hepimiz varız. Bunu eleştirmek kişiyi genel işleyişin dışında bırakmıyor. Ama başka bir iletişimi, başka bir tartışma tarzını, başka bir sosyal medya ortamını yaratacak olanlar da yine biziz. Bu politik bir görev aynı zamanda. Diğer politik görevlerimizin yanında bunu başarmak o kadar da zor görünmüyor. Ancak siyaset gerçek hayatta kurulduğu için, bunu başarmanın yolu da gerçek hayatta verilecek mücadeleden, burada kurulacak verimli tartışma alanlarından geçiyor.
Fisher’ın sözleriyle bitirelim: “dışlanma ve aforoz edilme korkusu yaşamadan fikir ayrılığına düşebileceğimiz koşulları yaratmalıyız”.
Kaynak: Gazete Pencere