İmdat Freni

admin

Cumhuriyetçi Teksas’ta İklim Değişikliği Bir Felakete Yol Açtı – Dan La Botz

İklim değişikliği ve Cumhuriyetçi politikalar Teksas’ta sıcaklığın donma derecesinin altına düşmesi ve eyaletin kar ve buz ile kaplanması ile milyonları elektriksiz, ısıtmasız, susuz bırakarak ve en az 50 kişinin ölümüne neden olan bir felakete yol açtı. Eyalette görülen nadir soğuk hava, ABD’ye iklim değişikliğinin getirdiği seller ve orman yangınları şeklinde görülen aşırı hava durumunun bir örneği. 

20 yıl önce Cumhuriyetçiler Teksas’ta valiliği, meclisi ve senatoyu ele geçirdiler ve eyaletin enerji sistemini kuralsızlaştırıp ihmal ederek bu felakete neden oldular. Gücünü eyaletin petrol ve gaz endüstrisinden alan partinin mensubu olan Vali Greg Abbott ve diğer Cumhuriyetçiler, krizi rüzgâr türbinlerinin arızasına bağladılar ve şimdi de New York Kongre üyesi Alexandra Ocasio Cortez’in, onun Yeşil Yeni Mutabakatı’nın ve rüzgâr türbinlerinin eyaletin ekonomisini yıkacağı uyarısını yapıyorlar. 

Fransa’dan yüzde 25 daha geniş olan Teksas’ta 29 milyonluk nüfus yüzde 40 beyaz, yüzde 40 Latin, yüzde 13 siyah ve yüzde 5 Asyalı olmak üzere çeşitlilik arz ediyor. Eyaletin ekonomisi büyük ölçüde petrol ve gaz üretimine dayalı ve bu alanda Teksas ülkenin en büyük üreticisi. Başını Midland Enerji’nin çektiği petrol ve finans milyarderleri Cumhuriyetçi Parti’yi hem eyalet hem de ulusal düzeyde finanse ediyor. Petrole dayalı ekonomi ve Cumhuriyetçi Parti siyasetinin birleşimi, kuralsızlaştırma ve sorumsuzlukla birlikte, iklim değişikliğinin inkârı anlamına geliyor.   

Şubat ayında Teksas’ta sıcaklık genellikle 60 ve 70 Fahreneit arasındadır fakat geçen hafta ABD’yi vuran Kutup Girdabı’nın (Polar Vortex) ardından Houston 17, Dallas ise 4 dereceyi gördü –ki bu son 30 yılın en düşük sıcaklığı. Evlerde, kliniklerde ve hastanelerde elektrik, ısınma ve su sistemleri çöktü. Bir yandan fırtına COVID aşılamalarını sekteye uğratırken sağlık klinikleri hastalara günlük diyaliz tedavilerini sağlayamadı. Eyaletteki geniş çiftlik alanlarındaki hayvan ve mahsul kaybının değeri milyarları buldu. Evlerde su hatları patladığından tavanlardaki lambalar ve fanlar buz tuttu. Bu nasıl mümkün olabildi?

Teksas kendi enerji nakil şebekesine sahip tek kıta eyaletidir; diğerlerinin hepsi Doğu veya Batı Interconnect’e ait olduğu için enerji taleplerine cevap verme kapasiteleri daha yüksektir. Eyaletin enerjisi çeşitli kaynaklardan karşılanmaktadır: yüzde 46’sı doğal gaz, yüzde 23’ü rüzgâr, yüzde 18 kömür ve yüzde 11 nükleer. Don olayı nedeniyle Teksas Elektrik Güvenirlik Kurulu  (ERCOT) tarafından yönetilen eyaletin elektrik şebekesi iflas etti. Politikacılar Teksas Interconnect’i ve yöneticisi ERCOT’u federal düzenlemeden kaçmak için kurdular ve korudular. Eyalet yönetimi 2011 yılında sistemin iyileştirilmesi gerektiği konusunda uyarılmıştı fakat ERCOT bunu yapmadı. Rüzgâr türbinleri hükümet onları kışa uygun hale getiremediği için durdu. 

Kriz ortaya çıktığında Teksas’ın ünlü Cumhuriyetçi politikacılarından Senatör Ted Cruz karısı ve çocuklarıyla birlikte uçağa atlayıp Meksika Cancún’da sıcak lüks bir otele gitti. Havaalanındaki ve uçaktaki diğer yolcular Cruz’un fotoğraflarını çekerek sosyal medyada paylaşınca halkın tepkisine yol açtı. Bunun üzerine Cruz bir dönüş bileti alarak ertesi gün geri döndü. 

Teksas’ın enerji sisteminin çökmesi eyalet yönetiminin koronavirüs salgınındaki başarısızlığının ardından geldi. Pandeminin başından beri Teksas’da 41,981 ölüm meydana geldi –ki bu Kalforniya’nın ardından ikinci en yüksek ölüm sayısı. Ülke genelinde ise yarım milyon insan hayatını kaybetti. İlk başlardaki kapanmalardan sonra, Vali Abbott eyaleti yeniden açtı ve Evanjelik Hristiyanlara boyun eğerek kilise hizmetlerinin devam etmesine izin verdi. Kısa süre içinde Teksas bir milyon vakaya ulaşan ilk eyalet oldu.

Teksas’ta Cumhuriyetçi Parti’nin COVID pandemisi ve enerji krizindeki korkunç başarısızlığı Demokratların eyalet yönetimini yeniden almalarını sağlayacak siyasi kaymaya zemin hazırlayabilir. Teksas Demokratları Yeşil Yeni Mutabakatı ve gaz ve petrol şirketlerinin sıkı denetimini destekliyor fakat bunların gerçekleşmesi için ilericilerin ve sosyalistlerin bu gündemi geliştirmek için mücadele etmesi gerekiyor.

Dan La Botz

21 Şubat 2021, http://www.europe-solidaire.org

Çeviri: Nurcan Turan

Ermenistan’da Siyasi Kriz: Masis Kürkçügil ile Söyleşi (E-Komite)

25 Şubat tarihinden itibaren Ermenistan’da bir siyasal kriz yaşanıyor. Aşağıda E-Komite sitesi tarafından Masis Kürkçügil’le yapılan kısa söyleşiyi yayımlıyoruz.

Bir süredir Başbakan Nikol Paşinyan’a karşı Karabağ Savaşı sonrası imzalanan anlaşmadan dolayı kimi gösteriler düzenleniyordu, fakat üst düzey generallerin 25 Şubat’ta yaptığı deklarasyon bu siyasi gerilimin boyutunu değiştirdi. Başbakan genel kurmay başkanını görevden alan bir kararname hazırladı ama bunu da cumhurbaşkanı imzalamıyor. Siz bu gerilim ve siyasi çıkmazı ve taraflarını Paşinyan’ın 2018’deki iktidara gelişinin arkasında da bir kitle seferberliği olduğu düşünülünce nasıl değerlendiriyorsunuz? Karabağ sorununun gelinen noktadaki rolü sizce nedir, yoksa öncesindeki siyasal çekişmelerin birikimi daha mı önemlidir?

Karabağ meselesi her iki toplum için de bir “milli mesele” olduğundan elbette Paşinyan’ın konumunu kırılganlaştırdı. Ancak 2018 seçimlerindeki siyasal deprem Ermenistan siyaseti açısından çok daha anlamlıdır. Kemikleşmiş ve kokuşmuş oligarkların egemenliğinde yoksulluğun girdabındaki bir topluma umut aşılayan Paşinyan’ın önderlik ettiği koalisyonun 10 yıldır iktidarda olan ve iktidarını bir takım ayak oyunlarıyla sürekli kılmaya çalışan Cumhuriyetçi Parti’yi alt etmesi önemliydi. Eski rejim taraftarları seçimde ağır bir yenilgi alsa da ordu içinde ağırlıkları devam etti.

Karabağ yenilgisi hoşnutsuzlar ve eski rejim taraftarları için bir vesile oldu. Paşinyan’ın istifa etmesi dışında bir çözüm önerileri yok. Erken seçim silahı muhalefetin değil Paşinyan’ın elinde. Olaylar başlar başlamaz Paşinyan bir erken seçim için görüşmeye hazır olduğunu belirtti. Geçtiğimiz seçimlerde yüzde 70 almışken yapılacak bir seçimde bir miktar gerilese bile muhalefet birleşse de bir seçenek oluşturması çok güç. 

Levon Ter-Petrosyan’ın 98’deki istifasından beri Ermenistan siyasetine “Karabağ Çetesinin” hakim olduğu ifade ediliyor. Bunlar kimdir ve nasıl bir ekonomik-toplumsal desteğe dayanmaktadırlar. Bu hizbin Rusya desteğine mazhar olduğu ifade ediliyor. Rusya’nın güncel Ermenistan siyasi üzerindeki etkisini değerlendirir misiniz?

SSCB’nin yıkılmasından sonra ortaya çıkan ülkelerde oligarklara dayanan otoriter rejimler kuruldu. Azerbaycan’ın 50 yıldır Aliyev ailesinin yönetiminde olduğunu göz önüne alırsak ne tür rejimlerin hüküm sürdüğü daha iyi anlaşılabilir. Demokrasinin esamesinin okunmadığı, sendikaların, yurttaş hareketlerinin alabildiğine cılız ve deneyimsiz, ifade özgürlüğünün sınırlı olduğu toplumlar bunlar. Ermenistan’da SSCB’nin son döneminde başlayan halk hareketi biraz farklı bir yörünge izlese de sonunda aynı akıbete uğradı. Petrosyan’ı elimine eden güçler yirmi yıl Ermenistan siyasetine ambargo koydu. Bir yandan Karabağ etrafından milliyetçi bir söylem tutturulurken bir yandan da ülke yolsuzluk batağındaydı. Oligarkların egemenliğinde ülke hem doğum oranlarının düşmesi hem de ekmeğini kazanmak için başka ülkelere gidenlerden ötürü ciddi nüfus kaybı yaşandı. Ermenistan’ın herhangi bir yeraltı zenginliği olmadığı gibi iki büyük komşusu Türkiye ve Azerbaycan ile sınırları da kapalı.

Rus ordusu Ermenistan’da üs sahibi ve Türkiye sınırında da Rus askerleri konuşlanmış durumda. Silahlanma açısından tamamıyla Rusya’ya bağımlı. Öte yandan Ermeni oligarklar da bir anlamda Rusya’dakilerin uzantısı. Önceki rejim (Cumhuriyetçi Parti muhafazakârdır) Rusya ile daha sıcak ilişkiler içinde iken Paşinyan’ın hareketi liberal ve Avrupa eğilimli. Karabağ savaşının da gösterdiği üzere Rusya Ermenistan’ın güvencesi. Paşinyan’dan hoşlanmamakla birlikte arkasında ciddi bir seçmen desteği olduğu için Rusya’nın açık bir darbeye yol vermesi zor.

Türkiye darbe girişimi olarak nitelediği olayları sert bir biçimde kınadı. Sizce bu Nikol Paşinyan’a dönük destek sadece Karabağ Savaşı sonrası varılan anlaşmanın muhafazası için midir, yoksa olası iktidar alternatifini mi Türkiye kendi çıkarları açısından daha sıkıntılı bulmaktadır? Anlaşma sırasında Nahçıvan’ı dolayısıyla Türkiye’yi Azerbaycan’a bağlayacak bir güzergahtan da bahsedildi, Türkiye’nin bu bölgedeki rolü, Rusya’nın etkinliği de düşünülecek olursa, ne olabilir?

Yapılan anlaşmanın nasıl yürürlüğe sokulacağı açık değil. Şimdilik bölgeye Rus askerinin yerleşmesinin dışında somut bir gelişme söz konusu değil. Türkiye’nin aslında bir Ermenistan politikası olduğu pek söylenemez. Zaten ilişki de yok. Darbeye karşı çıkışın aksi düşünülemez hele hele olmadık darbelere maruz kaldığını iddia eden birilerinin çıkıp da askeri bir darbeyi desteklemesi garip olurdu. Paşinyan’a bir alternatiften söz edilecekse bu eski rejimin kalıntısı olabilir ancak. Karabağ yenilgisini bahane ederek darbe yaptıktan sonra gelecek bir yönetimin yapabileceklerinin hayırlı olmasını da beklememek gerek.

Yukarı Karabağ’ı Ermenistan’a ve Nahçıvan’ı Azerbaycan’a bağlayacak bir koridordan söz edildi. Ama bunların güzergâhı hakkında bir netlik yok. Nahçıvan’a eğer bir kara koridoru açılırsa bu Ermenistan’ın İran sınırının kapatılması demektir. Her iki koridorun Rus askerlerinin denetiminde olacağı düşünülürse bu mesele de onların bileceği bir iş haline gelebilir. Zaten Karabağ savaşının gizli galibi, SSCB’nin yıkılışında buradan uzaklaşmış olan, tarafların daveti ile hakem olarak bölgeye yerleşen Rusya’dır.

Bir millet iki devlet formülasyonu hamasetten öteye gitmez. Türkiye Bakü’ye bedavaya silah vermedi, tıpkı İsrail gibi. Hidrokarbür ulaşımı açısından ortak çıkarlar var. Ancak bölgesel nüfuz açısından Rusya’nın kırmızı çizgilerini Türkiye’nin aşmayı denemesi beklenmemelidir. Bitirirken, Karabağ savaşı sırasında her iki toplumdan milliyetçilik ve militarizme karşı seslerin cılız da olsa yükseldiğini eklemek gerekir.

Kaynak: https://e-komite.com/2021/masis-kurkcugil-ile-ermenistandaki-siyasi-kriz-uzerine-soylesi/

Kronştadt ’21 – Victor Serge

Kronştadt isyanının 100. yılını idrak ediyoruz. 1-2 Mart 1921 günlerinden itibaren Finlandiya körfezinde, Petrograd’ın hemen karşısındaki Kotlin adasında bulunan Kronştadt deniz üssündeki bahriyeliler sovyet demokrasisinin, ifade ve örgütlenme özgürlüğünün yeniden tesis edilmesini de içeren bir dizi taleple ayaklandı: “Tüm İktidar Sovyetlere! Partilere Değil!” başlıca sloganları. Son derece sınırlı müzakere denemelerinin ardından ayaklanma sert biçimde, ve sonuçları her iki taraf açısından da kanlı olacak şekilde bastırıldı. O zamandan bugüne Kronştadt Marksistlerle anarşistler arasındaki önemli tartışma noktalarından biri olageldi. Marksistler açısından çoğunlukla bir karşı-devrim denemesi yahut beyazlar tarafından manipüle edilen bir ayaklanma olarak değerlendirilirken anarşistler tarafından da giderek güçlenen bir tek parti diktatörlüğüne karşı devrimin tekrar özgürlükçü dinamiklerine, eşitlikçi ilkelerine kavuşması için bir teşebbüs olarak yorumlandı. 

Anarşizm tarihçisi Paul Avrich, bu tarihi isyan hakkında yaptığı araştırmalara dayan çalışması Kronstadt 1921’in girişinde meselenin giriftliğini ve zorlayıcı koşullarını şu sözlerle ifade ediyor: 

“Özellikle isyancıların ve onların Bolşevik hasımlarının birbirine zıt güdüleri önemlidir. Bir yanda, tarih boyunca ortaya çıkan bütün tutkulu idealistler gibi, geçmiş çağa ve iktidarın zorunlulukları tarafından kirletilen ideallerinin temizliğine yeniden kavuşmayı özleyen, ihtilalci tutkuya sahip denizciler vardır. Diğer yanda, kanlı bir İç Savaştan zaferle çıkmış, otoritelerine herhangi bir yeni meydan okumaya hoşgörü gösteremeyecek Bolşevikler bulunmaktadır. Her iki taraf da çatışma boyunca kendi özel amaçlarına ve tutkularına göre hareket etti. Bu, ahlaki yargıların gerekliliğini inkâr etmemek anlamına geliyor. Ancak, Kronstadt’ın verili koşullarında, tarihçi, isyancılara sempati duyabileceği gibi, Bolşeviklerin onları bastırmasının haklılığını da kabul edebilir. Bunu anlamak, gerçekten de, Kronstadt trajedisini bütünüyle kavramaktır.”[1]

İmdat Freni olarak Kronştadt ayaklanmasının bu yüzüncü yılında, Ekim İhtilaliyle açılan tarihsel sürecin bu önemli ve tartışmalı kesiti hakkında, bu trajediyi bütünlüğü içinde kavramaya çalışırken zorlukları es geçmeyen, ancak isyancıların haklılığını, onlara duyulan tarihsel ve devrimci sempatiyi bilhassa vurgulayan bir dizi metni önümüzdeki haftalarda yayımlamayı önümüze koyuyoruz.

Bu konuda ilk yayımlayacağımız metin Anarko-Bolşevik, Lenin’in ve Troçki’nin dostu, uzun süre Komünist Enternasyonal’e hizmet vermiş olan Victor Serge’e ait. Bir Devrimcinin Hatıraları [2]adlı otobiyografisinden alınma bu bölüm, daha önceleri çeşitli anarşist çevreler tarafından da broşür olarak başka ülkelerde yayımlanmıştır. Olayların hem Bolşevik hem anarşist kesimlerde hem de ahalide, işçilerde nasıl yaşandığının canlı bir manzarasını çizen Serge bir yandan olayların ateşi içinde neden partiye destek vermeyi -o zamanlar- doğru bulduğunu anlatırken isyanın haklılığını da kuvvetli biçimde vurgular. İyi okumalar.

İmdat Freni

……

Beyazlar Önümüzde Grev ve Açlık Arkamızda

28 Şubat’ı 29’a bağlayan gece, Astoria’nın bitişik bir odasından gelen bir telefon beni uyandırdı. Huzursuz bir ses bana şöyle diyordu: “Kronştadt Beyazların eline geçti. Hepimiz seferber olmuş vaziyetteyiz.” Bana korkunç –korkunç, çünkü bu Petrograd’ın yaklaşan düşüşü anlamına geliyordu– haberi ulaştıran Zinovyev’in kayınbiraderi İlya Yonov’du. 

— Hangi Beyazlar? Nereden çıkmışlar? Bu inanılmaz! 

— General Kozlovskiy diye biri…
— Ya bizim bahriyeliler? Sovyet? Çeka? Tersane işçileri? 

— Daha fazlasını bilmiyorum. 

Zinovyev Ordu Devrim Konseyi’yle toplantıdaydı. II. İlçe Komite’sine koştum. Orada sadece asık suratlar gördüm. 

— İnanılmaz, ama durum bu…
— Eh öyleyse, derhal herkesi seferber etmek lazım, dedim. Bana kaçamak şekilde, bu yapılabilirdi, ama Petrograd Komitesi’nden talimat bekleniyordu yanıtını verdiler. Gecenin geri kalanını, birkaç yoldaşla birlikte, Finlandiya körfezinin haritasını tetkik ederek geçirdim. Bu arada varoşlarda bir dizi küçük grevin genelleştiğini öğreniyorduk. Beyazlar önümüzde, açlık ve grevler arkamızdaydı! Şafakta çıkarken, otel personelinden yaşlı bir hizmetçi kadının elinde paketlerle gizlice çıktığını gördüm. 

— Nereye gidiyorsun böyle, bu erken saatte, ninecik? 

— Şehirde uğursuz bir hava var. Hepinizi boğazlayacaklar yavrularım, her şeyi talan edecekler bir kez daha. Ben de öteberimi götürüyorum işte. 

Henüz ıssız olan sokaklarda duvarlara yapıştırılan küçük afişlerde karşıdevrimci General Kozlovskiy’in[3] komplo ve ihanetle Kronştadt’ı ele geçirdiği ve proletaryayı eline silah almaya çağırdığı bildiriliyordu. Fakat daha ilçe komitesine varmadan ellerinde mavzerleriyle yola düşen yoldaşlara rastgeldim. Onlar bana bunun iğrenç bir yalan olduğunu, isyan edenin bahriyeliler olduğunu, bunun donanmanın bir başkaldırısı olduğunu ve Sovyet tarafından yönetildiğini söylediler. Öyleyse durum daha az vahim değildi; tam tersine. En kötüsü de resmî yalan bizi felç ediyordu. Partimiz bize yalan söylemişti, öyle mi, bu şimdiye kadar olmayan bir şeydi. Bazıları “halk için öyle olması gerekiyordu…” diyordu yine de şaşkın. Grev neredeyse geneldi. Tramvayların çalışıp çalışmayacağı belli değildi. 

Aynı gün, Fransız dilli komünist gruptan dostlarımla (Marcel Body ile Georges Helfer’in orada olduğunu hatırlıyorum) silahlanmamaya ve ne aç grevcilere ne de sabrı sonuna gelmiş bahriyelilere karşı dövüşmeye karar verdik. Vasilyevskiy Ostrov’da kar beyazı sokakta konuşlanan ve ağır adımlarla fabrikaların çevresini boşaltmak için gönderilen askerî okul öğrencilerine karışan bilhassa kadınlardan oluşan bir kalabalık gördüm. Askere yoksulluktan söz eden, onlara kardeşler diye hitap eden sakin ve üzgün kalabalık onlardan yardım talep ediyordu. Öğrenciler ceplerinden ekmek çıkararak dağıtıyorlardı. Genel grev düzenleme işi Menşeviklere ve sol Sosyalist-Devrimcilere atfediliyordu. 

Varoşlarda dağıtılan bildiriler Kronştadt Sovyeti’nin taleplerini duyurdu. Bu devrimin tazelenmesi programıydı. Özetlersem: sovyetlerin gizli oyla seçilmesi; bütün devrimci partiler ve gruplar için söz ve basın hürriyeti; sendikal özgürlük; devrimci siyasal mahkûmların salıverilmesi; resmî propagandanın kaldırılması; köylerdeki müsaderelere son verilmesi; zanaatkârlara özgürlük; halkın keyfince mal teminini engelleyen yol barikat müfrezelerinin derhal kaldırılması. Kronştadt Sovyeti, garnizonu ve 1. ve 2. filonun mürettebatı bu programın gerçekleştirilmesi için ayaklanmıştı.[4]

Devrimimizin Basını Yalan Söylüyordu

Gerçek yavaş yavaş, her saat başı biraz daha fazla, basının duman barajından sızarak, kelimenin tam anlamıyla yalandan zincirlerini kopararak ortaya çıkıyordu. Ve de bu bizim basınımız, devrimimizin basını, dünyanın ilk sosyalist, yani satın alınamaz ve tarafsız basınıydı! Daha önce hasımlarına karşı son derece samimi olarak belli ölçüde demagoji ve şiddet kullandığı vakiydi. Bu yasalara uygun, her halükârda anlaşılabilir bir durumdu. Şimdiyse sistematik biçimde yalan söylüyordu. Leningradskaya Pravda Kronştadt’ta esir alınan Donanma ve Ordu komiseri Kuzmin’in kötü muamele gördüğünü ve karşıdevrimciler tarafından yazılı olarak emredilen yargısız infazdan ancak kıl payı kurtulduğunu yazmıştı. Mesleğinin profesörü, enerjik ve çalışkan asker, baştan aşağı, üniformasından kırış kırış yüzüne dek gri Kuzmin’i tanıyordum. Kronştadt’tan “kaçmış” ve Smolny’a geri dönmüştü. “Anlamakta zorluk çekiyorum sizi kurşuna dizmek istemelerini” dedim ona. “Emri bizzat gördünüz mü?” Tereddüt etti, mahçup bir şekilde: “Oh! Her zaman biraz abartılır, gözdağı veren küçük bir kağıttı işte…” Kısacası, biraz terlemişti, hepsi bu. Fakat isyankâr Kronştadt bir damla kan akıtmaz, sadece ölçülü davranılan birkaç komünist memuru (komünistlerin büyük çoğunluğu, yüzlercesi harekete katılmıştı, bu da parti tabanının oldukça kararsız olduğunu gösteriyordu) tutuklarken, bir başarısız infazlar efsanesi yaratılıyordu. 

Bütün bu dramda, söylentiler uğursuz bir rol oynadılar. Resmî basın rejimin başarısı ve övgüsü olmayan her şeyi saklar ve Çeka mutlak karanlık içinde hareket ederken her an yıkıcı söylentiler doğuyordu. Petrograd grevlerinin ardından, Kronştadt’ta kitle halinde grevcilerin tutuklandığı ve askerî birliklerin fabrikalara müdahale ettiği söylentisi çıkmıştı. Gerçekte bu doğru değildi, her ne kadar Çeka kuşkusuz alışıldığı üzere aptalca ve genel olarak kısa süreli tutuklamalara girişse de. Hemen her gün Petrograd Komitesi sektreteri Sergey Zorin’i[5] görüyordum ve karışıklıkların onu ne kadar endişelendirdiğini, onun işçi muhitlerinde baskı yöntemleri kullanmamaya ne kadar kararlı olduğunu ve bu gibi durumlarda tek etkili silahı ajitasyon olarak gördüğünü biliyordum; onu güçlendirmek için vagonlarca yiyecek maddesi temin ediyordu. Bana gülerek sol Sosyalist-Devrimcilerin “Yaşasın Kurucu Meclis!” (anlaşılır tercümesi “Kahrolsun Bolşevizm!”) diye bağırdıkları bir mahalleye nasıl düştüğünü anlatmıştı. “Birçok erzak vagonunun geldiğini bildirdim ve durumu kaşla göz arasında tersine çevirdim” demişti. Her halükârda, Kronştadt’ın itaatsizliği Petrograd grevleriyle[6] dayanışma hareketiyle ve genelde doğru olmasa da, bastırma harekâtları söylentileri sayesinde başladı. 

En büyük suçlular hoyrat beceriksizliğiyle isyanı kışkırtan Kalinin ve Kuzmin’di. Kronştadt garnizonunda bando mızıkayla karşılanan Cumhuriyet Yürütme Komitesi başkanı Kalinin, bahriyelilerin taleplerinden haberdar olduğunda, onları beş para etmezler, egoistler, hainler olarak nitelemiş ve acımasız cezalarla tehdit etmişti. Kuzmin disiplinsizlik ve ihanet proletarya diktatörlüğünün demir yumruğuyla kırılacaktır diye haykırmıştı. Yuhalamalar eşliğinde uğurlandılar, kopuş tamamlanmıştı. Petrograd’a dönüşünde “Beyaz General Kozlovskiy” masalını uyduran muhtemelen Kalinin’di. Böylece, daha ilk andan itibaren, henüz çatışmayı dindirmek kolayken, Bolşevik önderler yalnızca güç kullanmak istediler. Ve bilahare, Kronştadt tarafından Sovyet’e ve Petrograd halkına anlaşmazlık konusunda onları bilgilendirmek maksadıyla gönderilen bütün heyetin Çeka hapishanelerinde olduğunu öğrendik. 

Emma Goldman, Alexandre Berkman[7] ve ABD Rus İşçiler Birliği’nin genç sekreteri Perkus gibi yeni gelen Amerikalı anarşistlerle her akşam yaptığım görüşmeler sırasında bir arabuluculuk fikri doğmuştu. Partideki yoldaşlarımdan bazılarına bundan söz ettim. Bana şu cevabı verdiler: “Bu bir işe yaramaz. Ve biz de, sen de, parti disipliniyle bağlıyız.” Öfkelendim: “Partiden çıkılabilir de!” Bana soğuk ve üzgün biçimde şu cevabı verdiler: “Bir Bolşevik partisini terk etmez. Ya sen, nereye gideceksin ki? Ne de olsa biz tekiz.” Anarşist arabulucular grubu kayınpederim Aleksandr Rusakov’un evinde toplanıyordu. Ben o toplantıya katılmadım, çünkü Kronştadt Sovyeti nezdindeki nüfuzlarından dolayı sadece anarşistlerin bu inisyatifi alacağı ve Sovyet hükümeti karşısında sadece Amerikalı anarşistlerin sorumluluğu alacağı kararlaştırılmıştı. Zinovyev tarafından çok iyi karşılanan Emma Goldman ve Alexandre Berkman uluslararası proletaryanın hâlâ önemli bir kesimi adına yetki sahibi olarak konuşabilirlerdi. Arabuluculukları tamamen başarısız oldu. Buna mukabil, Zinovyev onlara özel vagonla bütün Rusya’yı dolaşabilmeleri için her türlü kolaylığı teklif etti. “Kendiniz görün, anlayacaksınız…” Rus “arabulucular”ın çoğunluğu tutuklandı, ben hariç. Bu müsamahayı Zinovyev’in, Zorin’in ve diğer birkaç kişinin sempatisine; ve Fransız işçi hareketi militanı sıfatıma borçluydum. 

Emma Goldman ve Alexandre Berkman, 1917

Neden Bolşeviklerin Tarafında Kaldık

Birçok tereddüt ve ifadesi zor tedirginlikle komünist dostlarım ile ben en nihayetinde parti tarafında kalmıştık. Bakın neden. Kronştadt haklıydı. Kronştadt yeni bir özgürleştirici devrime, halk demokrasisi devrimine başlıyordu. Çocukça yanılsamalar içindeki kimi anarşistler “III. Devrim!” diyorlardı. Oysa ülke tamamen tükenmiş, üretim neredeyse durmuş, hiçbir türlü rezerv kalmamış, hatta kitlelerin ruhundaki sinir rezervleri bile erimişti. Eski rejimle mücadele içinde oluşmuş proletaryanın elit kesimi kelimenin tam anlamıyla biçilmişti. İktidara yakın olma gayreti içindekilerin akınıyla şişmiş olan parti pek güven telkin etmiyordu. Başka partilerden de ayakta ancak kapasitesi müphem küçük kadrolar kalmıştı. Birkaç hafta içinde toparlanabilirlerdi belki, ama binlerce hırçını, hoşnutsuzu, öfkeliyi içeri almak kaydıyla, yoksa 1917’deki gibi genç devrimin coşkulu insanlarını değil. Sovyet demokrasisinin atılganlığa, beyne, örgütlenmeye ihtiyacı vardı, ama arkasında sadece aç ve ümitsiz kitleler vardı. 

Popüler karşıdevrim özgürce seçilmiş Sovyetlerin taleplerini “komünistsiz Sovyetler” talebi şeklinde tercüme ediyordu. Eğer Bolşevik diktatörlük düşerse, bu kısa vadede kaos, kaos aracılığıyla da köylü ayaklanması, komünist katliamı, göçmenlerin dönüşü ve nihayetinde de olayların zoruyla bir başka diktatörlük, proleter-karşıtı diktatörlük demek olurdu. Stockholm ve Tallin’den gelen haberler göçmenlerin de aynı beklentiler içinde olduklarını gösteriyordu. Aynı zamanda bu haberler önderlerin ne pahasına olursa olsun Kronştadt’ın hızla bastırılması isteklerini de teyit ediyordu. Soyut bir muhakeme değildi bu. Sadece Avrupa Rusya’sında bir elli kadar köylü isyanı yuvası bulunduğunu biliyorduk. Moskova’nın güneyinde, Sovyet rejiminin lağvedildiğini ve Kurucu Meclis’in ihdas edildiğini ilan eden sağ Sosyalist-Devrimci öğretmen Antonov[8] Tambov vilayetinde on binlerce köylüyle mükemmel biçimde organize olmuş bir orduya sahipti. Beyazlarla müzakereler yürütüyordu. (Tuhaçevskiy bu Vendée’yi 1921 yılının ortalarına doğru bastırdı.) Bu koşullarda, parti geri çekilecek, ekonomik rejimin tahammül edilemez olduğunu kabul edecek, ama iktidarı bırakmayacaktı. Şöyle yazmıştım: “Hatalarına ve suistimallerine rağmen, Bolşevik Partisi şu sırada, her şeye rağmen, güven duymak gereken en büyük organize, akıllı ve emin olunacak güçtür. Devrimin başka dayanak noktası yoktur ve baştan aşağı yenilenmeye müsait değildir.” 

En Feci Kardeş Katli

Politbüro Kronştadt’la önce müzakere etmeye, sonra ona ültimatom [9] yollamaya ve son olarak da kaleye ve donanmanın buza saplanıp kalmış zırhlılarına baskın yapmaya karar verdi. Doğrusunu söylemek gerekirse, müzakere olmadı. Lenin ve Troçki imzalı isyan ettirici bir tonda hazırlanmış bir ultimatom ilan edilmişti: “Teslim olun ya da tavşanlar gibi taranırsınız.” Troçki Petrograd’a gelmedi bile, sadece Politbüro’daki müdahalesiyle yetindi. 

Ortak zaferin ertesinde anarşistler yasadışına itilirken Çeka da sonbahar sonu veya kış başında Menşevik Sosyal-Demokratları[10] –resmî bir metinde çok ürkütücü bir şekilde “düşmanla kumpas kurmak, demiryollarına sabotaj düzenlemekle” ve bu tür iğrenç yalanlarla suçlanan– yasadışına itiyordu. Önderlerin bile yüzleri kızarıyordu; omuz silkiyorlardı: “Çeka’nın taşkınlığı!” Ama bir şeyi düzeltmiyorlar ve kendilerini Menşeviklere yönelik tutuklama olmayacak, her şey yoluna girecek vaadiyle sınırlıyorlardı. Menşevizmin liderleri Fyodor Dan ve Abramoviç Petrograd’da tutuklandılar. Eğer hafızam bana oyun oynamıyorsa o sırada kızıl saçlı, sert ve kaba bir işçi olan Semyonov tarafından yönetilen Çeka onları genel grevin tertip edicileri olarak gördüğünden kurşuna dizdirmek istiyordu; bu büyük ihtimalle yanlıştı, grev büyük oranda kendiliğindendi. Semyonov’la kısa bir süre donmuş hücrelerde kötü muamele görmüş iki öğrenci kızla ilgili bir ihtilaf yaşamıştım. Gorki’den yardım istemiştim. O da o sırada Menşevik liderlerin kurtarılması için Lenin nezdinde girişimlerde bulunuyordu. Lenin’e haber iletildikten sonra kurtuldular. Ama geceler boyunca onlar için tir tir titredik. 

Mart başında, Kızıl Ordu buz üzerinde Kronştadt’a karşı bir taarruz başlattı. Gemi ve kalelerdeki toplar beyaz kefenlerini giymiş saldırganlara ateş açtı. Devasa buzlar tersyüz oldu ve üzerlerindeki insan cesetleri kara dalgalarla sürüklenip gitti. En feci kardeş katli başlamıştı. 

28 Şubat 1921’de alınan 15 maddelik karar

Lenin: “Thermidor’u Kendimiz Yapacağız”

Bu sırada Moskova’da toplanan partinin X. Kongresi, Lenin’in önergesi üzerine, müsadere rejimini, yani “savaş komünizmi”ni kaldırıyor ve Yeni Ekonomi Politikası’nı ilan ediyordu; Kronştadt’ın bütün ekonomik talepleri yerine getirilmiş oluyordu! Kongre bu arada muhalefete de zorluklar çıkarıyordu. İşçi Muhalefeti, anarşizmle uzaktan yakından ilişkisi olmasa da, “partiyle uyuşmaz anarko-sendikalist sapma” olarak nitelenmişti. Kongre Kronştadt’a karşı savaş için üyelerini –ve aralarında birçok muhalif de vardı– seferber etti! Eski Kronştadt bahriyelisi aşırı-solcu Dıbenko ile “Demokratik Merkeziyetçilik” lideri, yazar ve asker Bubnov da içlerinde hak verdikleri asilere karşı buz üstünde savaş vermeye gelmişlerdi. Tuhaçevskiy nihaî taarruzu hazırlıyordu. Bu kara günlerde Lenin arkadaşlarımdan birine aynen şöyle demişti: “Thermidor bu. Ama bizi giyotine sokmalarına izin vermeyeceğiz. Thermidor’u kendimiz yapacağız!” 

Bildiğim kadarıyla, kimsenin bahsetmediği Oranienbaum hadisesi Kronştadt’ı devrimci bahriyelilerin istemedikleri bir zaferin iki parmak yakınına getirmişti. Bunu görgü tanıklarından biliyordum. Petrograd Komitesi sekreteri, koca sarışın Viking, Sergey Zorin piyade komutanlarından birinin aldığı önlemlerden mantıklı bir sebebi olmayan hareketlenmelerin meydana geldiğini gözlemlemişti. İki gün içinde bir komplo olduğu kanaatine varıldı. Kronştadt’la dayanışmaya hazır bütün bir alay dönüş yapacak ve orduyu isyana çağıracaktı. Zorin derhal onu güvenilir kişilerle güçlendirdi, devriyelerin ve nöbetçilerin sayısını ikiye katladı, alayın komutanını tutukladı. İmparatorluk ordusunun eski bir subayı olan bu komutan bayağı bir açık sözlüydü: “Yıllardır bu anı bekliyordum. Sizlerden nefret ediyorum, Rusya’nın katilleri. Ben oyunu kaybettim, hayatın benim için bir anlamı kalmadı artık.” Kurşun yağmuruna tutuldu epey bir başkalarıyla birlikte. Polonya cephesinden çağrılan bir alaydı. 

Ruh ve Beden Olarak Devrime Bağlılardı

Buzlar erimeden bu işin bitmesi gerekiyordu. 17 Mart’ta Tuhaçevskiy tarafından başlatılan nihaî taarruz buz üstünde yaman bir zaferle son buldu. Doğru düzgün subayı olmayan Kronştadt bahriyelileri toplarını (aralarında Kozlovskiy diye bir eski subay vardı, ama yaptığı aman aman bir şey yoktu ve hiçbir otoriteye sahip değildi) nasıl kullanacağını bilmiyordu. Asilerin bir kısmı Finlandiya’ya kaçtı. Diğerleri kendilerini azimle kale kale, sokak sokak savundular. “Yaşasın Dünya Devrimi!”, “Yaşasın Komünist Enternasyonal” haykırışlarıyla kurşunlara hedef olup düşüyorlardı. Yüzlerce mahpus Petrograd’a getirildi ve birkaç aydan sonra kendilerini budalaca, canice parti parti kurşuna dizen Çeka’ya teslim edildi. Bu yenilmiş insanlar ruh ve beden olarak devrime bağlılardı, Rus halkının acısını ve arzusunu dile getirmişlerdi, Yeni Ekonomi Politikası onları haklı çıkarıyordu. Bu uzun boylu katliama yol veren Dzerjinski’ydi. 

Asi Kronştadt’ın liderleri dünün saftan ayrılmış bilinmeyenleriydi. Bunlardan biri olan Petriçenko Finlandiya’ya sığınmıştı. Bir diğeri, Perepelkin, bir zamanlar aralarında Lenin ve Troçki’nin de bulunduğu onca devrimcinin geçtiği Şpalernaya sokağındaki eski tutukevinde ziyaret edeceğim arkadaşlarla birlikte hapiste bulunuyordu. Sonsuza dek yok olup gitmeden önce, Perepelkin bize olayların hikâyesini anlatmıştı.[11]

Kasvetli 18 Mart! Sabah gazeteleri Paris Komünü’nün proleter yıldönümünü kutlayan manşetlerle çıkmıştı. Ve Kronştadt üzerinde patlayan top kulakları sağır edercesine camları titretiyordu. Smolny’ın büroları üzerinde kötü bir cin hüküm sürüyordu. En yakınlar haricinde, insanlar birbirleriyle konuşmaktan çekiniyordu ve söylenen şeyler de acı şeylerdi. Hiçbir zaman Neva’nın o engin manzarası bana bu denli soluk ve kasvetli görünmemişti. Muhteşem bir tarihsel rastlantı eseri, bu aynı 18 Mart’ta, Berlin’de bir komünist ayaklanma başarısızlığa uğruyordu.[12]

1917’nin Büyük Fikirleri Ölmüştü

Kronştadt partide bir çöküntü ve kuşku dönemi başlattı. Moskova’da, iç savaşta kendini göstermiş bir Bolşevik olan Panyuşkin bir “Sovyet Partisi” kurmak için gösterişli bir şekilde partiden ayrılıyordu. Bir işçi sokağında kulüp açtı. Bir süre hoşgörü gösterildi kendisine, sonra tutuklandı. Yoldaşlar gelip bulundukları lojmandan atılan karısı ve çocuğu için devreye girmemi istediler; şimdi bir koridorda kalıyorlardı. Faydası dokunan bir şey yapamadım. Bir başka eski Bolşevik, işçi, 1905’te yukarı Volga’da isyancı, Lenin’e şahsen bağlı Myasnikov “anarşistlerden monarşistlere kadar, herkes için” basın özgürlüğü istiyordu. Çok geçmeden Ermenistan’da Erivan’a sürülecek, oradan Türkiye’ye geçecekti. Yirmi yıl kadar sonra onunla Paris’te karşılaştım. 

“Totalitarizm” kelimesi daha ortada yoktu. Biz bilincine varmadan, olay kendini bize sert bir şekilde dayatıyordu. Ben farkında olan eli kolu bağlı azınlıktandım. Savaş komünizmi üzerine olan fikirlerini revize eden parti önderleri ve militanlarının çoğu onu savaş döneminde Almanya’da, Fransa’da, İngiltere’de kurulan ve “savaş kapitalizmi” olarak adlandırılan merkezîleşmiş rejimlere benzer bir ekonomik önlem gibi görmeye başlamışlardı. Bir kere barış sağlanınca, kimsenin henüz net bir fikir sahibi olmadığı bir tür sovyet demokrasisine ulaşılacaktı. Bolşevik Partisine köylü kitlelerini, orduyu, işçi sınıfını ve Marksist entelijansiyayı harekete geçirme imkânı veren 1917’nin büyük fikirleri kuşkusuz ölmüştü. On bin oyla desteklenen her bir grubun masrafları topluluğa ait olmak üzere kendi organını çıkarabileceği bir basın özgürlüğü önermiyor muydu Lenin? Sovyetlerin içinde partiden partiye iktidarın geçmesinin kavgasız gürültüsüz gerçekleşebileceğini yazmıştı. Doktrini “halktan ayrı memuru veya polisi olmayan”, emekçilerin seçilmiş konseyleri eliyle iktidarı doğrudan doğruya uygulayacakları ve bir milis sistemi sayesinde düzeni bizzat sağlayacakları eski burjuva devletlerden tamamen farklı bir devlet öngörüyordu. İktidar tekeli, Çeka ve Kızıl Ordu hayal edilen “Komün-Devlet”ten geriye yalnızca teorik bir mit bırakıyorlardı. Savaş, karşıdevrime karşı iç savunma, bürokratik bir iaşe aygıtı yaratan açlık sovyet demokrasisini öldürmüştü. Nasıl doğacaktı yeniden? Ne zaman? Parti iktidarı bir parça bile bırakmanın gericiliğe avantaj sağlayacağı haklı duygusuyla yaşıyordu. 

Proleter Jakobenizm Otoriter Mizaçları Seçer

Bu tarihsel etmenlere önemli psikolojik etmenleri de eklemek yerinde olur. Marksizm çağlara göre birçok kez değişikliğe uğramıştır. Kapitalist toplum doruğuna yaklaştıkça o da bilimden, burjuva felsefesinden ve proletaryanın devrimci özlemlerinden yeniden doğar. Ürünü olduğu bu toplumun doğal varisi olarak sunar kendini. Nasıl ki endüstriyel kapitalist toplum hayatın bütün veçhelerini keyfine göre ona uydurarak bütün dünyayı kucaklama eğilimindedir, XX. yüzyıl başındaki Marksizm de her şeyi yeniden ele almayı, mülkiyet rejiminden, iş örgütlenmesinden ve kıtaların haritasından (sınırların kaldırılması yoluyla) insanın iç dünyasına (bilimsel ve din-karşıtı eğitim yoluyla) kadar her şeyi dönüştürmeyi hedefler. Total [topyekûn] bir dönüşüm iddiasıyla, kelimenin etimolojik anlamında totaliterdir. En büyük Marksist parti, 1880 ile 1920 yılları arasındaki Alman Sosyal-Demokrat Partisi bir devlet modeli üzerinde bürokratik olarak örgütlenmiştir, burjuva devletinin bağrında iktidarı fethetmeye çalışır, devlet sosyalizmini düşünür. Bolşevik düşünce ise gerçeğin ele geçirilmesi duygusundan esinlenir. Lenin’in, Buharin’in, Troçki’nin, Preobrajenskiy’in gözünde, materyalist diyalektik aynı anda hem insan düşüncesinin yasası hem de doğanın ve toplumların gelişmesinin yasasıdır. Parti gerçeği elinde tutar; kendisininkinden farklı her düşünce zararlı ve gerici bir hatadır. Yüce bir görevi olduğuna dair mutlak inancı ona şaşırtıcı bir moral enerji ve aynı zamanda müsamahası olmayan bir anlayış sağlar. “Proleter jakobenizm”, önyargısızlığıyla, düşünce ve eylem disipliniyle eski rejimin, yani despotizme karşı mücadelenin ortaya çıkardığı kadroların psikolojisine gelip eklenir; otoriter mizaçları seçer. Devrimin zaferi, nihayet, sürekli olarak yenilen ve ezilen kitlelerin aşağılık kompleksini onlarda yeni despotik kurumları onlara aktaran bir toplumsal rövanş düşüncesi yaratarak iyileştirir. Kendinden geçmiş gibi komuta uygulayan, artık kendilerinin iktidar olduğunu hissettirmekten haz duyan evvelki günün bahriyelilerini ve işçilerini görmüştüm! 

Totalitarizm İçimizdeydi

Büyük hatiplerin kendileri de, bu sebeplerden dolayı, diyalektiğin kendilerine sözlü olarak, yani bazen demagojik biçimde çözmelerine izin verdiği içinden çıkılmaz çelişkilerle çırpınmaktadırlar. Yüz kez, Lenin demokrasinin övgüsünü yapmış ve proletarya diktatörlüğünün “mülksüzleştirilen eski mülk sahiplerine karşı” bir diktatörlük ve aynı anda da “en geniş emekçi demokrasisi” olduğunu vurgulamıştır. Buna inanıyor, bunu istiyordu. Fabrikalara gidip açıklamalar yapıyor, işçilerin acımasız eleştirisine cevap vermek istiyordu. İnsan yetersizliğinden duyduğu endişeyle, 1918’de proleter diktatörlüğünün hiç de kişisel diktatörlükle uyumsuz olmadığını yazmıştı. Eski dostu ve yoldaşı Bogdanov’u[13] hapse attırmıştı, çünkü kendisine can sıkıcı itirazlarda bulunuyordu; Menşevikleri[14] yasadışına itmişti, çünkü bu “küçük-burjuva” sosyalistler esef verici şekilde hatalıydılar. Anarşist partizan Mahno’yu sevecenlikle kabul ediyor ve ona Marksizmin haklı olduğunu kanıtlamaya çalışıyor, ama anarşizmi yasadışı ilan ettiriyordu. İnananlara barış sözü ve Kiliseleri gözetme emri veriyor; ama “din halkın afyonudur” demeye de devam ediyordu. Sınıfsız ve özgür insanların toplumuna doğru ilerliyorduk, ama parti hemen her yerde “emekçilerin hükümdarlığı son bulmayacak” diyordu. Öyleyse kimin üzerinde hüküm süreceklerdi? Ve hüküm sürmek ne anlama geliyordu? Totalitarizm içimizdeydi. 

Çeviri: Bülent Tanatar


[1] Paul Avrich, Kronstadt 1921, çeviri: Gün Zileli, Versus yayınları, 2006, s.6.

[2] Victor Serge, Bir Devrimcinin Hatıraları 1905-1945, Çeviri: Bülent Tanatar, Yazın Yayıncılık, 2018, ss. 141-151. Ara başlıklar İmdat Freni tarafından eklenmiştir.

[3] General A.N. Kozlovskiy’in rolü hakkında bkz. Paul Avrich, La tragédie de Cronstadt, 1921, Paris, Le Seuil, 1975. Kendisi kaçabildi, ama karısı ve iki oğlu “önce rehin alındı sonra da bir toplama kampına gönderildi. Sadece 11 yaşındaki kızına ilişilmedi.” Avrich haricinde, bkz Ida Mett, La Commune de Cronstadt. 1921, Paris, René Lefeuvre, Cahiers Spartacus, 1948; Skirda, Kronstadt 1921, a.g.y. 

[4] Kronştadt’ın 15 noktadan oluşan siyasal yasası (şartı) 28 Şubat 1921’de Petropavlovsk zırhlısının güvertesinde Petrograd’dan
öfke içinde dönmüş ve grevcilerle dayanışma içindeki delegelerce kaleme alınmıştı: krş. Avrich, La tragédie de Cronstadt, a.g.y., 74-76 ve Alexander Berkman, Le mythe bolchevik. Journal 1920-1922, Quimper, La Digitale, 1996, s. 264-265. Kronştadt’ın talepleri üzerine: krş. La Commune de Cronstadt (İzvestiya Kronştadta’ların tam tercümelerini içeren belgeler toplamı), Paris, Bélibaste, 1969. 

[5] Sergey Zorin (1890-1937) Stalinci “Büyük Terör” sırasında yok olacaktı. 

[6] Grevler Şubat 1921’de cereyan etti. 

[7] Emma Goldman (1869-1940) ve Alexandre Berkman (1870-1936), ABD’de çok aktif olan Rus Yahudisi kökenli militanlar olup
1919’da yurt dışına atılınca 1920’de Rusya’ya gelmiş, ama oradan da hayal kırıklığı içinde ayrılmışlardı. Krş. Emma Goldman, My Disillusionment in Russia, New York, Doubleday, Page & Cie, 1923 (Londra, C.W. Daniel Co., 1925);) Berkman, Le mythe bolchevik, a.g.y. Krş. Şubat 1938’de Joseph Vanzler’in (nam-ı diğer Wright) bu konuda yaptığı ne Amerikalı ve Rus anarşistleri ne Sosyalist- devrimcileri ne de Menşevikleri esirgeyen eleştirel incelemesi: “La vérité sur Cronstadt”. Emma Goldman ile Alexandre Berkman’ın metinleri Alexandre Skirda’nın yayına hazırladığı şu derlemede bulunmakta: Les anarchistes dans la Révolution russe, Paris, Tête de feuilles,ü 1973. 

[8] Aleksandr Stanislasoviç Antonov (1882-1922) tarafından körüklenmen Tambov ayaklanması 1920 yazında patlak verdi ve ancak Haziran 1921’de dizginlenebildi. 

[9] Avrich (La tragédie de Cronstadt, a.g.y, s. 141-142) alelacele Batı Sibirya’dan gelen Troçki’nin Petrograd’a 4 veya 5 Martta ulaştığını, buarada Kızıl Ordu başkomutanı S.S. Kamenev’le ve Petrograd’daki, 7. Ordunun komutanı M.N. Tuhaçevskiy’le ortaklaşa imzalandığı bir ultimatom yayınlattığını yazar. Serge burada aynı gün Petrograd Savunma Komitesi’nin yayınladığı ve Kronştadt üzerinde uçakla attığı bildiriyle karıştırıyor. Bildirinin sonuç bölümü şöyleydi: “[Eğer] direnirseniz, keklik gibi vurulursunuz.” Alınan önlemlerle hemfikir olmakla birlikte Troçki 1938 tarihli “Beaucoup de bruit autour de Kronstadt” ile “Encore sur la répression de Kronstadt” adlı makalelerinde (Œuvres, cilt 18, Paris, EDI, 1984) sorumluluğu S.S. Kamenev üzerine atar ve o sırada orada olduğunu reddeder… Belgelere dayanan anarşist Alexandre Skirda da onu yalancılıkla ve kötü niyetli olmakla suçlar: “Le “cas” Trotsky”, Kronstadt 1921, a.g.y, s. 82-91 içinde. 

[10] Menşevik-karşıtı önlemler bilhassa 1921’in ilk çeyreğinde söz konusuydu. Şubatta tutuklanan ve bir yıl sonra serbest bırakılan Martov’un ve Rafail R. Abramoviç’in (1879-1963) halefi, Dan diye bilinen Fyodor Gurviç (1871-1947) sürgünden ziyade gurbeti seçti. 

[11] Petropavlovsk gemisinde iaşe subayı olan S. Petriçenko (1892-1946?) 1945’e dek sığındığı Finlandiya’da bu görevde kaldı (Bolşevik yanlısı faaliyetinden dolayı ihraç edildi). Rusya’ya iade edildi, tutuklandı ve çok geçmeden kampta öldü. Sevastopol gemisinde elektrikçi olarak çalışan Perepelkin 20 Martta yargılandı, ölüme mahkûm edildi ve idam edildi. 

[12] 1921’deki “Mart eylemi”nin başarısızlığının üzerine atıldığı Béla Kun Alman Komünist Partisi başkanı Brandler’i emekçilerin silahlanmaya çağrılması konusunda ikna etti, ama mücadele ruhu ve grevler genelleşemediğinden sonuç başarısız oldu. 

[13] Aleksandr Aleksandroviç Malinovskiy, Bogdanov diye bilinir (1873-1928), hekim, parlak entelektüel, Lunaçarskiy’in dostu ve kayınbiraderi, 1904-1907 arasında Bolşevik liderlik için Lenin’in başlıca rakibi. Materyalizm ve Ampriyokritisizm (1928’de Serge tarafından tercüme edildi) kitabında Lenin’in saldırısına uğradı, 1922-1923’te İşçi Gerçeği adlı muhalefet grubunu kurdu ve bu sebeple tutuklandı, ama sonra serbest bırakıldı. 

[14] 14 Haziran 1918 tarihli kararname Sosyalist-Devrimciler gibi onları da yasadışına itti. 30 Kasım 1918’de kararname geri alınsa da hiçbir şey değişmedi: tutuklamalar, davalar, vs. 

Geleceğimiz Neden Kütüphanelere, Okumaya ve Hayal Kurmaya Bağlı – Neil Gaiman

Hayal gücümüzü kullanmanın ve başkalarına hayal güçlerini kullanma imkânı vermenin neden tüm vatandaşlar için bir yükümlülük olduğunu açıklayan bir konferans…

İnsanların size hangi tarafta olduklarını ve nedenini, önyargılı olup olmadıklarını söylemeleri önemlidir. Bir tür, üyelerin çıkarlarının beyanı. Bu yüzden, size okumaktan bahsedeceğim. Size kütüphanelerin önemli olduğunu söyleyeceğim. Kurgu okumanın, zevk için okumanın, bir insanın yapabileceği en önemli şeylerden biri olduğunu öne süreceğim. İnsanlar kütüphanelerin ve kütüphanecilerin ne olduklarını anlasın ve her ikisi de korunabilsin diye ateşli bir savunma yapacağım.

Açıkça ve aşırı derecede taraflıyım: Bir yazarım ve genellikle de kurgu yazarıyım. Çocuk ve yetişkinler için yazıyorum. Yaklaşık 30 yıldır hayatımı sözlerimle, çoğunlukla bir şeyler uydurarak ve onları yazıya dökerek kazanıyorum. İnsanların okuması, kurgu okuması, okumaya ve okumanın gerçekleşebileceği alanlara yönelik bir sevginin büyümesi için kütüphanelerin ve kütüphanecilerin var olması açıkça işime gelir benim.

Bu yüzden bir yazar olarak taraflıyım. Ama bir okuyucu olarak çok, çok daha taraflıyım. Hele İngiliz vatandaşı olarak daha bile taraflıyım. 

Ve bu gece, insanların kendine güvenen ve hevesli okuyucular olmalarına yardım ederek herkese hayatta eşit bir şans vermeyi misyon edinmiş bir hayır kurumu olan Okuma Ajansı’nın himayesinde bu konuşmayı yapıyorum; ki kendileri okuma yazma programlarını, kütüphaneleri ve bireyleri destekliyor ve okuma eylemini çıplaklığıyla ve umarsızca teşvik ediyorlar. Çünkü bize okurken her şeyin değiştiğini söylüyorlar.

Ve işte bu değişim ve bu okuma eylemi hakkında konuşmak için buradayım bu akşam. Okumanın ne işler yaptığını, ne işe yaradığını konuşmak istiyorum.

Bir keresinde New York’taydım ve Amerika’da büyük ve gelişen bir sektör olan özel hapishanelerin inşası hakkındaki bir konuşmayı dinledim. Hapishane endüstrisinin gelecekteki büyümesini planlaması gerekiyor – kaç hücreye ihtiyaçları olacak? Bundan 15 yıl sonra kaç mahkum olacak? 10 ve 11 yaşındakilerin yüzde kaçının okuyamadığını -ve haliyle zevk için de okuyamadıklarını- sormaya dayalı oldukça basit bir algoritma kullanarak bunu çok kolay bir şekilde tahmin edebileceklerini keşfettiler.

Birebir değil: okuryazar bir toplumda suça eğilimi yok diyemezsiniz ama arada çok gerçekçi korelasyonlar var.

Ve bence bu korelasyonlardan bazıları, en basit olanı, çok basit bir şeyden geliyor. Okur yazar insanlar kurgu okurlar.

Kurgunun iki kullanımı var. Birincisi, kurgu, okumaya açılan bir geçit uyuşturucusudur. Sonra ne olacağını bilme, sayfayı çevirmeyi isteme, zor olsa bile devam etme ihtiyacı dürtüsü… Çünkü birinin başı beladadır ve her şeyin nasıl sonuçlanacağını bilmek zorundasınızdır… bu çok gerçek bir dürtü. Ve sizi yeni kelimeler öğrenmeye, yeni düşünceler düşünmeye, devam etmeye zorlar; okumanın başlı başına zevkli olduğunu keşfetmeye. Bunu öğrendiğiniz an, her şeyi okuma yolundasınızdır. Ve okumak anahtardır. Birkaç yıl evvel kısa bir dönem, artık post-edebi bir dönemde yaşadığımız ve yazılı kelimelerden anlam çıkarma yeteneğinin bir şekilde gereksiz olduğuna yönelik sesler yükselmişti, ancak o günler geride kaldı. Kelimeler artık eskisinden de değerli: Dünyayı kelimelerle dolaşıyoruz ve dünya Web’e kayarken okuduğumuzu takip etmemiz, iletişimini kurabilmemiz ve anlayabilmemiz gerekiyor. Birbirini anlayamayan insanlar fikir alışverişinde bulunamaz, iletişim kuramazlar, çeviri programları da ancak bir yere kadar idare ediyor.

Edebi çocuklar yetiştirdiğimizden emin olmanın en basit yolu, onlara okumayı öğretmek ve okumanın zevkli bir aktivite olduğunu göstermektir. Ve bu, en basit haliyle, hoşlarına giden kitaplar bulmak, bu kitaplara erişimlerini sağlamak ve onların okumalarına izin vermek anlamına geliyor.

Çocuklar için sakıncalı kitap diye bir şey olduğunu düşünmüyorum. Zaman zaman bazı yetişkinler arasında, çocuk kitaplarının bir alt kümesine, belki bir türe yahut bir yazara dikkat çekerek onları kötü kitaplar, çocukların okumasının engellenmesi gereken kitaplar olarak ilan etmek moda oluyor. Bunu defalarca gördüm; Enid Blyton, R.L. Stine ve düzinelerce başkası kötü yazarlar ilan edildi. Çizgi romanlar, cehaleti besledikleri gerekçesiyle kınandı.

Saçmalık bu. Züppelik ve aptallık. Çocukların sevdiği, okumak ve araştırmak istediği ve çocuklar için kötü olan yazarlar yok çünkü her çocuk farklı. İhtiyaç duydukları hikayeleri bulabilir ve kendilerini hikâyelere getirirler. Bayat ve eskimiş bir fikir, onlar için bayat ve eskimiş değil. Çocuk onunla ilk kez karşılaşıyor. Yanlış bir şey okuduklarını düşünerek çocukları okumaktan caydırmayın. Sizin sevmediğiniz kurgu, tercih edebileceğiniz diğer kitaplara giden bir yol. Herkesin zevkleri sizinle aynı değil.

İyi niyetli yetişkinler bir çocuğun okuma sevgisini kolaylıkla yok edebilir: Hoşlarına giden şeyler okumalarına mani olabilir ya da onlara sizin sevdiğiniz türden değerli fakat iç sıkıcı, Viktorya dönemi “geliştirici” edebiyatın 21. yüzyıl muadillerinden verebilir. Sonunda da okumanın fiyakalı olmadığı, daha da kötüsü nahoş olduğuna ikna olmuş bir nesliniz olur.

Çocuklarımızın okuma merdivenine çıkmalarına ihtiyacımız var: Okumaktan zevk aldıkları herhangi bir şey onları basamak basamak edebi kültüre yükseltecek. (Ayrıca, 11 yaşındaki kızı R.L. Stine’a ilgi duyduğu esnada bu yazarın yaptığını yapmayın, yani gidip de Stephen King’in Carrie’sinin bir kopyasını alıp “onları beğendiysen buna bayılacaksın!” demeyin. Holly gençlik yıllarının geri kalanında kırlardaki yerleşimcilerin zararsız hikayelerinden başka bir şey okumadı ve ne zaman Stephen King’in adı geçse bana hâlâ kötü kötü bakıyor.)

Kurgunun yaptığı ikinci şey empati geliştirmek. TV ya da film izlediğinizde başkalarının başına gelen şeylere bakarsınız. Nesir kurgu, 26 harf ve bir avuç noktalama işaretinden oluşturulmuş bir şeydir ve siz, yalnızca siz, hayal gücünüzü kullanarak bir dünya ile insanlar yaratır ve başka gözlerden bakarsınız. Başka türlü asla bilemeyeceğiniz şeyleri hisseder, yerleri ve dünyaları ziyaret edersiniz. Oradaki herkesin de birer ben olduğunu öğrenirsiniz. Başkası olursunuz ve kendi dünyanıza döndüğünüzde birazcık değişmişsinizdir.

Empati insanları gruplara dönüştüren, kendine saplantılı bireylerden fazlası olarak işler kılan bir araçtır.

Okurken ayrıca dünyada yolunuzu bulabilmek adına hayati önem taşıyan bir şey de öğreniyorsunuz. O da şu: Dünya böyle olmak zorunda değil. Her şey farklı olabilir.

2007 yılında, Çin tarihinin ilk parti-onaylı bilim kurgu ve fantezi kongresinde Çin’deydim. Bir ara üst düzey bir yetkiliyi kenara çekip “neden?” diye sordum. Bilimkurgu uzun zamandan beri onaylanmıyordu. Ne değişti?

“Çok basit” dedi bana. Çinliler, şayet birileri planlarını getirirse bir şeyler yapmakta harikaydılar. Ama yenilik yapmadılar ya da icat etmediler. Hayal kurmadılar. Bu yüzden ABD’ye, Apple, Microsoft ve Google’a bir delegasyon gönderip orada kendi geleceklerini icat edenlere sordular. Hepsinin de oğlan ve kız çocuklarıyken bilimkurgu okuduğunu öğrendiler.

Kurgu size farklı bir dünya gösterebilir. Sizi hiç bulunmadığınız bir yere götürebilir. Peri meyvesini yiyenlerinki gibi diğer dünyaları bir kez ziyaret ettiğinizde, içinde büyüdüğünüz dünyadan asla tamamen memnun olamazsınız. Memnuniyetsizlik iyi bir şeydir: Memnuniyetsiz insanlar dünyalarını değiştirebilir ve iyileştirebilir, onları daha iyi bırakabilir; daha farklı bırakabilir.

Konudan bahsetmişken, kaçışçılık hakkında da birkaç kelam etmek isterim. Sanki bu kötü bir şeymiş gibi bahsinin edildiğini duyuyorum. Sanki “kaçışçı” kurgu, kafası bulanık, aptal ve kandırılmışların kullandığı ucuz bir afyonmuş da, yetişkinler veya çocuklar için değerli olan tek kurgu, okuyucunun içinde bulduğu dünyanın en kötüsünü yansıtan mimetik kurguymuş gibi.

İmkânsız bir durumda, nahoş bir ortamda, size fenalık etmeyi düşünen insanlarla sıkışıp kalmış olsaydınız ve biri de size geçici bir kaçış sunsaydı, neden kabul etmeyesiniz ki? Kaçışçı kurgu tam da budur işte: Bir kapıyı açan, dışarıdaki gün ışığını gösteren, size kontrolünüzün ve birlikte olmak istediğiniz insanların olduğu gidebileceğiniz bir yer gösteren kurgudur (kitaplar gerçek yerlerdir, hiç kuşkunuz olmasın); ve daha da önemlisi, kaçışınız sırasında kitaplar size dünya ve içinde bulunduğunuz durum hakkında bilgi verebilir, silah verebilir, zırh verebilir, hapishanenize geri götürebileceğiniz gerçek şeyler verebilir. Gerçekten kaçmak için kullanabileceğiniz beceri, bilgi ve araçlar…

J.R.R. Tolkien’in bize hatırlattığı gibi, kaçışa karşı çıkan tek kişi gardiyanlardır.

Elbette bir çocuğun okuma sevgisini yok etmenin bir başka yolu da, etrafta hiçbir türde kitap olmadığından emin olmaktır. Ve onlara kitapları okuyabilecekleri bir yer vermemektir. Ben şanslıydım. Büyürken mahallemde mükemmel bir kütüphanem vardı. Yaz tatillerinde işe giderken beni kütüphaneye bırakmaya ikna edilebilecek türden ebeveynlerim ve her sabah çocuk kütüphanesine dönüp kart kataloğunu tarayarak içinde hayaletler, sihir veya roketler olan kitaplar arayan; vampirleri, dedektifleri, cadıları ve acayiplikleri araştıran küçük ve de başıboş bir çocuğa aldırış etmeyen kütüphaneciler vardı. Çocuk kütüphanesini bitirdiğimde de yetişkin kitaplarına başlamıştım.

İyi kütüphanecilerdi. Kitapları ve kitapların okunmasını seviyorlardı. Kütüphaneler arası ödünç kitap sipariş etmeyi öğrettiler bana. Okuduğum hiçbir şey hakkında züppelikleri yoktu. Okumayı seven kocaman bakışlı bir çocuğun varlığından hoşnut gibiydiler ve benimle okuduğum kitaplar hakkında konuşur, bir serideki başka kitapları bulur, bana yardım ederlerdi. Bana da herhangi bir okuyucu gibi davranırlardı -ne eksik, ne fazla-. Bu da bana saygılı davrandıkları anlamına geliyordu. Sekiz yaşında bir çocuk olarak saygılı davranılmaya alışkın değildim.

Ancak kütüphaneler hürriyetle alâkalıdır. Okuma hürriyeti, fikir hürriyeti, iletişim hürriyeti… Eğitimle alâkalıdır (ki okul veya üniversiteye veda ettiğimiz gün biten bir süreç değildir), eğlence, güvenli alanlar oluşturma ve bilgiye erişim hakkındadır.

21. yüzyılda insanların kütüphanelerin ne olduğunu ve amacını yanlış anladığından endişeleniyorum. Kütüphaneyi bir kitap rafı olarak algılarsanız, basılı kitapların hepsinin olmasa da çoğunun dijital olarak var olduğu bir dünyada antika ya da modası geçmiş gibi görünebilir. Ancak bu, asıl noktayı gözden kaçırmaktır.

Sanırım bunun bilginin doğasıyla ilgisi var. Bilginin değeri var, doğru bilgi ise muazzam bir değere sahip. Tüm insanlık tarihi boyunca bilgi kıtlığı döneminde yaşadık ve gerekli bilgiye sahip olmak her zaman önemliydi ve her zaman bir değeri vardı: ekin ne zaman ekilir, ne nerede bulunur, haritalar, tarihler, öyküler –  yemek ve bir partner için her zaman işe yarardı. Bilgi değerli bir şeydi ve bilgiye sahip olanlar veya onu elde edebilenler bu hizmet için ücret alabilirlerdi.

Son birkaç yılda bilgi kıtlığı olan bir ekonomiden bilgi bolluğunun yönlendirdiği bir ekonomiye geçtik. Google’dan Eric Schmidt’e göre insan ırkı artık her iki günde bir, medeniyetin şafağından 2003’e kadar ürettiğimiz boyutta bilgi üretiyor. Skor tutanlarınız için bu, günde yaklaşık beş ekzobayt veri demek. Zor olan, çölde büyüyen o kıt bitkiyi bulmak değil, ormanda büyüyen belirli bir bitkiyi bulmak. Gerçekten ihtiyacımız olan şeyi bulabilmek için bu bilgilerde gezinme konusunda yardıma ihtiyacımız olacak.

Kütüphaneler insanların bilgi almak için gittikleri yerlerdir. Kitaplar bilgi buzdağının yalnızca görünen kısmıdır: Oradalar ve kütüphaneler size özgürce ve yasal olarak kitap sağlayabilir. Her zamankinden daha fazla çocuk kütüphanelerden kitap ödünç alıyor, kağıt, dijital ve sesli, her türden kitap. Fakat kütüphaneler, örneğin, bilgisayarı olmayan, internet bağlantısı olmayan kişilerin hiçbir ücret ödemeden çevrimiçi olabileceği yerlerdir aynı zamanda: İş ilanlarını öğrenme, iş veya yardım başvurusu yapma şekliniz giderek artan bir şekilde internete özel ortama taşınırken çok önemli bu. Kütüphaneciler bu insanların o dünyada gezinmesine yardımcı olabilir.

Bütün kitapların ekranlara taşınacağına ya da taşınması gerektiğine inanmıyorum: Douglas Adams’ın bana Kindle’ın ortaya çıkışından 20 yıl önce bir keresinde işaret ettiği üzere, fiziksel kitap bir köpekbalığı gibi. Köpekbalıkları eskidir: Dinozorlardan önce okyanusta köpekbalıkları vardı. Ve etrafta hâlâ köpekbalıklarının olmasının nedeni, köpekbalıklarının köpekbalığı olma konusunda başka her şeyden daha iyi olmaları. Fiziksel kitaplar serttir, yok etmesi zordur, banyoya dayanıklıdır, güneş enerjisiyle çalışır, elinizde iyi hissettirir: kitap olma konusunda iyidirler ve onlar için her zaman bir yer olacaktır. Tıpkı kütüphanelerin e-kitaplara, sesli kitaplara, DVD’lere ve Web içeriğine erişmek için gidebileceğiniz yerler haline gelmesi gibi, onlar da kütüphanelere aittir.

Kütüphane bir bilgi deposu olan ve her vatandaşa eşit erişim sağlayan bir yerdir. Bu, sağlık bilgilerini de içerir, akıl sağlığı bilgilerini de. Bir topluluk alanıdır. Güvenli bir yer, dünyadan bir sığınaktır. Kütüphanecilerin olduğu bir yerdir. Kütüphanelerin gelecekte nasıl olacağını şimdiden hayal etmemiz gerekiyor.

Bu metin, e-posta ve yazılı bilgi dünyasında okuryazarlık her zamankinden daha önemli. Okuyup yazmaya ihtiyacımız var; rahat okuyabilen, okuduklarını kavrayabilen, nüansı anlayabilen ve anlaşılabilen dünya vatandaşlarına ihtiyacımız var.


Kütüphaneler gerçekten de geleceğe açılan kapılardır. Bu nedenle dünyanın her yerinde yerel yöneticilerin, bugünün bedelini ödemek için gelecekten çaldıklarının farkına varmaksızın kolayca tasarruf etme amacıyla kütüphaneleri kapatmaya fırsat kolladıklarını görmek üzücü. Açık olması gereken kapıları kapatıyorlar.


Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’nün yakın zamanda yaptığı bir araştırmaya göre İngiltere, “cinsiyet, sosyo-ekonomik arka plan ve meslek gibi diğer faktörlerin ardından, en yaşlı grubunun en genç gruba göre hem okuma yazma hem de matematikte daha yüksek yeterliliğe sahip olduğu” tek ülke.

Ya da başka bir deyişle, çocuklarımız ve torunlarımız bizden daha az okur yazar ve daha az matematikseller. Dünyada yön bulma ve problemleri çözebilmek adına dünyayı anlama konusunda daha az yetenekliler. Daha kolay yalan söylenebilir ve yanıltılabilir haldeler ve içinde oldukları dünyayı daha az değiştirebilecek, daha az istihdam edilir olacaklar. Bunların hepsi geçerli. Ülke olarak İngiltere, vasıflı iş gücünden yoksun olacağı için diğer gelişmiş ülkelerin gerisine düşecek.

Kitaplar, ölülerle iletişim kurma şeklimizdir. İnsanlığın kendisi üzerine inşa ettiği, ilerlettiği, bilgiyi tekrar tekrar öğrenilmesi gereken bir şeyden ziyade artımlı hale getirmesiyle, artık aramızda olmayanlardan ders alma biçimimizdir. Çoğu ülkeden daha eski masallar, kültürlerden ve ilk kez anlatıldıkları yapılardan daha uzun süredir yaşayan öyküler var.

Geleceğe karşı sorumluluklarımız olduğunu düşünüyorum. Çocuklara, çocukların dönüşecekleri yetişkinlere, üzerinde yaşayacakları dünyaya karşı sorumluluk ve yükümlülüklerimiz var. Okurlar olarak, yazarlar olarak, vatandaşlar olarak her birimizin yükümlülükleri var. Bu yükümlülüklerden bazılarını burada dile getirmeye çalışacağım.

Bence mahrem ve halka açık yerlerde zevk için okuma yükümlülüğümüz var. Zevk için okursak, başkaları bizi okurken görürse, o zaman öğrenir ve hayal gücümüzü kullanırız. Okumanın iyi bir şey olduğunu başkalarına gösteririz.

Kütüphaneleri destekleme yükümlülüğümüz var. Kütüphaneleri kullanma, başkalarını kütüphaneleri kullanmaya teşvik etme, kütüphanelerin kapatılmasını protesto etme yükümlülüğümüz var. Kütüphanelere değer vermezseniz, o zaman bilgiye, kültüre veya bilgeliğe de değer vermezsiniz. Geçmişin seslerini susturur, geleceğe zarar verirsiniz. 

Çocuklarımıza yüksek sesle okuma yükümlülüğümüz var. Hoşlarına giden şeyler okuma yükümlülüğümüz var. Çoktan bıktığımız hikayeleri onlara okuma yükümlülüğümüz… Sesleri taklit etmek, işi ilginç kılmak ve sırf okumayı öğrendiler diye onlara okumayı bırakmama yükümlülüğümüz var. Yüksek sesle okuma vaktini yakınlaşma vakti olarak, hiçbir telefonun kontrol edilmediği vakit olarak, dünyanın dikkat dağıtıcı unsurlarının bir kenara itildiği vakit olarak değerlendirin.

Dili kullanma yükümlülüğümüz var. Kendimizi zorlamak, kelimelerin ne anlama geldiği ve onları nasıl düzenleyeceğimizi öğrenme, net biçimde iletişim kurma, ne demek istediğimizi söyleme yükümlülüğümüz var. Dili dondurmaya veya saygı duyulması gereken ölü bir şeymiş gibi davranmaya kalkışmamalı, onu, akan, kelimeler ödünç alan, anlamların ve telaffuzların zamanla değişmesine izin veren canlı bir şey olarak kullanmalıyız.

Biz yazarların – özellikle çocuk kitapları yazarlarının ama tüm yazarların – okuyucularımıza karşı bir yükümlülüğümüz var: bu, doğru şeyler yazma yükümlülüğüdür, -özellikle de var olmayan yerlerde, var olmayan insanların hikayelerini yaratırken önemlidir bu – gerçeğin “ne olduğunda” değil, bize “kim olduğumuzu söylediğinde” yattığını anlama yükümlülüğüdür. Ne de olsa gerçeği söyleyen yalandır kurgu. Okurlarımızı sıkmamak, sayfaları çevirmeyi istemelerini sağlamakla yükümlüyüz. İsteksiz bir okuyucunun en iyi şifalarından biri, okumaktan kendilerini alıkoyamayacakları bir masaldır sonuçta. Okurlarımıza doğru şeyler söylememiz, onlara silah, zırh ve bu yeşil dünyada kısa sürede edindiğimiz her türlü bilgeliği vermemiz gerekse de, vaaz vermemek, ders vermemek, yavrularını önceden çiğnenmiş kurtçuklarla besleyen yetişkin kuşlar gibi, sindirilmiş ahlâki değer ve mesajları okurlarımızın gırtlaklarına tıkmamakla yükümlüyüz; ve asla, katiyetle, hiçbir şart ve koşulda kendimiz okumak istemeyeceğimiz şeyleri çocuklar için yazmamakla yükümlüyüz.


Çocuk yazarları olarak önemli işler yaptığımızı anlama ve kabul etme yükümlülüğümüz var, çünkü bu işi berbat eder de çocukları okumaktan ve kitaplardan uzaklaştıran sıkıcı kitaplar yazarsak, kendimize daha küçük, onlara da daha az bir gelecek yaratırız. 

Hepimiz – yetişkinler çocuklar, yazarlar ve okuyucular – gündüz düşleri kurmakla yükümlüyüz. Hayal etmekle yükümlüyüz. Hiç kimsenin hiçbir şeyi değiştiremeyeceğini, toplumun kocaman, bireyin ise çok çok önemsiz, duvarda bir atom parçası, tarlada pirinç tanesi gibi olduğu bir dünyada yaşadığımızı varsaymak kolay. Ama gerçek şu ki, bireyler dünyalarını defalarca değiştirir, geleceği yaratır ve bunu da bir şeylerin farklı olabileceğini hayal ederek yaparlar.

Her şeyi güzelleştirmek gibi bir yükümlülüğümüz var. Dünyayı bulduğumuzdan daha çirkin bırakmama, okyanusları boşaltmama, sorunlarımızı gelecek nesillere yıkmama yükümlülüğümüz var. Kendi pisliğimizi temizleme ve çocuklarımıza vizyonsuzca mahvedilmiş, kazık atılıp sakatlanmış bir dünya bırakmama yükümlülüğümüz var. 

Politikacılarımıza ne istediğimizi söyleme yükümlülüğümüz, değerli vatandaşlar yaratmada okumanın değerini anlamayan, bilgiyi korumak ve saklamak için harekete geçmek istemeyen, okuryazarlığı teşvik etmeyen her partiden politikacıya karşı oy verme yükümlülüğümüz var. Bu bir parti siyaseti meselesi değil. Bu, ortak bir insanlık meselesidir.

Albert Einstein’a bir keresinde “çocuklarımızı nasıl zeki yaparız?” diye sordular. Cevabı hem basit hem de bilgeceydi. “Çocuklarınızın zeki olmasını istiyorsanız” dedi, “onlara peri masalları okuyun. Daha zeki olmalarını istiyorsanız, onlara daha fazla peri masalı okuyun.” Okumanın ve hayal etmenin değerini anlamıştı. Umarım çocuklarımıza okuyacakları, okunacakları, hayal edecekleri ve anlayacakları bir dünya verebiliriz.

Çeviren: Can Güler

Paulo Freire ve Güney Afrika’da Halk Mücadelesi – Zamalotshwa Sefatsa

Aşağıda okuyacağınız dosya hem titiz bir tarihsel araştırmaya hem de bir dizi aktivistin ve entelektüelin tanıklıklarına başvurarak Ezilenlerin Pedagojisi’nin yazarı, Brezilyayı Paulo Freire’nin fikirlerinin nasıl Atlas okyanusunu aşıp da Güney Afrika’da Apartheid rejimine karşı siyah hareketini, Kurtuluş Teolojisi üzerinden dolayımlanıp kiliseyi, sendikal hareketi ve işçi mücadelelerini, Brezilya’daki topraksızlar hareketiyle bağlantılı olarak toprak reformu mücadelesini etkilediğini geniş bir çerçevede ele alıyor. Sömürgecilik karşıtı mücadeleler dinamiğinin sonucu 1966’da toplanan ve üç kıtadan (Asya, Afrika, Güney Amerika) katılımcıları ağırlayan Tricontinental konferansından adını alan toplumsal araştırma enstitüsünün sitesi olan thetricontinental.org’ta yayımlanan bu dosyayı Yener Çıracı’nın tercümesiyle sunuyoruz. İyi okumalar.

İmdat Freni

Paulo Freire, çalışmalarını insanlığın özgürlüğü ve onuru için verilen mücadelelere adayan Brezilyalı radikal bir eğitimcidir. Toplumun radikal dönüşümüyle birlikte yoksullar ve ezilenler arasında öğrenme ve öğretmenin nasıl bağlantılandırılacağını düşünmüş ve durmaksızın tecrübe kazanmıştır. Freire için bu, herkesin eşit sayıldığı ve onurlu muamele gördüğü bir dünya -ekonomik ve politik gücün radikal bir şekilde demokratikleştiği bir dünya- için mücadele etmek anlamına geliyordu. 

Güney Afrika’daki bir dizi mücadeleden katılımcılarla görüşmelere dayanan bu dosya, Freire’nin fikirlerinin Siyah Bilinç Hareketi, sendikal hareket ve Birleşik Demokratik Cephe ile ilişkili bazı örgütlerde önemli bir etkisi olduğunu göstermektedir. 

Mural of Paulo Freire at the entrance to the Florestan Fernandes National School of the Landless Rural Workers’ Movement (MST) in Guararema, Brazil, 2018.
Paulo Freire’nin, Brezilya Guararema’daki Florestan Fernandes Topraksız Kırsal İşçi Hareketi Ulusal Okulu’nun (MST) girişindeki resmi, 2018.
Fotoğraf: Richard Pithouse

Brezilya’dan Afrika’ya

Freire, 1921 yılında Brezilya’nın kuzeydoğusundaki bir şehir olan Recife’de doğdu. Üniversite eğitiminden sonra öğretmen oldu ve yetişkinlere okuryazarlık öğretme projeleri dahil olmak üzere eğitim alanında radikal yaklaşımlara ilgi duymaya başladı. Freire, ezilenlerin tahakkümü ve bağımlılığı aşması için eleştirel vicdanın oluşumunun gerekli olduğunu ve mücadelede topluluk ve işçi örgütlerinin hayati bir rol oynadığını gördü. 

Freire erken çalışmalarında, radikal pedagojinin temel amacının bireylerde eleştirel bilinç geliştirmek olduğunu yazdı. 1950’lerden itibaren geliştirdiği diyalojik angajman yöntemi Latin Amerika ve herhangi bir yerin seçilmiş hükümetine karşı darbeleri destekleyen ve adı kötüye çıkmış bir organizasyon olan Birleşik Devletler Uluslararası Kalkınma Ajansı gibi kuruluşlar ve ABD hükümeti tarafından fonlanan egemen eğitim programları karşısında özgürleştirici ve ilerici bir alternatif haline geldi.  

1964 yılında Brezilya ordusu, ABD’nin desteğiyle ülkenin yönetimine el koydu ve vahşi bir sağcı diktatörlüğü dayattı. Freire’nin de arasında olduğu birçok insan diktatörlük tarafından tutuklandı. Hapiste geçirdiği 70 günden sonra serbest bırakıldı ve ülkeyi terk etmek zorunda kaldı.

Sürgün yılları boyunca pratik çalışmalarını Latin Amerika’nın diğer ülkelerinde -en önemli kitabı olan Ezilenlerin Pedagojisi’ni yazdığı Şili gibi- sürdürmeye devam etti ve yetişkin okuryazarlık programları geliştirdi. Ayrıca Afrika özgürlük mücadeleleriyle de önemli bir teması vardı. Bu süre zarfında Zambiya, Tanzanya, Gine-Bissau, Sao Tome ve Principe, Angola ve Cape Verde’yi ziyaret etti. Angola Kurtuluş Halk Hareketi (MPLA), Mozambik Kurtuluş Cephesi (Frelimo) ve Afrika Gine ve Yeşil Burun Bağımsızlığı Partisi (PAIGC) ile bir araya geldi. Gine-Bissau, Tanzanya ve Angola’da yetişkin okuryazarlığı programları geliştirdi.

Freire, Frantz Fanon ve Amilcar Cabral gibi Afrikalı devrimci entelektüellerin yazılarını da içerecek şekilde sömürgecilik ve sömürgeciliğin insanlar üzerindeki etkisi hakkında kapsamlı bir okuma yaptı.  Afrika’ya karşı özel bir bağ hissetti ve “Brezilya’nın kuzeydoğusundan biri olarak, kültürel anlamda bir dereceye kadar Afrika’ya, özellikle Portekiz tarafından sömürgeleştirilecek kadar talihsiz olan ülkelere bağlıydım” diye yazacaktı. 

Freire, ayrıca bilincin egemenliğini şekillendirmek için maddi ve ideolojik koşulları üreten -ezilenlerin bedenleri ve zihinleri üzerinde sömürü ve tahakküm ilişkisi kuran- büyük bir güç olan kapitalist sistemi derinlikli bir şekilde eleştiriyordu. Irkçılık ve cinsiyetçilikle iç içe olan bu tahakküm, varlığımıza, eylemlerimize ve dünyayı görme biçimlerimize sızabilirdi. Freire, tahakkümü aşmak için savaşmayı öğrenmenin zor olduğunu ama esas politik çalışmanın da sürekli öğrenmek olduğunu savundu. 

Freire’nin eleştirel bilincin temeli olarak diyaloğun önemine, halk mücadelesi ve örgütlenmenin temel rolü üzerindeki yaptığı basınç, 1970’ler ve 80’lerde Brezilya’daki dipten gelen mücadelelerde önemli araçlar haline geldi. Bu dönemde, genel olarak Latin Amerika’da ve özel olarak da Brezilya’da halk eğitimi, onu temel eğitim stratejisi olarak kullanan, politik pratikleri ve öğrenme süreçlerini birleştiren halk hareketleriyle eş anlamlı hale geldi. 

1980’de Freire, Emekçiler Partisi’nde (Partido dos Trabalhadores) aktif olduğu Brezilya’ya geri döndü. Parti, 1988’de São Paulo’nun (dünyanın en büyük şehirlerinden biri) kontrolünü ele aldığında, şehrin eğitim sekreteri olarak atandı. 1991 yılına kadar görevini sürdürdü. 1997’de ise öldü.

Ezilenlerin Pedagojisi

Freire, 1968’de Şili’de sürgündeyken, Ezilenlerin Pedagojisi’ni yazdı. O yıl tüm dünyada gençlik isyanları yaşanıyordu. İsyanın çok yoğun bir şekilde kendini gösterdiği Fransa’da birçok genç insan Fanon’un Cezayir Devrimi üzerine çalışmaları dahil olmak üzere, Vietnam ve Cezayir’deki Fransız sömürgeciliğine karşı yürütülen silahlı mücadelelerin içinde üretilen entelektüel çalışmalara bakmaya başladı. Fanon’a bu dönüş Freire’i de etkiledi. 1987’de Freire şunları yazıyordu: “Siyasi görevi için Santiago’da bulunan genç birisi bana Yeryüzünün Lanetlileri kitabını verdi. Ezilenlerin Pedagojisi’ni yazıyordum ve Fanon’u okuduğumda kitap neredeyse bitmişti. Kitabı yeniden yazmak zorunda kaldım.” Freire, Fanon’un radikal hümanizminden, halk mücadelelerinde üniversite eğitimi almış entelektüellerin rolü hakkındaki düşüncelerinden ve ezilenler arasındaki elit bir tabakanın nasıl yeni ezenler haline gelebileceğine dair uyarılarından derin bir şekilde etkilendi. 

Freire, gelecek yıllarda da pek çok kitap yazacaktı ama hızla devrimci bir klasik haline gelen kitabı Ezilenlerin Pedagojisi’ydi. Bu kitap, dünya çapındaki halk hareketleri içinde güçlü bir etki yaratmaya ve Freire’in düşünceleriyle tanışmak açısından en iyi başlangıç olmaya da devam ediyor. 

1988’de Durban’da yaptığı bir konuşmada, eğitim alanı dahil olmak üzere pek çok alanda önemli bir radikal entelektüel olan Neville Alexander şunları söyledi: “Freire için, hayvanlar ve insan varoluşu arasındaki belirleyici fark, ikincisinin doğrudan eylemi üzerine düşünme yeteneğinin bulunmasıdır. Bu yetenek, onun için, insan bilincinin ve özbilinçli varoluşunun eşsiz niteliğidir ve insanların durumlarını değiştirmelerine olanak sağlayan şeydir.” Başka bir deyişle Freire’ye göre bütün insanlar düşünme yeteneğine sahiptir ve eleştirel düşünce kolektif bir şekilde oluşturulduğunda, örgütlenmenin ve mücadelenin temelidir. 

Freire, baskının herkesi -hem ezilenleri hem de ezenleri- insanlıktan çıkardığını ve özgürleştirici siyaset formlarını, ezilenlerin özgürlük ve adalet mücadelesinin nihayetinde “erkeklerin ve kadınların varlığının onaylanması” talebi olduğunu savundu. “O halde, ezilenlerin büyük insani ve tarihsel görevi şudur: Kendilerini ve aynı zamanda onları ezenleri özgürleştirmek” diye yazacaktı. 

Ancak Freire için, ezilen ve özgür olmak isteyen kişinin, özgür olmak için ezen olması gerektiğine inanması gibi bir tehlike söz konusuydu: “İdealleri insan olmaktır; ama onlar için insan olmak ezen olmaktır.” Freire, bir mücadele sürecinde, düzenli bir şekilde uygulanan politik eğitimin, ezilenler arasındaki seçkinlerin yeni ezenlere dönüşmesini önlemeye yardımcı olması için önemli olduğuna inanıyordu ve “eğitim özgürleştirici değilse, ezilenlerin hayali ezen olmaktır” diye uyarıyordu. 

Freire için özgürlüğün amacı, herkesin bütünüyle insan olmasına izin vermektir; özgürlük mücadelesi tüm baskıya son vermelidir. Sadece bazıları için değil, herkesin her yerde özgürlüğü olmalıdır. Ancak ezilenlerin bunu her zaman net bir şekilde görmemesinin birçok farklı nedeni olduğunu da belirtir. Bazen ezilenler ezildiklerini görmezler çünkü onlara her şeyin “normal” ya da kendi hataları olduğuna inanmaları öğretilmiştir. Örneğin yeterli eğitime sahip olmadıkları için yoksul olduklarına ya da başkalarının daha çok çalıştığı için zengin olduğuna inanmaları öğretilir. Bazen, yoksullukları için başka bir şeyi (ekonomi) ya da başka birilerini (yabancılar) suçlamaları öğretilir.  

Gerçek özgürleşme, şeylerin gerçekte nasıl olduğunu açıkça görerek başlamalıdır. Freire için radikal ve kolektif sorgulama, tartışma ve öğrenmenin bu kadar önemli olmasının nedeni budur. Şeylerin gerçekte nasıl olduğu (gerçek yaşamlarımız ve deneyimlerimiz) hakkında dikkatli ve eleştirel düşünerek baskıyı tam olarak görebileceğimizi ve böylece ona karşı etkili bir şekilde savaşıp sonlandırabileceğimizi savunur. 

Durumumuz hakkında eleştirel düşünmeyi teşvik eden politik çalışma, insanları sadece her şeyi eleştirmek için cesaretlendirmek anlamına gelmez; bu aynı zamanda durmaksızın sorular sorarak -özellikle “neden” diye- her zaman görünenin ötesine geçmek, oldukları gibi görünen şeylerin -özellikle güçlü hissettiğimiz şeyler- kökenlerini anlamak anlamına gelir. Soru sormak, insanların neden baskı ya da adaletsizlik durumlarıyla karşı karşıya kaldıkları sorusuna yaşadıkları deneyimlerden yararlanma, düşünme ve kendi cevaplarını bulma olanağı sağlar. Bu yöntem, güçlü bir öğretmene ihtiyaç duydukları düşüncesiyle hareket eden, öğrencilerin kafalarını bilgi ile doldurmaya çalışan (görünüşte boş!) geleneksel eğitimden oldukça farklıdır. Freire, “ötekileri mutlak bir cehalet içinde tanımlamak, egemen ideolojinin bir özelliğidir” diye yazmaktadır. Freire, öğretmenin tüm bilgiye sahip olduğunun ve öğrencinin hiçbir şey bilmediğinin varsayıldığı bu eğitim modelini “bankacı” eğitim olarak adlandırır ve öğretmenin durumunu boş bir banka hesabına para yatıran birine benzetir. Freire şunları yazar: 

“Özgürleşme davasına adanmışlığını ilan eden ama henüz tamamen cahil saymakta devam ettiği halkla birlikteliğe giremeyen bir insan, acı şekilde kendini kandırır. Ezilenlerin safına katılan, halka yaklaşan fakat onların attığı her adımda, ifade ettikleri her kuşkuda, sundukları her öneride, “statü”sünü dayatmaya kalkışan kişi, kökenini özlüyor demektir.”[1]

Bu, ezilenlerin cahil ve düşünceden yoksun olduğunu ve halkı bilgilendireceklerini varsayan STK’lar veya küçük sekter siyasi gruplar tarafından düzenlenen birçok siyasi eğitim programından çok farklıdır. Freire, “Önderler sözlerini bu yüzden tek başlarına söyleyemezler; halkla birlikte söylemek zorundadırlar. Diyaloğa yönelik davranmayan, kendi kararlarını dayatmakta ısrar eden önderler halkı örgütleyemez, manipüle ederler. Özgürleştirmezler, kendileri de özgürleşmezler, sadece ezerler” demektedir.

Freire ayrıca, insanların baskı ve adaletsizlik durumlarını kendi başlarına değiştiremeyeceklerini de fark eder. Bu da özgürleşme mücadelesinin kolektif olması anlamına gelir. “Animatör” olarak adlandırdığı şeyin yardımcı olabileceğini öne sürer. Bir “animatör” yoksulların ve ezilenlerin yaşam durumunun dışından gelebilir ancak bu durumda olan insanların düşünmesinde, yaşamında ve güçlenmesinde cesaret etmeye yardımcı olan bir rol oynar. Bir animatör, ezilenlerin üzerinde gücünü öne çıkarmaya çalışmaz. Bir animatör, herkesin bilgi geliştirmeye katkıda bulunabileceği ve ezilenlerin demokratik gücünü inşa edebileceği bir araştırma topluluğu yaratmaya çalışır. Bunu etkileyici bir şekilde yapmak tevazu ve sevgi gerektirir; bir animatörün yoksulların ve ezilenlerin yaşamlarına ve dünyasına girmesi ve bunu yaparken eşitlikçi, gerçek bir diyaloğa girmesi çok önemlidir. 

Freire şöyle yazmıştır:

“Tersine, ne kadar radikalse, gerçekliğe o kadar iyi nüfuz eder; öyle ki, gerçekliği daha iyi tanıyarak daha iyi dönüştürebilir. Yalın haldeki dünyayla karşılaşmaktan, onu işitmekten, o dünyayı görmekten korkmaz. Halkla karşılaşmaktan veya halkla diyaloğa girmekten korkmaz. Kendini, tarihi veya halkı tekeline almış olarak da ezilenlerin kurtarıcısı olarak da görmez: Ama kendini, tarih içinde ezilenlerin safında dövüşmekle yükümlü tutar.”

Gerçek diyalogda hem animatör hem de ezilenler arasından öğrenenler bu sürece bir şeyler katar. Bu diyalog, yaşam deneyimleri üzerine dikkatli, kolektif ve eleştirel düşünme yoluyla hem ezilenler arasından öğrenenleri hem de animatörü “bilinçli” hale getirir; başka bir deyişle, baskının doğasını gerçekten anlamaya başlarlar. Ama Freire için dünyayı sadece anlamak yeterli değildir; aynı zamanda “güçsüzlerin zayıflığının, adaleti ilan edebilecek bir güce dönüştürülmesi gereklidir”.

Baskıya karşı eylemde, hem eylem üzerine dikkatlice düşünmeli (derinlemesine düşünme) hem de eylemlerin sonucu her zaman birbirine bağlanmalıdır. Eylem ve derinlemesine düşünme, Karl Marx’ı izleyen Freire’nin “praksis” olarak adlandırdığı süregiden bir dönüşüm döngüsünün parçasıdır. 

Book covers of Pedagogy of the Oppressed in different languages.
Ezilenlerin Pedagojisi’nin farklı dillerdeki kitap kapakları.

Güney Afrika’da Freire’nin Düşüncesinin Önemi

Eğer isterseniz Paulo Freire anahtar bir teorisyen haline gelir. Ancak bunun için Paulo Freire’yi Brezilya’dan Güney Afrika bağlamına getirmeye ihtiyacımız vardı. Okuduklarımız haricinde Brezilya hakkında elbette ki hiçbir şey bilmiyorduk. O zamanlar, Güney Afrika bağlamını kavramak ve ilgilenmek için kullandığımız buna benzer başka herhangi bir metin bilmiyorum.

Barney Pityana, Siyah Bilinç Hareketi’nde önde gelen bir entelektüel

Freire, Afrika’daki birçok ülkeyi ziyaret etmesine rağmen, Apartheid rejimi, onun Güney Afrika’yı ziyaret etmesine izin vermedi. Bununla birlikte, kitaplarında Güney Afrika’yı tartışıyordu ve Apartheid rejim karşıtı aktivistlerin, çalışmaları ve Güney Afrika bağlamı hakkında konuşmak için onu görmeye geldiklerini söylüyordu. Apartheid rejimi karşıtı mücadelede yer alan örgütlerin ve hareketlerin çoğu, Freire’nin düşünce ve yöntemlerini kullandı. 

Siyah Bilinç Hareketi

Apartheid rejimi Ezilenlerin Pedagojisi’ni yasaklasa da kitap kopyaları yer altından dolaşmaya devam etti. 1970’lerin başlarında Freire’nin çalışması, Güney Afrika’da zaten kullanılıyordu. Siyah Bilinç Hareketi’nin Freire’nin çalışmalarını kullanması hakkında akademik bir çalışma yürüten Leslie Hadfield, Ezilenlerin Pedagojisi’nin ilk defa 1970’lerin başlarında Güney Afrika’ya geldiğini ve kitabın Freire’den ilham alarak okuryazarlık projeleri yürütmeye başlayan Üniversite Hıristiyan Hareketi (UCM) tarafından getirildiğini söylüyordu. UCM, 1968 yılında Steve Biko tarafından kurulan Güney Afrika Öğrenci Örgütü’yle (Saso) ve Barney Pityana, Aubrey Mokoape gibi diğer figürlerle yakın bir şekilde çalıştı. Saso, Siyah Bilinç Hareketi’ni oluşturan bir dizi örgütten ilkiydi. 

Johannesburg’dan radikal ve “sevgi ve adaletle dönüştürülmüş bir dünya”yı taahhüt eden Hıristiyan kadın örgütü Grail’in üyesi olan Anne Hope, Freire ile 1969’da Boston Harvard Üniversitesi’nde ve sonra yeniden Tanzanya’da karşılaştı. 1971’de Güney Afrika’ya döndükten sonra Biko ondan Saso’nun liderliğiyle altı aylığına Freire’nin katılımcı yöntemleri üzerine çalışmasını istedi. Biko ve diğer 14 aktivist, aylık atölyelerle Freire’nin yöntemleri üzerine eğitildi. Siyah Bilinç Hareketi’nin önemli isimlerinden Bennie Khopa, “Paulo Freire… Steve Biko üzerinde kalıcı bir felsefi etki bıraktı” diye hatırlıyordu.

Bu atölyeler sırasında aktivistler, bilinç yükseltme süreci çerçevesinde araştırmalar için toplumun kökenlerine indiler. Barney Pityana şunu hatırlıyordu: 

“Anne Hope, temelde okuryazarlık eğitimini yürütecekti ancak bu farklı türden bir okuryazarlık eğitimiydi. Çünkü insan deneyimini, görüşlerini anlama yoluyla ele alan Paulo Freire’nin okuryazarlık eğitimiydi. Günlük deneyim ve kavrayışlardan hareket ederek bir çizgi çiziyordu ve böylece sahip olunan bilgi ve kavrayış zihinde derin bir etki yaratıyordu.”

Bazılarımız için, zannederim Paulo Freire ile ilk karşı karşıya gelişimizdi, en azından benim için kesinlikle öyleydi. Ama Steve, Steve Biko değişik türlerde okuyan bir insandı, çok fazla şey biliyordu, ama biz bilmiyorduk. Ve böylece, okumalarında Paulo Freire’nin Ezilenlerin Pedagojisi’yle karşılaştı ve Güney Afrika’daki baskıcı sistemi açıklamak için bu yöntemi uygulamaya başladı. 

Freire’nin herkesi özgürleştirecek olanın yalnızca ezilenler olduğu yönündeki tartışmasını yineleyen BCM, Apartheid rejimine karşı mücadeleye siyah insanların önderlik etmesi gerektiğinin önemini vurguladı. Freire ayrıca “kimlik duygusu olmadan, gerçek bir mücadele olmayacağını” söylüyordu. Bu da beyaz üstünlüğüne karşı gururlu ve güçlü bir siyah kimliğini ortaya koyan BCM ile yankı buldu.

Hareket, süregiden bir bilinç yükseltme projesinde, kalıcı bir eleştirel düşünme süreci geliştirmek için doğrudan Freire’den yararlandı. Pan-Afrika Kongresi’nde (PAC) geçmişi olan ve Saso’yu kuran öğrenciler için daha yaşlı bir rehber haline gelen Aubrey Mokoape, Siyah Bilinç ile “bilinç yükseltme” arasındaki bağlantının açık olduğunu söylüyor: 

“Bu hükümeti devirmenin tek yolu, halkımızın ne yapmak istediğimizi anlaması ve süreci sahiplenmesidir, yani toplumdaki konumlarının bilincinde olmalarıdır, başka bir ifadeyle çocuklarının okul ücretlerinin, tıp fakültesindeki ödemelerin, barınacak konut yoksunluğunun, ulaşımın yetersizliğinin, kısacası bunların tümünün nasıl tek bir süreç halinde işlediğini ve hepsinin aslında bağlantılı olduğunu kavramaları ve noktaları birleştirmeleri gerekir. Bunların tümü sisteme içkindir ve toplumdaki konumunuzdan izole değildir, ancak sistemiktir.”

Steve Biko
Steve Biko (ayakta) ve Rubin Phillip (en sağda) 1971’de Durban’daki Güney Afrikalı Öğrenci Organizasyonu’nun (Saso) bir konferansında.
Steve Biko Vakfı
Steve Biko
Kaynak: Fraser MacLean / Tarihi Makaleler Araştırma Arşivi Witwatersrand Üniversitesi

Kilise

1972’de, Biko ve Bokwe Mafuna (Freire’nin yöntemlerinin verildiği eğitimlere dahil olmuştu kendisi) Bennie Khopa tarafından saha çalışanı olarak işe alındı. Khopa, Güney Afrika Kiliseler Konseyi (SACC) ve Hıristiyan Enstitüsü’nün Siyah Topluluğu Projelerinin (BCP) başkanıydı ve ayrıca Freire’nin yöntemleri konusunda eğitim almıştı. BCP’nin çalışması, Freire’den büyük ölçüde etkilendi. Hem BCM hem de Güney Afrika’daki Hıristiyan Kiliseler, Freire’nin hem etkilediği hem de katkıda bulunduğu radikal bir düşünce okulu olan Kurtuluş Teolojisi’nden yararlandılar. 1972’de Saso’nun başkan vekili seçilen Rubin Phillip, Anglikan başpiskoposu olmaya devam edişini şöyle açıklıyordu:

“Paulo Freire, kurtuluş teolojisinin kurucularından biri olarak kabul edilir. O, inancını özgürleştirici bir şekilde yaşayan bir Hıristiyandı. Paulo, tıpkı yoksulların önceliğinin önemli olduğu kurtuluş teolojisinin alameti farikası gibi, yoksulları ve ezilenleri yönteminin merkezine koydu.”

Güney Afrika’da, kurtuluş teolojisinden elde edilen fikirler -Amerika Birleşik Devletleri’nde James H. Cone tarafından geliştirilen Siyah Kurtuluş teolojisiyle birlikte- çeşitli mücadele akımları üzerinde güçlü bir etkiydi. Bishop Rubin şunları hatırlıyor:

“Sohbetlerimizden çıkardığım tek şey eleştirel düşünürler olma ihtiyacıydı. … Kurtuluş teologları, tıpkı eğitim gibi teolojinin de evcilleştirme için değil, kurtuluş için olması gerektiğini söylediler. Din, eleştirel yetimizi kullanmada ve bilgiyi günlük gerçekliğimize bağlama konusunda bizi tembelleştirdi ve itaatkâr hale getirdi. Kısacası eğitim… eleştirel bir yaşam yolu ve bilgiyi yaşamımızla nasıl ilişkilendirdiğimiz hakkında olmalıydı.”

İşçi Hareketi

Siyah Bilinç Hareketi, BCP ve Saso arasında ortak bir proje olan Siyah İşçiler Projesi gibi işçi örgütlerini kapsıyordu. İşçi hareketi de 1970’lerde başlayan işçi eğitimleri aracılığıyla Freire’nin fikirlerinden etkilendi. Bunlardan biri, Freire’nin düşüncelerini ve yöntemini etkileyen Genç Hıristiyan İşçilerin Gör-Yargıla-Hareket et yöntemini kullanan Kentsel Eğitim Programıydı (UTP). UTP, işçilerin her gün yaşadıkları deneyimlerini ifade etmeleri, durumları hakkında ne yapabileceklerini düşünmeleri ve ardından dünyayı değiştirmek için harekete geçmelerini cesaretlendirmek adına bu yöntemi kullandı. Güney Afrika Öğrencileri Ulusal Birliği (Nusas) içinde ve çevresinde bulunan solcu öğrenciler tarafından başka işçi eğitim projeleri de başlatıldı. Saso, 1968’de Nusas’tan ayrılmıştı, ama büyük ölçüde beyaz olmasına rağmen Nusas, Apartheid rejimi karşıtı bir örgüttü ve UCM’nin parçası olan üyeler aracılığıyla Freire’den etkilenmişti.

1970’li yıllar boyunca, Ücret Komisyonları Natal, Witwatersrand ve Cape Town üniversitelerinde kuruldu. Komisyonlar, üniversitelerin ve bazı ilerici sendikaların kaynaklarını kullanarak, Cape Town’da Batı Eyaleti İşçi Danışma Bürosu’nun (WPWAB), Durban’daki Genel Fabrika İşçileri Yardım Fonu’nun (GFWBF) ve Johannesburg’daki Endüstriyel Yardım Derneği gibi yapıların kurulmasına yardımcı oldu. Durban’daki Harriet Bolton benzeri bazı eski sendikacıların yaptığı gibi bir dizi sol öğrenci bu girişimleri destekledi. Öğretim stili Freire’den etkilenen radikal bir akademisyen olan Rick Turner, Durban’da, öğrenciler arasında etkili bir figür haline geldi. Turner, kökenlerinin katılımcı demokrasiye dayandığı bir geleceğe kendini adamıştı ve öğrencilerin çoğu da kendini adayan aktivistlerdi. 

Bu ortamın bir katılımcısı olan David Hemson şöyle anlatıyor:

“İki belirli zihin iş başındaydı; birincisi (Turner) Bellair’de bir ahşap ve demir bir evde kalıyordu ve diğeri (Biko) Alan Taylor konutundaki pis kokulu, gürleyen Wentworth petrol rafinerisinin gölgesindeydi. Her ikisi de yakın arkadaş olacak ve her ikisi de enerjik yazıları ve siyasi mücadelelerinde sıçrayışlarından sonra apartheid rejiminin güvenlik aygıtının elinde ölecekti. Her ikisi de Paulo Freire’nin Ezilenlerin Pedagojisi’nden etkilendi ve onun fikirleri ve kavramları, özgürlük için verdikleri mücadelede yazılarına ilham kaynağı oldu.”

Turner’a yakın olan ve Endüstriyel Eğitim Enstitüsü’nün (IIE) kurulmasına katılan öğrencilerden biri olan Omar Badsha şunları hatırlıyordu: 

“Rick Turner eğitime oldukça ilgiliydi ve her entelektüel gibi okuduğumuz metinlerden biri de Paulo Freire’nin henüz kısa bir zaman önce yayımlanan kitabıydı. Ve bu kitap eğitim hakkında bazı değerli fikirleri ve olumlu öğrenmenin bir yolunu hesaba katması -dinleyicileri dikkate alacağı ve dinleyicilerle nasıl ilişki kurulacağı- bakımından bizde yankı uyandırdı.”

Ocak 1973’te, Durban genelinde işçiler greve gitti -ki şimdi bu olay işçi örgütlenmesinde ve Apartheid rejimine karşı direnişte önemli bir dönüm noktası olarak görülüyor. Hemson bunu şöyle hatırlıyor:

“Şafaktan sonra, Coronation Bricks’in kışla benzeri pansiyonlarından, Pinetown’daki geniş dokuma tezgahlarından, belediye binalarından, büyük fabrikalardan, değirmenlerden ve daha küçük olan Five Roses çay işleme tesisinden sokaklara aktılar. Ezilenler ve sömürülenler ayağa kalktı ve patronlara ve rejime saldırdı. Gruptakiler, yalnızca grevcilerin lidersiz kitle toplantılarına, işyerine giremeyen işçilerin görüşmelerine ve bireysel ifadesine güven duyuyordu. Apartheid rejiminin katı emirleri kırıldı ve yeni özgürlükler doğdu. Yeni kavramlar insan şeklini aldı: dokumacı biri atölye sorumlusu haline geldi, örgütlü bir kitle örgütsüzleri geride bıraktı, tekstil eğitmeni adanmış bir sendikacı, utangaç yaşlı adam yeniden doğmuş bir Kongre emektarı, bir temizlikçi tanımlanmış bir genel işçiye dönüştü.”

Clover's main factory at Congella (Durban) was crippled when its 500 African employees went on strike for higher wages. 7 February 1973, Clover Dairy, Durban. Credit: Mike Duff / Source Sunday Times
Clover’ın Congella’daki (Durban) ana fabrikası, 500 Afrikalı çalışanı daha yüksek ücretler için greve gidince sekteye uğradı. 7 Şubat 1973, Clover Dairy, Durban.
Mike Duff / Kaynak: Sunday Times

Durban Hareketinden Sonra

Durban’da 1973 grevleri öncesi ve sırasındaki dönem “Durban Anı” olarak bilinmeye başlandı. Bu dönemin Biko ile Turner gibi iki karizmatik figürü olduğu için gelecek mücadelelerin çoğunun temellerini atan önemli bir siyasi yaratıcılık dönemiydi. 

Ama Mart 1973’te devlet, Rubin Phillip dahil olmak üzere birçok BCM ve Nusas lideriyle birlikte Biko ve Turner’ı tutukladı. Buna rağmen, grevlerin ardından sendikalar oluşurken, sıklıkla Freire’den etkilenerek üniversite eğitimi alan bir dizi entelektüel, sendikalarda çalışmaya başladı ve hızlı ilerlemeler kaydedildi. 1976’da doğrudan Siyah Bilincinden etkilenen Soweto ayaklanması, mücadelede yeni bir dönem açtı ve mücadelenin merkezini Johannesburg’a kaydırdı. 

Biko 1977’de polis nezaretinde öldürüldü, sonra Siyah Bilinç örgütü yasaklandı. Takip eden yıllarda, Turner da suikasta uğradı. 

1979’da Durban Anı’nın ruhuyla, ağırlıklı olarak demokratik işçilerin ve atölye çalışanlarının, ayrıca politik olarak güçlendirilmiş atölye sorumlularının kontrolündeki bir dizi sendika Güney Afrika İşçi Sendikaları Federasyonu (Fosatu) adı altında birleşti.

1983’te Cape Town’da Ulusal Demokratik Cephe (UDF) kuruldu. Ülke çapındaki topluluk kökenli örgütler, günümüzün aşağıdan yukarıya demokratik praksisine bağlı kalarak radikal demokratik bir gelecek vizyonuyla birleşti. 1980’lerin ortasına gelindiğinde, ANC’ye bağlı Güney Afrika Sendikaları Kongresi (Cosatu) aracılığıyla federasyon haline gelen UDF ve sendikal hareket, milyonlarca insanı harekete geçirdi. 

Bütün bu zaman dilimi boyunca, Durban Anı’nda özümsenen ve geliştirilen Freire’ci fikirler, genellikle politik eğitim ve praksis hakkında düşünmenin merkezinde de yer aldı. Anne Hope ve Sally Timmel, Güney Afrika’nın özgürleşme mücadelesi bağlamında radikal bir praksis geliştirmek için Freire’nin yöntemlerini uygulamayı hedefledikleri üç ciltlik bir çalışma olan Training for Transformation’ı yazdı. İlk cilt 1984 yılında Zimbabwe’de yayımlandı. Çalışma Güney Afrika’da hızla yasaklandı ancak yeraltında geniş çapta dolaşımdaydı. Training for Transformation hem sendikal harekette hem de UDF aracılığıyla birbirine bağlanan toplum kökenli mücadelelerin siyasi eğitim çalışmalarında kullanıldı. 

Bir aktivist ve akademisyen olan Salim Vally, “80’lerin okuma yazma gruplarının, bazı okul öncesi gruplarının, işçi eğitimi ve insanların eğitim hareketlerinin Freire’den derin bir şekilde etkilendiğini” hatırlıyor. Güney Afrika Yüksek Öğretim Komitesi (Sached) de Freire’den güçlü bir şekilde etkilenmiştir. İlk olarak Apartheid rejiminin üniversitelerdeki ırk ayrımı uygulamalarına karşı 1959 yılında kurulan Komite, 1980’lerde sendikalara ve toplum kökenli hareketlere eğitimsel destek sağladı. Vally, Neville Alexander’ın -Cape Town’da bir yönetici- Sached içinde ve dahil olduğu diğer eğitim çevrelerinde her zaman Freire’den bahsettiğini belirtiyordu. Sached’in ulusal yöneticisi olan John Samuels, Geneva’da Freire ile tanışmıştı. 

1986’dan itibaren “halkın gücü” fikri, halk mücadelelerinde oldukça önemli hale geldi ancak bunun ne anlama geldiğine dair pratikler ve anlayışlar çok çeşitliydi. Bazıları, insanları, ANC’nin sürgünden ve yeraltından dönüp iktidarı ele alabilmesinin önünü açacak bir koçbaşı olarak görüyordu. Bir diğer düşünce, sendikalarda ve topluluk örgütlerinde demokratik pratikler inşa etmenin, katılımcı demokrasinin sıradan yaşamda -işyerlerinde, topluluklarda, okullarda, üniversiteler vs- derinlemesine yerleşeceği, Apartheid sonrası bir gelecek kurmak için de gereken çalışmanın başlangıcı olduğu düşüncesindeydi. Sendikalar tarafından kullanılan “yarını bugünden inşa et” sloganıyla kastedilen buydu.

Bu dönemde Freire’ci akımların güçlü olmasına rağmen, 1980’lerin sonunda ve daha çok 1990’da ANC üzerindeki yasağın kaldırılması, siyasetin askerileştirilmesini beraberinde getirdi ve bu da bu akımları önemli ölçüde zayıflattı. ANC’nin sürgünden ve yeraltından dönüşü, toplum kökenli mücadelelerin kasıtlı olarak demobilizasyonuna ve sendikal hareketin de doğrudan ANC otoritesine bağımlı kılınmasına neden oldu. Bu durum, Frantz Fanon’un Yeryüzünün Lanetlileri kitabında anlattığından farklı değildi: 

“Bugün partinin misyonu, tepeden verilen emirlerin halka iletilmesidir. Bir partide demokrasinin temeli ve güvencesi olan aşağıdan yukarıya ve yukarıdan aşağıya üretken değiş tokuş artık mevcut değildir. Parti tam tersine artık kitlelerle liderlik arasında bir perde halini almıştır.”[2]

Rick Turner, undated. Credit: Helen Joseph Collection of the Historical Papers Research Archive, University of the Witwatersrand
Rick Turner.
Helen Joseph Tarihi Belgeler Araştırma Arşivi Koleksiyonu, Witwatersrand Üniversitesi
(Soldan sağa) Henry Fazzie, Murphy Morobe ve Albertina Sisulu, Güney Afrika Kiliseler Konseyi (SACC) ve Birleşik Demokratik Cephe’nin (UDF) merkezi olan Khotso House’da. Johannesburg, Güney Afrika.
Joe Sefale / Gallo Görseller
Güney Afrika Sendikalar Federasyonu (Fosatu) toplantısı.

Bugün Paulo Freire

Freire’ci fikirler, Apartheiddan sonra yeni düzenin bazı çatlaklarında da gelişmeye devam etti. Söz gelimi demokratik idarenin ilk yıllarında, bir sendika eğitim projesi olan Durban’daki İşçi Üniversitesi, Freire’nin metotlarına kendini adamış bazı öğretmenleri bulunduruyordu. Siyah Bilinç Hareketi’nin içerisinde yer alan ve bir filozof olan Mabogo More, bu öğretmenlerden biriydi. Freire’yi ilk olarak 1970’lerde, The University of the North’da (“Turfloop” olarak da bilinir) öğrenciyken Saso tarafından düzenlenen kış okullarının oluşumu sırasında, “Saso aracılığıyla” kullanılan “bilinç yükseltme” kavramıyla öğrendiğini hatırlıyor. Daha sonra, dönemin Turfloop kütüphanecisi olan S’bu Ndebele’nın Paulo Freire’nin Ezilenlerin Pedagojisi kitabının bir kopyasını gizlice kaçırdığını ve Frantz Fanon’un Yeryüzünün Lanetlileri’yle birlikte, bilinçli öğrenciler olarak kendi aralarında gizlice okuduklarını söylüyor.

More, 1994’te Freire’nin Birleşik Devletler’deki Harvard Üniversitesi’nde verdiği bir derse katılabildi. “Freire’nin dersi büyüleyiciydi ve Ezilenlerin Pedagojisi’nde ifade edilen ilkeler, öğretim pratiğimi modellememe yardımcı oldu” diye belirtiyor.

Bugün, Durban’daki Umtapo Merkezi gibi bazı kuruluşlar Freire yöntemlerine bağlı kalmaya devam ediyor. Merkez, siyah topluluklar içinde yükselen siyasi şiddete bir yanıt olarak 1986’da Durban’da kuruldu. Kökenlerini Siyah Bilinç Hareketi’nden alıyor ve çalışmaları açıkça Freire’nin metodolojisine dayanıyor.

Freire’nin fikirlerini kullanan bir başka kuruluş da Pietermaritzburg’daki Kilise Arazisi Programı’dır (CLP). Kökleri kurtuluş teolojisi geleneğine dayanır ve Piskopos Rubin, Abahlali baseMjondolo ile diğer bazı taban örgütleri ve mücadeleleriyle yakından bağlantılıdır. CLP, Güney Afrika’da gerçekleşen toprak reformu sürecine yanıt olarak 1996 yılında kurulmuş ve 1997’de bağımsız bir kuruluş haline gelmiştir. 2000’lerin başında ise CLP, Apartheid rejimine karşı mücadelenin baskıya son vermediğini, devletin toprak reformu programının doğrudan özgürleştirici bir hal almadığını ve kendi çalışmalarının baskıyı sonlandırmaya yardım etmediğini fark etti. Bu nedenle CLP, Freire’nin fikirlerini canlandırmaya ve yeni mücadelelerle dayanışma içine girmeye karar verdi. 

CLP animatörü Zodwa Nsibande şöyle diyor:

“Mülakatlarımızda, onların öznelliğini yıkmak istemediğimiz için insanların düşünmesine izin veriyoruz. İnsanların yaşadıkları deneyimler hakkında düşünmelerini sağlamak için araştırma soruları soruyoruz. Paulo Freire’in “sorun yaratma eğitimi, erkekleri ve kadınları oluşum sürecinde varlıklar olarak onaylar” düşüncesini benimsiyoruz. Sorun oluşturma metodolojilerini kullanarak topluluklarla ilişki kurduğumuzda, onlara güçlerini vermeye çalışıyoruz. Sibabuyisele isithunzi sabo, ngoba sikholwa ukuthi ngenkathi umcindezeli ecindezela ususa isthunzi somcindezelwa. Thina sibuyisela isithunzi somcindezelwa esisuswa yisihluku sokucindezelwa (Ezenlerin baskı zamanlarında ezilenlerin haysiyetini aldığına inandığımız için, onların haysiyetini yeniden inşa ediyoruz. Ezenlerin baskıyla aldığı ezilenin haysiyetini yeniden inşa ediyoruz.)”

Son yıllarda, Brezilya’daki Topraksız İşçi Hareketi veya Movimento Sem Terra (MST) ile bağlantılar, Freire’in Güney Afrika’daki fikirlerinin gücünü yeniden canlandırdı. 1984’te kurulan MST, milyonlarca insanı harekete geçirdi ve binlerce verimsiz toprak alanını işgal etti. Bu örgüt, Güney Afrika’daki en büyük sendika olan Ulusal Metal İşçileri Sendikası (Numsa) ve ülkenin en büyük halk hareketi olan Abahlali baseMjondolo ile yakın ilişkiler kurdu. Bu ise, Numsa ve Abahlali baseMjondolo’dan bir dizi aktivistin, MST’nin politik eğitim okulu olan Florestan Fernandes Ulusal Okulu’ndaki (ENFF) programlara katılabileceği anlamına geliyordu.

Aktivistlerin ENFF’deki deneyimleri ile Durban’daki eKhenana Toprak İşgali sırasında Abahlali baseMjondolo tarafından inşa edilen ve yönetilen “Frantz Fanon Politik Okulu” gibi Güney Afrika’daki siyasi okulların kurulması arasında doğrudan bağlantılar var.

Numsa JC Bez Bölgesel Eğitim Sorumlusu Vuyolwethu Toli şunları açıklıyor:

Güney Afrika’daki ve dünyadaki eğitim sistemleri, karşılıklı veya müşterek öğrenme süreçlerinin olmadığı yerlerde bankacı eğitim yöntemini kullanır. Öğretmen ya da kolaylaştırıcı, kendisini bilgelik tekeline sahip görür ve egemen bilgi dağıtıcısı olarak konumlandırır. Sendikada halk eğitiminden sorumlu yoldaşlar olarak bu şekilde hareket etmiyoruz. Kolektif bilgi üretimi ve tüm oturumların, işçilerin yaşanmış deneyimleriyle şekillendirildiğinden emin oluyoruz. Bizim hareket noktamız, işçilerin bilgisinin içeriği şekillendirmesidir, tersi değil. Bankacı eğitim yöntemine inanmıyoruz.

Freire’in ilk olarak Brezilya’da üretilen fikirleri tüm dünyadaki mücadeleleri etkiledi. Onun fikirleri, Güney Afrika’daki entelektüelleri ve hareketleri etkilemeye başladıktan neredeyse elli yıl sonra bile, güncel konularla ilgili olmaya ve güçlü kalmaya devam ediyor. Bilinç oluşturma işi kalıcı bir bağlılık, bir yaşam biçimidir. Aubrey Mokoape’in dediği gibi, “Bilincin sonu yoktur. Ve bilincin gerçek bir başlangıcı yoktur”.

Abahlali baseMjondolo’un eKhenana Toprakları İşgalinde kurulan Frantz Fanon Politik Okulu, Mjondolo, Cato Malikanesi, Durban, Güney Afrika, 14 Ekim 2020.
Richard Pithouse
The flags of the MST and Abahlali baseMjondolo photographed at the celebration of the movement's fifteenth anniversary. eKhenanan occupation, Durban, South Africa, 4 October 2020. Credit: Landh Tshazi / Abahlali baseMjondolo
Hareketin on beşinci yıldönümü kutlanırken MST ve Abahlali baseMjondolo bayrakları fotoğraflandı. eKhenanan işgali, Durban, Güney Afrika, 4 Ekim 2020.
Landh Tshazi / Abahlali üssü Mjondolo

Yazının orijinali: https://www.thetricontinental.org/dossier-34-paulo-freire-and-south-africa/

Çeviri: Yener Çıracı

Kapak Resmi: Brezilya’da, Campinas’ta Milton-Santos eğitim merkezinde duvar resminden detay. Luiz Carlos Cappellano


[1] Freire alıntılarında Dilek Hattatoğlu ve Erol Özbek’in çevirisi kullanılmıştır. Ezilenlerin Pedagojisi, Ayrıntı Yayınları, 2010.

[2] Bu bölümde Şen Süer’in orijinal dilden çevrisi kullanılmıştır. Yeryüzünün Lanetlileri, İletişim Yayınları, 2021.

“Kazanımla Sonuçlanması Çok Tehlikeliydi”: Kadıköy Grevini İşçi Kadınlar Anlatıyor

Kadıköy Belediyesine bağlı olarak çalışan DİSK’li kadın temsilciler geçtiğimiz hafta yaşanan grev sürecine dair ayrıntılı bir açıklama yayınladı.

Sendikanın bir siyasi partinin talimatı doğrultusunda temsil ettiği işçinin iradesini yok saydığının vurgulandığı açıklamada “koltuk kavgası yapanların, işçiye ihanet etmiş bir sendikanın yöneticilerini eleştirmeye cesaret edemeyip temsilcileri istifaya çağırmasına kulak asmayacağız; meydanı, işçi sınıfını arkadan vuranlara bırakmayacağız” denildi.

Açıklamanın tam metnini okurlarımızın ilgisine sunuyoruz.

Biz, DİSK’e bağlı Genel-İş Sendikası Anadolu Yakası 1 No’lu Şube üyesi kadınlarız. Aralık 2019’da yapılacak şube yönetimi seçimi için salt erkeklerden oluşan blok listeler hazırlanmasının cinsiyetçilik olduğunu dile getirdik ve sendikanın ataerkil yapısına dikkat çekmek amacıyla Mor Liste adında, salt kadınlardan oluşan bir blok listeyle seçime girdik. Seçimi kazanamadık ama birkaç ay sonra yapılan temsilci seçimlerinde daha çok kadının aday olup seçilmesini sağladık. Bu metni, o temsilciler olarak kaleme alıyoruz. 

Temmuz 2020’de, Kadıköy Belediyesi’nin, daha önce taşeron şirket çalışanı olup 2018’de KHK ile belediye şirketi KASDAŞ’a geçirilen işçiler ve KHK’dan sonra işe girenlerle birlikte toplam 2.300 işçisinin yeni toplu iş sözleşmesi (TİS) süreci başladı. Temsilciler olarak, TİS taslağı üzerinde çok çalıştık. Temsilci kadınlar olarak ise, taslağı toplumsal cinsiyet eşitliği bakımından ele aldık ve yoğun bir çalışma sonucunda bazı talepler belirledik. Eşit temsil talebimiz en başta elense de, 7 ay süren müzakerelerde, talep ettiğimiz hakların pek çoğunu elde ettik. Kadın erkek tüm personelin çocuklarına ücretsiz kreş hakkı, kadın istihdamı açısından elde ettiğimiz en önemli kazanım oldu. 

Gelgelelim bu ve benzeri idari maddeler uzun uzun tartışılırken, müzakere masasında Kadıköy Belediyesi’ni temsil eden Sosyal Demokrat Kamu İşverenleri Sendikası SODEMSEN ücret maddeleri ile ilgili ayrıca bir paket hazırladığını ve bize onu sunacağını söyleyerek bizi açıkça oyaladı. Dahası, her maddeyi elden geçirmiş olduğumuz, talep ettiğimiz ücretlerin çok yüksek olduğu ve müzakerelere temsilci katılımının fazla olduğu gerekçeleriyle masadan kalktı ve müzakereler bu yüzden 2 ay kesintiye uğradı. 

TİS’ten beklentimiz, haliyle, ücretlerin ve sosyal hakların iyileştirilmesiydi. Çalışanların maaşları arasındaki uçurumun kapanmasını, eşit işe eşit ücret politikasının hayata geçirilmesini istiyorduk. Ayrıca haftalık 40 saat çalışma süresinin tüm işçileri kapsamasını ve Cumartesi’nin de hafta tatili sayılmasını talep ettik. Ücretlerde uçurumun kapanması için bir taban ücret belirlendi. Şube yönetimi, 696 sayılı KHK ile taşerondan belediye şirketi KASDAŞ’a geçerken hak kaybına uğrayan işçilerin yaşadığı kaybı az da olsa telafi edecek bir taban ücret belirledi. Ayrıca birinci yıl %20, ikinci yıl %20 zam talep ettik. Türkiye’de resmî enflasyon oranı %15, gerçek enflasyon oranı ise %35 ila %50’dir. 

Tüm uzlaşma çabalarımıza karşın TİS süreci tıkandı ve 5 Şubat itibarıyla grev kararını astık. Greve çıkmak için yasal süre olan 15 Şubat gecesine dek işverenin masaya makul ücret maddeleriyle döneceğine dair umudumuzu yitirmedik. 15 Şubat günü kurulan müzakere masasında bize en düşük ücret olarak sunulan rakam, geçen TİS ile aldığımız net 275 TL’lik seyyanen zammın yedirilmiş olduğu 3.100 TL’ydi. Zam oranı olarak da %7 teklif edildi. İşçinin iradesi doğrultusunda bu rakamları kabul etmediğimiz için SODEMSEN masadan tamamen kalktı ve biz de 16 Şubat 00.01’de resmen greve çıktık. 

Bunun üzerine Kadıköy Belediye Başkanı sosyal medya üzerinden kamuoyuna duyuruda bulunarak, işçinin, teklif edilen 4.972 TL ücret ve %38 zammı kabul etmeyerek greve çıktığını duyurdu. Bu duyuru üzerine şube yönetimi ve onlarca temsilci bir araya gelerek hesap kitap yapmaya ve başkanın masada konuşulan rakamlardan bu rakama nasıl ulaştığını bulmaya çalıştık ama kendisinin yaptığı gibi her türlü ek ödemeyi içine katsak da işin içinden çıkamadık.

Bu süreçte başta İstanbul Büyükşehir Belediyesi olmak üzere CHP’li ilçe belediyelerin çöp toplama araçları grevi kırmak üzere Kadıköy’e yönlendirildi. Onlara bu grevin yalnızca bizim haklarımız için değil onların hakları için de yapıldığını anlattık. Nitekim, söz konusu belediye yönetimleri Kadıköy’de işçinin kazanımıyla sonuçlanacak bir hak mücadelesinin kendi belediyelerine de sirayet edeceğini gayet iyi biliyordu. Fakat biz, 29 Ocak 2021 tarihinde önce DİSK Genel Merkezi’nde, ardından 14 belediye başkanının da katılımıyla CHP İstanbul İl Başkanlığı’nda yapılan toplantılarda sendika şube yöneticilerimizle tam olarak ne konuşulduğunu elbette bilmiyoruz. Yine de, belediye işçilerini temsil eden bir işçi sendikasının, özellikle de süregelen gergin bir TİS sürecinde, işveren tarafını en üst düzeyde temsil eden aktörlerle bir araya gelmesinden büyük rahatsızlık duyduk. Partinin belirlediği asgari ücret 3.100 TL olduğu için sendikanın bu çizgiyi aşmaması yönünde uyarıldığını tahmin ediyoruz. İşçiyi her-şey-dahil bir asgari ücrete ikna etmek elbette sendikanın göreviydi. 

17 Şubat günü sabaha karşı Genel-İş Genel Merkezi’nden Engin Sezgin, Çetin Çalışkan ve Nevzat Karataş geldi. Şube yönetimi ve temsilciler olarak onlarla bir araya geldik. Müzakerenin artık doğrudan belediye başkanı ile kendileri arasında yürüyeceğini fakat işçinin ve temsilcilerin onaylamadığı hiçbir şeyin altına asla imza atmayacaklarını vurguladılar. Grev konusunda içimizin rahat olmasını söylemeleri üzerine sendikanın bize grev fonundan bir ödeme yapıp yapmayacağını sorduğumuzda ise öyle bir fon olmadığını, tüzükte böyle bir şey bulunmadığını (Genel-İş Tüzüğü, 57. Madde Grev Fonu), zaten buna elveren bir bütçeleri de olmadığını belirttiler.

17 Şubat günü, teklif edilen ücret ve zam teklifine ilişkin dezenformasyonu dağıtmak ve işçi tarafı olarak hakikatleri dile getirmek için büyük çaba sarf ettik. Sosyal medya sayesinde sesimizi duyurmayı başardık. İşçiye karşı kışkırtılan Kadıköy halkı başta olmak üzere, öğrenciler, sol partiler ve STK’lar bizimle dayanışma içinde olduklarını açıklamaya başladı. Kadıköy halkı belediye binasına gelerek bizimle dayanışmak için örgütlendi. Greve çıkan fabrika işçisi nasıl üretimi durdurarak üretimden gelen gücünü kullanıyorsa, belediye işçisi de hizmet üretmeyi durdurur ve bu, o belediyenin hizmet götürdüğü halkın yaşam kalitesini kısa sürede düşürür. Kadıköy halkının, üretimden gelen gücünü kullandığı ve yaşam kalitesini düşürdüğü için belediye işçisine tavır alacağı hesaplanmıştı fakat Kadıköy halkı, Kadıköy’ü emeğiyle yaşanır kılan işçiyi emekçiyi sahiplendi, onun yanında yer aldı. İlerleyen günlerde, kendileri de TİS sürecinde olan Ataşehir, Kartal ve Maltepe belediye işçileri ve başka belediyelerin işçilerinin Kadıköy Belediyesi binasının bahçesinde bir araya gelmesi kaçınılmaz görünüyordu. Fakat bu, Türkiye’nin hak mücadelesi tarihine geçecek büyüklükte bir direniş olurdu. 

18 Şubat günü sabaha karşı sendika şube yöneticileri biz temsilcileri yine toplantıya çağırdı. Şube yöneticileri, genel merkezin, biz istesek de istemesek de 3.200 TL ve %8 zammı içeren sözleşmenin altına imza atacağını bildirdiğini, belki de çoktan atmış olduğunu iletti. Hepimiz yıkılmıştık. Genel merkezin kendilerini ezip geçtiğini, kendilerinin de artık köprüleri yaktığını ve ertesi gün toplu istifa edeceklerini söylediler. Biz de temsilciler olarak toplu istifa edeceğimizi, temsil yetkimizin gasp edildiği bu durumda en doğrusunun bu olduğunu söyledik. Açıklama yapmak üzere işçi saat 10.00’da belediye binasının bahçesine çağrıldı.

Açıklama sırasında şube yönetimi tarafından işçiye, 5.570 TL ücret teklif edildiği aktarıldı ve bunun fena bir sözleşme olmadığı ama yine de şubenin bunu kabul etmeyeceği, müzakerenin sürdüğü söylendi. Biz temsilciler olarak, daha birkaç saat önce duyduklarımızla ilgisi olmayan bu sözler karşısında şaşkına döndük. Müzakere çoktan bittiği halde işçiye müzakerenin devam ettiği söylendi. Şube yönetimi bize gözyaşları içinde aktardığı yenilgiyi birkaç saat sonra işçiye kazanım olarak yansıttı. Genel merkezin dahlini kısmen açıklayarak kendisinin bu işte hiçbir payı olmadığını vurguladı. Hiçbir şube yöneticisi istifa etmedi.

İşçiye sözleşmenin imzalandığı beyan edildikten sonra tekrar toplandık. Yasal fakat meşruiyeti olmayan bu sürecin ifşa edilip edilmeyeceği kendilerine sorulduğunda, edilmesi gerektiğinde hemfikir olduklarını söylediler fakat gerek müzakere masasında gerekse grev boyunca temsilcilerle yapılan toplantılarda telaffuz edilen 3.200’ün işçiyi iyi bir sözleşme imzalandığına ikna etmek için 5.500’e nasıl çıkarıldığının açıklaması yapılamadı. Net ücret hesaplanırken yol ve yemeğin bu ücrete katılamayacağını net bir şekilde vurgulayan şube yönetimi, işçiyi muhtemelen çoktan imzalanmış olan sözleşmeye ikna etmek için telaffuz ettiği ücrete yol, yemek, ne varsa katmıştı. 

19 Şubat sabahı boyunca işçi, imzalanan sözleşme sonucunda ne kadar ücret alacağını hesaplamaya çalıştı fakat işçi de bu şaibeli hesabın içinden çıkamadı. Ancak öğlen saatlerinde elimize ulaşan tutanakta 30 günlük taban ücretin 3.455,70 TL, zam oranının ise %8 olduğunu gördük.

Bu süreç bize her şeyin sınıfsal olduğunu bir kere daha tüm çıplaklığıyla gösterdi. Kamuoyu desteğinin önüne geçmek için karalama kampanyasına maruz bırakıldık. Kadıköy Belediyesi işçisi her gün emek verdiği Kadıköy’ün halkıyla karşı karşıya getirildi. Sendikamız, bir siyasi partinin talimatı doğrultusunda temsil ettiği işçinin iradesini yok saydı. Kadıköy Belediyesi işçilerinin grevi, başta diğer CHP’li belediyelerin işçileri olmak üzere tüm işçiler için emsal teşkil etme potansiyeline sahipti, işçi lehine kazanımla sonuçlanması çok tehlikeliydi. Bu nedenle yukarıdan müdahaleyle önüne geçildi, bastırıldı. 

Genel-İş Genel Merkezi ve şube yöneticilerimizin gerek yukarıdan gelen baskı gerekse kendi çıkarları doğrultusunda sonlandırdıkları bu TİS sürecinin greve evrilmesi, işçinin inancını ve güvenini arkasında hisseden temsilcilerin çabasıyla oldu. Öte yandan temsilciler olarak deneyimsizlikten kaynaklandığını düşündüğümüz hatalar da yaptık. Bunları da burada dile getirmenin, ileride hem bizim hem de diğer belediyelerin aynı hataları tekrarlamasının önüne geçeceğini umuyoruz. Birincisi, greve çıktığımız anda daha örgütlü olmalıydık. Görev dağılımı iyi yapılmış bir grev komitesi hazır olmalıydı. Bu komitenin en az iki üyesi, şubenin katıldığı toplantılara katılmalı, bu şekilde şeffaflık sağlanmalıydı. İkincisi, sendika genel merkezinin sürece dahil olmasına en başta itiraz etmeliydik. Üçüncüsü, temsilciler olarak istifa etmeyi düşünmemiz yanlıştı. Deneyim kazanmış temsilciler olarak kalmalı ve bu durumun sorumlusu olan aktörlerden hesap sormalı, yapıyı dönüştürmek için mücadele etmeliyiz. Koltuk kavgası yapanların, işçiye ihanet etmiş bir sendikanın yöneticilerini eleştirmeye cesaret edemeyip temsilcileri istifaya çağırmasına kulak asmayacağız; meydanı, işçi sınıfını arkadan vuranlara bırakmayacağız. 

Gelinen nokta, biz işçileri ümitsizliğe, yılgınlığa sevk etmemeli. Sürecin kendisi bize umut verdi. 2.300 işçiden tek bir kişi bile grev kırıcı olmadı, dahası greve etkin bir şekilde katıldı. -3 derece soğukta, karda kışta yüzlerce işçi bir araya gelerek grevine, hak mücadelesine sahip çıktı. Biz, Türkiye tarihi boyunca şiddetle veya şiddetsiz bastırılan işçi direnişlerinin hangi korkuyla bastırıldığını ilk elden gördük. İşçinin karşısında, irili ufaklı çıkarları doğrultusunda saf tutanlar korkmakta haklı. Bilin ki örgütlü emek, karşısında duran hiçbir kişi, kurum ya da örgüte pabuç bırakmayacak. İşçi kadınlar olarak sözümüze güvenebilirsiniz. 

Kızıl Afiş’teki Troçkist: Arpen Davityan – Masis Kürkçügil

21 Şubat 1944’te, Fransa’da Nazi işgaline karşı direnişte yer alan 22 kişi kurşuna dizildi. Aralarından en tanınmış olanın adıyla “Manuşyan grubu” olarak anılıyorlardı. İmza attıkları sayısız sabotaj ve suikasta gönderme yapan, bu göçmen direnişçilerin Fransız topraklarına ne denli yabancı olduklarını ispat etme derdindeki “Suç Ordusu”[1] başlığını taşıyan ve 15 bin nüshası ülkenin duvarlarına asılan Nazi propaganda aygıtının bu afişi, umulan etkisinin tam tersini yaratarak Kızıl Afiş adıyla direniş için bir moral kaynağı ve sol kültürün bir sembolü haline gelir. Misak Manuşyan’ın ve yoldaşlarının hikayesini anlatan bir diğer yazısında, “Hayatın Kıyısından Tarihe Sıçrayanların Hikayesi”nde Masis Kürkçügil, onları şöyle tarif ediyordu: 

“Anlatılan hikâye Fransa’nın Naziler tarafından işgal edilmesi karşısında göçmen işçilerin yürüttüğü direnişin hikâyesidir. Onlar 1915’in artıkları, Orta Avrupa’dan kaçmış Yahudiler, Romanyalılar, Polonyalılar, Franco’dan kaçmış Pirenelerdeki toplama kamplarında bulunmuş, İspanya İç Savaşı’ndan arta kalmış direnişçiler, Mussolini İtalya’sında faşizme karşı savaşmış olanlar, Nazizme karşı mücadelenin belki de en zor cephelerinden birinde, Paris’te işgal altında, partizanlığı seçtiler.
Herhangi resmi bir tarihte yer almadıkları için bir tür aşağıdan, alternatif tarihin özneleri olarak zamanla silinmediler.”

Burada okuyacağınız yazıda ise Masis Kürkçügil, öldürülüşlerinin yıldönümünde bu direnişçilerinden birine, bir Troçkist olan Arpen Davityan’ın hayatına odaklanıyor.

İmdat Freni

Fransız Direniş hareketinde simgesel bir önemi olan Kızıl Afiş’le ünlenen Manuşyan grubu, infaz edilenlerin ağırlıklı olarak göçmenlerden oluşmasıyla savaş içinde enternasyonalizmin bir pratiği olarak da dikkat çekmektedir. Fransız Komünist Partisine (FKP) bağlı göçmen çalışmasının bir uzantısı olan bu hareket içinde “yabancı” bir unsur bulunmaktadır: Arpen Davityan; namı diğer Manukyan.  Yabancı oluşu Ermeniliğinden değil. 

Ekim 1943’te sırf Troçkist oldukları için İtalyan Komünist Partisinin kurucusu Pietro Tresso (Blasco) dahil, direnişe katılmış dört devrimcinin FKP tarafından katledildiği günlerde Stalin’in kamplarından kaçmış Arpen Davityan 21 Şubat 1944’te kurşuna dizilen 22 kişiden biriydi.

“Unutmayın”

Kızıl Afiş’in infaz edilenler listesinde yer alan, grubun lideri Manuşyan’ın son mektubunda “unutmayın” dediği grubun en yaşlısı Armenak Manukyan (Arpen Davityan) grubun diğer üyelerinden farklı bir geçmişe sahip olup Kızıl Ordu’da subaylık ve siyasi komiserlik yapmış bir insandı. Onu direniş hareketine katan koşullar aslında diğerlerinden çok farklı bir göçmenliğin yörüngesini çizmişti. 

Her şeyden önce bu topluluk siyaseten FKP’nin nüfuzu altında iken Sibirya sürgününden kaçmış tescilli bir Troçkist olarak gruba katılmıştı.

Arpen Davityan hakkında ayrıntılı bilgileri Manuşyan grubunda olup da yakayı kurtaran, imanlı bir Stalinist olan, Komintern’de çalışmış, Mısır’da bulunmuş, İspanya’da Uluslararası Tugay’da çarpışmış Diyarbakır kökenli Dikran Vosgeriçyan anlatıyor. Ona göre Zangezur’da 1895’te doğmuş (sahte evraklarına göre 1889’de Karabağ Şuşa’da) Arpen. Babası duvar ustası, kendisi de Tiflis’te önce makinist sonra da tipograf olarak çalışır. Vosgeriçyan’a göre aynı zamanda eğitimine önem verip yine Tiflis’teki Nersesyan Okuluna girme sınavını kazanır.

1917’de Bolşevik Partisine katılır, bir sonraki yıl Kızıl Ordu’dadır. Ardından Bakü Komününü savunan Kızıl Muhafızlar arasında yer alır ve üç kez yaralanır. Daha sonra kente gelen İngilizlerce tutuklanırsa da Tahran’a kaçmayı başarır, döner Azerbaycan’a ve muhtemelen Mayıs 1920’de Taşnakların bastırdığı Bolşevik ayaklanmasına katıldığı Ermenistan’da mücadele eder. Er olarak girdiği Kızıl Ordu’da subaylığa yükselir ve Bakü’deki Şahumyan Askeri Okulundaki kısa bir stajdan sonra siyasi komiser olur.  Bu işlevle Nisan 1920’de Yerevan’a giren Kızıl Ordu’da görev alır. 

1923’ten itibaren Tiflis’teki Transkafkasya Komünist Üniversitesinde öğrenime başlar ancak 1925’te Sol Muhalefet üyesi, Troçkist olduğu için ihraç edilir. Buradan çeşitli görevlerde bulunacağı Ermenistan’a gönderilir. 1927’de sözcüsü olduğu Sol Muhalefete karşı yapılan temizlik sırasında partiden ihraç edilir ve aynı nedenlerle 1928’de diğer Ermeni militanlarla birlikte tutuklanır. Siyasi polis GPU denetiminde önce Yerevan’a, ardından Tiflis’e, sonra da Kazakistan’a gönderilir. 1931’de buradaki Bolşevik-Leninistlerle birlikte yeniden tutuklanır, Sankt Peterburg’daki ünlü Petropavlosk hapishanesine kapatılır ve üç yıla mahkûm edilince Verkhneuralsk kampına gönderilir. Burada 1933’teki 18 günlük açlık grevine katılır.  Mahkûmiyetten sonra Özbekistan’a sürgüne gönderilir. 1934’te kaçmaya karar verir Andican’dan İran’a geçerken sınırda yakalanır ve Tebriz’de tutulur.

O zamana kadar dış dünya ile ilişkisi kesik olan Davityan Paris’te Rusların yayın faaliyetinde bulunduğu öğrenir. 1935’te Troçki’nin oğlu Lev Sedov ile bağlantıya geçer ve ona 4 Ağustos tarihli “Dünya Proletaryasına Çağrı. SSCB’de Komünist Muhalefet” başlıklı yazısını gönderir.  Bu metin SSCB’deki siyasal tutuklular üzerine ilk metinlerden biridir. Ekim 1935’te ABD’de New Militant bu metni basar. Victor Serge “Bir Devrimin Kaderi” kitabında bu yazıdan alıntılar yapar.

Troçki ve Sedov onun Avrupa’ya geçişi için gereken parayı yardımlaşmayla sağlar. Mayıs 1937’de ilkin Marsilya’ya sonra Paris’e gelir. Komünist Birlik, Armenak Manukyan adına ona bir sahte evrak sağlar ve bu kimlikle çilingir olarak hayatını kazanır. Maisons Alfort’da işçi militanları (Roland ve Yvonne Filitâre) ile birlikte kalır, yazın bir kısmını Troçki’nin yakın dostları olan, Fransa’da devrimci hareketin önemli simalarından Alfred ve Marguerite Rosmer’in Périgny’deki evinde geçirir.

Komintern ajanı olan ve Moskova ile ilişkisini kesip Troçki’ye katılmaya karar verdiğinde İsviçre’de öldürülen Ignace Reiss’ın eşi Elisabeth K., kocasının ölümünün ardından oğlu ile birlikte Paris’e geçer. Bir gün Rosmerlerde, (Arpen Davityan’ın örgüt adı olan) Tarov’a rastladıklarını oğlu babası için hazırladığı biyografide yazar. 

Haziran 1937’de Davityan’ın Moskova Duruşmalarına ilişkin Paris soruşturma komisyonuna verdiği bilgiler Troçkist yayında yankılanır. Lev Sedov’un çevresindeki Rus gruba katılsa da birkaç ay sonra buraya sızan GPU ajanlarının ağırlaştırdığı ortama dayanamayarak ayrılır (Zborowski denen ajan Sedov’un yakını olacak kadar gruba sızmıştır). Zborowski “Rus Thermidorunun Hapishanelerinde” başlığını taşıyan, Davityan’ın Tebriz’de iken yazdığı anılarının basımını engellemek için elinden geleni yapar. Davityan, Sedov’un ölümünden sonra grupla ilişkisini tamamen keser. Troçki’ye yazdığı mektupta “bizim ortamımıza yabancı bir unsur”un katıldığını ifade ederek açıkça Zborowski’ye işaret eder. 

İlkbahar 1939’da musahhihler sendikasından G. Servois’nın yardımıyla “IV. Enternasyonal’in eylem programının eleştirisine katkı” olarak takdim edilen Rusçadan çevrili Fransızca bir broşür yayınlar. Dönemin önde gelen Troçkist simalarından Rodolphe Prager’ye göre geçiş hedefleriyle acil talepler uğruna mücadeleyi reformist olarak niteleyen bu broşür iktidarın doğrudan fethini öneriyordu. Kendini Ortodoks Troçkist olarak niteleyen bu yaklaşım La Révolution Prolétarienne’de yayımlanır. Ardından iki buçuk yıl çalışacağı bir işçi kooperatifinde iş bulur ve Fransızcasını hızla ilerletir.

Otuzlu yılların sonu kırklı yılların başlarında Davityan tecrit olma halinden kurtulmak için Ermeni göçmen ortamıyla, özellikle Ermeni komünistlerle ilişkiye geçer. Bir yıl kadar Almanya’da işçi olarak çalışır. Almanya’ya giderken anılarını emanet ettiği Servois, Kızıl Afiş’ten sonra onları yok edecektir.

Almanya dönüşü Manuşyanla ilişkiye geçer. Meline Manuşyan 1942’de Misak Manuşyan’ın kendisini “bizimle beraber” diye takdim ettiğini belirtir.  Meline kendisinin Stalin karşıtı olduğunu ve SSCB’den kaçtığının bilindiğini ekler.  FKP’nin göçmen emeğine dönük sendikal-siyasal çalışması olan MOI’nin (Göçmen İşgücü) Ermeni grubuna dahil olur ve André müstear ismiyle işgale karşı büyük kentlerde gerilla mücadelesi yürüten Francs-Tireurs et Partisans [Bağımsız Nişancılar ve Partizanlar] birliğine katılır. Gruptaki diğer yoldaşların askeri eğitimi neredeyse yok iken kendisi eski bir Kızıl Ordu mensubu olarak en tecrübelisidir. Siyaseten de benzer bir durum söz konusudur. Ağustos 1943 itibarıyla çeşitli operasyonlara katılır. Bunlardan biri 28 ağustosta FTP’deki Ermeni yoldaşlarınca korunarak Boulogne-Billancourt’daki Renault fabrikasından çıkan Alman askerleriyle dolu bir kamyona el bombası atmasıydı. 5 Ekim’de Saint-Michel’deki bir operasyon sırasında vurulur. Diran Vosgeriçyan onu bir Ermeni hekime götürür.  Sonra Meline Manuşyan’ın kızkardeşi Armenuhi Asaduryan’ın yanında nekahet devresini geçirir. Daha sonra bir başka Ermeninin sayesinde bir otel odasına yerleşir. Altı hafta boyunca Meline Manuşyan ona her gün ilaç ve yiyecek götürür. Bu günlerde Arpen Davityan Meline’ye Troçkist geçmişini anlatır. Vosgeriçyan da Beyrut’ta yayımlanan Ermenice anılarında daha ilk günden onun siyasi görüşlerini bildiklerini belirtir. 

Öte yandan bir iddiaya göre Ağustos 1943’te Manuşyan grubunun Troçkist eğilimde olduğuna ilişkin bir not FKP yönetimine iletilir. Öyleyse Manuşyan ile Manukyan isimlerinin karıştırıldığı kesindir.

Kasım 1943’te Özel Kuvvetler tarafından Belleville sokağındaki evde yakalanır. 

Paris’te, 21 Şubat 1944’te gözlerinin bağlanmasını kabul etmeyerek kurşuna dizilen 22 kişiden oluşan Manuşyan grubunun mezarlığında Ermenistan Sosyalist Cumhuriyetinin bir plakası bulunmaktadır: “Senin kavga arkadaşların seni asla unutmayacaktır”. Ermenistan’da Arpen Davityan’ın, medeni haklarını kaybetmiş olan eşinin ve kızının da itibarı iade edilir.

Polonyalı, İtalyan, Macar, Rumen, İspanyol, Ermeni ve Fransızlardan oluşan Manuşyan grubu kıt imkanlarla Nazilere karşı hangi saiklerle hayatlarını direnişe adadılar diye sorulduğunda Aragon’un şiirindeki gibi “Fransa için” denmesi abestir. Şiirin kendisi tiplerinden, konuşmalarından yabancı oldukları belli olan bu insanların “yurtseverlik”le bir ilgisi olduğu iddia etse de, onların birbirlerine baktıklarında gördüklerini dile getirmek daha doğrudur: Otantik bir enternasyonalizm.

Aragon’un Kızıl Afiş şiirini Leo Ferre yorumluyor

[1] Afişte şu cümleler geçiyor: “Bunlar mı Kurtarıcı? Suç Ordusu’nun [yürüttüğü] Kurtuluş!”. Ortasında Misak Manuşyan’ın bulunduğu afişte grubun on üyesinin resminin altında hangi kökenden geldikleri (Yahudi, Ermeni, “Kızıl”…) ve ne türden suçlar işledikleri anlatılıyor. (e.d.)                

328 STÖ LGBTİ+’lara nefret söylemi ve polis şiddetine karşı #beraberiz dedi

LGBTİ+’lara nefret söylemi, Boğaziçi LGBTİ+ Çalışmaları Kulübü’nün kapatılması ve polis şiddetine karşı #beraberiz imza kampanyası 328 sivil toplum örgütünün imzasıyla sonlandı.

LGBTİ+’lara nefret söylemi, Boğaziçi LGBTİ+ Çalışmaları Kulübü’nün kapatılması ve polis şiddetine karşı sivil toplum örgütlerinin imza kampanyası sonlandı.

#beraberiz diyerek öğrencilerin demokratik üniversite talepleri ve LGBTİ+’ların hakları için bir araya gelen 328 sivil toplum örgütü, yetkilileri LGBTİ+’lara nefret söyleminden vazgeçmeye, LGBTİ+ Çalışmaları Kulübü’nün kapatılması kararından geri dönmeye, polis şiddeti ve gözaltıları sonlandırmaya ve tutuklanan öğrencileri serbest bırakmaya çağırdı.

7 Şubat’ta başlayan imza kampanyasına bir haftada 328 sivil toplum örgütünden imza geldi. İmzacılar ve açıklamanın tam metni beraberiz.org internet sitesinde yayınlandı.

#beraberiz ekibi kampanyayı sonlandırırken, “Metni imzaya açtığımız günden bugüne LGBTİ+’lara nefret söylemi devam etti. Boğaziçi Üniversitesi LGBTİ+ Çalışmaları Kulübü hâlâ resmen kapatılmış durumda. Anayasal haklarını kullanan 9 öğrenci hâlâ tutuklu. Bu sebeple talebimizi yineliyoruz: Yetkilileri LGBTİ+’lara nefret söyleminden vazgeçmeye, LGBTİ+ Çalışmaları Kulübü’nün kapatılması kararından geri dönmeye, polis şiddeti ve gözaltıları sonlandırmaya ve tutuklanan öğrencileri serbest bırakmaya çağırıyoruz. Bu kampanyaya imza atan ya da atmayan bütün sivil toplum örgütlerini haklarımız için bundan sonra da ses çıkarmaya davet ediyoruz” dedi.

İmza kampanyasının tam metni ise şöyle:

“Beraberiz, vardık, varız, varolacağız!

“Biz eşitlik, adalet, özgürlük ve haklarımız için mücadele eden sivil toplum örgütleri olarak, 1 Ocak itibari ile Boğaziçi Üniversitesi Rektör atanma süreci sonrasındaki gelişmeleri takip ediyoruz.

“Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri başta olmak üzere anayasal demokratik haklarını kullananlara polis şiddeti, gözaltı ve tutuklamalar, LGBTİ+’lara üst düzey kamu görevlilerinin öncülük ettiği nefret kampanyaları ve Boğaziçi Üniversitesi LGBTİ+ Çalışmaları Kulübü’nün kapatılması hiçbir koşulda meşru değildir ve kabul edilemez. Öğrencilerin demokratik üniversite taleplerinin yanındayız. LGBTİ+’ların hak mücadelesi hepimizin mücadelesidir.

“Yetkilileri LGBTİ+’lara nefret söyleminden vazgeçmeye, LGBTİ+ Çalışmaları Kulübü’nün kapatılması kararından geri dönmeye, polis şiddeti ve gözaltıları sonlandırmaya ve tutuklanan öğrencileri serbest bırakmaya çağırıyoruz.”

Hölderlin ve Stalinizm hakkında Lukács: Slavoj Žižek’e Bir Cevap – Michael Löwy

Gyorgy Lukács’ın Hölderlin hakkındaki yazılarından yola çıkarak Michael Löwy bu makalesinde, daha önce birçok metninde antikapitalist, ütopyacı ve potansiyel olarak devrimci muhtevasını gösterdiği romantizm meselesine tekrar el atıyor. Daha sonra ise Lukács konusunda tartışırken Stalinizme umulmadık bir “büyüklük” atfeden ve eğer uygulansaydı ilksel Marksist tasarımın Stalinizmden de beter olacağını iddia eden Žižek’in bu görüşlerinin bir eleştirisini sunuyor. 

Lukács, Hölderlin ve Devrimci Romantizm

Gyorgy Lukács’ın otuzlu yıllardaki yazıları, sınırlılıklarına, çelişkilerine ve (Stalinizmle) uzlaşmalarına karşın, büyük bir önem arz etmekten de geri kalmıyor. Bu bilhassa Hölderlin’in “Hyperion”u başlığını taşıyan ve 1935 tarihli Hölderlin hakkındaki denemesi için geçerli[1]. Lukács “tüm zamanların en içli şairleri arasından en saf ve en derin olanlarından biri” dediği ve eseri “derin bir devrimci karaktere sahip olan” Hölderin’e adeta hayranlık besliyordu. Ne var ki, edebiyat tarihçilerinin genel kanaatinin aksine, onu romantik bir yazar olarak nitelemeyi inatla reddeder. Peki neden?

Otuzlu yılların başından itibaren Lukács, keskin bir bakışla, romantizmin basitçe bir edebiyat ekolü olmayıp, geçmişin -dini, etik, kültürel- değerleri adına kapitalist medeniyeti hedef alan bir kültürel tepki olduğunu kavramıştı. Öte yandan, geçmişe ait referansları nedeniyle bunun esasen gerici bir fenomen olduğu kanısındaydı. “Romantik antikapitalizm” terimi ilk kez Lukács’ın Dostoyevski hakkındaki bir makalesinde geçer; burada Rus yazar, “gericiliği” nedeniyle mahkûm edilir. Moskova’da yayımlanan bu metne göre Dostoyevski’nin etkisi kapitalizme olan romantik karşıtlığın meselelerini “manevi” meselelere dönüştürme kabiliyetinden kaynaklanmaktadır; “bu romantik antikapitalist küçük burjuva entelektüel muhalefetten (…) sağa, gericiliğe ve bugün faşizme geniş bir yol, sola ve devrime ise dar ve zorlu bir patika açılıyor.”[2]

Üç yıl sonra Faşist Estetiğin Öncüsü Nietzsche üzerine bir deneme yazdığında bu “dar patika” tümüyle gözden kayboluyor gibidir. Lukács Nietzsche’yi kapitalizmin romantik eleştirilerinin geleneğinin sürdürücüsü olarak sunar: “Tıpkı onlar gibi, bugünün kültürsüzlüğünün karşısına kapitalizm-öncesinin veya kapitalizmin başlangıç dönemlerinin yüksek kültürünü çıkarıyor”. Ona göre bu eleştiri gericidir ve kolaylıkla faşizme götürebilir[3].

Burada şaşırtıcı bir körlükle karşı karşıyayız: Lukács romantizmin siyasal heterojenliğini fark etmiyor gibidir, özellikle de geçmişe imkânsız bir geri dönüşün hayalini kuran gerici romantizmin yanında önce geçmişe uğrayıp oradan ütopik bir geleceğe yönelmeyi savunan bir devrimci romantizmin varlığını göz önünde bulundurmaz. Genç Lukács’ın eserlerinin, örneğin Roman Kuramı (1916) adlı denemesinin bu romantik/ütopik kültürel evrene dahil olduğunu düşünürsek bu karşı çıkışı daha da hayret verici hale geliyor[4]

Bu devrimci akım romantik hareketin kökenlerinden itibaren mevcut. Örnek olarak siyasal romantizmin bir çeşit ilk manifestosu olarak değerlendirebileceğimiz Jean-Jacques Rousseau’nun İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kökenleri’ni alalım (1755): Burjuva toplumuna, eşitsizliğe ve özel mülkiyete yönelik sert eleştiri, az çok hayali bir geçmiş adına, doğal hâl adına yapılır (ki bu da “Karaib” yerlilerinin özgür ve eşitlikçi göreneklerinden esinlenmiştir). Oysa, hasımlarının (Voltaire!) iddia ettiğinin aksine Rousseau modern insanların ormana dönmesini önermez, “vahşilerin” özgürlük-eşitliğinin [égaliberté] yeni bir biçiminin hayalini kurar: Demokrasi. Ütopik romantizmi, farklı biçimler altında, yalnızca Fransa’da değil, İngiltere’de (Blake, Shelley) ve hatta Almanya’da buluruz: Genç Schlegel Fransız Devriminin ateşli bir taraftarı değil miydi? Bu elbette Hölderlin için de geçerlidir; o da bir devrimci şairdir fakat, Rousseau’dan beri birçok romantik gibi “ilksel bir dünyanın günlerinin nostaljisi”yle yanıp tutuşur » (ein Sehnen nach den Tagen der Urwelt)[5]

Gönülsüzce de olsa Lukács Hölderlin’de “henüz gerici bir karaktere sahip olmayan romantik ve antikapitalist çizgiler” bulunduğunu kabul etmek zorundadır. Örneğin Hyperion’un yazarı, tıpkı romantikler gibi kapitalist iş bölümünden ve burjuva toplumunun o dar siyasal özgürlük rejiminden nefret eder. Bununla birlikte “özü itibariyle Hölderlin (…) bir romantik değildir, her ne kadar doğmakta olan kapitalizme dair yaptığı eleştiri kimi romantik çizgilerden yoksun olmasa da”[6]. Hem bir fikri hem de tersini ifade eden bu satırlarda, Lukács’ın sıkıntısını ve şairin devrimci romantik doğasını açıkça belirtmeye ilişkin zorluğunu hissederiz. İlk döneminde romantizm “henüz gerici bir karaktere sahip değil” midir? 18. Yüzyılın sonunda, romantizmin başlangıç evresi olan tüm bir Frühromantik’in gerici olmadığı anlamına mı geliyor o zaman bu? O halde romantizmin doğası itibariyle gerici bir akım olduğu neye dayanarak ilan edilebiliyor?

Bunun apaçık olmasına rağmen Hölderlin’i romantiklerden ayrıştırma girişiminde Lukács, gönderme yapılan geçmişin farklı dönemler olduğunu ileri sürüyor: “Hölderlin ile romantik yazarların tema tercihinde farklılık -Yunan’a karşı Orta Çağ- basit bir tema farkı değil, bir dünya görüşü ve siyasal ideoloji farkıdır” (s. 194). Oysa birçok romantik Orta Çağ’a gönderme yapsa da bu hepsi için geçerli değildir: Örneğin, gördüğümüz gibi Rousseau “Karaiblerin”, bu özgür ve eşit insanların yaşam tarzından ilham alır. Öte yandan klasik Yunan’ın Olimpos’unun hayalini kuran gerici romantikler de buluruz. 19. Yüzyılın sonunun “neo-romantizm” denilen akımını ele alırsak (ki bu aslında romantizmin yeni bir biçim altındaki devamıdır), liberter Marksist William Morris ve anarşist Gustav Landauer gibi Orta Çağ’a hayranlık besleyen otantik devrimci romantikler buluruz.

Esasında devrimci romantizmi gerici olandan ayıran, göndermede bulunulan geçmiş tipi değil, geleceğin ütopik boyutudur. Söz konusu denemenin bir başka bölümünde Lukács bunun farkına varır gibidir; Hölderlin’de hem “altın çağa dönüş hayalinin” hem de “burjuva toplumunun ötesine dair, insanlığın gerçek kurtuluşuna dair bir ütopya”nın varlığından söz eder.[7] Gayet keskin bir bakışla Hölderlin ile Rousseau arasındaki hısımlığı da görür: her ikisinde de “toplumun dönüşümü hayalini” buluruz, onu “yeniden doğal hâle” getirecek bir dönüşüm[8]. Dolayısıyla Lukács Hölderlin’in devrimci romantik ethos’unu kabul etmeye çok yakındır, ne var ki tanımı itibariyle gerici olarak sınıflandırılmış olan romantizme karşı inatçı önyargısı bu sonuca ulaşmasını engeller. Bu bizce, başka açılardan gayet parlak bir deneme olan bu metnin temel sınırlılıklarından biridir… 

Žižek, Stalinizm ve Komünist Tasarı

Diğer sınırlılık ise Hölderlin’in (Thermidor-sonrası[9]) inatçı jakobenliğine ilişkin Lukács’ın yaptığı tarihsel-siyasal değerlendirmeyle ilgili. Lukács bunu Hegel’in “gerçekçiliği”yle karşılaştırır: “Hegel Thermidor-sonrası dönemi, evrimin devrimci döneminin sona erişini kabul eder ve felsefesini tam da evrensel tarihin evrimindeki bu yeni dönemecin kavranışı üzerine inşa eder. Hölderlin Thermidor-sonrası gerçeklikle hiçbir uzlaşmaya gitmez; antik demokrasinin yeniden doğuşuna dair o eski devrimci ideale sadık kalır ve bu idealleri için şiirsel ve ideolojik düzeylerde bile herhangi bir alan bırakmayan bu gerçeklik onu kırıp geçer”. 

Hegel “burjuvazinin devrimci evrimini, devrimci terör dönemiyle birlikte Thermidorun ve İmparatorluğun da yalnızca birer zorunlu evresini oluşturduğu bütünleşik bir süreç olarak” kavramıştır. Hölderlin’in uzlaşmazlığı ise “trajik bir çıkmaza sürükler onu. Kimsenin tanımadığı ve arkasından ağlamadığı [Hölderlin], Jakoben dönemin ideallerinin yalnız ve şiirsel bir Leonidas’ı gibi Thermidorcu işgalin Termopylae muharebesinde düşer”[10].

Bu tarihsel, edebi ve felsefi freskin bir hayli haşmetli olduğunu kabul edelim! Fakat bu sorunlu olmadığı anlamına gelmiyor… Ve özellikle de, zımnen, Lukács’ın bu denemeyi kaleme aldığı zamandaki haliyle, Sovyet devrimci sürecinin gerçekliğine bir gönderme içerir. Yahut en azından bu benim savunmaya giriştiğim, biraz da riskli olduğunu söyleyebileceğim varsayımdır.  Bu görüşümü İngilizce yayımlanan “Lukács ve Stalinizm” adlı bir makalede ortaya koymuştum[11]. Aşağıdaki alıntı Lukács’ın Hölderlin hakkındaki makalesinde kabaca çizilen tarihsel fresk hakkındaki varsayımımı özetliyor: 

“1935’teki SSCB’yle bağlantısı bakımından bu değerlendirmelerin anlamı gayet saydam; bir de buna Troçki’nin tam da Şubat 1935’de, SSCB’nin 1924 sonrasındaki gelişimini nitelemek için ilk kez “Thermidor” kavramını kullandığı bir metni yayımladığını eklemek gerekir (İşçi Devleti, Thermidor ve Bonapartizm[12]). Alıntılanan kısımlar gayet açık biçimde Lukács’ın Troçki’ye, Thermidor’u reddeden ve çıkmaza saplanmaya mahkûm olan bu uzlaşmaz, trajik ve yalnız Leonidas’a yanıtıdır. Buna karşılık Lukács ise, tıpkı Hegel gibi, devrimci dönemin sonunu kabul eder ve felsefesini evrensel tarihin bu yeni dönemecinin kavranışı üzerine inşa eder. Ama bu arada, Lukács’ın, Troçki tarafından Stalin rejiminin Thermidorcu olduğuna dair yaptığı nitelendirmeyi zımnen kabul eder konumda olduğunun altını çizelim…”[13]

Oysa, bir hayli şaşırarak, Slavoj Žižek’in yeni çıkmış bir kitabında Lukács’ın Hölderlin hakkındaki denemesine dair, benim varsayımımı kaynak belirtmeden neredeyse kelimesi kelimesine tekrar eden bir pasajla karşılaştım:

 “Lukács’ın analizinin derin biçimde alegorik olduğu besbelli: Troçki’nin Stalinizmin Ekim devriminin Thermidoru olduğuna dair tezini ortaya atışından birkaç ay sonra yazılmıştır. Lukács’ın metni Troçki’ye bir yanıt olarak okunmalıdır: Stalinci rejimin “Thermidorcu” olarak tanımlanışını kabul eder ama buna olumlu bir anlam yükler. Ütopik enerji kaybından yakınmaktansa, kahramanvari bir tevekkülle, onun sonuçlarını toplumsal ilerlemenin yegâne gerçek uzamı olarak kabul etmemiz gerekir”[14]

Sayın Žižek’in Lukács hakkındaki kitabımı okuduğunu sanmıyorum ama muhtemelen o dönem geniş biçimde dağıtılmış olan Western Marxism derlemesindeki makalemle birlikte analizimden haberdar olmuştur. Çok hızlı ve çok yazdığı için, Sayın Žižek’in her zaman kaynaklarını belirtmeye vakit bulamaması gayet anlaşılır…

Slavoj Žižek Lukács’a çeşitli eleştiriler getiriyor ancak bir tanesi bir hayli paradoksal: Lukács “Otuzlu yıllardan sonra ideal Stalinist filozof haline gelir ve tam da bu nedenle ve Brecht’ten farklı olarak Stalinizmin gerçek büyüklüğünün yanından geçip gider”[15]. Bu değerlendirme kitabının tuhaf biçimde “Stalinizmin İçsel Büyüklüğü” adını taşıyan bir bölümünde bulunuyor. Bu başlık Heidegger’in “Nazizmin içsel büyüklüğü” konusundaki argümanından esinlenir – Nazizmin herhangi bir içsel büyüklüğe sahip olduğunu reddettiği için Žižek haklı olarak mesafe koyar bu argümana.

Peki Lukács neden Stalinizmin bu “büyüklüğünü” kavrayamadı? Žižek bunu açıklamıyor ama -Troçki tarafından önerilen ve Lukács tarafından zımnen kabul edilen- Stalinizm ile Thermidor arasındaki özdeşleştirmenin yanlış olduğunu ima ediyor. Örneğin, ona göre, “1928 yılı altüst edici bir dönemeçti, hakiki bir ikinci devrimdi -bir çeşit “Thermidor” değil, daha çok Ekim devriminin tutarlı bir radikalleşmesiydi”… Dolayısıyla Lukács ve onun gibi “Stalinist tasarının katlanılmaz gerilimini” kavrayamayanlar, onun “büyüklüğünü” kaçırmışlardır ve “Stalinizmin özgürleşimci-ütopik potansiyelini” anlayamamışlardır”[16]! Bu hikâyeden çıkarılması gereken ders ise şudur Žižek’e göre: “Stalinist terörle ‘otantik’ Leninist mirası birbirinin karşısına koymaya dayalı gülünç oyundan vazgeçmek” gerekir. Troçki tarafından geliştirilip son Troçkistler yani güncel Marksizmin bu hakiki Hölderlin’leri tarafından tekrar kullanılan eski bir argümandır bu[17]

O halde Slavoj Žižek de Stalinistlerin sonuncusu mu acaba? Žižek’in düşüncesi paradokslarla muğlaklıkları kayda değer bir kabiliyetle öylesine işliyor ki bu soruya cevap vermek zor. Ya Stalinizmin “içsel büyüklüğü” ve “ütopik-özgürleşimci potansiyeli” konusundaki tantanalı açıklamalarına ne demeli? Bana kalırsa Stalinist sistemin “içsel vasatlığı” ve “distopik potansiyeli”nden söz etmek daha yerinde olurdu… Lukács’ın Thermidor hakkındaki akıl yürütmesi, her ne kadar o da tartışmalı olsa da bana daha parlak geliyor.

“Lukács ve Stalinizm” makalemde Hölderlin hakkında Lukács’ın çizdiği iddialı tarihsel fresk konusundaki değerlendirmem Devrim ile Thermidor arasındaki süreklilik tezini sorgulamaya çalışıyordu:

“Lukács’ın bu metni Stalinizmi, bütünleşik bir süreç olarak kavranan proletaryanın devrimci evriminin ‘kasvetli’ fakat ‘ilerici bir karaktere sahip’ ‘gerekli bir evresi’ olarak meşrulaştırmak bakımından en akıllıca ve en incelikli girişimlerden biridir hiç şüphesiz. Muhtemelen Stalinizme az çok bağlanmış birçok entelektüelin ve militanın gizli akıl yürütmesinin de dayandığı bu tezde bir çeşit “rasyonel çekirdek” mevcuttur ancak sonraki yıllardaki gelişmeler (Moskova duruşmaları, Alman-Sovyet anlaşması vs.), Lukács’a bile bu sürecin o kadar da ‘bütünleşik’ olmadığını gösterecekti”. 

Bir dipnotta, yaşlı Lukács’ın 1969’da New Left Review’a verdiği bir mülakatta, Sovyetler Birliği konusunda 1935’tekinden daha keskin bir bakışa sahip olduğunu ekliyordum: Sosyalizmin o olağanüstü çekim kuvveti ancak “1917’den Büyük Tasfiyeler çağına kadar sürmüştü” Lukács’a göre[18].

Žižek’e geri dönersek, kitabının sorduğu sorular yalnızca tarihe ilişkin değil: Marx’ın (ve/veya Lenin’in) fikirlerinden yola çıkan özgürleşimci komünist tasarının bizzat mümkün olup olmadığıyla ilgili aynı zamanda bu sorular. Kitabının en garip pasajlarından birinde öne sürdüğü argümana göre, Stalinizm, (yazarın da kabul ettiği) tüm korkunçluklarıyla birlikte, son tahlilde Marx’ın ilksel tasarısına oranla kötünün iyisi olmuştur! Bir dipnotta Žižek, Stalinizm meselesinin yanlış biçimde ortaya konduğunu açıklıyor:

“Sorun orijinal Marksist bakışın beklenmedik koşullar tarafından saptırılması değildir. Sorun, bu bakışın kendisidir. Eğer Lenin’in -ve hatta Marx’ın- komünist tasarısı, hakiki çekirdeğine uygun biçimde tümüyle gerçekleştirilmiş olsaydı, durum Stalinizmden de beter olurdu – Adorno ve Horkheimer’in die verwaltete Welt (yönetim toplumu) dediği, tümüyle saydam, şeyleşmiş bir general intellect tarafından düzenlenmiş, her türden özerklik ve özgürlük isteğinin sürüldüğü bir toplum bulurduk karşımızda”[19].

Slavoj Žižek’in fazla mütevazı olduğunu düşünüyorum. Siyasal önemi bariz olan böylesi bir tarihsel-felsefi keşfi neden bir dipnotta gizliyor? Marksizmin liberal, anti-komünist ve gerici hasımları Marx’ı Stalinizmin suçlarından sorumlu addetmekle yetiniyorlar. Žižek ise, bildiğim kadarıyla orijinal Marksist tasarı eğer tümüyle uygulansaydı, sonuçlarının Stalinizmden de beter olacağını iddia eden ilk kişi….

Bu tezi ciddiye mi almak gerekir yoksa Slavoj Žižek’in provokasyona olan merakına mı saymak gerekir? Bu soruya yanıt veremem ama ikinci varsayıma daha yakın olduğumu belirtmeliyim. Her halükârda böylesine akla ziyan bir iddiayı ciddiye alma konusunda zorlanıyorum -bugün de hala Marksizmin orijinal tasarısına ilgi duymaya devam edenlerin, bilhassa da gençlerin muhtemelen paylaştığı bir şüphedir bu.

Çeviren: Uraz Aydın

Kaynak: https://www.contretemps.eu/Lukács-holderlin-thermidor-stalinisme-zizek/#sdfootnote12sym

Kapak Resmi: Jacque-Louis David, “Leonidas Thermopylae’de”, 1814.


[1] Bu metin Fransızcaya Lucien Goldmann tarafından çevrilmiş ve Goethe ve Çağı (1949) kitabına dahil edilmiştir. G. Lukács, « L‘Hyperion de Hölderlin », Goethe et son époque, Paris, Nagel, 1949, p. 197. (Türkçesi: Lukács, Goethe ve Çağı, çev. Ferit Burak Aydar, Sel yayınları, 2011)

[2] G. Lukács, « Über den Dostojevski Nachlass », Moskauer Rundschau, 22/3/1931.

[3] G. Lukács, « Nietzsche als Vorläufer der faschistischen Ästhetik » (1934), in F. Mehring, G. Lukács, Friedrich Nietzsche, Berlin, Aufbau Verlag, 1957, ss. 41, 53. 

[4] Bkz. M.Löwy, R.Sayre, “Le romantisme (anticapitaliste) dans La Théorie du roman de G. Lukács”, in Romanesques, Revue du Centre d’études du roman, Paris, Classiques Garnier, n° 8, 2016, “Lukács 2016: cent ans de Théorie du roman”.

[5] Hölderlin, Hyperion, 1797, Frankfurt am Mein, Fischer Bücherei, 1962, s. 90. Antikapitalist romantizm kavramı ve siyasal ifadeleri hakkında bks. M. Löwy, R. Sayre, İsyan ve Melankoli. Moderniteye Karşı Romantizm, çeviren: Işık Ergüden, Versus, 2007.

[6] G. Lukács, Hyperion, op.cit., s. 194.

[7] G. Lukács, op.cit., s. 183.

[8] Ibid., s.182.

[9] Thermidor Fransız devriminin takviminde temmuz-ağustos ayına tekabül eder ve siyasal açıdan 9 Thermidor 1794’te (27 Temmuz) Robespierre’in tutuklanıp giyotine gönderilmesine ve böylece devrimci terör döneminin sona ererek, devrimci süreç içinde bir çeşit gerilemeye işaret eder. Troçki Stalinist bürokrasinin iktidarı ele geçirişini de bir Sovyet Thermidoru olarak tanımlar. Ç-N. 

[10] G. Lukács, op.cit., pp. 179-181.

M.Ö. 480 yılında Yunanistan’a yönelik Pers istilasında Sparta Kralı Leonidas sınırlı sayıdaki birlikleriyle Termopylae muharebesindeumutsuz bir direniş gösterir ve tüm güçleriyle birlikte imha edilir. Ç-N.

[11] Bu metin Western Marxism, a Critical Reader (Londres, New Left Books, 1977) derlemesinde yer aldı. Ayrıca 1976’da PUF’tan yayımlanan Lukács hakkındaki bir kitabıma da dahil ettim: Devrimci Entelektüellerin Bir Sosyolojisi için. Lukács’ın Siyasi Gelişimi (1909-1929). Aynı kitap İngiltere’de 1980’de Georg Lukács. Romantizmden Bolşevizme başlığı altında basıldı. 

[12] Lev Troçki, Stalinizme Karşı Bolşevizm, çeviri: Sanem Öztürk, Yazın yayıncılık, 2008, ss. 177-204. Ç-N. 

[13]  M. Löwy, Pour une sociologie des intellectuels révolutionnaires. L’évolution politique de Lukács 1909-1929, Paris, PUF, 1976, s.232.

[14]S. Žižek, ed., La révolution aux portes, Montreuil, Le Temps des Cerises, 2020, s. 404.

[15] S. Žižek, op.cit, s. 257.

[16] S. Žižek, op. cit., dipnot 49, s. 419.

[17] S. Žižek , op.cit., ss. 250-52.

[18] M. Löwy, G.Lukács, op.cit., s. 233. 1930’ların başındaki zorunlu kolektifleştirme katliamlarının SSCB dışında pek bilinmediği doğrudur. 

[19] S. Zizek, op. cit.,  dipnot 47,  s. 419.

Eko-Leninizm İçin – Andreas Malm

Küresel ısınma tahminleri dünyanın sonunu anlatan kıyamet senaryoları gibi okunuyor. Hâkim ve yılgın olan anlatı, herhangi bir direnişin artık anlamsız olduğunu öne sürüyor. Bu iklim kaderciliğinin hangi siyasi anlayışa dayandığını düşünüyorsun?

Amerika Birleşik Devletleri’nde, kendilerini kıyamete hazırlamak için sığınaklar satın alan Prepperci (1) kitlesel bir hareket gelişmekte. Bence bu tutum günümüzün siyasi koşullarının bir belirtisidir. Milyonlarca insan kendilerini olabilecek en kötü duruma hazırlamak için önlem almaya hazır -ancak bunu bir özel mülk sahibi olarak tek tek, başkasına bağlı olmadan yapmaktadırlar. Önümüzdeki dönemde ciddi çevresel felaketlerle karşı karşıya kalacağız ve pek çok kişi buna karşı hiçbir şey yapamayacağımıza ve kendi başımıza başa çıkmamız gerektiğine inanıyor.

Bu tür kadercilik yabancılaşmış bir toplumun özüdür; bizleri krizli bir geleceğe sürükleyen güçlerin, kolektif eylem yeteneğimizden daha güçlü olduğunu zannetmemize neden olur. Ve yeterli sermayeye sahip olanlar, bu duyguyu bireyselleştirilmiş bir hayatta kalma projesine yönlendiriyorlar. Ancak nesnel olarak konuşursak, elbette rotamızı değiştirebiliriz. Bu krizin nedenlerini -bunlardan en belirgin olan CO2 emisyonlarının kaynaklarını- hedef alabiliriz. İnsanlar bunun kendi imkanları dahilinde olduğunu hayal edebilseler, şimdi tamamen farklı bir yolda olurduk.

Öyleyse bu tutum, siyasi hayal gücünün eksikliğinden kaynaklanan bir tür kendi kendini gerçekleştiren kehanet haline mi geliyor?

Evet kesinlikle. Milyonlarca insan felakete doğru gittiğimizi ve bir sığınakta saklanmaktan başka seçeneğimiz olmadığını kabul ederse, bu kendi başına bu tahminin gerçekleşmesi olasılığını artırır. Ancak bunun yerine, böylesine aşırı bir senaryoyu önlemeyi amaçlayan kolektif bir çözüm için de mücadele edilebilir. Aynı zamanda, tabii ki felaketin ortasında yaşadığımız inkar edilemez. Sadece yeterince radikal olmakla, ortaya çıkan tüm felaketleri durdurabileceğimizi söylemek yanlış olur. Ancak yaklaşan berbat durumların yelpazesinde, siyasi eylem için hala çok fazla alan bırakan boşluklar var.

Sen, sosyal demokrat yaklaşımları eleştiriyorsun ve bunların, iklim değişikliği gibi hızlı ilerleyen acil bir durumla başa çıkamayacaklarını ifade ediyorsun. Sosyal demokrasinin sınırlarını nerede görüyorsun?

Klasik sosyal demokrat reformizmi toplumsal sıkıntıları iyileştirmek için onlarca yıl süren kademeli değişime dayanıyor. Ancak, bu büyüklükteki bir felaket üzerimize doğru koşuyorsa, o zaman her şeyi aynı bırakan bir politikadan hemen vazgeçmeliyiz. Bu ne kadar uzun sürer ve ne kadar çok zaman kaybedilirse, bu kopuş o kadar radikal olmak zorundadır. Siyasi liderlik, küresel ısınmayı engelleyen her türlü çareyi geciktirmekle kendisine çelme takmış olur. Çünkü onlarca yıl süren gecikme ve reddetmenin ardından eyleme geçmek için elimizde geriye kalan seçenekler çok radikaldir. 1990’larda iklim krizini etkili bir şekilde ele almaya başlamış olsaydık, bunu adım adım önleyebilirdik. Fakat BM İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması’nın kabul edilmesinden bu yana verilen tüm sözler bozulduğu için, bu durum daha az uygulanabilir hale geliyor. Böylece sosyal demokrat siyasetin zamansallığı ön koşulunu yitirir -ancak bu, sosyal-demokrat partilerin rol oynamayacağı anlamına gelmez.

En iyi şansımız, Yeşil Yeni Düzen (Green New Deal) gibi bir proje olabilir, çünkü bu, ekonomilerimizin sınırlı bir süre içinde radikal bir şekilde yeniden yapılandırılmasını öngörmektedir. Bu nedenle, Yeşil Yeni Düzen, açıkça buna dayanmasına rağmen, bazı açılardan, klasik sosyal demokrat çerçevenin ötesine geçmektedir.

Yani, devlet tarafından alınan tedbirler olmadan, bu tür bir ekonomik yeniden yapılanma mümkün olmayacaktır. Bunun içinde bir otoriterlik tehlikesi görüyor musun?

Devletin her zorlayıcı önleminde olduğu gibi, elbette burada da otoriter bir yöne doğru gelişme riski vardır. Ancak bu risk de zamanla artmaktadır, çünkü ne kadar uzun süre beklersek, önlemler o kadar acımasız olmak zorundadır. Ancak şu anda, herhangi bir hükümetin iklim kriziyle başa çıkmak için kendi inisiyatifiyle önlem aldığına dair neredeyse hiç bir belirti yok gibi. Halkın baskısı altında hükümetlerin bu değişime doğru ilerlemesi daha olasıdır. Ve otoriter bir devletin ortaya çıkmasına karşı bu popüler direnişin en etkili korumamız olacağına inanıyorum.

Ancak bunların hepsi çok spekülatiftir. Var olan koşullar altında, daha çok Güneş Radyasyonu Yönetimi(2) gibi teknolojilerin küresel ısınmaya karşı bir çare olarak devreye sokulabileceğini tahmin etmemiz gerekiyor. Ve bu teknoloji kendi içinde zaten otoriter eğilimleri barındırıyor çünkü kullanımı küresel sıcaklıkları düzenlemekten ve sülfat aerosollerini stratosfere püskürtmekten sorumlu bir merkezi kurum gerektiriyor. Tüm gezegen üzerinde bu kontrolü kimler uygulamalı? Yani, kriz ne kadar uzun sürerse, otoriterlik tehlikesi o kadar artar.

Kaçınılmaz bir felaketin farkına varmanın Devrimci Marksizmin ortaya çıkmış olmasında belirleyici öneme sahip olduğuna dikkat çekiyorsun ve burada Lenin’i hatırlatıyorsun. Zamanımızdaki bir “Ekolojik Leninizm” neye benzeyebilir?

Bu konsept, Ekim Devrimi öncesindeki yılların belirli bir anlayışına dayanmaktadır. Lenin için Birinci Dünya Savaşı, kapitalizmin emperyalist aşamasında ne kadar yıkıcı hale geldiğini kanıtlayan en üst felaketti. Lenin’e göre, o anda savaş krizinin, savaşın itici güçlerinin krizine dönüştürülmesi gerekiyordu -ve bununla açıkça emperyalist kapitalizm kast ediliyordu. Bu düşünceyi günümüze çevirirsek, stratejik amacımız ekolojik krizi buna neden olanların, yani fosil sermayenin bir krizine dönüştürmek olmalıdır. Eko-Leninizmin temel fikri budur. Lenin’in politikasının bir başka özelliği, gecikmelerin son derece tehlikeli olabileceğinin bilincinde olmasıdır. Bunu bir kez 1917’de devrim talebinde bulunduğunda ve yine 1918’in başlarında Almanya ve İttifak Devletleri ile barış yapma kararı ile karşı karşıya kaldığında fark etti. Bir felaketi kontrol altına almak için hızlı hareket etmek zorunda olma fikri Lenin’in politikasının merkezinde yer alıyordu ve bu, bugün bizim için de aynen geçerlidir.

Ve sonuçta, Lenin’in anarşizmi eleştirmekte haklı olduğuna inanıyorum. Olağanüstü durumlarda devletin gitmesini basitçe arzulayamayız. Başlı başına devletin müdahalesi olmadan fosil yakıtlardan yenilenebilir enerjilere geçişin nasıl olabileceğini tasarlayabilmek zordur.

Peki, Devrimci Marksizmin hala bir şansı olduğunu düşünüyor musun? Son yıllarda solun içinde hangi güçlerin başarılı bir şekilde hareket ettiğine bakarsak, bunlar daha çok reformist, solcu sosyal demokrat kamptan geliyordu. O halde sen, Eko-Leninizmin sosyal temelini nerede görüyorsun?

Devrimci özne sorunu elbette temel bir sorundur. Lenin’in yanıtı netti -bizim için öyle değil. Sosyal değişimin bariz bir temeli olarak sanayi proletaryasına güvenemeyiz. Tabii ki, küresel kuzeyde hala kendisinin kalıntıları var -sanayi işçi sınıfından hala arta kalan kesimin bir katkıda bulunamayacağını söylemek istemiyorum. Yenilenebilir enerji sektöründe yeni iş alanları yaratmak ve endüstriyel üretimi ekolojik amaçlara kanalize etmek bence son derece önemlidir. Ama sorun hala ortada. Geçen yıldan öğrenebileceğimiz bir ders, iklim hareketinin toplumun büyük bir bölümünü dahil etme potansiyeline sahip olduğudur. Ancak 2019 yılındaki iklim protestolarındaki sorun, ortalamanın üzerinde beyaz orta sınıf insanını harekete geçirmiş olmasıydı. Burada çok daha geniş bir seferberliğe ihtiyacımız var.

Ayrıca bize karşı esen rüzgarlara karşı hazırlıklı olmamız gerekiyor -2018 yılında cereyan eden olaylar bunu gösterdi: Avrupa’daki sıcak hava dalgası yüzünden iklim krizini inkar etmek gittikçe zorlaştığında, iklim hareketi ile fosil yakıt endüstrisinin savunucuları arasındaki antagonizm doruk noktasına ulaştı. Bu, dünyanın en büyük iklim gösterilerinin gerçekleştiği ve aynı zamanda AfD’nin(3) iklim değişikliğinin reddini bir seçim manifestosu yaptığı Almanya’da çok belirgin olarak kendini gösterdi. Yaklaşan çevresel felaketlerle birlikte bu türden daha fazla kutuplaşmayı ifade eden olayların olacağını düşünüyorum. Ve bu durumların yaşanmaya değer bir gelecek için mücadeleye yön veren bir siyasi özne geliştirme fırsatı taşıdığına inanıyorum.

Elbette ki kesinlikle bizi aniden zafere götürecek Leninist partiler oluşmayacaktır. Eko-Leninizm taslağı, daha çok sol bir iklim politikasının stratejik kapsamlarını ortaya çıkarmaya yönelik bir girişimdir.

Almanya’da kömür üretiminden vazgeçmeye şiddetle karşı çıkan ve böylece linyit bölgelerinde siyasi başarılar elde eden AfD’den bahsettin. Ancak Avrupa’nın dışında da, mesela ABD ve Brezilya’da, yükselen sağ güçlerin fosil yakıt endüstrisinin savunuculuğuna soyunduklarını gördük. Sağcı güçlerle fosil sermaye arasındaki bu ittifak, biz solcular için neyi ifade ediyor?

Bu ittifak, kendisiyle yüzleşmemizi gerektiren ciddi bir siyasi tehdidi ifade ediyor -sağın siyasi bir yenilgisi olmadan iklimi gerçekten koruyabilmek düşünülemez. Almanya; AfD ile savaşmadan kendi kotasına düşen sera gazını sıfırlama hedefine ulaşamayacaktır. Sol şimdi, fosil yakıt endüstrisinde çalışanların sosyal statü kaybı korkularına cevap vermek söz konusu olduğunda, işçilere yenilenebilir enerji sektöründe daha cazip bir istihdam sağlayan veya ekolojik değişim için gerekli kaynakların üretimini gösteren somut bir plan sunmalıdır.

Buna ek olarak, otomobil endüstrisindeki işçilerin geniş desteğini kazanmanın umut verici olduğunu düşünüyorum, çünkü bu sektör çok kısa bir süre içinde önemli malları toplu olarak üretme fırsatına sahip ve bu -hatta tam da kısa bir süre önce- yani korona pandemisinin ilk zamanlarında oldu: Birçok fabrika üretimlerini değiştirdi ve otomobillerin yerine Covid-19 ile mücadele için acilen ihtiyaç duyulan solunum cihazları üretti. İşte burada, iş güvenliğini riske atmadan bu fabrikalarda tamamen farklı bir şey yapabileceğimiz fikrini oluşturmak için çığır açan bir örneğe sahibiz.

Korona pandemisini iklim değişikliğinin neden olduğu insan yapımı bir felaket olarak tanımlıyorsun. Ancak Korona krizi tartışmalarında iklim hareketi büyük ölçüde sessiz kaldı. Bunun yerine harekete mi geçmeliydi?

İklim hareketi, bu tür pandemilerin, bunun altında yatan nedeni ele almadığımız sürece tekrar tekrar oluşacağını açıkça belirtmelidir.

Hareket, Covid-19 salgınının zamanımızdaki ekolojik krizin bir belirtisi olduğuna dair bir bilinci yaratmak zorundadır -tıpkı 2018’de sıcaklık dalgasının iklim krizinin bir belirtisi olduğunu ifade ettiği gibi. Ve zoonozlar, yani korona virüsünde olduğu gibi hayvanlardan insanlara bulaşabilen patojenler, her şeyden önce en zenginlerin tüketim alışkanlıklarından kaynaklanıyor ve bu nedenle bunların hedeflenmesi gerekiyor. Burada, en zenginlerin hayatlarımızı ve gezegenimizi nasıl tehlikeye attığını göstererek karşı bir muhalefeti harekete geçirmek için büyük bir potansiyel var. Ancak şimdi bu pandemi; büyük gruplar halinde toplanmanın yasak olduğu bir durum yarattı -yani bu, siyasi bir hareket için çok olumsuz koşullardır.

Bu siyasi felci kıran Black Lives Matter hareketi beni etkiledi. Siyasi bir şey elde etmek isteyen sokaklara dökülmeli ve gerekirse militanlıktan uzak durmamalıdır -bu protestolar bunu göstermiştir. Çünkü kitlesel seferberlik, ancak göstericilerin Minneapolis’te bir polis karakolunu ateşe vermesinden sonra başladı. Pasifist stratejik tahminlerin aksine, bu durum insanların protestolardan uzaklaşmasına değil; tam aksine yol açtı. Bu olay; barışçıl aktivizmle mülke zarar veren ve polise karşı çatışmacı bir tavırla birleşen bir kitle hareketinin katalizatörü oldu. Ve bu protesto biçimi etkisini gösterdi: ABD’de polis hukukunda reformlar dayattı ve dünyanın birçok yerinde ırkçılığa karşı bir protesto dalgasını tetikledi. Hiç kimse George Floyd protestolarının bu kadar büyük boyutlara ulaşabileceğini beklemiyordu. Bu belki de bu yılın en önemli dersidir: beklenmedik şeyler hala olabilir.

Çeviri: Cengiz Onur

Kaynak: https://jacobin.de/artikel/klimabewegung-klimawandel-malm-okoleninismus-corona-krise/

Türkçe Kaynak: http://siyasihaber6.org/eko-leninizm-icin

(1) Prepper: Gelecekte bir felaket veya doğal afet yaşanacağını düşünen ve buna hazırlık olarak sığınak kazan/hazırlayan, silah, gıda, ilaç vs. depolayan kişi.

(2) Solar Radiation Management / Solar geoengineering

İngilizce: https://en.wikipedia.org/wiki/Solar_geoengineering

Almanca: https://klima-der-gerechtigkeit.de/2018/07/04/geoengineering-in-der-atmosphaere-

was-ist-solar-radiation-management-und-warum-ist-es-problematisch/

(3) Almanya’nın ırkçı partisi AfD neden başarılı?