İmdat Freni

admin

Trump ve Filistin: “Yüzyılın Anlaşması”ndan Sonra “Bin Yılın Anlaşması” – Gilbert Achcar

Trump’ın yeni planı, beş yıl önce açıkladığı plandan daha da gerçekçi değil.

Beş yıldan fazla bir süre önce, 28 Ocak 2020’de, dönemin ABD Başkanı Donald Trump, İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun da katıldığı Beyaz Saray’daki bir törende Filistin için barış planını açıkladı. Plan, Trump’ın damadı Jared Kushner tarafından hazırlanmıştı. Seçim kampanyası sırasında Trump, Araplar ve İsrail Devleti arasında “Yüzyılın Anlaşması” olarak adlandırdığı bir anlaşmaya aracılık etmeyi vaat etmişti. Netanyahu da etkinlik sırasında ABD başkanını coşkuyla överek bu ifadeyi tekrarladı.

Geçen Pazartesi, Trump’ın karakteristik özpromosyon ve artan narsisizmi, Kushner ve eski İngiliz Başbakanı Tony Blair’in ortaklaşa hazırladığı planın duyurusunu “medeniyet tarihinin en önemli günlerinden biri” olarak nitelendirerek ve planın “yüzlerce, binlerce yıldır süren sorunları” çözebileceğini iddia ederek yeniden ortaya çıktı.

Gerçek şu ki, son “Milenyum Anlaşması”, öncülü “Yüzyılın Anlaşması” gibi, nihayetinde hiçbir şeyi çözmeyecek. “Gazze’nin yeniden inşası ilerledikçe ve Filistin Yönetimi’nin reform programı sadakatle uygulandıkça, Filistinlilerin kendi kaderini tayin etme ve devlet kurma yolunda güvenilir bir yolun koşulları nihayet yerine getirilebilir” (Madde 19) ifadesiyle plan, mevcut haliyle Filistin halkının kendi kaderini tayin etme hakkına dayalı olmadığını dolaylı olarak kabul etmektedir. Bunun yerine, bu hakkı sadece bir olasılık (“olabilir”) olarak ele almaktadır. Nitekim Netanyahu, duyurunun ardından verdiği bir röportajda bu hakkı tanımadığını ve İsrail’in “buna zorla direneceğini” doğrulamak için hiç vakit kaybetmedi.

Bu kusurlu temel, Trump’ın yeni planını beş yıl önce açıkladığı plandan daha da gerçekçi olmayan hale getiriyor. Orijinal “Yüzyılın Anlaşması” Batı Şeria’nın bazı bölgelerini ve Gazze Şeridi’nin tamamını kapsayan bir Filistin Devleti’nin kurulmasını önerirken, yeni plan Gazze’ye uluslararası bir mandanın dayatılmasını öngörüyor. Bu öneri, I. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan sömürge mandalarını yansıtıyor ve 1999’da Kosova’da kurulan uluslararası yönetimden esinleniyor. İşte bu emsal, eski İngiliz Başbakanı Tony Blair’in Trump’ın liderliğinde Gazze’yi yönetme projesine dahil olmasını açıklıyor. Blair, Kosova Savaşı’nda ve ardından ülke yönetimi ile ilgili kararların alınmasında merkezi bir rol oynamıştı.

Plan, İsrail ordusunun Gazze’den kademeli olarak çekilmesini ve yerine “uluslararası istikrar gücü”nün (Bosna-Hersek’teki misyondan ödünç alınmış bir isim), İsrail ordusunun “Gazze’den tamamen çekilene kadar, geçiş dönemi otoritesi ile yapacakları anlaşmaya göre işgal ettikleri Gazze topraklarını ISF’ye kademeli olarak devredeceklerini, ancak Gazze’nin yeniden ortaya çıkabilecek terör tehditlerine karşı güvenli hale gelene kadar güvenlik çemberinin varlığını sürdüreceğini” belirtmektedir (16. madde).

Diğer bir deyişle, plan tam olarak amaçlandığı gibi uygulanmış olsa bile, İsrail ordusu, Siyonist devletle olan tüm sınır boyunca Gazze’ye yaklaşık bir kilometre derinliğinde uzanan ve yaklaşık 60 kilometre uzunluğundaki bir “güvenlik çemberi” üzerindeki kontrolünü elinde tutacaktır. Bu çemberin inşası, İsrail’in işgalinin başlangıcında, Gazze Şeridi’nin geri kalanından daha geniş çaplı bir çekilmenin ardından bu çember üzerindeki kontrolün korunacağı beklentisiyle açıkça başlatılmıştır.

Sonuç olarak, Hamas, planı onaylayan Arap ve Müslüman hükümetlerin baskısı altında Trump planını kabul etse bile (hareket, bu yazının yazıldığı sırada henüz pozisyonunu açıklamamıştı) ve “Milenyum Anlaşması” uygulanmaya başlasa bile, önümüzdeki yol zorlu ve tehlikeli olmaya devam edecek ve muhtemelen tam bir çıkmaza girecektir. Plan, İsrail’in Gazze Şeridi’nin büyük bir kısmı üzerindeki kontrolünü sağlamlaştıracak kalıcı bir oldubittiyle sonuçlanacaktır. İsrail, Gazze’nin büyük bir kısmını işgalini sürdürmek için, en temel direniş biçimlerini bile içeren ve devam etmesi kaçınılmaz olan “terör tehdidi”ni yeniden gerekçe olarak gösterecektir. Bu işgal, uluslararası hukukta 58 yıldır resmi olarak “geçici” kabul edilmektedir.

Çeviri: İmdat Freni

Kaynak: https://www.europe-solidaire.org/spip.php?article76450

30. Ölüm Yıldönümü için Yeni Bir Ernest Mandel Derlemesi

Aramızdan ayrılışının 30. Yılında, yirminci yüzyılın ikinci yarısının en önemli Marksist düşünürlerinden biri olan Ernest Mandel’i yeni bir derlemeyle anmak istedik. Hem dünya çapında kabul görmüş bir iktisatçı hem de IV. Enternasyonal’in inşasında tarihsel bir rol oynamış olan Mandel’in, kimileri ilk defa Türkçede yayınlanan çeşitli yazıları ve düşüncesine dair değerlendirmeleri okurlarımızın ilgisine sunuyoruz.

İmdat Freni

Yazın Yayıncılık

Kitabı indirmek için:

https://imdatfreni.org/wp-content/uploads/2025/08/MANDEL-FINAL.pdf

İçindekiler

Ernest Mandel-Biyografik Notlar – Michael Löwy/Enzo Traverso

Ernest Mandel Yazıları

Genel Grev

Yabancılaşmanın Nedenleri

Devrimci Öğrenci Hareketi

Ekim Devriminin Tarihsel Anlamı ve Kapsamı

Kırk Yıl Önce, Hitler…

Troçki’nin Katli

Mao: Lenin ile Stalin Arasında

Ernest Mandel Yaşamı, Mücadelesi, Çalışmaları

Tevazu – Yiğit Bener

Ernest Mandel 20. Yüzyılın En Büyük Marksist Düşünürlerinden Biriydi – Alex De Jong

Ernest Mandel’in İktisatı, Dün ve Bugün – Michel Husson

Ernest Mandel ve Ekososyalizm – Michael Löwy

Ernest Mandel ve Geç Kapitalizmin Ekonomisi – Marcel Van Der Linden

“İkinci Dünya Savaşı’nı yorumlamak için Mandel’i Hobsbawm’a tercih ederim” – Enzo Traverso

Lev Troçki, Ekim Devrimi’nin Peygamberi – Michael Löwy

Lev Troçki’nin katledilişinin 85. yılında Michael Löwy’nin 2020 yılında yazdığı ve Türkçeye çevrilmemiş bir metnini okurlarımızın dikkatine sunuyoruz. Löwy burada özellikle Rus devrimcinin Ekim ihtilali ile olan bağını irdeliyor. Troçki’nin analiz kabiliyetini ve Rusya’da gerçekleşecek bir devrimin sınıfsal dinamikleri ve siyasal stratejisine ilişkin öngörü yeteneğini ele alıyor. Başlıktaki “Peygamber” ifadesi buradan geliyor.

Bu ifadeyi Troçki için ilk kullanan Polonyalı Marksist Isaac Deutscher olmuştur. Türkçeye “Silahlı Sosyalist”, “Silahsız Sosyalist” ve “Kovulan Sosyalist” başlıklarıyla çevrilmiş olan ünlü biyografisinde Deutscher esasında “sosyalist” yerine “peygamber” ifadesini kullanır: “Silahlı Peygamber”…  

Fakat buradaki bir diğer ilham kaynağı da, Löwy’nin dostu ve yoldaşı Daniel Bensaïd. Bensaïd, Kahin ile Peygamber figürleri arasındaki farkı vurgular. Peygamberin vaazı, öngörüsü eyleme geçmeye yöneliktir. Gerekli müdahaleler yapılmadığı takdirde meydana gelecek felaketi tarif eder, koşulludur. Kâhinin kehanetleri ise kaçınılmaz bir geleceği ilan ederek kaderciliğe ve pasifliğe iter. Dolayısıyla Troçki için kullanılan bu peygamber ifadesi öngörü kapasitesinin de ötesinde, Sürekli Devrim’in yazarının öngörülerini örgütlemeye dönük iradesine de bir selamdır.

Ayrıca Michael Löwy’nin bu yazıda Troçki’nin (ve diğer Bolşeviklerin) iktidarda olduğu dönemdeki ikameci ve otoriter uygulamalarını eleştirmesi, genellikle Devrimci Marksist yazında -elbette Ernest Mandel gibi kim parlak istisnalarla- pek yer bulmayan bir yaklaşımdır. Yine Lenin’in örgütlenme anlayışına yönelik erken dönemde dile getirdiği eleştiriler nedeniyle Troçkist hareket tarafından unutulmak istenmiş Siyasal Görevlerimiz (1904) broşüründeki anti-otoriter, çoğulcu ve özyönetimci çizginin önemini vurgular. Böylece sıra-dışı, hatta tabiri caizse Luxemburg’cu bir esinle kaleme alınmış bir Troçki analizi sunuyor Michael Löwy bizlere.

İmdat Freni

Lev Troçki, Ekim 1917 olaylarının gidişatını daha 1905’te  – “sürekli devrim” teorisiyle – ana hatlarıyla öngörmüş olan az sayıdaki, hatta belki de tek Rus Marksistti. Ancak Troçki yalnızca öngörmekle yetinmedi: “silahlı peygamber” olarak, kendi öngörülerinin hayata geçmesine etkin biçimde katkıda bulundu.

Fakat bu, genç Troçki’nin tek “kehaneti” değildi. 1904’te kaleme aldığı Siyasal Görevlerimiz adlı broşürde, Bolşeviklerin Jakobenizmini ve ikameciliğe olan eğilimlerini – Rosa Luxemburg’a benzer biçimde – eleştiriyordu. 1917’de Bolşevik Partisi’ne katıldıktan sonra, Troçki de bu “ikameci” mantıktan kurtulamayacak, özellikle 1920-22 yıllarında bu çizgiye yaklaşacaktı. Ancak 1923’ten itibaren Stalinist bürokrasiye karşı başlıca eleştirmen konumuna gelecekti.

Sürekli Devrim Teorisi 

Troçki’nin sürekli devrim teorisi 1905-1906’da Rusya’daki devrimci fırtına içinde doğmuştur. Başlangıçta yalnızca Rusya sorununa bağlı olup evrensel bir anlam taşıma iddiasında değildi. Troçki’nin bu devrimin doğası hakkındaki tezleri, İkinci Enternasyonal’de Rusya’nın geleceği konusunda hâkim olan fikirlerle köklü bir kopuş anlamına geliyordu.

Marx ve Engels, Komünist Manifesto’nun 1882 tarihli Rusça baskısına yazdıkları önsözde şu olasılıktan söz etmişlerdi: “Eğer Rus devrimi, Batı’da bir proleter devrime işaret eder ve her ikisi birbirini tamamlarsa, Rusya’daki mevcut ortak mülkiyet komünist bir gelişimin başlangıç noktası olabilir.” [1] Ancak onların ölümünden sonra bu düşünce, Rus popülizmine yakınlık şüphesi uyandırdığı için terk edildi.

 Kısa sürede, hem Rusya’daki hem de Avrupa’daki “Ortodoks” Marksistler arasında şu dogma yerleşti: Gelecekteki Rus devrimi zorunlu olarak burjuva-demokratik bir karakter taşıyacaktı. Yani çarlığın kaldırılması, demokratik bir cumhuriyetin kurulması, feodal kalıntıların tasfiyesi ve köylülere toprak dağıtımı… Rus sosyal demokrasisinin bütün fraksiyonları bu varsayımı başlangıç noktası olarak kabul ediyordu. Aralarındaki tartışma yalnızca burjuva devriminde proletaryanın rolü ve sınıf ittifaklarına dair farklı yorumlar üzerineydi: Demokratik devrimin öncülüğü liberal burjuvaziye mi verilmeliydi (Menşevikler), yoksa köylülüğe mi (Bolşevikler)?

Troçki, uzun yıllar boyunca bu kutsal dogmayı sorgulayan ilk ve tek Marksist oldu. 1917’den önce, yalnızca Rus devriminde işçi hareketinin hegemonik rolünü değil (bu düşünce Parvus, Rosa Luxemburg ve bazı metinlerinde Lenin tarafından da paylaşılmıştı), demokratik devrimin sosyalist devrime dönüşme olasılığını da düşünen yegâne kişiydi.

Troçki, 1905 yılı boyunca, devrimci basın için yazdığı çeşitli makalelerde yeni doktrinini ilk kez dile getirdi. Daha sonra hapishanede, 1906’da yazdığı ünlü deneme Sonuçlar ve Olasılıklar’da bu görüşlerini sistematik hale getirdi. Kesinlikle Parvus’tan etkilenmişti, ancak Parvus hiçbir zaman işçi hükümetinin katı bir şekilde demokratik (burjuva) bir program uygulaması gerektiği fikrini aşamadı: tarihin lokomotifini değiştirmek istiyordu ama raylarını değil…[2]

“Sürekli devrim” teriminin Troçki’ye, Kasım 1905’te Neue Zeit’ta yayımlanan Franz Mehring’in bir makalesinden esinlenmiş olması muhtemeldir; ancak Alman sosyalist yazarın bu kavrama yüklediği anlam, Rus devrimcisinin yazılarında kazanacağı anlamdan çok daha az radikal ve daha belirsizdi. Troçki, daha 1905’te, Rusya’da “sosyalist görevleri” – yani büyük kapitalistlerin mülksüzleştirilmesini – yerine getirecek bir devrim olasılığını dile getirmeye cüret eden tek kişiydi; bu varsayım diğer Rus Marksistler tarafından oybirliğiyle ütopik ve maceracı olarak reddedilmişti.

Troçki’nin siyasi cesaretinin ve sürekli devrim teorisinin kökenlerine yakından bakıldığında, onun tutumlarının, İkinci Enternasyonal’de egemen olan ortodoksiden çok farklı bir Marksizm ve diyalektik yöntem yorumuna dayandığı görülür. Bu durum, en azından kısmen, genç Troçki’nin incelediği ilk Marksist filozof olan Antonio Labriola’nın etkisiyle açıklanabilir. Hegelci-Marksist esinli bu yaklaşım, o dönemde etkili olan pozitivizm ve kaba materyalizmin tam karşısında yer alıyordu. İşte genç Troçki’nin yazılarında ve Rus devrimi teorisinde işleyen Marksist yöntemin bazı ayırt edici özellikleri:

1. Karşıtların birliğinin diyalektik bir kavranışından yana olan Troçki, Bolşeviklerin proletaryanın sosyalist iktidarı ile “işçilerin ve köylülerin demokratik diktatörlüğü” arasında yaptıkları katı ayrımı “salt biçimsel, mantıksal bir işlem” olmakla eleştirir. Aynı şekilde, Menşevik Çerevanin’e karşı yürüttüğü bir polemikte, onun siyasal yaklaşımının analitik – yani soyut, biçimsel, diyalektik-öncesi – karakterini şu şaşırtıcı ifadeyle kınar: “Çerevanin, taktiğini tıpkı Spinoza’nın etiğini kurduğu gibi inşa ediyor: geometrik yöntemle.”[3]

2. Troçki, Plehanov Marksizminin temel özelliklerinden biri olan ekonomizmi açıkça reddeder. Bu kopuş, Sonuçlar ve Olasılıklar’daki şu bilinen pasajın da gösterdiği gibi, sürekli devrim teorisinin temel yöntemsel öncüllerinden biridir: “Proletarya diktatörlüğünün, bir ülkenin gelişimine ve teknik kaynaklarına bir biçimde kendiliğinden bağlı olduğunu düşünmek, ‘ekonomik’ materyalizmin saçmalık derecesine indirgenmiş basitleştirilmiş bir yorumundan yanlış bir sonuç çıkarmaktır. Bu bakış açısının Marksizmle hiçbir ilgisi yoktur.”[4]

3. Troçki’nin tarihe bakışı kaderci değil, açık bir tarih anlayışıdır: Marksizmin görevi, diye yazar, “devrimin iç mekanizmasını çözümleyerek, onun [devrimin] kendi gelişimi içinde sunduğu olanakları keşfetmektir.”[5] Sürekli devrim, önceden belirlenmiş bir sonuç değil; gerçekleşmesi sayısız öznel etkene ve öngörülemez olaya bağlı, nesnel, meşru ve gerçekçi bir olasılıktır.

4. Çoğu Rus Marksisti, Narodniklerle yürüttükleri polemik nedeniyle, Rus toplumsal oluşumuna herhangi bir özgünlük atfetme eğiliminden uzak durur ve Batı Avrupa’nın sosyo-ekonomik gelişimi ile Rusya’nın geleceği arasındaki kaçınılmaz benzerliği vurgular. Troçki ise yeni ve diyalektik bir tutum geliştirir. Hem Narodniklerin Slavcı-özgülcülüğünü hem de Menşeviklerin soyut evrenselciliğini eleştirerek, hem Rusya’daki oluşumun özgünlüklerini hem de kapitalist gelişmenin genel eğilimlerinin ülke üzerindeki etkisini aynı anda hesaba katan somut bir çözümleme geliştirir.

Bu yöntemsel yeniliklerin tümünün birleşimi, Sonuçlar ve Olasılıklar’ı benzersiz bir metin hâline getirir. Troçki, Rusya’daki eşitsiz ve bileşik gelişim sürecini – zayıf, yarı yabancı bir burjuvazinin ve modern, olağanüstü yoğunlaşmış bir proletaryanın ortaya çıkmasıyla sonuçlanan bir süreci – inceleyerek, yalnızca köylülüğün desteğini alan işçi hareketinin Rusya’da demokratik devrimi gerçekleştirebileceği; otokrasiyi ve toprak sahiplerinin iktidarını yıkabileceği sonucuna varır. Aslında Rusya’da bir işçi hükümeti perspektifi başka Rus Marksistleri – özellikle Parvus – tarafından da paylaşılmıştı. Sürekli devrim teorisinin kökten yeniliği, gelecekteki Rus devriminin sınıfsal doğasının tanımından çok, tarihsel görevlerine ilişkin anlayışında yatıyordu.

Troçki’nin belirleyici katkısı, Rus devriminin derin bir demokratik dönüşümün sınırlarını aşabileceği ve açıkça sosyalist içerikli anti-kapitalist önlemler almaya başlayabileceği fikridir. Bu “putkırıcı” varsayımı meşrulaştırmak için öne sürdüğü başlıca argüman, basitçe şuydu: “Proletaryanın siyasal egemenliği, onun ekonomik köleliği ile bağdaşmaz.” Proletarya, iktidara geldiğinde ve zor aygıtını kontrol ettiğinde neden kapitalist sömürüyü tolere etmeye devam etsin ki? İlk aşamada asgari bir programla yetinmek istese bile, konumunun mantığı gereği kolektivist önlemler almaya yönelecekti. Bununla birlikte, Troçki, devrimin Batı Avrupa’ya yayılmaması durumunda Rus proletaryasının iktidarda uzun süre tutunmasının zor olacağına da emindi.

Troçki’nin Sonuçlar ve Olasılıklar’da ileri sürdüğü fikirleri yorumlayan Isaac Deutscher, Kızıl Ordu’nun kurucusunun biyografisinde yer alan en güzel pasajlardan birinde şöyle yazıyordu:

“Mesajı ister dehşet ister umut uyandırsın; yazarını ister yeni ve benzersiz bir çağın büyüklüğü ve başarılarıyla esinlenmiş kahramanı, ister felaket ve uğursuzluğun peygamberi olarak görelim, vizyonunun genişliği ve cesareti karşısında etkilenmemek mümkün değildir. Geleceği, yüksek bir dağın zirvesinden, ufukta ana hatları seçilen uçsuz bucaksız, bilinmeyen bir bölgeyi keşfeder gibi kucaklıyordu. […] Büyük bir yolun uzandığı yönü yanlış saptadı; birkaç farklı dönemeç ona tek bir nokta gibi göründü; ve günün birinde ölümcül bir şekilde yuvarlanacağı tehlikeli, sarp bir uçurumu fark edemedi. Ama bunun karşılığı, gözleri önünde açılan panoramanın benzersiz genişliğiydi. Troçki’nin kale hücresinde tasarladığı resimle karşılaştırıldığında, çağdaşlarının – en seçkin ve en basiretli olanlarının bile, Lenin ve Plehanov dahil – siyasi öngörüleri çekingen ve bulanık kalıyordu.”[6]

Gerçekten de 1917 olayları, Troçki’nin on iki yıl önceki temel öngörülerini dramatik bir şekilde doğruladı. Burjuva partilerinin ve onların işçi hareketinin ılımlı kanadındaki müttefiklerinin, köylülüğün devrimci taleplerine ve halkın barış isteğine yanıt verememesi, Şubat’tan Ekim’e uzanan süreçte devrimci hareketin radikalleşmesi için koşulları yarattı.

“Demokratik görevler” olarak adlandırılan şeyler, köylüler açısından yalnızca Sovyetlerin zaferinden sonra gerçekleştirilebildi.[7] Ancak iktidara geldiklerinde, Ekim devrimcileri yalnızca demokratik reformlarla yetinemediler; sınıf mücadelesinin dinamikleri onları açıkça sosyalist önlemler almaya zorladı. Gerçekten de, mülk sahiplerinin ekonomik boykotu ve üretimin genel bir felci tehdidiyle karşı karşıya kalan Bolşevikler ve müttefikleri, planladıklarından çok daha erken bir tarihte sermayeyi mülksüzleştirmek zorunda kaldılar: Haziran 1918’de Halk Komiserleri Konseyi, sanayinin başlıca dallarının kamulaştırılmasını ilan etti.

Başka bir deyişle, 1917 devrimi, Şubat’taki (tamamlanmamış) “burjuva-demokratik” aşamasından Ekim’de başlayan “proleter-sosyalist” aşamasına kadar kesintisiz bir devrimci gelişme süreci yaşadı. Köylülüğün desteğiyle Sovyetler, demokratik önlemleri (toprak devrimi) sosyalist önlemlerle (burjuvazinin mülksüzleştirilmesi) birleştirerek, “kapitalist olmayan bir yol”u, sosyalizme geçiş dönemini açtılar.  Ancak Bolşevik Parti, bu “dünyayı sarsan” büyük sosyal hareketin liderliğini, ancak Lenin’in Nisan 1917’de başlattığı ve sürekli devrim perspektifine oldukça yakın olan radikal stratejik yeniden yönelimi sayesinde üstlenebildi. Troçki’nin, Petrograd Sovyeti’nin başkanı, Bolşevik Partisi’nin lideri ve Kızıl Ordu’nun kurucusu olarak Ekim devriminin sosyalist “dönüşümünde” belirleyici bir rol oynadığını söylemeye gerek yok.

İşçi Demokrasisini İçeriden Tehdit Eden Tehlikeler 

Geriye devrimin uluslararası ölçekte yayılması meselesi kalıyor: Olaylar, Troçki’nin koşullu öngörüsünü doğruladı mı – Avrupa’da devrim olmadan, Rusya’daki proletarya iktidarı çökmeye mahkum mudur? Hem evet hem hayır.

Rusya’daki işçi demokrasisi, Avrupa devriminin yenilgisine (1919-23) dayanamadı; ancak çöküşü, Troçki’nin 1906’da düşündüğü gibi kapitalizmin yeniden tesis edilmesiyle sonuçlanmadı. Bu, çok daha sonra, 1991’den sonra gerçekleşecektir. Bunun yerine beklenmedik bir gelişme yaşandı: işçi iktidarının yerini, bizzat işçi hareketinin içinden çıkan bürokratik bir diktatörlüğün alması.

Ne var ki Troçki, 1905-1906’da bu sonucu öngörmemiş olsa da, aynı yıllarda işçi demokrasisini içten tehdit eden tehlikeleri sezmiştir.

Menşevikler ile Bolşevikler arasındaki bölünmenin yaşandığı 1903’teki Rus sosyal demokrasisinin kongresinden kısa bir süre sonra, Troçki Siyasal Görevlerimiz (1904) adlı bir broşür yayımladı. Tıpkı aynı dönemde Rosa Luxemburg’un yaptığı gibi (Temmuz 1904’te Alman sosyalistlerinin dergisi Neue Zeit ve Rus Iskra gazetesinde yayımlanan “Rus Sosyal Demokrasisinin Örgütlenme Sorunları” adlı makalesine bakınız) Lenin ve yoldaşlarını jakoben ilhamlı “merkeziyetçi” ve otoriter yaklaşımları nedeniyle eleştirir. Lenin, Bir Adım İleri, İki Adım Geri (1904) adlı eserinde, bir devrimci sosyal demokratın, “proletaryanın örgütüne ayrılmaz bir bağ ile bağlı bir jakoben” olduğunu yazmaktan çekinmemişti[8]. Ancak genç Troçki’ye göre, jakobenlik ile Marksizm arasında bir seçim yapılmalıdır, çünkü devrimci sosyal demokrat ile jakoben “bir uçurumla birbirinden ayrılmış iki dünya, iki doktrin, iki taktik ve iki zihniyeti” temsil eder[9].

Broşürün ana teması, Lenin’in savunduğu yöntemlerin temsil ettiği “ikamecilik” tehlikesiydi: Troçki’ye göre, Lenin’in Ne Yapmalı? eserindeki görüşler, partinin işçi sınıfının yerine geçmesine yol açar ve parti içinde “parti örgütü –küçük bir komite– tüm partinin yerine geçmeye başlar; ardından merkez komite örgütün yerini alır ve sonunda bir ‘diktatör’ merkez komitenin yerini alır.”[10] Bu eleştiriler Lenin’e karşı haksız sayılabilir, ama yine de – vizyoner bir sezgiyle – SSCB’nin gelecekteki Stalinci kaderinin sadık bir yansımasını oluşturuyorlardı[11]. Bu tür bir yaklaşımı reddeden Troçki, şu iki karşıt sloganı ortaya atıyordu:
“Yaşasın proletaryanın öz-eylemliliği! Kahrolsun siyasal ikamecilik!”

Lenin’e karşı olduğundan da fazla, Troçki bazı Bolşevik komitelerinin – örneğin Ural komitelerinin – Iskra’nın bir ekinde yayımlanan bir metinde dile getirdikleri kaygı verici doktrinlere karşı çıkıyordu: “Bu belgenin yazarları, proletarya diktatörlüğünün kendilerine, proletarya üzerindeki diktatörlük şeklinde göründüğünü yüksek sesle dile getirecek cesarete sahipler: toplumun kaderini kendi bağımsız eylemiyle ellerine alan işçi sınıfı değil, proletarya üzerinde ve onun aracılığıyla toplum üzerinde hüküm süren, sosyalizme geçişi güvence altına alan ‘güçlü ve kudretli bir örgüt’tür”[12]. Proletarya üzerindeki diktatörlük: birkaç kelimeyle tartışmanın merkezi sorunu böylece ortaya konmuş oluyordu.

Bu “Ural Manifestosu”ndaki görüşler  bir “tuhaflık” değil, “partimizi tehdit eden çok daha ciddi bir tehlikenin belirtisidir” ve vardığı sonuçlar “özel olarak korkak olmayanların bile tüylerini ürpertmektedir”. Bu anlayışa karşı Troçki, devrimci iktidarın icra edilişinde çoğulcu bir demokrasinin gerekliliği üzerinde ısrar eder: “Yeni rejimin görevleri öylesine karmaşıktır ki, bunlar ancak farklı iktisadi ve siyasi inşa yöntemlerinin rekabetiyle, uzun ‘tartışmalarla’, yalnızca sosyalist dünya ile kapitalist dünya arasındaki mücadeleyle değil, aynı zamanda sosyalizm içindeki çeşitli akımlar ve eğilimler arasındaki sistematik mücadeleyle çözülebilir: proletarya diktatörlüğü önceden çözülebilir olmayan onlarca, yüzlerce yeni sorun ortaya koyar koymaz, bu akımların kaçınılmaz olarak belireceği açıktır. Ve hiçbir “güçlü ve kudretli örgüt”, süreci hızlandırmak ve basitleştirmek için bu eğilimleri ve ayrımları ezemez: çünkü toplum üzerinde diktatörlüğünü uygulayabilecek durumda olan bir proletaryanın, kendi üzerinde herhangi bir diktatörlüğe katlanmayacağı apaçık ortadadır”[13].

Çıkardığı sonuç fazlasıyla iyimser olsa da, Troçki’nin bu metninin önsezili, hatta peygamberâne karakteri, Bolşevik hareketin bazı akımları içinde işleyen, “tüyler ürpertici” otoriter ve antidemokratik eğilimleri fark etme yeteneğiyle çarpıcıdır.

Temmuz 1917’de Troçki Bolşevik Partisi’ne katılır. Bu karar, bir yandan Menşeviklerle (onlarla 1912’de “Ağustos Bloğu” olarak bilinen bir ittifak kurmuştu) 1915’teki kesin kopuşundan, diğer yandan Bolşevizmin yaşadığı derin dönüşümlerden kaynaklanır. Bolşevikler sadece kitle hareketine nüfuz etmiş bir parti haline gelmekle kalmamış, aynı zamanda Lenin’in Nisan Tezleri‘nin etkisiyle, sürekli devrim stratejisinin özünü içeren sola doğru bir dönüş yapmıştır (bazı “eski Bolşevikler” Lenin’i Nisan 1917’de “Troçkist” olmakla bile suçlayacaklardır…). Troçki’nin Bolşevizme bu katılımı kalıcı olmuştur: Bu dönemden itibaren ve 1940’ta ölümüne kadar Leninizm referansı ve devrimci önderlik olarak partinin hayati önemi konusundaki inanç, onun siyasal düşüncesinin merkezi eksenleri haline gelir.

İkameci Sapmalar ve 1923 Dönemeci

Sovyet iktidarının ilk yılları (1917-1923), demokratik özgürlüklerin giderek kısıtlanmasıyla karakterize edildi – Stalinist totaliter sistemden her ne kadar fersah fersah uzak olunsa da. Bolşeviklerle dayanışmasını sürdüren Rosa Luxemburg, buna rağmen, ünlü Rus Devrimi (1918) broşüründe yeni devrimci rejimin aldığı otoriter önlemleri eleştirmekten geri durmadı: Kurucu Meclis’in feshi, muhalif partilerin ve basının yasaklanması vb.

Lev Troçki, Lenin ve yoldaşlarıyla birlikte bu yönelimin sorumluluğunu paylaşır. Hatta 1920-1922 yılları arasında, bu yönelim aşırı merkezileşme ile karakterize edilen, emeğin askerileştirilmesi ve sendikaların devletleştirilmesi önerilerinin en açık ifadesini oluşturduğu hayli ölçüsüz bir biçime bürünür, ki bunlar Lenin ve partinin çoğunluğu tarafından reddedilmiştir. Yani Troçki, 1904’te tehlikesini bizzat teşhir ettiği kimi ikameci tezleri kendi elleriyle uygulamaya kalkışmıştır adeta.

Genel olarak, Troçki bu dönemde “jakoben” esinli otoritarizmle güçlü bir şekilde damgalanmış fikirler ve argümanlar geliştirecektir. Kautsky’nin eleştirilerine yanıt olarak kaleme aldığı Terörizm ve Komünizm (1920) ya da Sovyetlerin Gürcistan’ı işgalini meşrulaştırma girişimi olan Emperyalizm ile Devrim Arasında (1922) gibi broşürler bunun örnekleridir; dönemin siyasal tartışmalarındaki başka müdahaleleri de bu çizgiyi doğrular. Örneğin, Mart 1921’deki SBKP X. Kongresi’ndeki konuşmalarında Troçki, partinin diktatörlüğünü “kitlelerin kendiliğinden tepkilerindeki geçici dalgalanmalar ya da işçi sınıfının anlık tereddütleri hesaba katılmaksızın sürdürmesi gerektiği” tezini açıkça savunur. Ve Temmuz 1920’deki Komintern’in II. Dünya Kongresi’nde şu çarpıcı ikameci ideoloji fragmanını dile getirir:

“Bugün Polonya hükümetinden barış yapma teklifi aldık. Bu tür meselelere kim karar verir? Halk Komiserleri Konseyi var, ama o da belli bir denetime tabi olmalıdır. Kim tarafından denetlenecek? İşçi sınıfı tarafından mı, şekilsiz, kaotik bir kitle olarak? Hayır. Parti merkez komitesi toplanır, bu öneriyi tartışır ve yanıtın ne olması gerektiğine karar verir. Peki savaşı yürütmemiz, yeni birlikler örgütlememiz, onlar için en iyi unsurları bulmamız gerektiğinde kime başvururuz? Partiye. Merkez komiteye.”[14]

Esasında, Troçki, bu dönemde bile, Üçüncü Enternasyonal’deki sorunlara karşı çok daha nüanslı bir tutum sergilemiştir. “Parti” ve “kitleler” arasındaki ilişkiye dair Avrupa için savunduğu görüşler, Sovyetler Birliği için savunduğuyla çok farklı, hatta çelişkiliydi. Aynı dönemde yaptığı bir konuşmada, İtalya ile ilgili olarak, “Kitlelerin iradesini, sözde öncünün kararlılığıyla ikame etme fikri kesinlikle kabul edilemez ve Marksist değildir” diye özenle vurgular; ve Kasım 1920’de Komintern Yürütme Komitesi’nde Almanya üzerine yaptığı bir konuşmada, liderler ile hareketin tabanı arasında diyalektik bir karşılıklılık ilkesini savunur: “Kitlelerin eğitimi ve yöneticilerin seçimi, kitlelerin özerk eyleminin gelişimi ve yöneticiler üzerinde buna karşılık gelen bir denetim kurulması – bunlar birbirine bağlı ve birbirini şartlandıran süreçler ve olgulardır.”[15]

Büyük dönemeç 1923’te yaşanacaktır: Troçki, partinin ve Sovyet devletinin içinde bürokrasinin gücünün giderek artmakta olduğunu fark ettiğinde. Bu nedenle Yeni Yol’da, aygıtın “önderlik kadrolarını geriye kalan kitlenin karşısına koyma, onu [kitleyi] yalnızca bir eylem nesnesi olarak görme” eğilimini ve “ikamecilik” tehlikesini teşhir edecektir; bu tehlike, aygıtın yöntemleri, parti içindeki canlı ve etkin demokrasiyi ortadan kaldırdığında, yani “parti tarafından yürütülen önderlik, organlarının (komite, büro, sekreter vb.) idaresine yerini bıraktığında” ortaya çıkmaktadır[16]. Troçki kısa süre içinde Stalinist bürokrasinin başlıca karşıtı olacak ve sonraki yazılarında – örneğin İhanete Uğrayan Devrim’de (1936) – neredeyse kelimesi kelimesine Siyasal Görevlerimiz’deki sosyalist demokrasi ve çoğulculuk savunularını yeniden bulmak mümkün olacaktır.

Suikasta uğramasından kısa bir süre önce, Stalin biyografisini kaleme aldığı sırada, Troçki bu gençlik eserine son bir kez daha döner ve onu nüanslı bir yargıya tabi tutar: “1904’te yazdığım Siyasal Görevlerimiz adlı broşürde, Lenin’e yöneltilen eleştiriler olgunluktan ve isabetten çoğu kez yoksundu; yine de o dönemin ‘komitacı’larının düşünme tarzına dair bütünüyle doğru bir fikir veren sayfalar vardır (…). Lenin’in bir yıl sonra, kongrede [3. Kongre, Nisan 1905] kibirli komitacılara karşı yürütmek zorunda kaldığı mücadele, bu eleştiriyi bütünüyle doğrulamaktadır” [17].

Bununla birlikte, Troçki, “gelecekteki Stalinizmin Bolşevik merkezileşmesinde zaten mevcut olduğu” tezini, boş ve tarihsel temelden yoksun iddialar olarak reddeder; Stalinizmin kökleri, soyut “merkezileşme ilkesi”nde ya da devrimci profesyonellerin gizli hiyerarşisinde değil, Rusya’nın 1917’den önceki ve sonraki somut koşullarında aranmalıdır. Stalinist tasfiyeler, Troçki’ye göre, ironik bir şekilde, Bolşevizme yönelik eleştirilere en ezici yanıtı sağlar: Stalin, iktidarını kesin olarak kurabilmek için eski Bolşevik muhafızların tamamını katletmek zorunda kalmıştır[18].

Bu argüman haklıdır, ama yine de şu soruyu sormaktan kaçınamayız: 1917 öncesi Bolşevizmin kimi otoriter gelenekleri ve 1918-23 yıllarının antidemokratik pratikleri, Stalinizmin yükselişinde rol oynamadı mı? Ekim devrimcileri, belli bir noktaya kadar, farkında olmadan, sonradan kendilerini yok edecek bürokratik Golem’in doğuşuna katkıda bulunmadılar mı?

Kaynak: https://inprecor.fr/node/3415

Çeviri: İmdat Freni Çeviri Kolektifi


[1] K. Marx, F. Engels, le Manifeste du Parti communiste, Préface à l’édition russe de 1882. Türkçesi: Komünist Manifesto, 1882 tarihli Rusça baskıya önsöz, bkz. https://mehmetceviksanat.wordpress.com/wp-content/uploads/2019/05/komc3bcnist-manifesto-karl-marx.pdf

[2] Parvus ve Troçki arasındaki farklılıklar için şu esere bkz. Alain Brossat Aux origines de la révolution permanente : la pensée du jeune Trotsky, Maspéro, Paris 1974. [Sürekli Devrim’in Kökenleri: Genç Troçki’nin Düşüncesi]. Lenin, Luxemburg ve Troçki arasındaki ayrılıklar için şu eser ilgiyle okunabilir: Norman Geras, The legacy of Rosa Luxemburg, New Left Books, Londra 1976 veya Fransızca şu incelemeleri: Norman Geras ve Paul Le Blanc, Marxisme et parti 1903-1917 (Lénine, Luxemburg, Trotsky), Cahiers d’Étude et de recherche n° 14, 1990. Bu yazıların Türkçesi için bkz. https://www.devrimcimarksizm.net/sites/default/files/sinif-bilinci-14.pdf

[3] L. Trotsky, 1905, éditions du Minuit, Paris 1969, ss. 374 ve 383. Türkçesi: Lev Troçki, 1905, çev. Ufuk Demirsoy, Tarih Bilinci yay., 2000.

[4] L. Trotsky, “Bilan et perspectives”, 1905, op. cit. s. 420. Türkçesi: Sonuçlar ve Olasılıklar, Sürekli Devrim içinde, Yazın yayıncılık, çev. Ahmet Muhittin, 2007.

[5] 5. Ibid., s. 397.

[6] Isaac Deutscher, Trotsky, le prophète armé (Julliard 1962) UGE 10/18, Paris 1972, t. 1, s. 290. [Türkçesi: Silahlı Sosyalist Troçki, çev. Rasih Güran, Alfa yayınları, 2017]. Deutscher şunları da ekliyor: “Bu seksen sayfalık broşür, onun düşüncesinin tüm özünü içerir. Hayatının geri kalanında — devrimin önderi olarak, ordunun kurucusu ve komutanı olarak, yeni Enternasyonal’in öncüsü olarak ve nihayetinde izi sürülen bir sürgün olarak — 1906’daki eserinde yoğunlaştırılmış halde bulunan tezleri savunacak ve açıklayacaktır.” (s. 291)

[7] Lenin’in daha sonra yazdığı gibi:“Fakat 1917’de, daha Nisan ayında, Ekim Devrimi’nden ve iktidarı ele geçirmemizden çok önce, biz halka açıkça şunu söylüyor ve açıklıyorduk: artık devrim burada duramayacak […] eşi benzeri görülmemiş boyutlara ulaşan iflas, (istense de istenmese de) ileriye, sosyalizme doğru bir yürüyüşü zorunlu kılacaktır.” V. Lénine, Œuvres, vol. 28, Éditions sociales & Éditions en langues étrangères, Paris-Moskova 1961, s. 310. [Lenin, Tüm Eserler, cilt. 28]

[8] V. Lénine, “Un pas en avant, deux pas en arrière. (La crise dans notre parti)”, Œuvres, t. 7, Éditions Sociales-Éditions du Progrès, Moskova-Paris 1966, s. 401. Türkçesi: Lenin, Bir Adım İleri, İki Adım Geri, https://www.marxists.org/turkce/lenin/1904/biradim.pdf

[9] L. Trotsky, Nos tâches politiques, Belfond, Paris 1970, s. 187. [Siyasal Görevlerimiz, Türkçe tercümesi bulunmuyor.]

[10] Ibid. s. 132-135.

[11] Isaac Deutscher, Trotsky, op. cit. s. 138-140

[12] L. Trotsky, Nos tâches politiques, op. cit., s. 198.

[13] Ibid., s. 201-202.

[14] Isaac Deutscher, Trotsky, op. cit. s. 669 et L. Trotsky, The first five years of the Communist International, Pioneer Publishers, New York 1945, vol. 1, ss. 99-100. Türkçesi: Lev Troçki, Komünist Enternasyonal’in İlk Beş Yılı, çev. Ferit Burak Aydar, Alef yay., 2020.

[15] L. Trotsky, The first five years…, op. cit., ss. 301 ve 149.

[16] L. Trotsky, Cours Nouveau (1923) içinde Les bolchévicks contre Staline (1923-1928), IVe Internationale, Paris 1957, p. 13. Türkçesi: Lev Troçki, Yeni Yol, çev. Sanem Öztürk, Yazın yay., 2009.

[17] L. Trotsky, Staline, Grasset, Paris 1948.Türkçesi: Lev Troçki, Stalin, çev. Ülkü Öztürk, Yazın yay., 2006.

[18] Ibid.

Tartışma: “21. Yüzyılda Otoriterlik ve Demokrasi”- Enzo Traverso

Enzo Traverso ile Martín Camira yönetimindeki röportaj

Aşırı sağcı güçlerin yeniden yükselişe geçtiği küresel bir bağlamda, tarihçi Enzo Traverso bu röportajda yazılarında geliştirdiği post-faşizm kavramı üzerine güncellenmiş bir değerlendirme sunuyor. (MM)

***

Martín Mosquera: İspanyolcaya Las nuevas caras de la derecha [Türkçe baskısı: Faşizmin Yeni Yüzleri, Ayrıntı yay, 2024] adıyla çevrilen ve “post-faşizm” kavramını ortaya atan, büyük beğeni toplayan bir kitap yazdınız. O zamandan bu yana yıllar geçti ve aşırı sağın yükselişiyle ilgili, o dönemde ele alamadığınız önemli olaylar yaşandı: ABD’de Kongre Binası’na saldırı, Jair Bolsonaro’nun Brezilya’daki benzer girişimi, Arjantin’de Javier Milei’nin zaferi, Trump’ın yeniden yükselişi vb. Bu yeni olaylar ışığında günümüzde aşırı sağı ve post-faşizm kavramını nasıl analiz ediyorsunuz?

Enzo Traverso: Bahsettiğiniz kitap, 2016 başlarında, ABD seçim kampanyası sırasında, hatta Trump’ın ilk döneminden önce yapılan bir röportajdan doğdu. Ardından, seçimlerden sonra, neredeyse on yıl önce, bir nevi ikinci bir röportaj daha yapıldı. Dediğiniz gibi, bağlam önemli ölçüde değişti ve bu da kitabımın orijinal baskısına kıyasla neyin değişmesi gerektiğiyle ilgili mantıksal soruyu gündeme getiriyor.

Genel çerçeveyi değiştirmezdim. Bu röportajda tanımlamaya çalıştığım post-faşizm kavramı, kapalı ve tanımlanmış bir olgu olarak görmesem de, bu olguyu tanımlamak için hâlâ kullanışlı görünüyor. Bana öyle geliyor ki, nihai sonucunu anlamak veya tam olarak tanımlamak hâlâ zor olan bir geçiş olgusu. Ancak, birçok şeyin değiştiğine şüphe yok ve on yıl önce tespit edilip analiz edilebilen bazı eğilimler artık çok daha net ve hatta küresel ölçekte pekişmiş görünüyor. Bahsettiğiniz tüm olgular ister Avrupa’da, ister Amerika Birleşik Devletleri’nde, ister Latin Amerika’da, isterse de ötesinde olsun bunu doğruluyor.

Bana göre en dikkat çekici değişim, yalnızca radikal sağın güçlenmesi değil, aynı zamanda yeni meşruiyetidir. On yıl önce yaptığım analizle karşılaştırıldığında değişen şey, bugün radikal sağın küresel düzeyde egemen elitlerin meşru -ve birçok durumda ayrıcalıklı- bir muhatabı haline gelmiş olmasıdır. On yıl önce durum böyle değildi. O zaman Trump seçimi şaşırtıcı bir şekilde kazanmıştı. Tüm anketler ve tüm analistler Hillary Clinton’ın kazanan olacağını öngörüyordu. Çünkü o, seçkinlerin, kurulu düzenin adayıydı. Öte yandan Trump, kendi partisi Cumhuriyetçi Parti içinde birçok engelle karşılaşmak zorunda kaldı ve seçildiğinde, tamamen beklenmedik bir şekilde kazanan biri, dışarıdan biri olarak algılandı.

2016 ile 2025’i karşılaştırırsak, Trump göreve başlama gününde yalnızca bir başkanlık kararnamesi imzaladı. Bugün ise onlarcasını imzaladı. 2016’da başkan olarak ne yapacağını gerçekten bilmiyordu; bugün ise nasıl hareket edeceği konusunda çok net fikirleri var. Ve elbette artık bir yabancı değil: Amerika Birleşik Devletleri’nin başkanı ve arkasında onu destekleyen konsolide bir aygıt var. 2016’da Bolsonaro da bir yabancıydı ve kimse Milei gibi birini hayal bile edemezdi. Giorgia Meloni, İtalyan siyasetinde tamamen marjinal bir figürdü. 2017 Fransa cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında tüm gözlemcileri şaşırtan şey, televizyondaki Emmanuel Macron ve Marine Le Pen arasındaki tartışmaydı. O zamanlar açıkça güvenilmez görünüyordu: Avrupa Birliği veya avro ile ne yapacağı sorulduğunda, net veya ikna edici bir cevap veremedi.

Kısacası, radikal sağ, elitler tarafından uygulanabilir bir seçenek olarak görülmedi. Aksine, hem Amerika Birleşik Devletleri’nde hem de Avrupa ve Latin Amerika’da büyük bir şüpheyle karşılandı. Bolsonaro bile Brezilya büyük şirketlerinin doğrudan adayı olarak kazanamadı. Ordu ve bazı ekonomik sektörlerde desteği kesinlikle vardı, ancak tercih edilen aday, o dönemde çok daha sağlam bir seçenek gibi görünen PT olmaya devam etti. 2017’de Avrupa’da travmatik bir olay yaşandı: Alternative für Deutschland’ın (Almanya için Alternatif) Alman parlamentosuna girmesi bir dönüm noktası oldu. Kısa bir süre sonra İspanya’da Vox ortaya çıktı. Ve manzara önemli ölçüde değişti.

Ancak bu süreç doğrusal değildi. Zaferlerinden sonra hem Trump hem de Bolsonaro dört yıl sonra seçimleri kaybetti. Bu arada, pandemi ve ardından gelen küresel ekonomik kriz patlak verdi. Kitabımda tam da bu konuyla ilgili bir hipotez ortaya attım: Uluslararası bir kriz durumunda ne olurdu? Bu büyüklükte bir krizin post-faşizmi yeni bir faşizm biçimine dönüştürebileceğini savundum. Ama olan bu değildi. Kriz, aşırı sağı güçlendirmek şöyle dursun, zayıflattı. Çünkü bu büyüklükteki zorluklarla başa çıkamayacağı açıktı.

Çifte bir dönüm noktasından bahsediyordum. Bir yandan, bireysel ve kolektif özgürlükleri ve kamusal eylem alanlarını sorgulayan olağanüstü yasaların ve olağanüstü halin yürürlüğe girmesiyle potansiyel olarak otoriter bir dönüm noktası. Bu açıdan bakıldığında, radikal sağ bu otoriter dönüşümü yönetmek için ideal aday. Ama öte yandan, pandemi aynı zamanda biyopolitik bir değişimi de beraberinde getirdi; maddi bedenler olarak tanımlanan vatandaşların, nüfusların korunmasına yönelik güçlü bir devlet müdahalesi ortaya çıktı. Bu alanda, radikal sağ her ülkede başarısız oldu. Bu, onlar için bir gerileme anıydı ve genel olarak, takip eden seçimleri kaybettiler.

Ardından, şu anda karşı karşıya olduğumuz yeni bir dalga geldi. Bu yüzden ısrar ediyorum: Bu doğrusal bir süreç değil, genel eğilim oldukça açık. Bu, belirgin bir profile ve belirgin özelliklere sahip yeni bir faşizmle karşı karşıya olduğumuz anlamına gelmiyor. Hâlâ yakınlaşma biçimleri arayan oldukça heterojen bir takımyıldızı olduğunu düşünüyorum. Post-faşizm ile küresel elitler arasındaki bu yeni ittifak bugün inkâr edilemez olsa da, gerilimler ve çelişkilerle dolu olmaya devam ediyor. Gramsci’ci anlamda yeni bir tarihsel bloktan henüz söz edemeyiz. Bu, bir blok oluşumundan ziyade, ortak çıkarlara dayalı bir yakınlaşma meselesi.

Yeni radikal sağın yükselişiyle birlikte, faşizm üzerine tartışma yeniden alevlendi; bu tartışma, eğer faşizmse, bunun tek parti sistemi veya 1930’larda olduğu gibi şirket devleti gibi unsurlar içeren bir siyasi rejim değişikliğini içermesi gerektiğini savunanlar ile liberal demokrasinin resmen yürürlükte kalması durumunda, bunun yalnızca geleneksel sağın farklı bir özgünlüğe sahip yeni bir versiyonu olacağını savunanlar arasında kutuplaşmaya meyilli.

Soru şu ki, bu kutuplaşma yersiz mi? Başka bir deyişle, mevcut otoriter olgular, Viktor Orbán’ın Macaristan’ının temsil ettiği, liberal demokrasi çerçevesinde gelişen, ancak en azından dış görünüşünü koruyan otoriter rejime daha çok benzemiyor mu? Bu tartışma hakkındaki görüşlerinizi ve özellikle de hem tarihsel faşizme hem de geleneksel sağa karşıt olarak, yeni aşırı sağ için bir tür siyasi ütopya olarak kabul edilebilecek Orbán modeline nasıl bir yer vereceğinizi bilmek istiyoruz.

Evet, bu, birçok gözlemci gibi benim de on yıl önce vurguladığım yeni radikal sağın temel bir özelliğidir. Klasik faşizm, faşizm ve demokrasi arasında radikal bir ikilik kurmuştur: Kendini açıkça antidemokratik olarak tanımlamıştır. Bu, yalnızca ideologları tarafından teorileştirilmekle kalmamış, aynı zamanda karizmatik liderleri tarafından da gururla savunulmuştur. Mussolini’nin demokrasiyi bir ludus cartaceus , yani salt bir “kart oyunu” olarak tanımlayan ünlü tanımını hatırlamak yeterlidir. Faşizm, demokrasiye olan küçümsemesini ortaya koymuştur. Öte yandan, bugün post-faşist olarak adlandırdığım tüm hareketler ve liderler demokratik bir söylem benimsiyor. Hepsi liberal demokrasi sistemine ait olduklarını iddia ediyor ve hatta kendilerini bu sistemin en iyi savunucuları olarak sunuyorlar. Bu söylem, kamuoyunun gözünde meşruiyetlerinin temelini oluşturmuştur.

Örneğin Marine Le Pen, partisinin adını değiştirip babasıyla bağlarını koparmakla kalmadı, aynı zamanda Beşinci Cumhuriyet kurumlarına ve demokratik değerlere olan bağlılığını da açıkça vurguladı. İtalya da bir başka çarpıcı örnek. Giorgia Meloni, açıkça faşist kökenlere sahip bir partiye liderlik ediyor. Birkaç yıl öncesine kadar bu mirasa gururla sahip çıkıyordu. Ancak hükümete katıldığından beri faşizm için her türlü özrü reddetti. Elbette kendini anti-faşist olarak ilan etmiyor, ancak sürekli olarak faşizmin “demokratik” karakteri ve mevcut kurumsal çerçeveye bağlılığı konusunda ısrarcı.

Amerika Birleşik Devletleri’nde paradoks doruk noktasına ulaşıyor: Ocak 2021’de Kongre Binası’na yapılan saldırı demokrasi adına gerçekleştirildi . Protestocular, Demokratlar tarafından kendilerinden “çalınan” bir demokrasiyi savunduklarını iddia ettiler. Başka bir deyişle, kendilerini gerçek Demokratlar olarak tanıttılar .

Bu köklü bir dönüşüm: Yeni radikal sağın demokrasiyle ilişkisi, tarihsel faşizminkinden tamamen farklı. Sorunuzda da belirttiğiniz gibi, demokrasi ile faşizm arasındaki çizgi bugün artık net değil. 21. yüzyıl faşizmi, demokratik biçimleri ortadan kaldırmayı değil, içeriden müdahale etmeyi, onları aşındırmayı ve içeriden dönüştürmeyi hedefliyor. Faşizm ile demokrasi arasındaki bu çizginin belirsizleşmesi, Poulantzas’ınki gibi eski analitik kategorileri bir nebze geçersiz kılıyor; bunlara daha sonra döneceğim.

Ancak bu değişimi açıklamaya yardımcı olan bir başka tarihsel farkın da hesaba katılması gerekir. İki dünya savaşı arası dönemde demokrasi, alt sınıfların yakın zamanda elde ettiği bir fetih, tarihsel bir fetih, Ekim Devrimi’nin ve 19. yüzyıl liberal düzeninin Büyük Savaş’tan sonra çöküşünü izleyen devrimci dalganın bir ürünü ya da yan ürünü idi. Bu, acımasız bir kriz dönemiydi, ama aynı zamanda önemli demokratik ilerlemeler dönemiydi de: Birçok ülkede evrensel erkek oy hakkı sağlamlaştırıldı, kadınlar bazılarında oy kullanma hakkını elde etti, kamusal alan dönüştürüldü, yeni halk katılımı biçimleri ortaya çıktı… Bu bağlamda, faşizm açıkça demokrasinin düşmanı olarak ortaya çıktı. Bu durum, 1920’lerden itibaren İtalya’da, 1933’te Weimar Cumhuriyeti’nin yıldırım hızıyla yıkılmasıyla Almanya’da ve faşizm ile demokrasi arasında doğrudan bir çatışma olan İspanya İç Savaşı’nda yaşandı.

Ancak bugün bağlam tamamen farklı. Demokrasi artık savunulması gereken bir fetih değil, içi boş bir kabuk olarak görünüyor. Batı dünyasının büyük bir bölümünde -ve hatta küresel olarak bile diyebiliriz- demokrasi, kamusal alanın metalaştırılması, kurumların boşaltılması ve ekonomi ile siyaset arasındaki ilişkinin yapısal dönüşümüyle derinden aşınmış, biçimsel (içi boş) bir kabuk olarak algılanıyor. Artık kimse demokrasiyi bir özgürleşme vaadi olarak görmüyor. Amerika Birleşik Devletleri’nde Elon Musk, Donald Trump’ın seçim kampanyasını 270 milyon dolarla destekledi ve ardından yönetimine katılarak kilit pozisyonlarda bulundu. Böyle bir bağlamda, hiç kimse demokrasiyi eşitlik, özgürlük ve adaletin bir garantisi olarak tanımlayamaz.

Ancak Amerika Birleşik Devletleri dışında, faşizm nadiren gerçek bir tehdit olarak tartışılıyor. Hatta Amerika Birleşik Devletleri’nde bile, “Trump’ın faşizmi” tartışması liberal seçkinlerle sınırlı. Örneğin Joe Biden ve Kamala Harris, seçim kampanyası sırasında ona faşist dediler. New York Times gibi medya kuruluşlarında da bu konu üzerine tartışmalar var . Ancak orada bile Trump, genellikle yabancı bir varlık, Batı demokrasilerinin paradigması olan Amerikan demokrasisine dışarıdan gelen bir anomali olarak sunuluyor. Başka bir deyişle, gerçekte olduğu gibi, yani Amerikan toplumunun ve demokratik sisteminin gerçek bir ürünü olarak algılanmıyor.

Ve işçi sınıflarının büyük bir kısmı için, demokrasinin savunulması en önemsiz endişe kaynağı. Trump’ı demokrasi için bir tehdit, Biden’ı ise kurtarıcısı olarak neden görüyorlar ki? Bu muhalefet onlara hiç mantıklı gelmiyor. Elbette, belli bir körlük var -Trump bir tehdit- ama sorun daha derin: Demokrasiyi bugün var olanla özdeşleştirerek savunamayız. Asıl soru, ne tür bir demokrasiyi savunmak istediğimiz, ne tür bir demokrasi inşa etmek istediğimizdir.

Çünkü demokrasi bu çürümüş kurumlara indirgenirse, onları savunacak büyük bir anti-faşist hareketi harekete geçirmek çok zor olacaktır, özellikle de onlara saldıranlar kendilerini demokrat olarak tanıtıp, bir miktar haklı gerekçeyle, bu kurumların işe yaramadığını iddia ettiklerinde. Savunulacak ne var ki? Sorun burada yatıyor.

Bu yeni aşırı sağın ayırt edici özelliklerinden birinin elitler arasında artan destek olduğunu belirttiniz. Trump örneğinde bu özellikle belirgin görünüyor: Artık Cumhuriyetçi Parti’yi 2016’ya göre çok daha güçlü bir şekilde kontrol ediyor, her iki meclisin de desteğini alıyor, Yüksek Mahkeme onun gündemiyle uyumlu ve yönetici sınıfın büyük bir kısmı artık ona çok daha yakın görünüyor. Bu ikinci dönemden hem yurt içinde hem de yurt dışında neler bekleyebiliriz?

Bu, bugün birçok insanın sorduğu, ancak kolay bir cevabı olmayan bir soru. Ve bu, klasik faşizmden önemli bir farkı da kısmen ortaya koyuyor. Tarihsel faşizmin net bir projesi vardı: Tanımlanmış bir siyasi rejim, bir iktidar stratejisi, iç ve dış düzen anlayışı. Örneğin, İtalyan faşizmi, Akdeniz’i kendi mare nostrum’u (Lat. “bizim denizimiz”) — yani yaşamsal alanı — hâline getirmeyi hedefliyordu. Alman faşizmi, kıta Avrupası’nı ve özellikle de Doğu Avrupa’nın emperyal ve askeri fethini kontrol etmeyi amaçlıyordu. İspanya’da Franco, “Kızılları ezmeyi” ve ulusal-Katolik bir diktatörlük kurmayı öneriyordu. Dolayısıyla rejim ve dünya hakkında oldukça tutarlı bir fikir vardı.

Trump söz konusu olduğunda durum o kadar net değil. Mesajları genellikle çelişkili ve saf demagoji ile gerçek bir stratejik yönelim olarak anlaşılabilecek bir şey arasında ayrım yapmak çok zor. Örneğin, Mars’a Amerikan bayrağı dikeceğini, Grönland’ı ilhak etmenin iyi bir fikir olacağını, hatta Kanada’nın bir sonraki ABD eyaleti olması gerektiğini söylüyor. Elbette, bunun arkasında, Çin ile ilişkilerini yeniden tanımlamanın ve diğer cephelerde görece geri çekilmenin bir parçası olarak, Amerika Birleşik Devletleri’nin kıtasal nüfuzunu pekiştirmeyi amaçlayan bir jeopolitik proje yatıyor. Bu, emperyal özellikler taşıyan hegemonik bir hırs, ancak paradoksal olarak bir zayıflamanın ürünü: Amerika Birleşik Devletleri, Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından hayal ettiği dünya hakimiyeti iddiasından vazgeçti.

Ancak bunlar sadece spekülasyon, çünkü net bir şekilde tanımlanmış bir proje yok. Bush’un neo-muhafazakâr sağının stratejik hatları, neredeyse yirmi beş yıl önce, 11 Eylül 2001’den sonra daha netti. Robert Kagan gibi bazı ideologlar ve stratejistler bunları kesin bir şekilde tanımlamıştı. Trump’ın arkasında, Steve Bannon gibi klasik faşistler ve Elon Musk gibi radikal neoliberallerden oluşan, birbirlerinden nefret eden, oldukça çelişkili bir gruplaşma yatıyor. Analistler, Trump’ın uluslararası ticaret konusundaki önlemlerinin tutarlılığını anlamakta zorlanıyor.

Trump, ” Amerika’yı Yeniden Harika Yap ” gibi daha geleneksel terimlerle konuştuğunda bile, bu büyüklüğün içeriği belirsiz. Amerika Birleşik Devletleri’nin küresel bir süper güç olarak rolünün yeniden tesis edilmesinden bahsediyor gibi görünse de, aynı zamanda örneğin Çin ile doğrudan bir çatışma politikasına girmekten kaçınıyor. Aslında Çin ile bir anlaşma peşinde ve aynı şey Çin’in müttefiki ancak çok daha zayıf olan Rusya için de geçerli. Trump, bir süper gücün hem fetih hem de çatışma yönetimi kapasitesine sahip olması gerektiğini savunuyor. Sayfayı çevirmeyi önerdiği Ukrayna veya İsrail ile ittifakının belirgin olduğu ancak savaşı sonsuza dek uzatmaya meyilli görünmediği Orta Doğu konusundaki tutumu da tam burada devreye giriyor. Politika açısından nihai hedef muhtemelen Gazze ve Batı Şeria’nın tamamen sömürgeleştirilmesi, ancak Trump’ın stratejisinin bu sonuca ulaşmak için Gazze’deki soykırımı sürdürmek olduğundan emin değilim.

Yani bir dizi eğilim görüyoruz, ancak güçlü bir programatik tutarlılık yok. Bu aynı zamanda mevcut uluslararası bağlamın da bir parçası. İki dünya savaşı arası dönemle benzerlikler bulmak istiyorsak, en bariz yalanlardan biri iç politikada değil, küresel durumda: Bazı durumlarda sistemik olan istikrarlı bir uluslararası düzenin yokluğu ve gerileyen ve yükselen güçler arasındaki rekabet. Bu senaryoda, ne Amerika Birleşik Devletleri ne de herhangi bir diğer aktör için net çizgiler çizmek zor. Bu yüzden Trump’ın bugün Hitler’in 1933’teki kadar net ve tutarlı fikirleri olduğunu düşünmüyorum. 1933 ile 1941 arasında Nazi politikası oldukça basit bir çizgi izledi. Trump’ın durumunda ise ne bu tutarlılığı ne de uzun vadeli stratejik bir projeyi uygulamaya koymasına olanak sağlayacak koşulları görüyorum.

1920’ler veya 1930’larla olası bir benzetme olarak, basit bir ekonomik veya politik krizle değil, daha derin bir çalkantı, bir tür uzun vadeli yapısal krizle karşı karşıya olduğumuzdan bahsettiniz. O dönemde, 19. yüzyıl liberal düzeninin çöküşü söz konusuydu; bu bağlamda, faşizmin yükselişi de Birinci Dünya Savaşı sonrası Almanya gibi bazı güçlerin çöküşüyle bağlantılı görünüyordu. Sizce günümüzle de bir bağlantı kurulabilir mi? Başka bir deyişle, bugün yeni aşırı sağın yükselişiyle gözlemlediklerimiz, Asya’nın ve özellikle Çin’in yükselişi karşısında Batı’nın daha geniş bir çöküş süreciyle ilişkilendirilebilir mi? Bu jeopolitik anlaşmazlığın, dolaylı da olsa, bu sağcı hareketlerin yükselişinde önemli bir motivasyon olduğunu düşünüyor musunuz?

Hayır, bu anlamda bir benzetme yapabileceğimizi sanmıyorum. Elbette karşılaştırmalar yapılabilir, ancak temel farklılıklar var. İki dünya savaşı arası dönemde, 19. yüzyıl liberal düzeninin – laissez-faire (Fr. “bırınız yapsınlar”) kapitalizminin – çöküşüyle karşı karşıya kalan , “kalıcı eski rejim”in (Arno J. Mayer’in ifadesiyle – bkz. 1983 tarihli Fransızca ” Eski Rejimin Kalıcılığı ” kitabı ) modernleşmiş devletleri, temsili ancak son derece gayri demokratik kurumlar – başlı başına birer medeniyet projesi olan iki alternatif model ortaya çıktı. Bir yanda, kurtuluş, eşitlik ve devrim ütopyasıyla sosyalizm; diğer yanda, ulus, ırk ve egemenliği yücelten faşizm. Her ikisi de geleceğe dair vizyonlardı, insanların yaşamlarını kökten değiştirmeyi vaat eden bütünsel toplum modelleriydi.

Bugün yeni sağda buna benzer hiçbir şey göremiyorum. Kesin konuşmak gerekirse, ütopik bir ufuk veya medeniyet projesi yok. Bu yüzden “post-faşizm” kavramı bana faydalı geliyor, çünkü bu radikal sağcı hareketler son derece muhafazakâr. İvmeleri ileriye değil, geriye doğru: Geleneksel bir düzeni yeniden tesis etmeyi amaçlıyorlar. İddia ettikleri değerler -egemenlik, aile, ulus- onları birbirine bağlayan bir tür ortak bağ oluşturuyor.

Örneğin Trump, Amerika Birleşik Devletleri’nde yalnızca erkekler ve kadınların olduğunu iddia ediyor, diğer cinsiyet kimliklerinin varlığını reddediyor ve LGBTQ+ topluluklarını tehdit olarak sunuyor. Bu, çeşitliliği veya kazanılmış hakları simgeleyen her şeye karşı gerici bir saldırıdır. Gelenekselciliğe bu dönüş, çevre korumaya yönelik düşmanlığında, küresel iklim değişikliği programlarını reddetmesinde ve uluslararası anlaşmalara rağmen yerli üretime olan bağlılığında da açıkça görülüyor. ” Amerika’yı Yeniden Harika Yap” sloganı, belirli bir geleceği hayal etmemizi sağlıyor, ancak gerici bir tahayyül: Amerika Birleşik Devletleri’nin güçlü, müreffeh ve baskın olduğu bir zamana dönüş. Bu yeni bir önerme değil, geçmişin idealize edilmiş hali.

Bazı durumlarda, Javier Milei’nin Arjantin’inde olduğu gibi, bunun yeni bir medeniyet modeli inşa etme girişimi olduğu izlenimine kapılabiliriz. Milei kendini aşırı neoliberalizmden esinlenen yeni bir toplumun mimarı olarak sunar. Fakat burada bile, bu proje aslında yeni değil. Konuşmaları ve duruşu okunduğunda -Arjantin durumu hakkında derinlemesine bir bilgim olmaksızın, dışarıdan bir gözlemci olarak konuştuğumu belirtmeliyim- Hayek’in fikirleriyle açık bir örtüşme fark edilir. En bilinen metni olan Köleliğe Giden Yol’dan ziyade, Hayek’in tamamen piyasa tarafından yönetilen bir toplum tasvir ettiği Hukuk, Mevzuat ve Özgürlük’te . Milei’ye ilham veren de bu model gibi görünüyor: Otoriter bir neoliberalizm (ya da isterseniz neoliberal post-faşizm; farklı isimlerle de anılabilir).

Yeni olan şey, eğer varsa, bugün bu modeli devlet iktidarının içinden nihai sınırlarına kadar zorlamaya çalışıyor olmamızdır. Geçmişte, neoliberalizm İngiltere’de Margaret Thatcher, ABD’de Ronald Reagan ve Şili’de Augusto Pinochet dönemlerinde de etkiliydi. Ancak bu örneklerde amaç, refah devletinin -Yeni Düzen, yani savaş sonrası Keynesyen model- kazanımlarını ortadan kaldırmaktı; sıfırdan “saf” bir piyasa toplumu yaratmak değildi. Dahası, bu genellikle, Pinochet diktatörlüğünün bir karşı devrimden doğan aşırı merkezileşmiş bir mekanizma olduğu Şili’de olduğu gibi, hâlâ çok güçlü olan devletlerin içinden yapılıyordu.

Milei’nin bugün iddia ettiği şey oldukça farklı: Neoliberal modeli yeni bir medeniyetin çekirdeği haline getirmek. Ancak ısrar ediyorum, bu yeni bir proje değil. Klasik faşizmin “yeni insanı” değil. Küresel dünyaya hâlihazırda hâkim olan antropolojik bir modelin radikalleştirilmiş bir versiyonu: Bireycilik, rekabet, piyasa. Weber’in sözleriyle, neoliberalizmin antropolojik modeli olan belirli bir Lebensführung’dan , yani bir “yaşam biçimi”nden kopmuyor. Bu ethos, Milei’nin icadı değil. Yaptığı şey, onu aşırıya kaçırıp yeni bir toplumun bundan doğacağını iddia etmek. Ancak bu, tarihsel bir alternatif değil, halihazırda var olanın yoğunlaştırılması. Ve bana öyle geliyor ki, bu dikkate alınmalı. Bu proje kesinlikle son derece antidemokratik ve otoriter özellikler taşıyor, ancak Poulantzas’ın 1970’lerde düşündüğü gibi devlet inşasının tam tersi. Post-faşizm, tarihsel faşizm gibi devletçi değildir. Trump, Amerikan devletini parçalıyor ve bu büyük bir farktır.

Jacobin’de , önceki sayımızda geliştirdiğimiz ve sizin de fikrinizi alabilmek için sizinle paylaşmak istediğimiz uluslararası durumla ilgili bir hipotez üzerinde çalışıyoruz. Fikrimiz, son on yılda bir noktada -bu süreci kesin olarak tarihlendirmek zor olsa da- küresel ölçekte siyasi döngüde bir değişimin meydana geldiği yönünde. Sembolik bir tarih seçmek zorunda kalsaydık, bu, bir dizi önemli olayın gerçekleştiği 2015-2016 yılları arası olurdu: Yunanistan’da Syriza’nın yenilgisi veya teslim olması, küresel sol üzerinde güçlü bir etki yarattı ve buna paralel olarak ABD’de Trump’ın zaferi ve Birleşik Krallık’ta Brexit gerçekleşti. Ayrıca, Latin Amerika ilericiliğinin krizi de bu dönemde başladı ve Arjantin’de sağın zaferi [Mauricio Macri 2015-2019] ve Brezilya’da Dilma Rousseff’e karşı parlamento darbesi [Ağustos 2016] ile işaretlendi.

Bu andan itibaren, 2008 krizinin yarattığı siyasi bunalım belirtilerinin tersine döndüğü hissi var. O zamana kadar sol, bu hoşnutsuzluğu yönlendirmek için belli bir kapasiteye sahipti: Avrupa’daki öfkeliler, Yunanistan’daki genel grevler, Latin Amerika’daki ilerici akım, Arap Baharı… Ama o zamandan beri, bu süreçlerin başarısızlığına, durgunluğuna veya yenilgisine tanık oluyoruz: Latin Amerika ilericiliği krize giriyor, Avrupa solu çok sert bir darbe alıyor, Arap Baharı bir felakete dönüşüyor ve Anglo-Sakson solu da durgunlaşıyor.

Yani fikir şu ki, o anda yaşananlar uluslararası alanda büyük bir değişime yol açtı: Sol neredeyse her yerde savunmaya geçti, aşırı sağ ise saldırıya geçti. Katılıyor musunuz?

Bu, büyük ölçüde paylaştığım çok ilginç bir hipotez. Belki bir nüans eklemek isterim. Yeni bir dalgadan geçtiğimiz doğru – daha önce pandemi etrafında meydana gelen bir dönüm noktasından bahsetmiştim – ama sağın bu yeni yükselişi, tam da solun küresel ölçekte yaşadığı krizle şekilleniyor. Bahsettiğiniz tüm unsurlar önemli.

Daha da ileri gideceğim: Arap devrimlerinin felç olması ve yenilgiye uğraması önemli bir an teşkil ediyor ve bugün Gazze’de yaşananlar bunun en trajik sonuçlarından biridir.

Buna, 1990’larda Latin Amerika’da ortaya çıkan direniş modelinin krizi de ekleniyor. Yeni bir model değildi, ancak neoliberal saldırıya karşı bir direniş biçimini temsil eden bir kıta vardı. Bugün, bu direnişin aktörleri krizde veya tamamen itibarsızlaşmış durumda ve bunun çok derin siyasi sonuçları var. Venezuela veya Bolivya gibi örneklere değinmeyeceğim, ancak Arjantin’deki Milei yenilgisinden veya bölgenin en önemli ülkesi Brezilya’da solun Lula dışında bir figür önerememesinden de bahsedebiliriz. Bu da bu krizi yansıtıyor.

Avrupa’da, dediğiniz gibi, solu yeni bir model denemek amacıyla yeniden bir araya getirme yönünde önemli girişimler oldu ve hem Syriza hem de Podemos bu döngünün öncüleri oldu. Beklentileri çok büyüktü… ve ne yazık ki, başarısızlıklarının etkisi de bir o kadar büyük oldu. Amerika Birleşik Devletleri’nde durum farklı. Böyle belirgin bir yenilgi yaşanmadı, ancak sol ile Demokrat Parti arasındaki simbiyotik ve muğlak ilişki, herhangi bir ilerlemenin önünde muazzam engeller yaratıyor.

Yani evet, post-faşizmin ortaya çıkışı solun bu politik ve stratejik krizine dayanıyor. Ama hepsi bu değil. Bu kriz çok daha uzun bir sürecin, bir dizi birikmiş tarihsel yenilginin parçası. Bir adım geriye gidersek, tarihsel bir döngünün, 20. yüzyıl devrimlerinin sonunun sonuçlarını yaşıyoruz. Bunlar, etkileri bugünümüzü şekillendirmeye devam eden uzun vadeli yenilgiler. 2015 ve 2016’daki aksilikler belirli bir konjonktüre ait olmakla birlikte, aynı zamanda yapısal bir eğilimin, solun küresel ölçekte yeni modellerle içinden çıkamadığı tarihsel bir yenilginin de parçası.

Yeniden yapılanmayı hayal etmek hiç de kolay değil, hatta hiç de kolay değil. Fakat Bernie Sanders’ın yakın zamanda yaptığı bir konuşma beni çok etkiledi: “Dikkatli olun, Trump’ın gündemine tabi olmamalıyız.” Sol, aşırı sağın söyleminin her noktasına yanıt verme eğiliminde, ancak aynı sağın dayattığı çerçeve içinde. Sanders bu nedenle şöyle uyarıyor: “Trump’ın söylemediği şeyler hakkında konuşmalıyız.” Solun programı bu olmalı: Bugün egemen söylemde tamamen yer almayan bir toplumsal program.

Bununla birlikte, günümüz solunun 1930’larda olduğu gibi, yalnızca anti-faşizm temelinde kendini yeniden inşa edebileceğini düşünmüyorum. Birincisi, bugün artık demokrasiyi aynı şekilde savunamayız. İkincisi, anti-faşist mücadelenin diğer temel boyutlarla bağlantılı olması gerekir: Toplumsal, ekonomik ve çevresel meseleler ve medeniyet iddiasında bulunan neoliberal bir toplum modeliyle yüzleşme. Bu bağlantı hayati önem taşıyor.

Dahası, küreselleşmiş dünya artık 20. yüzyılın ilk yarısının dünyası değil. Klasik faşizmin bir tarihi vardı, ancak dönemin anti-faşizmi evrensel bir söylem değildi. Batı dışında hiçbir meşruiyeti yoktu. Sömürgecilikle bağlantısı, demokrasinin Batı dünyasıyla sınırlı olması… Tüm bunlar onu sınırlıyordu. Bugün de benzer bir şey yaşanıyor.

(Bu röportaj, Jacobin dergisinin 11. sayısı olan “La libertad guiando al pueblo”nun bir parçasıdır.
İllüstrasyon: El Gordo, Jacobin Magazin (29.07.25) )

__________

[1] Bkz. Faşizm ve Diktatörlük adlı eseri .  

Corbyn’in Yeni Sol Partisi – Tarihi Bir Fırsat mı?- Dave Kellaway

Dave Kellaway, Zarah Sultana ve Jeremy Corbyn tarafından kurulan yeni sol partinin açtığı fırsatları değerlendiriyor.

Bu makaleye her başladığımda, Your Party web sitesine kaydolanların sayısını güncellemek zorunda kalıyorum. Zarah Sultana’nın Twitter hesabına göre, bir haftadan kısa bir sürede 500.000 kişiye ulaştık ve kayıtlar devam ediyor. Bu, Filistin için veya göçmenleri savunmak için düzenlenen gösterilerde ve eylemlerde herkesin dilinde olan konu.

Evet, İşçi Partisi ve Reform Partisi’nin kayıtlı üyeleriyle karşılaştırmak adil değil, çünkü bu henüz ücretli bir üyelik değil, ancak kaç kişinin bağışta bulunduğunu görmek ilginç olurdu.

Ayrıca, birkaç yıl önce büyük kamu sektörü grevleri sırasında sendika liderleri tarafından başlatılan Enough is Enough (Yeter Artık) kampanyasına katılan 300.000 kişiyi de hatırlıyoruz. O kampanyanın arkasında bir proje yoktu, birkaç kez platform konuşmacılarının katıldığı mitingler düzenlendi ve olay hızla unutuldu. Bu seferki farklı.

İnsanlar, Corbyn projesini yansıtan bir dizi genel siyasi pozisyon ve Filistin’i destekleme taahhüdünü içeren bir Bildirge‘ye imza atıyor. Bildirge, fosil yakıt şirketlerinin gezegeni tahrip etmesini eleştiriyor olsa da, ekoloji konusunda çok daha iyi olabilirdi.

Bildiride ayrıca bir kurucu konferansın düzenleneceği ve üyelerin politika ve liderleri belirleyeceği açıkça belirtiliyor. İnsanlar, Yeter Artık kampanyasından tamamen farklı bir sürece katılıyorlar. Bu sayının yarısı bile katılsa, İşçi Partisi’nin üye sayısıyla karşılaştırıldığında oldukça iyi bir rakam olur.

Starmer ve ekibi, üye sayılarını açıklamakta çekingen davranıyor. Ulusal Yürütme Komiteleri bu bilgileri her zaman açıklar, ancak son toplantılarda açıklamadılar. Hala İşçi Partisi’nde olanlar, aktif üyelerin çok az olduğunu söyleyecektir. İşçi Partisi’nin resmi üyeleri arasında sadece aidatını ödeyen ve aktif olmayan birçok kişi bulunmaktadır.

İşçi Partisi’nin zayıflaması, Gazze’deki soykırımı tanımayı reddetmesi, göçmen karşıtı politikası ve sosyal yardım kesintileri göz önüne alındığında hiç de şaşırtıcı değildir. Toplantılarda siyasi tartışmalar kasıtlı olarak en aza indirgenmektedir. Hatta kuralları değiştirerek mahalle toplantılarının sıklığını azalttılar. Belediye meclis üyeleri ve siyasi kariyeristler temel yapıları ayakta tutmaktadır.

Corbyn/Sultana süreci ilerledikçe daha fazla üye ayrılacak. Üye sayısının hızla artması, insanların dikkatini çekecek ve karar vermek için bekleyenleri harekete geçirecektir.

İşçi Partisi ve ana akım medyanın tepkisi

Medya, Farage’ın Reform Partisi’ndeki son yükselişi ayrıntılı bir şekilde haber yaparken, yeni sol partinin üye sayısındaki patlamaya çok daha az yer verdi. Bununla birlikte, yeni partinin %10 ile %15 arasında olduğunu gösteren birkaç anketi görmezden gelmek imkansızdı. Bu oylar İşçi Partisi, Yeşiller ve oy kullanmayanlardan (her birinden yaklaşık üçte biri) gelecektir.

Starmer yanlısı gazeteciler çelişkili görüşler ortaya koyuyor. Bazıları iç zorlukları vurguluyor ve Sultana kampı ile Corbyn’in çevresi arasındaki farkları abartıyor. Her şeyin gözyaşı ve bölünmeyle sonuçlanacağını öngörüyorlar. Aynı zamanda diğerleri, yeni partinin solun oylarını sorumsuzca böldüğünü, başka bir deyişle etkili olacağını ve önemli sayıda oy alacağını söylüyor.

Independent gazetesinde yazan Sean O’Grady adlı bir gazeteci, partinin 6 ay içinde Sultana ve Corbyn kanatlarına bölüneceğini öngörüyor. Hatta bu durumun meseleleri netleştirerek Starmer’ı güçlendireceğini ve Farage’ı engellemek için liderliği etrafında ilerici oyları bir şekilde geri kazanacağını düşünüyor. Danışmanlar, İşçi Partisi’nin geleceği olarak bu Macron tarzı senaryoyu savunuyorlar. İyi şanslar!

Yeni parti hakkında tartışırken yerel İşçi Partisi üyeleri arasında bölünme tartışmalarını duydum. İşçi Partisi oylarının Yeşiller ve sol adaylara bölünmesine Starmer’ın politikaları ve U dönüşleri yol açtı. Seçim sistemimizin anti-demokratik yapısını, yeni bir parti kurmak isteyenlere karşı alaycı bir şekilde kullanamazsınız. Parti konferanslarında büyük çoğunluğun orantılı temsil sistemine oy vermesi ironik bir durum. Geçen gün sosyal medyada bir kişi, kaç kişinin kaydolduğunu görünce şöyle yorumladı: Bu, oyları bölmekten çok, geri kazanmakla ilgili.

Aslında, yeni partinin birçok savunucusu, oyların ilerici Yeşil adaylar ve yeni sol parti adayları arasında bölünmesine şiddetle karşı çıkıyor. Aynı zamanda, Filistin konusunda sesini yükselten veya sosyal yardım kesintilerine karşı oy kullanan İşçi Partisi milletvekillerine de el uzatacağız. John McDonnell veya Diane Abbott’a karşı bir sol parti adayı çıkarmak aptalca olur.

Marksist veya radikal sol nasıl tepki gösterdi?

Daha önceki bazı alternatif projelerden farklı olarak, Sosyalist Parti, Counterfire ve Sosyalist İşçi Partisi gibi neredeyse tüm sol gruplar yeni projeyi destekledi ve onu inşa etmeye başlayacak. Bazı bağımsız aktivistler ve sosyalistler, bunun kötü bir şey olduğunu, bu grupların kaçınılmaz olarak olumsuz bir şekilde müdahale edeceğini düşünüyor. Örneğin, bu mizahi makaleyi okuyun.

Eğer açık, kapsayıcı bir partiyseniz, binlerce deneyimli ve adanmış aktivistin katılımına veto koyamazsınız. Bazen Leninist gruplar, kitle hareketinde kaba çalışma tarzlarıyla insanları kendilerinden uzaklaştırırlar. Örneğin, Devrimci Komünist Parti, partiyi devrimci Marksist bir öncü partiye dönüştürmek için projeye katılacağını çoktan açıkladı. Farage, fırsattan istifade ederek, onlardan birini kendi haber programına davet etti.

Kaydolanların dörtte biri veya üçte biri bile katılır ve partiyi kurarsa, goşist politikaların benimsenmesini engellemek mümkün olur. Kısır bir propagandayı etkisiz hale getirmenin anahtarı, tartışma konusunda kesin kurallara sahip olmak ve emekçileri ve ezilenleri savunmak için kitlesel faaliyetlerle partiyi kurmaktır.

Ciddi insanlar, Corbyn/Sultana partisinin Labour’un açıkça solunda yer alacağını ve ona alternatif bir parti kurma fırsatı sunacağını anlıyor. Programı, Corbyn’in ilk döneminde gördüğümüzden daha büyük bir karşı saldırı başlatacak olan Sermaye için kabul edilemez olacaktır. Bugün, devrimci olmayan bir durumda, kapitalist devletin yıkılması konusunda yeni partide net bir çizgi benimsemesi için zaman harcamak aptalca. Marksist akımlar bu tür soruları uygun şekillerde gündeme getirebilir – devrimci bir kutbun veya akımın gelişmesi önemlidir.

Bazı yoldaşlar, seçimçiliği sokaklarda ve işyerlerinde mücadeleyle kaba bir şekilde karşı karşıya getirme eğilimindedir. Herhangi bir sosyalist alternatifin inşası, hükümetin tüm kademelerinde radikal bir varlık olmadan ütopik görünür. Gerçek bir değişim sağlanacaksa, öz-örgütlenmeye dayalı mücadelelerin yükselişi bile siyasi bir strateji ve sonuç gerektirir.

Biz İkinci bir Labour Party istemiyoruz.

Öte yandan, yeni partinin Labour’un başarısız Corbyn liderliğinin kartlarını tekrar oynamasını da istemiyoruz. Partiye katılan birçok kişi, Blair ve Starmer’ın yok ettiğini düşündükleri İşçi Partisi’ni kurtarmak için bir fırsat olarak görecek. Bazıları bunu, İşçi Partisi liderliğine baskı yapmak, hatta Starmer ve sağ kanadı zorla çıkarmak ve ardından ana parti ile yeniden birleşmek için bir öncü grup olarak görebilir.

James Schneider, Sidecar sitesinde verdiği son röportajda bu konulara ilişkin yerinde yorumlarda bulunuyor.

Yeni parti, devleti yönettiğimiz hayali sol-teknokratik gelecek için mükemmel bir sosyal bakım politikası geliştirmekle tüm zamanını harcarsa, hiçbir yere varamayız. Kendini, mevcut partiden daha iyi bir politikaya sahip ama gerçek halk katılımı için hiçbir çıkış yolu olmayan bir İşçi Partisi 2.0 olarak görürse, karşı güçler tarafından yok edilecektir. Corbyn döneminde, İşçi Partisi üyeleri, kendileri fail ve lider olmak yerine, genellikle tepedeki bir avuç insanın karar vermesini beklemek zorunda kaldıkları bir durumda sıkışıp kalmıştık. Bu hatayı tekrarlamamalıyız.

Schneider, dar seçimcilik yerine, halkın gücünü geliştirmenin önemini vurguluyor. Parti, işyerlerimizde ve sivil toplumda öz-örgütlenmeyi geliştirmeye yatırım yapmalı.

Onun ifadesini beğendim: gülümseyen sınıf savaşı. Başka bir deyişle, yeni bir çığır açan ve daha iyi bir siyasi kültür geliştiren bir partiye ihtiyacımız var. Ana akım medyanın anlatısına karşı cesur ve mücadeleci olmalı. İşçi Partisi’ne katılan binlerce yeni aktivisti bir kez elimizden kaçırdık. İşçi Partisi’nin işleyişiyle ilgilenmediler ve uzaklaştılar. Bu seferki avantajımız, insanları önceden var olan, zihinleri körelten bir kuruma dahil etmiyor olmamız. En azından farklı bir şey yapma şansımız var.

Peki ya Yeşiller?

Bence Schneider Yeşillere karşı oldukça olumsuz. Onların matematiksel bir seçimci yaklaşımı olduğunu ve Extinction Rebellion gibi grupların daha fazla etki yarattığını öne sürüyor. Bence anketlerde %10 oy oranı ve 800 kadar meclis üyesi ve milletvekili sayısını dört katına çıkarma becerisi, belirli bir etkinin kanıtıdır.

Daha radikal gruplar oldukça hızlı bir şekilde yükselip düşebilir. Yeşiller heterojen bir yapıya sahiptir – Kuzey Londra, Bristol veya kırsal Norfolk’ta farklı özelliklere sahiptirler. Zack Polanski liderliği kazanırsa, radikal kanat güçlenecek ve İşçi Partisi’nin zayıf olduğu şehirler gibi bölgelerde seçim ittifaklarının önü açılacaktır.

Anketlere göre, bir düzine veya daha fazla milletvekili olan yeni bir sol partinin, Yeşiller ile birlikte, parlamentoda çoğunluğu elde edemeyen bir hükümetin kurulması durumunda belirleyici bir rol oynayabileceği konuşuluyor. İngiliz siyasetinin değişkenliği göz önüne alındığında, bu ihtimal göz ardı edilemez.

Bildiğimiz şey, Yunanistan, İspanya ve İtalya’da yeni sol partilerin, İşçi Partisi türü partilerle hükümet ittifakı konularında büyük hasar aldığıdır. Genel bir koalisyon kurmadan ve bakanlık almadan, ilerici politikalara bağlı bir hükümete dış destek vermek mümkün olabilir.

Portekiz’de birkaç yıl önce Sol Blok ve KP bunu yaptı. Bu, aşırı sağcı veya neo-faşist bir hükümetin kurulmasını engelliyorsa, anlaşılabilir bir durumdur. Ancak, parlamentoda çoğunluğu elde edemeyen bir hükümetin kurulması tartışması gündemi domine etmemeli.

Sultana’nın kararlı hamlesi

Bugün kayıt olanların sayısından herkesin görebileceği gibi, bu durumu Respect, Socialist Alliance veya Left Unity gibi eski sol projelerle aynı kefeye koyup geçiştiremeyiz. Bu farklı bir ölçekte. Sürecin kolay olmamasına insanlar şaşırıyor gibi görünüyor, ancak riskler bu kadar yüksek ve tarihi bir fırsat varken, insanlar tutkulu olacak ve kendi köşelerini savunacaklardır.

Zarah Sultana’nın katkısını küçümsememeliyiz. O, akşamları restoran seçmek için her zaman çok uzun zaman harcayan köklü bir grupla tatile gelen yeni bir arkadaş gibiydi. En az yarım saat boşa geçmişti restoran seçerken ve o daha fazla zaman kaybetmeden gidip oturmaya karar verdi, diğerleri de isteksizce onu takip etti.

Tabii ki, köklü grupta yeni arkadaşın küstahlığı hakkında şikayetler vardı. Corbyn’in danışmanları ve ekibi, Sultana tarafından gafil avlanmış ve rahatsız olmuştu. Ama en azından o harekete geçilmesini sağladı. Daha da önemlisi, yeni oluşumun çekiciliğini artırdı. O başka bir nesilden, bir kadın ve Güney Asya kökenli. Zarah, İşçi Partisi’nin Filistin yüzünden kaybettiği nesli simgeliyor.

Aynı zamanda, gevşek bir federasyon fikri, bir konferans ve partiye üye olma planları tarafından geride bırakılmış gibi görünüyor. Corbyn’e yakın olan Scheider, demokratik bir yapı ve kolektif liderlikten yana. Ayrıntılar önemlidir, ancak partinin demokratik bir şekilde kurulması ve Starmer’ın solunda bir alternatif arayan milyonlarca insan için ulusal bir odak noktası olması ihtimali yüksek.

29 Temmuz 2025

Kaynak: https://anticapitalistresistance.org/new-left-party-an-historic-opportunity/

Çeviri: İmdat Freni Çeviri Kolektifi

Tarihte Yeni Bir Başlangıç Noktası: Lenin – Victor Serge

Anarşizmden olduğu kadar Marksizmden de beslenen Bolşevik Partinin militanı, Komünist Enternasyonalin tercümanı ve Sol Muhalefetin “şairi” Victor Serge bu yazıyı 1937 yılında, İspanyol devriminin partilerinden POUM’un yayın organı La Batalla için kaleme alır. Serge’in biyografisi Bir Devrimcinin Hatıraları Yazın Yayıncılık tarafından yayınlanmıştır.

21 Ocak 1924’te insanüstü bir çalışma sonucu bitkin düşerek hayatını kaybetti, Lenin. Hemen hemen iki yıldır hastalığı onu hareketsiz kılıp koltuğa mahkûm etmişti ve o dönemin fotoğraflarının da tanıklık ettiği gibi suratında feci bir kaygı ifadesi vardı. Ne var ki zekâsı yerindeydi ve kimi zaman parıltıyla kendini gösteriyordu. O anlarda içindeki o derin tasayı ifade ediyordu. Büyük bir ferasetle kurduğu rejimin ciddi kusurlarını görüyor ve bundan kaygılanıyordu. Yeniden çalışabilme, çözümler ve müttefikler arama, tehditleri bertaraf etme takıntısının eşlik ettiği hastalığıyla son mücadelesinin hikayesinden daha trajiği yoktur. Ve şurası kesin ki eğer Lenin birkaç yıl daha yaşamış olsaydı devrimin seyri, olumlu anlamda derinden değiştirilmiş olacaktı.

Sahip olduğu otoritenin ve o engin zekâsının olayların seyrinin üzerinde etki edeceği şüphe götürmez. Belki sosyalist devleti köylülerle bir anlaşmaya yönlendirebilir ve böylece içerdeki gerici eğilimleri hafifletebilir ya da bir ihtimal bunların üstesinden gelebilirdi. Ama belki de bu kavgada yenik düşecekti, tıpkı kendisininkine eşit bir başka zekanın yenik düştüğü gibi[1].

Tarih, koşullara göre büyük dehaları veya vasat zekalıları kullanarak ilerler. Napolyon’dan sonra Sedan muharebesinin adamı, küçük Napolyon’u yarattı örneğin Tarih. Tesadüf ile kaçınılmazlık iç içe geçer. Bireylerin kaderi tesadüfe bağlıdır, toplumsal sonuçlar ise kaçınılmazlığa. Bu kaçınılmazlık da tesadüfü sürükleyip onu parçalar… O kadar çok ekonomik ve tarihsel sebep devrimin aşınmasına katkıda bulunmuştur ki eğer Lenin daha uzun yaşamış olsaydı muhtemelen o da o büyük devrim günlerindeki yoldaşlarıyla aynı kaderi paylaşırdı. Ancak rejim daha düzgün olurdu.

Bu kesinlikle kötümser bir bakış açısı değil. Doğaya hâkim olmak için insanın onu anlaması ve onu uyum sağlaması gerek. Paratoneri inşa etmek için yıldırımın düşeceğini ve nasıl düşeceğini bilmek gerekir. Toplumu dönüştürmek ve evrimini ayırt etmek için en güçlü gerekliliğe, iktisadi gerekliliğe boyun eğmek gerekir. Marksist bilim budur. Marx ve Engels, iki dürüst araştırmacı, modern üretim sürecini incelediler ve kitlelerin daha fazla refah ve daha adil bir yaşam özlemi olan sosyalizmin zorunluluğu sonucuna vardılar, böylece ütopyadan bilime geçtiler.

Lenin’le birlikte ise sosyalizm bilimden eyleme geçti.

Ekim’den kısa zaman önce koşullar sorunları sadeleştirmişti. Savaş her şeyi birkaç seçeneğe indirgemişti, olmak veya olmamak türünden. Ancak cesarete ihtiyaç vardı, öncelikle bunları görebilmek, gördükten sonra da cüretkarca harekete geçmek için. Çünkü artık eskisi gibi yaşanamazdı. Geçmişten kopmak lazımdı. Ve çoğu kez rutinin ve yanılsamaların tutsağı olan insanlar için en zoru genellikle budur. Lenin’in yazıları büyük bir zenginlik taşır. Fakat hiçbir zaman 1917’nin o altı ayındaki kadar değerli olmamışlardır. Kaotik olayların ortasında emin adımlarla belirlediği yönde yürüyen bir tek kendisiydi. Şunu anlamıştı ki istikrarsız bir durumda, ikisi de muhtemel iki diktatörlük, işçi sınıfınınki ile gericiliğinki arasında bulunuyorlardı; ya eyleme geçmek ya da felakete teslim olmak dışında başka seçenek yoktu. Lenin’in bakış açısı devrimci tutkunun ürünü değildi, çünkü her tutku gibi o da körleşebilirdi. Siyasetçi ve iktisatçının verili durumun gündelik analizine dayalı kanısının ürünüydü.

Lenin her şeyi göz önünde bulunduruyordu: üretimin durumu, dönüşümler, burjuvazinin niyetleri ve imkanları, hala iktidarda bulunan generallerle avukatların zihniyeti, kent ve kır kitlelerinin özlemleri. Ve nihayet, zamanın geldiği sonucuna vardı. Finlandiya’da deniz kenarında bir kulübeye sığınmış halde ekim başında Merkez Komiteye şöyle yazıyordu:

“Değerli yoldaşlar, olayların gidişatı bize görevimi öylesine açıkça gösteriyor ki beklemenin kendisi şimdiden bir suçtur. Köylü hareketi giderek artan bir güçle gelişiyor. Askerler bizlere her geçen gün daha büyük bir sempati sergiliyorlar. Moskova’da asker oylarının %99’una güvenebiliriz; Finlandiya birlikleri ve donanma hükümete karşı. Sol sosyalist-devrimcilerle ittifak halinde olduğumuzda ülkede çoğunluk konumundayız. Bu koşullarda beklemek bir suç teşkil eder…”

Lenin’in eseri tarihte yeni bir başlangıç noktasını teşkil ediyor; kişisel çıkar gütmeyişin, işçi sınıfına adanmışlığın, Marksist düşüncenin sınıf mücadelesine dikkatlice uygulanışının muazzam bir örneği… İşte biz bakışlarımızı bir ışığa çevirir gibi tüm bunlara bakıyoruz, yoksa ondan geriye kalan ve Kremlin’de rezalet bir anıtkabirde mumyalanmış iç karartıcı artıklarına değil.

Ve şöyle devam ediyor:

“Zaferimiz kesin. Kan akıtmadan onu elde etme ihtimalimiz çok yüksek”.

Hayatının en zorlu döneminde onu birçok kez gördüm. Kimse ondan daha sade değildi. Kimse, büyük deha -ki hiç şüphesiz öyleydi-, büyük şef, Sovyet devletinin kurucusu rollerini oynama eğilimine ondan daha uzak değildi. Kendisi hakkında böylesi ifadeler kullanıldığını duysa çok öfkelenirdi. Parti içinde tartışmalar şiddetlenince en büyük tehdidi şuydu: “Merkez Komiteye istifamı sunuyorum, tekrar sade bir militan oluyorum ve kendi bakış açımı tabanda savunacağım…”

Hala İsveç’te mülteciyken giydiği eski kıyafetleri giyiyordu. Ellinci doğum gününü kutlamak söz konusu olduğunda neredeyse öfkeleniyordu: ve birkaç yoldaşın düzenlediği gecede ancak yirmi dakika kadar kalmıştı.

Kamenev onun bütün eserlerini yayınlamaktan söz ettiğinde, hiddetlenerek şöyle yanıt vermişti Lenin: “Neden ki? Otuz yılda birçok şey yazıldı. Yok, bence değmez”.

Kendisini yanılmaz görmüyordu ve zaten öyle de değildi. Büyük hatalar yaptı. Ve çoğu kez en doğru eylemin ortasında bir hata onun o olağanüstü ferasetini azaltmıyordu. Genel olarak baktığımızda Lenin’in eseri tarihte yeni bir başlangıç noktasını teşkil ediyor; kişisel çıkar gütmeyişin, işçi sınıfına adanmışlığın, Marksist düşüncenin sınıf mücadelesine dikkatlice uygulanışının muazzam bir örneği… İşte biz bakışlarımızı bir ışığa çevirir gibi tüm bunlara bakıyoruz, yoksa ondan geriye kalan ve Kremlin’de rezalet bir anıtkabirde mumyalanmış iç karartıcı artıklarına değil.

Çeviri: Uraz Aydın

Kaynak: https://www.marxists.org/francais/cmo/n23-avr-mai-2004/JVictor_Serge_6_corr.pdf


[1] Serge burada Troçki’ye ve Sol Muhalefetin Buharin-Stalin yönetimine karşı yenilgisine göndermede bulunuyor.

Trump’ın İlk Altı Ayı: Gezegenimiz ve Halkları için Bir Tehdit – IV. Enternasyonal

Trump’ın seçilmesi, Filistin halkının soykırımını aktif olarak körükleyen, dünyanın başlıca emperyalist ülkesinde neofaşist bir liderliğin iktidara gelmesini ve ayrıca, uluslararası güç dengesinde daha da sağa kaymayı temsil ediyor, Orbán, Modi, Meloni, Bolsonaro ve diğerlerini güçlendiriyor.

19 Ocak 2025’te, halk oylarının çoğunluğuyla kazanılan kılpayı bir seçimden sonra göreve gelen Trump yönetimi, ABD’deki demokratik hakları tehdit eden ve dünyanın geri kalanına saldırganlık sergileyen son derece gerici bir gündem izledi. Trump, ABD işçi sınıfı ve dünyanın dört bir yanındaki ezilen topluluklar için de özellikle şiddetli bir tehdit oluşturmaktadır. Başlıca cephelerinden biri, Putin dahil uluslararası aşırı sağın büyük bir kısmıyla aynı çizgide olan LGBTIQ*’lara, özellikle de translara yönelik saldırılarıdır. Bu, ırksal azınlıklara, kadınların üreme haklarına, göçmenlere yönelik acımasız saldırılar, iklim değişikliğini inkar, demokratikhaklara düşmanlık, şiddete başvurmaya hazır olma, demokratik süreçlere ve denetim ve denge mekanizmalarına küçümseme ve mutlak iktidar arzusu ile Trump’ın genel gerici sosyal gündeminin bir parçasıdır.

Ticaret tarifelerinin genelleştirilmesi Donald Trump’ın ideolojik bir takıntısı ve bunun duyurusu, görevinin ilk günlerinden itibaren emperyal gücün bir göstergesiydi. Ancak iç ekonomik etkiler ve özellikle BRICS ülkelerinden gelen misilleme tehditleri, Washington’u geri adım atmaya zorladı ve ABD emperyalizminin hegemonyasının krizine katkıda bulundu.  Örneğin, Brezilya’nın ABD’den yaptığı ithalata getirilen %50 vergi, açıkça siyasi amaçlarla Brezilya hükümetini “cezalandırarak” Bolsonaro ve diğer darbecilerin davalardan kaçmasının önünü açıyor. Çelişkili bir şekilde, bu önlem ülkede yeni ve olumlu bir siyasi dönem başlattı.

Cumhuriyetçi Parti ve ABD yargısının bir bölümünün yardım ve yataklık ettiği tam güç arayışı onu müstakbel bir otoriter ve neo-faşist haline getiriyor ve dünya çapında aşırı sağın elini güçlendiriyor. Muhalefet yasaklanmamış ve demokratik haklar tamamen ortadan kaldırılmamış olsa da -neo-faşizmin göstergeleri- bu yöndeki eğilim açıktır.

ABD uzun süredir fosil yakıtların en büyük tüketicisi oldu. Trump yönetiminde ABD, etkisiz COP uluslararası iklim değişikliği birliğinden ayrıldı, petrol şirketlerine fosil yakıt çıkarma ve kullanımını artırma izni verdi ve ABD düzenleyici belgelerinden iklim değişikliğine ilişkin tüm atıflar kaldırıldı.

Trump yönetimi, çoğu Latin Amerikalı ve Güney Asyalı milyonlarca göçmene karşı özellikle acımasız bir polis-ordu zulüm ve sınır dışı etme kampanyası başlattı. Tüm göçmen işçileri suçluyla eşdeğer gören alaycı söylemiyle, El Salvador’u kiralık bir Guantánamo’ya dönüştürdü. Bu kampanya, en gerici beyaz, üstünlükçü güçleri cesaretlendiriyor.

Trump’ın ABD’nin seçkin üniversitelerine yönelik saldırıları, Filistin yanlısı protestolara yeterince sert müdahale etmedikleri için onları alaycı bir şekilde antisemitizmle suçluyor. Bu baskı, Filistin Dayanışma Hareketi’ni ve ifade özgürlüğünü soğuttu. Filistin yanlısı gösterileri antisemitizm olarak nitelendirmek, Trump’ın ırkçı söylemleri ve politikalarının beslediği gerçek antisemitizmi örtbas etmeye hizmet ediyor.

Trump ve müttefikleri kısa süre önce, 71 milyon kişinin yararlandığı devlet sağlık sigortası programı Medicaid ve en yoksullar için gıda kuponları kesintileriyle finanse edilecek, ultra zenginlere muazzam vergi avantajları sağlayan gerici bir bütçeyi kabul etti.

Trump’ın Panama Kanalı, Kanada ve Grönland’ı ilhak etme tehditleri, çıplak 19. yüzyıl emperyalizmine geri dönüşü temsil ediyor. Ukrayna konusunda Trump, Putin ile (kendisiyle birçok aşırı sağ ideolojik fikri paylaşan) Rus devletinin sömürge savaşının kurbanları olan halkların aleyhine, nüfuz alanlarını paylaşmak için yağmacı bir anlaşma peşinde.

Trump’ın NATO’dan ayrılma söylemi karşısında Avrupalı güçlerin yaşadığı siyasi şokun ardından bu ittifak, Trump’ın ABD’nin silah harcamalarının arttırılması yönündeki emirlerine Avrupa’nın itaatini göstermek için kullanmasıyla, tarihsel yerini -Avrupa’nın itaat senaryosunu- geri kazandı.

“Önce Amerika” politikası Trump’ın müttefiklerine karşı savaşçılığını yönlendirirken, İran’a yönelik son saldırı, ABD’nin çıkarlarının tehdit edildiği yerlerde askeri güç kullanmaktan çekinmeyeceğini hatırlatıyor.

Trump, Biden ve tüm ABD başkanlarının İsrail’e verdiği askeri ve siyasi desteği sürdürüyor. Gazze Şeridi’ni sakinlerinden boşaltıp bölgeyi lüks bir tatil beldesine çevirme tehdidi, dünya tarihi açısından büyük öneme sahip bir suç olacaktır.

Demokrat Parti, Trump’a karşı tamamen etkisiz olduğunu gösterdi. Bunun başlıca nedeni, Demokrat Parti’nin de Cumhuriyetçiler gibi aynı %1’lik kesime hizmet etmesinden geliyor.

AOC ve Bernie Sanders’ın büyük ve coşkulu mitingleri, Trump karşıtı duyguların derinliğini yansıtıyor. Mamdani’nin New York’ta Demokrat Parti ön seçimlerindeki son zaferi de Demokrat Parti’nin yerleşik düzenine bir meydan okuma niteliğinde ve onun ilerici sosyal gündemi, ilerici ve anti-kapitalist kamu görevlilerinin seçilebileceğinin potansiyelini gösteriyor. Son birkaç aydır sokaklarda kitlesel bir Trump karşıtı hareket ortaya çıktı. Ülkenin binlerce şehir ve kasabasında milyonlarca kişi, binlerce anti-Trump gösterisine katıldı. Göçmen işçiler bu direnişin ön saflarında yer aldı. Bu gösteriler, dünya çapında aşırı sağ hükümetlere direnenleri cesaretlendiriyor.

Dördüncü Enternasyonal Bürosu, büyüyen anti-Trump hareketiyle dayanışma içinde.

Trump rejimi yıkılsın!

ABD’nin diğer ülkelere ve halklara yönelik tüm tehditleri yıkılsın!

Los Angeles’taki kahramanca protestolara selam!

ABD’nin fosil yakıt genişlemesine son!

Göçmenlere karşı savaşa son!

Ukrayna’ya kendi kaderini tayin hakkı!

ABD’nin Gazze’deki İsrail soykırımına desteğine son!

Dördüncü Enternasyonal Yürütme Bürosu

Bu yazı ilk olarak 13 Temmuz 2025 Fourth International’da yayınlandı.  

Ernest Mandel’ler de Ölür! – Erdal Tan (Yiğit Bener)

Aramızdan ayrılışının 30. Yılında Ernest Mandel’i, yirminci yüzyılın ikinci yarısının en önemli Marksist düşünürlerinden biri olan, IV. Enternasyonal’in bu tarihsel simasını çeşitli yazıları ve hayatından, mücadelelerinden kesitlerle anıyoruz. Burada Sosyalist Demokrasi için Yeniyol’un Eylül 1995 tarihli sayısı için kendisiyle birlikte uzun yıllar sosyalist mücadele içinde yakın mesai yapmış olan Yiğit Bener’in, Erdal Tan imzasıyla kaleme aldığı yazısını tekrar yayınlıyoruz. 

MANDEL’İN ANISI (1): Geçen ay, 20 Temmuzda yitirdiğimiz Ernest Mandel’in cenaze töreni eğer Türkiye’de yapılıyor olsaydı, büyük olasılıkla birileri “Ernest Mandel’ler Ölmez!” gibi bir slogan atardı. “Devrimci geleneklerimiz” arasında yer alan ve ölenlerin arkada bıraktıklarının kalbinde aslında ölmediklerini vurgulamak için söylenen bu tür sözlerde elbette doğru bir yön de var: 

— Öncelikle ölen kişinin anısı, yakınları ve dostları tarafından yaşatılacaktır mutlaka. Hele söz konusu olan, Ernest Mandel gibi ömrünü daha iyi, daha adil, daha insancıl bir dünya yaratma projesine adamış, tüm ezilenlerin yanında yer alıp mücadelelerine katılmış ve dolayısıyla tüm dünyada sevenleri, dostları, yoldaşları olan bir kişiyse… 

— Ayrıca ölen militanın amaçları, idealleri, mücadelesi, dava arkadaşları tarafından — belki biraz da onun anısına — sürdürülecektir. Hele söz konusu olan kişi, tüm militan yaşantısını devrimci bir enternasyonal örgütün inşasına adamış olan Ernest Mandel ise, tüm dünyadaki yoldaşlarının ve (1950’lerden sonraki dönemde adı onun adıyla birlikte anılan) IV. Enternasyonal’in, onun sosyalizm mücadelesini ödün vermeden sürdüreceğinden emin olabiliriz. 

— Ve nihayet, yitirdiğimiz kişi, Ernest Mandel gibi, neredeyse tüm dünya dillerine çevrilen onlarca kitabın ve yüzlerce makalenin yazarıysa; yarım yüzyıldır düşünceleriyle ve teorik katkılarıyla tüm dünyadaki birçok düşünürü ve sosyalist militanı şu ya da bu oranda etkilemişse; üstelik bir döneme damgasını vurmuş tarihi bir kişilikse, onun artık (bir anlamda) ölümsüzlüğe ulaştığını dahi düşünebiliriz.

Evet, işin bu yönlerine baktığımız zaman, “Ernest Mandel’ler Ölmez!” demenin belki de bir anlamı var… en azından bu şekilde bir teselli bulmak mümkün. Ancak yine de ben bu sloganı bir türlü benimseyemiyorum. Çünkü ne yazık ki, İslami gelenekten esinlenmiş olan “devrim şehitleri” edebiyatının gözden kaçırdığı şey şu: “Güneşe de gömülseler”, “anıları yolumuzu aydınlatmaya devam da etse”, ölen ölüyor ve kimsenin (hele Ernest Mandel gibi olağanüstü kişiliklerin) yeri de doldurulamıyor! 

Evet, Ernest Mandel’i tanımış olan bizler, dost meclislerinde onunla ilgili anılarımızı paylaşmaya devam edeceğiz; uzun bir süre onunla birlikte yürüttüğümüz mücadeleyi, artık onsuz da olsa, yine de sürdüreceğiz; onun yapıtları, teorik katkıları, tarihteki rolü, daha uzun yıllar tartışılacak; onunla ilgili ikinci elden kitaplar, makaleler yazılacak, akıllı ya da aptalca yorumlar yapılacak, hatta “Mandel uzmanları” türeyecek; düne kadar onun örgütünden inatla uzak duranlar, hatta örgütüne ve güvendiği yoldaşlarına söylemediklerini bırakmayanlar, birden kraldan fazla kralcı kesilip ona bizlerden bile fazla sahip çıkmaya kalkışacaklar (ne de olsa “Mandel iyiydi ama çevresi kötüydü”, değil mi?); belki de, tüm büyük Marksist düşünürler için yapıldığı gibi, kimi akademik çevrelerde yapıtları ve katkıları konuşulurken kitapları övülüp militan faaliyetleri yerilecek, hatta düşüncelerinin sivri (yani “devrimci”) yönleri törpülenip ehlileştirilmeye çalışılacak… 

YITIRILENIN BILINCINE VARMAK: Tüm bunlar yaşanacak muhakkak, eşyanın tabiatı gereği! Ama gerçek şu ki, bitmek tükenmek bilmeyen enerjisiyle, yüksek derecede iletken coşkusuyla, neşesi ve babacan sevecenliğiyle, en kuru örgütsel tartışmaya bile ayrı bir boyut katan derin tarihi ve evrensel bilinciyle ve temsil ettiği tarihi süreklilikle Ernest, artık aramızda olmayacak… Ölümün en mutlak ve en acı tarafı bu zaten!

SAVAŞ KUŞAĞI: Sonuç olarak, bir kuşak kaybolmakta ve onlar yok oldukça, kendi geçmişimizle ve tarihle olan canlı bağlarımız da bir bir kopmaktadır. Ucuz tesellilerin ötesinde, ölenlerle birlikte neleri yitirdiğimize baktığımızda, işte bu çıplak gerçeği ve yeri doldurulamayacak bir boşluğu görürüz. 

Ernest Mandel haklı olarak “kişi kültünden” nefret ederdi ve eminim kendi arkasından abartılıövgüler yazılmasını da istemezdi. Ancak, dünyanın öbür ucundaki bir ufak ülkede vefat eden ve daha önce adını bile duymadığımız bir yoldaşın ardından, dergilerimize yazdığı (ve önemli siyasi gelişmeler ne olursa olsun, mutlaka yer bulunup yayınlanmasını ısrarla talep ettiği) anma yazılarıyla bizlere önemli bir noktayı hatırlatıyordu: Verilen ortak mücadeleye — bir nebze de olsa — katkıda bulunmuş olanlara vefasız davrananlar, aslında kendi değerlerine ihanet etmiş sayılırlar (hatta Ernest bu tavrını, artık militanlığı çoktan bırakmış olan “eski yoldaşlar” için bile sürdürürdü). Üstelik, işin insani boyutunu bir kenara bıraksak bile, “eskilerin” kaybolmalarının ciddi bir örgütsel zaaf yaratacağını unutmayalım. Sorun, yitirilen yoldaşın kişisel yeteneklerinin ve örgüt içindeki somut görevlerinin ağırlığının çok ötesinde bir anlama sahiptir (nitekim Mandel’in bile, sağlık sorunları nedeniyle, son yıllarda IV. Enternasyonal içindeki eski ağırlığı fiilen kaybolmuştu). Çünkü “eski” yoldaşların en önemli işlevlerinden biri, her tür örgütlenmenin vazgeçilemez bir boyutu olan kolektif belleği canlı tutmak ve yeni militan kuşaklara iletmektir. Bu işlevin aksaması ya da ortadan kalkmasıyla örgütlenmedeki süreklilik sona erer. 

Mandel savaş görmüş ve savaşın insanlık için ne denli büyük bir felaket olduğunu bizzat (bir bölümünü nazi toplama kamplarında olmak üzere!) yaşamış bir kuşağın temsilcisiydi (2). O nedenle inatçı bir savaş karşıtı, inatçı bir anti-militarist militandı. Nitekim bu konuda yazılmış onlarca makalesi mevcuttur. Sosyalizm onun gözünde, kapitalist/emperyalist kâr mantığının kaçınılmaz bir ürünü olan savaşları engellemenin yegâne yoluydu (3). Bu nedenle de sık sık sosyalizmin, “militarist sembollerle” bir arada yürüyemeyeceğini, silahı ve şiddeti bayrak edinerek sosyalizm propagandası yapmanın abes olduğunu belirtirdi. Mandel, bazen kendini savunmak için şiddet kullanmanın kaçınılmaz olduğunu bilmeyecek kadar saf bir hayalperest değildi elbette. Ne var ki, “kerhen ve ancak kaçınılmaz olduğunda” kullanılması gereken “olumsuz” bir araca, “olumlu” nitelikler yüklenmesini ve bu aracın “sosyalizm adına” kutsanmasını kabul edemezdi. 

YA SOSYALIZM, YA BARBARLIK! Mandel için insanlığın önündeki en önemli tehditlerin başında nükleer savaş gelirdi (4). IV. Enternasyonal’in son Dünya Kongresi’ndeki konuşmasında da, bu konuda yeni programatik açılımların gerekli olduğunu belirtmişti: “Eskiden, ’emperyalistler savaş isterse, silahları onlara karşı çevirerek bu savaşa son verebiliriz’ derdik, ancak söz konusu olan nükleer silahlar olduğunda bunu bu şekilde söyleyemeyiz, çünkü emperyalistlere karşı dahi olsa, bu silahların kullanılması, insan türünün yeryüzünden silinmesi anlamına gelecektir”. Ernest’in bu son konuşmasını, kendini iç örgütsel tartışmaların sıcaklığına kaptırmış kimi yoldaşlar gülümseyerek karşıladılar, çünkü bu konu o anki gündemle doğrudan bağlantılı değildi. Oysa sanırım, bir sonraki Dünya Kongresine katılamayacağını aslında bal gibi hisseden Ernest, kısır gündemi zorlayarak bize belki de başka bir şeyler anlatmaya çalışıyordu…

Ya Sosyalizm, Ya Barbarlık adlı IV. Enternasyonal’in manifestosu (5), birçok yoldaşın katkısıyla genişletilmiş ve eleştiriler doğrultusunda değiştirilmiş olsa da, büyük ölçüde Mandel’in eseriydi. Ernest, bu dönemde bu tür bir metnin hazırlanmasının yararına ya da aciliyetine pek inanmayan yoldaşlarını ikna etmek için örgüt içinde büyük bir mücadele verdi. Çünkü onun için en acil sorunlardan biri, her geçen gün derinleşen ekonomik krizin de etkisiyle insanlığı adım adım felakete ve çürümeye sürükleyen kapitalizme karşı alternatifin yeniden canlandırılmasıydı (hatta artık alternatifin “ya sosyalizm, ya da insanlığın yok olması” olduğunu söylerdi). 

Tüm yazı ve konuşmalarında kapitalizmin aslında bir barbarlık rejimi olduğunu somut örnekleriyle anlatırdı. Sosyalizm mücadelesinin gerekliliğini ve meşruiyetini de bu analize dayandırırdı. Mandel için sorun, Peru’daki kolera salgınından etkilenen 200.000 kişinin nasıl sağaltılacağı, her yıl üçüncü dünya ülkelerinde tedavi edilebilir hastalıklardan ölen on altı milyon çocuğun nasıl kurtulacağı, günlük kalori tüketimi Nazi toplama kamplarındaki günlük kalori tüketimine eşit olan üçüncü dünyadaki bir milyar insanın karnının nasıl doyurulacağı sorunuydu. 

Tüm konuşmalarını kolay anlaşılabilir somut örneklerle süslemesinin altında yatan kaygı da sanırım buydu. Bu yüzden, onun konferanslarını, “büyük bir kuramcının büyük ve karmaşık soyutlamalarını” dinleme beklentisiyle izleyenler arasında hayal kırıklığına uğrayanlar da olurdu… Oysa Ernest için soyutlama, entelektüel züppeliğin tatminine yönelik bir amaç değil, çok sayıda ve karmaşık verilerden oluşan gerçekliği kavrayabilmek (ve bu gerçekliği insanlığın yararına dönüştürebilmek) için zorunlu olarak başvurulması gereken bir araçtı. Nitekim en soyut ekonomik kuramları tartıştığı yapıtlarını bile, anlaşılabilirliği hedefleyen somut güncel örneklerle beslerdi. İnanmayanlar, Marksist Ekonomi El Kitabı’nı, Uluslararası Ekonomide İkinci Kriz’i, hatta Kapitalist Gelişmenin Uzun Dalgaları’nı (6) ya da — Türkçe’ye çevrildiğinde (inşallah…) — Geç Kapitalizm’i okuyabilirler! [Bu eser 2008’de Versus yayınlarından Candan Badem çevirisiyle yayınlanmıştır-İF]

Sosyalizm’in ve sosyalist devrimin olabilirliğini kanıtlamak için de sık sık, çeşitli konuşmalarında ve makalelerinde (7) dünyanın dört bir tarafındaki grevlerden, mücadelelerden, dayanışmalardan küçük somut örneklere başvururdu. Mandel’in tarih merakının kökeninde de sanırım bu somut veri ve kanıt toplama dürtüsü önemli bir yer tutuyordu. Olağanüstü belleği sayesinde, tüm dünyada yaşanmış olan ve yaşanan sosyal mücadeleler konusunda canlı bir ansiklopedi gibiydi. 

FLAMAN, KOZMOPOLIT VE ENTERNASYONALIST: Kuramsal laf salataları yerine somut verilere olan bu tutkusu onu, ekonomik verilerden sosyal yaşamla ilgili küçük ayrıntılara kadar tüm dünyada olup bitenlerin yakın bir izleyicisi olmaya yöneltiyordu. Bu sayede dünyayı kavrayışında, global, geniş ve evrenselci bir bakış açısı kazanmıştı. Tarihi ve kapitalist gelişmeyi açıklayışındaki bu “bütünsellik” nedeniyle, (zaman zaman Marks’a karşı da yöneltilen bir suçlama olan) “yerel özellikleri ve farklılıkları göz ardı eden aşırı bir evrenselcilikle” eleştirildiği olurdu. Örneğin bazı yakın yoldaşları, (kanımca en önemli yapıtlarından biri olan) Marksizm’in Tarihteki Yeri (8) adlı incelemesini bu yönden eleştirirdi. Bu eleştirilerde bir doğruluk payı olsa da, Mandel’in “evrenselciliğinin” hiçbir zaman kaba bir “Avrupa Merkezciliğine” dönüşmediğini de belirtmek gerekir. Marks’ın İktisadi Düşüncesinin Oluşumu (9) adlı yapıtındaki “Asya tipi üretim tarzı” bölümdeki yaklaşımı sanırım bunun en iyi kanıtıdır. 

Kaldı ki, “Avrupa Merkezciliğe” karşı Mandel’in sahip olduğu en önemli panzehir, belki de tam bir “modern zamanlar Evliya Çelebisi” oluşuydu. Elinde küçük bavuluyla örgüt adına Asya’dan Latin Amerika’ya kadar dünyayı gezer, gerek işçi/köylü örgütleri militanlarıyla gerekse de o ülkenin akademik çevreleriyle konuşur, dinler, tartışır, öğretir ve öğrenirdi. Bu yönüne bir de, birçok dilde hem yazıp hem konuşabilir olmasını da eklersek, Mandel’in bir bakıma, tam da Marksizm’in ilk yıllarındaki geleneğe uygun bir “kozmopolit” olduğunu söyleyebiliriz.

Hoş, Mandel kozmopolit idi, ama yine de kendi “vatanı” vardı: Belçika’nın o puslu ve yağmurlu kentlerinin, Brüksel’in, Anvers’in, Charleroi’nın, sıradan ve salaş işçi kahvelerindeki seçim konuşmalarından, sık tekrarlanan genel grevlerden sonra sendikacılarla yapılan değerlendirme görüşmelerinden, (kendisinin de önemli bir rol oynadığı) Belçika işçi hareketinin tarihini anlattığı o eğitim seminerlerinden ve Enternasyonal’i flamanca söylediği parti mitinglerinden, vazgeçmesi olanaksızdı. 

O, Avrupa işçi hareketinin bağrından çıkmıştı ve köklerinden hiç kopmadı. Bu nedenle de hiçbir zaman, kimi Avrupalı solcu aydınlar gibi “vicdan rahatlatma” amaçlı ucuz “üçüncü dünyacılık” yapmadı. Mandel, emperyalist sömürünün “üçüncü dünyada” yarattığı yıkımların sorumluluğunu, hangi koşullarda yaşadığını çok iyi bildiği, gelir düzeyi sürekli geriletilen, kazanımları kemirilen ve işsizlikle terbiye edilmeye çalışılan Avrupa işçi sınıfına yükleyenlerden değildi.

Partisi için yaptığı bir seçim çalışmasında, kısa vadede 700.000 yeni iş kurmaya yönelik bir proje üretti. İşsizlik sorununa karşı bir geçiş talebi olarak düşünülen bu plan, üretimde kâr mantığının değil, sosyal gereksinimlerin temel alınması gerektiğini vurguluyordu… Zengin bir ülke olan Belçika’da sözü edilen sosyal gereksinim ise, doğru dürüst tuvaleti ve banyosu olmayan yüzbinlerce konuta tuvalet ve banyo yapılmasıydı!

Ernest Mandel, aynı anda hem Avrupalı işçinin hem de Latin Amerikalı ya da Asyalı köylünün sorunlarını hissedebilen; onlara, çıkarları arasındaki görünürdeki çelişkileri aşıp, ortak mücadelede hedeflerinde birleşmelerinin yollarını gösterebilen tam bir enternasyonalistti. Nitekim tüm ömrünü de devrimci bir enternasyonal örgütün gerekliliğini kanıtlamaya adamıştı. 

Ancak bu yüzden neredeyse, kendi örgütü olan Belçika Sosyalist İşçi Partisi (POS) ile başı derde giriyordu. Çoğu örgüte kendi kazanıp yetiştirdiği öğrencileri olan POS’un genç yöneticileri, sürekli seyahat ederek Enternasyonal’in işleriyle ilgilenip, kendi örgütünü boşlamasına sonunda isyan ettiler ve Ernest’i 1986’daki kongrede Merkez Komitesine seçmemekle tehdit ettiler! Adaylığının kabulü için tüm MK toplantılarına katılmasını ve hiç olmazsa ayda bir kez dergiye yazı yazmasını şart koştular. Ve Ernest bu şantaja boyun eğmek zorunda kaldı! 

Aslında bu isyanın arkasında bir “siyasi Ödipus kompleksinin” yattığı da söylenebilir, çünkü Mandel’i yeri geldiğinde en acımasızca eleştirenler yine hep Belçikalı kendi “manevi evlatlarıydı”. Çünkü onlar, IV. Enternasyonal’in inşa sürecindeki en önemli hata olan, örgüt inşasındaki “kendiliğindenci” yaklaşımın ve “aşırı iyimser” analizlerin sorumluluğunu ustaları Ernest’e yüklerlerdi. Mandel’in “kendiliğindenciliğini” eleştirenler, aslında bu yaklaşımının kökeninde onun “gizli” bir Rosa Luxemburg hayranı olmasının ve Rosa’nın örgüt anlayışından etkilenmiş olmasının yattığını iddia ederlerdi. Örgütün o dönemlerdeki eksikliklerin ve yanlışlıkların sırf Ernest’in “kendiliğindenciliğine” bağlanması her ne kadar ona karşı yapılan bir haksızlıksa da, sonradan kendi de kabul ettiği gibi (10), bu eleştirilerde bir haklılık payı vardı.

BÜROKRASI VE YOZLAŞMA: Aslında, Leninist Örgüt Teorisi’nin (11) yazarı Ernest Mandel’in temel hatası, gerek örgütlenmeyle ilgili yazılarında gerekse de (özellikle Belçika’daki) kendi pratiğinde, aygıt ve önderlik inşasının görece özerkliği ve önemi üzerinde yeterince durmamış olması; bu konuları ikinci plana atarak program savunusunu ve programatik propagandayı fazlasıyla ön plana çıkartması olmuştur. Bu yaklaşımın temelinde belki de, stalinizmin ve komünist partilerin baskısını fazlasıyla hisseden Avrupalı troçkistlerin geliştirdikleri ve her türlü örgütlenmeyle disipline kuşkuyla bakan anti-bürokratik alerjiydi (nitekim daha aygıtçı bir gelenekten gelen James Cannon’un yetiştirdiği Amerikalı troçkistler, örgütlenme konusunda daha başarılı olmuş, ancak ilerki yıllarda kimi “bürokratik” eğilimler de üretmişlerdir). Mandel ise, leninizmle stalinizm arasında bir süreklilik arayanlara şiddetle karşı çıkmakla birlikte, leninist örgütlenme anlayışının çoğu kez yanlış ve abartılı biçimde yorumlandığından yakınır, aşırı merkezci ve disiplin ağırlıklı yorumlarının ise belirli koşullarda bürokratik yozlaşmaya zemin hazırlamasından çekinirdi. Ancak bunun panzehirinin yine Lenin’in anti-bürokratik yazı ve eylemlerinde olduğunu söylerdi (ancak bir seminerde, “1917 Lenin’inin” ve “1936 sonrası Troçki’sinin” demokrasi konusunda daha tutarlı olduklarını söylemişti)…

Son yıllarda bürokrasi ve demokrasi konuları, zihnini en çok meşgul eden konulardı. Avrupa Komünizmi ile ilgili derlemesinde ve sosyal-demokrat partilerle ilgili makelelerinde açıkça belirttiği gibi, bürokratik yozlaşmaların sadece Rusya’da, özel koşullarda ortaya çıkan Stalinizm’e özgü olmadığını biliyordu elbette. Nitekim bürokrasinin, gerek kapitalist toplumlarda, gerekse de “post-kapitalist” toplumlardaki sosyo-ekonomik kökenlerini sorgulayan birçok makalesi de mevcuttur. Geç Kapitalizm’de, İşçi Sınıfı Hareketi ve Bürokrasi’de (12) ve hatta Faşizm (13) üzerine yazılarında ve SSCB’deki gelişmeleri inceleyen nice kitap ve makalesinde (14) bu çabanın izlerini bulabiliriz. Ancak şurası açık ki, stalinizmin, dünya işçi hareketinin ve özellikle de eski “Doğu Bloku” ülkelerinin proletaryasının bilincinde yarattığı tahribatın boyutları, İşçi Sınıfı Hareketi ve Bürokrasi’nin yazarını bile şaşırtmıştı. 

DEMOKRASI SORUNSALI: Nitekim Mandel’in en önemli siyasi öngörü hatalarından biri, stalinizmin yıkılışının ardından anti-bürokratik bir sosyalist siyasi devrimin geleceği beklentisiydi. Aslında bu hatanın temelinde, sanıldığı gibi Mandel’in o ünlü “aşırı iyimserliğinden” çok, bürokratik yozlaşmanın işçi sınıfının bilincinde yarattığı bu tahribatın boyutlarının küçümsenmesi yatıyordu. Sonuçta, stalinizme karşı amansız bir muhalefet hareketi olarak kurulan IV. Enternasyonal bile felaketin boyutlarını es geçmişti! Bu yüzden Mandel, özellikle yaşamının son yıllarında, bürokrasi/demokrasi konularında yeniden ve daha kapsamlı düşünülmesi gerektiğini vurgulamaya özen gösterirdi. Ayrıca SSCB’nin — gerek Troçki’nin gerekse de kendisinin öngörülerini doğrulamayan — evrimini incelerken, ucuz ve kestirmeci inkârcılıklara başvurmaksızın, “yozlaşmış işçi devletleri” kuramının sorgulanıp genişletilmesi konusunda çalışmaktaydı. 

Çeşitli katmanlara bölünmüş olan işçi sınıfının ve emekçilerin ortak iradelerini ortaya koyabilmeleri için demokrasinin vazgeçilemez bir araç olduğunu sık sık hatırlatan Mandel, her fırsatta, sosyalist demokrasideki özgürlüklerin ve hukuk anlayışının, en “özgürlükçü” kapitalist ülkelerdekinden bile kat ve kat üstün olması gerektiğini vurgulardı. Bu konuda hiçbir çifte standardın uygulanamayacağını söylerdi (hatta “madem ki işçilerden oy alabiliyorlar, yasadışı şiddete başvurmadıkları sürece en gerici burjuva partileri bile sosyalist bir iktidardaki tüm siyasi özgürlüklerden yararlanmalıdır” derdi). Nitekim IV. Enternasyonal’in en önemli programatik metinlerinden biri olan ve Ernest’in de çok önem verdiği Sosyalist Demokrasi ve Proletarya Diktatörlüğü (15) aslında, her ne kadar kolektif bir tartışmanın ürünüyse de, ana hatlarıyla Mandel’in eseriydi, bu kaygı ve arayışlarının ürünüydü.

Sosyalizm adına yapılan rezaletlerin ve kepazeliklerin onun moralini nasıl bozduğuna, başını ellerinin arasına alıp “bunu nasıl yaparlar!”, ya da “bu kadarı da olmaz ki!” diye nasıl tepindiğine kaç kez tanık olmuşumdur. Çünkü onun gözünde demokrasi ve insan haklarına saygı, sosyalizmin yeniden inandırıcılığını kazanması için vazgeçilmez koşulların başında geliyordu. Bu konuda modern teknolojinin ciddi katkıları olacağını düşünürdü. Modern iletişim araçlarının, bilgisayarların ve bunların kullanım alanlarının yayılması sayesinde, Lenin’in, Devlet ve İhtilal’deki rüyası olan, okuma yazma bilen herkesin toplum yönetiminde söz sahibi olabileceği bir düzenin pratikte kurulmasının artık mümkün olduğunu belirtirdi. Çünkü böylece herkesin, evindeki bilgisayar ve telefonla her önemli toplumsal konuda görüşlerini ve tercihlerini demokratik bir biçimde belirtebileceğini umuyordu (16).

Sosyalizm, karşı konulmaz bir takım nesnel ekonomik yasaların kaçınılmaz ürünü olarak değil, ancak bilinçli ve kollektif bir toplumsal iradenin ürünü olarak ortaya çıkıp yaşayabileceğine göre, bu uğurda mücadelenin meşru olabilmesi için, sosyalizmin sadece daha iyi yaşam koşulları vaat etmesinin yetmeyeceğine, aynı zamanda insani açıdan da daha üstün moral değerlerin taşıyıcısı olması gerektiğine inanırdı. Çünkü onun gözünde sosyalizm, haklılığı ve geçerliliği kendinden menkul, Marks’ın yazılarından kaynaklanan ve “vahiyle inen kutsal bir inanç” değildi. Somut sorunlara yanıt vermesi gereken, meşruiyeti ve doğruluğu her aşamada yeniden kanıtlanması gereken bir projeydi… Hele hele “sosyalizm adına” hareket eden sosyal-demokrat ve komünist partilerin iktidarlarının sergilediği acı deneylerden sonra! 

SOSYALIZMIN INANDIRICILIĞI: Nitekim son yıllarındaki en büyük tutkusu, kapitalist barbarlığa karşı yegâne alternatif olan sosyalizmin nasıl geçerlilik kazanabileceğini anlatmak ve inandırıcılığına yeniden nasıl kavuşabileceğini sorgulamaktı. Bu çabasının ürünü olarak son döneminin belki de en önemli makalesi, 1990 Nisanında kaleme aldığı Sosyalizmin Geleceği adlı yazıdır (17). 

Özellikle SSCB’nin yıkılışından sonra, sosyalizmin “geçersizliğini kanıtlamak” amacıyla burjuva propagandasının kullandığı en etkili silah, Ekim Devrimine saldırmaktı. Bu nedenle Mandel, Devrimin savunusunu üstlenmiş ve bu konuda, Amsterdam Defterlerinde yayınlanan Ekim Devriminin Meşruiyeti adlı bir inceleme dahi yazmıştı. Sık sık o dönemle ilgili (çoğu unutulmuş) bazı somut gerçekleri hatırlatırken, Bolşeviklerin insancıl yönlerini vurgulardı: Örneğin, devrim sırasında Bolşeviklerin ölüm cezasına ya da yargısız infazlara başvurmadıklarını hatırlatır; Ekim Devrimi sırasında ölen insan sayısının, Petrograd’da normal bir günde kaza sonucu ölenlerden fazla olmadığını vurgulardı. Ele geçirilen çarlık subaylarının bile, “Devrime karşı silah kullanmayacaklarına” dair söz vermeleri karşılığında bolşevik işçiler tarafından serbest bıraktıklarını büyük bir gururla aktarırdı. Buna karşın, devrimin ardından patlak veren içsavaşı, sonraki yozlaşmanın altyapısını hazırlayan en önemli etken olarak görürdü. 

Ancak Devrimi savunurken bile, o dönemde bolşeviklerin yaptıkları vahim hataları ve yanlış uygulamaları, örneğin muhalefet partilerinin kapatılması, demokratik özgürlüklerin kısılması, ardından da fraksiyonların yasaklanmasını acımasızca eleştirmekten kaçınmazdı (örneğin ustası Troçki’nin o yıllarda yazdığı Terörizm ve Komünizm adlı yapıtıyla ilgili olarak bir gün, “Bu kitap Troçki için bir utanç abidesidir” dediğine bile tanık oldum). Bu konuda özellikle de Rosa’nın, Lenin ve Troçki’ye yöneltmiş olduğu birçok eleştirinin ne kadar haklı olduğuna dikkat çekerdi. 

Örgüt içi ilişkilerde de demokrasiye saygı, Mandel’in en temel kaygılarından biriydi. 1950’lilerdeki kimi tartışmalarda ve bölünmelerde ne de olsa onun da bazı günahları (!) olmuştu ve bunlardan gerekli dersleri çıkartmıştı. Özellikle de örgüt içi demokrasinin, ayrı metin yayınlama hakkı ya da eğilim kurma hakkı gibi basit bazı şekilsel haklara indirgenemeyeceğini düşünürdü. Siyasi veri toplama, yazı yazma ve tartışma yürütme konusunda bolca zamanı ve olanakları olan profesyonel devrimcilerin ve öğrencilerin dışındaki kesimlerin de siyasi tartışmalara ve kararlara sağlıklı bir biçimde katılmalarının koşullarının yaratılması gerektiğini düşünürdü. Başka bir değişle, örgütün içi işleyişinin, günde 8-10 saatini bir patronun hesabına çalışarak geçirmek zorunda olan ve bir aile yaşantısı olan “normal” emekçilerin de siyasi katılımını sağlayacak şekilde dönüştürülmesi gerektiğini vurgulardı (bkz. Inprecor‘un 15. Yılı Söyleşisi).

Ernest, örgüt içi tartışmalardaki ve çeşitli sol örgütlerin arasındaki polemiklerde kullanılan sert ve saldırgan üsluptan da çok şikâyetçiydi. Yıllarını siyasi mücadeleye vermiş, uluslararası polemikler içinde “pişmiş” ve sık sık tartışmalarda hedef ya da odak noktası olmuş (zaman zaman kendisi de demagojik yöntemlere başvurmuş!) deneyimli bir yöneticinin artık bu tür şeylere aldırmaması beklenirdi belki… Ama Ernest, hâlâ, hakarete varan sertlikteki tartışma ve suçlamalardan incinecek hassasiyette bir insandı. Her zamankinden daha öfkeli tartışmalara, şiddetli atışmalara ve sert suçlamalara sahne olan bir yönetim toplantısında söz alıp, bu üslubu protesto edişini anımsıyorum: Birbirlerine bu kadar hakaret eden, bu kadar ağır suçlamalar yönelten, bu kadar aşağılayıcı ya da kırıcı bir üslupla tartışan insanların, ertesi gün nasıl birbirinin yüzüne bakacağını, nasıl yoldaşça omuz omuza mücadele edebileceğini sormuş ve herkesi daha ölçülü davranmaya çağırmıştı. 

“BIZIMKILER” VE BIRLIK SORUNSALI: Çünkü onun anlayışına göre, sonuçta, sosyalizmin ana hedefleri için mücadele eden herkes, hangi örgütten ya da hangi görüşten olursa olsun aynı saflarda yer alıyordu. Dolayısıyla şu ya da bu tartışmada “yanlış” bir görüş savunuyor olması o kişiyi “başı ezilmesi gereken bir haine” dönüştürmediğine göre, tartışmanın özüyle ilgili taviz vermemekle birlikte, tartışma üslubunun da bu gerçeğe uygun olması gerekiyordu. 

Ernest’in “birlikçi” yaklaşımının temelinde de sanırım bu felsefe yatıyordu. Kaç kez, diğer sosyalist örgütlerin başarılarından söz ederken bile “bizimkiler” diye konuştuğuna tanık olmuşumdur. Ernest için Sandinistler “bizimkiler” idi, Güney Afrikalı ya da Filipinli devrimciler de… Fransa’da IV. Enternasyonal’in örgütünün katılmadığı bir seçimde, “rakip” troçkist örgüt Lutte Ouvrière’in aldığı oylara bile “bizimkilerin başarısı” diye sevinmişti Ernest! 

Bunu, sol içi derin görüş ayrılıklarını gözardı eden bir tür siyasi oportünizm ya da naif bir “yavrukurt zihniyetinin” ürünü olarak algılamak da olası tabii. Ancak Mandel’in bu tavrıyla anlatmak istediği şuydu: devrimci örgütler arasındaki görüş ayrılıkları, geniş kitlelerin gözünde çoğu zaman pek bir şey ifade etmiyor. Onların oy ya da destek verdikleri şey (hele şu dönemde) şu ya da bu fraksiyonun yöneticinin dahiyane görüşleri, taktik yönelişleri, tarihi değerlendiriş biçimi ya da şu veya bu polemikte rakibinin ağzının payını vermedeki ustalığı değil, o örgütlerin propagandasında yer alan sosyalizmle ilgili genel geçer hedeflerdir (hatta bırakınız kitleleri, çeşitli örgütlerdeki militanlar bile, seçimlerini şu ya da bu örgüt ya da önderlik lehinde yaparken acaba her zaman çok bilinçli ve bilimsel nedenlere mi dayanmaktadır?). Üstelik hal böyleyken bile, emekçiler toplumun ezici çoğunluğunu oluşturduğu halde, sosyalistlere oy ya da destek verenler hâlâ azınlıkta kalıyor! 

Bu durumda sosyalistlerin, kendi aralarındaki görüş ayrılıklarına ve (kimi zaman gerçek yaşamla bağlantılı olup olmadıkları bile sorgulanabilecek olan) tartışmalarına abartılı bir önem vehmetmeleri ve hele bu nedenle bölünmeleri ahmaklıktır. Yürütülen tartışmalarda kimin haklı kimin haksız olduğunu tarih ve kitle hareketi içinde yaşanan somut deneyler belirleyecektir. Sonuç olarak, zorunlu olmadıkça ayrılıkları değil ortaklıkları ön plana çıkartmakta yarar vardır. 

Ayrıca biraz daha alçak gönüllü ve birbirine karşı biraz daha saygılı ve hoşgörülü olmakla kimsenin kaybedeceği bir şey de yoktur… Aksine! Belki de herkesin birbirinden öğrenebileceği birşeyler vardır… Ernest bu konuda çok açık sözlüydü. Örneğin kendi örgütünün diğer devrimci akımların deney ve başarılarından çok şey öğrendiğini ve daha çok şey öğrenmesi gerektiğini hiçbir komplekse kapılmadan açıkça söylerdi. Özellikle de Yeşillerin ve kadın hareketinin sayesinde, bu alanlardaki programatik eksikliklerimizin bilincine vardığımızı gizlemezdi. Nitekim Marksizm’e Giriş (18) adlı eğitim kitabının ilk baskılarıyla sonrakileri kıyaslandığında, ilk önce kadınların ezilmesiyle ilgili bir bölümün, daha sonra da çevre sorunlarıyla ilgili başka bir bölümün eklendiğini görebiliriz. 

Ernest’in bu alçak gönüllülüğü kişisel ilişkilerine de yansırdı (19). Tartışmalarda örgütsel konumunu ya da yetkinliğini kullanarak karşısındakini susturmaya çalışmaz, aksine, en genç ve en deyimsiz militanı dahi ciddiye alır ve ikna etmek için, bazen nezaket sınırlarını bile zorlayan sorulara ve itirazlara bile sabırla yanıt verirdi. “Liderlere” tanınan ayrıcalıklardan da nefret ederdi. Katıldığı son Dünya Kongresinde talep ettiği tek bir ayrıcalık oldu: sağlık sorunları nedeniyle yürümesi ve ayakta durması zorlaştığından, oturduğu yerden konuşabilme. Hatta söz hakkı bile herkesinkiyle eşit tutuldu ve tanınan süreyi doldurduğunda, divanın uyarısıyla sustu (oysa bu, bir dünya kongresindeki son konuşmasıydı…).

Evet, artık Ernest toplantılarda söz alıp, o çocuksu coşkusuyla bizlere “gaz veremeyecek”, iyimserliğini aşılamak için “kitle hareketinin önlenemez yükselişinden” dem vuramayacak, sosyalizmin olabilirliğini kanıtlamak için Patagonyadaki son grevleri anlatamayacak… Ama hiç olmazsa bizlere kitaplarını ve sayısız makalelerini bıraktı. 

ORTAK MIRAS: Kitaplara ve düşüncenin gücüne çok inanırdı. Troçki’nin bir kitabının ya da makalesinin “glasnost” dönemi sırasında SSCB’de ya da Çin’de yayınlanması onu çok heyecanlandırırdı. İlk kez resmi davetli olarak SSCB’ye gidip bir konuşma yapması da onu olağanüstü heyecanlandırmıştı. Haklıydı da belki, küçük örgütsel başarılar ya da başarısızlıklar gelip geçiciydi, ama kitaplar kalıcıydı. Nitekim Mandel’in Türkiye’deki ilk kitabının yayınlanması, henüz bir Troçkist örgütlenmenin olmadığı bir döneme rastlar. Üstelik Marksist Ekonomi El Kitabı’nı yayınlayan Ant yayınlarının yöneticisi Doğan Özgüden, o sıralar henüz “anti-troçkist” bir çizgideydi! Yıllar sonra Masis’le birlikte Brüksel’de, Doğan ağabeye nasıl olup da (o zamanki düşüncesiyle) “hain bir troçkistin” kitabını yayınladığını sorduğumuzda, “o zamanlar troçkist olduğunu bilmiyorduk; kaldı ki sonradan öğrendiğimizde de hiç pişman olmadık, çünkü çok iyi bir kitaptı” demişti… Evet, haklıydı Doğan ağabey, önemli olan etiket değil, içeriktir. 

Nitekim bugün Mandel’in kitapları tüm dünyada mevcut troçkist militan sayısından kat ve kat fazla satmaktadır. Mayıs 1991’de, Mülkiyeliler Birliğinin ve Yazın Yayıncılığın davetlisi olarak Türkiye’ye geldiğinde, topu topu bir avuç Troçkist militan karşılamıştı onu… Ancak hem İstanbul’da hem de Ankara’da, onu izlemeye gelip alkışlayan binlerce insan vardı (20). Ernest de kitaplar ve düşüncenin gücü konusunda iyimser olmakta haklıydı! 

Son görüşmemizde, Türkiye’deki tüm yoldaşlara özel selamlarını iletmiş (21), bizleri “iyimser olmak” ve “geleceğe güvenle bakmak” konusunda ikna etmesine gerek olmadığını bildiğini söylemiş ve bizlere — özellikle de Birleşik Sosyalist Parti deneyine — çok güvendiğini belirtmişti (Dünya Kongresinde yaptığı son konuşmasında, sosyalistlerin birliği konusunda dünya çapında örnek alınması gereken üç deneyden biri olarak BSP’yi saymıştı). Bu konuşmamızdan birkaç hafta sonra onu yitirmemiz nedeniyle bu mesajlarını bir bakıma, “Türkiye’dekilere” yönelik bir tür “vasiyeti” olarak değerlendirebiliriz.

Onu yakından tanımış olan ya da onunla aynı saflarda militanlık yapmış olan, onun düşüncelerini paylaşmış, tartışmış, dile getirmiş, yayınlamış olan bizlerin, IV. Enternasyonal militanlarının, onun anısına sahip çıkması doğaldır elbette. Ancak Ernest Mandel ve onun düşünceleri sadece bize değil, onunla aynı özgürlük, adalet, eşitlik, demokrasi ve sosyalizm ideallerini paylaşan herkese aittir, hepimizin ortak mirasıdır. Elbette herkesin bu mirasın tümünü paylaşmasını beklemek abestir; onun yapıtları, katkıları ve görüşleri daha uzun yıllar tartışılacak ve tabii ki eleştirilecektir. Ancak kanımca onun temel siyasi felsefesi açısından en anlamlı jest, ölümden sonra onun anısına sadece bizlerin değil, BSP’nin de sahip çıkmasıdır. Sanırım bu, son mesajının boşa gitmediğinin en güzel kanıtıdır. 

Onun kadar iyimser olmak gerçekten mümkün mü bilmiyorum, ama umarım gelişmeler onun bu iyimserliğini bu kez haklı çıkarır! Bize de öyle olması için elimizden geleni yapmak düşer…

Onunla son kez, ölümünden birkaç hafta önce, ilk tanıştığımız yer olan Belçika’da karşılaşmıştık. Ernest’in yıllardır ciddi sağlık sorunları olduğunu biliyordum, ancak ilk defa onu bu kadar kötü görmüştüm. Dünya Kongresinin bitiminde vedalaştığımızda, bunun gerçek bir veda olduğunu ve onu son görüşüm olacağını hissetmiştim. Son kez elini sıkarken ki sıcak gülüşünü hiç unutmayacağım… Söylediklerini de! 

Güle güle Ernest. Seni tanımış olmak, seninle birlikte çalışmış olmak (bundan sonraki yaşam çizgim ne olursa olsun) ömür boyu taşıyacağım bir onurdur. Umarım tarih kitapları seni sadece Marksist ekonomiyi güncelleştiren nice eserin yazarı olarak değil; ya da sadece marksizmin hümanist özünü yeniden keşfettiren ve devrimci enternasyonalizmi yeniden yaşatmaya ömrünü adamış, IV. Enternasyonal’in en tanınmış yöneticisi olarak da değil; aynı zamanda da, Avrupa’nın tüm sanat eserleri müzelerinde rehberlik yapacak kadar geniş kültürlü, eski siyah/beyaz İtalyan komedi filmlerinin izleyicisi, polisiye roman tutkunu ve — herşeyden önemlisi — en “ciddi” ve gerilimli toplantılarda bile yüksek sesle kahkaha atarak gülmesini unutmadan, çocuksu coşkusuyla umudu yeniden yeşerten, sıradışı bir insan olarak anar.

İstanbul, 1 Eylül 1995

NOTLAR:

(1) Kişisel anılara ve duygulara da yer verilmesi, dergilerimizde pek de alışık olmadığımız bir şey. Ne var ki, Ernest Mandel’in 12 yıllık bir “çömezi” olarak (ki bu 12 yılın önemli bir kısmı, Belçika ve Fransa’da, yakın “mesai arkadaşlığı” şeklinde geçmiştir), onun yanında, ondan duyduğum kimi düşüncelerini ve onunla ilgili bazı anılarımı aktarmanın, kişisel bir heves değil, kollektif yapıya (özellikle de ilk sosyalist bilincini onun kitaplarını okuyarak geliştiren gençlere) yönelik bir görev ve sorumluluk olduğunu düşündüm. Dolayısıyla, bu tür bir yazıya ister istemez yansıyan “kişisel” boyutun bu çerçevede değerlendirileceğini umarım. 

Kaldı ki, Ernest’in ardından yazılan bir yazıda bunların olması da doğal: Ne de olsa bizlere sürekli olarak sosyalizmin temelinde hümanizmin, yani “insan sevgisinin” bulunduğunu hatırlatan ve kendi özümüze  yabancılaşmamamız gerektiğini  vurgulayan o değil miydi? 

(2) Bkz. İkinci Dünya Savaşının Anlamı, Yazın Yayıncılık, Ağustos 1995.

(3) Bkz. Barış İçinde Birlikte Yaşama ve Dünya Devrimi, Köz Yayınları, 1975.

(4) Bkz. Nükleer Savaş ve Sosyalizm, Yazın Yayıncılık, 1987.

(5) Yazın Yayıncılık, 1994.

(6) Sırasıyla: Ant Yayınları, 1970; Koral Yayınları; Yazın Yayıncılık, 1986 ve 1991.

(7) Örneğin Özyönetim ve İşçi Denetimi’yle ilgili üç ciltlik derlemesi ya da Devrimin Uzun Yürüyüşü adlı derlemesi (türkçeye henüz çevirilmediler).

(8) Yazın Yayıncılık, 1994.

(9) Köz Yayınları, 1978; Yazın Yayıncılık, 1993.

(10) Bkz. Enternasyonalizm ve IV. Enternasyonal adlı broşürde yer alan, Inprecor‘un 15. Yılı Söyleşisi, Yazın Yayıncılık Mayıs 1991.

(11) Köz Yayınları, 1977; Yazın Yayıncılık, 1995.

(12) Köz Yayınları, Mart 1976.

(13) Troçki’nin Faşizme Karşı Mücadele’sine önsöz, Köz Yayınları,1976; Yazın Yayıncılık, 1993.

(14) Örneğin bkz. Glasnost ve Siyasal Devrim, Yeniyol Broşür Dizisi, 1990; SSCB Tartışması, Yazın Yayıncılık, 1994; ya da (türkçeye çevirilmeyen) Gorbaçev’in SSCB’si Nereye Gidiyor? adlı incelemesi.

(15) Yazın Yayıncılık, Haziran 1993.

(16) Bilgisayar çağının yeni ufuklarına çok güvenirdi ama kuşağının tipik bir temsilcisi olarak, kendisi bilgisayar kullanmayı kesinlikle reddederdi! İşleri kolaylaştırmayıp sorun çıkarttıklarını iddia eder, yazılarını hâlâ eski daktilosunda, kâğıtları kesip ucuca yapıştırıp, kargacık burgacık el yazısıyla düzeltmeler yaparak yazardı…

(17) Bkz. Enternasyonalizm ve IV. Enternasyonal.

(18) Köz Yayınları,1977; Yazın Yayıncılık, 1992.

(19) Yazılarının kısaltılmasını kimse sevmez, Ernest de sevmezdi. Ancak söylemek istediklerinin özüne dokunulmayacağına güvendiği zaman, hem sesini çıkartmaz, hem de nerelerin kesildiğini denetlemeye bile gerek duymazdı!

(20) Bkz. İstanbul Konferansı, Yazın Yayıncılık, Mayıs 1991.

(21) Zaten Ernest’in Türkiye’ye özel bir ilgisi vardı. Eh, ne de olsa kitaplarının en çok çevirildiği yabancı dillerin başında Türkçe geliyordu ve Masis gibi “özel” bir yayıncısı vardı. Nitekim Türkçesi yayınlanan Kapitalist Gelişmenin Uzun Dalgaları, İkinci Dünya Savaşının Anlamı ya da (türkçesi bu yıl yayınlanan) son kitabı Alternatif Olarak Troçki gibi birçok önemli yapıtı, yazıldığı dil dışındaki dillerde henüz yayınlanmadı; birçok kitabının (örneğin türkçesi 1985’te yayınlanan Hoş Cinayet) basılan ilk çevirileri de türkçe çevirileridir! Ayrıca, IV. Enternasyonal’in (çok önem verdiği) yayın organı olan Inprecor‘un başında da iki yıl boyunca bir Türkiyeli bulunmuştu. Üstelik Yarı-Sanayileşmiş Ülkeler konulu incelemesinde (Yazın Yayıncılık, 1985) Türkiye’den pek söz etmemiş olması epey başına kakıldığı için de, artık neredeyse her yazısının ve konuşmasının bir tarafına bir Türkiye lafı sıkıştırma gereksinimini duyuyordu (özellikle de 1991’deki İstanbul ve Ankara konferanslarından sonra)! Kaldı ki, Brüksel’de bile “Türk mahallesi” sayılan Schaerbeek’te otururdu…

Suriye’nin Yeniden Yapılanma Süreci için Üç Gereklilik – Joseph Daher

8 Aralık 2024’te Esad rejiminin düşüşü, Suriye’de daha iyi bir gelecek için umutları yeşertti. Ancak, ilk baştaki iyimserlik, bölgesel ve siyasi parçalanma, yabancı etkiler ve işgal, mezhepsel gerilimler gibi artan zorluklarla yerini karamsarlığa bıraktı. Bu durum, ülkenin acil ihtiyaç duyduğu potansiyel ekonomik toparlanma ve yeniden yapılanma sürecini olumsuz etkiledi. Yeniden yapılanmanın maliyeti 250-400 milyar dolar olarak tahmin ediliyor. Nüfusun yarısından fazlası yerinden edilmiş durumda, yüzde 90’ı yoksulluk sınırının altında yaşıyor ve Birleşmiş Milletler’e göre 2024 yılında Suriye’de 16,7 milyon kişi (nüfusun yüzde 75’i) insani yardıma ihtiyaç duyuyor. Bu bağlamda, Suriye’deki sosyal ve siyasi aktörler ile uluslararası temsilciler arasında ekonomik toparlanma ve kalkınma tartışmaları şimdiden başladı.

Ancak, başarılı ve sürdürülebilir bir ulusal rehabilitasyon ve yeniden yapılanma için üç önemli faktör gereklidir. Birincisi, toplumun farklı kesimlerinin katılımına imkan tanıyan kapsayıcı bir siyasi geçiş süreci. İkincisi, Suriye’nin siyasi alanındaki demokratikleşmeyi derinleştiren ve iktidardakilere karşı bir denge unsuru oluşturan bir yapının kurulması. Son olarak, özellikle zorlu yaşam koşullarıyla karşı karşıya olan toplumun en savunmasız kesimlerinin katılımını artırmak için sosyoekonomik koşulların iyileştirilmesi. Bu koşullar sağlanmazsa, Suriye’nin ekonomik toparlanması tehlikeye girecek ve çeşitli siyasi ve toplumsal aktörlerin dışlanmasının sonucu olarak istikrarsızlık olasılığı artacaktır. Daha da kötüsü, yeni yetkililer iradelerini dayatmaya devam ederse, bu durum silahlı çatışmaya yol açabilir. Benzer şekilde, geçiş aşamasında daha geniş kesimlerin daha aktif bir şekilde sürece dahil edilmemesi, yeni yetkililerin meşruiyetine zarar verebilir. Kapsayıcılık eksikliği, mezhepsel ve etnik gerilimleri besleyerek ulusal uyumu daha da zayıflatabilir.

Esad’ın Düşüşünden Sonra Siyasi Bağlam

Esad rejiminin çöküşünün ardından, Suriye hükümet güçlerine karşı saldırıyı yöneten Hay’at Tahrir al-Şam (HTŞ), iktidarı kendi elinde topladı. İktidarı ele geçirdikten kısa bir süre sonra, grubun lideri Ahmed El Şara, geçici hükümetin başına Muhammed el-Beşir’i getirdi. Bashir daha önce İdlib’de Suriye Kurtuluş Hükümeti’nin başındaydı. Hükümeti, yalnızca Hay’at Tahrir al-Şam’a mensup veya ona yakın kişilerden oluşuyordu. Ocak 2025’te Şara bir adım daha ileri giderek kendisini geçici cumhurbaşkanı ilan etti ve 29 Mart’ta seçimlere kadar görev yapacak, kendi yetkisi altında bir geçiş hükümeti kurdu. Şara göreve geldikten sonra parlamentoyu feshederek bir “geçici yasama konseyi” kurdu ve anayasayı dondurdu. Ayrıca Hayat Tahrir Şam’a veya ona yakın Suriye Ulusal Ordusu’nun silahlı gruplarına bağlı bakanlar, güvenlik görevlileri ve bölge valileri atadı. Örneğin, Anas Khattab, Mayıs ayında Hüseyin el-Salama ile değiştirilene kadar istihbarat servislerinin başına atandı. Khattab, Hayat Tahrir Şam’ın öncülü olan Jabhat al-Nusra’nın kurucu üyelerinden ve önde gelen güvenlik figürlerinden biridir. 2017 yılından itibaren HTŞ’nin içişleri ve güvenlik politikasını yönetti. Khattab, yetkililer yeni bir Suriye ordusu kurarken istihbarat hizmetlerinin yeniden yapılandırılacağını duyurdu. HTŞ komutanlarını en üst düzey subaylar olarak atadılar ve Murşid Abou Qasra’yı savunma bakanı olarak seçerek general rütbesine yükselttiler. Orduyu yeniden canlandırarak, yeni rejim Suriye’nin parçalanmış silahlı gruplar üzerindeki kontrolünü sağlamlaştırmak ve devlete silahlar üzerinde tekel hakkı vermek istedi.

Benzer şekilde, yeni geçiş hükümetindeki kilit pozisyonlar Şara’ya yakın isimler tarafından dolduruldu. Örneğin, Asaad al-Shibani ve Abu Qasra sırasıyla dışişleri bakanı ve savunma bakanı olarak görevlerine devam ederken, Khattab içişleri bakanı olarak atandı. Ancak, hükümetin gerçek yetkilerinin ne olduğu tartışmalı, özellikle de güvenlik ve siyasi politikaları yönetmek amacıyla Şara’nın başkanlığında ve yakın çevresinden (dışişleri bakanı, savunma bakanı, içişleri bakanı ve genel istihbarat müdürü) oluşan Suriye Ulusal Güvenlik Konseyi’nin aynı zamanda kurulmuş olması nedeniyle. Benzer şekilde, Dışişleri Bakanlığı, iç siyasi faaliyetleri denetlemek, siyasi konularla ilgili genel politikaları belirlemek ve feshedilen Baas Partisi’nin varlıklarını yönetmek üzere Mart ayı sonunda Siyasi İşler Genel Sekreterliği’ni kurdu. Suriye’nin yeni yetkilileri, ekonomik ve sosyal aktörler üzerindeki iktidarlarını pekiştirmek için de önlemler aldı. Örneğin, Şam, Şam kırsalı, Halep ve Humus vilayetleri de dahil olmak üzere, ticaret odalarının çoğunun üyelerini atanmış kişilerle değiştirerek yeniden yapılandırdılar. Yeni yönetim kurulu üyelerinin birçoğu HTŞ ile yakın bağlarıyla tanınıyor. Bunlar arasında, HTŞ’ye bağlı İdlib Ticaret ve Sanayi Odası’nın eski başkanı Alaa Al-Ali’nin yeni Suriye Ticaret Odaları Federasyonu Başkanı olması da yer alıyor. Ayrıca, Nisan ortasında Ahmad Al-Şara’nın kardeşi Maher Al-Şara, cumhurbaşkanlığı idaresini yönetmek ve cumhurbaşkanlığı ile devlet organları arasında bir bağlantı görevi görmek üzere Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri olarak atandı.

Yetkililer ayrıca, sendikalara ve meslek odalarına başkanlık etmek üzere yeni, bağlı figürleri göreve getirdi. Özellikle, İdlib’de faaliyet gösteren Özgür Barolar Birliği Konseyi üyelerinden oluşan bir Suriye Barolar Birliği konseyi seçildi. Suriyeli avukatlar buna demokratik barolar birliği seçimleri çağrısı yapan bir dilekçeyle yanıt verdi.

Yeni rejimin demokratik kapsayıcılıktan yoksunluğu, Suriye’nin geleceğini şekillendirmek için başlatılan girişimlerde, konferanslarda ve komitelerde de kendini gösterdi. Örneğin, yetkililer Suriye Ulusal Diyalog Konferansı’nı önce erteledi, sonra Şubat 2025’te yaklaşık 600 katılımcıyla gerçekleştirdi. Ancak süreç şiddetle eleştirildi. İlk olarak, Hazırlık Komitesi konferanstan iki haftadan kısa bir süre önce kuruldu ve davetiyeler genellikle konferanstan sadece iki gün önce gönderildi, bu da ülke dışından davet edilen birçok kişinin katılımını engelledi. Çalışma oturumlarında geçiş dönemi adaleti, ekonomi, kişisel özgürlükler ve anayasa konularında tartışmalara ayrılan süre dört saatle sınırlandırıldı ve daha derinlemesine bir diyalog kurulması engellendi. Güney Suriye ve kıyı bölgeleri gibi bazı bölgelerden katılımcıların yokluğu veya yetersiz temsili de göze çarparken, başlıca Kürt siyasi aktörler olan Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi (AANES) ve Kürt Ulusal Konseyi, konferansa davet edilmediklerini belirterek süreci kınadılar.

Mart ayında Ahmed el-Şara tarafından imzalanan geçici anayasa da, içeriği ve anayasa komisyonunun seçim kriterlerinin şeffaf olmaması nedeniyle siyasi ve toplumsal aktörler tarafından eleştirildi. Belge, önceki anayasanın hükümlerini muhafaza ediyor. Ülkenin resmi adı Suriye Arap Cumhuriyeti olarak kalıyor, Arapça tek resmi dil olmaya devam ediyor ve cumhurbaşkanının Müslüman erkek olması şartı korunuyor. Ancak İslam hukuku artık “yasamanın ana kaynağı” değil, “yasamanın önemli kaynaklarından biri” olarak kabul ediliyor. Geçici anayasa, güçler ayrılığını ilan ederken, cumhurbaşkanına geniş yetkiler vererek bunu engelliyor. Cumhurbaşkanı yasa tasarıları sunabilir, kararnameler çıkarabilir ve parlamentonun kararlarını veto edebilir. Ayrıca Anayasa Mahkemesi hakimlerini atamakla da görevlidir, bu da yürütme erkinin yetkilerini daha da güçlendiriyor.

Ekonomi konusunda, hükümetin yönelimi, öncelikli amacı iktidarı güvence altına almak olan dar bir memurlar çevresi dışında tartışılmadı veya paylaşılmadı. Yeni yetkililer tarafından alınan kararlar, neoliberalizmi ve kemer sıkma önlemlerini derinleştirmeye dayanan ekonomik vizyonu dayatmaya yönelik oldu. Bu tür politikalar genellikle patronları kayırmaktadır. Ahmad al-Şara ve bakanları, ülkenin ticaret ve sanayi odalarının temsilcileriyle ve Suriye içindeki ve dışındaki Suriyeli iş insanlarıyla çok sayıda toplantı yaparak, onların şikayetlerini dinledi ve kendi ekonomik vizyonlarını açıkladı. HTŞ’nin özelleştirmeyi teşvik etmek ve kemer sıkma önlemleri uygulamak istediğine dair işaretler var.

Küresel neoliberal ve kapitalist elitlerin çıkarlarını temsil eden Davos’taki Dünya Ekonomik Forumu’na Ocak ayında katılmadan önce Şaibani, Financial Times’a Suriye yetkililerinin devlet limanlarını ve fabrikalarını özelleştirmeyi, yabancı yatırımı teşvik etmeyi ve uluslararası ticareti canlandırmayı planladığını söyledi. Hükümetin, “havaalanları, demiryolları ve karayollarına yatırımı teşvik etmek için kamu-özel sektör ortaklıklarını araştıracağını” da ekledi. Şam ayrıca, özellikle Türk ithalatıyla rekabet etmekte zorlanan imalat ve tarım sektörlerine zarar verecek şekilde 260’tan fazla Türk ürününün gümrük vergilerini düşürdü.

Türkiye Ticaret Bakanlığı’na göre, bu yılın ilk çeyreğinde Suriye’ye yapılan Türk ihracatı, 2024’ün aynı dönemine göre yüzde 31,2 artışla yaklaşık 508 milyon dolar olarak gerçekleşti.

Hükümet ayrıca kemer sıkma önlemlerini de uygulamaya koydu. Aralık ayından bu yana, başlangıçta 1.500 gram olan standart 1.100 gram sübvansiyonlu ekmeğin fiyatını 400 Suriye lirasından 4.000 Suriye lirasına yükseltti. Ekmek sübvansiyonlarının önümüzdeki aylarda sona ereceği açıklanmış ancak herhangi bir tarih belirtilmemiştir. Ocak 2025’te Elektrik Bakanı Ömer Şakruç, “fiyatların çok düşük, ve maliyetlerinin çok altında olduğunu” belirtmiş ve ancak ortalama gelirlerin artması halinde, kademeli olarak elektrik fiyatlarındaki sübvansiyonları azaltacağını veya hatta kaldıracağını” söylemişti. Şu anda devlet, Suriye’nin ana şehirlerine günde iki saatten fazla elektrik sağlamıyor.

Bu arada, Ocak ayında, yemek pişirmek için kullanılan tüp gazın fiyatı 25.000 Suriye lirasından 150.000 Suriye lirasına yükseltildi ve bu durum Suriyeli aileleri önemli ölçüde etkiledi. Aralık ve Ocak ayları arasında, Ekonomi ve Dış Ticaret Bakanlığı, yeni yetkililere göre çalışmadan maaş alan çalışanlara karşılık gelen kamu işgücünün dörtte biri ile üçte biri arasında bir kısmının işten çıkarılacağını duyurdu. Kamu sektörünün personel sayısını denetleyen İdari Kalkınma Bakanı Muhammed el-Skaff, daha da ileri giderek, devlet kurumlarının mevcut sayının yarısından az olan 550.000 ila 600.000 işçiye ihtiyaç duyduğunu söyledi. O zamandan beri, işten çıkarılan çalışanların resmi sayısı açıklanmazken, bazıları durumları netleşene kadar üç ay süreyle ücretli izne çıkarıldı. Bu kararın ardından, işten çıkarılan veya görevden uzaklaştırılan kamu çalışanları tarafından ülke genelinde protestolar düzenlendi.

Aynı zamanda, Suriye yetkilileri yılın başından bu yana kamu çalışanlarının maaşlarını yüzde 400 artırma ve asgari maaşı 1,12 milyon Suriye lirası (yaklaşık 86 dolar) olarak belirleme sözünü tekrar etti. Bu adımlar doğru yönde atılmış olsa da, henüz uygulamaya geçmedi ve maaş tutarları devam eden ekonomik krizde yaşam masraflarını karşılamaya yetmiyor. Mart ayı sonunda, Şam’da beş kişilik bir ailenin aylık asgari gideri 8 milyon Suriye lirası (666 dolara eşdeğer) olarak tahmin edildi.

İktidara Karşı Bir Denge Gücü Oluşturmak

Suriye’yi yeniden canlandırmak ve yeniden inşa etmek için başarılı bir sürecin ön koşulu, iktidara karşı bir denge gücü oluşturabilecek güçlü bir sivil toplumdur. Sivil toplum, yerel ve uluslararası sivil toplum kuruluşlarıyla sınırlı değil; siyasi partiler, sendikalar, meslek odaları, feminist ve çevre örgütleri, yerel dernekler ve daha fazlasını da içerir. Amaç, ülkedeki yeni otoriter dinamiklere ve HTŞ’nin devlet kurumları ve ekonomik yönelimi aracılığıyla iktidarını sağlamlaştırmasına karşı çıkmaktır. Demokratik siyasi alan, toplumun geniş kesimlerinin ekonomik ve siyasi yeniden yapılanmaya katılımını teşvik etmek için çok önemli.

Ülkenin yeniden yapılandırılmasına, siyasi ve ekonomik elitler ve toplumun daha zengin kesimleriyle sınırlı kalmamak üzere, nüfusun çoğunluğunun, özellikle de yoksul ve işçi sınıflarının katılımı hayati önem taşıyor. Böyle bir yaklaşımı teşvik etmek için iki ön koşul gerekli: sivil barış ve güvenliğin sağlanması ve Suriye’nin sosyoekonomik ortamının iyileştirilmesi. Sivil barış, bugün Suriye’de hâlâ ulaşılamamış bir hedef olmaya devam ediyor. Bazı bölgelerde, özellikle Humus ve kıyı bölgelerinde, yeni güvenlik güçleri ve bunlarla bağlantılı silahlı gruplar tarafından işlenen infazlar ve suikastler gibi şiddetli mezhep çatışmalarıyla kendini gösteren bir güvenlik boşluğu bulunuyor.

Mart ayında HTŞ ve Suriye Ulusal Ordusu, kıyı bölgelerinde Alevî sivillere yönelik mezhepçi katliamlar gerçekleştirmiş ve yüzlerce kişi hayatını kaybetmişti. Şiddet, güvenlik güçleri mensuplarına ve sivillere karşı koordineli saldırılar düzenleyen Esad rejiminin kalıntıları tarafından kışkırtılmış olsa da, mezhepsel nefret ve intikam mantığıyla tüm Alevileri kapsayan bir karşı tepki ortaya çıktı. Nisan ve Mayıs aylarında, yetkililerle bağlantılı veya onları destekleyen silahlı gruplar Dürzi nüfusa saldırılar düzenledi. Mart ayında yaşanan katliamların ve Alevi sivillerin, şimdi de Dürzilerin öldürülmeye devam etmesinin sorumluluğu, esas olarak yeni Suriye yetkililerine aittir. Yetkililer bu olayları önleyemedi, hatta doğrudan bu olaylara karıştılar ve bunların gerçekleşmesini mümkün kılan siyasi koşulları yarattılar.

Yetkililer ayrıca, Suriye çatışması sırasında savaş suçlarına karışan tüm kişi ve grupların cezalandırılmasını amaçlayan kapsamlı bir geçiş dönemi adaleti sürecini teşvik edecek bir mekanizma oluşturmada da başarısız oldular. Bu, intikam eylemlerini önlemek ve artan mezhepsel gerilimleri bastırmak için çok önemli bir rol oynanabilirdi. Ancak Ahmed el-Şara ve müttefikleri, kendi suçları ve sivillere karşı işledikleri ihlallerden yargılanmaktan korktukları için geçiş adaletine hiçbir ilgi duymuyorlar.

Geçiş adaleti, kamu varlıklarının geri kazanılması ve mali suçların kovuşturulmasını içeren tedbirleri de kapsadığı için sosyoekonomik bir boyutu da var. Bu önlemler, söz konusu varlıkların özelleştirilmesini ve kamu arazilerinin eski rejime bağlı iş insanlarına dağıtılmasını kapsar ve bu da halkın ve daha genel olarak kamu kaynaklarından yararlanma hakkının zararına olur. Ancak, Esad rejimiyle bağlantılı bazı iş insanlarıyla anlaşmalar ve uzlaşmalar sağlanması, neoliberal politikaların derinleştirilmesi ve devlet varlıklarının özelleştirilmesini içeren yeni yetkililerin ekonomik tercihleri, kapsamlı bir geçiş dönemi adaleti süreciyle bağlantılı dinamiklere aykırıdır.

Mart ayı başında hükümet, AANES ile bir mutabakat zaptı imzaladı ve Suwayda’daki Dürzi nüfusun belirli kesimleriyle yakınlaşma arayışına girdi. Bu girişimler, kıyı bölgelerinde yaşanan katliamlarla sarsılan ulusal, bölgesel ve uluslararası meşruiyetini güçlendirme ihtiyacını ortaya koydu. Ancak, Suriye’nin kuzeydoğusundaki ve Suwayda’daki yerel topluluklar bu girişimlere karşı çıktığı için, girişimlerin uygulanması hala değerlendirilmeye ihtiyaç duyuyor. Bu topluluklar, geçici anayasa ve kıyı topluluklarında işlenen cinayetlere katılan silahlı grupları cezalandırmak istememeleri de dahil olmak üzere, iktidar yetkililerinin politikalarına karşı gösteriler düzenledi.

Ayrıca, Nisan ayında ülkenin bazı bölgelerinde Dürzi nüfusu hedef alan mezhepsel çatışmalar yeniden başladı. Gerilimleri yatıştırmak ve özellikle İsrail’in ulusal meselelere müdahalesini önlemek için Suriye hükümeti ve Dürzi temsilcileri Mayıs ayı başında güvenlik konularını kapsayan bir anlaşma imzaladı. Suriye’nin parçalanma riskinin yanı sıra, bazı yabancı ülkeler, özellikle İran ve İsrail, mezhepsel ve etnik şiddeti tırmandırmakla ilgileniyor. Bu şekilde kendilerini belirli bir mezhebin savunucuları olarak gösterebilir ve daha fazla istikrarsızlık yaratabilirler. Örneğin, İsrailli yetkililer, Suriye’deki Dürzileri askeri yollarla koruma hazırlığında olduklarını belirten açıklamalar yaptılar ve en son, birçok Dürzi’nin yaşadığı Şam yakınlarındaki Jaramana ve Sahnaya kasabalarında çatışmaların ardından uyarı amaçlı hava saldırıları düzenlediler. Önde gelen Dürzi sosyal ve siyasi aktörler bu çağrıları büyük ölçüde reddettiler ve Suriye’ye ve ülkenin birliğine bağlılıklarını yinelediler. Aynı zamanda, Şam ile AANES arasında varılan anlaşmaya rağmen, Türk ordusu kuzeydoğudaki Kürt nüfusa yönelik tehditlerini tamamen durdurmuş değil.

Suriye’de siyasi alanı genişletmeye yardımcı olacak ikinci bir ana gereklilik, ülkenin sosyoekonomik ortamının iyileştirilmesidir. Bu, savaşın yol açtığı büyük yıkım ve nüfusun yüzde 90’ının yoksulluk sınırının altında yaşaması nedeniyle özellikle gereklidir. Nüfusun büyük bir kısmının temel ihtiyaçlarını, kira, elektrik, okul ücretleri ve daha fazlasını karşılayamaması, başarısında doğrudan ve nesnel çıkarları olan bir yeniden inşa sürecine dahil olmalarını ve katılımlarını engelliyor. Yeni yetkililerin ekonomik kararları, nüfusun büyük bir kısmını daha da yoksullaştırıyor ve Suriye’nin üretken ekonomik sektörlerindeki geri kalmışlığı derinleştiriyor. Bu nedenle yetkililer, tartışmalarını iş insanları ve yabancı aktörlerle sınırlayamaz. Tartışmaları, sendikalar, köylü ve meslek örgütleri dahil olmak üzere diğer yerel sosyal ve siyasi aktörleri de kapsayacak şekilde genişletilmeli. Bu nedenle, bu örgütleri canlandırmak bir öncelik olmalı.

Bu, seçmenlerini harekete geçiren özgür seçimler ve ulusal işgücünü seferber etmek yoluyla gerçekleştirilebilir. Demokratik kitle işçi örgütlerinin yeniden canlanması, halkın yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve yeniden yapılanmada siyasi ve sınıfsal temsilin alanının genişletilmesi için gerekli. Bu bağlamda, 2025 yılının Ocak ve Şubat aylarında farklı illerde işten çıkarılan kamu çalışanları tarafından düzenlenen protestolar ve alternatif sendikalar veya en azından koordinasyon yapıları kurma girişimleri umut vericiydi. Bu yeni oluşumlar, kitlesel işten çıkarmalara karşı çıkmanın yanı sıra maaş ve ücretlerin artırılmasını talep etti ve hükümetin devlet varlıklarını özelleştirme planlarını reddetti. Ancak, kıyı bölgelerinde yaşanan mezhepçi katliamlar, rejime yakın silahlı grupların şiddetle tepki verebileceği korkusu nedeniyle protesto hareketinin gücünü önemli ölçüde azalttı. Ayrıcalıklı ve elitlerin önderliğinde bir yeniden yapılanma süreci, toplumsal eşitsizlikleri, yoksullaşmayı, servetin azınlığın elinde yoğunlaşmasını ve üretken kalkınmanın yokluğunu yeniden üretecektir. Tüm bu unsurların, 2011’de Esad yönetimine karşı halk ayaklanmasının kökeninde yattığı unutulmamalıdır. Bu nedenle, Esad sonrası geçişin bu temeller üzerine inşası, geri tepmeye mahkumdur.

Suriye’nin geleceği ne olacak?

Beşar Esad rejiminin herhangi bir halefi, muazzam siyasi ve sosyoekonomik zorluklarla karşı karşıya kalacaktı. Bu, hafife alınmamalıdır. Ancak HTŞ’nin siyasi ve ekonomik eğilimleri, Suriye’nin geçiş döneminde başarılı ve sürdürülebilir bir yeniden inşa sürecinin ön koşullarının yerine getirilmesini daha da zorlaştırmıştır.

Bu durum, daha yoksul ve sosyal ve siyasi açıdan daha parçalanmış bir toplumun ortaya çıkmasına neden olur ve yeni şiddet döngüleri ve mezhepsel gerilimler doğurmaya müsait bir zemin var.

Sonuç olarak, başarılı bir yeniden inşa çabası bir yana, ekonomik toparlanma da olası görünmemektedir. Suriye bir dönüm noktasında. Sosyal açıdan daha kapsayıcı ve demokratik bir yola girilmesi için önlem alınmazsa, ülkenin çektiği acılar devam edecek ve yeni otoriter yönetimlerin ve dışlama biçimlerinin kurulmasına yol açabilecektir. Bu da yeni bir felaketin reçetesidir.

Kaynak: https://www.europe-solidaire.org/spip.php?article75048

Çeviri: İmdat Freni Çeviri Kolektifi

Çılgın Bir Gencin Şansı: Ernest Mandel’le Söyleşi – Tarık Ali

Bu görüşme gençlik yıllarında uzun süre Ernest Mandel ile aynı saflarda [4. Enternasyonal İngiltere seksiyonu IMG] bulunmuş olan Tarık Ali tarafından 1995 yılında, Ernest’in ölümünden sonra New Left Review dergisinde yayımlanmıştır.

Ernest, Almanya’da Hitler iktidarı ele geçirdiğinde on yaşındaydın. 2. Dünya Savaşı patlak verdiğinde ise on altı. Özellikle senin gibi Yahudi kökenli biri için çok kötü gençlik yılları geçirmiş olduğuna şüphe yok. Bu döneme ilişkin ilk anıların neler?

    Evet, çok garip belki ama bu ortalamaya yakın olmayan özel bir bakış açısının sonucu; tüm bu döneme ilişkin hiç kötü anım yok. Tam tersine… Daha çok gerilimi, heyecanı hatırlıyorum, ama umutsuzluk ve korku duymadım. Bunun sanırım bizim yüksek derecede politize olmuş bir aile olmamızla ilgisi var.

    Baban bir militandı, öyle değil mi?

    O zamanlar babam artık militan değildi. Ondan önce, Alman devrimi sırasında militanlık yapmıştı. Askerlik yapmak istemediği için Belçika’dan Hollanda’ya geçmişti. O sırada aşırı sol kanat bir sosyalistti. Hollanda’da daha sonra Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin Başkanı olacak olan Wilhelm Pieck’le tanışmıştı. Alman devrimi patlak verince, birlikte Berlin’e gitmişler. Bir süre Sovyet Rusya’nın Berlin’de kurduğu ilk haber ajansında çalıştı. Radek’i ve başka bir dizi insanı kişisel olarak tanırdı. Bu nedenle kitap raflarımız eski yayınların fantastik bir koleksiyonuyla doluydu: Marx, Lenin ve Troçki’nin kitapları, zamanın Inprecor dergileri, Rus edebiyatı ve daha birçokları. 1923 yılı civarında babam politikadan uzaklaştı. Onun yaşamı adeta dünya devriminin iniş çıkışları tarafından belirleniyordu. Hitler’in iktidarı alması, onun için tam bir şoktu. Bunun dünya için ne anlama geldiğini çok iyi biliyordu. Hatırlıyorum; hatta belki de benim ilk siyasi hatıramdır, 1932 yılındaydı, o zaman 9 yaşındaydım, papen pytsch diye anılan zamanda, Prusya’daki sosyal demokrat hükümet görevden alınmış, İçişleri Bakanı ve polis şefi tutuklanmıştı. Polis şefi şu meşhur cümleyi söylemişti: “şiddetten önce bıraktım”. Bir teğmen ve iki asker ofisine girmiş ve 1918’den beri 14 yıldır biriktirdikleri tüm iktidarı sadece beş dakika içinde silip süpürmüştü. Bu haberi Antwerp’in, yani yaşadığımız yerin sosyal demokrat günlük gazetesinde okumuştuk. Babam çok keskin yorumlar yapmıştı. Bunun sonucunun kötü olacağını söylemişti, bu olayın sonun başlangıcı olduğunu… Bunu çok iyi hatırlıyorum. Ve sonra Hitler iktidara gelince ilk göçmenler, bazı akrabalarımız ve babamın arkadaşları evimize sığınmışlardı.

    1933-35 arası yıllar, Belçika için çok kötü yıllardı, krizin en derin olduğu yıllardı ve insanlar ekmeğe muhtaçtı. Bugün olduğundan daha kötü yıllardı, çok daha kötü. Belçika kraliçesi sadece işsizlere ekmek ve tereyağı dağıttığı için çok popüler olmuştu.

     1939’a gelindiğinde, hemen herkes savaşın başlayacağından emindi. Fazlasıyla yalıtılmıştık. Antwerp’in sokaklarında bildiri dağıtıyorduk, mevsim göz önünde bulundurulursa akıllıca bir davranış olmamasına karşın.

    Bildiride ne yazıyordu?

    Savaş karşıtı bildirilerdi. Savaşın geldiğini, ama bunun bizim savaşımız olmadığını. Çok etkili olmadı. Üstelik soyut ve propagandist bir dille yazılmıştı. Ama ben yazmamıştım ve bununla ilgili bir sorumluluk da kabul etmiyorum.

    Ama bu bildiriyi dağıttın?

    Tabii ki bu bildiriyi dağıttım.

    Yani ilk bildiri dağıttığında 15 yaşında mıydın?

    16 yaşına girmeme az kalmıştı. Çok zor zamanlardı, belki de yaşadığımız en zor zamanlardı. Bizim örgütümüz Belçika’da iki küçük kesimden oluşuyordu. Birinin özellikle kömür madeni çıkartılan bölgelerde sosyal demokratlardan bize kayan 600 militanı vardı. Bir maden kentinde salt çoğunluğa sahiptik ve işverenlerin buna cevabı madeni bir daha açılmamak üzere kapatmak olmuştu. Bu madencilerin hepsi, siyasal faaliyetlerinden dolayı cezalandırıldılar. Savaş öncesinde, savaş boyunca, savaş sonrasında bir daha asla hiçbir yerde iş bulamadılar. Yani güneşin altında yeni bir şey yok.

    Sen direnişe ne zaman katıldın?

    Evet, Örgüt yeraltına çekilmek zorunda kalınca sözünü ettiğim grup da dağıldı. Liderleri Nazilerle işbirliği yaptığı gibi inanılmaz bir suçlamayla Stalinistler tarafından öldürüldü. Oysa bu sadece bir yalandı. Savaştan sonra bu yoldaşlar -onlara, Troçkist olmamalarına, muhalif sosyalist, sol sosyalist olmalarına rağmen yoldaşlar demek zorundayım- belediye başkan adaylığı için yarıştılar ve o kentte yeniden çoğunluğu ele geçirdiler. Böylece Nazilerle işbirliği yaptıkları yolundaki korkunç iftiranın doğru olmadığı da açığa çıktı. Bu dönemde, insanların ölmesi ya da kaçmasıyla birlikte örgütümüz hızla kan kaybetti ve çok küçüldü. 1939-40 yıllarında Alman istilasından hemen önce belki bir belki de iki düzine insan kalmıştık. Ülkedeki atmosfer korkunçtu. Alman ordusu ülkeye 10 Mayıs’ta girdi ve 28 Mayıs’ta tamamen işgal edene kadar askeri saldırılar sürdü. o dönem sosyalist partinin lideri olan Henri de Man Başbakan Yardımcılığı görevini sürdürdü. O Nazilerden çok önce işgal edilmişti. Halka Nazilerle işbirliği yapılması için çağrı yapıyordu. Sendikaların bir kısmı onu destekledi. Komünist Parti gibi o da legal bir gazete çıkarmaya devam etti. Stalin-Hitler paktı nedeniyle Nazilere katılmaya hazırlanıyorlardı. Bütün bunlar bizim için tam bir şoktu. Çok zayıf ve çok küçüktük. Daha sonra, İhtiyar’ın, Troçki’nin öldürüldüğünü duyduk. Belçika gazeteleri 21 Ağustos baskılarında buna yer verdiler. Hemen ardından Belçika komünizminin efsanevi figürlerinden biri olan partinin kurucu üyesi, 20’ler boyunca merkez komite üyesi ve daha sonra Troçkist olmuş sol muhalif yoldaş Polk babamın evine geldi. Ağlıyordu. Yaşlı adamı kişisel olarak tanırdı. Diğerleri de geldiler. Odada sürekli aynı şeyi söyleyen yedi ya da sekiz kişi vardı. Bu cinayete verilecek en iyi cevap örgütü yeniden ayağa kaldırmaktı, bu kirli katillere fikirleri baskılayamayacakları ve direniş akımını durduramayacakları ancak böyle gösterilebilirdi. Bizimle tamamen aynı şekilde düşünen Brüksel’deki yoldaşları bulduk. İki hafta içinde örgütün iskeleti açığa çıkmıştı. 1940 yılının sonunda ilk illegal gazetemizi yayınlamaya başladık. Küçük bir matbaa kurduk ve aletler çalışmaya başladı. Küçük ve illegal bir örgüttük ve bazı işçi çevrelerinden çok olumlu tepkiler aldık. Çünkü belli bir anlamda bir tekelimiz vardı. Komünist Parti kendisini birebir direnişin içinde tanımlamıyordu. Sosyal demokratlarsa daha ziyade işbirliği içinde tanımlıyorlardı. Hala insanların birçoğu Almanların kazanacağını düşünüyordu. En iyisi hiçbir şey yapmıyor ve pasif duruyordu. En kötüsü ise, kazananın yanında olmak istiyordu.

    Siz hala izole durumda mıydınız?

    Kış aylarından sonra işler değişti. Mart ayında grevler başladı. Grevlerin ardından Komünist Parti’de değişimler oldu. Onların Sovyetler Birliği’nin saldırısına kadar bekledikleri doğru değil. Kitlesel bir hareketin dışına düşmek istemediklerinden, grevlerle birlikte yavaş da olsa harekete geçmeye başlamışlardı. Aynı zamanda, bize veya diğer örgütlere hegemonyayı kaptırmak istemiyorlardı, çünkü hiçbir şey yapmamanın bir bedeli olduğunu biliyorlardı. Ve elbette Sovyetler Birliği saldırınca onlar da Nazilere karşı sertleştiler. Bu andan sonra işler bizim için zorlaşmaya başladı ama kitlesel direniş gelişiyordu. Belirli bir kendinden memnuniyet haliyle geriye baktığımı söylemeliyim. Genç bir adamdım, çok olgun değildim, hatta birçok konuda çok aptalca da davrandım, ancak hiçbir zaman Nazilerin savunulması gerektiğini düşünmedim. Buna mutlak bir biçimde sadık kaldım. Hatta bu yüzden çok çılgınca hareketler de yaptım.

    Alman askerlerine bildiri dağıtmak gibi mi?

    Evet ancak bu yaptığım en çılgınca şey değildi. Hatta gayet doğruydu. İlk yakalandığım zaman hapisten kaçmayı başardım. İkinci kez yakalandım ve bu sefer de kamptan kaçmayı başardım. Üçüncüsünde beni Almanya’ya götürdüler. Çok mutluydum. Hatta yüzde 99.9 öldürüleceğimi anlamamıştım. Yahudi, Marksist, Komünist ve Troçkist. Bu dört nedenin her biri farklı farklı insanların öldürülmek için yeterli nedenken bende dördü de mevcuttu. Oysa ben Almanya’ya getirildiğime seviniyordum çünkü Alman devriminin merkezinde olacaktım. Sadece, “harika” diyordum, “olmak istediğim yerdeyim”. Tabii ki baştan aşağı mantıksızdı.

    Sonra yeniden kaçmaya çalıştın mı?

    Evet, bu da ayrı bir aptallık öyküsü. Benim şu anda yaşıyor olmam tüm kuralları alt üst ediyor. Belli bir anlamda dış görünüşüm ve elbette şansımın da yardımıyla. Ancak siyasal davranış ve sanırım birkaç temel soruna doğru yaklaşım sayesinde gardiyanlarla kısa zamanda yakın bir ilişki kurdum. Diğer Belçikalılar ve Fransızlar gibi Alman karşıtı bir görüntü sergilemedim. Siyasi sempatizanlarımız olabilecek gardiyanları ayırt ettim. Bu kaçmak için değil, sadece kendini korumak için bile çok zekice bir davranıştı. Hemencecik birkaç eski sosyal demokrat ve hatta komünist gardiyan buldum.

    Toplama kampındaki gardiyanların arasında mı?

    Evet, ancak orası bir toplama kampı değil, tutuklu kampıydı. Mahkûm edilmiştim, bu bile başlı başına bir şanstı. Toplama kamplarında SS’ler vardır. Tutuklu kampları ise İngiltere’deki hapishanelerin işlevi nasılsa öyledir. Dolayısıyla 20’ler 30’lardan beri burada çalışan insanlar olması gerekiyordu. Bunların bir kısmının sosyal demokrat olabileceğini düşündüm, çünkü sosyal demokratlar çok uzunca bir dönem İçişleri Bakanlığını ellerinde tutmuşlardı. Ve tam olarak böyle oldu. Aynı zamanda tutuklular arasında da solcu ve savaş karşıtı genç Almanlarla tanışmaya çalıştım. Sayıları düşündüğünden çoktu. Onları buldum ve onlarla arkadaş oldum. İlk arkadaşım savaş karşıtı bir konuşmadan dolayı ömür boyu hapse mahkûm edilmiş çok şirin bir gençti. Köln’de sosyalist bir demiryolu işçisinin oğluydu. Bana güvenebileceğini söyledikten sonra babasının adresini verdi ve kaçarsam babasının beni trene bindirerek ülkeme yollayabileceğini söyledi. Böylece ben de bir plan yapmaya başladım. Ancak bütün bunlar çılgınlıktı, anlıyorsun ya. Unutulmaz bir yerde çalıştık, Almanya’nın en büyük fabrikalarından birinde, belki de en büyüğünde.

    Ne üretiyordunuz?

    Gazolin. Savaş makinaları, uçaklar ve tanklar için sentetik gazolin. Avrupa’nın maketi gibiydi. Batılı savaş mahkumları, Rus savaş mahkumları, siyasi tutuklular, toplama kamplarının sakinleri, sivil işgücü, bazı Alman işçiler. O fabrikada tam 6 bin kişi çalışıyordu. Belçika’dan, aynı zamanda Antwerp’ten de bir grup işçi vardı. Onlarla arkadaş oldum ve hapishane üniformamı değiştirebilmek için bana giysilerini verip vermeyeceklerini sordum. Kampın etrafını saran elektrikli güvenlik ağına baktım ve sabah belirli bir nedenle nöbetçi değiştirirken elektriği kapatmış olduklarını gördüm. Gördüğüm anda da duvarı tırmanmaya başladım, o tellerin üzerinden. Eldivenlerim vardı var olmasına ama tam bir çılgınlıktı, tam bir çılgınlık.

    Hayatını kurtaran bir çılgınlık.

    Bir anlamda. Yakalanıp o anda vurulmak korkunç büyük bir riskti. Gerçeği istersen, yakalandım da. Özgür üç günün ardından. Hapse atıldığımdan beri ilk defa taze meyve yedim. Aachen’e yakın bir yerde olan sınıra giden yolu biliyordum. Ama üçüncü gün ormanda yakalandım. Yine çok şanslıydım. Beni yakalayan kişiyle konuşmaya başladım. Ona dedim ki; “dinle, gazeteleri görmedin mi? Müttefikler neredeyse Brüksel’e girecekler ve pek yakında da Aachen’de olacaklar. Beni öldürürsen başın büyük derde girer, sen en iyisi beni hapse yolla.” Beni anladı ve hatta sempatik davrandı bile diyebilirim.

    Eskiden de çok ikna edici bir konuşmacıymışsın demek ki Ernest.

    Öyle diyorsan öyle olsun. Hatta bana kocaman bir ekmek bile verdi. Elbette yanlış isim verdim. Kaçtığım hapishanenin tam adını da vermedim, böylece beni başka bir hapishaneye gönderdiler. Ancak iki hafta sonra korkunç bir durumdaydım, kaçak bir mahkûm olduğumu anlamaları çok uzun sürmedi ve beni zincire vurdular. Koşullar berbattı ama hiç olmazsa daha güvenliydi. Kaçtığım kampın kumandanı beni hapishanede görmeye geldi ve dedi ki; “sen çok nadir bir kuşsun. Eğer geri getirilseydin anında vurulacağını biliyor muydun?”. Evet dedim. Tam bir şaşkınlıkla bakakaldı. Ama elbette yeni hapishanede beni vuramadı. Beni Ekim 1944’ten Mart 1945’e kadar Eich’te tuttular. Daha sonra üç haftalık bir süre için başka bir kampa gönderildim ve ayın sonunda serbest bırakıldım.