İmdat Freni

Marksizm ve Hayvan Özgürleşmesi üzerine 18 Tez

Ocak 2017 yılında ilk olarak Almanca yayımlanmış olan Marksizm ve Hayvan Özgürleşmesi üzerine 18 Tez metni Gizem Haspolat ve Doğukan Dere tarafından Türkçeye tercüme edildi ve yayımlandı. Bu metin 2014 yılından itibaren İsviçre ve Almanya’dan hayvan kurtuluşu aktivistlerinin bir araya gelerek yürüttüğü tartışmaların bir sonucu olarak ortaya çıktı. İmdat Freni olarak önem verdiğimiz bir tartışmanın ve mücadelenin mühim metinlerinden biri olan bu 18 Tez’e çevirmenlerin kaleme aldığı önsözü ve tezlerden kimi bölümleri aşağıda aktarıyoruz. Konuyla ilgileneceğini düşündüğümüz okurlarımızı da metnin bütününü orijinal kaynağı olan http://www.marksizmvehayvanozgurlesmesi.com adresinden okumaya davet ediyoruz. 

İmdat Freni

Çeviri Önsözü:

“Tüm mahlukat mülkiyete dönüştürülmüş, sudaki balıklar, havadaki kuşlar, yerdeki bitkiler… – mahlukat da özgürleşmek zorunda.” – Thomas Müntzer, 1524

 Karl Marx’ın mülkiyet ilişkileri sonucu doğanın hor görülüşüne dair tartışmasında Müntzer’den alıntıladığı bu söz günümüzde geçerliliğini koruyor; insanlar, diğer hayvanlar, bitkiler, canlı ya da cansız birçok varlık metalaştırılmaya, mülke, kapitalist anlamda ‘değer’e dönüştürülmeye devam ediyor. Sınıfsız bir dünya amacını temel alan Marksizm ve insan dışı hayvanların ve doğanın üzerindeki tahakkümün ortadan kaldırılmasını esas alan hayvan özgürleşmesi Müntzer’in bahsettiği özgürleşme ‘zorunluluğunun’ takipçisi hareketler olarak düşünülebilir.

Büdnis für Marxismus und Tierbefreiung (Marksizm ve Hayvan Özgürleşmesi Birliği) tarafından kaleme alınan Marksizm ve Hayvan Özgürleşmesi Üzerine 18 Tez, bu iki akımın ana sorunları (hayvan sömürüsü/tahakkümü/türcülük ve sınıflı toplum) arasındaki güçlü ilişkiyi ortaya koyuyor. Bu iki mücadelenin kendi ereklerini gerçekleştirmek için birbirlerini içermek zorunda olduklarını iddia ediyor. Bu iddia iki ayaklı bir temel üzerine inşa ediliyor. İlk olarak, insan – (insan dışı) hayvanlar – (insan dışı) doğa arasındaki ilişkinin ancak diyalektik materyalist yöntemle doğru bir şekilde kavranabileceği ve dönüştürülebileceğine, bu açıdan hayvan özgürleşmesi hareketi ile Marksizm arasında kurulacak bağın elzemliğine vurgu yapılıyor. Metnin ikinci temel unsuru ise Marksist mücadelenin (insan dışı) türlerin sömürüsü, ezilme ve aşağılanması, imhası ile de karşıtlık içinde olması gereğini ortaya koyuyor; üretim ilişkilerinde sürdürülebilir ve türler arası adalete yaslanan bir sosyalist dönüşümün yalnız mümkün değil, aynı zamanda gerekli olduğunu savunuyor. Bu iki mücadele arasındaki ilişkiselliğin, iç içeliğin, karşılıklı gereklilik kadar önemli bir başka unsuru da ortak düşman: İnsanları ve insan dışı varlıkları sömüren, bu sömürüyü örgütleyen yönetici sınıf. Metin bu temel savlar üzerinden Marksizm ve hayvan özgürlüğü üzerine salt bir analiz olmanın ötesine geçerek ortak mücadele hattına çağrıda bulunan bir manifesto ortaya koyuyor.

Sunulan 18 Tez aynı zamanda akademi içinde ve dışında giderek popüler hale gelen ‘hayvan sorusu’na dair de önemli tartışma alanları açıyor. Bunlardan biri, hem eleştirel teoride hem de hayvan çalışmaları alanında insan dışı hayvanların idealist terimlerle ele alınışına dair. Hayvan sorusunu materyalist bir yaklaşımla ele almak, endüstriyel hayvan kompleksini bu sorunun çekirdeğine yerleştirmek, hayvanların hem kültürel hem maddi olarak şeyleştirilmeleri, metalaştırılmaları veya hayvanın sermayeyle denkliği üzerine tartışmak bu metinde de vurgulandığı üzere elzem bir halde. Bu, hayvanların imge düzleminde, ideolojik veya duygulanımsal olarak denk düştükleri anlamları veya insan ve insan dışı hayvanlar arasında kurulan hiyerarşilerin söylemsel temellerini analiz etmek yerine, türcülüğün maddi dayanaklarını, teknolojilerini ve bunları ayakta tutan ekonomik örgütlenmeleri tartışmak; hayvan ve sermayeyi birbirleri ile ilişkili olarak analiz etmek demek aynı zamanda. Okuyacağınız metin, böylesi bir analize çağrıda bulunarak, yalnızca Marksizm ve hayvan özgürleşmesini bir araya getirme yönünde bir adım atmakla kalmıyor, aynı zamanda genelde akademinin ve özelde eleştirel teorinin hayvanlar ile angajmanına dair de sorular ortaya atıyor.

 Bütün bu tartışmaların yanında, pandemi günlerinde çevirdiğimiz bu metin, küresel ve yerel olanın hayvanlarla kurulan mahremiyet, samimiyetle ilişkili olarak yeniden konumlandırıldığı, hayvanların şeyleştirilme süreçlerinin ve türler arası sınır inşalarının ivmelendiği günümüzü değerlendirmek için bir başlangıç noktası da olabilir. 

Bugün Türkiye’de, dünya genelinde de olduğu gibi, Marksist mücadele ile hayvan özgürleşmesi hareketleri birbirleri ile fazla temas ve diyalog halinde olmadan, ayrı hatlarda sürüyor. Çevirdiğimiz bu metin, bu hatların iç içeliğine dair kuramsal ve pratik argümanlar ortaya atarak söz konusu hareketler arasında kurulacak ilişkilere bir temel oluşturmayı hedefliyor. Mevcut eşitsizlikler, sömürüler, ezme/ezilme ilişkileri arasında görünmez kılınmış olan kesişimlere, örtüşmelere ve bağlara vurgu yapan bu manifesto aynı zamanda bütün bunların ortadan kaldırıldığı, insanın, hayvanın, yeryüzünün özgür olduğu bir dünya için ortak bir mücadeleye çağırıyor. Bu çevirinin Türkiye’de bu ortaklaşmaya dair imkân yaratacak türden tartışmalara alan açmasını, bolca okuma, tartışma ve eylemenin hareket noktası olmasını umuyoruz. 

Her zaman dirayetiyle, her alanda tahakküm karşıtı mücadelesiyle ilham olmuş Burak Özgüner’in kıymetli anısına…

İlk bakışta Marksizm ve hayvan özgürleşmesi pek ortaklığı olmayan iki şey gibi görünür. Ne Marksizm özel bir hayvan sevgisi ile meşhurdur ne de hayvanseverler işçi sınıfının özgürleşmesi ve sosyalist bir toplum inşasına verdikleri katkıyla. 

Aksine klasik Marksizm ağırlıklı olarak otonomist-anarşist görüşe sahip hayvan hakları aktivistlerine pek az cazip gelir; fazlasıyla basitleştirilmiş bir kuram ve sosyalist rejimlerin çöküşü ile köhneleşmiş, otoritaryen bir ideoloji olarak görülür. Her ne kadar kapitalizm eleştirisi ve emek mücadelesinin lügatı (‘yoldaş,’ ‘sınıf’) radikal solda yeniden popülerlik kazanıyor olsa da geleneksel Marksistlerin mücadele içinde nasıl konumlandırılacağı belirsizdir. Marksistler çoğunlukla hayvanlardan açıkça nefret eden ve yalnızca ekonomiden konuşan ve ızgara sosislerinden vazgeçmek istemeyen, incelikten yoksun küçük burjuvalardan ayrıştırılamaz insanlar olarak görülürler.

Marksistlere gelince onlar da hayvan özgürleşmesi aktivistlerini pek takdir etmezler. Birçok yoldaş hem hayvanların hem insanların sömürüden ve baskıdan özgürleştiği bir toplumu düşünürken soğuk terler döker; zira bu etten ve peynirden vazgeçmeleri anlamına gelir. Dahası Friedrich Engels insan medeniyeti tarihinde et tüketiminin önemini anlamayan ve en iyi ihtimalle ütopyacı sosyalistler olan “Herren Vegetarianer” ile çoktan dalga geçmiştir bile. 

Buna rağmen biz bu karşıtlığı reddediyor, Karl Marx ve Friedrich Engels tarafından geliştirilmiş tarihsel materyalist analiz, toplumsal eleştiri ve buna mukabil olan siyaset ile, hayvanları toplum tarafından üretilen acılardan özgürleştirme çağrısının, birbirine muhakkak bağlı olduklarına inanıyoruz. Bir yandan hayvan özgürleşmesi talepleri, hayvanların sömürüsünün gerçekleştiği tarihsel olarak belirli koşulları ve onun sonlandırılması için gerekli toplumsal değişiklikleri analiz etmedikçe, ahlakçı talepler olarak kalıyor. Diğer yandan da yönetici sınıfın kâr elde etmek için yalnızca sınıf mücadelesinde ezilen sınıfları değil aynı zamanda hayvanları (ve doğayı) sömürdüğünü dikkate almayan her Marksist toplum eleştirisi de yetersiz kalmaya mahkûm.

Çağdaş kapitalist toplum, hayvanları yalnızca değerin maddi taşıyıcıları, üretim araçları, emek araçları ve elde edilme sürecine herhangi bir insan emeği kullanımı dahil olmadıkça doğa tarafından “bedavaya” sunulan üretim nesneleri olarak görür. 

Et endüstrisinin yöneticileri, hayvan sömürüsü kompleksinin tam kalbinde yer alan bu endüstriden, hayvanları öldürerek milyarlarca dolar kazanıyorlar. Yalnızca Almanya’da yılda 60 milyondan fazla domuz, 3.5 milyondan fazla inek ve 700 milyondan fazla tavuk, ördek ve kaz öldürülerek bu endüstriden yıllık 40 milyar Euro’yu bulan rekor bir ciro elde ediliyor. İsviçre’de bile satış hacmi 10 milyar İsviçre Frangı seviyesini buluyor [1]. Hayvanlar sirklerde ve hayvanat bahçelerinde, azap verici ve aptallaştırıcı şov hareketlerini gerçekleştirmeleri için ekseriyetle berbat koşullarda tutuluyorlar. Avlarda ise çoğunluğu zengin avcılar tarafından, sırf eğlencesine öldürülüyorlar. Deneylerde araştırma ve emek nesneleri olarak işlev görürlerken evcil hayvan endüstrisi ise onları iradeleri dışında, kaldırabileceklerinden fazla üremeye mecbur bırakıyor ve oyuncak olarak satıyor. Bu koşullar korkunç ve acımasız; bunlara tanık olan ve çevresiyle tamamen yabancılaşmış bir ilişkisi olmayan herhangi biri, acı [2] içinde gördüğü bu duyarlı varlıklarla en azından bir seviyede empati kurar.

Bunların bir sonucu olarak, hayvan sömürüsünü sona erdirmeye yönelik irade genellikle hayvanların kitlesel ölçekte imhası ya da ideolojik aşağılanmaları karşısında dehşete düşmekle başlar. Böyle bir irade aynı zamanda sömürüyü anlamak ve onu ortadan kaldırmak arayışındaki bir dayanışma dürtüsüyle de başlayabilir. Acı çeken hayvanlarla kurulan empati, sonrasında hayvanlarla insanlar arasındaki ilişki üzerine teorik düşüncelere yol açar ve hayvanların özgürlüğü mücadelesinde aktif hale gelme dürtüsünü ateşler. Lakin bu dürtü pratikte kendisini nasıl açığa vurur? Şimdi, mevcut hayvan özgürlüğü hareketinin kuramına ve pratiğine bakalım.

Kısaca ve bir ölçüde basitleştirerek ifade etmek gerekirse, Almanca konuşan dünyadaki çağdaş hayvan hakları ve hayvan özgürlük hareketlerine, Marksist filozof Marco Maurizi’nin tanımlamasıyla, “metafizik türcülük karşıtlığı” egemen. Bu hat üç düşünce okulundan oluşuyor:

–    Burjuva Ahlak Felsefesi: Peter Singer, Richard Ryder, Tom Regan, Hilal Sezgin ve diğerlerinin geleneği.

–    Liberal Yasal Eleştiricilik: en önde gelen figürü uzun süre boyunca Gary Francione idi. Will Kymlicka, Sue Donaldson gibi yazarlar da yakın zamanda ona katıldılar.

–    Sosyal Liberal Post-Yapısalcı Anti-Otoritaryanizm: Carol J. Adams, Donna Harraway, Birgit Mütherich, Jacques Derrida ve diğerlerinin düşünceleri üzerine temellenir.

Türcülük karşıtı burjuva ahlak felsefesi, hayvan hakları ve hayvan refahı için siyasal talepler ortaya koyan, tüketicileri, devletleri ve özel kuruluşları imzalar, kampanyalar, lobi çalışmalar ve bilirkişi danışmanlığı hizmetleri yoluyla etkilemeye çalışan örgütler ve inisiyatiflerde hakim halde (örneğin PETA).

Liberal Yasal Eleştiriciler ise ahlak felsefecileri ile anti-otoriterler arasında teorik ve politik bir köprü oluşturuyor; bu iki yaklaşımı algılayış biçimlerine ve bunlara aşinalıklarına bağlı olarak bir tarafa ya da öteki tarafa doğru eğilim gösterebiliyorlar. Bu durum hayvan refahı, hayvan hakları ve hayvan özgürlüğü hareketlerinde, hayvan haklarının mücadele edilmesi gereken bir hedef olduğuna dair genel uzlaşıyı da bir raddeye kadar açıklıyor.

Sosyal Liberal, Türcülük Karşıtı Post-Yapısalcı Anti-Otoritaryanizmin siyasal tezahürü ise otonomculuk ve anarşizmden ilham alan parlemento-ötesi sol biçimindedir. Bu minvaldeki otonomcu türcülük karşıtlığı, hayvan hakları ve hayvan özgürlüğü hareketinin abolisyonist kanadının çekirdeğini temsil eder.

Hayvanlar, kapitalizme özgü toplumsal ilişkiler içinde doğrudan aktif bireyler olarak yer almazlar ; piyasada -kendi emekleri dahil- bir şey satmaz yahut satın almazlar. Üretim süreçlerinde emek harcadıklarında, bunun karşılığında ücret almazlar. Dolayısıyla, hayvanlar artı değer üretmezler ve işçi sınıfının parçası değillerdir. Sömürüleri, Marx’ın doğanın sömürüsü diye tabir ettiği ilişkiye tekabül eder: Burjuva mülkiyet hakları ve ekonomik güç sayesinde, kapitalistler doğayla ve hayvanlarla kurdukları yıkıcı/ölümcül ilişkiden kar elde ederler. Bu, emek değer teorisindeki anlamıyla sömürü değildir. Öte yandan Marx, sömürü kavramını sadece artı değer üretimi ile sınırlandırmaz. Ve kesinlikle, artı değer üretmedikleri için kölelerin sömürülmediği gibi bir sonuca varmaz.

Hayvanlara, örgütlü bir şekilde direniş sergileyemedikleri için, tıpkı diğer doğal maddeler gibi, bedava üretim araçları yani emek araçları (hayvanlar yumurta, süt, et, vb. şeylerin üretimi için makinelermiş gibi) ve emek nesneleri olarak (işlemlerle deri, et vs. haline getirilmek üzere) el konulur. Çoğu zaman oldukça vahşi olan bu el koyma sürecini, ücretli emekçiler gerçekleştirir; sermayenin emri altında- hayvan endüstrisinde öldürmeyi, sağmayı, deneyleri ve daha birçok benzeri süreci kapsayan- artı değer üretimini icra ederler. Hayvanlar tarafından üretilen ya da direkt hayvanların kendisi (bedeni) olan ürünler yine başka ücretli emekçiler tarafından ilave işlemlerden geçirilir ve son olarak meta olarak satılırlar. Görüldüğü üzere, kâr üretimi yalnızca ücretli işçilerin sömürüsüne dayanmaz, özelde hayvanların genelde de doğanın sömürüsünü de dayanır. Kapitalistler, hayvan sömürüsüyle elde edilen kârı en yüksek orana çıkarmak amacıyla hayvanları üretim sürecine mümkün olan en verimli şekilde dahil etmek için çabalarlar. Verimlilik aynı zamanda şu anlama gelir: Hayvanları -aralarında acı çekme yetilerinin de bulunduğu- niteliklerinden soyutlamak.

Tüm bunlar bize gösteriyor ki ancak tarihsel materyalist bir türcülük karşıtlığı, insan hayvan ilişkilerini -ki daha yakından bakıldığında, bugün kendilerini, bir tarafta sermayenin bir tarafta ise proletarya, hayvanlar ve doğanın olduğu bir sömürü ve tahakküm ilişkisi olarak ortaya koyar-kapsamlı bir şekilde çözümlemeye ve açıklamaya kadirdir. Tarihsel materyalist türcülük karşıtı, burjuva sınıflı toplumun çözümlenmesi ve eleştirisi için yeni perspektiflerin önünü açar, kapitalist düzenin kırılgan olduğu dolayısıyla hayvanların sömürüden kurtuluşu için hedef alınması gereken alanları saptar.

Doğrusu, ekonomi politik eleştiriden hayvanların sosyalist ya da komünist bir toplumda kendiliğinden özgürleşeceği sonucuna varmak mümkün değildir. Yine de sermayenin hükümranlığına ve onun gaspçılığına karşı mücadele, insanların, kolektif bir şekilde “o karar”ı almasını mümkün kılacak vazgeçilmez ön koşullardır. O karar ise şudur: Hayvanları özgürleştireceğiz!

Sermaye ilişkileri devam ettiği ve onunla birlikte, üretilen ürünler, üretimin nasıl ve hangi yollarla gerçekleşeceği üzerinde egemen sınıfın hakimiyeti baki kaldığı sürece sermaye doğayı gasp edecek ve her şeyi, kimsenin ya da hiçbir şeyin kendisini dışında tutamayacağı, karşı duramayacağı bir şekilde bir fiyata, değere dönüştürme sürecine katacaktır.

Marksistler için şimdiye kadar söylenenlerin çoğu yeni şeyler değil. Tarihsel materyalizm ve Marksçı ekonomi-politik eleştiri Marksistlerin ekonomik ve politik analizlerinin temel taşlarını oluşturuyor. Dolayısıyla buraya kadarki kısmı okuduklarında omuz silkip hayvan özgürlüğü savunucularına şöyle diyebilirler: “Yerinde tespit! Şimdi ahlâki değerlendirmeleri bırakıp bizimle beraber kapitalizme karşı savaşın.” Ve bu cümleleri kurmak için yerinde sebepleri olduğu söylenebilir.

Ancak bize göre, eğer tarihsel materyalizmi ciddiye alacaksak insanların ve hayvanların yalnızca ortak bir tarihi olduğunu belirtmek yetmez. Her şeyden önce, ezilen ve sömürülen sınıflarla hayvanların ortak bir düşmanı olduğunu da belirtmek gerekir: Sömürüden nemalanan ve bu sömürünün sorumlusu, ezilmelerinin de -değişik biçimlerde- örgütleyicisi olan yönetici sınıf. Ayrıca Marksistlerin, yıkıcı sosyal ve ekolojik sonuçları sebebiyle günümüz hayvansal üretiminin geldiği boyutun objektif olarak akla aykırı ve sosyal ilerlemeye engel olduğunu fark etmeleri gerekir.

Marksizm ve Hayvan Özgürleşmesi üzerine 18 Tez’in bütününe şuradan ulaşabilirsiniz.