İmdat Freni

Marksizmin Şaşırtıcı Sıçrayışları – Henri Lefebvre ile Söyleşi

Fransız Marksizminin herhalde en önemli ve öncü isimlerinden biri olan Henri Lefebvre ile bu söyleşi, bir sonraki kuşağın Marksist teori konusundaki yine çok mühim bir ismi olan Jean-Michel Palmier[1] tarafından haftalık Vendredi dergisinin 21 Aralık 1979-4 Ocak 1980 tarihli sayısı için yapılmıştır. Yakın dostu Norbert Guterman ile birlikte Almancadan çevirdiği iki ciltlik Hegel metinleriyle (1934) bu düşünürü Frankofon dünyada erişilebilir kılan Lefebvre aynı zamanda Rusçadan (yine Guterman’la birlikte) Lenin’in Hegel Diyalektiği üzerine Defterler’ini (1938) de Fransızcaya tercüme eder. Stalinizme yönelik eleştirilerinden dolayı uzun yıllar üye olduğu Fransız Komünist Partisinden uzaklaştırılır. Bilhassa Şehir HakkıMekânın ÜretimiRitmanalizGündelik Hayatın Eleştirisi gibi çalışmaları uluslararası düzeyde Marksist düşüncenin gelişeceği patikaların açılması noktasında belirleyici olur. Lefebvre aynı zamanda hem 1968 öğrenci hareketinin (ve bilhassa sitüasyonizmin) bir ilham kaynağı hem de hareketin bir destekçisi olmuştur. Ölümünden takribi on yıl önce yapılmış olan aşağıdaki söyleşide (Guterman ile kaleme aldığı) ilk kitaplarından biri olan Mistifiye Edilmiş Bilinç’in yeniden basımı vesilesiyle 30’lu yılların Marksizminden Faşizme ve Stalinizme, Nietzsche ve Freud’dan Lukacs ve Sartre’a, yabancılaşma nosyonundan mekânın Marksist analizine bizleri kavramlar, düşünürler ve mücadeleler üzerinden geçtiğimiz yüzyılda bir seyahate çıkarıyor.

İmdat Freni

VendrediMistifiye Edilmiş Bilinç kitabınız 1936’da, hem Halk Cephesinin geçici başarısına hem de faşizmin yükselişine tekabül eden bir dönemde çıkmıştı. Bugün tekrar yayımlamayı neden gerekli görüyorsunuz?

Henri Lefebvre: Mistifiye Edilmiş Bilinç lanetli bir kitap oldu o vakitler, pek kabul görmedi. Mesela SSCB’deki filozoflara veya eleştirmenlere gönderilen tüm nüshaların sansür nedeniyle hızla iade edildiğini hatırlıyorum. Fransız Komünist Partisi tarafından da soğukça karşılandı. O zamanlar moda olan iyimserlikti. Demokrasilerin faşizmi geriletip dünyaya barışı dayatacağına kesinlikle inanılıyordu. Ayrıca güçlü kuvvetli Alman proleterinin bir omuz darbesiyle Hitlerci haşaratı yere sereceği ifade ediliyordu. Norbert Guterman ve ben bu analizlere hiçbir şekilde katılmıyorduk. 

Mistifiye Edilmiş Bilinç bu yanılsamalara karşı aklı başında bir tepkiydi. Bilinci, bireysel veya kolektif olsun, özü itibariyle hakikati taşıyor olmayışı üzerinden incelemeye çalıştık. Onun için hakikat, yanılsama, hata, yalan çoğu kez birbirinden ayırt edilemez. İçinden geçtiği sınavlardır bilincin yanılsama ile gerçeklik arasındaki ayrımı yapmasını sağlayan. Tüm eseri yöneten bu felsefi tez -yani öznenin eleştirisi, Kartezyen logos’un eleştirisi, yalnızca hakikati taşıdığı iddia edilen dil anlayışının eleştirisi- bugün güncelliğini koruyor. Büyük mistifikasyonlar çağının sona erdiğini söylemek zor. Neoliberalizmin kendisi de bir mistifikasyon, kimi başarılar da elde eden bir manipülasyon. Dolayısıyla mistifiye edilmiş bilinç çağı kapanmış değil. Öte yandan bu kitap 1935’te yazıldı ve kitapta kuramlaştırılmamış olmakla birlikte aradan başını uzatan bir konu da var, Stalinizm analizi. 

İmgelerin Gücü ve Estetizmin Tuzakları

Sözünü ettiğimiz kitabın analizleri içinde faşizm önemli bir yere sahip. Kitabın gelişimi itibariyle tam olarak ne ifade ediyordu faşizm?

H.L.: Komünist Partinin faşizme ilişkin teorisi, o vakitler gayet dardı: Tekelci kapitalizm tarafından kendi savunmak için kullanılan şiddetli bir süreç. Analiz bundan öteye gitmiyordu. Çeşitli defalar Almanya’ya gitme imkânım olmuştu ve oradaki durum beni sarsmıştı. Alman komünistlerinin söylevleri feci biçimde yavandı. Komünistlerin mitinglerine katıldım ve oralarda söylenenler içinde heyecan yaratacak hiçbir şey yoktu. Saatler boyunca Sovyet planlaması hakkında rakamlar veriyorlardı fakat tüm bu anlattıklarının ne Almanya’nın sınai durumuyla ne de herkesin yaşamakta olduğu krizle herhangi bir alakası bulunduğu fark etmiyorlardı. En cüretkâr sözleri komünizmin, ekmeğin de ulaşımın da bedava olduğu bir toplum olacağıydı. İşçiler alkışlıyordu. Bu Marksizm bana ne kadar da sıkıcı, monoton geliyordu. Marksizmin ekonomizme indirgenmesinden her zaman nefret etmişimdir. 

Naziler ise hem en alt kesimlere hitap ediyordu hem de kahramanca, soylu, “Wagner’ci” duygular uyandırıp kalabalığı coşturmayı biliyordu. Onların “mizansen”lerinden birkaçına tanık oldum. Hem korkunçtu hem de estetik bakımdan son derece gösterişli. Hitlerci gençliğin 10 bin üyesini, ellerinde meşalelerle Taunus dağlarına tırmanışını hatırlıyorum. Hem etkileyici hem de feciydi. İki propaganda türünü karşılaştırdığımda Nazizm’de estetizm tuzağını hissediyordum. Öyle sanıyorum ki daha o zamandan itibaren, daha ileride geliştireceğim şu fikri edinmiştim: Gösteri masum değildir.

Bu seyahatlerimin kitabın oluşumunda belirleyici olduğunu düşünüyorum. Nazizmin bu yükselişine tanık olarak bilincin imgeler, söylemler, temsiller, yanlış ile doğru, yalan ile gerçek tarafından ne düzeyde etkilenip aşınabileceğini, örselenebileceğini hissettim. Tüm bunların kolaylıkla ayrıştırılamayacağını idrak ettim böylece. Hakikat monoton, güzellik ise şüpheli olabilirdi. Komünistler ve Marksistler gerçeği söylüyordu ve bu olağanüstü biçimde sıkıcıydı. Naziler ise yalan söylüyor ve kitleleri ayartıyor ve hararetlendiriyordu.

Daha 1930’da Marksizmin Miadı Dolmuş muydu?

O zamanlar Fransa’da Marksist düşüncenin durumunu hayal etmek zor, en azından savaş sonrası doğmuş olan benim kuşağım için. 

H.L.: Bence dönemin Marksist düşüncesi, 1936 dolaylarında, Revue Marxiste [Marksist Dergi] olayıyla birlikte daha doğmadan ölmüştü. Üçüncü Enternasyonal yöneticileri entelektüellerin üzerine çullanmanın, onları dağıtmanın fırsatını bulmuşlardı. Tabii Parti aygıtına girmeye hazır olanlar hariç. Bunların arasında Paul Nizan ve George Politzer’i sayabiliriz. 1928 ve 1930 arasında partiden bağımsız, özerk bir düşünce geliştirme girişimi olmuştu, her ne kadar bu derginin yazarlarının çoğu parti üyesi olsa da. Bu çabanın kesin biçimde önü kesildi. 

Oysa Marksizmin karakteristik özelliklerinden biri, kimi dönemlerde uyuşmuş, can çekişir gibi görünmesidir. Daha 1930’da Belçikalı kuramcı De Man “Marksizmin ölümü” ifadesini atıyordu ortaya; artık miadının dolduğunu söylüyordu. Fakat tam öldüğü düşünülürken Marksizm şaşırtıcı sıçrayışlar yaşıyordu. O zamanlar Marksizm ekonomiyle planlama kuramının bir karışımı olarak görülüyordu. Beş Yıllık Plandan ve SSCB methiyesinden yola çıkarak Marksizm ekonomizme ve üretkenliğe indirgeniyordu. İşte tam o anda biz de yabancılaşma kavramını küllerinin içinden çekip aldık. 

O zamanlar başka kimse yabancılaşmadan söz etmiyor muydu?

H.L.: Hiç kimse. Zaten Mistifiye Edilmiş Bilinç de bu nedenle öylesine şiddetle eleştirilmiştir ve bir dönemeci temsil eden bir kitap olmuştur. Kojève ve Hyppolite’in Hegel üzerine derslerini vermeleri ve bundan bahsetmeleri daha sonradır. Bizim yaklaşımımızda o dönem için önemli olan, Hegelci yabancılaşma kavramını spekülasyon alanından koparıp onu somutu, toplumsal pratiği tahayyül etmenin bir yolu haline getirmekti. Bu kitapta rahatsız eden bir diğer şey de, aynı zamanda siyasal yabancılaşmadan söz ediyor olmamızdı. “Siyasiler” kendilerini tehdit eden bir şeylerin kokusunu aldılar. “Boş lakırdılar” olmakla itham ettiler kitaptaki düşünceleri. 

Siz Marksizmle nasıl yakınlaştınız?

HL: Daha da önceleriydi. 1925 belirleyici yıl olmuştur. Üçüncü Enternasyonal kapitalizmin göreli bir istikrara kavuşmasından söz ederken birçok entelektüel Marksizmin ve komünizmin cazibesine kapıldı. Esasında Ekim Devrimi Fransız aydınlarını çok fazla etkilememiştir. Fakat 1925’te Fas’ta sömürge savaşı vardı ve öyle sanıyorum ki bizler buradan yola çıkarak emperyalizmin ne oluğunun bilincine vardık. Ardından da felsefe okumaları geldi, özellikle de Hegel. 

Hegel, Nietzsche, Kant ve diğerleri

O zamanlar herhalde Hegel’i okuyan aydın sayısı sınırlıydı?

HL: Doğru. Aslında bana Hegel’i okutan André Breton olmuştur. Galiba Hegel’in Mantık’ıydı. Norbert Guterman’ın güzergahı daha da ilginç. Kızıl Ordu’yu Varşova önlerinde geri çekilmeye zorlayan Polonya ordusuna alınmıştı kendisi. Ve işte o anda… Ekim İhtilalinin bilincine varmış! Fransa’ya geldiğinde kapitalizme karşı halihazırda son derece eleştirel bir tutuma sahip olmuştu. Aslında, öyle sanıyorum ki felsefe okumalarım, “olayların aldatması”na duyduğum ilgi beni her halükârda Marksizme yönlendiriyordu. Gerçekliğe karşı duyulan kuşku, hem Marx’ta hem de Nietzsche, Hegel ve hatta Kant’ta da bulunur. “Temsiller” hakkındaki kitabım da esasında bu meselelerin, Mistifiye Edilmiş Bilinç’te ortaya koyduğum sorunların takibinden müteşekkil. 

Bu tezleri geliştirdiğiniz vakitlerde Fransız felsefesine, örneğin Bergson’a ve Bergsonculuğa nasıl bakıyordunuz?

H.L.: Karşıydık. Politzer, Bergson’a karşı bir panfle kaleme almıştı. Ben de onunla hemfikirdim. Her imkân bulduğumuzda Bergson’a karşı olabildiğince küstahça davranıyorduk. 1925-26 öncesinde arayışlarımızı tatmin edecek unsurları hemen her yerde arıyorduk. Tıpkı sürrealistlerde olduğu gibi, bir çeşit mayalanma dönemiydi. Bir kötümserlik döneminin ardından Marksizme katılarak bu krizden çıktık. 

Peki bu trajik kriz, Marksizme katılan filozofların çoğu tarafından yaşanmadı mı? Lukacs’ın Ruh ve Biçimler’i ile Roman Kuramı’nda buluruz bunu veya Ernst Bloch’un ilk yazılarında.

HL: Evet ama bu trajik uğrak, bu burjuva ideolojisinin reddi Bloch ve Lukacs’ta daha önce ortaya çıkıyor, 1914 öncesinde veya dolaylarında. Fransa’da bu konuda kayda değer bir gecikme vardı. Avrupa’nın büyük krizi 1914 öncesinde başladı. Viyana’da daha 1910’dan itibaren belirdi, ardından da Almanya’da. Fransa’da ise bu dramatik ve verimli krizi 1925’e doğru tanıdık. 

Mistifiye Edilmiş Bilinç’in yanı sıra başka kitaplarınızda da Nietzsche’den ve genç Marx’tan, Zerdüşt’ten ve 1844 Elyazmaları’ndan aynı heyecanla söz ediyorsunuz. O zamanlar Nietzsche’yi nasıl anlamıştınız?

H.L.: Nietzsche’yi 15 yaşında okudum. Esasında Zerdüşt kadar Spinoza’nın Etik’ine de hayran kalmıştım. Mistifiye Edilmiş Bilinç’i yazarken müphem biçimde Nietzsche’nin modernite eleştirisinin etkisi altında olduğumuz kesin fakat o dönemde analizde Hegel ve Marx ağır basıyordu. Nietzsche’de beni heyecanlandıran modernite eleştirisiydi. Fakat onun çöküş fikrini reddediyordum. Bugün toplumların da çözülme veya yeniden oluşum olguları yaşayıp yaşamadığını sorgulamaktan kaçınamayız. O vakitler işçi sınıfına tümüyle güveniyorduk. Günümüzde ise bu güven bir miktar gölgelendi. 

Kitabınızın yeni baskısında, o dönemlerde Stalin’i bir suçludan ziyade bir soytarı olarak gördüğünüzü söylüyorsunuz. Daha o zamanlardan eleştirilerinizi sosyalizme de yöneltmeyi düşündünüz mü?

HL: Evet, muğlak biçimde de olsa Rusya’da meydana gelenlerin arzuladığımız şeye tekabül etmediğini biliyorduk. Fakat Stalinizmin kendisi de daha oluşum aşamasındaydı. Henüz hâkim değildi. Ve bilgilenmek için araçlardan yoksunduk. Büyük duruşmalar daha başlamamıştı. Troçkistler bunlardan söz ediyordu ama o zamanlar onların her şeyi abarttığına dair bir şüphe mevcuttu. Esasında burjuva basınının da Troçkistlerin de söyledikleri gerçeklere yaklaşmıyormuş bile. Dolayısıyla kitabımızda eksik olan şey bir Stalinizm eleştirisi, ki aslında zımnen mevcut. Bilince derinlikli biçimde etki edilebiliyorsa, “sosyalizm” olduğunu iddia edenden de kuşku duymak lazım.

Analizinizin kuramsal hatları başka meselelerle de kesişiyor. “Mistifiye edilmiş bilinç”, “şeyleşme” kavramları Lukacs’ın Tarih ve Sınıf Bilinci’ni, “bilinçdışı” Freud’ü, “kötü niyet” Sartre’ı düşündürtüyor.

H.L.: Totalite kavramı bize Hegel’den geliyordu. Lukacs’ın yazılarını New York’ta keşfettim. Fransa’da komünistler onun çalışmaları konusunda tam bir suskunluk içindeydi. Ama Guterman ve ben son derece Lukacs karşıtıydık. Tarihsel totaliteyi proleter bilinç için bir hakikat kriteri olarak almak bize imkânsız geliyordu. Bu tarihselcilik bize yanlış geliyordu. Tarih mistifikasyon ve aldatma konusunda zengindir. Lukacs, sınıf bilinci karşısında kendi üzerindeki örtüyü çekip atan bir hakikatin ve gerçekliğin totalitesine inanıyor. Hiçbir şeyin, sınıf bilincinin dahi mistifikasyondan kaçamadığını unutuyor. Kavramın bizzat kendisi de yanılsamaya doğru sürüklenebilir. Esas olan karşı karşıya kaldığı sınavdır. Hakikatin kavramsal yahut bilinçli bir kriteri yoktur.

Halbuki şeyleşmeden, meta fetişizminden neredeyse Lukacscı ifadelerle söz ediyordunuz.

HL: Esasında birbirimizden bağımsız biçimde oluyordu bu. Tüm bunları genç Marx’ta bulmuştuk, tıpkı Lukacs gibi. Ama bu meta fetişizmi teorisi bizlere doğrudan Amerikan dünyasına ilişkin bakıştan geliyordu. O vakitler Komünist Partinin söylediğinin aksine ABD’de üretici güçlerde kayda değer bir gelişme söz konusuydu, fakat bu hileli, düzenbaz bir dünyaydı. Bu benim için hem olağanüstü hem sancılı bir keşifti. Lukacs şeyleşmeyi nötr ve ölü bir şey olarak ele alıyor. Bizlere ise karmaşık ve saklı unsurlarla dolu görünüyordu.

Freudçü Bilinçdışı, Fetişleştirilmiş bir Bilinç

Ya Sartre’ın kötü niyet konusundaki analizleri?

H.L.: O vakitler söylediklerimizle kesişiyor. Fakat Sartre bu fikri on beş- yirmi yıl sonra geliştirdi. Bununla birlikte Sartre’ın Varlık ve Hiçlik’te “başkası-için-varlığın” oluşumunda bakışa verdiği önem bana fazlasıyla abartılı geliyor. Bakış ne bilinç ne de hakikat taşır. Bu ayrıcalık neden bakışa tanınıyor da dile değil? Sartre fazla Kartezyen. 

Ya Freudçü bilinçdışı?

H.L.: Bu bana çok belirleyici gelmiyor. Tüm bu devasa kendilikler birer nesneymişcesine ele alındı. Mistifiye edilmiş bilinç teorisi bilinçdışına duhul eder ve bilincin kendi kendisinden kaçma yollarını inceler. Freud’de bilinçdışı neredeyse bir töz olarak görülüyor. Bizler için ise bizzat bilincin daimî olarak dönüşen daimî bir ürünü. Freudçü bilinçdışı hala kendi muhteviyatından, işleyiş biçimlerinden bihaber fetişleşmiş bir bilinç. Freud toplumsal-olanı ve toplumsal pratiği ihmal ediyor. Mistifiye Edilmiş Bilinç’ten sonraki kitabım Gündelik Hayatın Eleştirisi olacaktır. Marx filozof olmayı bırakmadı. Fakat düşüncesine felsefi-olmayanı, gündelik olanı, bilhassa da işçilerin gündelik hayatını dahil etti. Ama benim için gündelik hayatın eleştirisinin gerekliliği fikri ancak Kurtuluş’la [İkinci Dünya Savaşı’nın sona erişi-Fransa’nın Nazi işgalinden kurtuluşu] birlikte, kapitalizmin konsolidasyonuyla kendini dayattı.

Kitabınız Marksizm konusunda, onun gelişimi ve radikal eleştiri getirme imkanları konusunda nispeten iyimser. Yeni baskısının önsözü daha kötümser…

H.L.: Evet çünkü tüm bu sarsıntılardan yeni bir şeyin doğacağına inanıyorduk. Bugün bu büyük umutlar hayal kırıklığına uğradı. Sosyalizm bakımından bir hayli derine düştük, kapitalizm konusunda ise daha da derine. Tarihsel sınavları kat etmek o zamanlar düşündüğümüzden daha uzun sürecek. 

Bugün kapitalizmin hala güncel olan krizine bir de “gerçekte varolan sosyalizm”e ilişkin hüsran ile kendisinin de “krizde” olduğu söylenen Marksizme dönük bir kuşku ekleniyor. 

H.L.: Evet fakat 1930’da da aynı şey söyleniyordu. Marksist düşüncenin sıçrayışları hep beklenmedik şekilde meydana gelir. Mesela son yıllarda Marksizmin devlet eleştirisine ve bizzat sosyalizmin eleştirisine katkılarını nasıl inkâr edebiliriz? Sosyalizm eleştirisi ile Marksizmin krizini birbirine karıştırmamak lazım. Marksizmin yeni temaların analizine yöneldiğini düşünüyorum: özyönetim, bedenin tekrar önemsenmesi (bu konu 1844’te Marx’ta mevcuttu), devletin (kapitalist veya sosyalist olsun) işleyişi. Felsefenin ve eleştirel düşünceden geri kalanın tutarsızca bütün yönlere dağılmasını engelleyen Marksizmdir. Otuzlu ve kırklı yıllara göre yeni olan, bugün artık Marksizmin goşist bir eleştirisinin de mevcudiyeti. Fakat bu eleştiri de tüm yönlere dağılıyor. 

Dünyayı Anlamak Babında Marx’tan Vazgeçemeyiz

Bugün ancak Marksist analizden yola çıkarak gerçekleştirilebilecek olan bir şeyin örneğini verebilir misiniz?

HL: Küresel-olanın eleştirisi. Bunu Marx olmadan nasıl inceleyeceksiniz? Marx’ı tekrar etmek değil onu sürdürmek söz konusu olan. Heidegger’in “kendini değiştiren dünya” hakkında yazdıkları veya Axelos’un “gezegensel” üzerine kaleme aldıkları yeterli değil. Bunlar bizim hayatımıza hayli sınırlı bir ışık tutuyor. Bugün eleştiri Marksizmden vazgeçemez aksi halde her tür bilgi yalnızca birer malumata indirgenmiş olur. Eğer içinde yaşadığınız dünyayı anlamak istiyorsanız Marx’ın yüklediği anlamıyla “ideoloji” kavramını kullanmalısınız. Toplumu değiştirmeye dönük tüm yeni teşebbüsler özyönetim, beden, mekân veya devlet konularında olsun, ancak Marx’tan yola çıkarak anlaşılabilir. “Medeniyet krizi”nden söz ediyorsak da, “sivil [medeni] toplum” kavramını kullanmak durumunda kalırız. Mesele Marx’tan yola çıkarak düşünebileceklerimiz değil, onsuz analiz edemeyeceklerimiz. 

Sizce Marx’ın katkılarının başlıca kazanımı olmayı sürdüren şey nedir peki?

HL: Sırf bu mesele üzerine 400 sayfalık bir kitap yazıyorum. Bir cümlede nasıl cevap verebilirim ki buna? Bence Marx’ta asli olan oluş’un analizi. Bir oluş’un [gelişimin] var olduğu, bu oluş’un her şeyi sürüklediği ve hiçbir değişmez bulunmadığından bu oluş’u incelemek için belirli bir sayıda alet edevata ihtiyacımız olduğu fikridir bu. Mantık yeterli değil. Heraklitos’tan Hegel’e ve Marx’a giden patika bu. Dünya daimî bir oluş içinde; yaptığımız analizin de kendimizin de bu oluş’un bir parçası olduğunu gözden kaçırmadan, bizler hem bu oluş’un içinde eyleme geçmek hem de onun üzerine etkide bulunmak durumundayız. İşte Marx’ın tüm analizine rehberlik eden büyük fikir budur. 

Mekânın Asli Rolü

Marx’ın nesne veya tema olarak inceleyemedikleri içinde sizce Marksizm’den yola çıkarak analiz edilmesi ve anlaşılması gereken en acil mesele nedir?

HL: Bence Marx toplumsal ilişkileri, onların zemini/dayanağı olan şeyi dahil etmeden inceliyor; bu da mekandır. Marx çalışmalarının bir kısmında toprak meselesine, köylü meselesine olabilecek göndermeleri tümüyle dışlamıştır. Bunun çok ağır sonuçları oldu. Hep kapitalizm ve işçi sınıfı üzerinde duruyoruz. Ama bu toprak ve köylülük meseleleri konusunda Marx’ın kaleme almış olduğu sınırlı sayıdaki metin son derece belirleyici olmuştur. Onlar sayesinde Lenin ve onun ardından Mao Zedong toprağın, köylülerin, toprak aristokrasisinin belirleyici bir rol oynadığı toplumları incelemeye başlayabilmiştir. “Mekânın Üretimi” hakkındaki analizlerimde “küresel-olan”ı anlamak için mekânın ne derece asli nitelikte olduğunu göstermeye çalıştım. Vakti zamanında mekân son derece sınırlıymış: Bir kasaba, bir bölge, bir ulus. Günümüzde ise stratejilerin çatışması üzerinden küresel bir mekân oluşuyor. Kanımca Marksizmden yola çıkarak bunu anlamak aciliyet içeriyor. Bir de buna mekanla, kendisi de küresel hale gelmiş olan maddi “oluş” süreci arasındaki ilişkiyi eklemek isterim. Marx’ta sermaye İngiltere çerçevesi dışında topraktan/mekândan kopuk kalıyor. Onu tekrar yere, toprağa, üzerinde yaşadığımız dünyaya bağlamak lazım. 

Ne tam olarak sosyolog ne de filozof olarak görüyorsunuz kendinizi. Peki “Marksist” olarak tanımlar mısınız?

H.L.: Ne Marxolog’um ne de Marxyen. Marxist diyebilir miyiz? Evet ama Marx’ı tekrar etmek için değil, aksi halde Marksizm verimsiz hale geliyor ve tefsir ile skolastiğe indirgenmiş oluyor. Marx’tan yola çıkarak düşünmek, onu tamamlamak, zenginleştirmek, dönüştürmek gerekir. Marx filozofları dünya hakkında düşünürken, onu yorumlarken dönüştürmeye yönelmedikleri için eleştiriyordu, ama bugün Marksizmin kendisi de bir skolastik haline geliyor. Onu da dönüştürmek lazım. Öte yandan Marksizm kimi kategorileri es geçiyor: trajik-olan gibi, oyun gibi. Mutlaka Marksizmin yaptıklarının dışında yapılacak şeyler vardır. Marksizmi dahil edip başka yönlere doğru yol almak lazım. Fakat bu, ne Marx’sız ne de Marx’a karşı olmalıdır elbette. 

Çeviri: Uraz Aydın


[1] Palmier’in bir dizi yazısını e-skop ve İmdat Freni’nde okumak mümkün. Bunlar arasında Weimar Almanya’sında kabare kültüründe, siyasal ve toplumsal süreçlerle birlikte yaşanan dönüşümü ele aldığı 5 yazılık bir dizi de mevcut. Yazarın ayrıca otobiyografik öğeler de içeren metinlerden oluşan Bir Gölge Göstericinin Düşleri isimli kitabı da Türkçeye çevrilmiştir.