İmdat Freni

admin

İklim Felaketini Yazmak: Kim Stanley Robinson ile Söyleşi

Türkiye’de Kızıl Mars ve Yağmurun Kırk İşareti kitaplarıyla tanınan Kim Stanley Robinson’un henüz Türkçeye tercüme edilmemiş olan The Ministry For The Future (Gelecek Bakanlığı) kitabı hakkında Rebecca Onion tarafından yazar ile yapılmış olan bu söyleşiyi okurlarımızın ilgisine sunuyoruz. 

Bu ayın başlarında roman yazarı Monica Byrne, Twitter’da “Arkadaş çevrem sanki Gelecek Bakanlığı’nın açılış bölümünü okuyanlar ve okumamış olanlar şeklinde bölünmüş gibi hissediyorum” diye yazdı. Değerli bilimkurgu yazarı Kim Stanley Robinson tarafından yazılan bu kitap 2020’de çıktı ve 2021 yazıma musallat oldu. Gelecek Bakanlığı, kimliği belirsiz bir STK için çalışan Amerikalı Frank May karakterinin, ülkedeki milyonlarca insanı öldüren aşırı sıcak dalgasından zar zor kurtulduğu, Hindistan’ın Uttar Pradesh bölgesindeki küçük bir kentte açılış yapıyor. Bu açılış içten içe o kadar üzücü ki, okuduktan sonra günlerce kendi içimde tedirginlik yaşadım, kitabı ters çevirdim, onu uzaklaştırmaya çalıştım – ve başaramadım.

Roman, korkunç, klostrofobik bir rüya gibi ortaya serilmeden önce, başka pek çoklarının ardından gelen çok sıcak ve nemli bir gün boyunca “Gittikçe ısınıyordu” diyerek başlıyor. Frank, dışarıda uyuyarak var olmayan serin bir gece havası almaya çalışan yaşlı, hasta veya genç aile üyelerini sabah uyandıklarında ölü halde bulan insanların şehrin çatılarından yükselen çığlıklarını duyuyor. Sonra elektrikler kesiliyor ve sorun gerçekten başlıyor. Frank, bazı insanları jeneratörle çalışan bir klima ünitesiyle kliniğe götürerek yardım etmeye çalışıyor; birazcık serinlemiş olan bu binada bile yaşlı bir adam ve ardından bir bebek ölüyor. Sonra silahlı adamlar kliniğin jeneratörü ve klima ünitesini çalıyor. Olay yerinden ayrılırken içlerinden biri Frank’e silah doğrultuyor ve “Siz” -Batılılar- “yaptınız bunu” diyor.

Çaresiz, Frank ve küçük grubu, rahatlama sağlayamayacak kadar sıcak olmasına rağmen kasabanın gölüne gidiyor ve kasabadaki herkesle birlikte içine giriyor. Bazısı sığ yerlerde oturuyor; diğerleri “şu ya da bu türden derme çatma sallar” üzerinde sürükleniyor. İnsanlar gece boyunca ölüyor, ancak onlar için ağlayamayacak kadar sıcaktan bunalmış olan diğer herkes, sadece vücutlarını gölün ortasına itebilecek kadar güç buluyor. Frank bu berbat gecenin sonunda uyandığında bedeni bitap, “haşlanmış, ağır ağır kaynamış ve pişmiş durumda.” Geriye kalan herkes ölmüş.

Kitabın geri kalanı, insanlığın iklim felaketinden nasıl kurtulabileceğine dair uzun bir düşünce deneyi. Los Angeles Review of Books için romanı inceleyen Gerry Canavan da kitabın yaklaşımını “John Dos Passos’tan ilham alan çok perspektifli yazı”, haber bültenleri, toplantı tutanakları, düzyazı şiirleri vb. gibi “başka düzyazı biçimleriyle geleneksel anlatı”nın bir pastişi olarak tanımladı. Her şeyin üstünde, Frank May karakterinin insani arkı hayati bir çapa görevi görüyor. May, yoğun ve felç edici bir TSSB (Travma Sonrası Stres Bozukluğu) ve hayatta kalma suçluluğu yaşıyor, çünkü kısmen, etrafındaki insanlardan zulada su saklayıp onlar bakmazken yudum yudum içmesi sayesinde geceyi atlattığından şüpheleniyor. Bu kaynak istifleme eylemi aklından çıkmıyor ve karbondan arındırma için küresel mücadelede katalizör bir güç haline geliyor.

Yakın zamanlarda, en son Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin feci raporunu özümsediğimiz ve Kuzeybatı Pasifik ve New England’ın bir başka sıcak gerilimle karşı karşıya kaldığı sıralarda Robinson’a bu ilk bölüm hakkında e-posta gönderdim.

Rebecca OnionBu açılış beni fena hırpaladı. (Yalnız olmadığımı da biliyorum.) Kitabı herhangi bir hazırlık yapmadan okudum -uyaran olmadı- uykularımı kaçırdı, düşüncelerimi ele geçirdi ve kitabı birkaç ay elimden bırakmama sebep oldu. Sonra tekrar elime aldım ve geri kalanının aslında üst üste felaketlerle ilgili bir kitaba göre oldukça iyimser olduğunu gördüm! Okuyucunun duygusal tepkisi göz önüne alındığında kitaba bu şekilde başlarken neyi amaçladınız?

Kim Stanley Robinson: Hemen hemen tarif ettiğiniz tepkiyi amaçlamıştım. Kurgu, insanları güçlü yaratıcı deneyimlerden geçirebilir; gerçek duygular yaratır. Bu yüzden açılış sahnesini okumanın zor olacağını biliyordum, yazması da zordu. Deneme amaçlı rastgele bir karar değildi. Bu türden bir felaketin yakın gelecekte gerçekleşmesinin çok muhtemel olduğunu hissettim. Bu ihtimal beni ürkütüyor, insanların da tehlikeyi anlamalarını istedim.

Kitapta iklim kaynaklı afetlerin içinde insan deneyimlerine dair birkaç başka birinci şahıs kısa öykü de mevcut: Los Angeles’ın sel altında kaldığını gören bir kadının seslendirdiği bölüm; mülteci kamplarında geçen bölümler vs. Neden kitabın açılış ortamı olarak bir sıcak hava dalgasını seçtiniz? Frank’in deneyimlediği felaket türü için alternatif fikirler düşünmüş müydünüz?

Hayır, ilk sahne ilk aklıma gelendi ve romanın çıkış noktasıydı. Alternatif bir başlangıç düşünmedim.

2018 yılında, yüksek ısı ve yüksek nemin birlikte bir indeksi olan “yaş termometre 35” sıcaklıklarının insan vücuduna yönelik tehlikesini anlatan bilimsel literatürdeki bazı makaleleri okumuştum. Yeterince yüksek bileşimler, klima tarafından korunmayan insanlar için ölümcül olabilirler ki klima da her zaman mevcut olmayabiliyor. Bu tür ısı dalgaları zaten oluyordu ve daha sıklaşıp daha da uzun süreli hale gelecekleri kesindi.

Bu bulgu, insanlığın mümkün olduğunca hızlı bir şekilde karbondan arınma ihtiyacına yeni bir aciliyet getirdi. Ortalama küresel sıcaklıktaki herhangi bir artışa uyum sağlayabileceğimizi savunan insanlar çok önemli bir gerçeği gözden kaçırmıştı. Bu haber bana inandırıcı biçimde işaret edilmesi gereken bir şey gibi göründü. Bu sebeple de kitabımın başlangıcı oldu.

Sanırım açılışın benim için bu kadar etkili olmasının bir nedeni de fizikselliğiydi. Isı dalgasından etkilenen insanlar, güneş tarafından bu hırpalanmayı çoğunlukla seyrek ve aralıklı olarak deneyimleyip ardından da rahatlamaya kavuşuyor. Hangi fiziksel detayları dahil edeceğinizi nasıl seçtiniz?

Doğrusunu söylemek gerekirse sahne yazmayı bir seçim meselesi olarak yaşamıyorum. Aklıma bir fikir geliyor, onu bir tür akış halinde yazmaya çalışıyorum. Ağır çekimde yaşamak gibi, ama yazabildiğimce hızlı biçimde. İlk taslak, onu yaşamanın bana göre nasıl bir şey olacağını gösteren notlar oluyor. Daha sonra çok fazla revizyon yapıyorum. Ancak genellikle, özellikle de yaşlandıkça, mevzu, akışa devam edip neler olacağını görme meselesine dönüyor. Sonrasındaysa sıklıkla şaşkınlık yaşıyorum çünkü nasıl olduğunu hatırlamıyorum.

İçeriği sebebiyle bu seferki farklıydı tabii. Anılarımın çok az yardımı oldu. Güney Kaliforniya’da büyüdüm ben, Akdeniz iklimidir, gayet konforludur – çok sıcak olabilmesine rağmen dünyadaki en insan dostu iklimlerden biridir. Çok rahatsız edici olmayan kuru bir sıcaktır. Daha sonra Pensacola yakınlarındaki Florida sahilinde birkaç yaz geçirdim ve D.C.’de dört yıl yaşadım. Oralar çok sıcak ve nemli olur. Bir keresinde ziyaret ettiğim Nepal’in ovalarındaki bir köy de öyleydi. Yani hatırlayabileceğim bazı anılarım vardı ama böyle bir sahneyi tasarlama işi çoğu zaman insanın kendisine “Nasıl olurdu?” diye sorması noktasına geliyor. Saunalar kıyas olabilir ve karakterim Frank gibi saunalara girmeyi sevmiyorum. Fikir vericiydi bu.

“Yüksek ısı ve yüksek nem tehlikelidir” ifadesinin bilimsel olarak açıklandığını duyabiliyorsunuz ancak hep (sanırım ayrıcalıklı bir Batılı gibi!) “eğer böyle bir şey olursa insanlar klimalı bir kamu binasına girebilirler” diye varsayımda bulunuyorsunuz. Bölüm, bu varsayımın aptallığını açığa çıkarıyor. Bu korkunç sıcağı deneyimlemek için Batılı bir karakter seçmişsiniz ki karakterin bu bölümdeki deneyiminin bir kısmı da bu korkunç durumda bu kadar çok insana yardımın elbette ki gelmesi gerektiği fikrine veda etmesiyle ilgili olduğundan ötürü bunun bilinçli olduğunu varsayıyorum. Karakter bu durumdan travmatize olmuş ve daha fazlasını arzulayarak, doğrudan eylemi arzulayarak çıkıyor.

Frank’in dönüşümü ve diğer karakterlerin insanları iklim felaketi tehlikesine ikna etmenin ne kadar zor olduğuna işaret ettiği kitabın diğer bazı bölümleri beni meraka itti: Bir tanesinin hemen eşiğindeyken, bu tarz olayların yol açtığı acıların boyutu ve oluşturdukları tehlikeleri gerçekten absorbe edebilmemiz için acaba elimizden ne gelir ki? Yoksa bunu yapacak güçte olmayışımız üzerinde takılıp durmamız aslında ters etki mi yapıyor? Hani “Yeter artık düşünme, sadece yap!” gibi…

Gittikçe daha fazla insan iklim değişikliğinin ve biyosfer çöküşünün ciddi tehlikelerini anlar oldu. Pandemi de büyük bir şok oldu ki sadece bir hikaye ya da teori değildi, son bir buçuk yılın küresel gerçekliğiydi.

Peki varoluşsal tehlikenin bu artan farkındalığını etkili bir değişime dönüştürmek için ne gerekecek? Bunu ben de merak ediyorum. Tek yanıtlı bir soru değil gibi geliyor bu bana. Bazıları iklim travması yaşayacak ve değişecekler. Başka pek çok insan ise kendi farkındalıkları ve ön bilgileri doğrultusunda değişmek zorunda kalacaklar. Dolaylı bir yol bu, fakat bildiğimiz şeyler içimizde çok güçlü duygular uyandırabilir.

Bu sorunları olabildiğince hızlı bir şekilde çözmek için, var olan kusurlu sistemimizi etkili biçimde kullanarak bastıracak siyasi çoğunlukların yaratılmasına acil bir ihtiyaç olacak elbette. Bu acil bir ihtiyaç ve bir sürü iyi fikir ve de motive olmuş insan mevcut. Herkese iş düşen bir durum bu.

Çeviri: Can Güler

Orijinal kaynak: slate.com. Başlık İmdat Freni tarafından konulmuştur.

Görsel: AFP

*31 Ağustos Salı günü, Future Tense, daha adil, sürdürülebilir topluluklar ve toplumlarda insan gelişimiyle alâkalı öyküleri tartışmak için yazar Kim Stanley Robinson’ın katılımıyla çevrimiçi bir etkinliğe ev sahipliği yapacak. Daha fazla bilgi için New America web sitesini ziyaret edin.

Future Tense, gelişen teknolojiler, kamu politikası ve toplumu inceleyen bir Slate, New America ve Arizona Eyalet Üniversitesi ortaklığıdır.

Kim Stanley Robinson ile ilgilenenler terrabayt.com’da yayımlanmış şu yazılara da ayrıca bakabilir:

Bilim-Kurgu Sosyalizmi Nasıl Şekillendirdi? Nick Hubble

Kızıl Mars: Ütopyayı Kurmak – Koray Kırmızısakal

Korona Virüsü Hayal Gücümüzü Yeniden Yazıyor – Kim Stanley Robinson

Harun Karadeniz ve İşçi Birliği – Masis Kürkçügil

1968-69 gibi alabildiğine hareketli bir dönemde İTÜ Öğrenci Birliği başkanlığı yapan Harun Karadeniz, hem kuşağı tarafından hem de çeşitli defalar basılan Olaylı Yıllar ve Gençlik kitabından ötürü bir gençlik lideri olarak anılır. Öğrenci Birliği başkanlığı sırasında her ne kadar NATO’ya Hayır, 6. Filoya karşı vb. gösterilerin yanı sıra doğrudan öğrenci gençliğin alanında gözükmeyen Gerze Tütün Mitingi, Ortak Pazara Hayır Yürüyüşü gibi eylemlerin düzenlenmesinde önemli katkısı olmuş, Kapitalsiz Kapitalistler (1968)  kitapçığıyla popüler bir dille sıradan emekçiye sömürüyü açıklamaya çalışmış ve “Yeter ki sömürü mekanizması ve iktisadi gerçekler halka halk diliyle anlatılsın” derken kendi arayışının yörüngesini çizmeye başlamışsa da siyasal yaşamının en önemli deneyimi gölgede kalmıştır.

Harun Karadeniz 1968 Üniversite işgallerinin hemen ardından başlayan fabrika işgallerinin ilki olan Derby fabrikasında grevin işgale dönüştürülmesi için kendisinden destek istenmesinden başlayarak işçi hareketi ile organik bir ilişki kurmanın yollarını aramıştır. Eklemek gerekir ki bu tür eylemlere ağırlıklı olarak İTÜ’den olmak üzere en az 100 kişiyle gidilmekteydi. 

“Kanlı Pazar” olarak tarihe geçen aslında adı “Emperyalizme ve Sömürüye Karşı İşçi Yürüyüşü”nün (büyük bir ihtimalle bu başlığı da Harun bulmuştur) “tertip heyeti” işçilerden oluşuyordu. Eylemin hemen ardından özellikle o dönemde sanayi bölgesi olan Kartal dolayındaki işçilerin katılımıyla, “tertip heyeti”ndeki arkadaşlarla birlikte sendikalı-sendikasız, partili-partisiz bütün işçilere kapıları açık olan İstanbul Bölgesi İşçi Birliği’nin (İBİB) kuruluşuna önayak olur. Aynı dönemde Lastik İş’te “İşçi-Gençlik Sorunu” üzerine işçilere eğitim verdi.

Zafer Aydın, 15-16 Haziran 1970’i küllerinden yeniden inşa ettiği “İşçilerin Haziranı” kitabında “Tanık anlatımlarından 1968’den itibaren Tekel işçileri arasında alternatif sendikal anlayışı örgütlemeye çalışan bir dinamiğin varlığı ortaya çıkıyor. Bu dinamik, bir ayağı TİP’te bir ayağı Kartal İşçi Birliği’nde olan, Harun Karadeniz ile ilişkili bir ekibin elinde şekillenmekteydi” (s.251) der.

Başlangıçta öncü işçilerle yola çıkılırken gözetilen “sıradan” işçilerin cezp edilmesiydi. Yapılan karşı propagandaları boşa çıkarmak için işçilerin düğünlerinin  yapıldığı, o günün eylemlerinin olmazsa olmazı sokak tiyatrosu (Devrim İçin Hareket Tiyatrosu), şairler, halk ozanlarının yer aldığı günler ve her grevde kollarında pazubentleri ile bildiri dağıtan İşçi Birliği militanları sayesinde bu mekana kısa zamanda bölgedeki farklı sektörlerde çalışan işçiler gelmeye başladı. Verilen seminerler işçilerin gündelik hayatlarından ve sorunlarından hareketle yapılıyordu. DİSK üyesi olmayan işyerlerinden işçilerin de katılımıyla İşçi Birliği öylesine bir uğrak merkezi oldu ki, Gebze’den Kartala afişlerle donatarak yaptıkları çağrından sonra, özellikle direnişteki Ege Sanayi işçilerinin de etkisiyle Kartal Düğün Salonunda 1970 yılında 1 Mayıs’ı kutladılar. Kürsüde sazı ile sözü ile Ruh Su.

Zafer Aydın’ın “İşçilerin Haziranı” kitabından 15-16 Haziran 1970’deki ülke tarihinin en büyük işçi eyleminde İşçi Birliğinden işçilerin militanlığını izlemek mümkün. 

İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır

Sendikaların ve siyasetin işçi sınıfının değil önemli, büyük bir kısmını içermekten uzak olduğu bir dönemde sıradan işçilerin mücadele içinde bilinçlenmelerinin, kendi deneyimleriyle özgüven kazanmalarının bir kanalı olarak İşçi Birliği deneyimi bizim tarihimizdeki bilinen örgütlenme tarzından farklı olmakla birlikte, her iki yapılanmayı dışlayan bir yaklaşıma sahip değildi. Özellikle işçilerin DİSK’te sendikalaşmaları öncelikli bir hedefti. Dolayısıyla siyasete ve sendikaya bir alternatif oluşturmuyordu. Ancak yürüttüğü mücadele tarzıyla ikisinin de yetersizliğini de ortaya koyuyordu.

Eklemek gerekir ki o günün tartışma ortamında işçi sınıfının farklı düzeylerde nasıl örgütlenebileceğine ilişkin pek fazla malzeme olmadığı gibi işçi hareketinin dinamiği merkeze alınan bir konu da değildi.

15-16 Haziran olayları arifesinde değil sonrasında da sosyalist hareketteki “strateji” tartışmalarına tekrar dönülürse bu gerçek daha iyi anlaşılabilir.

Kartal İşçi Birliği işçilerin sendikal ve siyasal mücadeleye katılımı için bir araç olarak kendini kurgulamaya çalışıyordu. Öncü işçiyi geniş kitleden koparmadan, tam tersine onun aracılığıyla çeperi genişletmeyi hedefliyordu.

Bu deneyimin kapsamlı bir biçimde kâğıda dökülmemiş olması daha geniş bir tartışmayı da yarı yolda bırakmaktadır. Tarihte “İşçi Birlikleri” mesela 1919-23 Alman Devriminde görülmüş, konseyler, şuralar buna benzer bir biçimde farklı kesimlerdeki işçilerin ortak merci olmuştur. Bütün bu benzetmelerden muhakkak sakınmak gerekir. Yine de bu yarım kalmış deneyimin sosyalist hareketin ezeli derdi sınıfla kaynaşma üzerinde yeniden düşünmek için aradan geçen elli yıldan sonra da bir anlam ifade ettiğini söyleyebiliriz.

Bunu anlamak için de, 15-16 Haziran’ı yeniden tartışmak ve öncelikle onu yaratan iradeyi, o yılların işçi kuşağını tanımakla işe başlayabiliriz. 

Harun Karadeniz için bir not düşmek gerekirse yakın dostu, hocası İdris Küçükömer’den bir alıntı yapmak yerinde olur: “Düşünen, düşünmesini bilen bir insandı. Somut gözlemleri, çocukluğundan beri olan yaşamı, onu önceden öğretilen bazı kavramlardan şüphe etmeye, sonra düşünmeye yöneltti. Yoksul ve kızgın köylü çocuğu mühendis olacaktı. Matematik, bir lojik yöntem olarak onu pusatlandıracaktı. Üniversitelerdeki öğreti ile hayattaki toplumsal ilişkilerin uyuşmazlığını anladı. Somut önerilerini lider olarak uygulamaya geçti. … Giderek öğrenci eylemlerinden işçiler içine karışmanın yeğ olduğunu kabul etti ve öyle eyledi.”

Bu yazı Siyasi Haber için kaleme alınmıştır.

Troçki Suikasti Neden Kaçınılmazdı? – Emre Tansu Keten

Lev Troçki’nin ölüm yıldönümü vesilesiyle Siyasi Haber tarafından hazırlanan dosyaya İmdat Freni editörü ve yazarı Emre Tansu Keten’in yaptığı katkıyı sitemizde yayınlıyoruz.

20 Ağustos 1940 günü, Ekim Devrimi’nin iki önderinden biri, 1905 ve 1917 yılları Petrograd Sovyeti başkanı ve Dördüncü Enternasyonal’in kurucusu Lev Troçki, Meksika Coyoacan’daki konutunda buz baltasıyla saldırıya uğrar, ertesi gün hayatını kaybeder. 

Bu suikast, o günden bugüne polisiye ayrıntılarıyla dikkat çekmektedir (ki üzerine iki film yapılmıştır). Katil Ramon Mercader, Troçki’ye yakınlaşabilmek için iki sene öncesinden Troçkist Slyvia Ageloff ile duygusal bir ilişkiye girmiş, bu süre içinde Troçki’nin çevresine kendini kabul ettirmiş bir GPU (Sovyet gizli servisi) ajanıdır. Troçki’yi öldürme emri alan asıl grubun 26 Mayıs 1940 günü düzenledikleri saldırının başarısız olması nedeniyle, ihalenin bir anda Mercader’e kaldığı, GPU’nun Mercader’i “küskün bir Troçkist” olarak ambalajladığı ve zaten saldırı sonrasında kendisinin de öldürüleceğine güvendiği de açığa çıkmıştır. Ageloff’un ise, bir GPU ajanı mı, yoksa kandırılan saf bir âşık mı olduğu o günden beri tartışma konusudur. 

Evet, bütün bunlar popüler kültürün ajan janrı için ilgi çekici olaylar. Buz baltası imgesi de, solculukları kültürel bir kimlik tercihinden ibaret olan lümpenler için hâlâ bir goygoy nesnesi. Fakat, burada en az önemli olan detay, sanırım, Troçki’nin öldürülme yöntemi ve bunun arkasındaki olaylar zinciridir. Zaten sekiz yıl öncesinden alınan suikast kararı ve bu yıllar içerisinde işlenen yüzlerce cinayet, failin kim olduğunu tartışmasız olarak ortaya koyuyor. Burada asıl önemli olan, bu kararın niye alındığı, Troçki’yi öldürmek için neden bu kadar uğraşıldığı, bu cinayetin neden birileri için kaçınılmaz olduğu ve onu öldürenlerin aslında kimi/neyi temsil ettiğidir.

Troçki neyi temsil ediyor?

Troçki, çok genç yaşta Marksizmle tanışıp, yetenekleri sayesinde işçi sınıfı siyasetinde öne çıkmış bir devrimcidir. 1905 Devrimi’nde, henüz 26 yaşında, işçilerin oylarıyla Petrograd Sovyeti başkanlığına seçilir. Çarlık döneminde hapis ve sürgün, hayatının bir parçası olur. RSDİP içerisindeki Bolşevik-Menşevik ayrışmasından sonra, sıklıkla anlatılanın aksine, Menşevik kanatta yer almaz, kendi küçük grubuyla, iki taraftan bağımsız bir çizgide mücadele eder. Ancak 1917 yılı gelip çattığında, devrimci durum ortaya çıktığında, Lenin’le hareket etmeye başlar ve bu tarihten itibaren Lenin’in en güvendiği yoldaşlarından birisi olur. Öyle ki, Lenin’in Şubat Devrimi’nin ardından yazdığı “Uzaktan Mektuplar” başlıklı beş yazısından sadece bir tanesi Pravda’da yayımlanır, diğerleri sansürlenirken; yine aynı şekilde Nisan Tezleri Pravda yayın kurulu imzalı uzun bir şerh ile verilirken, yani bazı Bolşevikler önlerindeki ana hedefin burjuva devrimi olduğu fikrinde takılıp kalmışken, henüz Bolşevik Parti’ye katılmamış olan Troçki bu tezlerin inançlı bir savunucusu olur. Zaten bu tezler, temelde, kendisinin Sürekli Devrim teziyle uyum içerisindedir.[1] Troçki o dönem için şöyle söyler: “Lenin’in Nisan tezlerinin Troçkist diye mahkûm edilmesi hiç de şaşırtıcı değildi”.[2]

Yani devrim öncesi aylarda, Lenin’in mutlak önderliğinde bir Bolşevik Parti’den söz etmek mümkün değildir. Parti içerisinde teorik-politik bir yarılma vardır. Pravda’nın başındaki Stalin-Kamenev ikilisinin aşamacı önyargıları, ileride Kamenev’in, partinin iktidara el koyma planlarını basına ihbar etmesine dek varacaktır. 

Troçki’nin yeteneklerinin ve inançlı devrimciliğinin yanı sıra, Lenin’le olan bu politik fikir birliği de, Troçki’nin Lenin’in ardından Ekim Devrimi’nin ikinci önderi olmasını sağlar. Yıllar sonra yeniden Petrograd Sovyeti başkanı seçilir. Lenin’in zoraki Finlandiya günleri sırasında, onunla irtibat halinde, kritik müdahalelerde bulunur, mücadeleyi örgütler. 

Ekim 1917’nin ardından Dışişleri Halk Komiseri sıfatıyla, bir yandan Çarlık Rusya’nın bıraktığı tehlikeleri devrim için tehdit olmaktan uzaklaştırmaya, diğer yandan Avrupa’da süren devrimci mücadelelere destek olmaya çalışır. Emperyalistlerin bizzat dahliyle başlayan iç savaşta, yokluk içinden var ettiği ve komutanı olduğu Kızıl Ordu, Beyaz Ordu’yu mağlup eder. Buraya kadar anlattıklarımızdan Troçki’nin proleter devrimciliği ve Ekim Devrimi’ni temsil ettiği açıktır. Ancak onun misyonu bu kadarla sınırlı kalmaz, tarihin üzerine yüklediği diğer önemli görev için Stalinizmin neyi temsil ettiğine bakmamız gerekir. 

Stalinizm neyi temsil ediyor? 

İç savaştan yıpranmış bir şekilde çıkan Sovyetler, bir yandan da Almanya, Macaristan ve Avusturya devrimlerinin yenilgisiyle politik olarak bir tecrit dönemine girer. Çünkü Lenin ve Troçki için Ekim Devrimi dünya devriminin bir halkasıdır ve sosyalist devrim ancak dünya çapında zafer kazanıldığında başarıya ulaşabilir. Böyle bir yenilgi döneminde yapılacak tek şey, Sovyetler’i ayakta tutmak ve onu dünya devriminin bir mevzisi olarak güçlendirmektir. Bu uğurda NEP gibi yeni kararlar alınır.

Bu kararlar alınırken, Lenin, devrime tehdit oluşturabilecek risklerin de farkındadır. Bunların başında bürokrasi gelir. Bolşevik partinin öncü işçi kadrolarının önemli bir kısmı iç savaşta hayatını kaybetmişken, partinin iktidarını sağlamlaştırmasıyla birlikte, devrimle pek de alakası olmayan isimler partiye yönelmeye başlar. Partinin bazı yöneticilerinin ısrarıyla düzenlenen kitlesel üyelik kampanyaları, parti üye sayısını iyice şişirir. Bununla paralel bir şekilde, yerelden merkeze kadar devlet ve parti organlarının yönetici sayısı da yükselir. Lenin buradaki tehlikeyi sezer ve toplantılarda bu dinamikle mücadele etmeye başlar, ne var ki sağlık durumu aktif bir mücadelenin içerisinde yer alamayacak denli kötüleşmektedir. 

Lenin’in bu tehlikelere karşı ilk müdahalesi, 1922 yılının sonunda Troçki’ye bürokrasiye karşı ortak bir blok kurmayı teklif etmesiyle gerçekleşir. Çok geçmeden, Stalin ve Orconikidze’nin Gürcistan partisinin iradesini ezip geçmesi ve bu partinin bir yöneticisine fiziksel şiddet uygulamasına karşı Troçki’nin kendisini parti içerisinde savunmasını rica eder. Troçki’ye, 5 Mart 1923’te, yazdığı bir notta Lenin şunları söyler: “Lütfen Merkez Komitesi’nde Gürcü hadisesinin savunmasını üstlenin”.[3] Bunun üzerine Troçki sert bir muhtıra kaleme alarak, hem bu olayı, hem de Stalin’in ulusal sorun üzerine tezlerini mahkum eder. Bununla birlikte, hükümet organları ile devlet dairelerinin çalışanlarını denetlemekle görevli İşçi ve Köylü Müfettişliği de Lenin’in hedefindedir. Üç yıl boyunca Stalin tarafından yönetilen bu yapı, bürokratik örgütlenmenin kritik bir aracı haline gelmiştir.[4] Lenin bu organın yapısının değişmesi gerektiğini savunur, MK’daki sözcüsü yine Troçki’dir. Ancak Lenin’in bu son mücadelesi, kısa bir süre sonra konuşamayacak duruma gelmesi ve ardından hayatını kaybetmesi ile sonuçsuz kalır. 

Bu yıllarda, bürokrasinin hâkimiyetine karşı Lenin’in ve Ekim Devrimi’nin mirasını sahiplenen sadece Troçki ve taraftarları değildir. Parti içinde çeşitli muhalif gruplar oluşur, ancak Troçki önderliğindeki Sol Muhalefet, bunların arasındaki en güçlü gruptur. Bu nedenle Troçki 1929’da sınır dışı edilir, ardından vatandaşlıktan çıkartılır. Sol Muhalefet Komintern içinde mücadele etmeye devam eder. Örgütün Sovyetler’de kalan üyeleri toplama kamplarına gönderilip katledilir. 

Partiyi ve devleti ele geçiren bürokratik kast, bir avuç Bolşevik yöneticiden oluşmamaktadır. Lewin’in verdiği sayılara göre, 1929 yılında 1,5 milyon olan yönetici sayısı 1939 yılında 7,5 milyona çıkmıştır. 1937 yılında, “parti azamisi” (bir parti yöneticisinin vasıflı bir işçiden daha fazla kazanamaması) kaldırılarak, işçiler ve bürokratlar arasında var olan uçurum daha da açılır. Bu yıllarda bir işçi ayda 250 ruble kazanırken, bir NKVD yöneticisi 3500 ruble kazanmaktadır. Ayrıca bürokratların profili de değişmeye başlar. Örneğin devrim öncesinde Lenin’in Alman ajanlığı ile suçlanması kampanyasının öncülerinden olan David Zavlavsky, 30’larda Pravda’nın en önemli isimlerinden birisi haline gelir.[5] Aynı yıllarda Ekim Devrimi’nde yer almış kadrolar bir bir kurşuna dizilmektedir. 

Bürokrasi, çıkarları işçi sınıfının çıkarlarından ayrışan, çeşitli kademelerde yönetici ya da beyaz yakalı olan, ekseriyeti devrim günlerinde militan bir şekilde yer almamış milyonlarca insanı ifade etmektedir. Stalinizm ise bu kaymak tabakanın siyasi ve ideolojik karşılığıdır. Mandel’in dediği gibi: “Bürokrasi yeni bir sınıf değildir ve ekonomik temellere dayalı olarak kendini yeniden üretemez, ancak uzun bir tarihi dönem boyunca iktidarının ve çıkarlarının korunması ve genişletilmesini başarıyla sağlayabilir, görece tarihi özerklik düzeyine erişebilir”.[6]

Bu açıdan “Troçki, Stalinizmi kötücül bir zekanın ürünü olarak değil, tarihsel koşullardan türeyen ve özgül ekonomik gerçekler tarafından belirlenen bürokratik-muhafazakâr bir dinamiğin gelişmesiyle bağlantılı olarak değerlendirmiş ve Marx’ın analitik yöntemine benzer bir yöntemle çözümlemiştir”.[7] Troçki, bürokratik karşı-devrimin tarihsel materyalist çözümlemesini yaptığıİhanete Uğrayan Devrim kitabında, Stalin’i bürokrasinin önderliğine taşıyan dinamiği ise şöyle açıklamaktadır: “O henüz kendi yolunu çizmeden bürokrasi tarafından seçilmişti. Stalin bürokrasiye arzuladığı her türlü garantiyi veriyordu: Eski bir Bolşeviğin prestiji, iradesi güçlü bir kişilik, gelişkin olmayan bir düşünce sistemi ve kişisel etkinliğinin yegâne kaynağı olarak siyasal mekanizmayla koparılmaz bağlar”.[8]

Buradaki denklem basittir. İşçi sınıfının yönettiği bir ülkenin politikası işçi sınıfının çıkarlarına, bürokrasinin yönettiği bir ülkenin politikası ise bürokrasinin çıkarlarına göre şekillenecektir. Bürokrasi, bu uğurda ilk önce içeride bir temizlik harekatına girişir. Moskova Duruşmaları’yla zirveye ulaşan bu dönemde, Ekim Devrimi’nin neredeyse bütün önder kadrosu ortadan kaldırılır. Partinin hafızasının yok edilmesiyle birlikte, tarihin baştan yazılması girişimlerine hız verilir. Ekim Devrimi tarihinin yeni yazılan versiyonu, gerçeklerle çok az örtüşür, olguların yerini ihtiyaçlar almıştır. 17’den önce ortaya çıkan ve devrimin içinde yer alan avangard sanat akımları dejenere ilan edilir, bütün sanatçılara “sosyalist gerçekçilik” isimli bir parti politikası dayatılır. Yine devrimin köklerine aksi bir şekilde aile kavramı yüceltilir, devrimden sonra yasal bir hak olarak tanınan kürtaj yasaklanır. Sovyetlerin resmi marşı olarak kabul edilen Enternasyonal’in yerine bol bol anayurt övgüsünün bulunduğu yeni bir “milli” marş kabul edilir, orduda katı hiyerarşi yeniden kurulur.

İçeride devrimin kazanımları tek tek yok edilirken, dışarıda ise “tek ülkede sosyalizm” garabatine uygun adımlar atılır. 1925-1927 Çin Devrimi’nde, Çin Komünist Partisi’nin milliyetçi burjuva partisi Kuomintang’a iltihakı emri verilir, bir milyona yakın komünist, milliyetçiler tarafından infaz edilir. Nazi tehdidine karşı birleşik işçi cephesi politikası gütmek yerine, işçi sınıfının içerisinde olduğu Sosyal Demokrat Parti de aynı şekilde faşist ilan edilir, hatta Kızıl Referandum olayında olduğu gibi, bazı durumlarda sosyal demokratlara karşı Nazilerle ortak hareket edilir. Benzer şekilde, 1935 yılında İtalya Komünist Partisi tarafından yayımlanan manifestoda “Kara gömlekli kardeşlere bir çağrı” yer alarak faşist örgütlenmelerin tabanına seslenilir, 1919 faşist programının sahiplenildiği açıklanır.[9] Ama “sosyal faşistler” her zaman bu denklemin dışında tutulur. 

“Bu felsefenin Stalinist özü, oldukça açıktır: (sosyal demokrasi ile faşizm arasındaki) mutlak çelişkinin Marksizmce reddedilişinden, çelişkinin genel olarak yadsınması, hatta göreli çelişkinin bile yadsınması sonucunu çıkarmaktadır. Bu yanlış, bayağı radikalizme özgüdür. Çünkü eğer demokrasi ile faşizm arasında (burjuva iktidarının biçimi yönünden bile) hiçbir fark yoksa, bu iki rejimin eşdeğer olacağı da besbellidir. Buradan da şu sonuç çıkar: (Sosyal) Demokrasi eşittir faşizm”.[10]

Stalinist bürokrasinin bu sol sapması, kısa bir süre sonra yerini sağ sapma olan Halk Cephesi taktiğine bırakır. Kısa bir süre içerisinde, ikisi de işçi sınıfı siyasetinin aleyhine olan, bu taktik değişimlerinin temelinde, Sovyet bürokrasinin çıkarları yatmaktadır: “Birleşik cephe ve Halk Cephesi tamamen karşıt anlayışları içerir. Birleşik cephe, Komintern’in 1921’deki III. Kongresi’nden itibaren büyük işçi örgütlerinin az ya da çok genişletilmiş ortak hedeflere ulaşabilmek için eylem birliği yapmaları anlamına gelmekteydi. 1933’ten önce Troçkistler Almanya’da Nazizmin yükselişine karşı Komünist Parti ve Almanya’daki Sosyal Demokratlar’ın birleşik cephesini savunmuşlardı. İşçi sınıfının kitle örgütlerinin birleşik cephesi, devrimci mayanın bunun içinde hareket edebilmesi koşuluyla, genel olarak olumlu bir olgudur. Reformist işçi sınıfı partilerinin burjuvazinin bazı kanatlarıyla bir ittifakı olan Halk Cephesi’nde ise bu hiçbir zaman söz konusu değildir. Halk Cephesi’nde ittifak, bir burjuva programı üzerinde, bir sınıf işbirliği programı üzerinde gerçekleşmektedir”.[11]

Bu sınıf işbirliği programı İspanya Devrimi’nin yenilgisinde kendisini göstermiştir. 1936 yazında Halk Cephesi hükümetine karşı darbe girişiminde bulunan Franco’ya cevabı işçiler vermiş, hızla örgütlenerek ve silahlanarak, sadece darbeyi boşa çıkarmamış, toprakların kamusallaştırılmasından fabrikalarda işçi denetimini hâkim kılmaya kadar birçok devrimci uygulamayı da hayata geçirmiştir. Ancak bu durumdan rahatsız olan sadece Franco değildir. O dönem, Komünist Parti’nin amaçları genel sekreteri José Diaz tarafından açık bir biçimde saptanmıştır: “Geniş toplumsal içeriği bulunan bir demokratik cumhuriyet uğrunda savaşmaktan başka bir şey istemiyoruz. Bugün için ne proletarya diktatörlüğü, ne sosyalizm, sadece faşizme karşı demokrasinin verdiği savaş söz konusu olabilir.”[12] Bu uğurda Stalinistlerin ilk işi devrimci işçi ve köylülerin örgütlerine karşı terör yöntemlerine başvurmak olmuştur. 

Stalinist bürokrasi için, dünyanın herhangi bir ülkesinde, kendi kontrolü dışında gelişen bir devrimci hareket tehdit olarak algılanmıştır. Çünkü, örneğin Almanya ve İspanya devrimlerinin başarıya ulaşması, buralarda ortaya çıkan önderliklerin sosyalist dünya devrimi mücadelesine de önderlik etmesine ve böylece Sovyet bürokratlarının koltuklarını kaybetmesine neden olacaktır. Bu nedenle, Lenin ve yoldaşlarının kurduğu sosyalist dünya devriminin partisi Komintern’in kapısına da kilit vurulur. Bundan sonra dünyanın çeşitli ülkelerindeki KP’ler Sovyetler Birliği’nin diplomatik aparatları olmaktan öte bir işlev yüklenmeyecektir. 

Troçki’nin mirası

Bürokratik karşı-devrim bütün bu suçları işlerken, Troçki’nin önderliğindeki Sol Muhalefet, dünyanın çeşitli ülkelerinde, çeşitli mücadelelerin içerisinde yer alarak, işçi sınıfı politikasını hâkim kılmak için çabalamış, bir yandan faşistlerle, diğer yandan ise Stalinist ajanlarla savaşmış, bu uğurda yüzlerce militan hayatını kaybetmiştir. 

Sovyet yönetiminin hükümetlere uyguladığı baskı ve emperyalistlerin de baş düşmanı olması[13] nedeniyle o ülkeden bu ülkeye sürekli bir sürgün hayatı yaşayan Troçki, bütün bu süreç boyunca, disiplinli bir şekilde çalışmaya devam etmiş, Sovyetler’de yaşanan dönüşümü Marksist bir yöntemle analiz etmiş, o dönem için yeni bir olgu olan faşizmin en gelişkin tahlilini ortaya koymuş ve Stalinistlerin tahrifatına karşı Ekim Devrimi’nin gerçek tarihini kaleme almıştır. Bunun yanı sıra, Almanya’daki ihanetin ardından aldığı kararla, yeni bir enternasyonal kurma yolunda çalışmalarına başlamış, bütün imkânsızlıklara rağmen örgütünü korumayı ve güçlendirmeyi başarmış ve 1938’de Dördüncü Enternasyonal’in kurulmasına ön ayak olmuştur. 

Sonuç olarak, 1920’lerin başında Lenin-Troçki ile Stalin arasında başlayan, ardından ise Troçki ile Stalin arasında devam eden mücadele, basit bir iktidar kapma yarışı, kişisel bir çekişme, liderlik için kavga değildir. Bu Ekim Devrimi’nin idealleri ile günün koşullarını bürokrasinin çıkarları için kullanışlı hale getirme çabası arasındaki bir mücadeledir. Bensaid’in dediği gibi: “O zaman yaşanmakta olan bugün bizim medyamızı aşka getiren kişisel çekişmeler değil, ‘Stalin ile Troçki maçının’ sonucu değil, bürokrasi ile proletarya arasında gerçek bir uzlaşmazlık, ‘iki dünya, iki program, iki ahlak’ arasında, Çin Devrimi, faşizmle mücadele, Sovyet ekonomisinin yönünü belirleme, İspanya İç Savaşı, yaklaşmakta olan savaş hususlarında stratejik olarak karşı konumlarla ifade edilen bir karşı karşıya gelişti”.[14]

Yazının başında Troçki neyi temsil ediyor diye sormuştuk. O, Ekim Devrimi’ni temsil etmenin yanında, bu devrimin ideallerini ve Stalinizm ya da Sosyal Demokrasi tarafından tahrif edilmemiş bir Marksizmi, yani devrimci Marksizmi, gelecek kuşaklara aktaracak yegâne halkayı temsil ediyordu. Bu nedenle, Dördüncü Enternasyonal’in kurulmasını hayatının en önemli görevlerinden birisi olarak gördü. Bu nedenle defalarca suikast girişimine maruz kaldı. Bu nedenle, hakkında koca bir devlet propaganda aygıtı yıllarca kara çaldı. Bu nedenle onlarca yoldaşını karşı-devrimci cellatlar elinde kaybetti. Bu nedenle en sonunda, Stalinist bir ajan tarafından, Ağustos 1940’ta katledildi. 

Ama yine tam da bu nedenle, Sürekli Devrim’den, dünya partisinin ve sosyalist dünya devriminin vazgeçilmezliğine, sovyet/konseylere dayalı sosyalist demokrasiden, bunun baş düşmanı bürokrasiye karşı mücadeleye kadar birçok devrimci Marksist ilkeyi biz 21. yüzyıl devrimcilerine miras bırakabildi. 

Kaynak: Siyasi Haber

[1] Marcel Liebman, Rus Devrimi: Bolşevik Zaferin Kökenleri, Aşamaları ve Anlamı, çev. Samih Tiryakioğlu, Ayrıntı Yayınları, 2017, s.143

[2] Lev Troçki, Rus Devriminin Tarihi – Şubat Devrimi: Çarlığın Devrilmesi, çev. Bülent Tanatar, Yazın Yayıncılık, 1998, s.327

[3] Moshe Lewin, Sovyet Yüzyılı, çev. Renan Akman, İletişim Yayınları, 2008, s.43

[4] Moshe Lewin, Lenin’in Son Kavgası, çev. Bülent Tanatar, Yazın Yayıncılık, 2019, s. 138

[5] Lev Troçki, Stalinizme Karşı Bolşevizm, çev. Sanem Öztürk, Yazın Yayıncılık, 2008, s.194

[6] Ernest Mandel, Alternatif Olarak Troçki, çev. Ayşe Köleli, Yazın Yayıncılık, 1992, s.19

[7] Paul Le Blanc, Lev Troçki, çev. Nurullah Duru, Runik Kitap, 2021, s.112

[8] Lev Troçki, İhanete Uğrayan Devrim, kolektif çeviri, Alef Yayınları, 2006, s.129

[9] Emilio Gentile, Faşist Kimdir?, çev. Betül Parlak, İletişim Yayınları, 2021, s.97

[10] Lev Troçki, Faşizme Karşı Mücadele, çev. Orhan Koçak, Orhan Dilber, Yazın Yayıncılık, 1998, s.171-172

[11] Pierre Frank, Daniel Bensaid, Troçkistlerin Uzun Yürüyüşü, çev. Rıfat Ateş, Yazın Yayıncılık, 2019, s.22

[12] Pierre Broue, Emile Temime, İspanya’da Devrim ve İç Savaş, çev. Aydın Emeç, Ayrıntı Yayınları, 2017

[13] “Winston Churchill, Troçki’den akıl sınırlarını zorlayan bir nefretle söz etmiştir”. Paul Le Blanc, a.g.e., s.33

[14] Daniel Bensaid, “Sunuş”, içinde Troçki, Stalinizme Karşı Bolşevizm, çev. Sanem Öztürk, Yazın Yayıncılık, 2008, s.22

Sürgünün Bagajları: Troçki, Devrimler ve “Troçkizm”in Oluşumu – Daniel Bensaïd

Sürekli devrim kuramı gibi kimi “troçkist” tezler, yüzyılın başından itibaren, 1905 Rus devrimi konusundaki tartışmalarda ortaya çıkar. Buna karşın “troçkizm” terimi, bürokratik jargonda ancak 1923-1924 yıllarında sıradanlaşmış bir biçimde kullanılmaya başlanır. Muzaffer iç savaşın ardından, ve daha çok da Alman Ekimi’nin yenilgisi (1923) ve Lenin’in ölümünden sonra, Sovyet Rusya’nın ve Komünist Enternasyonal’in yöneticileri, uluslararası durumun göreli istikrarı ile Sovyetler Birliği’nin kalıcı tecridinden oluşan hiç beklenmedik bir durumda bulurlar kendilerini. Artık söz konusu olan toplumsal temelin devletin üstyapısını taşıması değil, üstyapının iradesinin, temeli sürüklemeye çabalamasıdır.

Mart 1923’deki ilk beyin kanamasından sonra Lenin, Stalin’e karşı dış ticaret tekeli, milletler sorunu ve özellikle de partinin iç işleyişi meselelerinde bir mücadele başlatılması konusunda Troçki’ye çağrıda bulunur. Ekim 1923 tarihli merkez komiteye yazdığı bir mektupta, Troçki, devlet kurumlarının bürokratikleşmesini teşhir eder. Aynı yılın Aralık ayında, bir Yeni Yol’un benimsenmesi çağrısında bulunan bir dizi makalesinde bu eleştirilerini sentezleştirir. Bunun sonucunda yönetim “troçkizme” ve taleplerine karşı mücadeleyi başlatır. Bu talepler, partide iç demokrasinin yeniden tesisi ve yeni ekonomi politikasının eşitliksiz ve merkezkaç etkilerini denetlemek üzere bir ekonomik planlamanın kabulüdür. 1924 Aralık ayında, Pravda’da, Stalin’in bizzat kendisi troçkizmi “daimi bir umutsuzluk” olarak tanımlar. Devrimin, somutlaşmakta geciken varsayımsal bir yayılışının selametini beklemektense “tek ülkede sosyalizmin” gözüpek inşasını önerir.

1924’teki “Lenin promosyonunun” sağladığı kitlesel üye kazanımının ardından, Ekim’i yaşamış birkaç bin veteran, –aralarında treni son anda yakalamış bol miktarda kariyeristin de bulunduğu– yeni gelen yüzbinlerce üyenin yanında parti saflarda artık pek bir ağırlığa sahip değildir. Büyük Savaşın katliamlarına eklenen iç savaşın vahşeti, demokratik gelenekten mahrum bir ülkede toplumsal ve fiziksel şiddetin en uç biçimlerine bir alışma hali yaratmıştır. Böylece savaşın ve iç savaşın meydana getirdiği alt üst oluş, ülkenin 1914 öncesinde ulaştığı gelişmişlik seviyesine göre “büyük bir geriye sıçrayışa” ve “arkaikleşmeye” sebep olur. 1917’de Petrograd’daki 4 milyonluk nüfustan geriye, 1929’da sadece 1,7 milyonu kalır. 380 binden fazla işçi üretimden kopmuş ve yalnızca 80 bini işini sürdürmektedir. Bir işçi kalesi olan Putilov fabrikaları çalışanlarının beşte dördünü yitirmiştir. 30 milyondan fazla köylü kıtlığa ve açlığa tanık olmuştur. Harap olmuş kentler, ürünlerine otoriter biçimde el konulan köylere sırtını dayayarak ayakta kalıyordu. “Aslında, devlet, gerileyen bir toplumsal gelişmenin temeli üzerinde şekilleniyordu” der tarihçi Moshe Lewin.

Ayrıcalıklar kıtlık üzerinden ortaya çıkmaktaydı. Bürokratikleşmenin temel kökeni de burada yatar. Sekreterlerine tutturduğu günlüğünde, hasta yatağında Lenin, 1923’te, “bizim dediğimiz aygıt esasında bize son derece yabancı olan ve Çarcı ve burjuva artıkların alaşımını temsil eden bir aygıttır” değerlendirmesinde bulunur. O sene, sanayi fiyatları 1914 öncesinin fiyatlarına göre neredeyse üç misli artarken, tarım ürünlerinin fiyatları yalnızca %50 düzeyinde bir artış göstermişti. Bu orantısızlık kentle köy arasındaki dengesizliği, ve  köylülerin karşılığında alınacak hiçbir şey yokken, mahsullerini kendilerine dayatılan düşük fiyatlardan vermeyi reddetmesini açıklar.

Bolşevik yöneticiler Rusya’daki devrimi her daim bir Avrupa devriminin parçası ve ilk adımı veya en azından Alman devriminin prelüdü olarak tasarlamışlardı. Dolayısıyla 1923’te ortaya çıkan soru şuydu: Avrupa’daki devrimci hareketin muhtemel bir yeniden başlangıcına kadar nasıl ayakta kalınabilir? 1917’de tüm Rus partileri ülkenin sosyalizm için yeterince olgun olmadığını kabul ediyordu, fakat “demokrat” Milyukov’un kendisi de, Rusya’nın demokrasi için bile yeterli olgunluğa ulaşmamış olduğu kanısındaydı. Ancak sağcı bir askeri diktatörlükle sovyetlerin diktatörlüğü seçeneklerinin mevcut olduğunu düşünüyordu. Devrimle karşı-devrim arasında acımasız bir mücadeleydi söz konusu olan.

Lenin’in ölümünün öncesinde bu soruya yanıtlar farklılaşmaya başlar. Stalin ve müttefikleri tarafından savunulan “tek ülkede sosyalizmin inşası” stratejisi, dünya devrimi ihtimallerini Sovyet bürokrasisinin çıkarlarına tabi kılar; Troçki ve Sol Muhalefet olarak adlandırılan akımın geliştirdiği “sürekli devrim” stratejisiyse, Rus devriminin geleceğini dünya devriminin yayılmasına bağlar. Bu karşıt stratejiler temel uluslararası meselelere farklı yanıtlar vermeyi gerektirir: 1927 İkinci Çin devriminde, Almanya’da nazizmin yükselişinde, ve daha sonra İspanya iç savaşında, 1939 Sovyet-Alman paktında ve savaş hazırlıklarında.

Bu iki farklı perspektif, bizzat Sovyetler Birliği’ndeki iç politika tercihlerinde de belirleyici olur. Troçki ve Sol Muhalefet, 1924’ten itibaren Sovyet demokrasisini ve partinin iç hayatını yeniden canlandırmayı hedefleyen bir “yeni yol” önerirler. Tarımla sanayi arasındaki gerilimleri azaltmaya yönelik bir planlama ve sanayileşme politikası savunurlar. Fakat Stalin tarafından gerçekleştirilen, 1928’de Buharin’in savunduğu “kaplumbağa adımlarıyla sosyalizm”den zorunlu kolektifleştirmeye ve birinci beş yıllık planın hızlandırılmış sanayileşmesine yapılan âni dönüşe karşı çıkacaklar – bu politikalar köylerde yıkıma sebep olmuş ve 1932’de Ukrayna’daki büyük kıtlığı yaratmıştır.

Bu denli keskin karşıtlıklar karşısında, kimi tarihçiler Troçki’nin, Lenin’in ölümünden sonraki göreli edilgenliği, Stalin’e karşı amansız bir mücadele başlatma noktasındaki tereddütünü, Lenin’in vasiyetini saklı tutmayı kabul edişini sorgulamışlardır. Troçki’nin kendisi bu konuda mantıklı ve inandırıcı açıklamalarda bulunmuştur. Yirmili yılların ortasında, Troçki işçi ve kentli tabanının bitkin düştüğü bir devrimin kırılganlığının, ve nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturan geri kalmış bir köylülükle birlikte iş görmek gerektiğinin tamamen bilincindeydi. Otoriter bonapartist çözümlere elverişli istikrarsız bir denge durumunda, orduya ve subaylar tabakasına dayanmayı reddediyordu (ki bunların arasında hâlâ büyük bir popülerliğe sahipti)  çünkü bir askeri darbe bürokratikleşme tehlikesini ancak hızlandırma sonucunu doğururdu.

Bununla birlikte siyasal mücadele 1923 yılından itibaren tam anlamıyla başlamıştı. 1926’da, kendini parti hukukuna saygı duyan bir eğilim olarak tanımlayan birleşik bir muhalefet oluşuyordu. Projesiyse rejimin düzeltilmesi ve reforme edilmesi perspektifine sahipti. Mayıs 1927’de İkinci Çin devriminin yenilgisinin ardından, muhalefet, partinin militan tabanına seferberlik çağrısında bulunuyordu. Aynı yılın ekim ayında, devrimin onuncu yıl dönümünde Grigory Zinoviev ve Troçki partiden ihraç edilir. Bu sonuncusu Alma Ata’ya sürgüne gönderilir. Bin beş yüzün üzerinde muhalif tehcire uğrar. Tasfiyeler başlar.

1929’da, felakete dönen bir ekonomik durum karşısında, Stalin partinin sağ kanadına sırtını döner. Birinci beş yıllık planı uygulayarak muhalefetin kimi taleplerine sahip çıkar gibi görünür. Stalin’in politikalarındaki bu değişim Sol muhalefetin parçalanmasını hızlandırır. Muhalefetin kimi prestijli yöneticileri bu “yukarıdan devrimi” bir sola dönüş olarak yorumlar. Teslimiyetler, ayrılmalar birbirini takip eder. Troçki’ye göre Thermidorcu rejime katılanlar bundan böyle “kayıp ruhlar”dır: Sosyalist demokrasi tesis edilmeden, planlama ancak bürokrasinin iktidarını güçlendirmeye yarayacaktır. Böylece kitle hareketlerinin marjlarında uzun ve zorunlu bir sürgün başlar. Bolşevik partinin olduğu gibi Komünist Enternasyonal’in (veya III. Enternasyonal’in) saflarındaki bu iki savaş arası dönemin trajik mücadeleleri içinde troçkizmin ilksel hâlini tanımlayan programatik bagajlar oluşur. Bunlar esas olarak dört noktada özetlenebilir.

1. Sürekli devrim kuramıyla “tek ülkede sosyalizm” kuramı arasındaki karşıtlık

Bu stratejinin unsurları Troçki’nin 1905 Rus devrimi konusundaki denemesinden itibaren ortaya çıkmıştır. Yirmili yıllar boyunca sistematikleştirilerek en bütünlükle ifadelerini 1927 İkinci Çin devrimi ışığında kaleme alınan tezlerde bulurlar:

“Gecikmiş bir burjuva gelişimi yaşayan ülkeler açısından, özellikle de sömürge ve yarı sömürge ülkeler açısından, sürekli devrim teorisinin anlamı şudur: Bu ülkelerde demokrasi ve ulusal kurtuluş görevlerinin tam ve gerçek çözümü, ancak boyunduruk altındaki ulusun ve en önemlisi de köylü kitlelerinin önderi olarak proletaryanın diktatörlüğü ile mümkündür. […] İktidarın proletaryanın eline geçmesi devrimi tamamlamaz, onu başlatır sadece. Sosyalist inşa, ulusal ve uluslararası ölçekte sınıf mücadelesi temeli üzerinde mümkündür ancak. […] Sosyalist devrimin ulusal sınırlar içinde tamamlanması olanaksızdır. Burjuva toplumlarındaki bunalımın temel nedenlerinden biri, bu toplumda yaratılan üretici güçlerin artık ulusal devletin çerçevesiyle bağdaşmamasıdır. Bu emperyalist savaşlara […] yol açar. Değişik ülkeler, değişik tempolarla geçecektir sosyalizme.Geri ülkeler, belli şartlarda, proletarya diktatörlüğüne ileri ülkelerden daha erken ulaşabilirler; ama sosyalizme varışları, ileri ülkelerden daha geç olacaktır.

Sürekli Devrim konusundaki yazılarına 1930’da yazdığı girişte, Troçki, “ulusal mesihçilik” ile “bürokratik açıdan soyut enternasyonalizmin” stalinist alaşımını teşhir eder. Sosyalist devrimin, iktidarın fethinin ardından, toplumun aralıksız biçimde “deri değiştirdiği” bir “daimi iç mücadele” olduğunu ve “bu dönüşüm halindeki toplumun çeşitli saflaşmaları” arasındaki kaçınılmaz çatışmanın bundan ileri geldiğini savunur. Hiç şüphesiz bu teori, “eşitsiz ve bileşik gelişme” yasasının sonucun önceden belli olmadığı bir imkanlar alanını tanımladığı,  çizgisel ve mekanik olmayan bir tarih kavrayışı içinde yer alır. “Marksizm, der Troçki, dünya ekonomisini, ulusal parçaların basit bir toplamı olarak değil, fakat uluslararası işbölümü ve dünya pazarı tarafından yaratılan ve çağımızda ulusal pazarları boyunduruğu altında tutan bağımsız ve dev bir gerçeklik olarak algılayan bir bakış açısından yola çıkar”.

2. Geçiş talepleri, birleşik cephe ve faşizme karşı mücadele

Rus devriminin ışığında beliren sorun, en büyük kalabalığı birlik içinde seferber edebilecek, eylem içinde bilinç düzeyini yükseltebilecek ve egemen sınıflarla kaçınılmaz bir çarpışma perspektifiyle en uygun güç ilişkisini kurabilecek talepler meselesidir. Bu, Bolşeviklerin 1917’de hayati konular çerçevesinde yapmış olduklarıdır: Ekmek, barış, toprak talepleri öne çıkarılmıştır. Burada söz konusu olan, taleplerin içkin erdemlerine dair soyut bir tartışmadan çıkabilmektir. Bu anlayışa göre taleplerin kimileri doğalarından ötürü reformist (kurulu düzene uyumlanabilir) olarak tanımlanırken, diğerleri de yine doğalarından ötürü devrimcidir (bu düzene sokulamayacak türden). Sloganların anlamı somut bir durumla alakalı olarak harekete geçirici değerlerine ve mücadeleye girenler için eğitici değerlerine bağlıdır. “Geçiş talepleri” problematiği, toplumu devrimci bir dönüşüme uğratmadan değiştirebileceğine inanan aşamacı bir reformizm ile sabırlı bir örgütlenme ve eğitim çalışmasının aleyhine, devrimi son gerçekleşme anına indirgeyen bir “büyük gün” fetişizmi arasındaki çelişkiyi aşmakta.

Bu mesele Komünist Enternasyonal’in 5’inci ve 6’ıncı kongrelerinin program konusundaki stratejik tartışmalarının merkezinde bulunan mevzu ile doğrudan ilintilidir.1925’te bu konu üzerine söz alan Buharin 20’li yılların başındaki “saldırı taktiği”nin hâlâ geçerli olduğunu ileri sürüyordu. Buna karşılık 5’inci kongrede Alman temsilci Talheimer birleşik cephe ve geçiş talepleri problematiğini savunuyordu. Şöyle diyordu: “II. Enternasyonal’in oportünist savruluşunun gündelik meselelerle büyük hedeflerin birbirinden ayrılmasıyla başladığını  kavrayabilmek için bu enternasyonalin ve onun dağılışının tarihine bakmak yeterlidir […]. Bizimle reformist sosyalistler arasındaki özgül ayrım, bizim reform taleplerini –onlara hangi adı verirsek verelim– programımızdan silmek ve onları başka bir odaya koymak istememizde değil,  bu geçiş taleplerini ilkelerimiz ve hedeflerimizle en sıkı biçimde ilişkilendirmemizde yatar.”

Mesele 1928’deki 7’inci kongrede, bu sefer bambaşka koşullarda tekrar gündeme gelir. 1929’dan itibaren Türkiye’de sürgünde bulunan Troçki, bu zorunlu emekliliğinden, on yıllık devrimci deneyimin bilançosunu derinleştirmek için faydalanır. Bu tefekkür faaliyeti, 1929’da İstanbul’da basılan Lenin’den sonra Komünist Enternasyonal’deki metinlerin temelini oluşturur. Komünist Enternasyonal’in programının eleştirisinde Troçki, Avrupa Birleşik Sosyalist Devletleri talebinin bir kenara bırakılmasını kınıyordu. Kendi sürekli devrim kuramıyla Buharin’in sürekli saldırı kuramı arasındaki karışıklığı reddediyordu. Faşizmi kapitalist toplum tarafından proletaryaya karşı sürdürülen bir “iç savaş hâli” olarak tanımlıyordu.

Kongrenin hemen ertesinde, SSCB’deki Kulakların tasfiyesine ve zorunlu kolektifleştirmeye paralel bir 180 derecelik dönüşle, Komünist Enternasyonal, sosyal-demokrasiyi temel düşman olarak gören ve nazizmin yükselişi karşısında Alman işçi hareketini ölümcül bir bölünmeye uğratacak “sınıfa karşı sınıf” yönelimini benimsiyordu. Komünist Enternasyonal’in Üçüncü Hata Dönemi başlıklı bir broşürde, Troçki bu yıkıcı seyri, devrimci heyecanla açıklanabilecek bir gençlik goşizmine değil, fakat Kremlin’in ve diplomasisinin çıkarlarına tabi, ihtiyarlığa özgü ve bürokratik bir goşizme düşüş olarak tanımlıyordu. Rus Devrimi’nin Tarihi’nde kitlelerin devrimci eyleme her daim hazır olduğunu soyut biçimde ilan etmektense, onların radikalleşme belirtilerinin ( sendika üye sayılarının, seçim sonuçlarının, grev eğrilerinin) dikkatli biçimde incelenmesi gerektiğinin altını çiziyordu: “Kitlelerin faaliyetleri, koşullara bağlı olarak bambaşka ifade biçimleri alabilir. Kimi dönemlerde, kitle tümüyle ekonomik mücadeleye kendini kaptırıp siyasal meselelere çok az ilgi gösterebilir. Buna karşın, ekonomik mücadele alanında birkaç önemli yenilgi yaşadıktan sonra, dikkatini aniden siyasal alana taşıyabilir.” Almanya Üzerine Yazılar’ında,  nazizmin önlenebilir yükselişini durdurmak üzere gün be gün birleşik eylem önerilerinde bulunur. Bu yazılar konjonktür değişimlerine uyarlanmış parlak bir somut siyasal düşünce örneği teşkil eder. Oysa bu metinler, “Hitler’den sonra [partinin genel sekreteri] Thaëlmann’ın sırasının geleceği”ne dair saçma sapan kehanete bağlı Alman Komünist Partisi’nin “ortodoks” aygıtının tepkilerini üzerine çekmesine neden olur.

1938’de gelecekteki IV. Enternasyonal’in kuruluş programı (veya Geçiş Programı) bu deneyimlerden çıkarılacak dersleri özetliyordu: “Kitlelere, gündelik mücadeleleri süreci içinde, kendi dolaysız talepleriyle sosyalist devrim programı arasında köprü kurmalarına yardımcı olmak gerekiyor. Bu köprüyü günün koşullarından ve işçi sınıfının geniş kesimlerinin reel bilincinden kaynaklanan ve onları kaçınılmaz biçimde tek ve aynı sonuca, proletaryanın iktidarı ele geçirmesi sonucuna ulaştıracak bir geçiş talepleri sistemi oluşturmalıdır […]. IV. Enternasyonal eski “asgari” programın taleplerini canlılıklarını kısmen de olsa korudukları ölçüde bir kenara atmaz. İşçilerin demokratik haklarını ve sosyal kazanımlarını yorulmaksızın savunur ancak böylesi günlük çalışmaları devrimci bir perspektif çerçevesinde yürütür.” Bu talepler arasında, programda ücretlerin ve çalışma saatlerinin düzenlenişinde oynak merdiven, üretim üzerinde işçi denetimi (planlı ekonominin okulu), ticari sırların kaldırılması, “bazı kapitalist grupların mülksüzleştirilmesi”, kredi sisteminin devletleştirilmesi gibi konular üzerinde durulur. Ayrıca sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki ulusal ve demokratik taleplere özel bir önem atfedilir. Bu program, elbette anahtar teslim bir toplum modeli teşkil etmez. Emekçilerin kurtuluşunun bizzat kendi eserleri olacağı bir eylem pedagojisi geliştirir.

3. Stalinizme ve bürokrasiye karşı mücadele

Yirmili yılların başında kimi Sovyet iktisatçıları dünya kapitalist ekonomisinin sonsuz bir durgunluğa gömüldüğü  kanısındaydı. Troçki, göreli bir toparlanma tespitinde bulunan ilk kişilerden biri olmuştur. Bu bağlamda, Sovyet ekonomisini, sosyalist bir ekonomiden ziyade, daimi bir askeri tehdit altında bulunan ve kısıtlı kaynaklarının orantısız bir kısmını savunmaya ayırmak zorunda olan bir ülkenin “geçiş ekonomisi” olarak değerlendirmeye yöneldi. Dolayısıyla söz konusu olan tek bir ülkede ideal bir toplum yaratmak değil, Rus devriminin geleceğinin son kertede bağlı olduğu dünya devriminin yükseliş ve alçalışlarını takip ederek zaman kazanmaktı. Devrimci hareket daha gelişkin ülkelerde zafer elde edemediği sürece, Rus devrimi daha yüksek bir emek üretkenliğine ve daha gelişmiş bir teknolojiye sahip ülkelerin rekabetinin ve genel olarak dünya pazarının baskısı altında kalmaya devam edecekti.

Bu çelişkiler çerçevesinde, Troçki, siyasi iktidar tekeline bağlı toplumsal ayrıcalıklardan faydalanan yeni bir sosyal güç olan bürokrasi tehlikesini ilk algılayanlardan biri olmuştur. En kötü kitabı olan Terörizm ve Komünizmi’den görülebileceği gibi, iç savaş ve savaş komünizmi döneminde otoriter yöntemlerden yana olmakla birlikte, 1923’ten itibaren bürokratikleşmeyi bir toplumsal olgu olarak incelemeye başlar; her ne kadar temel tehlike olarak, NEP’in (Yeni Ekonomi Politikası) yeni zenginlerinden ve Kulaklardan türeyen “yeni burjuvazi”yi görmeye devam etse de. O dönemden itibaren bürokratik karşı devrimin dönemselleştirilmesine dair bu belirleyici mesele Rusya’da ve uluslararası düzeydeki devrimci çevrelerin tartıştığı temel konulardan biri olmuştur. Mevzu, “Sovyet thermidoru”nun tamamlanmış olup olmadığını kavrayabilmekti.

Hakikaten de bürokratik karşı devrim, Ekim devrimine simetrik tek bir hadise değil, eşiklerle dolu, birikime dayalı bir süreçtir. 1917 Ekimi’yle Stalinist gulaglar arasında, basit bir devamlılık ilişkisi değil, baskının ve bürokratik olgunun ağırlığı açısından bir ölçek değişimi söz konusudur. Zorunlu kolektifleştirmeyle eşanlı olarak, Haziran 1929’da tutukluluk sisteminde temel bir reformun yürürlüğe girmesiyle, üç yılın üzerinde bir cezaya çarptırılan mahkumlar için çalışma kamplarını genelleştirilir. 1932-1933’ün büyük kıtlıkları ve iç göçün önemi karşısında Aralık 1932 tarihli bir kararla iç pasaport uygulaması getirilir. 1 Aralık 1934 yasası, büyük terörün hukuki aracını sağlamak üzere oldubitti yöntemlerini yasallaştırır. Böylece, 1936-1938 yıllarının büyük ihraçlarının damgasını vurduğu tam anlamıyla terörist olarak adlandırılabilecek evre başlar. 1934  kongresine katılan delegelerin yarısından fazlası tasfiye edilir. 178 bin kişilik ordunun 30 bin kadrosu tutuklanır. Buna paralel olarak devlet aygıtının istihdam ettiği kişi sayısında patlama yaşanır. Tarihçi Moshe Lewin tarafından ortaya çıkarılan istatistiklere göre, yönetici personel 1928’de 1 450 000 üyeden, 1939’da 7 500 000’e yükselmiştir. Beyaz yakalı sayısı ise 4 milyondan 14 milyona sıçramıştır. Devlet aygıtı, onu denetleyebildiğini düşünen partiyi adeta yutuyordu.

Ülke, bürokratikleşmenin kamçılayıcı etkisi altında, dünyada eşi benzeri görülmemiş bir altüst oluş yaşamıştır. 1926 ile 1939 arasında, şehirlerin nüfusuna 30 milyon kişi eklenir. Ücretli emek gücü 10 milyondan 22 milyona çıkar. Bunun sonucu olarak da şehirler kitlesel biçimde kırsallaşır, ve yeni bir iş disiplini despotça dayatılır. Bu kaçınılmaz dönüşüme milliyetçi bir kabarış ve kitlesel bir kariyerizmin ortaya çıkışı eşlik eder. Tüm bu toplumsal ve coğrafi altüst oluş içinde, toplum bir anlamda “sınıfsız”dı, der alaycı biçimde Moshe Lewin, çünkü tüm sınıflar şekilsiz ve daimi bir kaynaşma içindeydi.

Aralarındaki problematik farklarının ötesinde, Troçki ve Hannah Arendt kadar birbirinden farklı düşünürler, birinci beş yıllık planı ve otuzların büyük tasfiyelerini, bürokratik karşı devrimden (Troçki) veya totalitarizmden (Arendt) bahsetmeyi mümkün kılan niteliksel dönemecin başlangıç tarihi olarak görmek konusunda hemfikirler. Troçki’nin katkısı, bürokratik karşı devrime dair, tarihsel ve toplumsal koşulların saray entrikaları ve aktörlerin psikolojisi karşısında öncelik kazandığı maddeci bir kavrayışın unsurlarını sağlama noktasında olmuştur. Kitlelerin dahil olduğu devasa olayları, üstün önderlerin veya büyük ustaların yaptığı bir “yukarıdan tarih”in kaprislerine indirgemez. Bununla birlikte Troçki’nin bu katkısı bu konudaki tartışmayı sona erdirmez ve onun “ortodoks” ve “heterodoks” mirasçılarını bölen tarihsel bilmeceyi kesinkes çözmez.

Troçki özellikle bürokrasinin özerkleştiği ve iktidarın bir kişinin ellerinde toplandığı sürecin aşamalarını tespit etmeye yoğunlaşır. Ayrıcalıkların somutlaşma derecesi, sınıflar, parti ve devlet arasındaki ilişkiler, bürokratik yönetimin uluslararası politikası bu eşikleri belirleyebilmek için incelenen çeşitli –iç içe geçmiş– işaretlerdir. Bununla birlikte bu reaksiyoner dönüşümün başlıca göstergesi sosyolojik değil siyasaldır: Almanya’da nazizmin yükselişi ve zaferi karşısında Komünist Enternasyonal’in iflasında yatmaktadır. 1937’de Moskova duruşmaları ve büyük terör gırla giderken, Troçki yaklaşımını düzeltir: “Daha önce stalinizmi bir bürokratik merkezcilik olarak tanımlamıştık. Bu önerme bundan böyle geçersizleşmiştir. Bonapartist bürokrasinin çıkarları artık merkezciliğin karma karakterine tekabül etmemekte. Dünya arenasında stalinizmin karşı devrimci karakteri tümüyle yerleşmiştir”. Bu tespitin sonucu da SSCB’ye yönelik düzeltme ve reform çizgisinin terk edilmesi gerekliliğidir: Bundan böyle merkezi görev “bizzat thermidorcu bürokrasinin alaşağı edilmesidir”. Bu yeni devrim de, mevcut toplumsal kazanımlara (devlet mülkiyeti ve planlama) dayanması gerektiğini ölçüde “siyasal” olarak tanımlanmaktadır. Troçki üzerine bir çalışmasında Ernest Mandel stalinizm hakkında şu paradoksal formülü kullanır: “Devrim içinde siyasal karşı-devrim”. Bu muğlak formüller sovyet devletini, bürokratik olarak yozlaşmış işçi devleti şeklinde karakterize etmeye yol açar ve böylece ona fazlasıyla kargaşaya sebep olan bir toplumsal öz atfeder.

Bununla birlikte “siyasal devrim” programı 1927’de Sol Muhalefet Platformu’nda öne sürülen bir dizi demokratik talep de içermektedir: “ 1/ İş gününü uzatmaya yönelik her türden girişimi önlemek; 2/ Ücretleri artırmak, en azından mevcut sanayi verimliliğine bağlı olarak; 5/ İşçilerin kiralarının düşürülmesi…” Bu platform, parti içi anlaşmazlıkları gerekçe göstererek seçilmiş sendika temsilcilerinin görevden alınmasına kesinlikle karşıydı. Devlet makamları karşısında fabrika komitelerinin ve yerel komitelerin tam bağımsızlığını talep ediyordu. Buna karşın, “SBKP’nin sahip olduğu tek parti konumunu” sorgulamıyordu. “Devrim için kesinlikle vazgeçilmez olan” bu durumun bir dizi “özel tehlike” taşıdığını belirtmekle yetiniyordu. 1938’in Geçiş Programı bu konuda esaslı bir değişimi yansıtır. Proletaryanın heterojenliğini ve iktidarın fethinin ötesinde de bu sınıf içinde varolabilecek çıkar çatışmalarını ifade ettiği ölçüde, siyasal çoğulculuk, sendikaların partiye ve devlete karşı bağımsızlığı, demokratik özgürlükler gibi konular Geçiş Programı’nda birer ilkesel mesele halini alır. İhanete Uğrayan Devrim’de bu ilkesel çoğulculuğun teorik temellerini sunar. Sınıflar, “sanki bir sınıfın bilinci onun toplum içindeki yerine tümüyle tekabül edermişçesine” homojen değildir. “İç uzlaşmazlıklarla parçalanmaktadırlar ve ortak hedeflerine ancak eğilimler, gruplar ve partiler arası mücadelelerle ulaşırlar. Kimi kısıtlamalarla birlikte, bir partinin bir sınıf fraksiyonu olduğu söylenebilir, fakat bir sınıf çeşitli fraksiyonlardan oluştuğundan aynı sınıf farklı partiler oluşturabilir”. Böylece Sovyet toplumunun proletaryası “kapitalist ülkelerinkinden daha az değil, fakat daha da çok heterojen ve karmaşıktır, ve dolayısıyla çeşitli partilerin oluşması için hayli elverişli bir zemin sunabilir”. Troçki’nin bundan çıkardığı sonuç, sovyetlerin demokratikleştirilmesinin bundan böyle “çok partililik hakkı olmaksızın düşünülemeyeceği”ydi.

4. Parti ve Enternasyonal Meselesi

Bu, troçkizmin sözünü ettiğimiz bu ilksel hâlinin dördüncü büyük meselesidir. Sürekli devrim teorisinin ve devrimin uluslararası bir süreç olarak kavranışının örgütsel uzantısıdır. Troçki’nin, hayatının en önemli mücadelesi olarak gördüğü yeni bir Enternasyonal için son mücadelesi, Sovyet rejiminin milliyetçi gelişimiyle ve onun öngörülebilir sonucu olan ve 1943’te resmileşen Komünist Enternasyonal’in tasfiyesiyle tam bir karşıtlık içindedir.

Çeviren: Uraz Aydın

Kaynak: Daniel Bensaid, Les Trotskysmes, Que sais-je, PUF, 2002.

Karl Liebknecht – Emperyalist Savaşa Karşı Bir Ömür – Gilardi Paolo

“…Ama benim itirazım savaşa, savaşın sorumlusu olup onu yönetenlere; benim itirazım savaşı doğuran kapitalist politikaya (…) ve talep edilen askeri kredileri işte bu nedenle geri çeviriyorum” 

Yüz yıl önce 1914 Aralık’ında Karl Liebknecht, Alman parlamentosu Reichstag’ta savaş kredilerinin reddini açıklamak için söz aldığında konuşmasını işte bu sözlerle bitirmekteydi. Bununla birlikte, büyük kasaplığın yüzüncü yıldönümü vesilesiyle yapılan binlerce yayının hiçbiri Liebknecht’i vitrine çıkarmıyor; oysa biz çıkarıyoruz. Ve bunun da çok iyi bir sebebi var! 

1871’de doğan, Marx ile Engels’in yol arkadaşı ve Alman sosyal demokrat partisi SPD’nin kurucusu Wilhelm Liebknecht’in oğlu olan Karl, 1887’de hukuk doktoru olur. Hapisteki militanların savunmasını defalarca hukukçu olarak üstlenir. 

Burjuvalar Karl’ı cezaevine gönderiyor 

1907’de, içerisinde özellikle “her ülkenin proletaryası için yalnızca tek bir gerçek düşman vardır; o da kendisini ezen ve sömüren kapitalist sınıftır” cümlesini yazdığı Militarismus und Antimilitarismus başlıklı bir broşür yayımlar. Bu broşür kendisine vatana ihanet nedeniyle 18 ay hapis cezasına mal olur. Hapse girmek üzere teslim olmadan önce Berlin işçilerinin 25 Ekim’de düzenlediği veda toplantısını Humanité’nin Berlin muhabiri şöyle anlatır: “7000’i aşkın yurttaş salonda yerini almışken, 5000’i de civardaki sokaklarda bulunmaktaydı”. 

Aynı yıl Sosyalist Gençlik Örgütleri Enternasyonali’nin başkanı olur. Enternasyonal’in 1910 Kongresi’ne proletaryayı “hâkim sınıflarca yayılan şovenizme (…) sınırların üzerinden el ele tutuşarak” cevap vermeye çağırdığı “Militarizme karşı tezler”ini sunar. 

Ve gelmekte olan savaşı kınamak için Fransa’nın kuzeyindeki Condé-sur-l’Escaut’da düzenlenen bir toplantıya başka gerçek sosyalistlerle birlikte savaşın hemen birkaç gün öncesinde katılır. Ancak, savaşa karşı çıkmakla birlikte, Alman parlamentosu Reichstag’ın 4 Ağustos 1914 tarihli oturumunda savaş kredileri lehinde oy kullanmıştır. 

Avrupa’da yalnızca birkaç sosyalist parti hâlâ savaşa karşı çıkarken, başta SPD olmak üzere sosyal demokrat partilerin çoğunluğu kutsal ittifaka katılmıştır. Liebknecht parlamento grubunun disiplinine uymuştur. Bu kredileri ilk kez ancak 2 Aralık’ta reddedecek ve bunu yaparken ardından SPD milletvekillerinin bir azınlığını da peşinden sürükleyecektir. 

Misilleme olarak zorla silahaltına alındığında, ne tür olursa olsun silah taşımayı reddetmiş, ancak enternasyonalci sosyalistlerin Zimmerwald Konferansı’na da katılamamıştır. 1916 1 Mayıs’ı için Berlin’e döndüğünde, dört yıl hapis cezasına çarptırılmasına mal olan “dünya emperyalizmine karşı dünya proletaryasının mücadelesine” bir çağrı yayımlayacaktır. 

Ve işte devrim 

Ekim 1918’de müttefik Avusturya-Macaristan çökerken Alman yenilgisi de ufukta belirmeye başlar. Liebknecht 23 Ekim’de serbest bırakılmıştır. 3 Kasım’da Kiel’de üslenen donanma filosunun denizcileri ayaklanır ve bayrak direklerine kızıl bayrak çekerler. Ayın 5’iyle 9’u arasında ülke işçi ve asker konseyleriyle kaplanır. Kayser tahttan feragat eder. 9 Kasım’da SPD ile daha radikal bir akım olan USPD’den oluşan bir hükümet kurulur. 

Hükümete katılması istenen Liebknecht bunu geri çevirir ve bu nafile bir çağrı olsa da iktidarın İşçi Konseyleri’ne devredilmesini talep eder. Almanya o sıralarda ikili iktidarın, hükümet iktidarı ile örgütlenmiş proleterlerin iktidarının bir arada var olduğu ve çatıştığı kısa bir dönem yaşamaktadır. 

İşte bu bağlamda, Spartakistler Birliği’nden yoldaşları ve işçi konseylerinden çıkan devrimci delege gruplarıyla birlikte Almanya Komünist Partisi – KPD’yi kurar. 

Bir hükümet provokasyonunun ardından partinin rızası olmadan, sosyal demokrat bakan Gustav Noske’nin yönetiminde askeri olarak ezilecek bir ayaklanma çağrısı yapar. 15 Ocak’ta tutuklanan Liebknecht, Rosa Luxemburg’la birlikte Hür Kıtalar tarafından infaz edilecektir. 

Ya sosyalizm ya barbarlık 

Bu Alman Devrimi’nin 1923’teki bir başka başarısızlığından önceki yenilgisi olmuştur.  Rosa tarafından konulmuş olan alternatifin terimlerini dramatik bir tarzda karara bağlayan bu iki başarısızlık olmuştur: Sosyalist devrimin yokluğunda, barbarlık galebe çalacaktır. Hem de daha üzerinden ancak birkaç sene geçmişken… 

Çeviri: Osman S. Binatlı 

Gilardi Paolo, IV. Enternasyonal’in İsviçre seksiyonu Gauche Anticapitaliste’nin üyesidir.

Taliban’ın Zaferi: ABD İşgali Sadece Ölüm Getirdi – Farooq Tariq

IV. Enternasyonal üyesi olan Faruk Tarık’ın (Farooq Tariq) Kabil’in Taliban’ın eline geçmesinin ardından sıcağı sıcağına sosyal medya sayfasında yayınladığı bu kısa değerlendirmeyi paylaşıyoruz. Faruk Tarık yıllarca Pakistan Emek Partisi’nin yöneticiliğini yaptıktan sonra 2012’de kurulan Awami İşçi Partisi’nin Genel Sekreterliğini ve sözcülüğünü yaptı. Şu anda Lahor Sol Cephesi’nin koordinatörü. 

ABD emperyalizminin Afganistan’daki tüm insani ve finansal yatırımlarını kaybettiği artık aşikâr. Taliban Afganistan’ı neredeyse savaşmadan işgal etti. Afganistan’da son 20 yıldır kalkınma, ‘demokrasi’ ve silahlı kuvvetlerin eğitimi adına harcanan para, dünya tarihinde görülmemiş bir şeydi.

Cost of War Project’e (Savaşın Maliyeti Projesi) göre ABD, Afganistan’a 2226 milyar dolar akıttı. Bu para tüm dünyada temel eğitim ve sağlık hizmetleri sağlayabilirdi. ABD Savunma Bakanlığı’nın 2020 yılı raporuna göre ABD, savaş harcamalarına 815,7 milyar dolar harcadı. Pakistan’ın toplam dış borcu şu anda 116 milyar dolar, yani bu harcamalar Pakistan’ın toplam dış borcunun 7 katı. Bütün bunlara rağmen, Amerikalılar Afganistan’dan aceleyle çekildiler ve Eşref Gani hükümetinin çöküşü, şu anda tüm ABD yatırımlarının tek bir kurşun atılmadan Taliban’a devredildiği anlamına geliyor.

Bu savaştaki kayıplar, Nisan 2021’e kadar 47.235 sivil, 72 gazeteci ve 444 insani yardım görevlisinin bu savaşta öldürüldüğü gerçeğinden tahmin edilebilir. 66.000 Afgan askeri de bu savaşın kurbanı oldu.

Amerika Birleşik Devletleri 2.442 asker kaybetti ve 20.666 kişi yaralandı. Ayrıca 3.800 özel güvenlik personeli öldürüldü. NATO’nun Afgan güçlerinde 40 ülkeden asker yer alıyordu. Bunlar arasından 1.144 asker öldürüldü.

Ülke dışına sığınanların sayısı 2,7 milyon, 4 milyon ise ülke içinde yerinden edildi. ABD emperyalizmi bu savaşı finanse etmek için cömertçe borç aldı. Tahminen sadece faiz olarak 536 milyar dolar ödedi. Ayrıca, tıbbi ve savaş birliklerini geri döndürmek için diğer harcamalara 296 milyar dolar harcadı.

Savaşmadan teslim olan 300.000 Afgan askerinin eğitimi için 88 milyar doların ve baraj, otoyol vb. yeniden inşa projelerine harcanan 36 milyar doların yanı sıra Afganların haşhaş ekmemesi ve eroin satmaması için 9 milyar dolar tazminat olarak harcandı.

Amerikalılar, kalkınmanın Afganları Taliban’ın yanında yer almamaya ikna edeceğini düşündüler. Ancak bu olmadı (Taliban’ın popülaritesi de tartışmalı olmakla birlikte) ve yoksulluğu ortadan kaldırmadı. Şu anda Afganistan’da işsizlik oranı yüzde 25, yoksulluk oranı ise yüzde 47. Bunlar Dünya Bankası tahminleridir.

Bununla birlikte insani açıdan bazı ilerlemeler kaydedildi. Örneğin, yaş ortalaması 56’dan 64’e yükseldi ve 5 yaşından önce ölen çocukların sayısı yarı yarıya azaldı. Okuryazarlık %8’den %43’e yükseldi. Toplumun %89’unun şehirlerde güvenli içme suyuna erişimi var. Daha önce sadece %16 idi.

Bundan böyle Amerikalıların yaptığı tüm yatırımlar Taliban’ın eline geçecek. Afgan askerleri silahlarını bırakıp kaçıyorlar, o silahlar Taliban’ın eline geçti. Taliban artık 1996 Afganistan’ını değil, trilyonlarca doların yatırıldığı 2021 Afganistan’ını işgal ediyor.

Amerikalıların bu yenilgisi, Sovyetler Birliği’nin 1988 Cenevre Antlaşmasından sonra Afganistan’dan çekilmesiyle karşılaştırılamaz. SSCB, oradaki güçleri eğitti ve bunlar, SSCB’nin ayrılmasından sonra 3 yıl kadar hükümette kaldı. Burada Eşref Gani ve ekibi, Amerikan ve NATO güçlerinin geri çekilmesinden sonra Taliban saldırısının başlamasıyla birkaç gün içinde düştü.

Afganistan’daki durumdan çıkarılacak tarihi ders, yabancı güçlerin doğrudan askeri müdahalesiyle oluşturulan güçlerin ülkeyi savunamayacağıdır.

Sovyet kuvvetlerinin kalması 10 yıl sürdü ve başarısız oldu. 20 yıl boyunca, ABD ve NATO güçleri Afganistan’da konuşlu kaldı, eğitimli Afgan ordusu savaşmadan dağıldı.

Nedeni açık: Afgan halkının ve askerlerinin savaşacak hiçbir ideolojik temeli yoktu.

Eşref Gani ve ekibi devasa bir yolsuzluğa karıştı. Sınıf ayrımı keskindi. Afganlar Amerikalılar için savaşmadılar, ajanları için nasıl savaşabilirlerdi ki.

Eşref Gani ve ekibi, kapitalizmin en kötü biçimini temsil ediyor. Öte yandan, tüm vahşetine rağmen Taliban dini akıllıca sömürmeyi başardı. Dini bir devlet fikrine sahiptiler. Eşref Gani hangi devleti istediğini hiçbir zaman netleştiremedi.

Taliban’ın zaferi, tüm dünyadaki ilericiler için kötü bir haber. Amerikan ajanlarının eleştirisi, Taliban’a destek amaçlı değildir. İkisine de muhalefet devam edecek. Afganistan’da akacak kanı ancak gerçekten demokratik bir sosyalist ideolojinin zaferi durdurabilir.

Taliban’ın zaferi bir barış işareti değil, daimî bir iç savaşın mesajıdır. Güney Asya’da bir başka fanatik dini devletin kurulması, bölgede mezhepçiliği teşvik edecek ve barış karşıtı tedbirler devam edecektir.

Farooq Tarik

15 Ağustos 2021

Çeviri: Rıfat Hasret

Başlık İmdat Freni tarafından konulmuştur. 

Görsel: AFP

İşten Çıkarmalara Karşı İBB Önünde Protesto

Geçtiğimiz günlerde İstanbul Büyükşehir Belediyesi Çalışanları Derneği, İBB’ye bağlı İSPER iştirakinde en az dört personelin meslek hastalığı raporu olması sebebiyle işten atıldığını ve benzer durumda olan 30’a yakın işçinin de atılma riski ile karşı karşıya olduğunu açıklamıştı.

İstanbul Büyükşehir Belediye Çalışanları Derneği’nin çağrısı ile meslek hastalığına yakalandıkları gerekçesiyle işten çıkarılan İBB çalışanları için bugün saat 17.00’da Saraçhane İBB binası önünde basın açıklaması gerçekleştirildi. 

Açıklamanın tam metni:

Bugün burada, İBB için çalışırken meslek hastalığına yakalanan işçilere gerçekleştirilen kıyımı protesto etmek için bir araya geldik.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Çalışanları Derneği olarak, üyemiz olan Bahadır Öçalan’ın yaşadığı süreçle haberdar olduğumuz durum, İBB çalışan sorunları buzdağının görünen yüzü. Süreci özetlemek gerekirse… 

İBB’ye bağlı İSPER iştirakinde en az dört personel, meslek hastalığı raporu olması sebebiyle işten atıldı. Benzer durumda olan 15 civarında çalışan, endişeyle işten atılmayı bekliyor. İBB’nin farklı iştiraklerinde bu sayının 30 kişiyi aştığı duyumu var. İş akdi sonlandırılan işçilerden biri olan Bahadır Öçalan, aynı zamanda İBB Çalışanları Derneği Sosyal ve Kültürel Dayanışma Derneği üyesi.

İSPER bünyesinde İSKİ sayaç okuma personeli olarak çalışan Öçalan’a, ortopedik rahatsızlıklarından dolayı – kas iskelet sistemi rahatsızlıkları nedeniyle gittiği hastanede, 24.07.2020 tarihinde aldığı sağlık kurulu raporuna göre, menisküste dejenerasyon ve kemik iliği ödemi teşhisleri konmuş ve “sürekli çömelmeyeceği, merdiven inip-çıkmasını gerektirmeyecek bir bölümde çalışmasına” karar verilmiştir. Bu nedenle, Öçalan’ın bağlı olduğu Esenyurt şubesindeki kısım amiri, raporu nedeniyle kendisinden ortalama günlük sayaç okuma kotasının 2/3’ünü yapmasını talep etmiştir. Ancak neredeyse 1 yıl sonra, 06.05.2021 tarihinde Öçalan’a, İSPER Ücretlendirme ve Endüstriyel İlişkiler Müdürlüğü’nden ücretsiz izine çıkarıldığına dair bir tebligat ulaşmıştır. Gerekçesi, “raporunuza uygun bir pozisyon şu aşamada tespit edilememiştir,” olmuştur. Bu tarihten itibaren derneğimiz olarak gerek alt işveren İSPER gerek asıl işveren İSKİ gerek İBB yönetimi gerekse de CHP temsilcileriyle diyalog kurmaya çalıştık. Tüm bunlara rağmen, 30.07.2021 tarihinde onlarca İBB iştirakinde binlerce iş pozisyonunun karar vericisi durumunda olan İSPER, “mesleki ve şahsi niteliklerinize uygun boş bir pozisyon bulunamadığı” gerekçesiyle Bahadır Öçalan’ın iş akdini tek taraflı olarak feshetmiştir.

Bahadır Öçalan, ağır iş yükü sebebiyle sağlığından olmuştur. Bu durumdan doğrudan alt işveren İSPER ve asıl işveren İSKİ sorumludur. Üstelik, pandemi gibi hem sağlık hem de ekonomik yönden son derece zorlu bir süreçte üyemizin ve benzer durumdaki diğer çalışanların ücretsiz izine ayrılmaları, bu zorlu dönemde 1500 TL gibi bir ücrete mahkum edilmeleri ve sonrasında da işsiz bırakılmaları, iş etiği – yani hakkaniyet ilkesi açısından da kabul edilemez. İşçinin sağlığının bozulmasına sebep olan çalışma koşullarını görmezden gelmek, meslek hastalıklarını gizlemek için işten atma korkusu salarak işçileri sağlık raporu almaktan yıldırmak, alınmış olan raporları değiştirtmeye zorlamak, çok daha vahim birçok iş kazası, meslek hastalığı ve hatta iş cinayetinin kapısını aralamaktadır. 

Bahadır Öçalan ve işten atılan İBB çalışanları, yıllar boyunca AKP ve sermaye ortağı taşeron şirketlerin “çok iş, az personel, daha fazla kâr” ilkesiyle hem ruh hem de beden sağlıklarını kaybettiler. İBB’ye bağlı İSKİ’de 2011’de İSKİ abone sayısı 3,5 milyon iken; sayaç okuma ve açma kapama personel sayısı 900 idi. 2019’daysa İSKİ abone sayısı 6 milyon olduğundaysa personel sayısı 850’ye düşmüştü. İSKİ’de en çok meslek hastalığı raporu, nüfusu son 10 yılda 3 katı artan Esenyurt’ta meydana gelmiştir. Oluşan mağduriyetin bedelinin gerçek sorumlular yerine işçilere ödetilmesini kabul etmiyoruz. AKP’nin sömürüp sakat bıraktığı işçiyi, sosyal demokrat olduğunu iddia eden bir siyaset anlayışı işten çıkartmıştır. İşçinin sağlığını yitirmesine neden olan sorumlular hem hukuki hem de cezai açıdan neden oldukları sonuçların bedelini ödemelidirler. Nitekim, bu konuda açılacak maddi ve manevi tazminat davalarının yanı sıra sorumlular hakkında suç duyurularında da bulunacağız. 

Tüm emek dostları ve basın emekçileri, çalışırken ölmemek ve yine çalışırken sakat kalmamak konusundaki taleplerimiz nettir:
– İlk ve en yakıcı talebimiz, meslek hastalığı raporu olduğu gerekçesiyle atılan işçiler geri alınsın ve sağlık durumlarına uygun pozisyonlara yerleştirilsin.
– İkincisi, İBB personeli üzerinde olan fazla iş yükü, hakkaniyetli bir biçimde azaltılsın.
– Üçüncüsü, İBB’nin tüm çalışanları için işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemleri, göstermelik değil, ciddi bir şekilde uygulansın.

Bizler çözmek için mücadele ettiğimiz bu sorunların tek bir iştirake, sadece İSKİ’ye ait olmadığını biliyoruz. Benzer sorunların diğer iştiraklerde de olduğu, meslek hastalıkları yüzünden işten atılan işçilerin farklı iştiraklerde de bulunduğu İBB işçileri arasında hızla yayılıyor. Sorunlar, sıkıntılar, çözülmeyen dertler, bir çalışandan diğerine, bir iştirakten diğerine aktarılıyor. Sorunlar yumağının bir tarafını çözmeye çalışırken ipin ucuna takılı onlarca yeni sorun önümüze geliyor. 

Rekor sıcaklıklar yaşadığımız geçtiğimiz hafta, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, saha personellerine hiçbir koruma önlemi sağlanmadan, her zamanki iş yüküyle işlerine devam ettirmiş, görev sırasında bayılan işçiler olmuştur. Yakın tarihli bu olaylar, İBB’nin işçi sağlığı ve iş güvenliği konusunda ne kadar vurdumduymaz olduğunu, işçi sağlığı ve iş güvenliği konusunu gerçekten önemsemediğini, gerçek ve amaca uygun risk değerlendirmeleri yaparak bunları uygulamaya koymadığını, sahada sorunları birebir yaşayan çalışanların görüşlerini almadığını ve katılımlarını sağlamadığını, özetle işçi sağlığı ve iş güvenliği konusunda işleyen bir sistem kurmadığını ve sadece kar odaklı davrandığını göstermektedir.

Düzeltilmesi gereken bunca sorun varken, şimdiki süreçte İBB, bu işlemeyen sistemi işler hale getireceğine, işçilere hastane tarafından verilen sağlık kurulu raporlarının yalan raporlar olduğunu söyleyerek, yapılan hukuksuzluğu gizlemeye çalışmaktadır. Hiçbir yazılı iş teklifi olmamasına rağmen işten attığı işçilere pozisyonlarına uygun iş teklifleri yaptığını söyleyerek, sorumluluğu kendi üzerinden atmaya çalışmaktadır. Arkadaşımız Bahadır Öçalan örneğinde, sağlık raporuna uygun iş ümidiyle gönderildiği birim olan İlaçlama Hizmeti, kendisine eklemsel rahatsızlığı varken, benzer bir saha çalışmasını bir de üzerinde ilaçlama teçhizatının ağırlığıyla yapamayacağını ve benzer durumda olan kendi personelini başka birimlere kaydırdığını açıklamıştır. Sağlık raporuna zaten uygun olmayan bu pozisyon dahi arkadaşımıza yazılı bir teklif olarak gelmemiştir.

Bizler, İBB’nin tüm bu hiç çözülmeyecekmiş gibi duran sorunlarını çözmek için derneğimiz olarak her türlü işbirliğine de mücadeleye de hazırız.

Bahadır Öçalan arkadaşımızın uğradığı haksızlığın giderilmesi ve işine geri dönmesi için İBB yöneticilerinin duyarlı davranışını ve çözüme yönelik adımlarını bir an önce görmek istiyoruz. Pazartesi sabahına kadar, arkadaşımızın işine dönmesi için İBB, İSKİ ve İSPER yöneticilerinin atacağı adımları bekleyeceğiz. Eğer Pazartesi sabahı arkadaşımız Bahadır Öçalan işine halen dönmemiş olursa, bekleyişimize buradan devam edeceğiz ve dernek üyemiz işe alınana kadar İBB binası önünden ayrılmayacağız.

İBB Çalışanları Derneği olarak bu sürecin sonuna kadar takipçisi olacağımızı burada, bizi desteklemeye gelmiş olan tüm emek dostlarına, sendikalara, demokratik kitle örgütlerine, siyasi kurumlara ve basın—yayın kuruluşlarına bildiririz.

Kaynak: Esra Üşüdür / Siyasi Haber

Eko-Komünist bir Gelecek için Fosil Faşizmiyle Mücadele – Zetkin Kolektifi

“Anti-faşistlerin faşizmle gelebilecek çevresel yıkımı olduğu gibi çevresel yıkımla gelebilecek faşizmi de anlamaları gerekiyor. Ancak bu yakınlaşma aynı zamanda saldırgan da olmalıdır: ortak bir ekososyalist mücadelede hücuma geçilmeli. Hem iklim değişikliğini hem de faşizmi oluşturan temel süreçlerle yani kapitalizm ve krizleriyle ancak bu şekilde yüzleşebiliriz”.

Küresel iklim krizinin sonucu olarak dünyanın dört bir yanında orman yangınları patlak veriyor. Saray rejiminin yönetmekten adeta imtina ettiği bu kriz koşullarında, yine bu rejimin ayrılmaz bir parçası haline gelmiş olan nefret dilinin ve ayrımcılığın da sonucu olarak toplumun çeşitli kesimlerinde yangının yaşattığı dehşete karşı öfkenin Kürtlere ve göçmenlere yöneldiğini görüyoruz. Bu yaşanılanlar vesileye Andreas Malm ve Zetkin Kolektifiyle yapılmış, Serap Güneş tarafından tercüme edilen ve Dünyadan Çeviri sitesinde yayımlanan söyleşiyi İmdat Freni’ne de almayı gerekli gördük. İyi okumalar.

Kuzey Amerika’nın Batı Kıyısı bir kez daha yanıyor. Geçen ay, Phoenix, Arizona, art arda beş gün 46 santigrat derece sıcaklık kaydetti. Yeni bir rekor. Her öğleden sonra, beton ve asfaltın yüzey sıcaklığı 82 santigrat dereceye çıktı – üçüncü derece yanıklara neden olacak kadar sıcak. Sıcaklıkların marjinal olarak düşük olduğu Kaliforniya ve Teksas’ta, enerji şebekesi operatörleri, uzun süreli bir ısı dalgasının enerji altyapısına zarar vereceğinden ve geçen yıllardaki kesintilerin tekrarlanmasına neden olacağından korktular. Bunaltıcı sıcakta serin kalmak için klimaya bağımlı olan birçok kişi için bu durum sağlık sorunlarına ve hatta ölüme neden olabilir.

Kuzey Amerika’nın devam eden sıcak hava dalgası öncesinde, Batı Kıyısı’nda aylarca süren ve benzeri görülmemiş su kıtlığı, mahsul kıtlığı ve orman yangınları için koşulları oluşturan aylarca süren yağışsız hava dönemi olmuştu. Kaliforniya ve Arizona’nın orman yangını sezonu alışılmadık şekilde erken başladı. Arizona’nın ilk yangınlarından biri dört gün devam etti, 27 mil karelik kırsal alanı yakıp kül etti ve iki kasabayı tahliyeye zorladı. Bu röportaj yayına hazırlanırken, Batı Kıyısı’nda Portland’ın iki katı büyüklüğünde 60’tan fazla orman yangını sürüyordu. ABD’de olağan hale geldiği gibi, devlet yetkilileri mahkûmları alevlerle mücadele etmeleri için gönderiyor ve onlara saatte 1,50 dolar gibi düşük bir ücret ödüyor.

Zaten bu yıl Pakistan ve Kuzey Hindistan, 52 santigrat dereceye ulaşan sıcaklıklarla sarsıldı. Vancouver’ın 124 mil dışındaki küçük Lytton kasabası, Kanada’da şimdiye kadar kaydedilen en yüksek sıcaklık olan 49,6 santigrat dereceye ulaştı. Bu arada Brezilya, son 100 yılın en kötü kuraklığını yaşadı ve gıda fiyatlarının yukarı doğru fırlamasına yol açtı. Bu uç noktalarda, normal yaşam askıya alınır. İnsanlar ölür. Ekosistemler çöker. Ve kargaşanın içinden gerici toplumsal güçler harekete geçer.

Köklü göçmen karşıtı ve ırkçı mecazlar ile gerici bir inkarcı iklim gündeminin zehirli bir bileşimi sayesinde, aşırı sağ partiler ve toplumsal hareketler Avrupa ve Amerika’da artan bir etkiye sahip. Zetkin Kolektifi’nin White Skin, Black Fuel: The Danger of Fossil Fascism kitabı (Beyaz Deri, Kara Yakıt: Fosil Faşizmi Tehlikesi), bu hareketlerin ve fikirlerin yükselişinin haritasını çıkarıyor ve ufku gözeterek “fosil faşizminin” ortaya çıkışını öngörüyor.

Zetkin Kolektifi üyesi Andreas Malm’ın en son bireysel olarak kaleme aldığı eserleri How to Blow up a Pipeline (Bir Boru Hattını Nasıl Havaya Uçurursunuz) ve Corona, Climate, Chronic Emergency (Korona, İklim, Kronik Acil Durum), kesişen ekolojik, epidemiyolojik ve politik çıkmazlarımızın hızla yazılmış konjonktürel analizleriydi. Her iki kitap da, kapitalizmin ekolojik çöküşe doğru nefes kesen gidişatı ve kapitalist merkezlerdeki iklim hareketlerinin mücadele stratejilerinin sınırları hakkında gündeme kızıl-yeşil bir kama sokma çabası.

White Skin, Black Fuel, ırksal kapitalizm, fosil yakıt çıkarma, milliyetçilik ve iklim çöküşü arasındaki karşılıklı ilişkilerin ayrıntılı bir analizi. Kitap, bilimsel araştırmalarla nasıl angaje olunacağının en iyi örneği. Eko-komünist bir geleceği gerçekleştirmek için savaşırken karşımıza yığılmış gerici güçlerin güçlü bir hatırlatıcısı ve hareketlere açık bir çağrı.

Bu röportajda Kai Heron, Zetkin Kolektifi üyeleri Andreas Malm, Laudy van den Heuvel ve Ståle Holgersen ile Kolektifi’nin yazma süreci, iklim inkarı ve fosil faşizmine karşı direniş hakkında konuşuyor.

Kai Heron: White Skin, Black Fuel’nin (WSBF) tanıtım yazısına göre, Zetkin Kolektifi’nin yirmi bir üyesi kitap üzerinde işbirliği yaptı. Peki Zetkin Kolektifi nedir? Ve 20 kişiyle birlikte kitap yazmak nasıl bir şey? Dışarıdan, lojistik bir başarı gibi görünüyor!

Laudy van den Heuvel: Zetkin Kolektifi, ekoloji ve aşırı sağ konusunda her birinin kendi uzmanlık alanına sahip olduğu, oldukça çeşitlilik içeren bir akademisyen, öğrenci, mezun ve aktivist grubudur. Bazıları farklı üniversitelerde görev yapıyor ama çoğumuz gönüllü üyeyiz. Kitap için herkes kendi ilgi ve uzmanlık alanında araştırma yaptı ve bunu Andreas Malm’a iletti. O da bunları derledi ve tutarlı bir metne dönüştürdü.

Zetkin Kolektifi olabildiğince şeffaf ve demokratik olmaya çalışıyor. Bu yüzden kitabın hazırlık süreci epey uzun sürdü çünkü Andreas Zetkin üyelerinin sağladığı tüm bilgileri işledi, ardından tüm bilgilerin gerçekten de doğru, net ve olabildiğince iyi kullanılmış olduğundan emin olmak amacıyla onay, geribildirim, yorum vs. için hepimize geri verdi.

Bir grup olarak Zetkin Kolektifi, biz onunla ne yapıyorsak odur: hepimizin farklı odak noktaları var, ancak hepimiz kabaca aynı konu üzerinde çalışıyoruz. Ayrıca, şimdi eyleme ihtiyaç duyulduğuna inandığımız için, kolektifin açık bir aktivist temeli var. Bu aktivizmi ifade etme şeklimiz kişiden kişiye farklı olabilir, ancak oldukça tutarlı bir değerler setimiz var ve Zetkin Kolektifi, aynı konular üzerinde topluca çalışmanın yanı sıra, aynı vizyona sahip insanlarla bir araya gelebileceğiniz de bir yer.

Ståle Holgersen: Yazma süreci, yazarın başlığı kadar alışılmadık oldu. Kısacası şöyleydi: Kolektifin tüm üyeleri, aşırı sağ partiler arasındaki ilişkiler, ırkçılık/göç karşıtlığı ve derin bilgi sahibi oldukları ülkelerdeki ekoloji üzerine birkaç sayfa yazdılar. Andreas daha sonra bu bölümleri bugün okunabilecek bir senfoni haline getirdi.

Ayrıca, fosil faşizmi veya fosil yakıtın ırksal tarihi üzerine daha genel tartışmalar gibi, doğrudan güncel vaka incelemelerine dayanmayan bölümler, büyük ölçüde Andreas tarafından yazılmıştır. Sonra organik, kaotik ama yine de bir ölçüde yapılandırılmış bir şekilde, süreç boyunca herkes yorum ve değişiklikler yaptı, modifiye etti ve hatta bazen yazının bazı kısımlarını yeniden yazdı.

WSBF, “fosil faşizmi” dediği şeyin ortaya çıkışı konusunda uyarıyor. Fosil faşizmi nedir, 20. yüzyılın ortalarındaki faşizmden farkı nedir ve sizi bu konuda bir kitap yazmaya motive eden şey nedir?

LH: “Fosil faşizmi” terimi aslında Cara Daggett’in petro-erkeklik, fosil yakıtlar ve otoriter arzu konusundaki bir makalesinde ortaya atıldı ilk kez. WSBF’de, faşizm söz konusu olduğunda, faşizm üzerine ünlü bilim insanı Roger Griffin’in anladığı gibi, bir fikirler dizisi olarak faşizm ile, klasik örneği iki savaş arası dönemde gördüğümüz faşizm olan gerçek bir tarihsel güç olarak faşizm arasında bir ayrım yapılması gerektiğini savunuyoruz. Şu anda görebildiğimiz şey, aslında hiçbir zaman sönmemiş olsa da son yıllarda genel bir yeniden canlanma yaşayan aşırı sağ partilerin, eğilimlerin ve sempatilerin yükselişi.

Ancak faşizmin tarihsel bir güç olabilmesi için gerçek bir kriz olması ve faşistlerin iktidara gelmesi gerekiyor. Şu anda çevresel nitelikte olan muazzam bir krizle karşı karşıyayız ve aşırı sağ, fosil endüstrisini – fosil sermayesini – tüm gücüyle savunur vaziyette yükselişte. Bu, bir fosil faşizmine doğru ilerleme riski olduğu anlamına geliyor.

Andreas Malm: Çok basitleştirilmiş bir tanım vermek gerekirse, fosil faşizminin, beyaz ulusun düşmanı olarak tanımlanan ve o şekilde muamele gören beyaz olmayan insanlara karşı sistematik devlet şiddetiyle birlikte iklim krizinde sorgulanan ayrıcalıkların saldırgan bir şekilde savunulması olduğunu söyleyebilirim. Bunun incelediğimiz ülkelerin hiçbirinde var olmayan bir şey olduğunu vurguluyoruz – Trump yönetiminin faşist olduğunu ya da iktidardaki ya da iktidara yakın herhangi bir aşırı sağ partinin henüz bu nitelikte olduğunu iddia etmiyoruz – ama bu yöne işaret eden eğilimler görüyoruz. Ve iklim krizi daha da kötüleşecek. Derinleştikçe, iki ideal-tipik biçim alabileceğini iddia ediyoruz: Fosil yakıtların sorgulandığı ve onlardan hızlı ve radikal bir geçişin başlatıldığı bir hafifletme krizi; ya da iklimsel etkilerin, metropolün merkezindeki zenginlerin bolca sahip olduğu temel kaynaklara – bu toprak, su, esasen herhangi bir şey olabilir – erişimin yeniden dağıtılmasını ve açılmasını talep edecek kadar sert vurduğu bir adaptasyon krizi. Bu iki kriz biçiminin iç içe geçmiş şekilde gerçekleşmesi de mümkün. Aşırı sağın iktidara gelebileceği ve devlet şiddetinin ateşini beyaz olmayan insanlara doğru çevirerek sorgulanan ayrıcalıkları agresif bir şekilde savunabileceği çeşitli senaryoları değerlendiriyoruz. Ne yazık ki, bu senaryolar fazla zorlama görünmüyor, en azından bizim açımızdan.

SH: Faşizm araştırmacıları için temel araştırma sorularından biri, “ne tür bir kriz faşizmi mümkün kılar”? Kitapta, takip eden bariz soruyu inceliyoruz: İklim krizi böyle bir kriz olabilir mi? Elbette gelecek hakkında kesin bir şey bilemesek de, bazı açık işaretler var: Son derece istikrarsız bir dünyada, iklimsel etkiler nedeniyle potansiyel olarak artan sayıda göçmenle birlikte gelecekte organik krizler gelişecek. Onlara göre suçlu olanlar asla “zengin, beyaz adamlar” olamayacağı için, ırkçı aktörlerin sorunlar için suçlayacak adaylar bulması gerekecek.

“Faşizm” terimi geleneksel olarak iki spesifik devletle, iki savaş arası İtalya ve Almanya ile güçlü bir şekilde bağlantılı olduğundan, Adolf Hitler’in yeniden ortaya çıkmasını beklemek yerine, onun “dönüşünü,” özellikleri ve eğilimleri -ya da faşizm süreçleri- açısından tartışmamız gerekiyor. Bu bağlamda aklımızda tutmamız gereken bir şey, faşizmin her zaman kapitalizmi örgütlemenin son derece modern bir yolu olduğudur. Bu, faşizm konusundaki kimi söylemlerle keskin bir tezat oluşturur ve kapitalizmin doğa ile sürdürülebilir bir ilişkisinin olması ne kadar mümkünse, “eko-faşizm”in ekolojik bir toplum olmasının da o kadar mümkün olduğu anlamına gelir. “Modern” kapitalist toplumların inşasında fosil yakıtlar şimdiye kadar en önemli enerji kaynağı olmuştur. Kitapta incelediğimiz işte bu bağlantılar.

Geçen yıl fırtınalar, sel, kuraklık, orman yangınları ve artan iklim kaosunun diğer işaretleri nedeniyle 30 milyon insan daha yerinden oldu. Ekonomi ve Barış Enstitüsü, 2050 yılına kadar toplam 1,2 milyar iklim mültecisi olacağını tahmin ediyor. WSBF, göç ve aşırı sağ ekolojizm arasında büyüleyici bir ilişki kuruyor. Göçü aşırı sağ siyaset için iklim krizi de dahil olmak üzere, diğer tüm sorunlara bakışlarını belirleyen bir prizma olarak tanımlıyorsunuz. Bu fikri detaylandırabilir ve bizim için neden önemli olduğunu açıklayabilir misiniz?

LH: Kitabın anlattığı gibi, aşırı sağ, iklim değişikliği hakkında ne zaman bir şey söylese, göçmenlik hakkında da bir açıklama yapıyor. Bu çeşitli biçimler alıyor, örneğin, “bizim asıl sorunumuz iklim değil, göç” demek; bazıları, Afrika ve/veya Müslüman ülkelerin, yüksek doğum oranlarıyla dünyayı aşırı doldurdukları için suçlu olduklarını iddia etmek… Başka bazıları ise, göçün kendisinin Batı’yı aşırı nüfuslandırarak ve yoksul ülkelerden gelen göçmenleri Batı yaşam tarzını kopyalamaya [aşırı tüketimcilik, ÇN] davet ederek çevresel bozulmaya neden olacağını bile söyleyecektir. Tüm araştırmalar, bu tür ifadelerin saçmalıktan ibaret olduğunu gösteriyor, ancak özellikle Avrupa aşırı sağı için her toplumsal sorun (Müslüman) göçten türediği için, göç ana konu.

İnkar, WSBF’de tekrar eden bir tema. Kitabın son bölümünde Stanley Cohen’in “States of Denial: Knowing about Atrocities and Suffering” (İnkar Durumları: Vahşetleri ve Acıları Bilmek) başlıklı üç parçalı bir inkar sınıflandırması öneriyor: dümdüz inkar, yorumlayıcı inkar ve dolaylı inkar. İklim krizi söz konusu olduğunda, dümdüz inkar, ortada bir kriz olduğunu inkar etmek demek. Yorumlayıcı inkar, küresel ısınma gibi bir şeyin meydana geldiğini kabul ediyor ama önemini küçümsüyor, faillerini aklıyor, kapitalist üretimdeki kökenlerini gizliyor vb. En sinsisi olduğunu söylediğiniz dolaylı inkar ise, iklim değişikliğinin gerçeklerini kabul ediyor, ancak acilen harekete geçmeyi reddediyor. Daha önce olmasa da en azından Kyoto Protokolü’nden bu yana merkezci hükümetlerin ve çevre STK’lerinin genel tutumunun bu olduğunu söyleyebiliriz.

İlk olarak, bize inkarın neden aşırı sağ çevrecilik analizinde ele alınması gereken önemli bir konu olduğunu söyleyebilir misiniz? İkinci olarak, şu anda dördüncü tür bir inkarcılık gördüğümüzü kabul edip etmeyeceğinizi merak ediyorum. Krizin ciddiyetinin farkında olan ve tam da önemli olan hiçbir şeyin değişmemesi için -çoğunlukla çok hızlı- harekete geçen bir inkarcılık. Bu, yeşil kapitalizm, yeşil büyüme, eko-modernizm savunucularında ve hatta Yeşil Yeni Anlaşma’nın çoğu yinelemesinde bulduğumuz bir inkarcılıktır. Bu tür bir inkarcılığı, anlamlı siyasi eylemin önünde bir engel olarak görüyor musunuz? Ve eğer öyleyse, onunla nasıl mücadele etmeyi umabiliriz?

LH: Yeşil kapitalizm ve yeşil büyüme vb’nin, anlamlı siyasi eylemi engelleyen inkarcılık biçimleri ne ölçüde olduğu sorusunun ikinci bölümüne dair: Bu görüşü kesinlikle onaylarım. Bunlar, bir yandan yeşil bir cila çekerken, diğer yandan işi her zamanki gibi uzatmak için kullanılan stratejilerdir. Birçoğunu cezbeden güçlü bir anlatı: Gerçek bir değişiklik talep etmeden “sorunu” görünüşte çözmek. Fazla rahat bir görüntü. Michael Redclift, 2005’te sürdürülebilir büyümenin bir tezatlık olduğunu savunduğu bir makale yayınladı; kavramlar birbirine zıttır ve bu nedenle birlikte kullanılamazlar dedi. Aynısı yeşil büyüme için de geçerlidir. Şahsen, asıl sorunun “zenginliğin” yalnızca parasal bir ölçü olması ve genellikle soyut ve eksik GSYİH’lerle ifade edilmesi olduğunu düşünüyorum. Bu ekonomik önlemler, uzun vadeli çevresel etkiler gibi şeylerin gerçekmaliyetini asla gerçekten hesaba katmaz. Dolayısıyla bu gerçekten de bir inkar biçimi olarak kabul edilebilir.

AM: İnkarın aşamalarını ve biçimlerini saymayı unuttum… İnkar, gerçekten de içinde bulunduğumuz çıkmazın merkezinde yer alıyor ve yüzlerce farklı şekilde karşımıza çıkıyor. Ancak Yeşil Yeni Anlaşma’yı bu kategoride bildiğim herhangi bir yinelemeye dahil etmem. Dolaylı inkar, her zamanki gibi işlerin pratikte sürdürülmesi ve krizin varlığının resmi olarak tanınmasına rağmen, radikal emisyon kesintilerini reddetmektir. YYA, tam olarak radikal emisyon kesintilerine yönelik bir programdır ve doğası gereği, örneğin karbon borsasından, devam eden emisyonları karbon yakalama ile telafi etmeye yönelik çeşitli “net sıfır” vizyonlarından ve spektrumun yeşil kapitalizmin ucundaki bilinen diğer tüm olmasa bile çoğu programdan farklıdır. Elbette YYA çerçevesine yönelik çeşitli eleştiriler olabilir, ancak bunun herhangi bir tür iklim inkarcılığı olarak meşru biçimde nasıl etiketlenebileceğini anlamıyorum.

Şimdi, kitabımızda ele aldığımız bu inkarlar başlıca iki türlüdür: klasik nato kafa nato mermer dümdüz inkarcılık, Trump ve Bolsonaro’dan Vox ve AfD’ye kadar aşırı sağda hâlâ baskın olan konum budur; ve iklim krizinin varlığını sözde kabul eden ve ardından genel olarak beyaz olmayan insanları ve özel olarak göçmenleri suçlayan yeşil milliyetçilik.

İkincisini ikincil bir inkar olarak görüyoruz, çünkü (sözde) iklim biliminin ABC’lerini kabul ederken, küresel ısınmayı neyin tetiklediğine dair kanıtların bütününü reddediyor. Dolayısıyla, aşırı sağ, iki tür oldukça aşırı iklim inkarına derinden yatırım yapıyor. Bununla birlikte, vurguladığımız kilit nokta, bu yatırımın (YYA), kapitalist toplumların sınırların çok ötesinde, örgütlü aşırı sağın ötesinde işleyişinin mantıklı bir ürünü olduğudur. Aşırı sağın ve sermayenin inkarı birleşik kaplar gibi işler. Daha da derinden, ırkçılık ile fosil yakıtlı teknolojiler arasında kitapta uzun uzadıya incelediğimiz ilkel bir bağlantı var – ama yine de burada sadece yüzeyde kalıyoruz. Bu bağlantıda çok daha fazla araştırmaya ihtiyaç var ve neyse ki, hazırlanmakta olan epeyce iş var gibi görünüyor.

WSBF’nin sonuna doğru Ralph Miliband’dan faydalanarak, kapitalist devletin -şu anda var olduğu şekliyle- yapısal olarak iklim krizinin kapsamını kavramaktan, onunla mücadele etmekten bile aciz olduğunu iddia ediyorsunuz. Bunun sebebi, devletin birincil işlevi sermaye birikimini mümkün kılan toplumsal ilişkileri sürdürmek iken, iklim krizinin devletlerin sermayenin çıkarlarına aykırı hareket etmelerini gerektiren bir sorun olması. Ancak sermaye, birçoğu iklim krizini bir iş fırsatı olarak gören rakip sermayelerden oluşuyor.

Financial Times kısa süre önce, yeşil bir geçişin getirebileceği yatırım fırsatlarını değerlendiren “Yeşil İyidir” başlıklı bir makale yayınladı. Eskiden Birleşik Krallık’ın en şiddetli iklim inkarcı gazetesi olan The Express, şimdi eko-modernist, yeşil kapitalist bir geçişi destekliyor. En azından sermaye fraksiyonlarının fosil sermayeden sonra bir dünyaya hazırlanıyor olması ve kapitalist devletlerin de aynı yolu izlemesi mümkün görünüyor.

Sizce bu, kitap yazıldığından beri sermayenin stratejisinde bir değişikliğe işaret ediyor mu? Ve eğer öyleyse, WSBF bize devlet ve sermayenin bu olası yeniden bileşimi hakkında ne söyleyebilir?

SH: Tüm kapitalizm analizleri, sizin de belirttiğiniz gibi, sistemin oldukça esnek olduğu gerçeğinden başlamalıdır. Sermaye, mümkün olan her yerde birikmeye çalışacaktır: önce -200 yıldır yaptığı gibi- ekolojik krizi yaratarak, sonra onu en azından retorik olarak ve -on yıllardır yaptığı gibi- yeşil yıkama yoluyla çözmeye çalışarak ve sonra da, önümüzdeki yıllarda giderek daha önemli hale gelecek olan, ısınan bir dünyaya büyük ölçekli adaptasyonlar yoluyla. Prensip olarak, gezegendeki son beş kişiden dördü işçi, biri de işçilere bir hayatta kalma kiti daha üretmek için en son modern teknolojilerini kullanmalarını emreden bir kapitalist olabilir.

Kitap yazıldığından beri sermaye daha mı yeşil oldu? Belki retorik olarak, evet. Ama gerçekte? Pekala, burada “daha yeşil bir kapitalizme” yönelik her eğilim, diğer eğilimlerin ışığında görülmelidir: örneğin, pandemi öncesi petrol tüketiminin 2022’de aşılması bekleniyor.

AM: Elbette yenilenebilir enerjilerde, elektrikli arabalarda ve vegan yiyeceklerde falan iş fırsatları olabilir. Bununla birlikte, iklim felaketini en aza indirebilecek bir geçiş, temelde başka bir şeyle ilgilidir: tüm bir değer evrenini yok etmek. Binlerce rüzgar çiftliği ve milyarlarca güneş paneli inşa ederken, aynı zamanda genişlemeyi, petrol platformlarını ve kömürle çalışan enerji santrallerini ve fosil gaz terminallerini ve havaalanlarını ve diğer her şeyi sürdürürsek, iklim zerre kadar stabilize olmaz.

Şu ana kadar gördüğümüz şey bir geçiş değil (örneğin fosil yakıt kaynaklarını tamamen kapatmak ve değiştirilmesi gerekenleri yenilenebilir enerjiyle değiştirmek), hiçbir yerde terk edilmeye yakın bile görünmeyen bir fosil temelinin üzerine yeşil teknolojinin eklenmesi. Bunun nedeni, sermayenin, tüm bu yatırımları maksimum kârı elde etmeden önce öldürmeye cesaret edememesidir. Bunun kendiliğinden olabileceğine inanmak, sermayenin doğrudan intihar etmese bile uzuvlarını kesme arzusuna inanmaktır. Dolayısıyla, yenilenebilir enerji ve benzeri şeylerden kâr etmeye hazırlanan sermaye grupları olabilir, ancak hiçbirinin yarın ExxonMobil ve Total’i kapatmak için hazırlık yaptığını görmedim. Kapitalist devletler de bunu planlamıyor – sadece Biden’a, Trudeau’ya veya Macron’a veya benzer herhangi bir lidere ve bunların, petrol ve gazın daha da genişlemesine nasıl yeşil ışık yakmaya devam ettiklerine bakın.

Şimdiye kadar, o zaman, Miliband’ın yasası ne yazık ki geçerli görünüyor. Bu yasanın kontrol edilemeyen iklim felaketini önleyecek şekilde zamanında kırılması bir mucize olurdu. Alternatif, elbette, kapitalist devletin dışındaki ve egemen sınıfların herhangi bir fraksiyonunun dışındaki halk tabanlarından, böyle bir geçişi yapabilecek bir karşı-iktidar inşa etmektir. Ama bu alternatif, kitabımızın odak noktası değil. Düşmanın en saldırgan, en gelişmiş müfrezesini anlamakla ilgili kitabın derdi.

Son olarak, zorunlu “Ne yapmalı?” sorusu. WSBF, yükselişte olan bir aşırı sağ, fosil yakıt endüstrisi, beyaz üstünlüğü ve eko-milliyetçi hükümetlerin berbat bir koalisyonu konusunda uyarıyor. Ama kitabın kodasında bir umut ışığına da izin veriyorsunuz. “İyi haber,” yazıyorsunuz, “egemen ideoloji çaresizlik belirtileri gösteriyor.”

Fridays for Future ve Extinction Rebellion’ın popülaritesinden gördüğümüz gibi, ekolojik kriz, sermayenin insan ve insan dışı gelişmeyle uyumluluğu mitinde bir delik açma kapasitesine sahip. Karantinalar kalkmaya başladığında, iklim hareketinin yenilenen aciliyetle yeniden toparlanması gerekecek. WSBF’den ne öğrenmesini umuyorsunuz? Ve fosil faşizmi aparatını yıkmaya nasıl başlayabiliriz?

LH: Fosil faşizmi aparatının nasıl yıkılacağı – ya da daha doğrusu gerçekleşmesinin nasıl önleneceği – belki de en önemli, ancak yanıtlanması en zor soru, çünkü bunu yapmanın kolay bir yolu yok. Fridays for Future gösterileri doğru yönde atılan bir adım, Hollanda’da hükümetlere ve Shell’e karşı açılan davalar ve hidrolik kırma sahalarına, boru hatlarına veya kömür ocaklarına yönelik ablukalar da diğerleri. Yine de bu biraz, çimentoyu tırnaklarınızla kazıyarak bir duvarı yıkmaya çalışmak gibi. Buldozerlere ihtiyacımız var. Kitabın başında da bahsedildiği gibi: “İşler çirkinleşebilir. Aslında öyleler zaten.” Yine de krizler düzenli olarak değişimi teşvik eder ve bunu bazen -çok nadiren de olsa- ilerici bir yönde yaparlar. Değişimin çevresel adalet yönünde dönmesi için solun açıkça daha güçlü olması gerekiyor. Ve bu nasıl olabilir? Bu, kabul edilmelidir ki, kitapta cevaplamaya çalıştığımız bir şey değil.

SH: Kitap temelde iklime ve anti-faşist ve ırkçılık karşıtı hareketlere güçlerini birleştirme çağrısı. Hem savunmacı hem de saldırgan anlamda: iklim hareketinin, faşistler “yeşil” bir retoriğe sahip olduklarında neler olduğunu anlaması ve ısınan dünyamızı ırk ve ırkçılığın ne kadar derinden yapılandırdığını anlaması gerekiyor. Avrupa’da hareket ezici bir çoğunlukla beyaz ve çoğu zaman ırk politikalarına kör – bu değişmeli. Anti-faşistlerin ise faşizmle gelebilecek çevresel yıkımı olduğu gibi çevresel yıkımla gelebilecek faşizmi de anlamaları gerekiyor. Ancak bu yakınlaşma aynı zamanda saldırgan da olmalıdır: ortak bir ekososyalist mücadelede hücuma geçilmeli. Hem iklim değişikliğini hem de faşizmi oluşturan temel süreçlerle yani kapitalizm ve krizleriyle ancak bu şekilde yüzleşebiliriz.

Çeviri: Serap Güneş

Kaynak

Afet Bezirganları, Felaket Kapitalizmi ve biz Ekososyalistler – Yeniyol’un Sözü

İklim krizinin doğrudan bir sonucu olarak Avustralya’dan Kaliforniya’ya ve Akdeniz’in bir dizi ülkesine, dünyanın çeşitli bölgelerinde sayısız yangın patlak veriyor. Türkiye’nin birçok ilinde çıkan orman yangınları bir haftadır etkisini devam ettiriyor. Manavgat, Marmaris ve Milas’taki yangınlar, bu bölgeleri telafisi zor bir zarara uğrattı. Zaten bir yağma harekâtı gibi süren turizm odaklı yapılaşmayla ve maden-termik santral gibi ticari yapılarla yıllardır doğal kaynaklarını kaybeden bu ilçeler, bu yangınlarla daha büyük bir yara aldı.  

Ülkeyi 20 yıldır yağmalayan, kendi burjuvalarını zenginleştirirken, yöneticilerinin cebini de doldurmayı ihmal etmeyen AKP iktidarı, bu yangınların bu düzeyde büyümesinin, ormanların, canlıların ve insanların katledilmesinin başlıca sorumlusudur. Yangın söndürme faaliyetini geçtiğimiz yıllarda özelleştiren, bu işi yandaş bir şirkete vererek yangın söndürme gibi kamusal açıdan kritik bir görevi bile bir soygun malzemesi yapan AKP, kodamanların ceplerini doldururken ormanları, canlıları ve insanları kendi kaderine terk etmiştir. Üstelik bununla da yetinmemiş, henüz yangınlar devam ederken 7334 sayılı “Turizm Teşvik Kanunu”nu meclisten geçirmiş, yeni yağma planları için kolları sıvamıştır.  

AKP’nin yandaş şirketi ve dolayısıyla kendi başkanı ve yöneticilerini zengin etmek için yaptığı bu talan, sözleşmeye eklenen 5000 ton su kapasitesi sınırı nedeniyle, THK’nın elinde olan yangın söndürme uçaklarının kullanılmasının önünü de kesmiştir. Emekçi halkımızın görmesi gereken gerçek ayan beyan ortadadır: AKP iktidarı, bir avuç siyasi ve ekonomik elitin çıkarı için, onbinlerce hektar ormanın, yüzlerce evin yanmasına, sekiz insanın ve sayısız hayvanın ölmesine göz yummuş, THK’nın elindeki uçakların çalışır hale gelmesi için hiçbir şey yapmamıştır.  

Bunun yanı sıra, Türkiye’ye yangın söndürme uçağı göndermek isteyen ülkelerin talepleri geri çevrilmiş, uluslararası alanda kamuoyu yaratmak isteyenler hain olarak damgalanmıştır. İletişim Başkanlığı’ndan emir alan troll’lerin #strongturkey etiketiyle başlattıkları propaganda çalışmaları, pespaye milliyetçi söylemin pompalandığı ve yangın gerçeğinin unutturulmaya çalışıldığı bir operasyon olarak işlemiştir. Bütün bunlar gösteriyor ki, AKP yangına karşı beceriksiz bir yönetim sergilememiş, bizzat bunu tercih etmiştir. Neoliberalizmle sağcı otoriterliğin birlikteliğinden doğan AKP-MHP ortaklığı, sürdürdükleri soygun politikasını artık kamusal hizmet şovlarıyla gizlemeye ihtiyaç duymayacak bir aşamaya getirmişlerdir. Emekçilere, kadınlara, gençlere, Kürtlere, çevreye karşı açtıkları savaşı ayan beyan yürütmektedirler.  

Yangınlar üzerinden Kürt halkının hedef gösterilmesi, Elmalı’da bir ailenin saldırıya uğraması, yine yangınlar devam ederken, Konya’da bir Kürt ailenin katledilmesi, bu katliamı protesto eylemini takip eden gazetecilerin Kasımpaşa’da linç girişimine maruz kalması AKP-MHP’nin bu savaşının çıktılarıdır. İçişleri Bakanı “sabotaja dair bir bulgu yok” demek zorunda kalırken, Saray, elinin altındaki troll’lerle “ormanları PKK yaktı” propagandasını yaygınlaştırmış, böylece arzu ettiği ortamın oluşması için çalışırken, bir yandan da bu ortamın yaratacağı ağır sonuçlardan kendisini ayrı tutmanın yollarını döşemiştir. Bugün farklı siyasal kesimler içinde yangınların sorumluluğunu Kürtlere veya göçmenlere atan, “ormanların güvenliği” için elde sopa (etnik) kimlik kontrolü yapmayı görev bilen ama hiçbir şekilde sermayeyi ve devletini karşısına almaya cüret etmeyen bir alaturca eko-faşizminin nüvelerini görebiliyoruz.  

Öte yandan bu yangınlar bizlere bir kez daha, rejim yanlısı olsun, şu veya bu kanattan muhalif olsun, büyük çaplı doğal-siyasal-toplumsal olayları açıklamak için her kesimde komplocu anlayışın ne denli revaçta olduğunu gösterdi. Herkes öfkesini boşaltabileceği bir suçlu peşinde. Ya rant için rejimin milisleri yakıyor ya PKK, Kürtler veya göçmenler… 

Ama sosyalistler dünyada yaşamanın imkânları tümüyle berhava olana kadar durmayacak olan bu suçluya on yıllardır işaret ediyor. Bu suçlu uzanabildiği her şeyi, her canlıyı, her mekânı, her alanı, her değeri kâr elde edilecek biçimde dönüştüren, bozma ve soluk alamaz hale getirme pahasına şekilsizleştirerek kendi damgasını vuran, tüketene kadar sömüren sermaye ve onun daimi birikme, büyüme ihtiyacıdır. 

Elbette kapitalizm veya sermaye birikiminden söz ederken öznelerin önem taşımadığı gayrı şahsi bir ilişkiden bahsetmiyoruz. Kapitalist üretim biçiminin hâkim olduğu bu dünyada, dünyanın çürümesinin, havanın zehirlenmesi, suların tükenmesi, buzulların erimesinin, giderek sıklaşan kasırgaların, bunaltıcı sıcaklıkların, tahrip edici selin, dolu fırtınalarının ve her bir yanda patlak veren, durdurulması güç yangınların sorumluları tam da sermaye birikiminin ihtiyaçları yönünde hareket eden, onun organlarını işleten burjuvazi ve devlet(ler)idir. 

Süreğen bir ekolojik felaketin içinde bulunduğumuz artık aşikâr olduğundan, “yeşil”i ve ekolojik hassasiyetleri piyasalaştırmaya girişirken küresel iklim değişimine ket vuracak, gezegenin ısınmasını önleyecek hiçbir adımı atmayan, yenilenebilir enerji teknolojilerini fosil enerjilerin yerine koymaktansa ona eklemleyerek kar elde etme alanlarını artıran uluslararası sermaye sınıfı ve siyasal aygıtlarıdır. Hem kâr iştahıyla “doğal” denen felaketleri yaratan hem de felaket sonrası süreci yine piyasa ilişkileri bağlamında yöneterek açgözlülüğünden taviz vermeyen “felaket kapitalizmi”dir. 

Dolayısıyla şu anda içinde bulunduğumuz süreç bizlere açıkça Saray rejimine karşı yürütülmesi gereken mücadelenin neden hem antikapitalist nitelikte, hem ekolojist bir perspektife sahip hem de meşru milli bütünlükten dışlanan (Kürtler ve göçmenler gibi) etnik, dini, toplumsal kesimlerle dayanışma içinde, birleşik bir şekilde örülmesi gerektiğini gösteriyor. Dünyayı, doğayı ve onun bir parçası olan insanlığı hem korumayı hem özgürleştirmeyi hedefleyen Ekososyalist perspektifin gereği budur. 

Sosyalist Demokrasi için Yeniyol

Afgan Göçmenler Neden Hep Erkek? – Maral Jefroudi

Bugünlerde Türkiye’de Afgan göçmenlerle ilgili bir panik havası yaşanıyor. Amerika’nın çekilmesiyle Taliban’a kalan Afganistan’dan insanlar akın akın göç halinde. Her gün İran sınırından kitlesel bir biçimde geçen Afgan göçmenlerin fotoğrafları yayınlandığında bir kesim “bu insanlar hakikaten Taliban’dan kaçıyorlarsa kadınlar ve çocuklar nerede” diye soruyor. Malumun ilamı gibi gelse de birkaç noktayla bunu açıklamaya çalışacağım.

Önce Giriş

Yasal yollarla sınırları geçemeyen insanlar yasal olmayan yolları kullanır ve buna düzensiz göç denir. Anlamı bu göç için herhangi bir yasal düzenlemenin olmadığı, formunun, başvurulan yolların değişkenlik gösterdiğidir. 

Yasal düzenlemenin olmaması bu insanların mülteci olmadığı anlamına gelmez. Mültecilik devletlerin tanımladığı bir olgu değildir. Devletler ancak mültecilere sınırları dahilinde ikamet etme, çalışma gibi sosyal haklardan yararlanma hakkını verebilir ya da onları bu haktan mahrum edebilir. Mültecilik 1951 Birleşmiş Milletler Cenevre Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Sözleşme’de belirtildiği gibi ‘zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan […] söz konusu korku nedeniyle dönmek istemeyen’ insandır. 

Afgan Göçmenler Neden Hep Erkek?

Buradaki genellemeye takılmayıp şunu söyleyelim. Bu yeni bir olgu değil. Bütün düzensiz göç hareketlerinde zorlu yolları önce geçebilen geçer. Bu hem fiziksel güce, hem bağlantılara hem maddi imkanlara bağlıdır. 

İlk noktada değindiğimize dönecek olursak düzensiz göçün birçok yolu vardır. Çaresiz insanlar kendi çarelerini üretir. 3000 km yolu yürümek bir göç yoluyken; sahte kimlik, sahte pasaport, sahte vizeyle can güvenliği daha yüksek yollar seçilebilir; farklı seçenekler sunan insan kaçakçılarından alım gücüne göre daha az fiziksel güce dayanan yollar tercih edilebilir. Bunların hiçbirisi de insanların kaçma hakkının meşruiyetine halel getirmez.

Hem yolların zorluğundan bahsedip hem de kadınlar ve çocuklar nerede diye sormak mantıklı değildir. Önce kaçabilen kaçar, ardından sevdiklerini, ailelerini getirmenin yollarını arar insanlar. Bunu şartlar aynı olmasa da Almanya’ya gidip ailesini ‘yanına aldıran’ tanıdıklarımızdan da biliriz. Meriç’ten geçerek Avrupa’ya ulaşan ve ardından aile birleşimiyle sevdiklerini Avrupa’ya getiren Türkiyeli mültecilerden de biliriz. Kaçan erkek göçmen bir ülkede statü alıp ailesini yasal yollarla getirmeyi de düşünebilir.

Göç hareketlerini incelerken itme ve çekme faktörlerine bakılır. İtme: bu insanlar neden kaçıyor. Çekme: Gittikleri ülkede neler bulmayı umuyorlar.

Geleneksel toplumsal cinsiyet rolleri nedeniyle erkekler Afganistan gibi Taliban’ın yönetimi altında olan bir ülkede daha çok göz önündeler. Toplumsal hayatta, iş hayatında varolanlar erkekler. Görünür olanlar erkekler. Kendilerinden savaşması beklenenler erkekler. Dolayısıyla genç erkeklerin kaçmak için daha çok sebepleri var. Ayrıca çekim faktörlerine bakıldığında yurt dışında iş bulma potansiyeli daha fazla olanlar da genç erkekler. Birçok ülkede ailenin topladığı para hala bir geleceğinin olduğu düşünülen aile ferdlerinin kaçması için kullanılır. Bunun da genç erkeklerin yararına sonuçlandığını görmek mümkün.

Ayrıca düzensiz göç kaçabilenin kaçtığı göçtür. Dolayısıyla daha fazla imkana sahip olan kaçacaktır. Üstte bahsettiğim toplumsal cinsiyet rolleri gereği kadınlar kaçmalarına olanak sağlayacak kaynaklara erişimde zorlanır. Burada yapılması gereken kaçabilen erkeklere neden kaçıyorsun diye sormak yerine Afganistan halkının hayatını güvence altına alacak uluslararası önlemleri almak için siyasetçilere baskı uygulamak, aynı zamanda arkada kalan kadın ve çocukların nasıl güvenilir ülkelere geçebileceğinin yollarını aramak, düzenlemeler yaratmaktır. Ancak o zaman ‘önce kadınlar ve çocuklar’ en iyi yorumla bir temenni olmanın ötesine geçebilir. 

Fotoğraf: EPA/Sedat Suna