İmdat Freni

Tarih

Bir Uluslararası İşbirliği Deneyimi: Londra Bürosu – Ernest Mandel

Hitler’in iktidarı ele geçirmesi ve Alman Sosyalist Partisi (SPD) ile Alman Komünist Partisi (KPD)’nin Nazi cellatları karşısındaki mücadelesiz teslimiyeti Avrupa işçi hareketi üzerinde bir travma etkisi yarattı. Her yerde şu çığlık yankılanıyordu: Bir daha asla.

İşçi hareketinin geniş bir öncü kesimi, gerektiğinde silaha da sarılarak, her koşulda faşizmin yükselişine karşı koymaya karar verdi. Avusturya’daki Schutzbund’un Şubat 1934’deki kahramansı ayaklanması bunun bir örneği. Bir tereddüt anının ardından Fransa’daki aşırı sağ tehdidine karşı sosyal demokrat parti SFIO ile Fransız Komünist Partisi (PCF) arasında birleşik cephe kuruldu. İşçi ittifakının sonucu olarak İspanya’da Ekim 1934 ayaklanması yaşandı.

Daha öncesinden bu dönemeci sezen Lev Troçki buradan daha genel stratejik sonuçlar çıkarır. 30 Ocak 1933’te Nazilerin iktidara gelişi ve Komünist Enternasyonal’in Stalinist fraksiyonunun bundan gerekli sonuçları çıkarmayı ısrarla reddetmesi, II. Enternasyonal’in 4 Ağustos 1914’teki iflasına tekabül ediyordu. III. Enternasyonal, dünya devriminden geçtik, proletaryanın çıkarlarını dünya çapında savunmakla yükümlü bir araç olarak ruhunu teslim etmişti. “Tek ülkede sosyalizmin inşası” girişimine baş koymuş olan Sovyet bürokrasisine tâbi oluşu onun sonunu getirmişti. Yeni bir Enternasyonal’in, bir IV. Enternasyonal’in inşasına yönelmek icap ediyordu artık.

Yaşanmakta olan yeni radikalleşmenin başarısını sağlamak için; emekçilerin kendiliğinden gelişen antifaşist tepkisinin bir kez daha sınıf ittifakı uygulamalarına doğru saptırılmasını önlemek için; faşizme karşı gelişen mücadelenin başta İspanya ve Fransa olmak üzere, potansiyel olarak bir dizi başka ülkede de yeniden doğmakta olan sosyalist devrim imkanlarını boğmaya dönük pratiklere doğru çekilmesini engellemek için yeni bir Enternasyonal vazgeçilmezdi.

Troçki’nin gözünde yeni partilerin ve yeni bir Enternasyonal’in yaratılmasına yönelmek önemli bir stratejik değişiklik teşkil eder. Sovyetler Birliği’ndeki parti içinde oluşan Sol Muhalefet olsun, Komünist Enternasyonal’in içindeki Uluslararası Sol Muhalefet olsun, bu örgütler yeni bir parti ve yeni bir Enternasyonal kurmaya dönük çizgiyi reddedip KP’lerin reformlar aracılığıyla düzeltilmesi yönelimini benimsemişti. Troçki’nin ve mücadele arkadaşlarının 1933’ten itibaren fikir değiştirmesinin sebepleri üzerinde burada durmayacağız.

Başından itibaren Troçki yeni Enternasyonal’i sekter ve dışlayıcı olmayan bir yapı olarak tasarlamıştır. Bu çabayı yalnızca Troçkist fraksiyonla sınırlı tutma ve yeni Enternasyonal’in bu fraksiyonun çizgisel büyümesiyle güçleneceği fikrini kesinlikle paylaşmıyordu.

II. ve III. Enternasyonallerin utanç verici teslimiyetine karşı, iflas eden bu iki Enternasyonal’in arasında bulunan merkezci yapılar içinde, sosyal demokrat gençlik örgütleri saflarında ve mütevazı olmakla birlikte KP’lerin sol kanatlarında yükselen isyanın bilincinde olarak, Troçki bir uluslararası örgütün temellerini atmak için bu güçlerin olabildiğince geniş bir kesimini bir araya getirmenin tüm imkanlarını yoklamıştır.

Bu çaba Alman işçi hareketinin üçüncü büyük yapısı olan ve SPD’den solcu bir kopuşun ürünü olan Sosyalist İşçi Partisi (SAP)’nde yankı uyandırır (daha kısıtlı güçlere sahip olmasına karşın 1917’deki USPD’ye benzer bir kopuştur bu).

KP muhalefetinin Brandler tarafından yönetilen ve “sağ” olarak adlandırılan bir kanadı SAP’a katılmıştı. Başlıca yöneticileri, en önemli Alman komünist sendika liderlerinden biri olan Walcher (müstear ismi Schwab) ve Paul Levi’nin ihracından beri KP’nin tanık olduğu en yetenekli politik yönetici olan Paul Frölich’tir. Frölich uzun yıllardan beri Troçki’ye hayranlık duyuyordu.

Paul Frölich (1884-1953)

Troçki Walcher’le birkaç görüşme yapar. Ağustos 1933’teki yeni bir Enternasyonalin kuruluşuna dönük “Dörtler Açıklaması” bu görüşmeler sonucunda gerçekleşir. Bu açıklamaya Uluslararası Sol Muhalefet’in ve SAP’ın yanı sıra, Hollanda’dan iki yapı katılır: Troçki’nin dostu olan ve Hollanda donanmasındaki isyancı denizcileri cesurca savunmasının ardından Amsterdam milletvekili seçilmiş olan Sneevliet’in yönettiği RSP ile sosyal-demokrasi saflarında yaşanan bir kopuşun ürünü olan ve P. Schmidt tarafından yönetilen OSP.

Fakat bu “Dörtlü” sol sosyalist bir yapının varlığıyla karşı karşıyaydı, II. Enternasyonal’den kopan Internationale Arbeitsgemeinschaft (IAG). 1933 Ağustos sonunda, IAG’yi oluşturan yapılar Paris’te, “Dörtlü”nün de yeni bir Enternasyonal’e dönük çağrısını sunacağı bir konferans düzenlemeye karar verir. Paris Konferansında IAG’nin kapsadığı coğrafi alan bir miktar genişler, “maksimalist” İtalyan Sosyalist Partisi’nden, Fransız PUP’den, Joaquim Maurin tarafından yönetilen Federacion Comunista Iberica’dan temsilcilerin yanı sıra bir İsveç partisinden ve ABD sosyalist partisinden gözlemciler katılır. Toplamda 11 ülkeden gelen 14 örgüt, 39 delege ve sekiz misafir tarafından temsil edilir.

“Dörtlü” yeni bir Enternasyonal’e dair çağrısını konferansta seçime sunmaya çalışır fakat başarısız olur. En başta Norveç sosyalist partisiyle Britanya Bağımsız Emekçi Partisi (ILP)’ sinin amansız direnişiyle karşılaştı.

Asgari bir programatik çerçeveye dayalı bir uluslararası örgüt fikri, basit bir işbirliği yapısı lehine reddedildi.

Ağustos 1933’ten sonra Londra Bürosu tarihi uluslararası dört konferansa dayanır: Ocak 1934 Londra konferansı ve resmi olarak Brüksel Bürosu’nun oluşturulduğu Paris Şubat 1935 konferansı; Kasım 1936 Brüksel konferansı ve Şubat 1937 Paris konferansı.

Görünürde Londra Bürosu güçlü örgütleri birleştirir. Norveç İşçi Partisi (DNA) ülkenin başlıca kitle partisiydi. 1933 seçimlerinde %40’ın üzerinde oy almıştı. Hükümeti oluşturmaya hazırlanıyordu.

İsveç Sosyalist Partisi’nin ­–KP’nin Kilbom tarafından yönetilen eski “sağ” fraksiyonu- dört milletvekiline ve sağlam bir sendikal tabana sahiptir. Gücünü ciddi ölçüde yitirmeye başlamasına rağmen köklü bir geleneğe sahip olan Büyük Britanya ILP’sinin de dört milletvekili vardı. Maurin’in İşçi Köylü Bloğu (BOC) ve sonrasında BOC ile Sol Muhalefet’in birleşmesiyle oluşan POUM, İspanyol devletinin temel sanayi bölgesini oluşturan Katalonya’da KP’den daha güçlüydü. Polonya’nın küçük sol sosyalist partisini, NSSP, diğerlerinden daha zayıf olmakla birlikte kimi bölgelerde ciddi bir güce sahipti. Hollanda’daki iki parti binlerce üyeye sahipti. SAP’a gelince, vahşi bir Nazi saldırısına maruz kalmasına rağmen III. Reich sırasında reel bir yeraltı faaliyetini sürdürmeyi başarmış ve sürgünde bulunan çok sayıda yerel gruba sahipti. Partinin gençliği Willy Brandt tarafından yönetiliyordu.

“Görünürde” dememizin sebebi “birleşme” tabirine ilişkindi. Çünkü Londra Bürosu’nda toplanan on civarındaki örgüt birleşmiş olmaktan fersah fersah uzaktı. Hatta o kadar birleşmemişlerdi ki en ufak bir ortak somut eylemde bulunmaktan acizlerdi.

Belirli zorunluluklara tabi tutan bir uluslararası örgütsel çerçeveyi benimsemeyi reddetmeleri, öncelikli olarak “merkezileştirilmiş Enternasyonallere” dönük bir kuşkudan veya “ulusal özerkliği” (“ulusal” sosyalizmi veya “ulusal” komünizmi) savunmaya dönük soyut bir arzudan kaynaklanmıyordu. Gündelik siyasal pratik içinde birlikte ilerlenmeyeceği inancını yansıtıyordu. Bu gerçekçi bir inançtı.

Aslında bu, Londra Bürosu üyelerinin birbirlerine karşı duyduğu hatta yarattıkları uluslararası örgüte duyduğu sınırlı saygının pratik sonucuydu.

Londra Bürosu’nun sekretaryası kendi kaderlerine terk edilmiş, her türden araçtan mahrum üç-dört kişilik bir çekirdekten oluşuyordu. Tüm bir 1935 yılı boyunca toplamda 47 sterlinlik bir bütçeye sahipti –resmi olarak Büro’nun saflarında görünen yüz milletvekilinin bir tekinin gelirinden bile az! Basit bir bilgilendirme bülteninin ve uluslararası konferansların tutanaklarının yayınlanması bile neredeyse çözülmesi imkânsız sorunlar çıkarıyordu. Bu genelde altı ay sürüyordu.

Londra Bürosu’nu oluşturan partiler arasındaki ayrımlar, “seküler” teorik soyut meselelere değil dönemin merkezi stratejik sorunlarına dayanıyordu: kapitalizmin durumu ve olası yönelimleri (krizin doğası); işçi hareketinin durumu ve olası yönelimleri (yani krizden çıkmanın koşulları).

Troçki ve Uluslararası Sol Muhalefet, kapitalizmin yapısal krizinin son derece derin olduğundan emin oldukları için yeni bir Enternasyonal’in yaratılmasını savundular. Kapitalizm, Avrupa ülkelerinin birçoğunda faşizmden (veya yarı faşist rejimlerden) ve savaştan başka çıkış yolu bulamayacaktı. İşçi sınıfıysa buna karşı koymaya hazırdı. Fakat barbarlığa doğru bu gidişat ancak sosyalist devrimin zaferiyle durdurulabilirdi. İşçi sınıfının karşı saldırısını, faşizmin yükselişine karşı oluşturulacak bir birleşik işçi cephesi sağlayabilirdi. Ancak sosyalist devrime yönelmediği, sınıf ittifakı tarafından soğurulduğu takdirde işçi hareketi kesin bir mağlubiyet yaşayacaktı. Bu durumda da savaşa giden yol açık olacaktı.

Faşizmin yükselişine karşı birleşik işçi cephesinin gerekliliği konusunda genel bir mutabakata varmış olan Londra Bürosu’nu oluşturan partiler birbirine tamamen zıt iki yönelim belirlemişti.

Uluslararası Sol Muhalefet, BOC, RSP, OSP ve başlarda SAP, yeni devrimci sosyalist (komünist) partilerin inşasına yöneldi. DNA ve ILP ise SSP’nin bir kısmını peşine takarak, bir eylem birliği döneminin ardından sosyalist partilerin ve KP’lerin birliğinin sağlanmasına yöneldiler.

Kitlelerin birlik arzularını, mevcut örgütlerin muhafaza edilmesi, hatta bunlar arasında bir organik birlik arzusu olarak yorumladılar. Yeni partilerin ve yeni bir Enternasyonal’in kurulmasının bir bölünme operasyonu olarak algılanacağını düşünüyorlardı.

Esasında DNA İsveç ve Danimarka sosyal-demokrasisiyle giderek daha yakın bir işbirliği kurarak II. Enternasyonal’e katılmak istiyordu. ILP, KP’yle neredeyse tamamen kurumsallaşmış bir birleşik cephe kurmak istiyordu; SSP de benzer bir yönelimin özlemini duyuyordu.

Komünist Enternasyonal’in VII. Kongresi’nde burjuva liberal partilerle halk cepheleri oluşturma kararı alındıktan sonra, bir tereddüt süresinin ardından SAP da yön değiştirir.

Bu yönelim değişikliğinin hemen öncesinde II. Enternasyonal’in yeniden oluşturulan sol kanadıyla uzatmalı bir flört; Belçika’daki Spaak’la, burjuvaziyle bir koalisyon hükümetinde bakan olmaya varacak bir yakınlaşma; Fransa’da, ilerleyen zamanlarda Stalin yanlısı Zymomsky eğilimini ve Marceau Pivert’in Devrimci Sol grubunu oluşturacak olan akımları bünyesinde birleştiren Bataille Socialiste grubuyla bir yakınlaşma yaşanmıştı.

Marceau Pivert (1895-1958)

Bu sırada RSAP’de birleşmiş olan RSP ve OSP bu eğilime direnmeyi başardı. POUM, bir yandan sosyalist devrim yönelimini muhafaza edip öte yandan da resmi olarak Halk Cephesi’ne katılarak ikircikli bir tutum almıştı.

Gündelik siyasal pratik düzleminde bunlar uzlaşmaz pozisyonlardı. Stratejik yönelim ve gündelik siyaset konusundaki ayrımlar Stalinizm karşısında tamamıyla zıt tutumların alınmasıyla daha da derinleşiyordu. Bu dönemde Stalinizm, SSCB’de Kirov’un öldürülmesinin ardından kitlesel temizlik harekatıyla ve Moskova duruşmalarıyla, Avrupa’daysa İspanyol devrimi ve Fransa’daki devrimci yükseliş karşısındaki tutumuyla karşı-devrimin belirleyici evresine girmişti.

Londra Bürosu’nun yalnızca Stalin yanlısı kanadının değil, en sosyal-demokrat kanadının dahi Troçkistlere ve eski Bolşeviklere karşı Stalinist baskıyı mahkûm etmeyi reddetmesi son derece anlamlıdır. Norveç’te DNA hükümeti ve bizzat, uğursuz bir tip olan Trygve Lie, Stalin’in cürümlerini teşhir etmesini önlemek için Troçki’yi ülkede kapalı tuttu. ILP ve SSP (tıpkı Brandlerciler gibi) ilk Moskova mahkemesini mahkûm etmeyi reddetti. POUM ve RSAP daha onurlu bir tutum aldılar. SAP iki pozisyon arasında gidip geldi.

Fakat bu uzlaşmaz yönelimleri iyiden iyiye belirginleştiren İspanya iç savaşıdır. Mayıs 1937 günlerinin ardından POUM’a karşı kitlesel baskı ve saldırı ânına kadar Londra Bürosu’na dahil olan örgütler (POUM dâhil olmak üzere) liberal burjuvaziyle İspanyol Devrimini boğacak olan “antifaşist birlik” stratejisini pratikte sorgulamayı reddettiler. Ülkede meydana gelenler konusunda gayet huzurlu, aşırı iyimser, yanlış bir bakışa sahiptiler. Yalnızca “antifaşist” güçlerin yükselişini görüyorlardı, halbuki giderek yükselen karşı-devrimin kendisiydi.

İspanya Devriminde POUM militanları

Karşı-devrimin, POUM’un yanı sıra CNT’yi ve genel olarak işçi hareketini hedef alan baskı ve saldırılarıyla birlikte iyice açığa çıkması karşısında hazırlıksız yakalandılar ve kuvvetli bir tepki vermekten aciz kaldılar. Yalnızca, POUM ile hayli etkili bir uluslararası dayanışma eylemi düzenleyebildiler.

Bu trajik yanılgı, kendini sembolik olarak şu şekilde gösterdi: Kasım 1936 konferansında yani nüfuzunun zirveye ulaştığı noktada, POUM’un 1936 Temmuz ve Ağustos’taki kahramanca mücadelesiyle edindiği uluslararası devrimci itibarı da arkasına alarak Londra Bürosu, 1937’nin mayıs ayı için Barselona’da Avrupalı devrimci sosyalistlerin toplanacağı bir konferans çağrısı yapmayı önerir. Bu tam da “demokratik” karşı-devrimin Cumhuriyetçi İspanya’da zafere ulaşacağı ve POUM’a karşı kitlesel bir saldırının başlayacağı zamandır.

Bu koşullarda, Brüksel konferansının başarısını, neredeyse tam bir faaliyetsizlik döneminin sonucu olarak Londra Bürosu’nun ilk dağılma emarelerinin görüleceği Şubat 1938 Paris konferansının takip etmesinde şaşırılacak bir şey yok (ki bu sırada DNA ihraç edilmiş ve SSP Bürodan çekilmişti).

Bu uluslararası örgütlenmedeki ciddiyet sorunu kendini zaten şu şekilde göstermişti: Londra Bürosu, kâğıt üzerinde POUM’u en önemli örgütü, İspanyol Devrimini de tüm Avrupa’da devrimin patlak vereceği en önemli olay olarak değerlendirirken, Ekim 1936 ve Mayıs 1937 arasında İspanya meselesini ve Barselona konferansının düzenlenişini ele almak için yalnızca bir kez toplanmıştır!

Eğer Londra Bürosu başarısız olduysa da bu Troçkistlerin sekter tutumundan kaynaklanmaz, her ne kadar Troçki’nin ve bazı yoldaşlarının bu türden yadsınamaz hataları olduysa da. Olayları bu şekilde değerlendirmek soyut tartışmalara aşırı bir önem vermekten ileri gelir. Londra Bürosu’nu mecalsizliğe mahkûm eden günün büyük sorunları karşısında ortak bir yönelim benimseme ve eylemde bulunma noktasındaki kifayetsizliktir. Programatik anlaşmazlıklar yalnızca stratejik hataların yoğunlaşmış ifadesidir. Bu ayrımlar daha “kardeşçe” bir üslupla veya (etkisiz kalmaya mahkum ancak karşı kanadı sıkıştırmaya yarayacak) daha sistematik ortak eylem önerileriyle aşılamazdı. 

Londra Bürosu’nun katılımcıları üzerinde etkili olan toplumsal güçler (sosyal-demokrat bürokrasi, Stalinist bürokrasi ve savaşın son hazırlık evresinde “demokratik” emperyalizmler­), gerçekten proleter ve devrimci sosyalist (komünist) güçler tarafından etkisiz hale getirilemeyecek kadar güçlüydü. Londra Bürosu’nun başarısızlığının temel sebebi budur.

Kaynak: Quatrieme Internationale, no.39, Aralık 1990-Ocak 1991.

Çeviri: Uraz AYDIN

Metinde geçen siyasal parti ve gruplar:

BOC: Bloque Obrero Campesino-İşçi Köylü Bloğu, Joaquin Maurin tarafından kurulur; İberya Komünist Federasyonu’na bağlıdır. 1935’te Andreu Nin’in İspanya Komünist Solu’yla (ICE) birleşip POUM’u oluşturur.

DNA (Der Norske Arbeiderpartei-Norveç İşçi Partisi): II. Enternasyonal’e üye olan parti 1919’den 1923’e kadar III. Enternasyonal’e katılır, 1927’de sosyal-demokratlarla tekrar birleşir ve 1932’te IAG’nin kuruluşuna katılır. Hükümete katılmadan kısa zaman önce, 1935’te IAG’den çekilir.

IAG (Internationale Arbeitsgemeinschaft-Uluslararası Emek Topluluğu): Sol sosyal-demokrat, muhalif komünist ve merkezci örgütlerden oluşan topluluk. 1932’de kurulur ve Londra Bürosu tarafından koordine edilir.

ILP: Independent Labour Parti (Bağımsız Emek Partisi), 1893’te sosyalist bir program üzerinden kurulur, Britanya İşçi Partisi’nin oluşturucu unsurlarından biri; giderek sola kayması sonucu İşçi Partisi tarafından 1932’de ilişkileri kesilir; o zaman 5 milletvekili vardı ve Londra Bürosu’na zemin oluşturmuştur.

Italyan Maksimalistler: İtalyan Sosyalist Partisi’nin otuzlu yıllarda Angelica Balabanov tarafından yönetilen bir akımı; iki Enternasyonal’in birleşmesini savunuyor.

OSP: Onafhankelijk Socialistische Partij-Hollanda Bağımsız Sosyalist Partisi, Sosyal-demokrat partiden bir sol kopma sonucu 1932’de P.J. Schmidt tarafından kurulur.

POUM: Partido Obrero de Unificacion Marxista (Birleşik Marksist İşçi Parti), 1935’te ICE ile BOC’nin birleşmesi sonucu oluşur, Katalonya’da önemli bir kitle tabanına sahipti.

RSAP: Revolutionair Socialistische Arbeiders Partij – Hollanda Devrimci Sosyalist İşçi Partisi. OSP ile RSP’nin birleşmesinden oluşur, LCI’yle ilişkilidir.

RSP: Revolutionair Socialistische Partij – Devrimci Sosyalist Parti, 1929’da Hollanda’da Sneevliet tarafından sol komünist ve sendikalist temellere dayanarak kurulan parti. OSP’yle birleşip RSAP’ı oluşurdu.

SAP: Sozialistiche Arbeiterpartei Deutschlands – Almanya Sosyalist İşçi Parti, sol sosyalist milletvekillerinin SPD’den ihraç edilmesinin ardından 1931’de kuruldu.

Schutzbund: Cumhuriyetçi Savunma Birliği, 1918’den 1934’e Sosyalist Parti’ye bağlı Viyana işçi milisleri.

SFIO: Section Française de l’Internationale Ouvriere – İşçi Enternasyonali Fransa Seksiyonu, Leon Blum tarafından yönetilen sosyalist (sosyal-demokrat) parti.

USPD: Unabhängige Sozialdemokratische Partei Deutschlands- Almanya Bağımsız Sosyal-Demokrat Partisi, SPD’den 1917’de savaş karşıtlığı üzerinden kopar; Çoğunluğu 1920’de KPD’yle birleşirken, geri kalan kesim kısa zaman sonra sosyal-demokrasiye katılır.

Siyasal/Stratejik Meselenin Geri Dönüşü – Daniel Bensaïd

Daha önce Daniel Bensaïd’in Köstebek ve Lokomotif. Tarih, Devrim ve Strateji üzerine Denemeler (Yazın yayıncılık, 2006) derlemesine dahil edilmiş olan bu metinde yazar yirminci yüzyılın devrimci deneyimlerini hem bir strateji sınıflandırması çerçevesinde hem de o dönem yaşanan tartışmalar bağlamında ele alırken bir siyasal araç olarak “geniş parti” yaklaşımını ve 90’lardan 2000’li yılların başına uzanan örgütsel deneyimleri de eleştirel bir gözle değerlendiriyor. Türkiye’de de gündemde olan strateji, kriz ve sosyalist hareket etrafında dönen tartışmalara katkıda bulunmasını diliyoruz.

İmdat Freni

Seksenli yılların başından itibaren bir “stratejik tartışma tutulması”na uğradığımızı hepimiz fark etmişizdir. Bunu, özellikle yetmişli yıllarda Şili ve Portekiz (hatta bambaşka karakteristiklere sahip olan Nikaragua ve Latin Amerika) deneyimlerinin beslediği tartışmalarla bir karşılaştırma yaptığımızda daha da iyi görürüz. Liberal karşı-saldırı karşısında, bu seksenli yıllar (en iyi haliyle) toplumsal direnişlerin yer aldığı ve –her ne kadar bazı diktatörlükler, özellikle de Latin Amerika’da, demokratik halk hareketlerinin basıncıyla pes etmek durumunda kaldıysa da– sınıf mücadelesinin savunma konumuna geçmesiyle karakterize edilebilecek bir dönemdi. Siyasal meselenin bu geri çekilişi, basitleştirilerek “sosyal yanılsama” olarak adlandırabileceğimiz bir olguyla tercüme edilebilir. “Siyasal özgürleşimi” –yurttaşlık haklarını– “insanın özgüleşmesinin” son aşaması olarak görenleri eleştirirken genç Marx’ın kullandığı “siyasal yanılsama”yla bir simetri içindedir bu “sosyal yanılsama”. Seattle’dan (1999) ve ilk Porto Alegre’den (2001) itibaren ilk sosyal forum deneyimleri toplumsal hareketlerin özyeterliliği ve siyasal meselenin geriye atılması konularında, doksanlı yılların sonunda toplumsal mücadelelerin bir ilk yükseliş evresinin sonucu olarak bu yanılsamayı bir ölçüde yansıtır.

Bu benim, basitleştirmeye giderek, toplumsal hareketlerin “ütopik uğrağı” [moment] dediğim ve çeşitli değişkenlerce resmedilen olgudur: Liberal ütopyalar (düzgünce regüle edilen bir liberalizme dair), keynezyen ütopyalar (bir Avrupa keynesçiliğine dair), ve de özellikle iktidarı almaksızın dünyayı değiştirebilmeye yönelik veya dengeli bir karşıt-iktidarlar sistemiyle yetinen yeni-liberter ütopyadır (J. Holloway, T. Negri, R. Day). Toplumsal mücadelelerin yeniden yükselişi kendini siyasal başarılar yahut seçim zaferleri şeklinde gösterdi (Latin Amerika’da: Venezuela ve Bolivya). Avrupa’da, Fransa dışında (özellikle de İlk İş Sözleşmesi karşıtı hareket), bu mücadeleler çoğunlukla yenilgiyle sonuçlandı ve özelleştirmelerin, sosyal güvenlik reformlarının, toplumsal hakların sökülmesinin sürmesini engelleyemedi. Bu çelişki, toplumsal zaferler meydana gelmediği sürece, beklentilerin İtalyan seçimlerinin gösterdiği gibi tekrar siyasal (özellikle de seçimsel) çözümlere yönelmesine yol açıyor.(1)

“Siyasal meselenin bu geri dönüşü” stratejik tartışmaları, henüz mırıltı şeklinde de olsa, yeniden başlatmıştır: Holloway’in, Negri’nin, Michael Albert’in kitapları konusunda, Venezuela’daki süreç ile Brezilya’da Lula’nın başkanlığının karşılaştırmalı bilançosu hakkında veya Meksika’da Zapatistlerin yönelimindeki Altıncı Selva Lacandona Deklarasyonu ve “öteki kampanyanın” göstergelerini oluşturduğu değişim çerçevesinde yürütülen polemiklerden bunu anlayabiliriz. Ayrıca Fransa’da Devrimci Komünist Birlik’in (LCR) manifesto tasarısı eksenindeki tartışmalar veya Alex Callinicos’un Anti-kapitalist Manifesto (2) kitabı da yine bu bağlamda yer alır. Büyük reddiye ve Stoacı direnişler evresi –Holloway’in “çığlığı”, “dünya bir meta değildir”, “dünya satılık değildir” sloganları– tükeniyor. Mümkün olan bu dünyanın hangisi olduğunu ve özellikle de ona ulaşmak için hangi yolların araştırılması gerektiğini netleştirmek lazım.

Strateji Var, Strateji Var

Strateji ve taktik kavramları (daha sonraları da mevzi savaşı ve hareket savaşı), işçi hareketine askeri dilden, ve özellikle de Clausewitz’in veya Delbrück’ün metinlerinden ihraç edilmiştir. Oysa anlamları fazlasıyla çeşitlenmiştir. Stratejinin bir muharebeyi kazanma sanatını ifade ettiği, taktiğin ise muharebe meydanında askeri birliklerin hareketlerine indirgendiği bir dönem oldu. O zamandan bu yana, hanedanlık savaşlarından ulusal savaşlara, total savaştan (bugünkü) küresel savaşa, stratejik alan zamanda ve uzamda genişlemesini sürdürdü. Bugün artık (dünya ölçeğindeki) küresel bir stratejiyi bir “kısıtlı stratejiden” (belirli bir toprak üzerinde iktidarın fethi için mücadele) ayırmak mümkün. Bir ölçüde, sürekli devrim kuramı bir küresel strateji taslağı oluşturuyordu: Devrim ulusal arenada (bir ülkede) başlayıp kıta ve dünya ölçeğine genişleyebilir; siyasal iktidarın fethiyle belirleyici bir aşama kat eder, fakat bir “kültürel devrimle” devam edip derinleşir. Dolayısıyla eylemle süreci, hadiseyle tarihi bileştirir.

Dünya ölçeğinde ekonomik ve askeri stratejileri olan güçlü devletler karşısında, küresel stratejinin bu boyutu 20. yüzyılın ilk yarısında olduğundan daha da fazla önem kazanıyor. Kıta veya dünya ölçeğinde yeni stratejik uzamların ortaya çıkması bunu gösterir. Tek ülkede sosyalizm teorisine karşı sürekli devrim diyalektiği, bir başka değişle ulusal, kıtasal ve dünyasal ölçeklerin iç içe geçişi, her zamankinden yoğun durumda. Bir ülkede siyasal iktidar kaldıracını ele geçirebilirsiniz (Venezuela veya Bolivya’da olduğu gibi), fakat kıtasal strateji meselesi doğrudan bir iç siyaset meselesi olarak gündeme gelir (Alca’ya karşı Alba, Mercosur’la ve And anlaşmasıyla ilişki). Daha basit biçimde, Avrupa’da liberal karşı-reformlara karşı direnişler ulusal düzeyde, yasama noktasındaki güç dengelerinden, kazanımlardan ve dayanaklardan destek alabilirler. Fakat kamu hizmetleri, vergilendirme, sosyal güvenlik, ekoloji konularında (“Avrupa’nın sosyal ve demokratik yeniden kuruluşu” için) geçişsel bir yanıt baştan itibaren Avrupa çapında bir projeksiyon gerektiriyor.(3)

Stratejik Varsayımlar

Dolayısıyla burada ele alacağım konu, yukarıda “kısıtlı strateji” şeklinde adlandırdığım alanla, bir başka deyişle ulusal ölçekte siyasal iktidarın fethi için mücadeleyle sınırlı kalacaktır. Burada hepimiz ulus-devletlerin küreselleşme çerçevesinde zayıflamış olabileceğini ve belirli düzeyde egemenlik transferlerinin yaşandığı konusunda hemfikiriz (4). Fakat ulusal ölçek (ki sınıflar arası ilişkileri yapılandıran ve bir toprağı bir devlete eklemleyen budur) stratejik uzamların değişken ölçeklerinde belirleyici olmaya devam ediyor. Zaten Critique Communiste dergisinin 179 sayısındaki (Mart 2006) dosya da esasen bu meseleye eğiliyor.

Her şeyden önce bize “aşamalı” bir devrimci süreç kavrayışı atfeden eleştirileri bir kenara bırakalım. John Holloway’den Cedric Durand’a uzanan bu eleştirilerde bizim için iktidarın fethinin her türden toplumsal dönüşüm için bir “mutlak önkoşul” olduğu ileri sürülüyor (5). Bu argüman daha çok bir karikatürü andırıyor yahut basitçe cehaletten kaynaklanıyor. Biz hiçbir zaman, öncesinde koşup hızlanmadan yapılacak bir uzun atlama taraftarı olmadık. Devrimci kopuşun, bürokrasinin faydalanabileceği tehlikeli bir atlama olduğunu vurgulamak için sık sık “hiçbir şeyken nasıl her şey haline gelinir?” sorusunu sorduğum doğrudur, ve Guillaume Liégeard da proletaryanın iktidarı ele geçirmeden önce hiçbir şey olmadığı önermesinin yanlışlığı ve her şey olma isteğine de biraz şüpheyle yaklaşma gerekliliği üzerinde durmakta haklı. Enternasyonal’den ödünç aldığım bu “her şey ve hiç”e dayalı formül yalnızca burjuva (siyasal) devrimi ile toplumsal devrim arasındaki yapısal asimetriyi vurgulamayı hedefliyor.

Komünist Enternasyonal’in 6. kongresine kadar sürdürülen programatik tartışmada Troçki’nin yanı sıra Thalheimer, Radek, Clara Zetkin tarafından savunulan kategoriler –birleşik cephe, geçiş talepleri, işçi hükümeti– tam da hadiseyi hazırlanma koşullarıyla, reformları devrimle, hareketi amaçla eklemlemeyi hedefliyordu. Paralel biçimde Gramsci’nin hegemonya ve “mevzi savaşı” kavramları da bu doğrultudadır (6). İktidarı ele geçirmenin daha kolay fakat elinde tutmanın daha zor olduğu Doğu ve Batı arasındaki karşıtlık da aynı tasadan kaynaklanır (bu konuda Komünist Enternasyonal’in 5. kongresindeki Alman devriminin bilançosu hakkındaki tartışmalara bakılabilir). Son kez söyleyelim, hiçbir zaman çöküş kuramının (Zusammenbruch Theorie) savunucuları olmadık (7).

Devrimci sürece dair kendiliğindenci yaklaşımlara ve 60’lı yılların yapısalcı durağancılığına karşı “öznel etkenin” rolüne ve “model”den ziyade “stratejik varsayım” şeklinde adlandırdığımız olguya vurgu yaptık. Burada söz konusu olan basit bir dil şıklığı değil elbette. Bir model, taklit edilmesi gereken bir şey, bir kullanım kılavuzudur. Varsayımsa geçmişin deneyimlerinden yola çıkan fakat yeni deneyimler veya koşullar oranında açık ve değiştirilebilir olan bir eylem kılavuzudur. Böylece söz konusu olan spekülasyon değil fakat geçmişin deneyimlerinden geriye kalandır (ki elimizdeki tek malzeme budur), fakat bugünün ve geleceğin çok daha zengin olacağını da akıldan çıkarmadan. Dolayısıyla devrimciler de her daim bir savaş geride olduğu söylenen askerlerle aynı tehlikeyle karşı karşıyadırlar.

20. yüzyılın büyük devrimci deneyimlerinden (Rus devrimi ve Çin devriminin yanı sıra Alman devrimi, halk cepheleri, İspanya iç savaşı, Vietnam kurtuluş savaşı, Mayıs 68, Portekiz, Şili…) yola çıkarak iki büyük varsayımı birbirinden ayırdık: Ayaklanmacı Genel Grev (AGG) ve Uzatmalı Halk Savaşı (UHS). Bunlar, iki kriz tipini, iki ikili iktidar şeklini, krizin iki çözülme biçimini özetler.

AAG durumunda ikili iktidar esasen Komün tarzı bir kentsel biçime bürünür (yalnızca Paris Komünü değil, aynı zamanda Petrograd Sovyeti, Hambourg, Kanton, Barselona ayaklanmaları…). İki iktidar yoğunlaşmış bir alanda uzun süre bir arada var olamaz. Dolayısıyla meseleyi hızla çözmeye yönelik bir çatışmadır söz konusu olan (ki bir uzatmalı bir çatışmaya da dönüşebilir: Rusya’da iç savaş, Vietnam’da 1945 ayaklanmasının ardından kurtuluş savaşı…). Bu varsayımda, ordunun demoralize edilmesi ve askerlerin örgütlenmesi faaliyeti önemli bir rol oynar (Fransa’da asker komiteleri, Portekiz’de troçkist Enternasyonalist Komünist Liga’nın düzenlediği asker komiteleri –SUV– ve daha komplocu bir perspektifte Mir’in Şili ordusu içindeki faaliyeti bu konudaki son anlamlı deneyimleri teşkil eder).

UHS durumunda, daha uzun süre birlikte var olabilecek bir bölgesel ikili iktidar söz konusudur (kurtarılmış ve özyönetim halindeki bölgeler). Bu koşullar Mao tarafından daha 1927’deki “Kızıl iktidar neden Çin’de var olabilir” broşüründe kavranmış Yenan Cumhuriyeti deneyimiyle ortaya konmuştur. İlk varsayımda alternatif iktidarın organları kent koşulları tarafından toplumsal açıdan belirlenir (Paris Komünü, Petrograd Soyveti, işçi konseyleri, Katalonya milis komitesi, Sanayi Kordonları, komün komandoları…), ikincisindeyse (köylülerin hakim olduğu) “halk ordusu”nda merkezileşirler.

Saflaştırılmış bu iki büyük varsayım arasında, bunların farklı ölçülerdeki bileşimleri bulunabilir. Böylece, basitleştirilmiş fokocu efsaneye (Regis Debray’in Devrim İçinde Devrim kitabında olduğu gibi) karşın Küba devrimi isyancı ordunun çekirdeği olan gerilla fokosuyla Havana ve Santiago’daki kentsel genel grev ve örgütlenme girişimlerini birbirine eklemlemiştir. Frank Païs’in, Daniel Ramos Latour’un, hatta bizzat Che’nin “la selva” [orman] ve “el llano” [düzlük] arasındaki gerilimler konusundaki mektuplaşmalarından da görebileceğimiz gibi bu ikisi arasındaki ilişkiler problematik olmuştur (8). Geriye dönüp baktığımızda, Granma’nın ve oradan canlı çıkanların kahramansı destanını ön plana çıkaran resmi anlatı, bu sürecin tüm karmaşıklığıyla birlikte anlaşılmasını zorlaştıracak biçimde 26 Temmuz oluşumunun ve yönetici Kastrist grubun meşruiyetini güçlendirmeye katkıda bulunmuştur. Tarihin bu basitleştirilmiş versiyonu, kır gerillasını bir model haline getirerek altmışlı yılların deneyimlerini esinlemiştir (Peru, Venezuela, Nikaragua, Kolombiya, Bolivya). De la Puente ve Lobaton muharebesindeki ölümler, Meksika’da Camillo Torres, Yon Sosa, Lucion Cabanas’ın, Brezilya’da Carlos Marighella ve Lamarca’nın ölümleri, Che’nin trajik Bolivya seferi, 1963 ve 1967’de Pancasan’da Sandinistlerin neredeyse tümüyle ortadan kaldırılışı, Bolivya’da Teoponte felaketi, bu devrin sonuna damgasını vurur.

Arjantin PRT’sinin ve Şili’deki Mir’in stratejik varsayımı, 70’li yılların başında daha çok uzatmalı halk savaşının Vietnam örneğine gönderme yapar (ve PRT aynı zamanda Cezayir kurtuluş savaşının mitsel bir versiyonuna referansta bulunur). Sandinist Cephe’nin 1979’daki Somoza diktatörlüğü karşısında elde ettiği zafere kadarki tarihi çeşitli yönelimlerin bir bileşimini sergiler. Tomas Borge’nin ve UHS eğiliminin yönelimi dağ gerillasının gelişimine ve uzun bir tedrici güç birikimi ihtiyacına vurgu yapar. Proletaryen eğiliminki ise (Jaime Wheelock) Nikaragua’da kapitalist gelişmenin toplumsal etkileri ve işçi sınıfının güç kazanması üzerinde durur, ama bu arada bir “ayaklanma anı” perspektifiyle bir uzatmalı güç birikimi yönelimini de muhafaza eder.

“Üçüncü” Eğilim (Ortega kardeşler) de diğer ikisinin sentezini yapar ve güney cephesiyle Managua ayaklanmasını eklemlemeyi sağlar. Daha sonraları Humberto Ortega bu ayrımları şöyle özetler: “Pasif güç birikimi siyaseti dediğim konjonktürlere müdahale etmemeye, soğukkanlılıkla güç biriktirmeye dayanan siyasettir. Bu pasiflik kendini ittifaklar düzeyinde gösteriyordu. Aynı zamanda düşmanla çatışmaksızın ve kitlelerin katılmasını sağlamadan silah biriktirebileceğimizi, örgütlenebileceğimizi, insan kaynaklarını bir araya getirebileceğimizi düşünmemizde de pasiflik mevcuttu” (9). Fakat Ortega koşulların çeşitli planları sarstığını da kabul eder: “Ayaklanma çağrısında bulunduk. Olaylar hızla gelişti, nesnel koşullar daha fazla hazırlık yapmamıza izin vermiyordu. Esasında ayaklanmaya hayır diyecek durumda değildik. Kitle hareketi öyle bir boyut kazandı ki öncünün onu yönetmesi mümkün değildi. Bu akıntıya karşı çıkamazdık; tüm yapabildiğimiz, ona az ya da çok yön verebilmek için başına geçmekti”. Ve şöyle bitirir: “Ayaklanma stratejimiz her daim kitlelerin etrafında döndü, bir askeri plan çerçevesinde değil. Bu açık olmalıdır.” Gerçekten de stratejik seçenek, siyasal önceliklerin, müdahale alanlarının, sloganların düzene sokulmasını gerektirir ve ittifak politikasını belirler.

Los dias de la selva’dan El trueno en la ciudad’a, Mario Payeras’ın Guatemala sürecine dair anlatısı ormandan şehre dönüşü ve askeri-olan ile siyasal-olan, şehir ile kır arasındaki ilişkilerin değişimini gösterir. Régis Debray’in 1974 tarihli Silahların Eleştirisi kitabı da altmışlı yılların ve söz konusu evrimin bir bilançosunu kaydeder. Avrupa’da ve ABD’de, RAF’ın Almanya’da, Weathermen’lerin ABD’de felaketle sonuçlanan serüvenleri (Fransa’daki Proleter Sol’un kısa süreli traji-komedisinden ve July/Geismar’ın unutulmaz İç Savaşa Doğru kitabındaki tezlerinden söz etmiyoruz bile) ve kır gerillası deneyimini “kent gerillasına” tercüme etmeye yönelik diğer girişimler yetmişlerle birlikte sona erer. Ayakta kalmayı başaran tek silahlı hareket örnekleri, toplumsal tabanlarını ulusal baskıya karşı mücadelelerde bulan örgütlerdir (İrlanda, Özkadi). (10)

Dolayısıyla bu stratejik varsayımlar ve deneyimler militarist bir yönelime indirgenemez. Bir siyasal görevler bütünü tarif eder. Böylece PRT’nin Arjantin devrimini bir ulusal kurtuluş savaşı olarak kavrayışı, bu örgütü işyerlerinde ve mahallelerdeki özörgütlenme yerine ordunun (ERP) inşasına öncelik vermeye itiyordu. Aynı şekilde, Mir’in yöneliminin, uzatmalı silahlı mücadele perspektifiyle Unitad Popular altında güç (kırsal taban) birikimine vurgu yapması darbeyle hesaplaşmayı görelileştirmeye ve özellikle de kalıcı sonuçlarını azımsamaya itiyordu. Oysa Miguel Enriquez “tankazo” mağlubiyetinin ardından bu hesaplaşmayı hazırlayacak bir mücadele hükümeti kurmaya elverişli kısa anı görebilmişti.

Sandinistlerin 1979’deki zaferi yeni bir dönemece imza atar. Bu en azından, Guatemala’da (ve El Salvador’da) devrimci hareketlerin artık çürümüş kukla diktatörlüklerle değil İsrailli, Tayvanlı, ABD’li “düşük yoğunluklu savaş” ve “karşı-ayaklanma” danışmanlarıyla karşı karşıya olduğunun altını çizen Mario Payeras’ın görüşü. Bu artan asimetri o günden bu yana, Pentagon’un yeni strateji doktrinleriyle ve terörizme karşı açılan “sınır-ötesi” savaşla dünya ölçeğine yayılmıştır. Bu, henüz dün Granma ve Che’nin destanları yahut Fanon’un, Giap’ın, Cabral’ın metinleri aracılığıyla masum ve özgürleştirici olarak görülen devrimci şiddet meselesinin dikenli hatta tabu bir konu haline gelmesinin nedenlerinden biridir (bunun yanı sıra Kamboçya deneyiminin, SSCB’deki bürokratik karşı-devrimin, Çin’de kültür devriminin trajik aşırı-şiddetini de saymak gerekir elbette).

Böylece Lenin’le Gandhi’nin sentezini yaparak (11) yahut şiddet karşıtlığına yönelerek (12) güçsüzün güçlüye karşı bir asimetrik stratejisinin el yordamıyla aranışına tanık oluyoruz. Oysa dünya, Berlin Duvarı’nın yıkılışından beri, daha az şiddetli hale gelmemiştir. Bugün de, aşırılıklar çağında hiçbir şeyin doğrulamadığı varsayımsal bir “pasifist yolun” mümkünatı üzerine bahse girmek iyimser bir ihtiyatsızlık olur. Fakat bu, söylemimizin sınırlarını aşan bir mesele.

Ayaklanmacı Genel Grev Varsayımı

Dolaysıyla yetmişli yıllar boyunca bize yol gösteren stratejik varsayım, Batı iklimine uyarlanmış maoculuk çeşitleri ve Kültür Devrimi’nin hayali yorumları karşısına koyduğumuz AGG’ydi. Antoine Artous’a göre, bundan böyle “yetimi” olduğumuz stratejik varsayım budur. Dün belirli bir “işlevselliğe” sahipken, bugün bu özelliğini yitirmiştir. Fakat Artous “kopuş” kelimesi ve sözel vaat yarışlarıyla tatmin olmak yerine ciddi bir varsayımın inşasının gerekliliğini vurgulayarak devrimci kriz ve ikili iktidar kavramlarının hâlâ güncel ve geçerli olduğunu savunuyor. Artous’un kaygıları iki noktada billurlaşıyor.

Bir yandan, ikili iktidarın mevcut kurumların tümüyle dışında olamayacağı ve bir sovyet yahut konsey piramidi şeklinde boşluktan doğamayacağı konusu üzerinde duruyor. Zamanında eğitim seminerlerimizde de ayrıntıyla incelediğimiz devrimci süreçlere dair böylesi bir aşırı basitleştirilmiş bakışa teslim olmuş olabiliriz (Almanya, İspanya, Portekiz, Şili ve bizzat Rus Devrimi). Fakat bundan pek emin değilim, bu deneyimlerin her biri bizleri çeşitli özörgütlenme biçimleriyle mevcut parlamenter veya belediye kurumları arasındaki diyalektikle karşı karşıya bırakıyordu. Her ne olursa olsun, böyle bir bakışa sahip olmuşsak da, bu belirli metinlerle hızla düzeltilmiştir (13).

Hatta öyle bir düzeyde ki, vaktiyle Ernest Mandel’in Rusya’da sovyetlerle kurucu meclis arasındaki ilişkileri yeniden incelemesi üzerine “karma demokrasi”ye yanaşması karşısında sarsılabildik hatta şoke olabildik. Ne var ki, özellikle genel oy ilkesinin sağlam biçimde yerleştiği, yüzyıldan fazla süredir parlamenter bir geleneğe sahip olan ülkelerde, devrimci bir sürecin ancak önceliği “aşağıdan sosyalizme” veren fakat temsil biçimleriyle de kesişen bir meşruiyet aktarımı olarak tahayyül edilebileceği açıkça ortadadır. Pratik düzeyde, örneğin Nikaragua devrimi vesilesiyle bu noktada ilerleme kaydettik. Bir iç savaş ve kuşatma durumu bağlamında 1989’da “serbest” seçimler düzenleme meselesini sorgulayabiliyorduk, fakat bir ilke olarak buna karşı çıkmıyorduk. Biz daha çok Sandinistlerin seçilmiş parlamento karşısında alternatif bir meşruiyet odağı ve bir çeşit ikinci “toplumsal meclis” oluşturabilecek “Devlet Konseyi”ni feshetmelerini eleştiriyorduk. Benzer biçimde, daha mütevazı bir ölçekte, Porto Alegre’de genel oyla seçilmiş olan belediye kurumuyla katılımcı bütçe komiteleri arasındaki diyalektik üzerine tekrar düşünmek faydalı olabilir.

Esasında, ortaya çıkan sorun bölgesel demokrasiyle işyeri demokrasisi arasındaki ilişkiler (Komün, Sovyetler, Setubal halk meclisi bölgesel yapılardı), hatta doğrudan demokrasi ile temsili demokrasi arasındaki ilişkiler de değildir (her demokrasi kısmen temsilidir ve Lenin bir emredici vekaletten yana değildir). Sorun genel bir iradenin şekillenişi meselesidir. Sovyet tipi demokrasiye genelde (Avrokomünistler veya Norberto Bobbio tarafından) yapılan itiraz onun korporatif eğilimini hedef alır: Zorunlu vekaletle birbirine bağlı özel (bir bölgeye, işyerine veya büroya dayalı) çıkarlar toplamı (veya piramidi) bir genel iradeyi açığa çıkarmayı sağlamaz.

Demokratik karar mekanizmalarını daha alt/yerel organlara devretmenin de sınırları vardır: Eğer bir vadinin sakinleri bir yolun inşasına, yahut bir şehrinkiler bir çöplüğün yapılmasına karşı çıkıp da bunun bir diğer vadide ya da şehirde yer almasını istiyorsa, hakem görevi görecek bir çeşit merkezileşmeye ihtiyaç vardır (14). Avrokomünistlerle yaptığımız tartışmalarda, sentezleştirilmiş öneriler ortaya çıkarmak ve özel bakış açılarından yola çıkarak bir genel iradenin şekillenmesine katkıda bulunabilmek için partilerin (ve çoğulculuklarının) aracılığının gerekliliği üzerinde duruyorduk. Spekülatif kurumsal mekanisyenliğe soyunmadan, giderek daha da sık biçimde programatik metinlerimize, işleyiş özelliklerinin deneyimlerle belirleneceği bir çift meclise dair genel bir varsayımı da dahil ettik.

Artous’un ikinci kaygısı, özellikle de Alex Callinicos’un metninin eleştirisinde, bu sonuncusunun geçiş sürecine dair düşüncesinin iktidar meselesinin eşiğinde durmasına ve bu sorunun belirsiz bir deus ex machina’ya terk edilmesine yahut kitlelerin kendiliğinden kalkışmasıyla ve genelleşmiş bir sovyet demokrasisinin ortaya çıkışıyla çözüleceği varsayımına odaklanıyor. Kamusal özgürlüklerin savunusu Callinicos’un programında mevcutsa da, Artous bu programda kurumsal tipte hiçbir talebin (nispi oy, tek ya da kurucu meclis, radikal demokratikleşme) yer almadığını ileri sürüyor. Cedric Durand’ın ise kurumları özerklik ve protesto stratejileri için basit araçlar olarak gördüğünü, bunun da pratikte “aşağısıyla” “yukarısı” arasındaki bir uzlaşmaya, bir diğer ifadeyle birincisinin, dokunulmadan bırakılan ikincisine yönelik kaba bir lobicilik faaliyetine tercüme edilebileceğini düşünüyor.

Esasında Critique Communiste’deki tartışmanın tarafları arasında Yaklaşan Felaket veya Geçiş Programı’ndan esinlenen programatik corpus konusunda bir fikir birliği sözkonusu: Geçiş talepleri, ittifak politikaları (birleşik cephe) (15), hegemonya mantığı, ve reform ve devrim arasındaki diyalektik (karşıtlık değil). Böylece, (“anti-liberal”) bir asgari program ile (anti-kapitalist) bir azami programı birbirinden ayırma ve bunları değişmeyecek şekilde tasarlama fikrine karşı çıkıyor, tutarlı bir anti-liberalizmin anti-kapitalizme vardığı ve bu ikisinin mücadelelerin dinamiğiyle iç içe geçtiğine inanıyoruz.

Mevcut güç ilişkileri ve bilinç düzeylerine bakarak geçiş taleplerinin kesin formülasyonu üzerine tartışabiliriz. Fakat üretim, iletişim ve mübadele araçlarının özel mülkiyetine ilişkin meselelerde –ki bu kamu hizmeti pedagojisi, insanlığın ortak malları (müşterekleri) konusu, yahut giderek önem kazanan (ve fikrî özel mülkiyetin karşısına koyduğumuz) bilginin toplumsallaşması mevzuu olsun–, çabucak hemfikir oluruz. Aynı şekilde, ücretliliğin ortadan kalkması yönünde ilerlemek için ücretlerin sosyal koruma sistemleri aracılığıyla toplumsallaşma biçimlerinin keşfine çıkma konusunda da rahatça fikir birliğine varırız. Nihayet, genelleşmiş metalaşmanın karşısına ücretsizlik (yani “metalaşmadan arındırma”) alanlarının hizmetlerin yanı sıra kimi zorunlu tüketim maddelerine de yayılmasının açtığı imkanları koyarız.

Geçiş düşüncesinin tartışmalı konusu “işçi hükümeti” yahut “emekçi hükümeti”dir. Bu zorluk yeni değil. Komünist Enternasyonal’in 5. kongresi sırasında Alman devriminin bilançosu ve Saksonya hükümeti konusundaki tartışma Enternasyonal’in ilk kongrelerinden çıkan formüllerin çözülmemiş belirsizliğini ve bunların yol açabildiği pratik uygulamalar yelpazesini gösterir. Treint, raporunda “proletarya diktatörlüğünün gökten zembille inmediğini; bir başlangıcının olması gerektiğini ve işçi hükümetinin proletarya diktatörlüğünün başlangıcıyla eşanlamlı olduğu” vurgular. Buna karşın birleşik cephenin “saksonlaşmasını” teşhir eder: “Komünistlerin devrime karşı bir müdahaleyi önlemek için pasifist burjuvalarla bir koalisyon hükümetine girmeleri teoride yanlış değildi, fakat İşçi Partisi’nin yahut Sol Kartel’inki gibi hükümetler, burjuva demokrasisinin kendi partilerimizde yankı bulması sonucunu doğruyor”.

Enternasyonal’in faaliyeti konusundaki tartışmada Smeral şu beyanda bulunur: “1923 Şubat kongremizin [Çek komünistlerinin kongresi] işçi hükümeti üzerine tezlerini kaleme alırken hepimiz bunların dördüncü kongre kararlarına uygun olduğundan emindik. Oybirliğiyle kabul edildiler”. Fakat “kitleler işçi hükümetinden bahsederken akıllarına ne geliyor?”: “İngiltere’de İşçi Partisi geliyor akıllarına, Almanya’da ve kapitalizmin çözülmekte olduğu ülkelerde birleşik cephe, grev patladığında komünistlerin ve sosyal-demokratların birbiriyle çatışacağına kol kola yürümesi anlamına gelir. İşçi hükümeti de kitleler nezdinde aynı anlama sahiptir, ve biz bu formülü kullandığımızda tüm işçi partilerinin birleşik hükümetini düşünüyorlar”. Ve Smeral şöyle devam ediyor: “Saksonya deneyiminden çıkartacağımız derin ders nedir? Her şeyden önce şu: Öncesinde hızımızı almadan ayaklarımız bitişik biçimde atlayamayız.”

Ruth Fisher ise bir işçi partileri koalisyonu olarak işçi hükümetinin “kendi partimizin tasfiyesi” anlamına geleceği yanıtı verir. Clara Zetkin ise Alman Ekim’inin yenilgisi üzerine raporunda şu görüşü savunur: “İşçi ve köylü hükümeti konusunda, Zinoviev’in bunun proletarya diktatörlüğünün basit bir takma adı, bir eşanlamlısı veya adaşı olduğuna dair açıklamasını kabul edemem. Bu belki Rusya için doğru olabilir fakat kapitalizmin oldukça gelişmiş olduğu ülkeler için durum başkadır. Orada işçi ve köylü hükümeti burjuvazinin artık iktidarda kalamadığı fakat proletaryanın da kendi diktatörlüğünü dayatacak koşullara sahip olmadığı bir durumun siyasal ifadesidir”. Gerçekten de Zinoviev “işçi hükümetinin temel hedefi” olarak proletaryanın silahlanmasını, üretim üzerinde işçi denetimini, vergi devrimini önerir.

Çeşitli konuşmaları alıntılamaya devam edebiliriz. Bundan, mesele her ne kadar devrimci yahut devrim-öncesi bir durumla ilişkili olsa da, reel bir çelişkinin ve çözülmemiş bir sorunun ifadesi olan büyük bir karışıklık intibası edinirdik. Bu sorunu tüm durumlar için geçerli bir kullanım kılavuzuyla çözmek istemek sorumsuzluk olurdu; ama en azından bir geçiş perspektifi içinde koalisyon hükümetlerine katılma konusunda farklı biçimlerde bileşmiş üç kriter öne sürmek mümkün: a) Böylesi bir katılım meselesinin durup dururken değil, bir kriz ya da en azından anlamlı bir toplumsal seferberlik durumunda gündeme gelmesi; b) söz konusu hükümetin mevcut düzenden kopuş dinamiğini başlatmaya angaje olması (örneğin –Zinoviev’in talep ettiği silahlanmadan daha mütevazı biçimde– radikal bir toprak reformu, özel mülkiyet alanına “zorbaca istilalar”, vergi ayrıcalıklarının ortadan kaldırılışı, kurumlardan kopuş –Fransa’da Beşinci Cumhuriyet’ten, Avrupa anlaşmalarından, askeri anlaşmalardan…vs); c) son olarak, güç ilişkilerinin, verilen sözlerin uygulanmasını güvence altına almak olmasa bile, en azından bu uygulamalardaki muhtemel aksamaların bedelinin sertçe ödetilmesini devrimcilere sağlayacak durumda olması.

Böylesi bir yaklaşımın ışığında Lula hükümetine katılım yanlış görünüyor: a) On yıldan beri, topraksız köylüler hareketi dışında kitle hareketi gerileme içindeydi; b) Lula’nın seçim kampanyası ve Brezilyalılara Mektup’u açıkça sosyal-liberal bir politikanın izleneceğini göstermiş ve toprak reformuyla “sıfır açlık” programının finansmanını daha baştan hipotek altına almıştı; c) son olarak da, parti ve hükümet bünyesindeki toplumsal güç ilişkileri öyle bir durumdaydı ki bir yarı-tarım bakanlığıyla “ipin asılmışı tuttuğu gibi” hükümeti tutmak söz konusu değildi. Bununla birlikte, ülkenin tarihini, toplumsal yapısını ve PT’nin oluşumunu göz önünde bulundurarak, bu katılıma dair çekincelerimizi sözlü olarak ifade ederek ve taşıdığı tehlikeler konusunda yoldaşlarımızı uyararak bunu bir ilke sorunu haline getirmedik ve “uzaktan” ders vermekten ziyade, yoldaşlarımızla birlikte bir bilanço çıkarabilmek için bu deneyime eşlik etmeyi tercih ettik (16).

Proletarya Diktatörlüğü Hakkında

İşçi hükümeti meselesi bizi kaçınılmaz olarak proletarya diktatörlüğü sorununa getirir. LCR’in (Ligue Communiste Révolutionnaire-Devrimci Komünist Birlik) son kongrelerinden birinde, üçte ikilik bir çoğunluk proletarya diktatörlüğüne yapılan referansları tüzükten kaldırma kararı aldı. Bu mantıklı bir karardı. Bugün diktatörlük kavramı, Roma’da sınırlı bir zaman için ve istisnai durumlarda Senato tarafından usulüne uygun biçimde görevlendirilen saygın iktidar kurumundan ziyade 20. yüzyılın askeri veya bürokratik diktatörlüklerini hatırlatıyor. Marx Paris Komünü’nde bu proletarya diktatörlüğünün “niyahet bulunmuş olan şeklini” gördüğüne göre, anlaşılabilmek için tarih tarafından bir karışıklık kaynağı haline getirilen fetiş bir sözcüğe bağlanmaktansa komünden, sovyetlerden, konseylerden veya özyönetimden söz etmek daha doğru olur.

Bununla birlikte Marx’ın formülünün ve buna Kugelmann’a ünlü mektubunda verdiği önemin ortaya koyduğu sorunla hesaplaşmış da değiliz. Genelde “proletarya diktatörlüğüne” otoriter bir rejim imgesi yüklemeye ve bunu bürokratik diktatörlüklerin bir eşanlamlısı olarak görme eğilimindeyiz. Aksine, Marx için bu eski bir sorunun demokratik çözümüydü. Bu sorun ise, bugüne dek erdemli bir elit zümreye (Kamu Selameti Komitesi –ki esasında bu komite Konvansiyon’un, kendisi tarafından geri çağırılabilir bir uzantısı olarak kalmıştır) yahut bir örnek insanlar “triumvira”sına ayrılmış olan istisnai durum iktidarının ilk kez çoğunluk tarafından kullanılmasıydı. (17)

Şunu da ekleyelim, o dönemde diktatörlük terimi bir keyfilik ifadesi olan zorbalığın zıddı olarak kullanılıyordu. Fakat proletarya diktatörlüğü kavramının aynı zamanda, yetmişli yıllarda çoğu (Avro-) komünist partinin ondan vazgeçmesiyle doğan tartışmalarda sıkça hatırlatıldığı gibi stratejik bir anlamı da vardı. Hakikaten de, Marx’a göre yeni bir toplumsal ilişkiyi ifade eden yeni hukukun eski hukukun devamlılığı içinde doğamayacağı açıktı: İki toplumsal meşruiyet arasında, “birbirine eşit iki hukuk arasında belirleyici olan güçtür”. Dolayısıyla devrim zorunlu bir olağanüstü halden geçişi gerektirir. Lenin ile Kautsky arasındaki tartışmanın dikkatli bir okuru olan Carl Schmitt, bunu çok iyi kavrayarak kriz durumundaki işlevi mevcut düzeni korumak olan “yetki verilmiş diktatörlüğünü”, bir kurucu iktidarın uygulanmasıyla yeni bir düzen inşa eden “egemen diktatörlük”ten ayırıyordu (18). Ona hangi ismi verirsek verelim, bu stratejiyi muhafaza ediyorsak, buradan zorunlu olarak iktidarın örgütlenmesi, hukuk, partilerin işlevi…vs konusunda bir dizi sonuç çıkar.

Bir Stratejik Yönelimin Güncelliği ve Güncellikten Uzaklığı

Güncellik kavramının iki anlamı vardır: Biri geniş (“savaşlar ve devrimler çağı”), diğeri anlık veya konjonktürel. Avrupa’da toplumsal hareketin yirmi yılı aşkın süredir gözden kaybolduğu, savunmaya geçildiği bir durumda, kimse devrimin, bu anlık anlamda güncel olduğunu iddia etmeyecektir. Buna karşın, devrimi dönemin ufkundan silmek tehlikeli olur, ve kötü sonuçlar doğurabilir. Francis Sitel’in söz konusu dosyaya yazdığı yazıda “güncel bir perspektife sahip”, “günümüz güç ilişkilerine dair ham hayallerden” kaçınmak için “bugünkü mücadeleleri bunların gerekli sonuçlarına bağlayan, eylem halinde bir perspektifi” tercih ederken göstermeye çalıştığı eğer bu ayrımsa, burada herhangi bir anlaşmazlık yok.

Fakat iktidarın fethi hedefini “bunun güncelleşmesinin ufuk çizgimizin ötesinde olduğunu kabul etmek kaydıyla bir radikallik koşulu” olarak muhafaza etme fikri daha tartışmalı bana göre. Sitel, hükümete katılım meselesinin –ufuk çizgimizin altından mı bakıcaz buna?– iktidar meselesine değil, liberal saldırıdan “korunmaya” dayalı “daha mütevazı bir ihtiyaca” bağlı olduğunu vurguluyor. Böylece hükümete katılım koşulları üzerindeki akıl yürütmelerimiz, “stratejik düşüncenin görkemli kapısından” değil, “geniş partilerin dar kapısından” yapılacaktır. Bu durumda, partinin inşasını yönlendirenin program (veya strateji) değil de, mümkün dünyaların ve programların en iyisini belirleyenin ve sınırlayanın cebirsel olarak geniş bir partinin büyüklüğü haline gelmesinden kaygılanabiliriz. O halde hükümet meselesini stratejik bir konu olmaktan çıkarıp basit bir “yönelim sorunu” şeklinde tasavvur etmek söz konusu olur (bu, bir ölçüde Brezilya konusunda yaptığımızdır). Fakat asgari programla azami program arasındaki klasik ayrıma düşmediğimiz taktirde, “yönelim sorunu” da stratejik perspektiften kopuk değildir. Ve eğer “geniş”, dar ve kapalıdan daha açık ve verimliyse de, partiler açısından geniş vardır, bir de geniş vardır: Brezilya PT’sinin, Linkspartei’nin, ÖDP’nin, Portekiz Sol Blok’unun, İtalya’daki Rifondazione Comunista’nın genişlikleri bir değildir.

 “Devrimci strateji bakımından en bilgince gelişmeler bile, şu anda ve burada nasıl hareket etmeliyiz sorusu karşısında fazlasıyla zayıf görünüyor” diye bitiriyor metnini Sitel. Şüphesiz haklı, fakat bu makbul pragmatik özdeyiş 1905’te, Şubat 1917’de, Mayıs 1936’da, Şubat 1968’de de söylenebilirdi ve böylece mümkünün doğrultusu reel-olanın bayağı doğrultusuna indirgenirdi.

Perspektifimiz iktidarın ele geçirilmesiyle sınırlanmayıp da daha uzun bir “iktidarların yıkımı” süreci içinde yer aldığı taktirde, “iktidarın fethine yoğunlaşan geleneksel partinin bizzat bu devlete uyum göstermeye ve dolayısıyla özgürleşme dinamiğini yıpratacak egemenlik mekanizmalarını kendi bünyesine taşımaya yöneleceğini” kabul etmek gerekir. O halde siyasal ile toplumsal arasında yeni bir diyalektiğin yaratılması gerekir. Bu elbette doğrudur, ve zaten “siyasal yanılsama” kadar “toplumsal yanılsamayı” da reddederek veya geçmiş olumsuz deneyimlerden (toplumsal örgütlenmelerin devlet ve partiler karşısındaki bağımsızlığı, siyasal çoğulculuk, parti içi demokrasi gibi konularda) ilkesel sonuçlar çıkararak pratikte ve teoride yapmaya çalıştığımız budur.

Fakat sorun “devlete uyum göstermiş” bir partinin egemenlik mekanizmalarını bünyesine taşımasından çok, modern toplumlara içkin (ve iş bölümüne kökünden bağlı) çok daha derin ve yaygın bürokratikleşme olgusunda yatar: Bu sendikal veya dernek tipindeki örgütlenmelerin tümüne sirayet eder. Aslında parti demokrasisi (bunu medyatik ve kamuoyu yoklamasına dayalı “görüş” demokrasisinin zıddı olarak kullanıyoruz) iktidarın profesyonelleşmesine ve “piyasa demokrasisine” karşı mutlak bir ilaç olmasa bile, en azından panzehirlerden biri olabilir. Demokratik merkeziyetçiliği bürokratik merkeziyetçiliğin takma burnu olarak görerek bunu çok sık unutuyoruz, halbuki belirli bir merkezileşme demokrasinin inkârı değil, tam tersine koşuludur.

Sitel tarafından altı çizilen partinin devlete uyumu meselesi, Boltansky ve Chiapello tarafından Kapitalizmin Yeni Ruhu’nda vurgulanan Sermaye’nin yapısıyla işçi hareketinin madun yapıları arasındaki eşbiçimliliği hatırlatıyor. Bu eşbiçimlilik meselesi son derece önemlidir ve bundan ne kolayca kaçınılabilir ne de bu sorun basitçe çözülebilir: Ücret ve çalışma hakkı (buna kimi zaman “iş hakkı” da deniyor) için mücadele elbette ki sermaye-emek ilişkisiyle eşbiçimli bir mücadeledir. Bunun ardında yabancılaşma, fetişizm, şeyleşme sorunu yatar (19). Fakat “akışkan” biçimlerin, ağ tipi örgütlenmenin, yakınlıklar mantığının (karşıtlıklar mantığının zıddı olarak) bu eşbiçimlilikten ve egemenlik ilişkilerinin yeniden üretiminden kaçınmayı sağlayacağını düşünmek koskoca bir yanılsamadan ibarettir. Bu biçimler de bilişimsel sermayenin modern örgütlenmesiyle, emeğin esnekliğiyle, “akışkan toplumla”..vs. tümüyle eşbiçimlidir. Bununla, eski tabiyet biçimlerinin yeni ortaya çıkanlardan daha iyi veya onlara tercih edilebilir olduğunu değil, fakat ağ tipi örgütlenmenin o eşsiz yolunun sömürü ve tahakkümün kısır döngüsünden çıkmayı sağlamadığını anlatmak istiyorum.

“Geniş Parti” Hakkında

Sitel, “stratejik akıl tutulması” veya “stratejik aklın geri dönüşü” kavramlarının, yalnızca bir parantezi kapatma ve eski hale dönme veya meselenin Üçüncü Enternasyonal’in çizdiği çerçevede yeniden tartışılması anlamına gelmesinden endişe duyuyor. İşçi hareketinin “temel yeniden tanımlamalara”, yeni yaratımlara, bir “yeni inşaya” ihtiyaç duyduğunu vurguluyor. Elbette. Fakat sil baştan olmaz: “Her zaman ortalardan başlarız”!

Yenilik retoriği en eski ve en cılkı çıkmış eskiye düşmemeye karşı bir güvence sağlamıyor. Bir hayli özgün yenilikler (ekoloji, feminizm, savaş, haklar gibi konularda) olmakla birlikte, dönemin beslendiği birçok “yenilik” yalnızca moda ürünleridir (ve her moda gibi eskiyi alıntılayarak gelişir) ve 19. yüzyılın ve yeni doğmakta olan işçi hareketinin eski ütopyacı temalarının yeniden devreye sokulmasından ibarettir. Bununla birlikte, söylediğimiz gibi yeni meseleler de çoktur, fakat imkanlarımız ölçüsünde, –örneğin LCR’in manifestosu aracılığıyla– bunların bazılarına yanıt unsurları getirmeye gayret ediyoruz, ve dostlarımızın da bunları kullanmasını isteriz.

Reformların ve devrimin bizim geleneğimizde, birbirini karşılıklı olarak dışlayan iki olgu değil de (her ne kadar reformlar koşullara göre devrimci bir sürece dönüşebildiği gibi bunun karşısına da dikilebilse) diyalektik bir çift oluşturduğunu –haklı olarak– hatırlattıktan sonra Sitel “geniş bir partinin, kendini bir reform partisi olarak tanımlayacağı” öngörüsünde bulunuyor. Belki. Muhtemelen. Fakat bu hayli spekülatif ve normatif bir öngörü. Ve özellikle de bu bizim sorunumuz değil. İşe tersinden başlayıp varsayımsal bir “geniş parti” için bir asgari (reform) programı yazmak durumunda değiliz. Yapmamız gereken kendi tasarımızı ve programımızı belirlemek. Ancak buradan yola çıkarak, somut koşullar ve somut muhataplar karşısında, toplumsal yüzey, deneyim ve dinamik bakımından (çok) kazançlı çıkacaksak netliğimizden (bir miktar) kaybetme pahasına muhtemel uzlaşmaları değerlendirebiliriz. Bu yeni bir şey değil: PT’nin kuruluşuna (antrist bir taktik yönelimle değil partiyi inşa etmek için) katılırken kendi pozisyonlarımızı savunmaya devam ettik; yoldaşlarımız Rifondazione’de bir akım olarak yer alıyorlar; Portekiz’de Sol Blok içindeler…vs. Ancak tüm bu yapılar özgündür ve “geniş parti” gibi bir kategoriye dahil edilemez.

Durumun yapısal verileri, hiç kuşkusuz işçi hareketinin geleneksel büyük oluşumlarının (sosyal-demokrat, stalinist, popülist partiler) solunda bir alan yaratıyor. Bunun çok sayıda sebebi var. Liberal karşı-reformlar, kamusal alanın özelleştirilmesi, “sosyal devlet”in dağıtılması, piyasa toplumu, sosyal-demokrasinin (bizzat kendi etkin katılımıyla) üzerinde asılı durduğu dalı kesti (aynı şey kimi Latin Amerika ülkelerindeki popülist yönetimler için de geçerli). Komünist partiler ise Sovyetler Birliği’nin dağılmasının etkisini yaşamanın yanı sıra otuzlu yıllarda veya Nazi işgalinden kurtulma aşamasında kazandıkları işçi tabanlarının, –tam olarak yeni alanlara da kök salamadan– aşınması durumuyla karşı karşıya kaldı. 

Dolayısıyla kendini yeni toplumsal hareketlerin ortaya çıkışıyla veya seçim başarılarıyla (Almanya’da Linkspartei, İtalya’da Rifondazione, Britanya’da Respect, İskoçya’da SSP, Portekiz’de Sol Blok, Danimarka’da Kızıl Yeşil İttifak, Fransa’da ve Yunanistan’da radikal sol…) ifade eden bir radikallik “alanı” gerçekten de mevcut.

Fakat bu “alan” sadece doldurulması gereken homojen ve boş (Newtoncu) bir alan değil. Cenova ve Floransa döneminde lirik hareketçilikten Romano Prodi’nin koalisyon hükümetine geçen Rifondazione’nin üç yıldan kısa zamandaki ihtişamlı dönüşümünün gösterdiği gibi bu son derece istikrarsız bir güçler alanıdır (20). Bu istikrarsızlık toplumsal mücadelelerin yaşadığı yenilgilerin zaferlerden fazla olması ve siyasal temsil manzarasındaki değişimle bağlarının gevşek olmasından kaynaklanıyor. Anlamlı toplumsal zaferlerin yokluğunda, “ehveni şer”e dair umut (“Berlusconi dışında kim olursa olsun”, veya Sarkozy yahut Le Pen dışında) kurumsal mantıkların ağırlığının belirleyici olduğu seçim alanına aktarılır. 

Bu nedenle oportünizm tehlikesi ile muhafazakarlık tehlikesini tam ortadan ayırma simetrisi bir yanılsamadır: Aynı ağırlığa sahip değiller. Risk taşıyan kararlar almaya cüret etmek gerekiyorsa da (ki bunun en aşırı örneği Ekim’de ayaklanma kararının alınmasıydı), bu riski, sade ve saf bir maceraya dönüşmemesi için hesaplamak ve başarıya ulaşma şanslarını değerlendirmek lazım. Büyük bir diyalektikçinin [Pascal] söylediği gibi “bu işin içine sürüklendiğimize göre, artık bahiste bulunmak lazım”. Fakat at yarışı meraklılarının bildiği gibi, 2’ye 1’lik bir bahis ekmek parası kazanmaya yönelikken, 1000’e 1’lik bir bahis, büyük paralar getirebilecek olsa da umutsuz bir koşudur. Marj ise bu ikisinin arasındadır. Cüretkarlığın da nedenleri olmalıdır.

Rifondazione ve Linkspartei’de olduğu gibi siyasal akımların sağdan sola dönüşü kırılgan, hatta tersine çevrilebilecek gelişmelerdir ve bu bizzat toplumsal mücadelelerin siyasal temsil alanı üzerindeki sınırlı etkilerinden kaynaklanır. Bu gelişmeler kısmen bünyelerinde devrimci örgütlerin veya eğilimlerin mevcudiyeti ve ağırlığına bağlıdır. Çok genel kimi ortak verilerin ötesinde, bu durumlar işçi hareketinin özgül tarihi (başka etkenlerin yanı sıra sosyal-demokrasinin burada tümüyle egemen olması veya önemli komünist partilerin varlığını sürdürmesi göz önünde bulundurulmalı) ve sol içindeki güç ilişkileriyle bağlantılı biçimde birbirinden ayrılır.

 “Yeni bir güç” perspektifi güncelliğini koruyan bir cebirsel formüldür (bizim için 1989-91 öncesinde de günceldi, sonrasında ise bu güncellik kat be kat artmıştır). Bunun pratiğe tercümesi Geniş Parti veya bir araya geliş gibi genel ve muğlak formüllerle mekanik olarak gerçekleşmez. Bizler yalnızca bir yeniden oluşum sürecinin başlarındayız. Buna programatik bir pusula ve stratejik bir hedefle yaklaşmak durumundayız. Sabırsız bir serüvene atılmadan ve karşımıza çıkan ilk geçici bileşim içinde çözülmeden gerekli örgütsel dolayımları bulmamızı ve hesaplanmış riskler almamızı sağlayacak olan da budur.

Gerçekten de örgütsel formüller çok çeşitlidir: Yeni bir kitle partisi (seksenli yıllarda Brezilya’daki PT, fakat böyle bir örnek Avrupa açısından pek inandırıcı değil), hegemonik bir sosyal-demokrasiden azınlıkların kopuşu, geçmişte muhtemelen merkezci olarak niteleyeceğimiz partiler (2000’li yılların başındaki Rifondazione) veya devrimci akımlardan oluşan bir cephe (Portekiz’deki gibi). Bu son örnek Fransa gibi sol örgütlerin (KP, radikal sol) eski bir geleneğe sahip olduğu, ve güçlü bir toplumsal hareket olmadığı taktirde (ki bu bile yetmeyebilir) de kısa veya orta vadede ciddi bir harmanlanmayı hayal etmenin zor olduğu ülkeler için en muhtemel olanıdır.

Fakat her halükârda ortak bir programatik dağarcığa referansta bulunmak, gelecek oluşumlar karşısında kimliksel bir engel teşkil etmek şöyle dursun, tam tersine bu oluşumların bizzat koşuludur. Stratejik meselelerle taktik meseleleri sıraya dizmeyi (şu veya bu seçim döneminde kendini yırtmak yerine), bir örgütün bir araya geldiği siyasal zemini açık teorik meselelerden ayırmayı, ilerlemeyi sağlayacak uzlaşmalarla geri götürecek olanları hesaplamayı, örgütsel varoluş biçimlerini (bir ortak partide eğilim olma, bir cephenin bileşeni olma…vs.), işbirliği içinde bulunduklarımıza ve onların değişken dinamiklerine (sağdan sola, soldan sağa) göre uyarlamayı sağlar.

Ağustos 2006

Çeviri: Uraz Aydın

Görsel: Gustave Courbet, “Barikatların Üzerinde Duran Gömlekli Adam”, 1848.

1. Bunu, Fransa’da Avrupa Anayasasına Hayır’ın zaferinin arıdından Stathis Kouvélakis “Siyasal Meselenin Geri Dönüşü” makalesinde vurgular (“le retour de la question politique”.  Contretemps n°14, Eylül 2005).

2. Alex Callinicos, Antikapitalist Manifesto, Literatür yayınları. Çev. Derya Kömürcü. Ocak 2004.

3. Bu konu üzerinde daha fazla durmayacağız. Sadece kısa bir hatırlatma yapıyoruz (bkz. Das Argument’in düzenlediği tartışmaya sunulan ve elinizdeki kitapta da yayınlanan tezler: “Ütopik Uğrak ve Stratejik Yeniden Yapılanma”).      

4. Projet K’nin çalışma toplantısında.

5. Critique Communiste sayı 179’daki yazısında bize “toplumsal gelişmeye dair aşamacı bir anlayış” ve “belirleyici an olarak yalnızca devrimin hazırlanışını merkez alan bir siyasal eylem zamansallığı” atfediyor (ve bunun karşısına “alter-küreselleşmeci ve zapatist bir tarihsel zaman koyuyor??!!). John Holloway’e gelince, düşüncesinin ayrıntılı bir eleştiri için bakınız: Un monde à changer ve Planète Altermondialiste kitaplarında yazılarım ve Contretemps dergisindeki makalelerim.

6. Bkz Perry Anderson, Gramsci Üzerine, Alan yayıncılık.

7. Bu konuda bkz Giacomo Marramao, Il politico e il transformazioni ve broşürüm Stratégies et partis (La Brèche).

8 Aynı zamanda Carlos Franqui’nin Küba devrimi günlüğüne bakınız.

9. “Zafer stratejisi”, Martha Harnecker’e verilmiş mülakat. Ayaklanma çağrısı tarihi konusundaki bir soruya Ortega şöyle cevap veriyor: “Çünkü hep daha elverişli bir dizi nesnel koşul mevcuttu: ekonomik kriz, devalüasyon, siyasal kriz. Ve ayrıca Eylül olaylarının ardından şunu da anladık ki ulusal ölçekte kitlelerin ayaklanmasını, cephenin askeri güçlerinin saldırısını ve sermayenin fiilen angaje olduğu veya desteklediği ulusal grevi aynı anda ve aynı stratejik uzamda birleştirmek gerekiyor. Bu üç stratejik etkeni aynı anda ve aynı stratejik uzamda bir araya getiremeseydik, zafer mümkün olamazdı. Çeşitli kereler ulusal grev çağrısı yapmıştık fakat bunu kitlelerin saldırıya geçişiyle bir araya getirmemiştik. Kitleler daha önce ayaklanmıştı fakat bu grevle birleştirilmemiş ve öncünün askeri kapasitesi fazlasıyla zayıftı. Ve öncü düşmana daha önceleri darbe vurmuştu fakat diğer iki etken mevcut değildi.”

10. Bkz Dissidences, Révolution, Lutte armée et Terrorisme, Cilt 1, (L’Harmattan 2006).

11. Etienne Balibar’ın son metinlerindeki tema da budur.

12. Rifondazione Comunista’nın teorik dergisindeki (Alternative) şiddet karşıtlığı konusundaki tartışma, muhtemelen bu partinin son dönemdeki seyri ile alakasız değildir.

13. Özellikle de Ernest Mandel’in Avrokomünist tezlere karşı polemikleri aracılığıyla. Bkz. Critique de L’Eurocommunisme, Petite Collection Maspero.

14. Rio Grande do Sul eyaleti ölçeğindeki katılımcı bütçe deneyimi bu konuda çeşitli somut örnekler sunar: kredi dağıtımı, ayrıcalıkların hiyerarşisi, kolektif malzemelerin bölgesel dağılımı…vs.

15. Her ne kadar birleşik cephe kavramı ve özellikle de Latin Amerika’daki kimi devrimciler tarafından günümüze uyarlanmış anti-emperyalist birleşik cephe kavramı toplumsal formasyonların gelişimi, siyasal partilerin bileşimi ve rolü gibi meselelerin ışığında yeniden tartışılmayı gerektirse de.

16. Burada söz konusu olan, Brezilya’daki yönelim kadar IV. Enternasyonal’e ve ulusal seksiyonlarıyla ilişkisine dair bir anlayıştı. Fakat bu mevzu elinizdeki metnin çerçevesini aşmakta.

17. Bkz. Alessandro Galante Garrone, Philippe Buonarotti et les révolutionnaires du XIXe siècle, Paris, Champ Libre

18. Bkz. Carl Schmitt, La Dictature, PUF

19. Fetişizm konusunda bkz. Antoine Artous, Le Fétichisme chez Marx, Syllepse.

20. Bkz Fausto Bertinotti’nin 2001 tarihli (!) kitabı: Ces idées qui ne meurent jamais (Paris, Le temps des cerises) ve Floransa ASF’si sırasında yayınlanan tezlerinin eleştirel sunumu: Daniel Bensaid, Un monde à changer (Paris, Textuel 2003).

Ekim: Aşağıdakilerin Devrimci Hikâyesi – Emre Tansu Keten

Ekim Devrimi’nin yüzüncü yılı vesilesiyle, 2017 yılında, devrim üzerine birçok yeni eser yayımlandı. Bunlardan bir tanesi özel bir ilgiyi hak ediyor: Fantastik-bilimkurgu eserleriyle tanınan, Arthur C. Clarke Ödülü sahibi ve Yara, Elçilik Kenti, Şehir ve Şehir, Demir Konsey, Kraken gibi romanları Türkçeye de kazandırılan China Mieville’nin Ekim: Rus Devriminin Hikâyesi başlıklı kitabı.

Mieville, bu kitabı yazdığı süreçte, Rusya’ya ziyaretlerde bulunmuş, başta Rus tarihçileri olmak üzere birçok akademisyenle görüşmeler gerçekleştirmiş ve oldukça kapsamlı bir Ekim Devrimi okumasına girişmiş. Bu literatürde değerli bulduklarını kitabın sonunda ek okuma listesi olarak okurlarıyla da paylaşmış. Lisansını sosyal antropoloji, lisansüstü eğitimini ise uluslararası ilişkiler üzerine tamamlayan Mieville’nin nesnel/bilimsel bir tarih kitabı ortaya koymak gibi bir derdinin olmadığını anlamak zor değil. Ekim, Mieville’in edebi dertleriyle politik dertlerinin buluştuğu başarılı bir devrim hikâyesi, kendi sözleriyle “devrimin ritmi içinde kaybolmaya istekli olanlar için kısa bir giriştir”.
 
Kitap, şubattan ekime kadar her aya bir bölümün ayrıldığı bir planla yazılmış. Bunların en önünde ise, 1917’yi hazırlayan koşulların konu edildiği, oldukça geniş bir dönemi ustaca özetleyen “tarih öncesi” bölümü var. Bu bölüm St. Peterburg’un tasviriyle başlar: “(Çar Petro) tacirlerin ve asilzadelerin yeni doğan metropole yerleşmelerini emrederek, şehrin nüfusunu verdiği hükümlerle oluşturur. Şehrin ilk yıllarında, kurtlar, geceleri bomboş sokaklarında sinsice dolaşırlar. (…) O caddeler, drenajla kurutulan o sulak topraklar ve bataklık arazide yükselen o sütunlar cebrî çalışmayla inşa edilmektedir. On binlerce serf ve mahkûm, Petro’nun devasa toprakları boyunca hayatta kalmak için, gözetim altında çalışmaya zorlandı. Geldiler ve çamur içinde temeller kazdılar ve büyük sayılarda yok olup gittiler. Şehrin altında yüz bin ceset yatmaktadır. St. Peterburg, ‘kemikler üzerine inşa edilmiş şehir’ olarak bilinecektir.”
 
St. Peterburg’un bu tasviri Rus devrimleri hakkında çok şey anlatır. Marshall Berman’ın, efsane kitabı, Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor’da anlattığı gibi, bu şehir modernizmin simgelerinden birisi haline gelecektir. Dostoyevski’nin dünyanın en soyut ve önceden tasarlanmış şehri olarak andığı bu yeni başkentte sadece edebiyat, müzik ve mimari gelişmez, politik bir özne olarak entelijansiya da gelişir. Kısa zamanda Marksizmle tanışacak olan bu entelijansiyanın da önemli bir parçasını oluşturduğu işçi devrimlerinin kalbi bu şehir olacaktır.
 
“Köle gibi yaşamaktansa, bir kemik yığını gibi düşmek daha iyidir” diyen işçilerin ilk devrimi 1905 yılında olacaktır. Çarın zalimliği ile kısa sürede yenilecek olan bu devrim, bütün siyasi dengeleri alt üst etmesinin yanında işçi sınıfına bir öz yönetim örgütü kazandırır. Bu örgüte konsey’in Rusçası olan Sovyet adı verilir. Ancak yaşanan yenilgi bu örgütü 1917 şubatına kadar uykuya yatıracaktır.
 
Bu gerici ortam devrimcilerin kötü günler yaşamasına neden olacaktır. Rusya içerisinde örgüt neredeyse çalışamaz duruma gelirken, diasporadaki devrimciler parasızlıktan mahvolmuştur. Gurbettekiler arasında akıl hastalığı ve intihar olayları gittikçe yaygınlaşır. Bütün bunlara rağmen siyasi tartışmalar kesilmez: Partinin Menşevik kanadı liberal burjuva partileriyle ittifak yapılmasını, Bolşevik kanat ise bir işçi-köylü demokratik diktatörlüğünü savunur. Sonuç olarak burjuva demokratik devrimi hedefleyen iki kanat da, Troçki’nin sosyalist devrime kadar gidilmesini savunan sürekli devrim teorisini skandal derecede tuhaf bulur.
 
Siyasi baskının yanı sıra dumaya girme tartışmaları, devrimin karakteri, Birinci Paylaşım Savaşı’nda sosyalistlerin tutumu gibi birçok krizin devrimcileri zor durumda bıraktığı 1905 ile 1917 arasındaki gericilik döneminde Bolşeviklerin şansı Lenin gibi öndere sahip olmalarıdır. Mieville, Lenin’i şöyle anlatır: “Onunla tanışan herkes büyüleniyordu. (…) O, kolayca mitleştirilen, idolleştirilen, şeytanlaştırılan bir adamdı. Düşmanları için soğuk, kitlesel cinayetler işleyen bir canavar; yoldaşları ve arkadaşları için, utangaç, kolay gülen, çocukları ve kedileri seven biriydi. Ara sıra sözel oyunlar ve ses getiren metaforlar için yeteneğini kullansa da Lenin, sözcük ustası olmaktan çok dobra biriydi. Ancak sarsılmaz gücü ve odaklanmasıyla, yazı ve konuşmalarıyla boyun eğdiriyor, hatta insanları hayrete düşürüyordu. Yaşamı boyunca muhalifleri ve arkadaşları onu, gurur kırma konusundaki zalimliği, katılığı ve acımasızlığı için suçlayacaklardı. Herkes onun, olağanüstü bir irade gücü olduğunda anlaşıyordu. Siyaset için yaşayıp ölenlerin bile belli bir dereceye kadar sıra dışı gördükleri şekilde siyaset, Lenin’in kanı ve iliğinden başka bir şey değildi.”

Devrim Ayları

 
Şubat 1917’de sahneye çıkan “aşağıdakiler”, sadece bu 12 yıllık gericiliği bitirmekle kalmazlar, Rus Çarlığını tarihe gömerler. Devrimi başlatan, sokaklara çıkıp dükkanların camlarını kıran aç insanlardır, devrimin başladığı gün olan 8 Mart’ta sokağa çıkan kadınlardır, savaşın ceremesini çeken topraksız köylülerdir, cepheden kaçmış askerlerdir, yüzbinlerle eylem düzenleyen, greve çıkan işçilerdir.
 
Bu devrim 1905’in aksine geleneksel değerlerin de karşıya alındığı, politik bilincin radikal bir dönüşüme uğradığı, her şeyin sorgulandığı bir devrimdir: “Her tramvay vagonu, her kuyruk, her köy toplantısı, politik tartışmalara ev sahipliği yapıyordu. Kaotik yeni festivaller yapılıyordu, Şubat olaylarının yarattığı büyülü hava yayılıyordu. Çarın heykelleri devriliyor, bazen, bu amaç için tekrar dikiliyordu. (…) Çara ait semboller, portreler, heykeller, kartallar tahrip edildi. Devrimci ateş, beklenmedik hastalara bulaştı. Ortodoks rahibe ve keşişler ‘reaksiyoner’ üstlerini dışlayarak radikal dili benimsediler. Kilisede, hiyerarşinin tepesinde yer alanlar, devrimci ruh halinden şikâyet ediyorlardı.” Garsonlar kendilerine bahşiş verilmesini onursuzluk olarak tanımlayarak eylem yapıyor, askerler ordu içerisindeki hiyerarşiyi ve aşağılayıcı uygulamaları protesto ediyor, ülkenin her yerinden yüzbinlerce siyasi içerikli mektup gazetelere gönderiliyordu. Milyonlarca insan hızlıca politikleşiyordu.
 
Şubat Devrimi, herhangi bir politik partinin baskın etkisinden söz edilemeyecek bir devrimdi. Sovyetler işçiler tarafından hayata döndürüldü, her grup kendi sovyetini kurmaya başladı: asker sovyetleri, köylü sovyetleri. Şubat ile ekim ayları arasında Rusya genelinde 1429 sovyet kuruldu. Sovyetlerin bu denli etkili olması ülkede bir ikili iktidar durumu yaratmıştı. Ancak şu atlanıyordu: (Emperyalist ülkeler tarafından jet hızıyla tanınan) Geçici hükümet herhangi bir seçimle işbaşına gelmemişken, Sovyetler tamamen tabana dayanıyordu.
 
Böyle bir ortamda, ‘mühürlü tren’iyle Lenin Rusya’ya doğru gelmekteydi. Tren yolculuğu esnasında yazdığı Nisan Tezleri, daha önce mektuplarında partisine önerdiği politik yönelişin derli toplu formüle edilmiş haliydi. Ancak, Rusya’daki Bolşeviklerle Lenin’in devrime bakışları arasında dağlar kadar fark vardı. Partinin büyük bir bölümü 1905 sonrasının stratejisinde kalmışken, cephedeki bozguncu eylemlere karşı önlemler talep ederken, Menşeviklerle birlik görüşmeleri gündemdeyken, bütün bunlara karşı çıkan Lenin ve birkaç yoldaşı iktidarın sovyetler tarafından ele geçirilmesini ve önlerinde sosyalist devrim görevinin bulunduğunu savunuyordu. Birinci grubun sözcüsü konumundaki Kamenev “anlaşmazlıklarımız” başlıklı makalesiyle parti içerisindeki bu ayrışmayı net olarak ortaya koyuyordu.
 
Ekim’e kadar geçen sürede partinin çoğunluğunu görüşlerine ikna eden Lenin oldu. Ancak bu süre içerisinde Lenin’in taktikleri de değişiyordu. Şubat sonrasında partiyi sola çekmeye çalışırken, işçilerin radikal eylemler içerisine girdiği Temmuz Günleri’nde bu sefer sağa çekmeye çalışıyordu: “Ayın 20’sinde, telaşlı ve perişan vaziyetteki Lenin, salona hitap etti. ‘Devrimci ruhlarını’ onaylayacağını varsayanları şaşırtarak, iktidarın derhal ele geçirilmesi konuşmalarının henüz olgunlaşmamış olduğuna vurgu yaptı. Böyle bir girişim için kitle desteğine sahip olmadıkları bir dönemde, düşmanları onlara yem atıyorlardı. Lenin, ‘güncel öncelik –Sovyet üzerinde nüfuz kurmak için– bıkıp usanmadan bu desteği artırmak için çalışmaktır’ dedi.”

Tüm İktidar Proletaryaya

 
Temmuzun son günlerinde ise Lenin’in önerdiği slogan değişmişti: “Lenin, SR’ler ve Menşeviklerin, altın tabakta sunulsa bile iktidarı kabul etmeyeceklerini net bir biçimde açıkladıklarını, söyledi: Onlar iktidarı burjuvaziye terk etmeyi seçtiler. Bu yüzden, ‘Tüm İktidar Sovyetlere’ sloganı modası geçmiş bir slogandır. Bunun yerine, kabaca değil ama kesin olarak şunu talep etme zamanıdır; ‘Tüm İktidar Devrimci Partisinin –Bolşeviklerin- Liderliğinde Proletaryaya”
 
Sovyetlerde etkili olan diğer partilerin yalpalamalarının yanında, ağustos ayında gerçekleşen Kornilov Darbesi de Bolşevikleri güçlendiren diğer bir olay oldu. Kerenskiy’in emirlerine karşı gelerek iktidarı ele geçirmek isteyen General Kornilov’a karşı Bolşevikler işçileri ve askerleri oldukça etkileyen bir propaganda ve örgütlenme faaliyetine giriştiler. Bunun sonucunda işçiler ve askerler darbeye karşı başarılı ve etkili bir mücadele verdiler. Bütün bunların üzerine Kerenskiy’in Kornilov ile kendi iktidarını güçlendirmek için pazarlıklar yaptığı da ortaya çıkınca, burjuva ve reformist partilere duyulan güven oldukça azaldı.
 
Eylül ayına gelindiğinde, politik arena nisandakinden tamamen farklıydı. Bolşevikler Sovyetlerde oldukça güçlenmiş, işçi sınıfı ve askerlerin güvenini kazanmıştı. Barış, ekmek ve toprak sloganını hayata geçirebilecek bir politik güç olarak görülüyordu. Bu durum Menşeviklerin ve SR’lerin sol ve sağ kanatlarını da birbirlerinden oldukça uzaklaştırıyordu. Ancak sağ kanatların gücü hâlâ Sovyetleri sinik bir pozisyonda tutmaya yetiyordu.
 
Silahlı ayaklanma kararı Bolşevik Parti MK’sında bir hafta içerisinde iki kere oylandı. Kamenev ve Zinovyev’in muhalefetine rağmen iktidarın ele geçirilmesi kabul edildi. Ve 7 Kasım günü Kerenskiy ve hempalarının barındığı Kışlık Saray ele geçirildi. Tarihin gördüğü en kansız ayaklanmalardan birisiyle iktidar, işçi sınıfının kendi özlemlerinin ve siyasi mücadelesinin cisimleştiği irade olarak gördüğü Bolşevik Partisi’ne geçti.
 
Mieville’nin Ekim’i, 1917’nin devrimlerini “büyük isimler” üzerinden anlatan sağ tarihçiliğin de, resmi Sovyet tarihçiliğinin de aksine, aşağıdakilerin, tek tek proleterlerin, köylülerin, askerlerin hikâyesi olarak anlatıyor. Edebiyatçılığının etkisiyle, siyasi tarihçilerin önemsemediği, ayrıntılarla hikâyeyi kuruyor. Gündelik hayattaki “sıradan” insanın başrolü oynadığı bir hikâye Ekim Devrimi. Tarihte ilk defa, monarşinin, otokrasinin, emperyalist barbarlığın ötesinde yeni bir dünyanın arandığı bir devrim, daha sonra başka yollara girse de, bir süre de olsa başka bir dünyanın imgesini bize gösteren bir devrim: “Ekim, bir an için, yeni türde bir iktidar getirdi. Geçici olarak, üretimde işçi kontrolüne ve köylülerin toprak üzerindeki haklarına doğru bir yöneliş oldu. İşte ve evlilikte erkekler ve kadınlar için eşit haklar, boşanma hakkı, annelik desteği. 100 yıl önce homoseksüelliğin suç olmaktan çıkarılması. Ulusal kendi kaderini tayin yönünde hareketler. Özgür ve genel eğitim, okur-yazarlığın yayılması. Ve okur-yazarlık ile kültürel bir patlamanın meydana gelmesi, öğrenmeye susamışlık, üniversitelerin ve konferans serilerinin ve yetişkinler için okulların mantar gibi çoğalması. Lunaçarskiy’in söyleyebileceği gibi, fabrikalarda olduğu kadar, ruhta da değişiklik. Ve bu anlar bastırılmış, geriye döndürülmüş, çok kısa sürede soğuk şakalar ve anılar haline gelmiş olsalar da, aksi de olmuş olabilirdi.”

Devrimciler Neden Melankoliktir? – Daniel Bensaïd

Tarihin a-modern bir temsili, ilerlemenin mekaniğine güvenden ziyade tehlike bilinci üzerinde durur. Söz konusu tehlike, yenilgilerin ebedi dönüşü ve yenilmişlerin sonsuz mahkumiyetidir. Komünün bastırılmasının ardından Taureau kalesine hapsedilen Blanqui’nin “cehennem vizyonu”, Benjamin tarafından da gelecek Holokost’un önsezisiyle hissedilen bu “tarihsel bilincin kabusunu” resmeder: “Dünyanın yüzü asla en yeni olana göre değişmez, bu aşırı yenilik her daim kendine özdeş kalır. Cehennemin ebediyetini yapan da budur”(1).

Blanqui’nin kozmik fantasmagoryasında dünyalar tekerrür eder ve tarih kekeler. Hapsedilmiş Blanqui’nin ikiz yıldızı Baudelaire’in şiiri “aynının ebedi geri dönüşünde yeniyi ve yeni-olanda aynının ebedi geri dönüşünü gösterir”. Moda, “kitle üretimiyle ilk defa duyular tarafından algılanabilir hale gelen” bu ikili hareketi sahneye koyar”(2). Hiçbir aşk, uçan Hollandalı efsanesinde olduğu gibi mahkûmu ebedi lanetlenişinden kurtarmaya gelmiyor. Oysa yalnızca bir aşk karşılaşması yahut devrim hadisesi ebediyetin büyüsünü bozabilir. Zamanda kırılma yaratan bu olaylar gerçekleşmediği taktirde “dünya cesametinden çok, ebediyeti ile ele geçirir aklı”.

Uzamsal baş dönmesi, zamansal baş dönmesi.

İlerleme yanılsaması “ebedileşmiş güncellik” içinde kaybolur: “Evren sonsuz biçimde tekerrür eder ve yeri eşeler. Aynı sözleri bıkıp usanmadan tekrarlayan bu ebediyet hiç şaşmadan sonsuzluk içinde aynı temsilleri oynar”. Bu kapalı gelecek ancak bir son yargı gününde yapılacak son özetle birlikte kavranabilir hale gelebilir.

Oysa belirsiz bir tarih içinde “çağrı sonsuza dek açık kalır”. (3)

Borges, “dünyadan da yoksul” bu hayranlık uyandırıcı ebediyetin melankolik yankısını duyar. Bu ebediyetin sıradan zamanı, düşmüş, konumunu yitirmiş bir biçimdir, “lime lime edilmiş bir yeniden üretimdir”. Günceli “geçmiş içinde çözülme yolundaki şimdiki anın can çekişmesine” indirgeyen bu “cehennem parçası” “usanmış bir umuttur”: “İnsanlar tarafından hayal edilmiş çeşitli ebediyetlerden hiçbiri geçmişin, bugünün ve geleceğin mekanik biçimde yan yana getirilişi değildir. Hem daha basit hem de daha büyülü bir şeydir: tüm zamanların eşanlılığıdır”(4). Zamanların bu iç içe geçişinde an ve ebediyet birbirine karışır. Köken ve son bir araya gelir. Ne öncesi ne de sonrası vardır artık, sanki uzam, yola koyulacak bir başka yer bırakmayarak tek bir mekânda birleşmiş gibi.

Lucretius’in ardından Borges de ebediyet arzusunun ikili karakterinin altını çizer; hem korkulan bir kesin istirahat dönemi, hem de bir aşk bolluğuna yönelik dindirilemeyen bir açlık: doymayan sevgililer “umutsuzca, aşık dişleri birbirine yapışırcasına, nafile” sıkı sıkı sarılırlar, çünkü “birbirlerinin içinde kaybolmayı veya tek bir varlık olmayı başaramayacaklardır”. Aşk ve devrim bu şiddetli mutlaklık arzusunu, bu dişe diş tutkulu ısırığı paylaşır. Ebediyetin umutsuzluk verici aynası olmaksızın, evrensel tarih, kibirlerinin dört bir yana dağılışı içinde sonsuza dek kaybolan zamandan başka bir şey değildir. Şimdinin hazzı içinde ebediyet mevcudiyeti ise tam tersine zamanların harmonisini [uyumunu] gerektirir. Onların müziği arzu simgesi altında yükselir, ki bu tam da ebediyetin “stilidir”.

Böylece Borges zamanın ve siyasetin erotiği arasında garip bir mütekabiliyet sezer. Devrim veya aşk hadisesi “gerçek vecd anı” ve “olası ebediyet kapısı” şeklinde ortaya çıkar.

Ebediyet, ceza ve vecd ebediyeti şeklinde iki yüze sahiptir. Borges sınırlı bir zaman içinde birincil unsurlar arasındaki bileşimlerin sınırlı sayısı tarafından matematikleştirilmiş ebedi geri dönüşün bu iki zıt boyutunu kavrar. Dünyaların evrensel tekerrürünün bu kaygı verici mitinde Blanqui, Stoacılığın veya Leibnizci Apokatastaz’ın paradokslarını görür. Hayal kırıklıkları bağlamında oluşan garip bir seçmeci yakınlıkla, Blanqui, çağdaşları olan Zamansız Düşünceler’in Nietzsche’si ve yenilmiş Komün’ün Rimbaud’suyla buluşur.

İlerleme hayranlığının karşıt kutbundaki bu üç şahsın ortak noktası felaketin geri gelişi hissiyatına sahip olmalarıdır. 1848’den beri Termidor hep kazandı ve “Termidor kümesinin tarihten hiçbir zaman yok olmayacağı” düşüncesine kapılmış bulur insanlar kendilerini. Bu, “burjuva biçiminin giderek tüm dünyaya yayılmasında her türden ilerlemenin nedenini ve sonunu gören herkesin fikridir” (5).

Blanqui’nin aksine, Nietzsche tarihin umuda açık olan tek bölümünden, “kavşaklar bölümü”nden bihaberdir. 1883 sonbaharında cehennemsi tekrarın umutsuzluğu mutlak hale gelmiştir. “Ay ışığında sürünen bu ağır kanlı örümcek ve kapının önünde kısık sesle konuşan, kısık sesle ebedi şeylerden konuşan sen ve ben, geçmişte daha önce var olmadık mı? Ve yeniden uzun yola, sallanan bu uzun yola gelmeyecek miyiz, ebedi olarak geri gelmeyecek miyiz?” Aynının bu özdeş geri dönüşü dehşetini önleyebilmek için Nietzsche’nin büyük bir fark yaratan o küçük sapmadan, o hafif esnemeden, döngüyü kıran ve onu otantik bir yeniliğe açan özgürleştirici clinamen’den bile umudu yoktur. “Uzak mutluluklar”a yönelik umuda hiçbir yer bırakmıyor. Onun için tek şans şimdiki zamanda yatıyor, bu zamanı “yeniden ve tüm ebediyet boyunca aynı şekilde yaşamayı arzulayacak” şekilde yaşamak için uğraşmakta yatıyor.

Bu satırları yazarken Nietzsche, Blanqui tarafından on yıl önce hücresinde ateşler içinde kaleme alınmış ebediyet kabusundan haberdar değildi. Büyük döngüsel öğretiler içinde Blanqui’nin astral ebediyeti, Borges’e göre “üzerinde en çok düşünülmüş ve en kompleks” olanıdır. Profesyonel fesatçı büyük tarihsel vaatlerin sözcüsü değildir: “Bizim tezimiz yüz sade cismin sonsuz özgün bileşimlerin oluşumuna elvermeyeceğini savunuyor. […] Özgün tiplerin sayısı sınırlı, taklitlerin veya tekrarlarınki sınırsızdır. Sonsuzluk bununla oluşur. Her tipin arkasında sayısı sınırsız olan bir tıpatıp benzerleri ordusu vardır”. Bu nedenle “bizler kopyanın bir parçasıyız”, her ne kadar “büsbütün bir benzerliğe”, “gerçek bir ikiz-dünyaya” rastlamadan önce milyarlarca çeşidi saymak gerekse de. Ve “dünyamızın her büyük olayının da bir karşılığının olması, özellikle de kader burada bir rol oynadıysa” bundan dolayıdır. “İngilizler belki de birçok kez düşmanlarının General Grouchy’nin hatasını işlemediği dünyalarda Waterloo muharebesini kaybetmiştir. Bu hatanın işlenmesi pamuk ipliğine bağlıydı. Buna karşılık, Bonaparte burada bir kaza olan Marengo zaferini başka yerlerde her zaman kazanmamıştır”.

Bileşimlerin sonsuz karmaşıklığı içinde, mümkünler çok sayıdadır ve muhtemel-olan da her seferinde kazanmaz. Bu, kimi zaman “pamuk ipliğine”, bir “kazaya” bağlıdır. Yeniden başlangıçları seyrinden saptıran kavşaklar bunlardır işte. Dolayısıyla yenilgilerin tekerrürü mutlak bir kader değildir.

Blanqui, Aşil’in “tekrar Truva’yı kuşatacağını”, “aynı dinlerin ve aynı törenlerin yeniden doğacağını”, “insanlık tarihinin tekerrür ettiğini”, “olmuş olanın tekrar olacağını”, “fakat özel değil yalnızca genel düzeyde” böyle olacağını 1616’da yazan Lucilio Vanini’ya (6); sınırlı partikül sayısının sınırsız sayıda bileşime yol açamayacağını fark ederek, sonsuz bir süre içinde tüm olası durum ve düzenlerin sınırsız sayıda gerçekleşeceği sonucuna varan Hume’a; “bireylerin hayatının ayrıntılarına kadar aynı koşullardan geçeceği bir zamanın mecburen geleceği” şekilde sınırlı sayıda işaretin sınırsız bileşiminin kaçınılmaz biçimde tekrar edeceği sonucuna ulaşan Leibniz’e göndermede bulunur.

Blanqui de, kendini, Taureau kalesindeki hücresinde “bir masada, bir kalemle, giysiler içinde, tümüyle benzer koşullarda” yazdıklarını tekrar ve tekrar, sonsuza dek yazar halde hayal eder. Bu trajik kader sonsuz kez yeniden gerçekleşebilir. Fakat bu, bir diğer mümkünün, istisnai bile olsa, bir kavşaktan geçerken meydana gelmesini, Grouchy’nin Waterloo’ya zamanında yetişmesini, Spartacus’ün Crassus’e üstün gelmesini, Münzer’in köylüleriyle başarıya ulaşmasını, Komün’ün Versailles’ı yenmesini engelleyemez.

Vanini daha o zamanlarda tarihsel yeniliğin girebilmesi için dar bir kapı tasarlar: yineleme özgün olanın üzerine özelde değil genelde biner. Tekrar eden bileşimler düşüncesi içinde Leibniz, çeşitli kopyalara rağmen kimi şeylerin “her daim söylenebilir fakat hiç söylenmemiş” olacağını, çünkü hiçbir dönüşün mükemmel olmadığını, ve “olayların, her ne kadar görünmez biçimde olsa da devrimler sonucu yavaş yavaş en iyiye doğru gelişebileceğini” yazar.

Gerçekten de tarih ve dil matematiksel bileşimlere indirgenemez. Tekrar kutusu hiç boşaltılmadığı taktirde, dünyamızın geleceğinin “milyonlarca kez yol değiştireceğini” ve geleceğin ancak yeryüzünün ölümüyle kapanacağını vurgular. Bu arada, her saniye tercih edilen yol ile tercih etmiş olabileceğimiz yol arasındaki kavşağı getirir karşımıza. Dolayısıyla yalnızca beklenmeyen hadise “umuda açıktır”, çünkü “burada olamadığımız her şeyi, başka bir yerde oluyoruz”.

1840’lı yıllarda, “modernlerin ölümcül hastalığı” olan sıkıntı, bir salgın gibi yayılır. Beklenti ufkunun çöküşü “sıkıntıyla astarlanmış bir evrende” taş üstünde taş bırakmaz. Musset, o kederli Olympio* fazla yaşlı bir dünyaya fazlasıyla geç geldiğini düşünür. Vigny Musa’nın Chanaan’ın eşiğindeki sonsuz bıkkınlığını hisseder. Nerval “melankolinin kara güneşini” yüceltir. İntihar telaşı içinde Poe “kendiyle çelişme ve çekip gitme” hakkını savunur. Kartaca’yı yeniden canlandıran Flaubert’in sonsuz kederini de ekleyelim. Hepsi kayıp bir geçmiş adına bugünün reddini, ama bunun yanı sıra da modernitenin kesinlikle modern bir eleştirisini ifade eder.

Romantizm, Lamartine’in gözünde zaten sıkılmakta olan 1839 Fransa’sının yankısını taşır. Baudelaire romantizmde “işsiz Herküller” için bir sıkılma teorisi görür. Büyük kahramanlar artık ölmüştür. Konvansiyon’unkiler gibi Roma’nın devleri de ölmüştür. Temmuz monarşisi döneminde Borsa mutluluk içindedir. Tüm toplum kumar düşkünlüğüyle kendinden geçer. Kracauer bu dönemle ilgili bir anekdot aktarır. Garip bir çöküntüye, kendinden ve diğerlerinden tiksinmeye kapılmış bir hasta doktora gider. Doktor da yeniden neşesini kazanması için Funambules’de çıkan pandomim oyuncusu Debureau’yu izlemesini salık verir. “Debureau benim” diye cevap verir hasta. Bu sıkıntı, bu “dünyanın ıstırabı,” Debureau’nun acısını çektiği bıkkınlığı saplantı haline getirmiş “insanların anlamdan yoksun boş zamanın, akıp giden ve yalnızca kendini sürükleyen zamanın mırıldanmasını dinlediği” bir dönemin işaretidir (7).

“Fikirlerin sonbaharı”nda, bu sıkılmış dünyayla boğuşurken – “melankolik valslar ve bitkin baş dönmeleri”– Baudelaire, nafile, “gençleşmiş güneşlerin” özlemini duyar. Pascal’de ve “onunla birlikte devinen girdabında” kendi benzerini görür. Keşişlerin ve münzevilerin derin kederi, kapalı kalmanın doğurduğu sinir zayıflığı, Petrarca’nın acedia’sı Walter Benjamin’e kadar aktarılır onun aracığıyla:

Alçak ve ağır gökyüzü bir kapak gibi

Uzun sıkıntılara yem olan iniltili ruhun üstüne biniyorken

Ve tüm çemberi kavrayan ufuktan

Gecelerden de kederli kara bir gün üstümüze boşalıyorken.

Yeryüzü nemli bir hücreye dönüştüğünde…

Oysa Saint-Just’ün ve Blanqui’nin özlü melankolisi bu romantik melankoliden farklıdır. Onlarınki Antikite’de gelecek için silahlar arayan, klasik bir melankoli, aktif bir melankolidir. Ne birinin ne de diğerinin Ortaçağ harabelerine merakı vardır.

“Yirmi yaşındayım; kötü yaptım; daha iyi yapabilirim” diye yazar soğuk bir biçimde Saint-Just Organ şiirinin önsözünde. Gençliği daha o zamandan iyileştirilemez bir yetersizlik duygusuyla örselenmiştir. “Her şeyin mümkün hale geldiği” bir zamanın karakteri, “dünyanın metamorfozunun” aktörü olarak, kral katlinin gerektirdiği cesaret ile “bir zorbayı yargılamanın dini bir şey olduğu” bir yüzyılın barbarlığı karşısındaki korku arasında bölünmüştür. Acele yaşamının izlerinde, “nafile şeylere dönük tiksintisi” ile itiraf edilemez “kederinin sırrını” sürükler.

Devrim hadisesi, kısa sürmesi itibariyle kendi boyutuna uygun tek eserdir. Saint-Just bir maceracı yahut sıradan bir eylem insanı değil, fakat daha nadir rastlanan bir türe aitti: bir “eylem düşünürü”dür. Eylem imkânsız hale geldiğinde susar, kesinkes. Malraux’nun kendisi için kullandığı “uyurgezer umursamazlığa” kapanır. Mantığın kurallarına dayalı bir infazın acı ve umarsız bekleyişi içinde “intiharın kanadı son gecesine uzanır”. Notlarının ve açıklamalarının sonunda her daim yer alan “… gerekiyor” sözleri gitgide ulaşılmaz hale gelerek “mantıklı bir çılgınlığa” varan askeri ve siyasi bir zorunluluğa işaret eder. Saint-Just “Devrim kabiliyeti”ne sahipti ve “kısa hayatı yalnızca muzaffer bir Kıyamet içinde akıyordu”(8).

Yüzyıl içinde Saint-Just’ün bu aldırmaz melankolisine, fesatla dolu hayatı “Baudelaire’in hayalinin kız kardeşi” gibi görünen bir diğer “eylem düşünürü”nün, Blanqui’nin eğilmez melankolisi karşılık gelir. Bu ikisi “III. Napolyon’un Haziran savaşçılarının umutlarını altına gömdüğü taşın üzerindeki birleşmiş eller” gibidir (9).

Devrimciler neden büyük melankoliklerdir?

Robespierre’in 8 Thermidor söylevindeki kabullenilmiş yenilgi tespiti şeklindeki nihai melankolisi: “Adaletin yalan olduğu […] bir düzende neden daha fazla kalınsın? Ölüm ölümsüzlüğün başlangıcıdır.”

Son mücadelesinde “bitlerin sosyalizmi alt edeceğine” kanaat getirmiş, hareketsizliğe mahkûm edilmiş bir diğer “eylem düşünürü”nün, Lenin’in melankolisi. Mayıs 1918: “Felaket bizi gözlüyor, çok yakında, eli kulağında.” Temmuz 1918: “Halk bayıltılmış, yarı ölü bir adama benziyor.” Ocak 1919: “Umutsuz bir krizden geçiyoruz.” Aralık 1920: “Durum dehşet verici.” Nisan 1921: “Bu durum çıkışsız görünüyor.” Haziran 1921: “Ülkenin yıkımı olağanüstü düzeyde.”

Tabii ki Benjamin’in intiharcı melankolisi, 1927’de hıçkırıklar içinde, valizi dizlerinde Moskova’yı terk ederken; 1933’te ilk kez kendini ortadan kaldırmayı denerken; ve 1940’ta bunu başardığında, Pireneler’in artık geçilmeyen geçidi önünde gözleri felaketin üzerine fal taşı gibi açılmış, yüzyılın bulantısı ve yorgunluğuyla bitap düşmüş haldeyken.

Tucholsky’nin uzak görüşlü ve yine intiharcı melankolisi: “Yalnızca artık var olmayacağı vakit kazanacak bir sosyal-demokrasi görüyorum –ve sadece alçak, gevşek ve çıkarcı olmasından ileri gelmez bu- fakat muharebeyi kaybetti çünkü öğretisinin hiçbir değeri yok […]. Sıfırdan başlamak gerekiyor. Sıfırdan başlamak ve sadece Papa’nın yapmasını bildiği gibi kendi yandaşlarına ihanet eden şu gülünç Stalin’i dinlememek lazım –bu kesinlikle özgürlüğü getirmeyecektir. Sıfırdan. Ta başından. Biz bunu göremeyeceğiz […]. Cesaretim mi kırılıyor acaba? Ama yanlış ve yanıltıcı umutları ortadan kaldırmak da az buz bir şey değildir” (10). O da “biz reddiyecilerin, nefretle ve aşkla mücadele etmek istediği” bir çağın çelişkisinin tutsağı. “İçi boş şekillerin ve esasında artık var olmayan şeylerin sıkıca tutunduğu” bir çağdır bu. Tüm bunlar bitti, “bitti – hissetmiyor musunuz?”. “Burjuva çağı gidiyor”, ve neyin geldiğini de “kimse bilmiyor”, “hiçbir şey birbirine tekabül etmiyor, eski kelimeler yeni hiçbir şeye tutunamadığı için yere düşüyor”. “Var olmayı bırakan bu yazar” için Kafka’nın Amerika’sındaki en güzel şey olmayı sürdüren “onu boydan boya kat eden derin melankolidir”.(11)

Mariategui’nin sebatkâr ve bitkin melankolisi; fiziksel olarak örselenmiş, daha yirmi bir yaşından itibaren “çok büyük ve belirsiz bir yorgunluğa” kapılmış, “imkânsız okşayışlar arzusunun” azabını çeken Mariategui. O zamanlar her şey ona “karanlık ve trajik” geliyor. İki sene sonra aynı can sıkıntısı ve “feci yorgunluk duygusu”ndan söz ediyor: “Sıkılıyoruz; monotonluk ve rutin hastası olarak uyanıyoruz; bitkinlik şeylere ve ruhlara nüfuz etmiş durumda…” Devasa bir tasarıya adanmış olsa da varlık ancak can çekişir halde olabilir: “Can çekişen, mücadeleyle yaşar, yaşamın kendisiyle mücadele eder, ve de ölümle.”(12)

Guevara’nın ironik melankolisi; ki o da klasik bir melankolidir, “bir sanatçı şevkiyle işlenmiş” iradesinden söz ettiği, Vietnam halkının trajik yalnızlığında “insanlığın mantığa aykırı bir uğrağını” gördüğü vakit. Bu mantıksızlığın sonucu, arzulanmış bir intihar değil, örnek olarak gerekli bir yenilginin kabulüdür: “Birçokları ölecek, kendi hatalarının kurbanı olarak.”

Ve son olarak Marcos’un melankolik mizahı; “ufkun karardığı”, her satırın son satır olabileceği, olayların gelişiminin pek iç açıcı görünmediği ve “son bulabileceği” anda “ishal ile nostalji” arasında kalan bir melankoli. Oysa bu varsayım karşısında nezaketle gülümser Marcos. Her şeye rağmen gülümser, “genelde gözyaşlarının ardında görünen o tebessümlerden biriyle”: “Devrimizin sonu yaklaşıyor. Size çok yoğun biçimde parlama, güneşin gözleri kamaşana kadar parlama sözü veriyoruz, sonsuza dek yok olmadan önce.”(13)

Hep bu aşırı yorgunluk duygusudur, Musa’nın Chanaan’ın eşiğinde, Saint-Just’ün uykusuz son gecesi boyunca, Benjamin’in kapanmış sınırın ayağında, Guevara’nın son yürüyüşünün şafağında hissettiği. “Her saniyesinin hayatı ve ölümü yazı turada oynadığı” o tereddüt anlarında hissedilen duygudur bu. Sanki, der Marcos, “her şeyi dışarıdan görüyormuş, çok yorgunmuş, sanki bu filmi pek çok kez izlemiş gibiyim, tarihte, hayatta, ölümde. Körelmiş gibiyim, diyorum”. Sürekli baştan başlayan filmin ve hiç tamamlanmayan görevin yorgunluğu bu. Tehlike karşısında hiçbir sahte pehlivanlık, hiçbir teselli edici zafer teminatı yok, yalnızca yapılması gerekeni yapmış olma duygusu: “Kaybedemeyiz. Yahut daha doğrusu kaybetmeyi hak etmiyoruz” (14). Hak etmek – adına düzenlenen o karanlık mahkemenin öylesine sıkça yanıldığı– bir tarih meselesi değil bir bilinç meselesidir.

Ya Troçki’nin öylesine titizce saklanmış, edeplice uysallaştırılmış melankolisi? Her daim aktif olan, umutsuzluğun eşiğinde pes etmeyen, silahlarını bırakmayan bir melankolidir bu. Troçki’nin melankolisi hiçbir yerde, Barbizon ve Oslo arasında, 1935’te, iki felaket arasında çiziktirilmiş Sürgün Günlüğü’nün birkaç özel sayfasındaki kadar dokunaklı değildir (15). 

Bu yine bir sürgün ve iltica çağıdır, yandaşların dört bir yana dağıldığı, ailenin parçalandığı bir dönemdir. İlk eşi Alexandra Sibirya’ya gönderilmiş; küçük oğlu Seryoja sürgün edilmiş; büyük oğlu Lyova Paris’te sürgün; ilk kızı Zina Berlin’de intihar etmiş; damadı Platon Volkov kayıp; sınırlar arasında gidip gelen yetim torunu Seva ise, Rusça, Türkçe ve Almancadan sonra Paris’te dördüncü dilini öğrenmekte…

En kötüsü ise henüz gerçekleşmemiştir.

Troçki günlük tutacak biri değildir. Sürgündeki yaşamın “hücrelerine kapatılmış tutuklularınkinden çok az farklılaştığı”, “günlerin bıkkınlık veren bir biçimde sürüp gittiği” (1 Haziran 1935) günlerde “geçmişin bugün hareket olasılığını kestiği” bir düşünürün (7 Şubat 1935) melankolisini birkaç okul defterine emanet etmesi için uykusuzluk ve had safhada sıkıntıyla dolu saatler gerekmiştir. Bu durumda, yıkım içindeki bu uzgörü, gelecek zorluklar hakkında yanılsamalarından kurtulmuş bu kavrayış dizginlenemez hale gelir, gökyüzündeki değişimlerden, mevsimlerin tonundan, saatlerin kararsızlığından sezilir.

21 Mart: “İlkbahar, güneş ortalığı ısıtıyor, menekşeler on gün oldu başlarını çıkaralı, köylüler bağlara gidip geliyorlar. Dün gece yarısına kadar Bordeaux’dan Walkyrie’yi dinledik. İki yıllık askerlik hizmeti. Almanya’nın yeniden silahlanması. Yeni bir “son” savaş hazırlığı. Köylüler sakin sakin asma kütükler arasında bağ buduyor, tarlalarını gübreliyorlar. Her şey doğal düzeni içinde.”

4 Nisan: “Son günlerde hava birdenbire değişti. Bahçenin çiçekler içerisinde olmasına karşın, sabahtan beri kar yağıyor bugün, her şeyi beyaz bir manto ile örttü önce, sonra da eridi, şimdi ise yeniden yağıyor ve yine çabucak eriyor. Gökyüzü gri, bulutlar dağlardan vadinin içinde doğru kayıyorlar, ev soğuk ve nemli. Ve Natalya yüreğinde zorlu bir ağırlık, kendini ev işine vermiş durumda… Yaşam kolay bir şey değil…”

Hep aynı sancılı hissiyat yayılır, ölümünden birkaç ay önce kaleme alınan vasiyetinin son satırlarına kadar. 27 Şubat 1940: “Tam şu anda, Natalya avlunun penceresi önüne geldi ve havanın odama daha serbestçe girmesi için, biraz daha açtı pencereyi. Buradan, duvar boyunca geniş yeşil çimen şeridini ve duvarın üstünden açık mavi gökyüzünü ve hepsinin üzerinde de güneşin ışığını görebiliyorum. Yaşam güzel. Gelecek nesiller onu bütün kötülüklerden, bütün baskılardan ve her tür şiddetten arındırsınlar, ve doyasıya tadını çıkarsınlar.”

Bu kimi zaman bir hastalık melankolisi. 29 Haziran 1935: “Hastalığı yıpratarak alt etmeye çalışıyorum, gölgede uzanmış halde kalıyor, hemen hiç okumuyor, hemen hiç düşünmüyorum.” Hareket fırsatlarının azaldığı bir yaşın ve geçen zamanın melankolisi. 25 Mart 1935: “Lenin ile (ya da daha doğrusu Turgenyev ile) elli beş yaşını geçmekten daha büyük bir kusur olmadığı konusunda hemfikirim. Benim, mirasın devredilmesini sağlamak için, en az bir beş yıl daha aralıksız çalışmam gerekiyor”. Tabii ki bir yalnızlık melankolisi: “Rakovski temelde benim eski devrimci kuşakla son bağımdı […], eski mücadele arkadaşları ile bir çeşit sembolik bağ […]. Şimdi artık hiç kimse yok.”

Özellikle de bir mağlubiyet melankolisi, Peguy’nin tespit ettiği bir “galip mağlubiyetler” melankolisi: “Bizler mağluplarız, bu en azından mutabık olacağımızı düşündüğüm bir nokta. Anlaştığımızı düşündüğüm bir nokta. Galip mağluplarız. Ve mağlubiyetleriyle, mağlup bir galibiyetle kalmak istemeyen, kalamayacak olan, mağlubiyeti kaldıramayacak olanlarız” (16). Son ve kesin bir mağlubiyetin değil, daha da kötüsü, “kaç kez yeniden başlanan” bir mağlubiyetin mağlupları onlar, henüz hiçbir şeyin sona ermediği, her şeyin hala olabileceği duygusuna sahip mağluplar.

Galipler ise pek de beğenilecek halde değiller. Çünkü yanına bile yaklaşılmayacak, hiçbir ateşkesin, hiçbir uzlaşmanın mümkün olmadığı bir galip türü ve tipi vardır. Richelieu, der Péguy, “galip gelen bir moderndir”. Tallien, Fouché, Thermidor’un galipleri de moderndir. Ve de Stalin tabii ki. O Stalin ki 1934 Kongresi’ne, büyük duruşmaların gölgesinin belirmeye başladığı bürokratik reaksiyonun kongresine “galipler kongresi” adını vermek gibi son derece anlamlı bir fikri ortaya atmıştır! Bunların hepsi “profesyonel kazananlar” diye yazar yine Péguy, ne pahasına olursa olsun her koşulda kazanç elde etmenin profesyonelleri, kazanmak için her şeye razı, kazanmak için özel tercihleri olmayan, kuralları kendi lehlerine yaratan ve değiştiren profesyoneller. Açıkça değil sinsice, dolaylı yoldan, her zaman “gişenin arkasından” mücadele eden kazananlar.

Troçki ve Péguy’nin ortak noktası “geçimsiz, huysuz bir karakter”e sahip olmaları, yenilgi önünde eğilmeyen, pes etmeyen, “başarı”nın, burjuvalaşmanın ve bürokratikleşmenin rahatlığından kuşku duyan, tehlikeli suç ortaklıkları ve işbirlikleri önünde boyun eğmeyi, Devlet aklına tümüyle teslim olmaya varacak tavizleri vermeyi ısrarla reddeden bir karakter.

Yanılsamadan arınmış bu direniş mecburen melankoliktir.

Tıpkı yenilgi melankolisi gibi. Bu, belirgin bir düşman karşısındaki açık ve görkemli yenilgi değil, vasatlık ve dar kafalılık karşısında, bürokratik entrika ve alçaklık karşısındaki yenilgidir. Bu içeriden gelen bir yenilgi, içten kemiren, aşındıran, çökerten, içini boşaltan ve bitap bırakan, fiziksel olmaktan da çok moral bir yenilgidir. Bizler, diyor Péguy, “kendi tarafımız içinde mağlup”, “kendi davamız içinde mağlubuz”. Bir yenilgiden de beter, bu bir “yıkım”, “umudun büyük tükenişi”, yılların ve ruhun devasa yorgunluğu, ebediyete kadar tekrar ve tekrar uyanmanın büyük bıkkınlığıdır.

Ses getiren, ışıltısıyla şerefini ve mesajını aktaran yıkımlar varken, bu yenilgiler unutulma, küçümsenme ve gülünç görünme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu mağluplar “en nankör yenilginin mağluplarıdır”. Bu nedenle ne teslim olma hakkına ne de imkanına sahiptirler. Çünkü mağlup olmak yine azdır, alt edilmiş, ezilmiş, küçük düşürülmüş olmamaktır önemli olan: “Güçsüz olacağız, az olacağız, yalnız olacağız; fakat ikinci kez de teslim olmayı reddedeceğiz” (17).

Çünkü ilk sefer önemli değildir. Bir ilk reddiye kendiliğinden gelir.

Önemli olan ikincisidir, ikincisiyle başlar sadakat.

İdam sehpasına giden, Fleurus’ün süvarisi Saint-Just.

Otuz yıl boyunca hapsedilen, çılgınlığın kıyısında gidip gelen Blanqui.

Sipariş üzerine öldürülen, silahsızlandırılmış peygamber Troçki.

İntihar eden Tucholsky. İntihar eden Benjamin. Katledilen Guevara.

Hepsi intihar eğilimli mi, yoksa toplumun intihara sürüklediği kişiler miydi bunlar?

Umutsuzluktan değil, mantıktandı intiharları. Bir çağın imkanlarının ve sonuçlarının sonuna kadar gittikleri için. Zamansallıkların uyumsuzlaşmasına maruz kalan, mümkün olanla gerekli olanın artık temas etmediği fakat imkansızın her şeye rağmen gerekli olmayı sürdürdüğü vakit artık şanslarının kalmadığının farkında olan “eylem düşünürleri”ydi hepsi.

Klasik melankoliklerdi hepsi, fakat kesinlikle romantik değillerdi.

O dönemin gazete yazılarında Blanqui’nin Club des Halles’ının Racine’in ve Corneille’in oyunlarının sergilendiği günlerdeki Comédie-Française’e benzediği anlatılır: “Seçkin” görünümlü, “kusursuz bir kıyafet giymiş”, “nazik, ince ve sakin bir fizyonomiye, verip veriştirmekten uzak dengeli bir dile” sahip bir konuşmacının söz aldığı “klasik fesadın ortodoks kültüne ayrılmış bir kilise”. Benjamin bu konuda “1830 fesatçılarının kesinlikle klasik bir kavrayışa sahip ve romantizmin azılı düşmanları” olduğunu hatırlatır. 29 Temmuz 1830 akşamı ünlü “Batmış romantikler!”ini sunarken, Blanqui örnek bir biçimde “bu tipe sadıktır” ve kararlı bir anti-ütopizmle tümüyle bugünün sefaleti içinde eylemektedir. (18)

Landauer, devrimciler arasında, “giderilemez bir yetersizlik” duygusunun içlerini kemirdiği fakat yine de görevlerinin gerekliliğine ikna olmuş “melankoliye varacak kadar özgür insanlara” sıkça rastlandığını belirtir. Bu insanlar üstesinden gelinemez bir zamanlar arası uyuşmazlık içinde hareket etmeye mahkumdur. Büyük ihtimalle melankolilerinin kökeninde de bu yatar. O melankoli ki hem “modernliğin felaketi içinde basiretin tohumudur”, hem de bir “uyanış kapasitesi” taşır.

Pierre Naville de “bir çeşit temel umutsuzluğun”, işlerini ciddiye alan zeki insanların, uğraştıkları konuya sertçe uyguladıkları bir donanım olduğunu ifade eder. Kötümserlikleri “tüm çağlar gibi bir uzlaşmaya dayalı olan bu çağın hükümsüzlükleri ve hayal kırıklıklarından kaçabilmek” için en uç araçların arayışında onlara rehberlik eder. Bu kötümserlik Hegel’in felsefesinin temelinde ve “Marx’ın devrimci yönteminin kaynağında” bulunur (19). Modern siyaset sahnesinin bir siması olan melankolik devrimci de eğlencesiz bir hükümdardır**. “Tümüyle kendi zamanlarının adamları” olan, dönemleriyle fevkalade uyumlu ve çağdaş olan bir Luther’in, Fouché’nin veya Stalin’in tersine kendi arzularının azabını çeken bu kişiler yersiz, anakronik, her daim hem erken gelip hem geç kalan, eğreti ve geçici varlıklardır, tıpkı kısa süren ve daha fazla uzayamayacak olan kiraz mevsimi gibi.

Onların karakteristik dandy’likleri***, Saint-Just’ün ve Blanqui’ninki, iki dirhem bir çekirdek Troçki’nin ve hırpani tarzıyla Guevara’nınki, bir elbirliğinin belirtisidir. Baudelaire ruhun bu zorlu disiplininden, “sıradan farklılığın norma yönelik saygıya dönüştüğü” bu farklılaşma sıçrayışından söz eder (20). “Bir ayna önünde yaşamaya ve uyumaya mahkûm” dandy’nin bu ince elenip sık dokunmuş özgünlüğü Baudelaire’e “çöküş dönemlerindeki son kahramanlık parıltısı”, iki felaket arasında “metafizik bir kahkaha”yla sarsılan bir çeşit negatif kahramanlık gibi görünür.

Klasik dandy, hiçbir şey yapmamaya özen gösteren romantik dandy’den eylemin keskinliği ve ayrıntının kusursuzluğuyla ayrılır: Saint-Just Strasbourg’ta Ren ordusuna ayakkabı giydirmekle uğraşırken, Blanqui, eldivenleri elinde, fesat arkadaşlarını gizlice teftiş ederken, Troçki zırhlı treninde kusursuz kıyafetleriyle, Guevara son bir kez Rossinante’ye binerken ve Marcos kar maskesinin özenli anonimliği içinde. 1848’in arifesinde Baudelaire’in kendisi de “eylem perisi”ne kapılır. Onun gözünde dandizmle devrim arasında, “yasaların dışında”, kendi de şaşırmadan şaşırtmanın tadını çıkaran “muğlak bir kurumun” garip işbirliği yatar: “dandizm özellikle demokrasinin henüz sonsuz gücüne kavuşmadığı, aristokrasinin ise kısmen sallantıda olduğu geçiş dönemlerinde ortaya çıkar”. (21)

Temmuz isyancılarının coşkun fedakarlığıyla Antikite’nin Stoacılarının ölçülü kararlılığının tam ortasında bulunur bu kahramanlık. Bu Stoacılar için söz konusu olan, tıpkı Marcus Aurelius gibi, “her şeyi, her an hayatını terk edebilecek biriymiş gibi yapmak, söylemek ve düşünmektir”. Marcus Aurelius’in sıkıntısının sınırlarının olmadığı söylenir. Katıldığı savaş konusunda kuşkuları olan fakat yine de “Quade’lar ve Marcoman’lara karşı tatsız seferler” sırasında bu savaşı bilinçli biçimde yürüten Aurelius “bizzat kendi zaferlerinden duyduğu şüpheyle, her şeyden kopar ve evrensel hiçliğin izlenimine dalardı”. Bir saltanatın sonu. Bir çağın sonu. Bir oyunun sonu.

Daha o zamanlardan her yerde hâkim olan “derin bir hüzün”dü (22).

Çoğu kez özlü, kimi zaman ironik, her daim keskin bakışlı olup dokunaklı iç dökmelere rağbet etmeyen klasik melankoli kendine masal anlatmaz. Ölümcül bir dengeyle “donuk bir çizgide” adım adım ilerler.

Gerekli olan ile mümkün olanın ayrıldığı, mutlak çabanın göreli bir inanca dayandığı, uzak geleceğe yönelik ihtirasın yakın geleceğin sefaletine çarparak kırıldığı, hayal ile gerçek arasında hiçbir ortak noktanın kalmadığı vakit klasik dandy’ler tarafından paylaşılan hüznün gizemi budur.

Devrimlerin klasik melankolisi bir haz açlığını değil, Saint-Just, Blanqui veya Guevara’da karakteristik olan bir azla yetinme ruhunu tercüme eder. Ve Benjamin’in Blanqui’de gördüğü “bastırılmış olağanüstü melankoli”nin yüceliğine sahiptir. Soğukkanlı ve uzgörülü olan, boyun eğmeyen ve vazgeçmeyen bu melankolinin büyüsünü yitirmiş bir dünyaya dair –yine romantik– estetikleştirmelerle, ereklilikten yoksun postmodern sızlanmalarla hiç ilgisi yoktur. Sonuç olarak, ihanete uğrayan bir hadisenin sonsuza dek yasını tutan şu devrimsiz melankolilerle hiç ilgisi yoktur. Lyotard, yüzyıl sonuna ait bu “iyileştirilemez melankoli”de büyük özgürleşme umutlarından kurtulmuş bir insanlığın yas işaretlerini görür. Ona göre bunca hayal kırıklığının ardından ulaşılamayanın devrimci melankolisi kaçınılmaz olanın güçsüz hüznüne dönüşür: “Zeitgeist’te bir çeşit hüzün” vardır, biten bir yüzyılın “siyaset fikrinin çöküşüne bağlı” hüznü. Hannah Arendt’in de, “siyasal kurumların ve toplumsal geleneklerin bozgunu”na bağlı “siyasal alan içindeki yalnız kalışı” veya “insani ilişkiler alanındaki perişanlığı” tespit ederek ifade etmek istediği buydu.

İşte o zaman somut bir örnek yaratarak ikna etme imkanı, gerekli olanla mümkün olan arasında yeni bir bağ ihtiyacı yeniden belirir.

Kısacası bir “geri-kuvvet” melankolisi ihtiyacı.

Ve sonunda her zaman öncü kuvvete yetişen bir geri-kuvvet.

Tıpkı sonunda Guermantes tarafının Méséglise tarafıyla buluştuğu gibi.**** 

Ekim 1997

1. Walter Benjamin, Paris capitale du XIX. Siècle, Paris, Cerf, 1989, s.560 ve 901.

2. Walter Benjamin, Charles Baudelaire, un poète lyrique à l’apogée du capitalisme, Paris, Payot, 1982, s.230, 236, 239.

3. Auguste Blanqui, L’Eternité par les astres, Paris, Futur antérieur, 1973, s.120, 169, 102. (Yıldızlardan Ebediyete, çeviri: Cemal Yardımcı, Metis, 2015)

4. Jorge Luis Borges, Histoire de l’éternité, Paris, UGE, coll. “10/18”, 1964, s.169.

5. Antonio Labriola, Essais sur la conception matérialiste de l’histoire, Paris, Giard et Brière, 1902, s.41. 

6. Lucio Vanini, De admirandis naturae arcanis.

7. Siegfried Kracauer, Jacques Offenbach ou le secret du Second Empire, Paris, Le Promeneur, 1994, s.108.

8. Bkz Dionys Mascolo, “Si la lecture de Saint-Just est possible”, in A la recherche d’un communisme de pensée, Paris, Fourbis, 1993; ayrıca bkz. André Malraux, Saint-Just et la force des choses, 1954.

9. Walter Benjamin, Baudelaire, op.cit., s.145.

10. Kurt Tucholsky, Adieu révolution allemande, Grenoble, Presses universitaires  de Grenoble, 1981, s.214.

11. Kurt Tucholsky, Chronique allemandes, Paris, Balland, 1982, s.46.

12. José Carlos Mariategui, 28 Temmuz 1915 tarihli mektup ve Invitacion a la vida héroica, Antologia, Lima, Instituto de Apoyo Agrario, 1989, s.263.

13. Sous-commandant Marcos, “Depuis les montagnes de Sud-Est mexicain”, 24 Mart 1994, in Ya Basta!, II, Paris, Dagorno, 1996.

14. Sous-commandant Marcos, “En cavale”, in Ya Basta!, I, Paris, Dagorno, 1994, s.218 ve 321.

15. Lev Troçki, Sürgün Günlüğü (1935), çeviren: Aslı Aydın. Yazın Yayıncılık, Ekim 1997, İstanbul.

16. Charles Péguy, Victor Marie, Comte Hugo, Paris, Gallimard, 1942.

17. Charles Péguy, Cahier de la quinzaine XII, 15 Mart 1904, Œuvres en prose, Paris, Gallimard, “Pléiade”, tome I, s.1356.

18. Bu karşıtlığın hiçbir gizemi yoktur. Nostaljik, restorasyonist romantizm, muhafaza etmek için dönüştürme yönündeki devrimci iradeye sırt çevirir. Bu ahlaki romantizm ne geçmişin geleneksel inancına ne de bugünün rasyonel inancına sahiptir, ve “kendine bir inanç yaratmaya yönelik kaygılı bir arzuyla kıvranan ve bunu gerçekleştirebilecek güce sahip olmayan bu inanç eksikliği” telafiyi bir Ortaçağ dininde veya “kendine özdeş ırk dininin” belirdiği “romantik maskaralıklarda” arar. 

19. Pierre Naville, La Révolution et les intellectuels, Paris, Gallimard, 1928.

20. Guy Hockenghem ve René Schérer, l’Âme atomique, Paris, Albin Michel, 1986, s.16.

21. Charles Baudelaire, Œuvres complètes, Paris, Laffont, coll. “Bouquins”, 1986, s.807.

22. Ernest Renan, Marc Aurèle ou la fin du monde antique, Paris, Livre de Poche, coll. “Biblio Essais”, 1984, s.156.

* Yazar, burada Victor Hugo’nun “Olympio’nun Kederi” şiirine göndermede bulunur. Ç.N.

**Bensaïd burada Pascal’ın “eğlencesiz bir kral” sözlerine atıfta bulunur. Ç.N.

***Dandy: Tavır ve giyimlerinde inceliğe ve aşırılığa önem veren 19. yüzyıl İngiliz “züppeleri” tanımlamak için kullanılan terim.Ç-N.

****Bkz. Marcel Proust, Guermantes Tarafı, Çeviri: Roza Hakmen, YKY, Ç-N.

Çeviren: Uraz Aydın

Yazarın Le pari mélancolique (Melankolik Bahis, Fayard, 1997) kitabından alınıp çevrilmiş olan bu yazı daha önce şu derlemede yayımlanmıştır: Daniel Bensaïd, Köstebek ve Lokomotif, Tarih, Devrim ve Strateji üzerine Denemeler, Çevirenler: Uraz Aydın, Erkal Ünal, Mutlucan Şahan, Yazın yayıncılık, 2006. 

Görsel: claude de garam, La melancolie anxieuse.

Harun Karadeniz ve İşçi Birliği – Masis Kürkçügil

1968-69 gibi alabildiğine hareketli bir dönemde İTÜ Öğrenci Birliği başkanlığı yapan Harun Karadeniz, hem kuşağı tarafından hem de çeşitli defalar basılan Olaylı Yıllar ve Gençlik kitabından ötürü bir gençlik lideri olarak anılır. Öğrenci Birliği başkanlığı sırasında her ne kadar NATO’ya Hayır, 6. Filoya karşı vb. gösterilerin yanı sıra doğrudan öğrenci gençliğin alanında gözükmeyen Gerze Tütün Mitingi, Ortak Pazara Hayır Yürüyüşü gibi eylemlerin düzenlenmesinde önemli katkısı olmuş, Kapitalsiz Kapitalistler (1968)  kitapçığıyla popüler bir dille sıradan emekçiye sömürüyü açıklamaya çalışmış ve “Yeter ki sömürü mekanizması ve iktisadi gerçekler halka halk diliyle anlatılsın” derken kendi arayışının yörüngesini çizmeye başlamışsa da siyasal yaşamının en önemli deneyimi gölgede kalmıştır.

Harun Karadeniz 1968 Üniversite işgallerinin hemen ardından başlayan fabrika işgallerinin ilki olan Derby fabrikasında grevin işgale dönüştürülmesi için kendisinden destek istenmesinden başlayarak işçi hareketi ile organik bir ilişki kurmanın yollarını aramıştır. Eklemek gerekir ki bu tür eylemlere ağırlıklı olarak İTÜ’den olmak üzere en az 100 kişiyle gidilmekteydi. 

“Kanlı Pazar” olarak tarihe geçen aslında adı “Emperyalizme ve Sömürüye Karşı İşçi Yürüyüşü”nün (büyük bir ihtimalle bu başlığı da Harun bulmuştur) “tertip heyeti” işçilerden oluşuyordu. Eylemin hemen ardından özellikle o dönemde sanayi bölgesi olan Kartal dolayındaki işçilerin katılımıyla, “tertip heyeti”ndeki arkadaşlarla birlikte sendikalı-sendikasız, partili-partisiz bütün işçilere kapıları açık olan İstanbul Bölgesi İşçi Birliği’nin (İBİB) kuruluşuna önayak olur. Aynı dönemde Lastik İş’te “İşçi-Gençlik Sorunu” üzerine işçilere eğitim verdi.

Zafer Aydın, 15-16 Haziran 1970’i küllerinden yeniden inşa ettiği “İşçilerin Haziranı” kitabında “Tanık anlatımlarından 1968’den itibaren Tekel işçileri arasında alternatif sendikal anlayışı örgütlemeye çalışan bir dinamiğin varlığı ortaya çıkıyor. Bu dinamik, bir ayağı TİP’te bir ayağı Kartal İşçi Birliği’nde olan, Harun Karadeniz ile ilişkili bir ekibin elinde şekillenmekteydi” (s.251) der.

Başlangıçta öncü işçilerle yola çıkılırken gözetilen “sıradan” işçilerin cezp edilmesiydi. Yapılan karşı propagandaları boşa çıkarmak için işçilerin düğünlerinin  yapıldığı, o günün eylemlerinin olmazsa olmazı sokak tiyatrosu (Devrim İçin Hareket Tiyatrosu), şairler, halk ozanlarının yer aldığı günler ve her grevde kollarında pazubentleri ile bildiri dağıtan İşçi Birliği militanları sayesinde bu mekana kısa zamanda bölgedeki farklı sektörlerde çalışan işçiler gelmeye başladı. Verilen seminerler işçilerin gündelik hayatlarından ve sorunlarından hareketle yapılıyordu. DİSK üyesi olmayan işyerlerinden işçilerin de katılımıyla İşçi Birliği öylesine bir uğrak merkezi oldu ki, Gebze’den Kartala afişlerle donatarak yaptıkları çağrından sonra, özellikle direnişteki Ege Sanayi işçilerinin de etkisiyle Kartal Düğün Salonunda 1970 yılında 1 Mayıs’ı kutladılar. Kürsüde sazı ile sözü ile Ruh Su.

Zafer Aydın’ın “İşçilerin Haziranı” kitabından 15-16 Haziran 1970’deki ülke tarihinin en büyük işçi eyleminde İşçi Birliğinden işçilerin militanlığını izlemek mümkün. 

İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır

Sendikaların ve siyasetin işçi sınıfının değil önemli, büyük bir kısmını içermekten uzak olduğu bir dönemde sıradan işçilerin mücadele içinde bilinçlenmelerinin, kendi deneyimleriyle özgüven kazanmalarının bir kanalı olarak İşçi Birliği deneyimi bizim tarihimizdeki bilinen örgütlenme tarzından farklı olmakla birlikte, her iki yapılanmayı dışlayan bir yaklaşıma sahip değildi. Özellikle işçilerin DİSK’te sendikalaşmaları öncelikli bir hedefti. Dolayısıyla siyasete ve sendikaya bir alternatif oluşturmuyordu. Ancak yürüttüğü mücadele tarzıyla ikisinin de yetersizliğini de ortaya koyuyordu.

Eklemek gerekir ki o günün tartışma ortamında işçi sınıfının farklı düzeylerde nasıl örgütlenebileceğine ilişkin pek fazla malzeme olmadığı gibi işçi hareketinin dinamiği merkeze alınan bir konu da değildi.

15-16 Haziran olayları arifesinde değil sonrasında da sosyalist hareketteki “strateji” tartışmalarına tekrar dönülürse bu gerçek daha iyi anlaşılabilir.

Kartal İşçi Birliği işçilerin sendikal ve siyasal mücadeleye katılımı için bir araç olarak kendini kurgulamaya çalışıyordu. Öncü işçiyi geniş kitleden koparmadan, tam tersine onun aracılığıyla çeperi genişletmeyi hedefliyordu.

Bu deneyimin kapsamlı bir biçimde kâğıda dökülmemiş olması daha geniş bir tartışmayı da yarı yolda bırakmaktadır. Tarihte “İşçi Birlikleri” mesela 1919-23 Alman Devriminde görülmüş, konseyler, şuralar buna benzer bir biçimde farklı kesimlerdeki işçilerin ortak merci olmuştur. Bütün bu benzetmelerden muhakkak sakınmak gerekir. Yine de bu yarım kalmış deneyimin sosyalist hareketin ezeli derdi sınıfla kaynaşma üzerinde yeniden düşünmek için aradan geçen elli yıldan sonra da bir anlam ifade ettiğini söyleyebiliriz.

Bunu anlamak için de, 15-16 Haziran’ı yeniden tartışmak ve öncelikle onu yaratan iradeyi, o yılların işçi kuşağını tanımakla işe başlayabiliriz. 

Harun Karadeniz için bir not düşmek gerekirse yakın dostu, hocası İdris Küçükömer’den bir alıntı yapmak yerinde olur: “Düşünen, düşünmesini bilen bir insandı. Somut gözlemleri, çocukluğundan beri olan yaşamı, onu önceden öğretilen bazı kavramlardan şüphe etmeye, sonra düşünmeye yöneltti. Yoksul ve kızgın köylü çocuğu mühendis olacaktı. Matematik, bir lojik yöntem olarak onu pusatlandıracaktı. Üniversitelerdeki öğreti ile hayattaki toplumsal ilişkilerin uyuşmazlığını anladı. Somut önerilerini lider olarak uygulamaya geçti. … Giderek öğrenci eylemlerinden işçiler içine karışmanın yeğ olduğunu kabul etti ve öyle eyledi.”

Bu yazı Siyasi Haber için kaleme alınmıştır.

Troçki Suikasti Neden Kaçınılmazdı? – Emre Tansu Keten

Lev Troçki’nin ölüm yıldönümü vesilesiyle Siyasi Haber tarafından hazırlanan dosyaya İmdat Freni editörü ve yazarı Emre Tansu Keten’in yaptığı katkıyı sitemizde yayınlıyoruz.

20 Ağustos 1940 günü, Ekim Devrimi’nin iki önderinden biri, 1905 ve 1917 yılları Petrograd Sovyeti başkanı ve Dördüncü Enternasyonal’in kurucusu Lev Troçki, Meksika Coyoacan’daki konutunda buz baltasıyla saldırıya uğrar, ertesi gün hayatını kaybeder. 

Bu suikast, o günden bugüne polisiye ayrıntılarıyla dikkat çekmektedir (ki üzerine iki film yapılmıştır). Katil Ramon Mercader, Troçki’ye yakınlaşabilmek için iki sene öncesinden Troçkist Slyvia Ageloff ile duygusal bir ilişkiye girmiş, bu süre içinde Troçki’nin çevresine kendini kabul ettirmiş bir GPU (Sovyet gizli servisi) ajanıdır. Troçki’yi öldürme emri alan asıl grubun 26 Mayıs 1940 günü düzenledikleri saldırının başarısız olması nedeniyle, ihalenin bir anda Mercader’e kaldığı, GPU’nun Mercader’i “küskün bir Troçkist” olarak ambalajladığı ve zaten saldırı sonrasında kendisinin de öldürüleceğine güvendiği de açığa çıkmıştır. Ageloff’un ise, bir GPU ajanı mı, yoksa kandırılan saf bir âşık mı olduğu o günden beri tartışma konusudur. 

Evet, bütün bunlar popüler kültürün ajan janrı için ilgi çekici olaylar. Buz baltası imgesi de, solculukları kültürel bir kimlik tercihinden ibaret olan lümpenler için hâlâ bir goygoy nesnesi. Fakat, burada en az önemli olan detay, sanırım, Troçki’nin öldürülme yöntemi ve bunun arkasındaki olaylar zinciridir. Zaten sekiz yıl öncesinden alınan suikast kararı ve bu yıllar içerisinde işlenen yüzlerce cinayet, failin kim olduğunu tartışmasız olarak ortaya koyuyor. Burada asıl önemli olan, bu kararın niye alındığı, Troçki’yi öldürmek için neden bu kadar uğraşıldığı, bu cinayetin neden birileri için kaçınılmaz olduğu ve onu öldürenlerin aslında kimi/neyi temsil ettiğidir.

Troçki neyi temsil ediyor?

Troçki, çok genç yaşta Marksizmle tanışıp, yetenekleri sayesinde işçi sınıfı siyasetinde öne çıkmış bir devrimcidir. 1905 Devrimi’nde, henüz 26 yaşında, işçilerin oylarıyla Petrograd Sovyeti başkanlığına seçilir. Çarlık döneminde hapis ve sürgün, hayatının bir parçası olur. RSDİP içerisindeki Bolşevik-Menşevik ayrışmasından sonra, sıklıkla anlatılanın aksine, Menşevik kanatta yer almaz, kendi küçük grubuyla, iki taraftan bağımsız bir çizgide mücadele eder. Ancak 1917 yılı gelip çattığında, devrimci durum ortaya çıktığında, Lenin’le hareket etmeye başlar ve bu tarihten itibaren Lenin’in en güvendiği yoldaşlarından birisi olur. Öyle ki, Lenin’in Şubat Devrimi’nin ardından yazdığı “Uzaktan Mektuplar” başlıklı beş yazısından sadece bir tanesi Pravda’da yayımlanır, diğerleri sansürlenirken; yine aynı şekilde Nisan Tezleri Pravda yayın kurulu imzalı uzun bir şerh ile verilirken, yani bazı Bolşevikler önlerindeki ana hedefin burjuva devrimi olduğu fikrinde takılıp kalmışken, henüz Bolşevik Parti’ye katılmamış olan Troçki bu tezlerin inançlı bir savunucusu olur. Zaten bu tezler, temelde, kendisinin Sürekli Devrim teziyle uyum içerisindedir.[1] Troçki o dönem için şöyle söyler: “Lenin’in Nisan tezlerinin Troçkist diye mahkûm edilmesi hiç de şaşırtıcı değildi”.[2]

Yani devrim öncesi aylarda, Lenin’in mutlak önderliğinde bir Bolşevik Parti’den söz etmek mümkün değildir. Parti içerisinde teorik-politik bir yarılma vardır. Pravda’nın başındaki Stalin-Kamenev ikilisinin aşamacı önyargıları, ileride Kamenev’in, partinin iktidara el koyma planlarını basına ihbar etmesine dek varacaktır. 

Troçki’nin yeteneklerinin ve inançlı devrimciliğinin yanı sıra, Lenin’le olan bu politik fikir birliği de, Troçki’nin Lenin’in ardından Ekim Devrimi’nin ikinci önderi olmasını sağlar. Yıllar sonra yeniden Petrograd Sovyeti başkanı seçilir. Lenin’in zoraki Finlandiya günleri sırasında, onunla irtibat halinde, kritik müdahalelerde bulunur, mücadeleyi örgütler. 

Ekim 1917’nin ardından Dışişleri Halk Komiseri sıfatıyla, bir yandan Çarlık Rusya’nın bıraktığı tehlikeleri devrim için tehdit olmaktan uzaklaştırmaya, diğer yandan Avrupa’da süren devrimci mücadelelere destek olmaya çalışır. Emperyalistlerin bizzat dahliyle başlayan iç savaşta, yokluk içinden var ettiği ve komutanı olduğu Kızıl Ordu, Beyaz Ordu’yu mağlup eder. Buraya kadar anlattıklarımızdan Troçki’nin proleter devrimciliği ve Ekim Devrimi’ni temsil ettiği açıktır. Ancak onun misyonu bu kadarla sınırlı kalmaz, tarihin üzerine yüklediği diğer önemli görev için Stalinizmin neyi temsil ettiğine bakmamız gerekir. 

Stalinizm neyi temsil ediyor? 

İç savaştan yıpranmış bir şekilde çıkan Sovyetler, bir yandan da Almanya, Macaristan ve Avusturya devrimlerinin yenilgisiyle politik olarak bir tecrit dönemine girer. Çünkü Lenin ve Troçki için Ekim Devrimi dünya devriminin bir halkasıdır ve sosyalist devrim ancak dünya çapında zafer kazanıldığında başarıya ulaşabilir. Böyle bir yenilgi döneminde yapılacak tek şey, Sovyetler’i ayakta tutmak ve onu dünya devriminin bir mevzisi olarak güçlendirmektir. Bu uğurda NEP gibi yeni kararlar alınır.

Bu kararlar alınırken, Lenin, devrime tehdit oluşturabilecek risklerin de farkındadır. Bunların başında bürokrasi gelir. Bolşevik partinin öncü işçi kadrolarının önemli bir kısmı iç savaşta hayatını kaybetmişken, partinin iktidarını sağlamlaştırmasıyla birlikte, devrimle pek de alakası olmayan isimler partiye yönelmeye başlar. Partinin bazı yöneticilerinin ısrarıyla düzenlenen kitlesel üyelik kampanyaları, parti üye sayısını iyice şişirir. Bununla paralel bir şekilde, yerelden merkeze kadar devlet ve parti organlarının yönetici sayısı da yükselir. Lenin buradaki tehlikeyi sezer ve toplantılarda bu dinamikle mücadele etmeye başlar, ne var ki sağlık durumu aktif bir mücadelenin içerisinde yer alamayacak denli kötüleşmektedir. 

Lenin’in bu tehlikelere karşı ilk müdahalesi, 1922 yılının sonunda Troçki’ye bürokrasiye karşı ortak bir blok kurmayı teklif etmesiyle gerçekleşir. Çok geçmeden, Stalin ve Orconikidze’nin Gürcistan partisinin iradesini ezip geçmesi ve bu partinin bir yöneticisine fiziksel şiddet uygulamasına karşı Troçki’nin kendisini parti içerisinde savunmasını rica eder. Troçki’ye, 5 Mart 1923’te, yazdığı bir notta Lenin şunları söyler: “Lütfen Merkez Komitesi’nde Gürcü hadisesinin savunmasını üstlenin”.[3] Bunun üzerine Troçki sert bir muhtıra kaleme alarak, hem bu olayı, hem de Stalin’in ulusal sorun üzerine tezlerini mahkum eder. Bununla birlikte, hükümet organları ile devlet dairelerinin çalışanlarını denetlemekle görevli İşçi ve Köylü Müfettişliği de Lenin’in hedefindedir. Üç yıl boyunca Stalin tarafından yönetilen bu yapı, bürokratik örgütlenmenin kritik bir aracı haline gelmiştir.[4] Lenin bu organın yapısının değişmesi gerektiğini savunur, MK’daki sözcüsü yine Troçki’dir. Ancak Lenin’in bu son mücadelesi, kısa bir süre sonra konuşamayacak duruma gelmesi ve ardından hayatını kaybetmesi ile sonuçsuz kalır. 

Bu yıllarda, bürokrasinin hâkimiyetine karşı Lenin’in ve Ekim Devrimi’nin mirasını sahiplenen sadece Troçki ve taraftarları değildir. Parti içinde çeşitli muhalif gruplar oluşur, ancak Troçki önderliğindeki Sol Muhalefet, bunların arasındaki en güçlü gruptur. Bu nedenle Troçki 1929’da sınır dışı edilir, ardından vatandaşlıktan çıkartılır. Sol Muhalefet Komintern içinde mücadele etmeye devam eder. Örgütün Sovyetler’de kalan üyeleri toplama kamplarına gönderilip katledilir. 

Partiyi ve devleti ele geçiren bürokratik kast, bir avuç Bolşevik yöneticiden oluşmamaktadır. Lewin’in verdiği sayılara göre, 1929 yılında 1,5 milyon olan yönetici sayısı 1939 yılında 7,5 milyona çıkmıştır. 1937 yılında, “parti azamisi” (bir parti yöneticisinin vasıflı bir işçiden daha fazla kazanamaması) kaldırılarak, işçiler ve bürokratlar arasında var olan uçurum daha da açılır. Bu yıllarda bir işçi ayda 250 ruble kazanırken, bir NKVD yöneticisi 3500 ruble kazanmaktadır. Ayrıca bürokratların profili de değişmeye başlar. Örneğin devrim öncesinde Lenin’in Alman ajanlığı ile suçlanması kampanyasının öncülerinden olan David Zavlavsky, 30’larda Pravda’nın en önemli isimlerinden birisi haline gelir.[5] Aynı yıllarda Ekim Devrimi’nde yer almış kadrolar bir bir kurşuna dizilmektedir. 

Bürokrasi, çıkarları işçi sınıfının çıkarlarından ayrışan, çeşitli kademelerde yönetici ya da beyaz yakalı olan, ekseriyeti devrim günlerinde militan bir şekilde yer almamış milyonlarca insanı ifade etmektedir. Stalinizm ise bu kaymak tabakanın siyasi ve ideolojik karşılığıdır. Mandel’in dediği gibi: “Bürokrasi yeni bir sınıf değildir ve ekonomik temellere dayalı olarak kendini yeniden üretemez, ancak uzun bir tarihi dönem boyunca iktidarının ve çıkarlarının korunması ve genişletilmesini başarıyla sağlayabilir, görece tarihi özerklik düzeyine erişebilir”.[6]

Bu açıdan “Troçki, Stalinizmi kötücül bir zekanın ürünü olarak değil, tarihsel koşullardan türeyen ve özgül ekonomik gerçekler tarafından belirlenen bürokratik-muhafazakâr bir dinamiğin gelişmesiyle bağlantılı olarak değerlendirmiş ve Marx’ın analitik yöntemine benzer bir yöntemle çözümlemiştir”.[7] Troçki, bürokratik karşı-devrimin tarihsel materyalist çözümlemesini yaptığıİhanete Uğrayan Devrim kitabında, Stalin’i bürokrasinin önderliğine taşıyan dinamiği ise şöyle açıklamaktadır: “O henüz kendi yolunu çizmeden bürokrasi tarafından seçilmişti. Stalin bürokrasiye arzuladığı her türlü garantiyi veriyordu: Eski bir Bolşeviğin prestiji, iradesi güçlü bir kişilik, gelişkin olmayan bir düşünce sistemi ve kişisel etkinliğinin yegâne kaynağı olarak siyasal mekanizmayla koparılmaz bağlar”.[8]

Buradaki denklem basittir. İşçi sınıfının yönettiği bir ülkenin politikası işçi sınıfının çıkarlarına, bürokrasinin yönettiği bir ülkenin politikası ise bürokrasinin çıkarlarına göre şekillenecektir. Bürokrasi, bu uğurda ilk önce içeride bir temizlik harekatına girişir. Moskova Duruşmaları’yla zirveye ulaşan bu dönemde, Ekim Devrimi’nin neredeyse bütün önder kadrosu ortadan kaldırılır. Partinin hafızasının yok edilmesiyle birlikte, tarihin baştan yazılması girişimlerine hız verilir. Ekim Devrimi tarihinin yeni yazılan versiyonu, gerçeklerle çok az örtüşür, olguların yerini ihtiyaçlar almıştır. 17’den önce ortaya çıkan ve devrimin içinde yer alan avangard sanat akımları dejenere ilan edilir, bütün sanatçılara “sosyalist gerçekçilik” isimli bir parti politikası dayatılır. Yine devrimin köklerine aksi bir şekilde aile kavramı yüceltilir, devrimden sonra yasal bir hak olarak tanınan kürtaj yasaklanır. Sovyetlerin resmi marşı olarak kabul edilen Enternasyonal’in yerine bol bol anayurt övgüsünün bulunduğu yeni bir “milli” marş kabul edilir, orduda katı hiyerarşi yeniden kurulur.

İçeride devrimin kazanımları tek tek yok edilirken, dışarıda ise “tek ülkede sosyalizm” garabatine uygun adımlar atılır. 1925-1927 Çin Devrimi’nde, Çin Komünist Partisi’nin milliyetçi burjuva partisi Kuomintang’a iltihakı emri verilir, bir milyona yakın komünist, milliyetçiler tarafından infaz edilir. Nazi tehdidine karşı birleşik işçi cephesi politikası gütmek yerine, işçi sınıfının içerisinde olduğu Sosyal Demokrat Parti de aynı şekilde faşist ilan edilir, hatta Kızıl Referandum olayında olduğu gibi, bazı durumlarda sosyal demokratlara karşı Nazilerle ortak hareket edilir. Benzer şekilde, 1935 yılında İtalya Komünist Partisi tarafından yayımlanan manifestoda “Kara gömlekli kardeşlere bir çağrı” yer alarak faşist örgütlenmelerin tabanına seslenilir, 1919 faşist programının sahiplenildiği açıklanır.[9] Ama “sosyal faşistler” her zaman bu denklemin dışında tutulur. 

“Bu felsefenin Stalinist özü, oldukça açıktır: (sosyal demokrasi ile faşizm arasındaki) mutlak çelişkinin Marksizmce reddedilişinden, çelişkinin genel olarak yadsınması, hatta göreli çelişkinin bile yadsınması sonucunu çıkarmaktadır. Bu yanlış, bayağı radikalizme özgüdür. Çünkü eğer demokrasi ile faşizm arasında (burjuva iktidarının biçimi yönünden bile) hiçbir fark yoksa, bu iki rejimin eşdeğer olacağı da besbellidir. Buradan da şu sonuç çıkar: (Sosyal) Demokrasi eşittir faşizm”.[10]

Stalinist bürokrasinin bu sol sapması, kısa bir süre sonra yerini sağ sapma olan Halk Cephesi taktiğine bırakır. Kısa bir süre içerisinde, ikisi de işçi sınıfı siyasetinin aleyhine olan, bu taktik değişimlerinin temelinde, Sovyet bürokrasinin çıkarları yatmaktadır: “Birleşik cephe ve Halk Cephesi tamamen karşıt anlayışları içerir. Birleşik cephe, Komintern’in 1921’deki III. Kongresi’nden itibaren büyük işçi örgütlerinin az ya da çok genişletilmiş ortak hedeflere ulaşabilmek için eylem birliği yapmaları anlamına gelmekteydi. 1933’ten önce Troçkistler Almanya’da Nazizmin yükselişine karşı Komünist Parti ve Almanya’daki Sosyal Demokratlar’ın birleşik cephesini savunmuşlardı. İşçi sınıfının kitle örgütlerinin birleşik cephesi, devrimci mayanın bunun içinde hareket edebilmesi koşuluyla, genel olarak olumlu bir olgudur. Reformist işçi sınıfı partilerinin burjuvazinin bazı kanatlarıyla bir ittifakı olan Halk Cephesi’nde ise bu hiçbir zaman söz konusu değildir. Halk Cephesi’nde ittifak, bir burjuva programı üzerinde, bir sınıf işbirliği programı üzerinde gerçekleşmektedir”.[11]

Bu sınıf işbirliği programı İspanya Devrimi’nin yenilgisinde kendisini göstermiştir. 1936 yazında Halk Cephesi hükümetine karşı darbe girişiminde bulunan Franco’ya cevabı işçiler vermiş, hızla örgütlenerek ve silahlanarak, sadece darbeyi boşa çıkarmamış, toprakların kamusallaştırılmasından fabrikalarda işçi denetimini hâkim kılmaya kadar birçok devrimci uygulamayı da hayata geçirmiştir. Ancak bu durumdan rahatsız olan sadece Franco değildir. O dönem, Komünist Parti’nin amaçları genel sekreteri José Diaz tarafından açık bir biçimde saptanmıştır: “Geniş toplumsal içeriği bulunan bir demokratik cumhuriyet uğrunda savaşmaktan başka bir şey istemiyoruz. Bugün için ne proletarya diktatörlüğü, ne sosyalizm, sadece faşizme karşı demokrasinin verdiği savaş söz konusu olabilir.”[12] Bu uğurda Stalinistlerin ilk işi devrimci işçi ve köylülerin örgütlerine karşı terör yöntemlerine başvurmak olmuştur. 

Stalinist bürokrasi için, dünyanın herhangi bir ülkesinde, kendi kontrolü dışında gelişen bir devrimci hareket tehdit olarak algılanmıştır. Çünkü, örneğin Almanya ve İspanya devrimlerinin başarıya ulaşması, buralarda ortaya çıkan önderliklerin sosyalist dünya devrimi mücadelesine de önderlik etmesine ve böylece Sovyet bürokratlarının koltuklarını kaybetmesine neden olacaktır. Bu nedenle, Lenin ve yoldaşlarının kurduğu sosyalist dünya devriminin partisi Komintern’in kapısına da kilit vurulur. Bundan sonra dünyanın çeşitli ülkelerindeki KP’ler Sovyetler Birliği’nin diplomatik aparatları olmaktan öte bir işlev yüklenmeyecektir. 

Troçki’nin mirası

Bürokratik karşı-devrim bütün bu suçları işlerken, Troçki’nin önderliğindeki Sol Muhalefet, dünyanın çeşitli ülkelerinde, çeşitli mücadelelerin içerisinde yer alarak, işçi sınıfı politikasını hâkim kılmak için çabalamış, bir yandan faşistlerle, diğer yandan ise Stalinist ajanlarla savaşmış, bu uğurda yüzlerce militan hayatını kaybetmiştir. 

Sovyet yönetiminin hükümetlere uyguladığı baskı ve emperyalistlerin de baş düşmanı olması[13] nedeniyle o ülkeden bu ülkeye sürekli bir sürgün hayatı yaşayan Troçki, bütün bu süreç boyunca, disiplinli bir şekilde çalışmaya devam etmiş, Sovyetler’de yaşanan dönüşümü Marksist bir yöntemle analiz etmiş, o dönem için yeni bir olgu olan faşizmin en gelişkin tahlilini ortaya koymuş ve Stalinistlerin tahrifatına karşı Ekim Devrimi’nin gerçek tarihini kaleme almıştır. Bunun yanı sıra, Almanya’daki ihanetin ardından aldığı kararla, yeni bir enternasyonal kurma yolunda çalışmalarına başlamış, bütün imkânsızlıklara rağmen örgütünü korumayı ve güçlendirmeyi başarmış ve 1938’de Dördüncü Enternasyonal’in kurulmasına ön ayak olmuştur. 

Sonuç olarak, 1920’lerin başında Lenin-Troçki ile Stalin arasında başlayan, ardından ise Troçki ile Stalin arasında devam eden mücadele, basit bir iktidar kapma yarışı, kişisel bir çekişme, liderlik için kavga değildir. Bu Ekim Devrimi’nin idealleri ile günün koşullarını bürokrasinin çıkarları için kullanışlı hale getirme çabası arasındaki bir mücadeledir. Bensaid’in dediği gibi: “O zaman yaşanmakta olan bugün bizim medyamızı aşka getiren kişisel çekişmeler değil, ‘Stalin ile Troçki maçının’ sonucu değil, bürokrasi ile proletarya arasında gerçek bir uzlaşmazlık, ‘iki dünya, iki program, iki ahlak’ arasında, Çin Devrimi, faşizmle mücadele, Sovyet ekonomisinin yönünü belirleme, İspanya İç Savaşı, yaklaşmakta olan savaş hususlarında stratejik olarak karşı konumlarla ifade edilen bir karşı karşıya gelişti”.[14]

Yazının başında Troçki neyi temsil ediyor diye sormuştuk. O, Ekim Devrimi’ni temsil etmenin yanında, bu devrimin ideallerini ve Stalinizm ya da Sosyal Demokrasi tarafından tahrif edilmemiş bir Marksizmi, yani devrimci Marksizmi, gelecek kuşaklara aktaracak yegâne halkayı temsil ediyordu. Bu nedenle, Dördüncü Enternasyonal’in kurulmasını hayatının en önemli görevlerinden birisi olarak gördü. Bu nedenle defalarca suikast girişimine maruz kaldı. Bu nedenle, hakkında koca bir devlet propaganda aygıtı yıllarca kara çaldı. Bu nedenle onlarca yoldaşını karşı-devrimci cellatlar elinde kaybetti. Bu nedenle en sonunda, Stalinist bir ajan tarafından, Ağustos 1940’ta katledildi. 

Ama yine tam da bu nedenle, Sürekli Devrim’den, dünya partisinin ve sosyalist dünya devriminin vazgeçilmezliğine, sovyet/konseylere dayalı sosyalist demokrasiden, bunun baş düşmanı bürokrasiye karşı mücadeleye kadar birçok devrimci Marksist ilkeyi biz 21. yüzyıl devrimcilerine miras bırakabildi. 

Kaynak: Siyasi Haber

[1] Marcel Liebman, Rus Devrimi: Bolşevik Zaferin Kökenleri, Aşamaları ve Anlamı, çev. Samih Tiryakioğlu, Ayrıntı Yayınları, 2017, s.143

[2] Lev Troçki, Rus Devriminin Tarihi – Şubat Devrimi: Çarlığın Devrilmesi, çev. Bülent Tanatar, Yazın Yayıncılık, 1998, s.327

[3] Moshe Lewin, Sovyet Yüzyılı, çev. Renan Akman, İletişim Yayınları, 2008, s.43

[4] Moshe Lewin, Lenin’in Son Kavgası, çev. Bülent Tanatar, Yazın Yayıncılık, 2019, s. 138

[5] Lev Troçki, Stalinizme Karşı Bolşevizm, çev. Sanem Öztürk, Yazın Yayıncılık, 2008, s.194

[6] Ernest Mandel, Alternatif Olarak Troçki, çev. Ayşe Köleli, Yazın Yayıncılık, 1992, s.19

[7] Paul Le Blanc, Lev Troçki, çev. Nurullah Duru, Runik Kitap, 2021, s.112

[8] Lev Troçki, İhanete Uğrayan Devrim, kolektif çeviri, Alef Yayınları, 2006, s.129

[9] Emilio Gentile, Faşist Kimdir?, çev. Betül Parlak, İletişim Yayınları, 2021, s.97

[10] Lev Troçki, Faşizme Karşı Mücadele, çev. Orhan Koçak, Orhan Dilber, Yazın Yayıncılık, 1998, s.171-172

[11] Pierre Frank, Daniel Bensaid, Troçkistlerin Uzun Yürüyüşü, çev. Rıfat Ateş, Yazın Yayıncılık, 2019, s.22

[12] Pierre Broue, Emile Temime, İspanya’da Devrim ve İç Savaş, çev. Aydın Emeç, Ayrıntı Yayınları, 2017

[13] “Winston Churchill, Troçki’den akıl sınırlarını zorlayan bir nefretle söz etmiştir”. Paul Le Blanc, a.g.e., s.33

[14] Daniel Bensaid, “Sunuş”, içinde Troçki, Stalinizme Karşı Bolşevizm, çev. Sanem Öztürk, Yazın Yayıncılık, 2008, s.22

Sürgünün Bagajları: Troçki, Devrimler ve “Troçkizm”in Oluşumu – Daniel Bensaïd

Sürekli devrim kuramı gibi kimi “troçkist” tezler, yüzyılın başından itibaren, 1905 Rus devrimi konusundaki tartışmalarda ortaya çıkar. Buna karşın “troçkizm” terimi, bürokratik jargonda ancak 1923-1924 yıllarında sıradanlaşmış bir biçimde kullanılmaya başlanır. Muzaffer iç savaşın ardından, ve daha çok da Alman Ekimi’nin yenilgisi (1923) ve Lenin’in ölümünden sonra, Sovyet Rusya’nın ve Komünist Enternasyonal’in yöneticileri, uluslararası durumun göreli istikrarı ile Sovyetler Birliği’nin kalıcı tecridinden oluşan hiç beklenmedik bir durumda bulurlar kendilerini. Artık söz konusu olan toplumsal temelin devletin üstyapısını taşıması değil, üstyapının iradesinin, temeli sürüklemeye çabalamasıdır.

Mart 1923’deki ilk beyin kanamasından sonra Lenin, Stalin’e karşı dış ticaret tekeli, milletler sorunu ve özellikle de partinin iç işleyişi meselelerinde bir mücadele başlatılması konusunda Troçki’ye çağrıda bulunur. Ekim 1923 tarihli merkez komiteye yazdığı bir mektupta, Troçki, devlet kurumlarının bürokratikleşmesini teşhir eder. Aynı yılın Aralık ayında, bir Yeni Yol’un benimsenmesi çağrısında bulunan bir dizi makalesinde bu eleştirilerini sentezleştirir. Bunun sonucunda yönetim “troçkizme” ve taleplerine karşı mücadeleyi başlatır. Bu talepler, partide iç demokrasinin yeniden tesisi ve yeni ekonomi politikasının eşitliksiz ve merkezkaç etkilerini denetlemek üzere bir ekonomik planlamanın kabulüdür. 1924 Aralık ayında, Pravda’da, Stalin’in bizzat kendisi troçkizmi “daimi bir umutsuzluk” olarak tanımlar. Devrimin, somutlaşmakta geciken varsayımsal bir yayılışının selametini beklemektense “tek ülkede sosyalizmin” gözüpek inşasını önerir.

1924’teki “Lenin promosyonunun” sağladığı kitlesel üye kazanımının ardından, Ekim’i yaşamış birkaç bin veteran, –aralarında treni son anda yakalamış bol miktarda kariyeristin de bulunduğu– yeni gelen yüzbinlerce üyenin yanında parti saflarda artık pek bir ağırlığa sahip değildir. Büyük Savaşın katliamlarına eklenen iç savaşın vahşeti, demokratik gelenekten mahrum bir ülkede toplumsal ve fiziksel şiddetin en uç biçimlerine bir alışma hali yaratmıştır. Böylece savaşın ve iç savaşın meydana getirdiği alt üst oluş, ülkenin 1914 öncesinde ulaştığı gelişmişlik seviyesine göre “büyük bir geriye sıçrayışa” ve “arkaikleşmeye” sebep olur. 1917’de Petrograd’daki 4 milyonluk nüfustan geriye, 1929’da sadece 1,7 milyonu kalır. 380 binden fazla işçi üretimden kopmuş ve yalnızca 80 bini işini sürdürmektedir. Bir işçi kalesi olan Putilov fabrikaları çalışanlarının beşte dördünü yitirmiştir. 30 milyondan fazla köylü kıtlığa ve açlığa tanık olmuştur. Harap olmuş kentler, ürünlerine otoriter biçimde el konulan köylere sırtını dayayarak ayakta kalıyordu. “Aslında, devlet, gerileyen bir toplumsal gelişmenin temeli üzerinde şekilleniyordu” der tarihçi Moshe Lewin.

Ayrıcalıklar kıtlık üzerinden ortaya çıkmaktaydı. Bürokratikleşmenin temel kökeni de burada yatar. Sekreterlerine tutturduğu günlüğünde, hasta yatağında Lenin, 1923’te, “bizim dediğimiz aygıt esasında bize son derece yabancı olan ve Çarcı ve burjuva artıkların alaşımını temsil eden bir aygıttır” değerlendirmesinde bulunur. O sene, sanayi fiyatları 1914 öncesinin fiyatlarına göre neredeyse üç misli artarken, tarım ürünlerinin fiyatları yalnızca %50 düzeyinde bir artış göstermişti. Bu orantısızlık kentle köy arasındaki dengesizliği, ve  köylülerin karşılığında alınacak hiçbir şey yokken, mahsullerini kendilerine dayatılan düşük fiyatlardan vermeyi reddetmesini açıklar.

Bolşevik yöneticiler Rusya’daki devrimi her daim bir Avrupa devriminin parçası ve ilk adımı veya en azından Alman devriminin prelüdü olarak tasarlamışlardı. Dolayısıyla 1923’te ortaya çıkan soru şuydu: Avrupa’daki devrimci hareketin muhtemel bir yeniden başlangıcına kadar nasıl ayakta kalınabilir? 1917’de tüm Rus partileri ülkenin sosyalizm için yeterince olgun olmadığını kabul ediyordu, fakat “demokrat” Milyukov’un kendisi de, Rusya’nın demokrasi için bile yeterli olgunluğa ulaşmamış olduğu kanısındaydı. Ancak sağcı bir askeri diktatörlükle sovyetlerin diktatörlüğü seçeneklerinin mevcut olduğunu düşünüyordu. Devrimle karşı-devrim arasında acımasız bir mücadeleydi söz konusu olan.

Lenin’in ölümünün öncesinde bu soruya yanıtlar farklılaşmaya başlar. Stalin ve müttefikleri tarafından savunulan “tek ülkede sosyalizmin inşası” stratejisi, dünya devrimi ihtimallerini Sovyet bürokrasisinin çıkarlarına tabi kılar; Troçki ve Sol Muhalefet olarak adlandırılan akımın geliştirdiği “sürekli devrim” stratejisiyse, Rus devriminin geleceğini dünya devriminin yayılmasına bağlar. Bu karşıt stratejiler temel uluslararası meselelere farklı yanıtlar vermeyi gerektirir: 1927 İkinci Çin devriminde, Almanya’da nazizmin yükselişinde, ve daha sonra İspanya iç savaşında, 1939 Sovyet-Alman paktında ve savaş hazırlıklarında.

Bu iki farklı perspektif, bizzat Sovyetler Birliği’ndeki iç politika tercihlerinde de belirleyici olur. Troçki ve Sol Muhalefet, 1924’ten itibaren Sovyet demokrasisini ve partinin iç hayatını yeniden canlandırmayı hedefleyen bir “yeni yol” önerirler. Tarımla sanayi arasındaki gerilimleri azaltmaya yönelik bir planlama ve sanayileşme politikası savunurlar. Fakat Stalin tarafından gerçekleştirilen, 1928’de Buharin’in savunduğu “kaplumbağa adımlarıyla sosyalizm”den zorunlu kolektifleştirmeye ve birinci beş yıllık planın hızlandırılmış sanayileşmesine yapılan âni dönüşe karşı çıkacaklar – bu politikalar köylerde yıkıma sebep olmuş ve 1932’de Ukrayna’daki büyük kıtlığı yaratmıştır.

Bu denli keskin karşıtlıklar karşısında, kimi tarihçiler Troçki’nin, Lenin’in ölümünden sonraki göreli edilgenliği, Stalin’e karşı amansız bir mücadele başlatma noktasındaki tereddütünü, Lenin’in vasiyetini saklı tutmayı kabul edişini sorgulamışlardır. Troçki’nin kendisi bu konuda mantıklı ve inandırıcı açıklamalarda bulunmuştur. Yirmili yılların ortasında, Troçki işçi ve kentli tabanının bitkin düştüğü bir devrimin kırılganlığının, ve nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturan geri kalmış bir köylülükle birlikte iş görmek gerektiğinin tamamen bilincindeydi. Otoriter bonapartist çözümlere elverişli istikrarsız bir denge durumunda, orduya ve subaylar tabakasına dayanmayı reddediyordu (ki bunların arasında hâlâ büyük bir popülerliğe sahipti)  çünkü bir askeri darbe bürokratikleşme tehlikesini ancak hızlandırma sonucunu doğururdu.

Bununla birlikte siyasal mücadele 1923 yılından itibaren tam anlamıyla başlamıştı. 1926’da, kendini parti hukukuna saygı duyan bir eğilim olarak tanımlayan birleşik bir muhalefet oluşuyordu. Projesiyse rejimin düzeltilmesi ve reforme edilmesi perspektifine sahipti. Mayıs 1927’de İkinci Çin devriminin yenilgisinin ardından, muhalefet, partinin militan tabanına seferberlik çağrısında bulunuyordu. Aynı yılın ekim ayında, devrimin onuncu yıl dönümünde Grigory Zinoviev ve Troçki partiden ihraç edilir. Bu sonuncusu Alma Ata’ya sürgüne gönderilir. Bin beş yüzün üzerinde muhalif tehcire uğrar. Tasfiyeler başlar.

1929’da, felakete dönen bir ekonomik durum karşısında, Stalin partinin sağ kanadına sırtını döner. Birinci beş yıllık planı uygulayarak muhalefetin kimi taleplerine sahip çıkar gibi görünür. Stalin’in politikalarındaki bu değişim Sol muhalefetin parçalanmasını hızlandırır. Muhalefetin kimi prestijli yöneticileri bu “yukarıdan devrimi” bir sola dönüş olarak yorumlar. Teslimiyetler, ayrılmalar birbirini takip eder. Troçki’ye göre Thermidorcu rejime katılanlar bundan böyle “kayıp ruhlar”dır: Sosyalist demokrasi tesis edilmeden, planlama ancak bürokrasinin iktidarını güçlendirmeye yarayacaktır. Böylece kitle hareketlerinin marjlarında uzun ve zorunlu bir sürgün başlar. Bolşevik partinin olduğu gibi Komünist Enternasyonal’in (veya III. Enternasyonal’in) saflarındaki bu iki savaş arası dönemin trajik mücadeleleri içinde troçkizmin ilksel hâlini tanımlayan programatik bagajlar oluşur. Bunlar esas olarak dört noktada özetlenebilir.

1. Sürekli devrim kuramıyla “tek ülkede sosyalizm” kuramı arasındaki karşıtlık

Bu stratejinin unsurları Troçki’nin 1905 Rus devrimi konusundaki denemesinden itibaren ortaya çıkmıştır. Yirmili yıllar boyunca sistematikleştirilerek en bütünlükle ifadelerini 1927 İkinci Çin devrimi ışığında kaleme alınan tezlerde bulurlar:

“Gecikmiş bir burjuva gelişimi yaşayan ülkeler açısından, özellikle de sömürge ve yarı sömürge ülkeler açısından, sürekli devrim teorisinin anlamı şudur: Bu ülkelerde demokrasi ve ulusal kurtuluş görevlerinin tam ve gerçek çözümü, ancak boyunduruk altındaki ulusun ve en önemlisi de köylü kitlelerinin önderi olarak proletaryanın diktatörlüğü ile mümkündür. […] İktidarın proletaryanın eline geçmesi devrimi tamamlamaz, onu başlatır sadece. Sosyalist inşa, ulusal ve uluslararası ölçekte sınıf mücadelesi temeli üzerinde mümkündür ancak. […] Sosyalist devrimin ulusal sınırlar içinde tamamlanması olanaksızdır. Burjuva toplumlarındaki bunalımın temel nedenlerinden biri, bu toplumda yaratılan üretici güçlerin artık ulusal devletin çerçevesiyle bağdaşmamasıdır. Bu emperyalist savaşlara […] yol açar. Değişik ülkeler, değişik tempolarla geçecektir sosyalizme.Geri ülkeler, belli şartlarda, proletarya diktatörlüğüne ileri ülkelerden daha erken ulaşabilirler; ama sosyalizme varışları, ileri ülkelerden daha geç olacaktır.

Sürekli Devrim konusundaki yazılarına 1930’da yazdığı girişte, Troçki, “ulusal mesihçilik” ile “bürokratik açıdan soyut enternasyonalizmin” stalinist alaşımını teşhir eder. Sosyalist devrimin, iktidarın fethinin ardından, toplumun aralıksız biçimde “deri değiştirdiği” bir “daimi iç mücadele” olduğunu ve “bu dönüşüm halindeki toplumun çeşitli saflaşmaları” arasındaki kaçınılmaz çatışmanın bundan ileri geldiğini savunur. Hiç şüphesiz bu teori, “eşitsiz ve bileşik gelişme” yasasının sonucun önceden belli olmadığı bir imkanlar alanını tanımladığı,  çizgisel ve mekanik olmayan bir tarih kavrayışı içinde yer alır. “Marksizm, der Troçki, dünya ekonomisini, ulusal parçaların basit bir toplamı olarak değil, fakat uluslararası işbölümü ve dünya pazarı tarafından yaratılan ve çağımızda ulusal pazarları boyunduruğu altında tutan bağımsız ve dev bir gerçeklik olarak algılayan bir bakış açısından yola çıkar”.

2. Geçiş talepleri, birleşik cephe ve faşizme karşı mücadele

Rus devriminin ışığında beliren sorun, en büyük kalabalığı birlik içinde seferber edebilecek, eylem içinde bilinç düzeyini yükseltebilecek ve egemen sınıflarla kaçınılmaz bir çarpışma perspektifiyle en uygun güç ilişkisini kurabilecek talepler meselesidir. Bu, Bolşeviklerin 1917’de hayati konular çerçevesinde yapmış olduklarıdır: Ekmek, barış, toprak talepleri öne çıkarılmıştır. Burada söz konusu olan, taleplerin içkin erdemlerine dair soyut bir tartışmadan çıkabilmektir. Bu anlayışa göre taleplerin kimileri doğalarından ötürü reformist (kurulu düzene uyumlanabilir) olarak tanımlanırken, diğerleri de yine doğalarından ötürü devrimcidir (bu düzene sokulamayacak türden). Sloganların anlamı somut bir durumla alakalı olarak harekete geçirici değerlerine ve mücadeleye girenler için eğitici değerlerine bağlıdır. “Geçiş talepleri” problematiği, toplumu devrimci bir dönüşüme uğratmadan değiştirebileceğine inanan aşamacı bir reformizm ile sabırlı bir örgütlenme ve eğitim çalışmasının aleyhine, devrimi son gerçekleşme anına indirgeyen bir “büyük gün” fetişizmi arasındaki çelişkiyi aşmakta.

Bu mesele Komünist Enternasyonal’in 5’inci ve 6’ıncı kongrelerinin program konusundaki stratejik tartışmalarının merkezinde bulunan mevzu ile doğrudan ilintilidir.1925’te bu konu üzerine söz alan Buharin 20’li yılların başındaki “saldırı taktiği”nin hâlâ geçerli olduğunu ileri sürüyordu. Buna karşılık 5’inci kongrede Alman temsilci Talheimer birleşik cephe ve geçiş talepleri problematiğini savunuyordu. Şöyle diyordu: “II. Enternasyonal’in oportünist savruluşunun gündelik meselelerle büyük hedeflerin birbirinden ayrılmasıyla başladığını  kavrayabilmek için bu enternasyonalin ve onun dağılışının tarihine bakmak yeterlidir […]. Bizimle reformist sosyalistler arasındaki özgül ayrım, bizim reform taleplerini –onlara hangi adı verirsek verelim– programımızdan silmek ve onları başka bir odaya koymak istememizde değil,  bu geçiş taleplerini ilkelerimiz ve hedeflerimizle en sıkı biçimde ilişkilendirmemizde yatar.”

Mesele 1928’deki 7’inci kongrede, bu sefer bambaşka koşullarda tekrar gündeme gelir. 1929’dan itibaren Türkiye’de sürgünde bulunan Troçki, bu zorunlu emekliliğinden, on yıllık devrimci deneyimin bilançosunu derinleştirmek için faydalanır. Bu tefekkür faaliyeti, 1929’da İstanbul’da basılan Lenin’den sonra Komünist Enternasyonal’deki metinlerin temelini oluşturur. Komünist Enternasyonal’in programının eleştirisinde Troçki, Avrupa Birleşik Sosyalist Devletleri talebinin bir kenara bırakılmasını kınıyordu. Kendi sürekli devrim kuramıyla Buharin’in sürekli saldırı kuramı arasındaki karışıklığı reddediyordu. Faşizmi kapitalist toplum tarafından proletaryaya karşı sürdürülen bir “iç savaş hâli” olarak tanımlıyordu.

Kongrenin hemen ertesinde, SSCB’deki Kulakların tasfiyesine ve zorunlu kolektifleştirmeye paralel bir 180 derecelik dönüşle, Komünist Enternasyonal, sosyal-demokrasiyi temel düşman olarak gören ve nazizmin yükselişi karşısında Alman işçi hareketini ölümcül bir bölünmeye uğratacak “sınıfa karşı sınıf” yönelimini benimsiyordu. Komünist Enternasyonal’in Üçüncü Hata Dönemi başlıklı bir broşürde, Troçki bu yıkıcı seyri, devrimci heyecanla açıklanabilecek bir gençlik goşizmine değil, fakat Kremlin’in ve diplomasisinin çıkarlarına tabi, ihtiyarlığa özgü ve bürokratik bir goşizme düşüş olarak tanımlıyordu. Rus Devrimi’nin Tarihi’nde kitlelerin devrimci eyleme her daim hazır olduğunu soyut biçimde ilan etmektense, onların radikalleşme belirtilerinin ( sendika üye sayılarının, seçim sonuçlarının, grev eğrilerinin) dikkatli biçimde incelenmesi gerektiğinin altını çiziyordu: “Kitlelerin faaliyetleri, koşullara bağlı olarak bambaşka ifade biçimleri alabilir. Kimi dönemlerde, kitle tümüyle ekonomik mücadeleye kendini kaptırıp siyasal meselelere çok az ilgi gösterebilir. Buna karşın, ekonomik mücadele alanında birkaç önemli yenilgi yaşadıktan sonra, dikkatini aniden siyasal alana taşıyabilir.” Almanya Üzerine Yazılar’ında,  nazizmin önlenebilir yükselişini durdurmak üzere gün be gün birleşik eylem önerilerinde bulunur. Bu yazılar konjonktür değişimlerine uyarlanmış parlak bir somut siyasal düşünce örneği teşkil eder. Oysa bu metinler, “Hitler’den sonra [partinin genel sekreteri] Thaëlmann’ın sırasının geleceği”ne dair saçma sapan kehanete bağlı Alman Komünist Partisi’nin “ortodoks” aygıtının tepkilerini üzerine çekmesine neden olur.

1938’de gelecekteki IV. Enternasyonal’in kuruluş programı (veya Geçiş Programı) bu deneyimlerden çıkarılacak dersleri özetliyordu: “Kitlelere, gündelik mücadeleleri süreci içinde, kendi dolaysız talepleriyle sosyalist devrim programı arasında köprü kurmalarına yardımcı olmak gerekiyor. Bu köprüyü günün koşullarından ve işçi sınıfının geniş kesimlerinin reel bilincinden kaynaklanan ve onları kaçınılmaz biçimde tek ve aynı sonuca, proletaryanın iktidarı ele geçirmesi sonucuna ulaştıracak bir geçiş talepleri sistemi oluşturmalıdır […]. IV. Enternasyonal eski “asgari” programın taleplerini canlılıklarını kısmen de olsa korudukları ölçüde bir kenara atmaz. İşçilerin demokratik haklarını ve sosyal kazanımlarını yorulmaksızın savunur ancak böylesi günlük çalışmaları devrimci bir perspektif çerçevesinde yürütür.” Bu talepler arasında, programda ücretlerin ve çalışma saatlerinin düzenlenişinde oynak merdiven, üretim üzerinde işçi denetimi (planlı ekonominin okulu), ticari sırların kaldırılması, “bazı kapitalist grupların mülksüzleştirilmesi”, kredi sisteminin devletleştirilmesi gibi konular üzerinde durulur. Ayrıca sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki ulusal ve demokratik taleplere özel bir önem atfedilir. Bu program, elbette anahtar teslim bir toplum modeli teşkil etmez. Emekçilerin kurtuluşunun bizzat kendi eserleri olacağı bir eylem pedagojisi geliştirir.

3. Stalinizme ve bürokrasiye karşı mücadele

Yirmili yılların başında kimi Sovyet iktisatçıları dünya kapitalist ekonomisinin sonsuz bir durgunluğa gömüldüğü  kanısındaydı. Troçki, göreli bir toparlanma tespitinde bulunan ilk kişilerden biri olmuştur. Bu bağlamda, Sovyet ekonomisini, sosyalist bir ekonomiden ziyade, daimi bir askeri tehdit altında bulunan ve kısıtlı kaynaklarının orantısız bir kısmını savunmaya ayırmak zorunda olan bir ülkenin “geçiş ekonomisi” olarak değerlendirmeye yöneldi. Dolayısıyla söz konusu olan tek bir ülkede ideal bir toplum yaratmak değil, Rus devriminin geleceğinin son kertede bağlı olduğu dünya devriminin yükseliş ve alçalışlarını takip ederek zaman kazanmaktı. Devrimci hareket daha gelişkin ülkelerde zafer elde edemediği sürece, Rus devrimi daha yüksek bir emek üretkenliğine ve daha gelişmiş bir teknolojiye sahip ülkelerin rekabetinin ve genel olarak dünya pazarının baskısı altında kalmaya devam edecekti.

Bu çelişkiler çerçevesinde, Troçki, siyasi iktidar tekeline bağlı toplumsal ayrıcalıklardan faydalanan yeni bir sosyal güç olan bürokrasi tehlikesini ilk algılayanlardan biri olmuştur. En kötü kitabı olan Terörizm ve Komünizmi’den görülebileceği gibi, iç savaş ve savaş komünizmi döneminde otoriter yöntemlerden yana olmakla birlikte, 1923’ten itibaren bürokratikleşmeyi bir toplumsal olgu olarak incelemeye başlar; her ne kadar temel tehlike olarak, NEP’in (Yeni Ekonomi Politikası) yeni zenginlerinden ve Kulaklardan türeyen “yeni burjuvazi”yi görmeye devam etse de. O dönemden itibaren bürokratik karşı devrimin dönemselleştirilmesine dair bu belirleyici mesele Rusya’da ve uluslararası düzeydeki devrimci çevrelerin tartıştığı temel konulardan biri olmuştur. Mevzu, “Sovyet thermidoru”nun tamamlanmış olup olmadığını kavrayabilmekti.

Hakikaten de bürokratik karşı devrim, Ekim devrimine simetrik tek bir hadise değil, eşiklerle dolu, birikime dayalı bir süreçtir. 1917 Ekimi’yle Stalinist gulaglar arasında, basit bir devamlılık ilişkisi değil, baskının ve bürokratik olgunun ağırlığı açısından bir ölçek değişimi söz konusudur. Zorunlu kolektifleştirmeyle eşanlı olarak, Haziran 1929’da tutukluluk sisteminde temel bir reformun yürürlüğe girmesiyle, üç yılın üzerinde bir cezaya çarptırılan mahkumlar için çalışma kamplarını genelleştirilir. 1932-1933’ün büyük kıtlıkları ve iç göçün önemi karşısında Aralık 1932 tarihli bir kararla iç pasaport uygulaması getirilir. 1 Aralık 1934 yasası, büyük terörün hukuki aracını sağlamak üzere oldubitti yöntemlerini yasallaştırır. Böylece, 1936-1938 yıllarının büyük ihraçlarının damgasını vurduğu tam anlamıyla terörist olarak adlandırılabilecek evre başlar. 1934  kongresine katılan delegelerin yarısından fazlası tasfiye edilir. 178 bin kişilik ordunun 30 bin kadrosu tutuklanır. Buna paralel olarak devlet aygıtının istihdam ettiği kişi sayısında patlama yaşanır. Tarihçi Moshe Lewin tarafından ortaya çıkarılan istatistiklere göre, yönetici personel 1928’de 1 450 000 üyeden, 1939’da 7 500 000’e yükselmiştir. Beyaz yakalı sayısı ise 4 milyondan 14 milyona sıçramıştır. Devlet aygıtı, onu denetleyebildiğini düşünen partiyi adeta yutuyordu.

Ülke, bürokratikleşmenin kamçılayıcı etkisi altında, dünyada eşi benzeri görülmemiş bir altüst oluş yaşamıştır. 1926 ile 1939 arasında, şehirlerin nüfusuna 30 milyon kişi eklenir. Ücretli emek gücü 10 milyondan 22 milyona çıkar. Bunun sonucu olarak da şehirler kitlesel biçimde kırsallaşır, ve yeni bir iş disiplini despotça dayatılır. Bu kaçınılmaz dönüşüme milliyetçi bir kabarış ve kitlesel bir kariyerizmin ortaya çıkışı eşlik eder. Tüm bu toplumsal ve coğrafi altüst oluş içinde, toplum bir anlamda “sınıfsız”dı, der alaycı biçimde Moshe Lewin, çünkü tüm sınıflar şekilsiz ve daimi bir kaynaşma içindeydi.

Aralarındaki problematik farklarının ötesinde, Troçki ve Hannah Arendt kadar birbirinden farklı düşünürler, birinci beş yıllık planı ve otuzların büyük tasfiyelerini, bürokratik karşı devrimden (Troçki) veya totalitarizmden (Arendt) bahsetmeyi mümkün kılan niteliksel dönemecin başlangıç tarihi olarak görmek konusunda hemfikirler. Troçki’nin katkısı, bürokratik karşı devrime dair, tarihsel ve toplumsal koşulların saray entrikaları ve aktörlerin psikolojisi karşısında öncelik kazandığı maddeci bir kavrayışın unsurlarını sağlama noktasında olmuştur. Kitlelerin dahil olduğu devasa olayları, üstün önderlerin veya büyük ustaların yaptığı bir “yukarıdan tarih”in kaprislerine indirgemez. Bununla birlikte Troçki’nin bu katkısı bu konudaki tartışmayı sona erdirmez ve onun “ortodoks” ve “heterodoks” mirasçılarını bölen tarihsel bilmeceyi kesinkes çözmez.

Troçki özellikle bürokrasinin özerkleştiği ve iktidarın bir kişinin ellerinde toplandığı sürecin aşamalarını tespit etmeye yoğunlaşır. Ayrıcalıkların somutlaşma derecesi, sınıflar, parti ve devlet arasındaki ilişkiler, bürokratik yönetimin uluslararası politikası bu eşikleri belirleyebilmek için incelenen çeşitli –iç içe geçmiş– işaretlerdir. Bununla birlikte bu reaksiyoner dönüşümün başlıca göstergesi sosyolojik değil siyasaldır: Almanya’da nazizmin yükselişi ve zaferi karşısında Komünist Enternasyonal’in iflasında yatmaktadır. 1937’de Moskova duruşmaları ve büyük terör gırla giderken, Troçki yaklaşımını düzeltir: “Daha önce stalinizmi bir bürokratik merkezcilik olarak tanımlamıştık. Bu önerme bundan böyle geçersizleşmiştir. Bonapartist bürokrasinin çıkarları artık merkezciliğin karma karakterine tekabül etmemekte. Dünya arenasında stalinizmin karşı devrimci karakteri tümüyle yerleşmiştir”. Bu tespitin sonucu da SSCB’ye yönelik düzeltme ve reform çizgisinin terk edilmesi gerekliliğidir: Bundan böyle merkezi görev “bizzat thermidorcu bürokrasinin alaşağı edilmesidir”. Bu yeni devrim de, mevcut toplumsal kazanımlara (devlet mülkiyeti ve planlama) dayanması gerektiğini ölçüde “siyasal” olarak tanımlanmaktadır. Troçki üzerine bir çalışmasında Ernest Mandel stalinizm hakkında şu paradoksal formülü kullanır: “Devrim içinde siyasal karşı-devrim”. Bu muğlak formüller sovyet devletini, bürokratik olarak yozlaşmış işçi devleti şeklinde karakterize etmeye yol açar ve böylece ona fazlasıyla kargaşaya sebep olan bir toplumsal öz atfeder.

Bununla birlikte “siyasal devrim” programı 1927’de Sol Muhalefet Platformu’nda öne sürülen bir dizi demokratik talep de içermektedir: “ 1/ İş gününü uzatmaya yönelik her türden girişimi önlemek; 2/ Ücretleri artırmak, en azından mevcut sanayi verimliliğine bağlı olarak; 5/ İşçilerin kiralarının düşürülmesi…” Bu platform, parti içi anlaşmazlıkları gerekçe göstererek seçilmiş sendika temsilcilerinin görevden alınmasına kesinlikle karşıydı. Devlet makamları karşısında fabrika komitelerinin ve yerel komitelerin tam bağımsızlığını talep ediyordu. Buna karşın, “SBKP’nin sahip olduğu tek parti konumunu” sorgulamıyordu. “Devrim için kesinlikle vazgeçilmez olan” bu durumun bir dizi “özel tehlike” taşıdığını belirtmekle yetiniyordu. 1938’in Geçiş Programı bu konuda esaslı bir değişimi yansıtır. Proletaryanın heterojenliğini ve iktidarın fethinin ötesinde de bu sınıf içinde varolabilecek çıkar çatışmalarını ifade ettiği ölçüde, siyasal çoğulculuk, sendikaların partiye ve devlete karşı bağımsızlığı, demokratik özgürlükler gibi konular Geçiş Programı’nda birer ilkesel mesele halini alır. İhanete Uğrayan Devrim’de bu ilkesel çoğulculuğun teorik temellerini sunar. Sınıflar, “sanki bir sınıfın bilinci onun toplum içindeki yerine tümüyle tekabül edermişçesine” homojen değildir. “İç uzlaşmazlıklarla parçalanmaktadırlar ve ortak hedeflerine ancak eğilimler, gruplar ve partiler arası mücadelelerle ulaşırlar. Kimi kısıtlamalarla birlikte, bir partinin bir sınıf fraksiyonu olduğu söylenebilir, fakat bir sınıf çeşitli fraksiyonlardan oluştuğundan aynı sınıf farklı partiler oluşturabilir”. Böylece Sovyet toplumunun proletaryası “kapitalist ülkelerinkinden daha az değil, fakat daha da çok heterojen ve karmaşıktır, ve dolayısıyla çeşitli partilerin oluşması için hayli elverişli bir zemin sunabilir”. Troçki’nin bundan çıkardığı sonuç, sovyetlerin demokratikleştirilmesinin bundan böyle “çok partililik hakkı olmaksızın düşünülemeyeceği”ydi.

4. Parti ve Enternasyonal Meselesi

Bu, troçkizmin sözünü ettiğimiz bu ilksel hâlinin dördüncü büyük meselesidir. Sürekli devrim teorisinin ve devrimin uluslararası bir süreç olarak kavranışının örgütsel uzantısıdır. Troçki’nin, hayatının en önemli mücadelesi olarak gördüğü yeni bir Enternasyonal için son mücadelesi, Sovyet rejiminin milliyetçi gelişimiyle ve onun öngörülebilir sonucu olan ve 1943’te resmileşen Komünist Enternasyonal’in tasfiyesiyle tam bir karşıtlık içindedir.

Çeviren: Uraz Aydın

Kaynak: Daniel Bensaid, Les Trotskysmes, Que sais-je, PUF, 2002.

Çin Kültür Devriminin Çifte Doğası – Livio Maitan

Çin Kültür Devriminin, altmışlı yıllar boyunca radikalleşen kuşaklar üzerinde büyük bir etkisi olmuştur. Birçoğu bu devrimi idealleştirerek, SBKP’nin 20. kongresinin resmî açıklamalarının ardından Sovyetler Birliği’nin artık oynayamayacağı “Sosyalizm modeli” rolünü ona atfetmişti. Çin’de gerçekleşen bu olaylara dair Marksist bir analiz sunabilmek amacıyla Livio Maitan binlerce resmi Çin belgesini tarayarak, bunların eleştirel bir okumasını yapmıştır. 1969’da, o dönemler revaçta olan idealleştirmelerin akıntısına karşı yaptığı analizi kitap olarak yayınlamıştır (Partito, esercito e masse nella crisi cinese; yay. Samonà e Savelli). İngilizce ve Fransızca’ya çevrilen bu kitabın sonuç bölümünün bir kısmını yayınlıyoruz (1).

Son tahlilde, Kültür devrimi bu kitabın birinci bölümünde açıklanan ve sentezleştirerek incelediğimiz Çin Devrimin bağlamı tarafından belirlenmiştir. Yönetici grup bir çıkış yolu bulmalıydı. Bürokratik sistemin uluslararası krizi ve Stalin’in ölümünün ve 20. kongrenin ardından SSCB’de benimsenen yedek çözümleri reddetmiş olmaları, Çin yöneticilerini bu çıkışı aramaya daha da sevk ediyordu. Devletin tepesinde yaşanan çatışmalar yarattığı kargaşa ve Maocu grubun öncelikle öğrencileri ardından da işçileri ve köylüleri seferber etme kararıyla birlikte, ülkenin toplumsal güçleri bu fırsatı değerlendirerek kendi taleplerini ifade etmeye ve kendi çıkarlarına tekabül eden çözümler dayatmaya başlamıştı.

Yaptığımız tahlil eğer doğruysa, Kültür devrimi bir önceki döneme göre niteliksel bir sıçrama teşkil etmiyor. Çoğu kez pratikte gerçekleştirilmekten ziyade ilan edilmekle kalmış niceliksel değişimlere karşın, ne temel üretim ilişkileri, ne de tarımsal ve sınai üretim aygıtının örgütlenme ve yönetim biçimleriyle toplumsal ve siyasal ilişkiler niteliksel açıdan değişmiştir. İdeolojik düzeyde, yeni söylemler ve vurgular, başka dönemlerde, özellikle de 1958-1960’ta formüle edilmiş anlayışların yeniden kullanılmasının ve devreye sokulmasının yanında zayıf kalmıştır.

Eğer bir yenilik unsuru mevcutsa, bu bir kitle seferberliğinin kışkırtılmasında değil (çünkü Parti’nin ve Halk Cumhuriyeti’nin tarihinde bu daha önce görülmüştür), bu seferberliğin aygıtın normal kanalları ve mekanizmalarının dışında tasarlanmış olmasında yatar. Ve böylesi bir dinamik kazanması da bundan kaynaklanır, özellikle de seferberlik derinleşip yayıldıkça. Oysa bu unsur bile, her ne kadar önemli olsa ve gelecekte bazı gelişmeleri tetikleme potansiyeli taşısa da, kendi başına belirleyici değildir. Belirleyici kriter, bu unsurun temeldeki siyasal ilişkiler üzerinde ne denli etkili olduğu meselesinde yatar. Son safhada, aygıtın geçmişe oranla ancak kısmi biçimde ve yüzeysel düzeyde değişerek yeniden şekillendiğini daha önce görmüştük. Bu nedenle Kültür devrimi esasında devrimin zaferinden ve daha sonraki bürokratik evrim sürecinden doğan toplum çerçevesinde reformist bir hareket olmuştur. “İktidar fetihleri” alt düzeylerle sınırlı kalmış ve iktidarın belirleyici merkezlerine yayılamamıştır: Bu da Kültür devriminin doğasının açık bir tasdikidir.

Kültür devriminin bu karakterizasyonu çeşitli görünümlerinin karmaşıklığını gözardı etmez. Bir yandan, son aşamada kendi hakimiyetini dayatmayı beceren bürokratik aygıtın bir kesiminin siyasal operasyonunu, öte yandan tepenin yönetiminden ve denetiminden kaçmaya meyleden bir dinamik uyarınca toplumun en geniş katmanlarının seferberliğini içeren hareketin bu ikili doğasını kavrayabilmek Çin’deki son üç senenin krizini anlamanın temel koşuludur. Bu deneme, yorumumuzun kanıt yerine konan iddialardan veya önceden hazırlanmış şemalardan çıkarsanmayıp, resmi kaynaklardan dolaylı veya dolaysız olarak teyit edilebilecek büyük miktarda analitik veriye dayandığını gösterebilmelidir.

Karakterizasyonumuz, çeşitli sınıflar, çeşitli toplumsal gruplar arasındaki ilişkilerde meydana gelen yer değiştirmeleri de yok saymaz: Bu türden değişimler, esasında her gerçek reform hareketinde görülen tipik gelişmelerdir.

Geçmişin bir kalıntısı olan ayrıcalıklı tabaka (ulusal burjuvazi) ağırlığının azaldığına tanık oldu, özellikle de ekonominin yönetiminde ve “iktidar fetihlerinin” gerçekleştiği idari düzeylerde (her ne kadar kimi arızi durumlar dışında tazminat ödemelerinin yürürlükten kaldırılması kararı alınmadıysa da). Köylerde, komünlerin üst tabakaları yapısal konumlarını yitirmediler fakat alt tabakaların eylemliliğinin önceliğine yeniden vurgu yapılması üzerine Kültür devriminden ideolojik ve politik açıdan zayıflamış biçimde çıktılar. Aldığı ücretler ile yaşam ve çalışma koşulları açısından oldukça farklı bir konumda bulunmayı sürdüren işçi sınıfı ise, piramidin temelinde yani üretim birimi düzeyinde dolaysız veya deforme biçimde etkisini artırır. Bu etki artışı daha düşük ölçüde olmakla birlikte ara düzeylerde de hissedilir. Egemen tabakanın içinde güç kazanan askeri bürokrasidir, özellikle de krizin en can alıcı anlarında. İlk başlarda Kültür devriminin öncüleri, belirli ayrımlar yapmak mümkün olduğu ölçüde, siyaset bürokrasisinin konumlarını güçlendirmeyi hedefliyordu; fakat bu amaca ne denli ulaşılabildiğini söylemek zordur (Mao’nun çevresindeki merkezi grubun konumlarının sağlamlaşması genel olarak bürokratik katmanların otomatik biçimde güçlendiği anlamına gelmez, ki bu kesimlerin kitle hareketinin doruk noktalarında sert bir sarsıntı geçirdiği yadsınamaz). Tam tersine, öyle görünüyor ki ekonomik ve teknokratik kesimler 1961 ve 1965 arasında kazandıkları konumların birçoğundan vazgeçmek durumunda kalmıştır. Daha genel düzeyde, Kültür devrimi siyaset bürokrasisinin bilgilerine, dürtülerine –ve çıkarlarına– daha çok tekabül eden ve onun hegemonyasını daha da destekleyecek kavrayışları ve çözümleri yeniden devreye sokmuş ve dayatmıştır (ne zamana kadar? Bu hâlâ bir soru işareti). (…)

Mao Çe-Tung’un kişiliği, iktidarın ele geçirilmesinin öncesinde de sonrasında da, devrimin seyrinin çelişkilerini ifade eder ve sentezleştirir. Mao 1927’den itibaren Stalinist Komintern’in siyasetini eleştirmiş ve Parti yönetimi tarafından benimsenen oportünist uzlaşmanınkinden farklı bir doğrultuya sahip bir çizginin anahatlarını çizmiştir. Bununla birlikte, uzun yıllar boyunca Komünist partilerin ortodoksluğunun dışına çıkmamış ve Partinin yönetiminde ve örgütlenmesinde temelde Stalinist kriterler uygulamıştır: Bugün bile hâlâ, büyük bir Marksist-Leninist olarak gördüğü Stalin’in savunusunu yapmakta ve onun yirmili ve otuzlu yıllardaki olaylara ilişkin yorumlarını benimsemeyi sürdürmektedir. Birçok kez komünist hareketin en sağcı tutumları arasında yer alan yönelimleri sahiplenmiştir, yalnızca ulusal burjuvazilerle değil, 1925-1927 Çin devrimi Çan Kay Çek’in Kuomintang’ının doğasını açığa vurduktan sonra bile bu partiyle işbirliğini savunmuştur. Oysa, 1946-1947 yükselişi sırasında belirleyici bir tercih yapma aşamasında bulunduğunda, Stalin’in iradesini ve “tavsiyelerini” bir kenara bırakıp köylü ayaklanması kararını almış ve kızıl orduyu ülkenin fethine doğru sürüklemiştir: On yıl sonra komünist hareketin solunun başlıca sözcüsü olacağı bir mücadele başlatır.

Mao, kapitalizmin alaşağı edilmesinde yönetici rolünü üstlenen Parti’nin başında bulunmuş, fakat zaferin ardından bir bürokratikleşme sürecini yönetmiştir, ta ki belirli bir andan itibaren bunun sonuçları onu telaşa düşürene kadar. Kitlelerin her konuda karar vermesi gerektiğini ve onların okulundan geçmek gerektiğini ilan etmiş ve ettirmiştir, fakat kendi kişiliğinin sınırsız kültünün simgesi haline geldiği otoriter bir paternalizme dayalı, siyasal açıdan en uç düzeyde merkezileşmiş ve monolitik eğilimli bir sistem kurmuştur. Sovyetlerin eski sömürgelere yönelik siyasetini eleştirerek emperyalizme karşı amansız bir mücadele vermenin gerekliliğini savunmuş, ama aynı zamanda Endonezyalı komünistlerin katledilmesine sebep olan ve Pakistan’daki taraftarlarını felç eden burjuvaziyle işbirliği ve uzlaşma çizgisini esinlemiştir. Kendisini bürokrasi karşıtı mücadelenin sözcüsü olarak sunmuş fakat Stalin’e, yani bürokrasinin ideolojik hegemonyasını ve egemenliğini en iyi temsil eden kişiye sahip çıkmayı sürdürmüştür. En geleneksel biçimde mısralar kaleme almış ve belirgin bir edebi değere sahip söylevlerde bulunmuştur, ancak, sanatsal ifadeyi kaba bir propaganda aracına indirgeyen en sert jdanovculuktan esinlenen kampanyalar yürütmüştür. Böylesine çelişkili bir kişilik –tıpkı ifade ettiği toplumun, siyasal grubun ve toplumsal tabakanın çelişkili olduğu gibi– hakkında yapılacak değerlendirme ancak diyalektik olabilir ve verili bağlamlarda nesnel olarak oynamış olduğu, halen oynadığı ve oynayacağı rolle bağlantılı olmalıdır. Aksi halde anlayamama veya methiyeci yüceltme gibi iki zıt engelden kaçınmak mümkün olmaz.

Fakat Mao’nun ve Maoculuğun ötesinde, esas mesele Çin devriminin perspektiflerine ilişkin olandır. Çin toplumu içinde hapsolduğu çelişkiler döngüsünden ancak iki temel koşulda çıkabilir: Kendi ülkesindeki sosyalizm inşasını, eski toplumun mirası olan ulus-devletlerin engellerini yıkarak uluslar-üzeri bir sosyalist inşanın organik bağlamı içine yerleştirmek ve işçilerin ve köylülerin hakikaten yönetici bir rol üstlenmelerini ve temel sorunları kendi çıkarları ve özlemleri açısından çözmelerini, yeni ayrıcalıklı tabakaların çıkarlarının ve hedeflerinin araya girmesiyle şekilsizleşmemiş bir sosyalist inşanın ihtiyaçları açısından çözmeyi sağlayacak gerçek bir demokrasi kurmak. Ancak bu yolda ilerlendiği taktirde, bürokratik yozlaşmanın temelinde yattığı ve aşılmasını engellediği ve geciktirdiği geri kalmışlık koşullarının üstesinden gelinebilecektir.

Bürokrasiye karşı tamamlanmış veya tamamlanma yolunda olmaktan uzak gerçek mücadele hâlâ başlatılmayı bekliyor. Bu, tabanın kopuşa, niteliksel bir sıçramaya, kısacası devrime yönelik bir mücadelesi olmalıdır. Bu mücadele, ne denli geniş olsa ve putkırıcı görünmek istese de, her türden reform ve auto-reform hareketinden niteliksel açıdan farklı olmak zorundadır.

Çeviri: Uraz Aydın

(1) Bu yazı Livio Maitan’ın, Le parti, l’armée et les masses dans la révolution culturelle chinoise (çev. Anna Libera; Coll. Livres Rouges, François Maspéro, Paris 1971) [Çin Kültür Devriminde Parti, Ordu ve Kitleler] kitabının “Kültür Devriminin Anlamı ve Çin’in Toplumsal Doğası” başlıklı 16. bölümünden alışmıştır. IV. Enternasyonal’in siyasal analiz dergisi Inprecor’un Livio Maitan özel sayısında (no. 498-499, Ekim-Kasım 2004) yayınlanmıştır. Çeviri ise Yeniyol’un Yaz 2008 tarihli 30’uncu sayısında yayınlanmıştır.

Rosa Luxemburg ve Anarşizm – I: “Anarşist Çocukluk Hastalığı” – Daniel Guérin

Daniel Guérin (1904-1988) yirminci yüzyılın tüm önemli mücadelelerinde hazır bulunmuş, ardında kayda değer bir kuramsal-tarihsel külliyat bırakmış, Marksist kökenli bir liberter komünist. 1930’lu yıllardan itibaren işçi sınıfı mücadelesi içine atılan, Pierre Monatte ile devrimci sendikacılık akımı içinde yer alan, Troçki, Beckett, Ionesco, Sartre veya CLR James gibi çok farklı çevrelerden kişilerle yazışan, ahbaplık geliştiren Guérin çeşitli düzeylerde sınıf içinde örgütsel inşa faaliyetleri içinde bulunmuş, (o dönem kullanılan ifadeyle) “eşcinsel” mücadelesinin sosyalist hareket içindeki öncü neferlerinden biri olmuş ve sömürge karşıtı kavganın başını çeken bir isim olmuştur. Leninist örgütlenme ve devrimci strateji anlayışına ve kendi ifadesiyle “Jakoben” devrimci yaklaşımlara her daim eleştirel yaklaşmışsa da özellikle ikinci dünya savaşı sırasında ve sonrasında Norveç’te, Fransa’da, ABD’de Troçkist hareketle birlikte çalışmış, bir dönem IV. Enternasyonal üyesi olmuştur. 1789 Fransız İhtilali’ndeki sürekli devrim dinamikleri hakkında kapsamlı bir tarih çalışmasının yanı sıra faşizm hakkındaki kitapları kendi alanlarında önemli referanslar haline gelmiştir. Bunlar Türkçe dahil olmak üzere çeşitli dillere çevrilmiştir[1]. Ayrıca cinsel devrim, ABD işçi hareketi, Siyahların özgürlük mücadelesi gibi konularda da bir dizi eseri bulunmaktadır. Marksizmi geride bırakıp anarşizmi, tercih ettiği bir ifadeyle “liberter komünizmi” benimsedikten ve teorik bağlamda bu fikriyatı derinleştirmek için şümullü bir çalışmaya giriştikten (önemli bir antoloji derlemiştir) sonra da hem Marksizmle ilgilenmekten (Troçki’nin ve Luxemburg’un kimi yazılarını derleyip bastırır) hem de bu iki akım arasındaki ilişkilere odaklanmaktan vazgeçmez. Sosyalizm fikrinin yeniden canlanması için Marksizmin bir “anarşist aşıya” veya “banyoya” ihtiyaç duyduğunu ifade ederken hem “yozlaşmış otoriter Marksizme” hem “fosilleşmiş ve modası geçmiş eski anarşizme” karşı çıkar. Ama mesela Troçki’nin veya Rosa Luxemburg’un kendisi için her dönem çok temel referanslar olarak kalması veya 1971 gibi geç bir tarihte Marksist iktisatçı ve IV. Enternasyonal’in başlıca figürlerinden olan Ernest Mandel’le ortak bir kitap yazması aşağıdaki yazıda veya başka metinlerinde görebileceğimiz gibi başlıca Marksist teorisyenlerle sert tartışmalara girmesini (ve yumuşak sayılamayacak bir dil kullanmasını!) engellemez. Mayıs 1968’den sonra kitlelerin öz-eylemliliğinin önemini tartışmak üzere kaleme aldığı Rosa Luxemburg ve Devrimci Kendiliğindencilik (Flammarion, 1971) isimli kitapçığının “Rosa ve Anarşizm” başlıklı bölümünü üç kısım halinde yayımlıyoruz. İyi okumalar.

İmdat Freni 

Kınanan Anarşizm

Anarşizm her zaman için Alman sosyalistlerinin kara koyunu olagelmiştir. Daha 1870 öncesinde Birinci Enternasyonal bünyesinde Bakunin, burjuva liberal partilerle (henüz bu ifade kullanılmıyor iken) bir halk cephesine girişmiş olan sosyal-demokrasinin şeflerinin parlamenterist sapmasını sert şekilde eleştirmişti. Muğlak ve Marksist-olmayan Volkstaat, “halkçı devlet” sloganını öylesine kuvvetli ve ısrarlı biçimde teşhir etmişti ki, Marx ve Engels de bu oportünist sloganı mahkûm etme kararı almak durumunda kalmışlardı[2].

İspanya’da 1873’ün devrimci olayları sırasında Bakunincilerin tutumunu hakaretlerle karşılayarak Engels daha sonra intikamını almıştı[3].

1872’de Enternasyonal’in Lahey kongresinde Bakunin taraftarları olabilecek en kötü niyetli gerekçeler ve yöntemlerle ihraç edilmişti -çok daha sonraları bu ihraçlar Rosa Luxemburg tarafından alkışlanacaktı[4]. Birkaç sene boyunca “anti-otoriter” denilen ve salt anarşistlerden oluşmaktan uzak olan, ihraç edilmişlerle dayanışma amacıyla çok sayıda sosyalistin de katıldığı bir Enternasyonal’in ayakta kalmış olması, kendi Enternasyonal’lerini steril biçimde New York’ta dinlenmeye çekmiş olan Marksistleri bir hayli hiddetlendirmişti.

Fakat birden çok kez anarşist heyula Alman sosyal-demokrasisinin görünürde fethedilmez kalesinin içinde ortaya çıkar. Bilinmez olduğu kadar değerli bir militan, Johann Most, Şansölye Bismarck’ın anti-sosyalist istisna yasaları karşısında partinin gösterdiği yasalcı yumuşaklık karşısında isyan etmişti. Bu “suçu” için 1880’de İsviçre topraklarında gerçekleştirilen bir kongrede ihraç edilir; daha sonra anarşizme katılan Most, Şikago şehitlerinin idamıyla sonuçlanacak olan hareketi örgütlemek üzere ABD’ye gidecekti[5].

İstisna yasaları 1890’da kaldırıldıktan sonra normale dönüş parti bürokrasisine karşı anarşizan bir muhalefet hareketinin oluşmasını tetikler. Kimi büyük merkezlerde, parti yönetimi ve meclis grubu sosyal-demokrasiyi parlamentarizm batağına sokmakla suçlanır. Bu goşizmin başlıca sözcüleri genç insanlardı. Bu nedenle onlara Junge, gençler dendi. Berlinli matbaa işçisi Werner sözcüleri olur. Werner, aralarında Bebel’in de bulunduğu parti “diktatörlerini” küçük burjuva reformizmiyle, sınıf uzlaşmacılığıyla suçlar. İzledikleri yol “kesinlikle çileden çıkarıcı” olarak değerlendirildiğinden aralarından iki kişi 1891’de Erfurt kongresinde ihraç edilir. Çok vakit geçmeden “Gençler” ömrü kısa sürecek bir bağımsız sosyalistler partisi kurar; fakat çok gecikmeden bir kısmı eski evlerine dönerken, diğerleri de kendilerini liberter olarak ilan eder ve “anarşist sosyalizmin yayın organı” Der Sozialist’i yayınlar[6].

Sosyal-demokrasinin büyük üstadı Wilhelm Liebknecht alınacak tutumu belirler. “Hiçbir önemi olmadığını” ısrarla vurguladığı anarşizm yakasını bırakmayan bir kâbus gibidir. Onu “güçsüzlük”le nitelendirirken şu sözleri söylemekten çekinmiyordu: “Anarşizm karşı-devrimcidir, öyle de kalacaktır”[7].

Rosa Luxemburg, Alman sosyalizmindeki kariyerinin başında, özellikle de kendi yerini edinebilmek üzere “anarşist çocukluk hastalığı”nı teşhir etmek durumunda olduğunu düşünüyordu. Bununla birlikte bu tehdidin oportünist revizyonizminki kadar ciddi olmadığını kabul ediyordu. Öte yandan, bugünden dönüp baktığımızda Junge’ye karşı, onların “anarşizme meyline”, “siyasal iflasa yönlendiren” “tümüyle olumsuz ajitasyonlarına” karşı çok sert bir dil kullandığını, “bugün hala anarşist hülyaya tutunabilmenin iyiden iyiye bir şapşallık gerektirdiğini” iddia ettiğini hatırlamak gerek.[8]

Çok daha sonraları, 1918’in sonunda Spartakist olan kadın devrimci, doksanlı yılların başında “Alman işçilerinin saflarında beliren” “gerici yasalcılığa karşı aşırılıkçı doğrudan mücadele girişimi”ni bu kez sempatiyle anacaktır. “Partinin sol kanadının militanları, tümüyle parlamenter yönde bir yozlaşmayı önlemek için bu kendiliğinden gelişen tepkiye sırtını dayamaya çalıştı” der Luxemburg. Bebel ve dostları o zamanlar ihtiyar Engels’i “Alman işçi hareketinin bir anarşist sapmanın tehdidi altında” olduğuna inandırmaya vakfetmişlerdi kendilerini. Sonraları ise anarşizmin bu geleneksel teşhiri Luxemburgcu sol muhalefete karşı dönecektir ve “parlamentarizme karşı her türden direnişi mahkûm etmek ve parçalamak” için Kautsky tarafından kullanılacaktır. O direnişler ki “anarşizm, anarko-sendikalizm veya en uç haliyle anti-Marksizm olarak adlandırılarak aforoz” edilecektir.[9]

Anarşizm bir kez daha sosyal-demokrasi içinde Dr. Friedeberg’in temsil ettiği eğilimle birlikte başını kaldıracaktır. Friedeberg hem genel grevin hem de “saf” ve anti-parlamenter sendikalizmin inatçı ve bir o kadar da dar kafalı bir taraftarıydı. Almanya gibi sendikaların sosyalist hareketten de daha reformist olduğu bir ülke için hayli paradoksal bir tutumdu bu. 1903 Dresden, 1904 Bremen kongrelerinde ve aynı sene Amsterdam’daki uluslararası sosyalist kongrede bu devrimci mücadele yöntemini savunmak üzere çok sayıda söz alır. Aynı konu hakkında bir konferans yapar ve Amsterdam’daki vasat söylevini broşür olarak yayımlar[10]. Paris’te, 1905’te genel grev hakkındaki araştırmasında Hubert Lagardelle “Friedeberg’in propagandasının yarattığı heyecanın durulmuş olmaktan uzak” olduğunu yazar[11]. Amsterdam’da Friedeberg hatırlatılmayı hak eden bir açıklamada bulunur: Kitle grevi konusundaki uzlaşma kararına oy vermeyeceğini söyler “çünkü bu anarşizm ile sosyalizm arasındaki mesafeyi genişletmeye yöneliyorken ben tam aksine bu mesafenin ortadan kalkmasını istiyorum”[12]. Islıkla protesto edilir. Genel grevin iki ateşli taraftarı olan Karl Liebknecht ile Clara Zetkin Bremen’de, Friedeberg’in yaklaşımını “ölçüsüz” bularak eleştirir[13].

Genel Grev ve Kitle Grevi

1905 Rus devriminin ışığında Rosa, partisinin Engels’ten miras aldığı genel grevin mahkûm edilmesi anlayışını sorgular. Elbette ki, der Luxemburg, “Rus devrimi Marksizmin kitle grevi konusundaki bakış açısında temel bir revizyonu gerekli kılıyor”. Hatta terimler konusunda taviz vermeye kadar gider: Rus devrimi “yalnızca kitle grevinin değil (…) genel grev fikrinin” de olgunlaşmasını sağlamıştı. Ancak aynı zamanda, Alman partisindeki reformist ve anti-anarşist hasımlarına karşı kendini korumak için anarşizme sert eleştiriler getirmeyi gerekli gördü.

Böylece, bu konuda haksız çıkmış olsa da yine de haklı olan Marksizmdi! Bu konudaki yargısını gözden geçirerek “yeni bir biçim altında zafer” elde ediyordu! Marx ve Engels, şüphesiz bu mesele hakkında yanılmıştı ama haksız değillerdi. Papalar hiçbir zaman haksız olmaz. Bu, “anarşizm hakkındaki eleştirilerinin yanlış olduğunu göstermiyordu”. “Rus devrimi anarşizmin iade-i itibarını değil onun tarihsel tasfiyesini” ifade ediyordu. “Bakunin’in vatanı onun öğretilerinin mezarı haline gelecekti”.

Rus sosyal-demokrat partinin kitlelerin tabandaki hareketi tarafından sürüklendiğini savunurken bir yandan da Rosa “devrimci eylemin yanı sıra kitle grevinin de tüm liderliğinin sosyal-demokrat örgütlerin ellerinin arasında” olduğunu ve “anarşistlerin ciddi bir siyasal eğilim olarak Rus devriminde kesinlikle var olmadığını” ileri sürüyordu. Bir avuç “anarşistin” veya öyle olduğunu iddia edenin birkaç şehirde “işçi sınıfı içindeki kargaşayı ve şaşkınlığı” beslemekten başka bir işi yoktu. Ve gerçekleri şekilsizleştirmekten hakarete geçiyordu: Anarşizm “hırsızların ve kaba yağmacıların tabelası”, “devrimin savaş gemilerinin yanında dolanan bir köpekbalığı sürüsü gibi gürleyen” karşı-devrimci Lumpenproletaryanın adı olmuştu. Luxemburg, arzularını gerçek sanarak böylece “anarşizmin tarihsel kariyerinin kesinkes sona erdiğini” iddia ediyordu[14].

Ne var ki Alman sosyal-demokrasisinin sağından fırlatılan bu safra Rosa’yı partisinin bürokrasisinin, hatta da daha fazla sendikal bürokrasinin öfkesinden koruyamadı; bizzat kendisinin de anarşist ve anarko-sendikalist sapmaya kapılmış olduğu suçlamalarından kaçabilmesini sağlayamadı. Reform mu Devrim mi?’de talep odaklı sendikal eylemi “Sisifos çabası” olarak değerlendirmişti Rosa Luxemburg çünkü proletarya tarafından koparılan tüm kısmi reformlar burjuvazi tarafından kemiriliyordu. 1908’de İktidar Yolu isimli kitabında Kautsky de, ihtiyatsız biçimde bu ifadeyi benimsiyordu. Sendikalar Genel Komisyonu, intikamcı bir broşürle yanıt verir: Sisifos Çabası veya Olumlu Sonuçlar. Burada Rosa Luxemburg’la Kautsky aynı kefeye konularak “anarko-sosyalist” olmakla itham edilir[15]. Daha sonra, 1913’de taraf değiştirdikten sonra, bu kez Kautsky’nin kendisi Rosa’yu “anarko-sendikalist” olmakla suçlar ve 1906 tarihli Rus devrimi hakkındaki broşürünü “sosyal-demokrat ve anarşist kavrayışların bir sentezi” olmakla eleştirir. [16]

Dolayısıyla Rosa’nın anarşizme lanet okumaları, kendini ondan ayrıştırmaya dönük çabaları büyük oranda dilsel düzeydeki tedbirler, kendini savunmaya dönük düzeneklerdi. Peki gerçekte anarşist genel grev ile kitle grevi denen şey arasında bir fark var mıydı?

Kimsenin liberterlere karşı bir yakınlık duyduğundan şüphelenmeyeceği yaşlı Guesde’ci Bracke, 1904’te, partisinin bir kongresinde şöyle diyordu: “Almanlar birkaç zamandır anarşist anlayışla bağlantılı olduğu için adına genel grev demekten çekindikleri bir meseleyi konuşuyorlar: kitle grevinden söz ediyorlar”.[17]

J.-P. Nettl, malumatlı biyografisinde sayfalar boyunca rakip iki anlayış arasındaki bariz hısmiyeti göstermiştir[18].

Çeviri: Uraz Aydın

Yazının başlığı, bölümlemeye uygun olacak biçimde İmdat Freni tarafından değiştirilmiştir.


[1] Fransa’da Sınıf Mücadeleleri (1793-1795), çev. Yavuz Alogan, Yazın yayıncılık, 1986; Faşizm ve Büyük Sermaye, çev. Bülent Tanör, Habitus, 2014; Kahverengi Veba, çev. Volkan Yalçıntoklu, 2013.

[2] Engels’in Bebel’e mektubu, 18-28 Mart 1875, Yvon Bourdet, Communisme et Marxisme, 1963, s.96. Ayrıca Bkz. D. Guérin., L’Anarchisme, 1965, s. 26.

[3] Engels, Die Bakunisten an der Arbeit 1873.

[4] R. Luxemburg, Le Socialisme en France (1898-1912), 1971, s. 158. (Derleyen Daniel Guérin).

[5] Rudolf Rocker, Johann Most, Das Leben eines Rebellen, Berlin, 1924; D. Guérin, Le Mouvement ouvier aux Etats-Unis 1867-1967, 1968, s. 14. 

[6] Albert Milhaud, La Démocratie socialiste allemande, 1903, s. 49-50.

[7] Bkz. Domela Nieuwenhuis, Le Socialisme en danger, 1897, s. 21, 91, 255.

[8] R. Luxemburg, Réforme ou Révolution?, s.88; “Nachbetrachtungen zum Parteitag”, 14 Ekim 1989, G.W. cilt III, Berlin, 1928, cilt III, s. 151

[9]  R. Luxemburg, Discours sur le Programme [Program hakkında söylev] in André ve Dori Prudhommeaux, Spartacus et la Commune de Berlin, Cahiers Spartacus, Ekim-Kasım 1949, s. 70-71.

[10] Dr. R. Friedeberg, Parlementarismus und Generalstreik, Berlin, Ağustos 1904, s. 29-30. Freideberg burada, başka şeylerin yanı sıra genel grevin “etik” değerini savunur.

[11] Hubert Lagardelle, La Greve générale et le socialisme. Enquete internationale, 1905, s. 217.

[12] Günümüzün liberter komünizminin öncüsü olan Friedeberg broşürünün önsözünde sosyalist ideal ile anarşist idealin birleşmesini diliyordu. 

[13] Sixieme Congres international tenu a Amsterdam du 14 au 20 aout 1904, compte rendu analytique, Bruxelles, 1904. [Amsterdam’daki Altıncı Uluslararası Kongre’nin analitik raporu, 1904]; Lagardelle, s. 302, 306.

[14] R. Luxembourg, Greve de masse, parti et syndicat, Maspero, 1964, s. 94-96. [Kitle Grevleri, Parti ve Sendika]

[15] Réforme ou Révolution?, s. 64; Paul Frölich, Rosa Luxemburg, s.88.

[16] Kautsky, Der politische Massenstreik, Berlin, 1914, 202-203.

[17] Fransız Sosyalist Partisi’nin Lille kongresi, 9-11 Ağustos, 1904

[18] J.-P. Nettl, Rosa Luxemburg, Cilt I, 1966, ss. 297, 425, 429, 437, Cilt II, ss. 496-499.

Paris Komünü: Kaplanın Geçmişe Sıçrayışı – Michael Löwy

18 Brumaire’de Marx proleter devrimlerin, burjuva devrimlerinin aksine, şiirlerini geçmişten değil gelecekten aldığını ifade ediyordu. Haklıydı da muhtemelen: Toplumsal devrimler her zaman için beklenmedik ve yenilikçidir, yeni örgütlenme ve mücadele biçimleri icat ederler. Fakat aynı zamanda Marx’ın yanıldığını düşünüyorum: Her devrim ilhamını, şiirini geçmiş devrimlerden çekip çıkarır. Walter Benjamin’in vurguladığı gibi her devrim bir “kaplanın geçmişe sıçrayışı”dır: 1871 Paris Komünü için bu durum bilhassa geçerlidir; başlıca referanslarından birini 1793-94’ün Paris Komünü teşkil etmiştir. Daha ileride göreceğimiz gibi aynı durum, 1871 Paris Komünü’nden ilham alan Rus devrimi için de geçerli olmuştur. 

Tarihin tüm büyük devrimleri gibi Komün de, Daniel Bensaid’in Marx ve Engels’in 1871 hakkındaki yazılarına yazdığı o güzel girizgahta[1] gözlemlediği gibi, günlerin olağan seyrini durduran bir hadise, duvar saatlerinin mekanik zamanından bir kopuş, geçmişin, şimdinin ve geleceğin görevleri arasında patlayıcı bir bileşim oluşturmuştur.

Immanuel Kant’ın Fransız Devrimi hakkındaki değerlendirmesinde yazdığını Paris Komünü’ne uyarlayabiliriz:

“Elverişli koşulların meydana gelmesi vesilesiyle halklar tarafından tekrar anılmamak ve bu türden yeni teşebbüslerde referans alınmamak için fazlasıyla büyük, insanlığın çıkarlarına fazlasıyla bağlı bir hadise”.

Komünün 2021’deki 150’nci yılı 1871 savaşçılarını anmak için ama aynı zamanda onların bu teşebbüsünün bugünün mücadeleleri bakımından taşıdığı önem hakkında düşünmek için de bir fırsat oluşturuyor. 

  1. Ezilenlerin Geleneği

Paris’teki Père Lachaise mezarlığında, “Federe’ler Duvarı” adıyla bilinen bir duvar vardır. Mayıs 1871’de Versay birlikleri tarafından Paris Komünü’nün son savaşçıları burada kurşuna dizilmiştir. Her sene, binlerce –ve bazen de, 1971’de olduğu gibi on binlerce– insan, Fransa’nın yanı sıra dünyanın dört bir yanından gelerek, işçi hareketinin bu önemli hafıza mekanını ziyaret eder. Tek başlarına veya yürüyüşler kapsamında, kızıl bayraklar ve çiçeklerle gelirler, bazen de Komünarların ezgisi haline gelmiş eski bir aşk şarkısını söylerler: “Kiraz Mevsimi”. Burada anılan bir insan, bir kahraman veya bir büyük düşünür değil, unutmayı reddettiğimiz, bilinmeyen, tanınmayan bir insan kalabalığıdır.

Walter Benjamin’in “Tarih Kavramı üzerine” tezlerinde (1940) söylediği gibi, özgürlük mücadelesi geleceğin yanı sıra mağlup kuşaklar adına da verilir; köleleştirilmiş ataların ve onların mücadelelerinin anısı devrimci düşüncenin ve eylemin ahlaki ve siyasal büyük ilham kaynaklarından biridir.

Dolayısıyla Paris Komünü, Benjamin’in “ezilenlerin geleneği” olarak adlandırdığı ve madun sınıfların, bir an için tarihin sürekliliğini, tahakkümün sürekliliğini kırmayı başardığı ayrıcalıklı (“mesiyanik”) uğraklardan biridir. Bunlar, her seferinde yeni mücadeleler için kerteriz noktası ve örnek teşkil edecek kısa –fazla kısa–  hürriyet, özgürleşim ve adalet dönemleridir. Komün, 1871’den beri devrimcilerin tefekkürünü ve pratiğini beslemiştir, öncelikle Marx’ın –ve de Bakunin’in–, daha sonra da, 20.nci yüzyılda Troçki’nin ve Lenin’in.

2. Marx ve 1871 Komünü

Birinci Enternasyonal içindeki anlaşmazlıklarına rağmen, Marksistler ve liberterler Paris Komünü’ne, modern tarihin bu ilk büyük “proleter iktidarı” girişimine destek verme konusunda kardeşçe işbirliği içinde olacaktır. Elbette Marx’ın ve Bakunin’in bu devrimci olay konusundaki tahlilleri karşıt kutuplarda bulunuyordu. Marx’ın tezlerini şöyle özetleyebiliriz: 

“Komüne katılan az sayıdaki inanmış sosyalistin durumu son derece zordu… Versay’ın hükümetinin ve ordusunun karşısına devrimci bir hükümet ve orduyla çıkmaları gerekmişti”.

İki hükümeti ve iki orduyu karşı karşıya getiren Fransa’daki iç savaşın bu okumasına karşılık, Bakunin’in devlet-karşıtı bakış açısı son derece açıktı:

“Paris Komünü bizzat devlete karşı, toplumun bu doğaüstü yaratığına karşı yapılmış bir devrimdi”.

Dikkatli ve bilgili okur kendiliğinden düzeltmiştir: ilk başta aktardığım görüş… Bakunin’in “Paris Komünü ve Devlet kavramı”ndan alınmıştır. İkincisi ise Marx’ın “Fransa’da İç Savaş, 1871”’in ilk taslağından bir alıntıdır. Marx ile Bakunin, Marksistler ile liberterler arasındaki –elbette gerçekten varolan– ayrımların düşünüldüğü kadar basit ve belirgin olmadığını göstermek üzere böyle bir oyuna başvurduk.

Hatta Marx, Komün olayları sırasında Proudhoncuların üstadlarının tezlerini unutmuş olmasından memnuniyet duyarken, bazı liberterler de Marx’ın Komün üzerine yazılarında merkeziyetçiliğin federalizm lehine unutulmuş olmasını keyifle gözlemler.

Karl Marx Uluslararası İşçi Birliği’nin (UİB-Birinci Enternasyonal’in) merkezi siyasal sloganı olarak, bu örgütün 1864’deki Açılış Hitabesi’ne de geçireceği şu sözleri önermiştir: “Emekçilerin kurtuluşu kendi eserleri olacaktır”. 1871 Komünü, onun gözünde bu denli önem taşıyorsa, bu tam da modern işçi ve sosyalist hareketinin bu kurucu ilkesinin ilk devrimci tezahürü olmasından ileri gelir.

1871’de Birinci Enternasyonal adına kaleme aldığı “Fransa’da İç Savaş” adıyla bilinen Hitabe’de (ve hazırlık notlarında), Marx Komünün bir partinin veya grubun iktidarı değil, ama “esasen işçi sınıfının yönetimi”, “halkın halk tarafından yönetimi”, yani “halk tarafından ve halk için bizzat kendi toplumsal yeteneğinin yeniden ele geçirilmesi” olduğunu yazar. Bu nedenle mevcut devlet aygıtını yalnızca fethetmekle yetinilemezdi: onu “kırıp” yerine yeni bir siyasal iktidar biçimi konulmalıydı, tıpkı Komünarların hazırladıkları ilk kararnameyle, sürekli orduyu feshedip yerine silahlanmış halkın konulmasıyla yaptıkları gibi.

Marx, dostu Kugelmann’a 17 Nisan 1871 tarihli, yani Komünün ilk haftalarında yazdığı bir mektupta şöyle diyordu: “18 Brumaire’imin son bölümünde, eğer tekrar okursan fark edebileceğin gibi, Fransa’da önümüzdeki ilk devrim teşebbüsünün, şimdiye dek olduğu gibi bürokratik ve askeri aygıtın el değiştirmesine değil, onun yok edilmesine dayanması gerektiğini belirtiyorum. Bu kıtadaki her gerçek halk devriminin ilk koşuludur. Paris’teki kahraman yoldaşlarımızın da yaptığı budur”.

Marx için belirleyici olan, Komünün sosyal yasalarının yanı sıra –ki sahipleri tarafından terkedilen fabrikaların işçi kooperatiflerine dönüştürülmesi gibi bazı uygulamalar sosyalist bir dinamiğe sahipti–, bir emekçiler iktidarı olarak onun siyasal anlamıydı. 1871 Hitabesi’nde yazdığı gibi, “modern devlet aygıtını kıran bu yeni Komün”, “kendi ‘doğal amirlerinin’ yani mülk sahiplerinin yönetsel ayrıcalıklarına ilk kez dokunmaya cüret eden” “sıradan işçilerin” eseri olmuştur.

Komün ne bir komplo ne de bir darbeydi, “kendi için ve kendiliğinden harekete geçen halk” idi. Daily Newsgazetesinin muhabiri “yüksek otoriteyi” uygulayan hiçbir şefin bulunmadığını gözlemlediğinde, Marx ironik bir yorumla yanıt verir : “Bu durum, siyasal idollere ve ‘büyük adamlara’ muazzam bir ihtiyaç duyan burjuvayı şaşkınlık içinde bırakır”. Elbette ki Birinci Enternasyonal’in militanları bu olaylar sırasında önemli bir rol oynamıştır, fakat Komün bir öncü grubun müdahalesiyle açıklanamaz. Ayaklanmayı UİB tarafından gizlice hazırlanmış bir fesat olarak sunan gericiliğin iftiralarına cevaben, Marx şöyle yazıyordu : “Polisiye ruhun içine işlediği Burjuva zihniyeti doğal olarak Uluslararası İşçi Birliği’ni, merkezi yönetiminin çeşitli ülkelerde zaman zaman patlamalar düzenleyen bir çeşit gizli fesat olarak görmektedir. Esasında Birliğimiz, uygar dünyanın çeşitli ülkelerindeki en ileri işçileri bir araya getiren uluslararası bağdan başka bir şey değildir. Sınıf mücadelesi nerede, hangi koşullarda ve hangi şekil altında yoğunluk kazanırsa kazansın, Birliğimizin üyelerinin en ön saflarda yer alması gayet doğaldır”.

Eğer Marx kimi zaman işçilerden kimi kez de “halk”tan söz ediyorsa, bu onun Komünün yalnızca dar anlamda proleter sınıfın eseri olmadığının bilincinde olmasından kaynaklanmaktadır. Komün aynı zamanda, kızıl bayrağın ve bir sosyal cumhuriyet hayalinin etrafında birleşmiş yoksullaşmış orta sınıfların bazı kesimlerinin, aydınların, çeşitli toplumsal tabakalardan gelen kadınların, öğrencilerin ve askerlerin de eseridir. Ve de tabii, hareketin içinde yer almayan, fakat desteği olmaksızın Paris ayaklanmasının ancak yenilgiyle sonuçlanacağı köylülerin.

Paris Komünü’nün Marx’ın üzerinde durduğu bir diğer boyutu, enternasyonalist karakteridir. Elbette ki Paris halkı 1871’de Bismarck ve Prusya ordusuyla barışan teslimiyetçi burjuva siyasetçilerine karşı ayaklanmıştır. Fakat bu ulusal tepki hiçbir biçimde milliyetçi bir şekle bürünmez; bu bir yanıyla Birinci Enternasyonal’in Fransa Seksiyonunun militanlarının oynadığı rolden kaynaklanmaktadır, ama aynı zamanda, Komünün tüm ulusların savaşçılarına çağrıda bulunmasından ileri gelir. Uluslararası İşçi Birliği’nin gösterdiği dayanışma ve sosyalist işçilerin inisiyatifiyle Breslau’da ve başka Alman şehirlerinde düzenlenen destek mitingleri, Paris halkının ayaklanmasının bu enternasyonalist anlamının ifadesidir. Mart 1872’de Komünün yıldönümünü kutlamak üzere düzenlenecek bir miting için kabul edilen bir karar metninde Marx’ın yazacağı gibi, komünarlar, “evrensel proletaryanın tehdit edici ordusunun… kahraman öncüleriydiler”.

3. Kaplanın Geçmişe Sıçrayışı: Ekim 1917

Walter Benjamin’e göre, yine 1940 tezlerinde, ezilenlerin mücadelesindeki mevcut bir ân ile, geçmişin belirli bir olayı, bu geçmişin eğer fark edilip tanınmazsa yok olup gidecek eşsiz bir imgesi arasında bir küme vardır. 1905 Rus devriminde olan da budur. Yalnızca Lev Troçki 1871 Komünü ile 1905’te Rus sovyetlerinin mücadelesi arasındaki kümeyi algılamıştır : Aralık 1905’te Marx’ın Komün üzerine kaleme aldığı yazıların Rus baskısına yazdığı önsözde 1871 örneğinin, « ekonomik açıdan daha geri bir ülkede, proletaryanın gelişkin bir kapitalist ülkeden daha önce iktidara gelebileceğini » gösterdiğini gözlemler. Fakat, bir kez iktidara geldiklerinde, Rus emekçileri, tıpkı Komününkiler gibi, mutlakiyetçiliğin tasfiyesi ile sosyalist devrimi iç içe geçiren tedbirler almaya yöneleceklerdir.

1905-1906’da Rus devrimi için 1871’in model alınmasını savunma noktasında Troçki tümüyle yalıtılmış bir haldeydi. Lenin bile, Menşeviklerin Çarlık-karşıtı burjuvaziye destek taktiğine yönelttiği eleştirilere rağmen, Komünü Rusya işçi hareketi için bir örnek olarak değerlendirmeyi reddediyordu. 1905’te yazdığı Sosyal-Demokrasinin İki Taktiği çalışmasında, Paris Komünü’nü, “Cumhuriyet için mücadelenin hedefleriyle sosyalizm için mücadeleninkileri birbirine karıştırdığı” için eleştirir ; bu nedenle Komünün yönetim biçimi “bizimkinin [geleceğin Rus devrimci-demokratik hükümetinin] benzememesi gereken bir hükümettir”.

1917’de ise olaylar tümüyle farklı gelişir. Nisan Tezleri’nden itibaren Lenin Paris Komünü’nü Sovyetler Cumhuriyeti için bir model olarak görür ve tam da demokratik cumhuriyet için mücadeleyle sosyalizm için mücadele arasındaki diyalektik bileşimi gerçekleştirdiği için, onu Rus devrimcileri için bir hedef olarak önerir. Bu fikir aynı zamanda Devlet ve İhtilal’de ve 1917 yılı boyunca Lenin’in kaleme aldığı tüm diğer yazılarda etraflıca geliştirilir. Komünarlar ile özdeşleştirme o denli kuvvetliydi ki, çağdaşlarının anılarına gore, Lenin Sovyet iktidarının 1871 Komününden bir gün fazla ayakta kaldığı günü –Ekim 1917’den birkaç ay sonra– gururla kutlamıştır.

Dolayısıyla Ekim ihtilali Walter Benjamin tarafından tezlerinde önerilen şu fikrin çarpıcı bir örneğidir: her otantik devrim geleceğe doğru bir sıçrama teşkil etmenin yanı sıra, “geçmişe doğru bir kaplan sıçrayışı”, geçmişin “şimidinin zamanıyla” (Jetztzeit) yüklü bir ânına doğru diyalektik bir sıçramadır.

Marx kadar Engels, Lenin veya Troçki Komünün bazı siyasal veya stratejik hatalarını eleştirmiştir: örneğin, Fransa Bankası’nın parasına el koymamak, Versay’a saldırmamak, düşmanı her bir mahallenin barikatlarının ardında beklemek. Bununla birlikte, bu olayda, modern tarihin daha önce görülmedik bir ânını, “gökyüzünü fethetme’ye” dönük ilk teşebbüsü, ezilen sınıfların ilk toplumsal ve siyasal özgürleşim deneyimini görmekten de geri kalmadılar.

4. 21. Yüzyılda Paris Komünü’nün Güncelliği

Her kuşağın, kendi tarihsel deneyimine, güncel mücadelesinin ihtiyaçlarına, onu motive eden özlemlere ve ütopyalara göre, 1871 Komünü’ne dair özgün bir okuması, özgün bir yorumu vardır. Chiapas’taki Zapatistlerden alternatif küreselleşme hareketine, oradan da liberter Rojava’ya kadar, 21. Yüzyılın başının radikal solunun ve toplumsal-siyasal hareketlerinin bakış açısından Komünün güncelliğini oluşturan nedir?

Hiç kuşkusuz, bugünün militanlarının ve aktivistlerinin büyük çoğunluğu Komün hakkında pek bir fikre sahip değil. Bununla birlikte, 1871 Paris baharının deneyimiyle bugünün mücadeleleri arasında öne çıkarılması gereken kimi yakınlıklar ve yankılanmalar mevcuttur.

a) Komün bir öz-özgürleşme, öz-örgütlenme, aşağıdan inisiyatif hareketiydi. Hiçbir parti kendini halk sınıflarına ikame etmeye girişmedi, hiçbir öncü grup emekçilerin yerine “iktidarı almak” istemedi. Birinci Enternasyonal’in Fransa Seksiyonunun militanları halk ayaklanmasının en etkin taraftarları arasında yer alıyordu, ama kendilerini hiçbir zaman hareketin “önderliği” olarak ilan etmediler, hiçbir zaman iktidarı tekellerine almaya veya başka siyasal akımları marjinalleştirmeye teşebbüs etmediler. Komünün temsilcileri demokratik olarak ilçelerden seçildiler ve halk tabanlarının daimî denetimine tabi oldular.

b) Bir başka ifadeyle: 1871 Komünü çoğulcu ve birleşik bir hareket oldu. Bu harekete Proudhon’un veya (daha nadir olmakla birlikte) Marx’ın taraftarları, liberterler ve jakobenler, Blanquiciler ve “sosyal cumhuriyetçiler” katılıyordu. Elbette ki Komünün demokratik olarak seçilmiş kademelerinde tartışmalar ve ayrımlar vardı, kimi zaman da siyasal çatışmalar. Fakat pratikte birlikte hareket ediliyor, farklı akımlar karşılıklı olarak birbirine saygı duyuyor, silahlar anlaşmazlık içinde olunan mücadele kardeşlerine değil düşmana yöneltiliyordu. Ortak hedefler, çeşitli akımların ideolojik dogmalarından daha ağır basıyordu: toplumsal özgürleşim, sınıf ayrıcalıklarının kaldırılması. Bizzat Marx’ın da ifade ettiği gibi, jakobenler otoriter merkeziyetçiliklerini, Proudhoncular ise “siyaset-karşıtı” ilkelerini unutmuştu.

c) Daha yukarıda gördüğümüz gibi, bu, çeşitli ülkelerden savaşçıların katılımıyla otantik biçimde enternasyonalist bir hareket olmuştur. Komün milisinin yönetimine Polonyalı bir devrimci (Dombrowicz) seçilir; Macar-Alman bir işçi (Leo Frankel) Çalışma Komiseri olur. Hiç şüphesiz Prusya işgaline direniş Komünün oluşmasında belirleyici bir rol oynamıştır, fakat Fransız asilerin, “Avrupa Birleşik Devletleri” ütopyasından ilham alarak Alman halkına ve sosyal-demokrasisine yaptığı çağrı bu enternasyonalist hassasiyete tanıklık eder.

d) Halk kültüründe patriarkanın ağırlığına rağmen, Komün kendini, kadınların aktif ve mücadeleci katılımıyla ayırt eder. Liberter militan Louise Michel ve Rus devrimci Elisabeth Dmitrieff en tanınanlar arasındadır fakat –Versay gericiliği tarafından öfke ve nefretle [olaylar sırasında çıkardıkları yangınlara göndermeyle–çn] “petrolcü” olarak adlandırılan– daha binlerce başka kadın Nisan-Mayıs 1871 mücadelelerine katılmıştır.

13 Nisan’da, kadın yurttaşların delegeleri Komünün Yürütme Komisyonu’na çok sayıda kadının Paris’in savunusuna katılma iradesini gösteren bir belge gönderir. Metinde şöyle yazar: “Her türden ayrıcalığın, her türden eşitsizliğin yok edildiğini ilan eden büyük ilkenin temsilcisi olduğu için, Komün, hiçbir cinsiyet ayrımı yapmadan –ki bu ayrım egemen sınıfların ayrıcalıklarının dayandığı uzlaşmaz karşıtlığın ihtiyaçları tarafından yaratılmış ve sürdürülmektedir– nüfusun tümünün haklı taleplerini göz önünde bulundurmaya angajedir”.

Bu çağrı kadın yurttaşların Merkez Komintesinin üyesi olan delegeler tarafından imzalanmıştır: Adélaïde Valentin, Noëmie Colleville, Marcand, Sophie Graix, Joséphine Pratt, Céline Delvainquier, Aimée Delvainquier, Elisabeth Dmitrieff.

e) Kesin bir sosyalist programa sahip olmamakla birlikte, Komünün sosyal tedbirleri –örneğin patronları tarafından terk edilen fabrikaların işçilerin eline geçmesi– radikal bir antikapitalist dinamiğe sahipti.

Çağımızın halk ayaklanmalarının karakteristiklerinin – Latin Amerika’dan birkaç örnek vermek gerekirse 1994 Zapatist ayaklanması, 2001 Buenos Aires halkının isyanı veya 2002’de Venezüella’da Chavez karşıtı darbe girişimini yenilgiye uğratan veya 2019’da Şili’de alçak Başkan Pinera’ya karşı ayaklanma– 1871’in asi Paris’ininkilerinden çok farklı olduğu aşikardır. Fakat ezilenlerin bu ilk toplumsal özgürleşim teşebbüsünün birçok yönü şaşırtıcı bir güncellik taşımaya devam etmekte ve yeni kuşakların düşüncesini beslemeyi hak etmektedir. Geçmişin ve mücadelelerinin hafızası olmaksızın geleceğin ütopyası için mücadele de olmayacaktır.

Çeviri: Uraz Aydın

Bu yazı 2009 yılında Karl Marx’ın Paris Komünü hakkındaki yazılarının İtalyanca baskısına önsöz olarak kaleme alındıktan sonra yazar tarafından Komünün 150. Yılı vesilesiyle kısmi bir düzenlemeyle tekrar yayınlanmıştır. Türkçede ilk hali, Marx’ın Fransa’da İç Savaş’ına önsöz olarak basılmıştır (Yazın Yayıncılık, Mart 2011).



[1] Daniel Bensaïd, “Politiques de Marx”, in Karl Marx, Friedrich Engels, Inventer l’inconnu. Textes et correspondances autour de la Commune, Paris, La Fabrique, 2008, pp.15-16.