İmdat Freni

Tarih

Komün, Devlet ve Devrim – Daniel Bensaïd

Paris Komünü’nün 150. yılı vesilesiyle Daniel Bensaïd’in konuya ilişkin bir metnini yayımlıyoruz. Aşağıda Osman S. Binatlı’nın tercümesiyle sunduğumuz ve daha önce Karl Marx’ın Fransa’da İç Savaş kitabına (Yazın Yayıncılık, 2011) sunuş şeklinde yayımlanmış olan bu metin Bensaïd’in IV. Enternasyonal Fransa seksiyonu LCR’in [Devrimci Komünist Birlik] Ağustos 2007’de Port Leucate’da düzenlediği Yaz Üniversitesi kapsamında yaptığı sunuma dayanır.

Marx’ın pek çok okuyucusu onu iflah olmaz bir iktisadî belirlenimcilikle [ekonomik determinizmle] suçlar. Bunu çoğu durumda, Marx’ın aralarında Fransa’da Sınıf Mücadeleleri, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i ve Fransa’da İç Savaş üzerine üçlemesinin[1] de yer aldığı siyasî yazılarını bilmemekten kaynaklandığına yormamız gerekir. İlk metinle son metin arasında yirmi yılı aşkın bir süre olsa da, bu durum bu metinlerin bir siyaset, temsiliyet, devlet, demokrasi kavrayışının belirginleştiği bir üçleme oluşturmasını engellemez. Bu üç metin bir anlamda modernitenin Marksçı eleştirisinin, siyasal iktisadın eleştirisi Kapital’in parlak ışığından gözleri kamaşmış okuyucular tarafından sıklıkla ihmal edilen öteki yüzünü oluşturur.

Salt Cumhuriyetten Sosyal Cumhuriyete

Paris proletaryası 1848’de “Cumhuriyeti zorla kabul ettirerek” kendi özgürleşim mücadelesi için gerekli alanı zapt etmiş olmakla birlikte “hiçbir şekilde bu özgürleşimin kendisini” elde etmemişti. Çünkü işçi sınıfı “henüz kendi devrimini başarmaktan acizdi”[2]. Bu Michelet’nin içine daha 1846’da doğmuştu: “Burjuvazinin halktan çıkıp, etkinliği ve enerjisiyle yükseldiğini ve zaferinin tam ortasında birdenbire gücünü tükettiğini görmek için yarım yüzyıl yetti”[3]. Böylece, Michelet’nin 1793 Paris baldırıçıplak hareketinde sezinlediği “bu bilinmeyen devrimin karanlık tohumu” olgunlaşmaktaydı: “Klasik cumhuriyetçilerin arkasında hızla yürüyüp onlara da hız kazandıran bir hayalet vardı: Bu, günümüzde sosyalizm olarak adlandırdığımız yüz başlı, bin öğretinin peşinden giden romantik cumhuriyetçilikti”[4]. 1847’nin son günlerinde kaleme alman Komünist Parti Manifestosunun ilk satırlarından itibaren Avrupa’da kol gezmeye başlayan ve birkaç hafta sonra Avrupa sahnesini basan işte bu aynı hayaletti.

Marx II. Cumhuriyetin doğum tarihi olarak 4 Mayıs’ı verir. Ancak onun gerçek doğum yeri ve tarihi “Şubat Devrimi değil, Haziran yenilgisidir”. Mağlup proletarya orada daha yeni ilan edilmiş Cumhuriyeti, açık amacı “ücretli köleliğin sürdürülmesi” olan devlet gibi görünmeye zorlamıştır: “Burjuvazinin kralı yoktur, saltanatının biçimi” kendi “anonim saltanatında” “Restorasyonla Temmuz Monarşisinin sentezini” gerçekleştiren “Cumhuriyettir”. Tamamlanmış biçiminde anayasal Cumhuriyet karşı çıktığı düzen partisinin çıkarlarını gerçekleştirir. Bundan böyle artık salt Cumhuriyet yoktur. Cumhuriyet ya sosyal cumhuriyet olacak ya da kendi kendisinin bir karikatürü, yeni bir baskının maskesi olacaktır.

Marx 18 Brumaire’i yayınladığı sırada, Belle-Ile kalesinde mahpus Blanqui dostu Maillard’a hemen hemen aynı şeyi yazar: “Uzun zamandan beri yapmak zorunda olduğumuz şey iç savaş değilse, o halde nedir? Ve kime karşı? Ya! İşte kelimelerin anlaşılmazlığıyla içinden çıkılmaz hale getirilmeye çalışılan soru tam da bu: Çünkü iki düşman bayrağın açıkça birbirlerinin karşısına konmasını engellemek söz konusu[5]. Ve sosyalistler işte bu nedenle kendilerini bundan böyle “Şubatı tekrar yapmak isteyen ama daha fazlasına yanaşmayan” basit burjuva cumhuriyetçilerinden ayırmalıdırlar.

Marx Fransa’da Sınıf Mücadeleleri’nde ve Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’inde Blanqui’nin adını anarak Haziran 48 sınavının stratejik sonuçlarını çıkarmaya başlamıştı: “Proletarya gitgide artan sayıda devrimci sosyalizmin etrafında, bizzat burjuvazinin onun için Blanqui ismini icad ettiği komünizmin etrafında kümeleniyor; bu sosyalizm süreklilik halinde devrimin ilanıdır[6]. Bu ünlü ifadeyi Komünistler Ligasına Seslenişinin sonuç bölümünde şiar olarak tekrarlar: Emekçilerin “savaş narası” bundan böyle “Süreklilik halinde devrim!” olmalıdır. Sorunsal olarak eylemle süreci, anla süreyi, olayla tarihi; hepsini birbirine düğümleyen bilmecemsi bir şiar.

Süreklilik halinde devrim bir anda Avrupa çapında bir boyuta sahip olur. Ulusal topraklar bambaşka bir boyutta bir iç savaşın muharebe meydanları olurlar. Başta Bolşevikler olmak üzere Avrupalı devrimciler, Alman, Macar, İtalyan devrimlerinin 1918-1923 arasında ezilmesine dek eylemlerini hep stratejik mekânın bu Avrupa ölçeğinde tasarımında düşüneceklerdir. Bu, Marx’ın Fransa’da Sınıf Mücadelelerinden itibaren çıkardığı sonuçtur: “Yeni Fransız Devrimi ulusal toprağı hemen terk etmeye ve XIX. yüzyılda toplumsal devrimin başarılabileceği yegâne alan olan Avrupa alanını fethetmeye zorlanacaktır” çünkü “hiç kimse Avrupa haritasının nihaî halini aldığını iddia edecek durumda değildir”.[7] Nitekim savaşla devrim arasındaki ilişki hemen bu kıtasal perspektif içinde yer alır.

Marx’ın Fransa’da İç Savaş üzerine yazdığı metnin 1891’de yeni baskısına yazdığı önsözde Engels şu kehanette bulunacaktır: “Fransız eyaletlerinin ilhakı Fransa’yı Rusya’nın kollarına itmemiş midir? Ve prensler arasındaki ittifak anlaşmalarının daha ilk gününden uçup gideceği bir savaşın tehdidinin başımızda Demoklesin kılıcı gibi sallanıp durduğuna her Allah’ın günü tanık olunmakta mıdır? Sonucunun mutlak belirsizliğinden başka hiçbir şeyi kesin olmayan bir savaşın, Avrupa’nın tamamını on beş yirmi milyon silahlı adamın kırıp geçirmesine teslim edecek bir ırk savaşının.” Bir ırk savaşı! Tıpkı içerisinden Komün Devriminin birdenbire beliriverdiği savaş, Ekim Devriminin ortaya çıkıverdiği Büyük Savaş, Çin, Yunan, Vietnam, Yugoslav devrimlerinin içinden birden filizlendiği İkinci Dünya Savaşı gibi ama ne pahasına: Tüm bu devrimler, oluşturdukları ayakbağları sağ kalanların özgürleşim düşlerini kâbusa çevirecek raddede onların yaşamı ve beyni üzerinde gitgide daha da ağır basacak harabe ve ceset yığınları üzerinde yükseldiler.

Yeni Bir Bürokratik Leviathan

1850’de Fransa’da Sınıf Mücadeleleri’nden 1871’de Fransa’da İç Savaş’a geçen yirmi küsur yıl. Bu iki tarih arasında İmparatorluğun yükselişine, gerilemesine ve yıkılmasına tanık olunmuştur. Maximilien Rubel’in çok iyi ortaya koyduğu gibi bu sekans Marx’a, “bonapartizm” denilen bu tuhaf modern siyasî görüngü üzerinde düşünmesini ve onun aracılığıyla devlet ve devletin sivil toplumla ilişkisi sorununu yeniden ele almasını sağlayacak malzemeyi sunar.[8]

Böylece, Komünün közlerinin ışığında ta 1843’te Kreuznach Elyazması’nda başlatılmış olan ancak o günden beri tezgâhta bırakılan ya da yalnızca belli olaylar vesilesiyle yazılmış yazılarda dağınık bir tarzda yeniden ele alınan bürokrasi eleştirisi birdenbire yeniden ortaya çıkıvermiştir. Sabık rejimin [ancien regime] korporatif ruhu, diye yazmaktadır o dönemde, bürokraside, devlet ile sivil toplum arasındaki ayrılmanın ürünü olarak bürokraside yaşamaya devam eder: “Toplum içerisinde korporasyonu yaratan aynı tin, devlette bürokrasiyi yaratır […] Bürokrasi sivil toplumun devlet formalizmidir.” O “devlet içerisinde özel ve kapalı bir cemiyet oluşturan bir korporasyonda cisimleşen devlet bilinci, devlet iradesi, devlet iktidarı”dır. Bürokrasi “bir pratik yanılsamalar dokusundan başka bir şey olamaz: o devlet yanılsamasının bizzat kendisidir”, bürokratik tin ise “sapına kadar Cizvit, sapına kadar teolojik bir tindir: bürokratlar devletin Cizvitleri, devletin ilahiyatçılarıdırlar; Bürokrasi ruhban cumhuriyettir”[9]. “Birey olarak alındığında” bürokrata gelince, devletin amacı “onun kendi özel amacı haline gelir: bu daha yüksek makamlar peşinde koşma, bu kariyerizmdir.” Dolayısıyla, bürokrasinin ortadan kaldırılması ancak ve ancak “eğer genel çıkar, Hegel’de olduğu gibi düşüncede, soyutlamada değil fiilen özel çıkar haline gelirse” mümkün olabilecektir “ki bu da özel çıkar fiilen genel çıkar haline gelmedikçe mümkün olmaz”. Özgürleşimin nihayet bulunan biçimi Paris Komünü Marx’ın gözünde tam da bürokratik devletin eylemce eleştirisi olarak ve fiilen genel çıkar haline gelmiş özel çıkar olarak belirginleşir. Komünün almış olduğu “en büyük önlem”in büyüklüğü, doktriner bir buluş ya da yapay bir cennet olmasında değil, bir falansterin [ütopik sosyalist Charles Fourrier’nin hayalindeki ortaklaşa yerleşim birimi] ya da bir İkarya’nın [ütopik sosyalist Etienne Cabet’nin ideal sitesi] kurulmasında değil, Komünün sınırları ve çelişkileri de dâhil “bizzat kendi mevcudiyeti”ndedir. Komün böylece “İmparatorluğun dolaysız antitezi” ya da dahası “Sosyal Cumhuriyetin” 1830’un Muhteşem Üçlerinden [İkinci Restorasyonun yerini meşruti bir monarşinin, Orleans Hanedanının Temmuz Monarşisinin almasıyla sonuçlanan 1830 Devriminin üç ayaklanma günü; 27, 28 ve 29 Temmuz] ve Haziran 48’in kanlı günlerinden beri düşlenen “olumlu biçimi” olmuştur.

Nitekim Marx komünal özgürlüğün altı haftası hakkında devlet iktidarı “bundan böyle ilga edilmiş”tir diye yazar. İlga edilmiş? Sözcük, Marx’ın ücretliliğin veya devletin böyle kararnameyle ilga edilebileceği fikrine karşı çıktığı Proudhon veya Bakunin’e karşı polemiklerin tersini söylermişe benzer. Söz konusu olan daha ziyade çalışma zamanının azaltılması, mülkiyet ilişkilerinin dönüştürülmesi, emeğin örgütlenmesinin kökten biçimde değişime uğratılması yoluyla koşulların bir araya getirilmesiyle başlanması gereken bir süreçti. İç Savaş’ın ikinci redaksiyon denemesi ilgadan ne anlaşılabileceğini en ince farklılıkları göz önünde bulundurarak adamakıllı açıklar. Komün “İmparatorluğun dolaysız antitezi” olarak “tüm yurttaşların oyuyla seçilmiş, sorumlu ve her an görevden alınabilir belediye meclisi üyelerinden oluşmalıydı”. Komün “parlamenter bir heyet değil, aynı anda icra ve yasama organı işlevi gören bir heyet olmalıydı”. Memurlar ve Komünün kendi üyeleri “görevlerini işçi ücretleri karşılığı yerine getirme”liydiler: “Uzun lafın kısası, tüm kamu görevleri, merkezî bir hükümetin yetki alanında olabilecek nadir görevler bile Komün görevlileri tarafından üstlenilmeli ve dolayısıyla Komünün yönetimi altına alınmalıydı. Bu arada, merkezî görevlerin, asla halk üzerinde otorite tesis etme görevleri olmayıp, ülkenin genel ve sıradan gereksinimlerinin gerektirdiği görevlerin bundan böyle yerine getirilemeyeceğini söylemek bir saçmalıktır. Bu görevler var olmalıydı, ancak görevler Komün görevlileri tarafından üstlenildiğinden ve dolayısıyla hakikî bir denetime tabi olduklarından bizzat memurlar kendilerini eski hükümet aygıtında yaptıkları gibi reel toplumun üzerine çıkaramıyorlardı. Kamu görevi bir özel mülkiyet olmaktan çıkmalıydı.”[10] Demek ki devletin sönümlenmesini devletin tüm görevlerinin toplumsal özyönetim içinde veya salt “şeylerin yönetimi” içinde soğurulması şeklinde yorumlamak söz konusu değildir. Bu “merkezî görevlerin bazıları, halk denetimi altında kamu görevlerine dönüşmek kaydıyla var olmaya devam etmelidir. Bu durumda devletin sönümlenmesi, siyasetin sönümlenmesi veya siyasetin toplumsalın salt rasyonel yönetimi içinde sönüp gitmesi anlamına gelmez. Devletin sönümlenmesi esasen siyasî mücadele alanının, kurumların bürokratikleşmeden arındırılmasıyla ve kamusal şeyin sürekli tartışmaya tabi kılınmasıyla genişletilmesi anlamına gelebilir.

Olayın ateşi içinde sıcağı sıcağına kaleme alınmış Komün üzerine metinler, Jironden, liberter ve adem-i merkeziyetçi bir Proudhon’a karşı ultra-Jakoben, aşın-devletçi ve ifrata kaçacak ölçüde merkeziyetçi bir Marx efsanesiyle hesaplaşmaya imkân tanır. Hiç kuşkusuz, modern devlet iktidarını paramparça eden Komün Anayasasının “haksız yere Montesquieu ile Jirondenlerin düşlediklerine benzer bir küçük devletler federasyonu halinde bölünme girişimi zannedildi”ğinin altını çizer ve “büyük ulusların bu birliği başlangıçta şiddet yoluyla sağlanmış olsa da günümüzde toplumsal üretimin güçlü bir etmeni haline gelmiştir’ diye ekler. Ayrıca “modern devlet iktidarını parçalayan” Komünde haksız yere bu devlet iktidarını önceleyen “Ortaçağ komünlerinin yaşamına bir çağrı’görülmek istendiğini söyler.[11] Devletin merkezileştirilmesi feodal partikülarizmlerin [bölge veya cemaat özgürlüklerinin korunması, özerklik yanlılığı] ortadan kaldırılması ve ufkun genişlemesi açısından, ardından devrimi Ancienne regime’in komplolarına karşı savunmak açısından yararlı bir rol oynayabilmiştir. Buna karşın, Marx muzaffer asalak ve bürokratik devlete ve onun merkezî hükümetine karşı Başkent-Paris tarafından ezilen köylülerle taşra gericiliği tarafından ezilen Parisli emekçiler arasında bir ittifak perspektifinde dayanışmacı bir adem-i merkeziyet mantığını destekler: “Hâkim sınıfların ve onların hükümetinin başkent Paris’i özgür bir şehir olamaz ve başkent bu Paris oldukça taşra da özgür olamaz. Taşranın özgürlüğü ancak ve ancak Paris Komünü ile mümkün olur.”[12] Başkent-Paris’le Komün-Paris arasındaki bu tezat [antagonizma] iki toplumsal güç ve iki siyasî ilke arasındaki bir mücadelenin ana sahnesidir. Hâkim sınıflar o zamandan beri, birçok kez (1936’da Halk Cephesi grevleriyle, 1945’te ayaklanmayla ve Paris’in kurtuluşuyla, 1968’de genel grev ve barikatlarıyla) dirilen Komün-Paris hayaletini savmayı arzulamaktan bir an olsun vazgeçmemişlerdir.

Komün-Paris’in istediği “Fransa’nın canlı hakikî birliğinin karşısına dikilen sahte birlik sistemini parçalamak”tı, çünkü o zamana dek dayatılan birlik “despotik, aptalca, keyfî ve masraflı bir merkezileşmeydi”. Komün çevresine oluşan siyasî birlik bunun tersine “tüm yerel inisiyatiflerin gönüllü birliği” ve “federe komünlerin merkezî bir heyeti”[13] olacaktı. Komüncü Marx o sırada işi, Montesquieu’nün “toplulukları çok sayıda ortakla büyüyebilen yeni bir ortaklık yaratmak üzere içinde toplayan bir topluluklar topluluğu” olarak tasarlanmış bir federal cumhuriyet formülünü sahiplenmeye kadar vardıracaktı.

Proletarya Diktatörlüğü Nedir?

Özgürleşimin ya da proletarya diktatörlüğünün ya da birbirinden ayrılmaz biçimde her ikisinin de nihayet bulunmuş biçimi olarak Komün? Komünden yirmi yıl sonra Engels’in İç Savaş’a Önsözünün sonuç bölümünde ilan ettiği budur: “Pekâlâ beyler, madem bu diktatörlüğün neye benzediğini öğrenmek istiyorsunuz, o halde Paris Komününe bakın. İşte o proletarya diktatörlüğüydü.”[14]

Komün eğer Engels’in beyan ettiği gibi “proletarya diktatörlüğü idi”yse Komünün ne olduğunu tam olarak bilmek önemlidir. Komün kendisini vasıflı işçiler gibi ücretlendirilen daimî halk denetiminde vekillerle donatarak “devletin tüm gizemlerini ve kendisi hakkındaki üstün olma iddialarını” ortadan kaldırır. Komünün en önemli önlemi “bir kapıda yabanca düşmanla, öbür kapıda sınıf düşmanıyla boğuşurken hemen oracıkta oluşuveren kendi örgütlenmesidir.”[15] Komün “sınıflar mücadelesini ortadan kaldırmaz” ama “bireysel ve toplumsal her yaşamın temel koşulu” olarak “emeğin kurtuluşu”nu temsil eder. Komün böylece toplumsal özgürleşimin içerisinde gelişmeye başlayabileceği –yalnızca başlayabileceği [daha ötesi değil]– “rasyonel atmosferi” yaratır.[16] Komün “burjuva aklını adamakıllı kaygılandıran o muammadır”: Kısacası o “işçi sınıfının siyasal iktidarı alma biçimidir”.[17] Mülk sahiplerinin bu despotça şiddeti karşısında Marx o zaman “gözüpek devrimci sloganı” tekrarlar: “Burjuvazinin devrilmesi! İşçi sınıfının diktatörlüğü!”[18]

Bu biçim, çok kolay unutulduğundan bunu vurgulamak lazım, genel oy ve belediyelerin ve mahallelerin toprak esasında temsili biçimi olarak kalır: “Komün çeşitli ilçelerden [arrondissements] (Paris bu işin başlatıcısı ve modeli olduğundan Paris’i referans alacağız) tüm yurttaşların oyuyla seçilmiş sorumlu ve her an görevden alınabilir belediye meclisi üyelerinden oluşmalıydı. Bu meclisin çoğunluğu doğal olarak işçilerden ve işçi sınıfının kendini kabul ettirmiş temsilcilerinden oluşmaktaydı.”[19] Enternasyonal Emekçiler Birliğinin [AIT-Association Internationale des Travailleurs] Genel Kuruluna 31 Mayıs 1871 Tarihli Hitabesi’nde Marx ısrarla: “Genel oyun komünler halinde teşkil olmuş halka yararı dokunmalıydı” ve “hiçbir şey Komünün ruhuna hiyerarşik bir atamanın genel oyun yerini almasından daha aykırı olamazdı” der. Marx oy hakkının toplumsal ölçütleri konusunda kısıtlama getirilmesini düşünmez. Sadece siyasî çoğunluğun “doğal olarak” toplumsal çoğunluğa karşılık geleceğine dair kanaatini ifade eder. Temsilcilerin temsil edilenlerle, vekillerin kendilerine vekâlet verenlerle ilişkisine gelince bu, sorumluluk ve görevden alınabilirlik ilkeleriyle somutlanmış bir sürekli denetim ilişkisidir. Temsilciler sürekli olarak yaptıklarının hesabını vermek ve temsil edilenlerle anlaşmazlık halinde vekâletlerini yitirmeyi göze almak durumundadırlar. İç Savaş’ın bu ikinci redaksiyon denemesinde, bir saptama olarak kırsal komünlerin en küçük mezralara varana dek “kendi işlerini her an görevden alınabilir ve seçmenlerin görev sınırı ve süresi tanımlı [emredici] bir vekâletiyle bağlı bir delegeler meclisi eliyle yönetmesi”[20] gerekeceğinden bahsedilen Uluslarararası Emekçiler Birliğine 31 Mayıs 1871 Tarihli Sesleniş’te olduğu şekliyle bir emredici vekâletten söz edilmez. Görevden alınabilirlik ne kadar seçilmişin seçmenlerine karşı sorumluluğunun sonucuysa, emredici vekâlet de aynı ölçüde demokratik karar alma sürecini kötürümleştirmeyle sonuçlanır: Vekil eğer kendisine vekâlet verenlerin özel çıkarlarının sözcüsünden başka bir şey değilse, hiçbir genel irade ortaya çıkamaz, özel veya korporatif çıkarların toplamı birbirini izale eder [götürür] ve kurucu iktidarın kısırlığı eninde sonunda genel çıkarı cisimleştirdiği iddiasıyla bu kırıntılar halinde iradenin üzerine çıkan bir bürokrasiye zemin hazırlar.

Şayet proletarya diktatörlüğünün Marx’ın ve Engels’in zihninde ne ifade ettiği merak ediliyorsa Komüne, genel oya ve siyasî çoğulculuğa son derece saygılı görünen bu “diktatörlüğe” bakmak yeter. Komünün ilk önlemleri Leviathan devletin bürokratikleşmeden ve militarizmden arındırılmasından, günümüzde katılımcı bir demokrasi olarak adlandırılması mümkün bir alana ait olabilecek önlemlerden ve temel sosyal adalet önlemlerinden ibarettir. Komünün, mevcut yasal düzenin egemen bir halkın devredilemez kurucu iktidarını icra etmesi adına askıya alınmasını bir kenara bırakacak olursak, bir diktatörlük iktidarıyla fazla bir ortak yanı, bir olağanüstü hal rejimiyle pek bir alakası yoktur.

Komün, Devlet ve Devrim

O halde, Marx ve Engels gibi Lenin’e göre de devlet sorunu, “sömürücülerin direncini bastırmak açısından olduğu kadar nüfusun büyük kitlesini yönetmek için” zorun ve şiddetin örgütlenmesi olarak proletarya diktatörlüğü sorunundan ayrılamaz. Bu “diktatörlük” bir sınıf karakterine sahip olsa da kendisini bir korporatif diktatörlük olarak tasarlamaz. İktidarı “halkın tamamını sosyalizme götürmek” için almak söz konusudur. Formül, Rus sosyal demokrasisinde, Gramsci bu kavrama yeni stratejik önemini kazandırmadan epeyce önce, işçi köylü ittifakında proletaryayla köylülüğün ilişkisini tanımlamak için kullanılan hegemonya kavramını çağrıştırır. Gerçekten de “proletarya[nın] büyük üretimde oynadığı rol sayesinde sömürülen ancak kurtuluşları için bağımsız bir mücadele yürütmekten aciz tüm sınıfların rehberi olmaya muktedir tek sınıf olduğunu akıldan çıkarmaksızın daha o zamandan bir tarihsel blok oluşturmak söz konusudur.

İktidarın alınmasından sonra devlet ilk aşamada varlığını sürdürür ama “burjuvasız bir burjuva devleti olarak” ayakta kalır. Bu paradoksal ifade Lenin’in Rus Devriminden çıkan devlet tipini daha önce tanık olunmamış tarzda tekrar düşünmesini sağlayacaktır. Buna karşın, burjuvasız bir burjuva devleti yine de bir proleter devleti değildir. Burjuvasız burjuva devleti böylece üzerinde iktidarın meslekî tehlikelerinin boy atacağı ve koruması altında toplumun paraziter bir bürokratik urlaşmasının gelişeceği elverişli [mümbit] zemin haline gelecektir. Lenin Devlet ve Devrim’de ortodoks Marksizmin “parlamenter aptallığından kopsa bile onun yönetsel ideolojisini muhafaza eder. Böylece hâlâ sosyalist toplumun “bir emek eşitliğiyle ve ücret eşitliğiyle bundan böyle tek bir bürodan, tek bir atölyeden başka bir şey olmayacağını tahayyül eder. Böylesi ifadeler, Engels’in devletin sönümlenmesinin aynı şekilde siyasetin de yerini salt “şeylerin idaresi’ne bırakarak sönümlenmesi anlamına geleceğini iddia eden sayfalarını çağrıştırır. Kaldı ki bu fikir Saint-Simonculardan ödünç alınmıştır: Diğer bir deyişle, koyutlanan bir bolluğun önceliklerin belirlenmesine, tercihlerin tartışılıp karara bağlanmasına, siyaseti çoğulluğun bir mekânı olarak yaşatmaya imkân tanımayacağı salt bir toplumsal yönetim teknolojisinden ödünç alınmıştır.

Sıklıkla olduğu gibi görünüşte liberter bir ütopya otoriter bir ütopyaya dönüşür: “Tamamı tek bir bürodan ve tek bir atölyede”den ibaret bir toplum düşünden aslında iyi bir idarî örgütlenmeden başka bir şey çıkmayacaktır. Aynı şekilde “halkın tamamının bir karteli” olarak tasarlanmış “proleter devleti” sınıfın, partinin ve devletin totaliter tarzda birbiriyle karıştırılmasına kolayca yol açabilir. Lenin II. Enternasyonalin kurumsal legalizmini boğmak isterken, eleştiri çubuğunu ters yöne bükmüştür. Parlamenter yanılsamalardan kopmuş ama geçiş devletinin siyasî biçimlerini düşünmekten kaçınmıştır.

Rosa Luxemburg’un, geniş anlamında proletarya diktatörlüğüne tamamıyla sahip çıkmakla birlikte – “hiçbir devrimin bir sınıfın diktatörlüğünden başka türlü tamamlanması mümkün değildir” – açıklığa kavuşturacağı işte bu kör noktadır, bir yandan da Rus sosyal-demokratlarını uyarır: “Besbelli hiçbir sosyal demokrat proletaryanın iktidarda tutunabileceği yanılsamasına kapılmamaktadır. Proletaryanın güçleri şu an için buna yetmemektedir, çünkü proletarya bu sözcüğün en dar anlamında Rus İmparatorluğunda toplumun kesinlikle azınlığını oluşturmaktadır. Oysa sosyalizm fikri tam da bir azınlığın tahakkümünü dışladığından sosyalizmin bir azınlık tarafından gerçekleştirilmesi kayıtsız şartsız dışarıda bırakılmıştır. 1906 tarihli bu makale Rus Devrimi üzerine 1918 tarihli ünlü broşürü muştular ve onun habercisi olur. Rosa, Alman sosyal demokrasisinin ortodoks sosyalistlerinin aksine devrimi ve iktidarı alarak uluslararası proletaryanın yolunu açmaya “cüret eden” Bolşevikleri selamlar. Bundan, başta Almanlar olmak üzere Avrupalı devrimciler açısından doğan sorumlulukları vurgular: “Rusya’da sorun olsa olsa konulabilmişti ancak bu sorun Rusya’da çözülemeyecekti. Bu anlamda, gelecek her yerde Bolşevizme aittir”. Nitekim Rus Devriminin geleceği büyük ölçüde Avrupa ve dünya arenasında belirlenir.

Bu yine de Rus Bolşeviklerinin hiçbir sorumluluk taşımadıkları anlamına gelmez. Rosa, Rus Bolşeviklerinin toprak reformuna ve ulusal soruna ilişkin önlemlerini eleştirir. Büyük mülklerin, toplumsal bir mülkiyet değil de özel toprak mülkiyetinin yeni bir biçimini yaratarak parsellenmesi “kırsal kesimde toplumsal eşitsizlikleri arttırmakta” ve çıkarları kaçınılmaz olarak proletaryanın çıkarlarıyla çelişecek yeni bir kır küçük burjuvazisinin kitlesel halde doğmasına yol açmaktadır. Aynı şekilde, Çarlık İmparatorluğunun milliyetlerine istisnasız [genelleşmiş] kendi kaderini tayin hakkı tanınması bu ezilmiş milliyetlerin yönetici sınıflarının “kendi kaderini tayin etmesi”nden başka bir şeyle sonuçlanmamaktadır, zira “ayrılıkçılık” “salt burjuva bir tuzak”tır. Lenin ve dostları “birkaç üniversite profesörünün ve birkaç öğrencinin özenti tavırlarını bunlardan bir siyasî etmen yaratmak için yapay bir şekilde şişirmişlerdir”. Bolşevikler tam tersine kurumsal sorunun demokratik önemini küçümsedikleri halde tarım politikası ve milliyetler politikası konusunda aşın demokratik yanılsama yanılgısına düşmüş olacaklardır.

Kurucu Meclis Sorunu

Bu Kurucu Meclisin lağvedilmesine ilişkin ünlü tartışmadır. Rosa, seçim usulleriyle olduğu kadar memleket hakkında yansıttığı çarpıtılmış görüntüyle devrimci dinamiği geciktiren, dolayısıyla “ölü doğmuş”, “bu gününü doldurmuş kurucu meclisi yıkmak”gerektiğine dair savlara kulaklarını tıkamamaktaydı. Ama o zaman “gecikmeksizin yeni bir Kurucu Meclis için yeni seçimler talep etmek gerekecekti”! Oysa Lenin ve (Ekim Dersleri üzerine 1923 tarihli broşüründe) Troçki Avusturya Marksistleri tarafından salık verilen her türlü “karma demokrasi” biçimini ilke olarak dışlıyorlardı.

Troçki’ye göre partide kurucu meclisi fetişleştirenler, kendisinin gözünde, legalizm endişesiyle ayaklanma kararı karşısında tereddüte kapılanlarla aynı kişilerdi. Ekim’de ayaklanma “şûracı [sovyetist] yola yönlendirildiyse ve Sovyetlerin 2. Kongresine bağlandıysa” eğer, ona göre söz konusu olan bir ilke sorunu değil, “her ne kadar büyük bir pratik öneme sahip olsa da salt teknik bir sorun”du. Askerî kararla demokratik kurumun bu iç içe girişi yalnızca Parti ile Devletin rollerinin birbirine karıştırılmasına değil, aynı zamanda devrimci olağanüstü halle demokratik kuralın birbirine karıştırılmasına elverişlidir. Bu kafa karışıklığı olağanüstü halin doruğuna varmış biçimi olan iç savaşın telaşında kaleme alman bir broşür olan Terörizm ve Komünizmde, zirvesine varır.

Rosa Luxemburg’un yaklaşımı farklıdır. Kurucu Meclisin lağvedilmesine dair Bolşeviklerin öne sürdüğü argümanları kabul etmekle birlikte kuralla istisnanın birbirine karıştırılması konusunda tasalanmaktadır: “Tehlike, onların [Bolşevik önderlerin], zorunluluğu bir erdem haline getirerek, teorinin her noktasında mukadder koşullar tarafından kendilerine dayatılan bir taktik belirlemeye çalıştıkları ve bunu uluslararası proletaryaya bir sosyalist taktik olarak önerdikleri anda başlar”. Yitirilmesi söz konusu olan, Kurucu Meclis meselesi bir yana, bizatihi sosyalist demokrasinin hayatiyeti ve etkinliğidir. Rosa bir aldatmacaya ya da bir gölge oyununa indirgenemeyecek kamuoyunun önemini vurgular. Tüm tarihsel deneyim “tersine bize kamuoyunun temsili kurumlara mütemadiyen kan verdiğini [irrigue], bunların içine nüfuz ettiğini, bunları yönlendirdiğini gösterir. Aksi takdirde halk temsilcilerinin her burjuva parlamentosunda bizlere zaman zaman izlettirdikleri müthiş eğlenceli cambazlık gösterilerini, aynı temsilcilerin yeni bir ruhla aniden coşkuya kapılıp hiç umulmadık çıkışlar yapmalarını nasıl açıklarız? Yine arada sırada kupkuru mumyaların gençlik havalarına girmelerini, gazap fabrikalarda, atölyelerde, sokaklarda patlamak üzere olduğunda her meşrepten küçük Scheidemannların birdenbire yüreklerinde devrimci sesler keşfetmelerini nasıl izah ederiz? O halde kitlelerin kanaatinin ve siyasî olgunluğunun bu sürekli canlı eyleminin tam devrim döneminde parti tabelalarının ve seçmen listelerinin katı şeması karşısında yarıştan çekilmesi mi gerekecektir? Tam tersine! Kamuoyu dalgalarının, halk yaşamının nabzının temsilî kurumlar üzerinde mucizevî bir şekilde anında etkide bulunmasına imkân tanıyan bu duyarlı ve alıcı siyasî atmosferi ateşli coşkusuyla yaratan şey devrimin ta kendisidir.” Devrimciler “halk yaşamının” bu “nabzını” bastırmak yerine onu atmaya bırakmalıdır. Çünkü bu nabız demokratik kurumlarının ağır mekanizması için güçlü düzelticidir: “Ayrıca, partilerin, geçerliliği kalmamış seçmen listelerinin vb.’nin katı klişelerine rağmen, eğer kitlenin siyasî yaşamının nabzı daha hızlı ve daha güçlü atarsa etkisi o zaman daha dolayımsız ve daha kesin olur. Elbette her İnsanî kurum gibi her demokratik kurumun da kendine has sınırlan ve yetersizlikleri vardır. Buna karşın Lenin’le Troçki’nin buldukları çare -demokrasiyi açıkça ortadan kaldırmak- tedavi etmesi beklenen hastalığın kendisinden de beterdir: bu, toplumsal kurumların doğuştan kusurlarını düzeltecek müdahalelerin, halk kitlelerinin büyük çoğunluğunun etkin, enerjik, engelsiz siyasî yaşamının fışkırabileceği kaynağı tıkar.”

Nitekim Rosa’nın uyarıları geriye dönük olarak tüm anlamına kavuşur. Rosa 1918’de, bir süre için meşru görülebilir olağanüstü hal önlemlerinin, devletin bir sınıfın diğer bir sınıf üzerinde tahakkümün aygıtı olarak salt araçsal bir kavrayışı adına kural haline gelmesinden korkuyordu. O zaman devrim yalnızca bu aygıta el değiştirtmekten ibaret olacaktı: “Lenin, burjuva devletinin bir işçi-sınıfını-baskı-altına-alma aracı olduğunu, sosyalist devletin ise bir burjuvaziyi-baskı-altına-alma aracı olduğunu, yani sosyalist devletin bir çeşit terse çevrilmiş kapitalist devletten başka bir şey olmadığını söylüyor. Bu basitleştirici kavrayış meselenin özünü unutur: burjuvazinin tahakkümünü uygulayabilmesi için halk kitlesinin bütününü siyasî olarak okutmaya ve eğitmeye, en azından dar biçimde belli sınırların ötesinde, hiç ihtiyaç yoktur. Proletarya diktatörlüğü için hayatî öğe, o olmaksızın var olamayacağı soluk işte buradadır.”

Yeni toplum kullanım kılavuzu olmadan icat edilir. Parti programı “yönü işaret eden büyük levhalardan” başka bir şey sunmaz ve üstelik bu işaretler de buyurgan bir karakterden ziyade işaret ışığı ve uyarı levhası gibi yol gösterici karakterden başka bir karaktere sahip değildir. Sosyalizm hiç kuşku yok “mülkiyete karşı bir dizi zorlayıcı önlem alınmasını gerektirir” ama “olumsuz veçheyi, yıkmayı kararnameyle ilan etmek mümkün olsa” da, aynı şey “olumlu veçhe, inşa yani yeni dünya, bin dert [sorun]” için geçerli değildir. Bu sorunları çözmek için nüfusun en büyük bölümünün en geniş özgürlüğü, en büyük etkinliği gereklidir. Moralleri özgürlük değil terör bozar: “Genel seçimler olmadan, sınırsız bir basın ve toplantı özgürlüğü olmadan, serbest bir fikir mücadelesi olmadan tüm kamu kurumlarında yaşam gücünü yitirir, anlamsız ve tatsız bir şekilde sürer ve bürokrasi tek etkin öğe olarak kalır.” Bizzat Lenin, siyasî demokrasinin bu toplumsal işlevselliğini Devlet ve Devrim’de sezinler gibi olmuştu. Ezilen ulusların kendi kaderlerini tayin etmesinin kapitalizm koşullarında gerçekleştirilemez, sosyalizm koşullarında ise gereksiz olduğunu düşünen kimi Marksistlere peşinen şu cevabı veriyordu: “Sözüm ona nükteli ama aslında hatalı bu akıl yürütme her demokratik kuruma uygulanabilir, zira tamı tamına tutarlı bir demokratizm kapitalist rejimde gerçekleştirilebilir değildir, sosyalist rejimde ise her demokrasi sonunda sönümlenecektir […] Demokrasiyi sonuna kadar geliştirmek, bu gelişimin biçimlerini araştırmak, bunları pratikte sınamak, bu ise toplumsal devrim için mücadelenin yine de temel görevlerinden biridir. Tek başına alındığında hangisi olursa olsun hiçbir demokratizm sosyalizmi getirmeyecektir: ama demokratizm hayatta asla tek başına alınmaz. O bütün içinde alınacaktır. Aynı şekilde, dönüşümünü teşvik edeceği ekonomi üzerinde de bir etkiye sahip olacaktır.”[21]

26 Ağustos 2007

Türkçesi: Osman S. Binatlı


[1] Les luttes de classes en France (1850) ve Le 18 Brumaire de Louis Bonaparte, Paris, collection Folio, 2002. La guerre civile en France, Paris, editions sociales, 1968. [Fransa’da Sınıf Savaşımları 1848-1850, Sol Yay., 1996, LouisBomaparte’ın 18 Brumaire’i, Sol Yay., 2002, Fransa’da İç Savaş, Köz Yayınları, 1970-1976-Yazın Yay. 2011]

[2] Marx, Lutte des classes en France, s. 18, 22.

[3] Michelet, Le Peuple. Daha 1832’de, Blanqui Halkın Dostlan Demeğine Raporunda [Rapport à la Société des Amis du peııple] şunu açıklıyordu: “Ulusu oluşturan sınıflar arasında ölümüne savaş olduğu görmezden gelinmemelidir.” (Blanqui, ll faul des armes, Paris, La fabrique, 2007, s. 80).

[4] Michelet, Histoire de la Revolution française, Laffont 79, tome II, s. 474.

[5]  Blanqui, op. cit., s. 176.

[6] Marx, Lutte des classes en France, p 122. Walter Benjamin Tarih Kavramı Üzerine XII. Tezinde aynı sözcüklerle sosyal demokrasiyi “çan gibi sesiyle 19. Yüzyılı sarsmış olan bir Blanqui’nin adını otuz yıl içinde neredeyse tümüyle silmeyi başar”mış olmakla suçlayacaktır. [Bkz. Michael Löwy, Walter Benjamin: Yangın Alarmı, “Tarih Kavramı Üzerine” Tezlerin Bir Okuması, Versus, 2007, İstanbul, s. 98]

[7] Engels, Le Po et le Rhin.

[8]  Bkz. Maximilien Rubel, Karl Marx devant le bonapartisme, Karl Marx, Les luttes de classes en France, op. cit. Paris, Folio, 2002 içinde yeniden yayınlanmış metin.

[9] Marx, Critique de la philosophie de l’Etat de Hegel , Paris, 10-18, 1976

[10] Marx, Guerre civile, s. 260

[11] Guerre civile s. 45.

[12] Ibid. s. 227.

[13] Ibid., s. 231.

[14] Guerre civile, s. 302.

[15] İbid. 215.

[16] İbid. 216.

[17] İbid. 256.

[18] Lutte des classes, s. 41.

[19] İbid. s.260.

[20] Lenin’de, bilhassa Devlet ve Devrim’de sorumluluk ve görevden alınabilirlik ilkelerine rastlanmakla birlikte emredici vekâlet yoktur.

[21] Lenine, L’Etat et la Revolution, in Oeuvres, tome 25, editions de Moscou, p. 489. [V.I. Lenin, Devlet ve Devrim,Agora, 2009, İstanbul]

Kronştadt Trajedisine Yeniden Bakmak – Olivier Besancenot, Michael Löwy

Kronştadt isyanının ve isyanın bastırılışının 100. yılı dolayısıyla İmdat Freni olarak bir dizi yazı yayımlayacağımızı duyurmuştuk. İlk yazımız Victor Serge’in Bir Devrimcinin Hatıraları başlıklı otobiyografisinde bu tarihsel kesite dair hem günün koşullarını hem de kendi değerlendirmesini aktardığı sayfalardan müteşekkildi. Aşağıda bulunan metin ise Fransa’da önce IV. Enternasyonal Fransa seksiyonu olan Devrimci Komünist Birlik’in (LCR) ardından da Yeni Antikapitalist Parti’nin (NPA) sözcülüğünü yapan Olivier Besancenot ile İmdat Freni’nde yazılarını sıklıkla yayımlamaya gayret ettiğimiz Michael Löwy’nin “Devrimci Yakınlıklar. Kızıl ve Kara Yıldızlarımız” başlığını ve “Marksistler ile Liberterler Arasında Bir Dayanışma için” altbaşlığını taşıyan kitabın Kronştadt ile ilgili bölümünün tercümesidir. Aynı kitabın daha genel olarak Ekim devriminde anarşistler ile Marksistler arasındaki çatışmalı ilişkilere odaklanan kısmı yeniyol1.org’da yayımlanmıştı.

İmdat Freni

Çatışmanın İki Versiyonu

1921’de meydana gelen Kronştadt ayaklanması ve Sovyet devleti tarafından bastırılışı liberterlerle Marksistler, özellikle de anarşistler ile Troçkistler arasında, neredeyse yüzyıldan beri önemli tartışma konularından birini teşkil ediyor. Bu trajik çarpışmaya yeni bir bakış açısıyla yeniden bakmaya çalışacağız.

Kısaca olguları hatırlatalım. 1921 yılının başında SSCB’deki iç savaş beyazların yenilgisiyle sonuçlanıyor fakat ülke tükenmiş durumda, açlık ve “savaş komünizmi”nin sert uygulamaları protestolara sebep oluyor. Şubat ayında Petrograd’da gerçekleşen grevler ve işçi eylemleri Kronştadt bahriyelileri tarafından sempatiyle karşılanıyor. Baltık donanmasının merkezi ve stratejik bir kale olan Kronştadt, Petrograd açığındaki bir adada yer alıyor. Hem bu askeri üs hem de tüm ada ve nüfusu 1917 ve 1918’de Devrimin burçlarından biri olmuştur. 1 Mart günü Kronstadt’ın Çapa meydanında bir genel meclis toplanır: 16 bin bahriyeli, asker ve işçi katılır. Sovyet devletinin şefi Kalinin ve Baltık donanmasının komiseri Kuzmin de davetlidir ve askeri törenle, bandoyla, bayraklarla karşılanırlar. 

Petropavlosk kruvazörünün bahriyelileri tüm meclis tarafından oylanacak bir karar metni hazırlamıştır: Metin iki oy haricinde oy birliğiyle kabul edilir. Bunlar Sovyet iktidarının iki temsilcisinin, Kalinin ve Kuzmin’in oylarıdır. Bu belgedeki taleplerinin bir kısmı şöyle: işçiler, köylüler, anarşistler, sol-sosyalist partiler için ifade ve basın özgürlüğü; sendikalar ve köylü örgütleri için toplanma özgürlüğü; sosyalist siyasi tutsakların serbest bırakılması; köylüler için kendi topraklarını serbestçe işleme ve sürü hayvanı besleme hakkı (yanlarında kimseyi çalıştırmayıp yalnızca kendilerinin çalışması koşuluyla); ücretli işçi çalıştırmayan serbest zanaatkar üretimine izin verilmesi. Olaylar sırasında yeni bir Kurucu Meclisin seçilmesi için veya “Bolşeviksiz sovyetler” öneren sesler de yükselecektir. Kronştadt Izvestia’sında bulunan merkezi slogan ise şudur: “Tüm iktidar sovyetlere, partilere değil”.

2 Mart günü bahriyeli Petriçenko’nun başkanlık yaptığı 300 delegelik bir konferans toplanır ve bir geçici komite seçer. Kuzmin ile Kronştadt sovyetinin komünist başkanı Vassiliyev tutuklanır. Moskova Radyosu isyanın eski rejimin bir generali olan Kozlovskiy tarafından yürütüldüğünü ve Fransız karşı-casusluk faaliyetleriyle ilişkili olduğunu açıklar. Kozlovskiy gerçekten de kalede mevcut bulunur fakat hareketin liderliğinin dışındadır. Sovyet yöneticileri -Lenin ve Troçki- 5 Mart’ta isyancılara bir ültimatom gönderir ve Petrograd’da sıkıyönetim ilan eder.

Moskova’da bulunan ve Sovyet iktidarının müttefiki olan Amerikalı anarşistler Emma Goldman, Alexandre Berkman, Perkus ve Petrovskiy Petrograd’daki başlıca Bolşevik yönetici olan Zinoviev’den çatışmanın barışçıl bir biçimde çözülmesi için Kronştadt’la müzakere yürütmesini rica eden bir mesaj gönderir. Bu mesajın metni bu trajik hikayenin en mühim parçalarından biridir:

“Soğuk ve açlık memnuniyetsizliği doğurdu […]. Beyaz Muhafız örgütleri bu memnuniyetsizliği kendi gruplarının çıkarları için kullanmayı deneyeceklerdir muhtemelen. Kendilerini işçilerin ve bahriyelilerin arkasına saklayarak Kurucu Meclis, serbest ticaret ve başka benzer taleplerle ilgili sloganlar atıyorlar. Biz anarşistler […] Bolşeviklerle el ele vererek, her türden karşı-devrimci teşebbüse karşı elde silah mücadele edeceğiz. Bugünkü çatışmaya gelince […] bunun silahların gücüyle değil devrimci kardeşliği ve yoldaşlığı yansıtan bir anlaşma yoluyla çözülebileceğini düşünüyoruz […]. Bolşevik yoldaşlar çok geç olmadan düşünün bunu!”

Amerikalı anarşistler içinde iki anarşistin bulunacağı beş kişilik bir komisyon göndermeyi öneriyor. Zinoviev bu öneriye kabul etmiyor. 7 Mart’ta Kronştadt ile Petrograd arasındaki ilk top atışları meydana geliyor.

8 Mart’ta Komünist Partinin 10. Kongresi açılırken Kronştadt Izvestia’sı Rusya’da “sosyalist yaratım için yeni bir yol” açmaya muktedir bir “üçüncü devrim” çağrısında bulunuyor. 8 ile 15 Mart arasında Kızıl Ordu tarafından gerçekleştirilen birkaç hücum dalgası asilerden tarafından püskürtülüyor. 15 Mart’ta Partinin 10. Kongresi sona eriyor. Burada Yeni Ekonomi Politikası’na (NEP) geçiş yönündeki ilk kararlar alınmıştır: Köylülere ve zanatkarlara daha fazla ekonomik özgürlük verilmesi. 16 Mart’ta kaleye hava kuvvetleri ve topçu taburu tarafından genel bir bombardıman düzenleniyor. 17 ve 18 Mart’ta, her iki taraftan büyük kayıplar verilmesi pahasına Kızıl Ordu Kronştadt’ı ele geçirmeyi başarıyor. 2000 asi tutuklanıyor, kimileri hemen orada kurşuna dizilecektir, diğerleri (Victor Serge’e göre yüzlercesi) takip eden aylarda Çeka’nın hapishanelerinde idam edilecektir[1].

Bu olaylar üzerinden konuya dair iki versiyon, daha doğrusu birbiriyle taban tabana zıt iki büyük karşıt anlatı oluşacaktır. Bolşevikler için, başta Lenin ve Troçki olmak üzere Kronştadt son tahlilde karşı-devrimci bir harekettir. 10. Kongrede, 8 Mart günü sunduğu raporda Lenin bunun “sosyalist-devrimcilerin [SR’ler] ve yabancı ülkelerdeki beyaz muhafızların eseri” olduğunu, “öte yandan hareketin bir küçük burjuva karşı-devrimine, bir küçük burjuva anarşist harekete” yol açtığını açıklayacaktır. Bu “her daim proletarya diktatörlüğüne karşı tutum alan küçük burjuva anarşist unsurların ticaret serbestisini savunduğu” bir harekettir[2]. Kongrede yaptığı bir başka açıklamada Lenin meseleyi gerçekliğe daha yakın bir formülle özetler: “Kronştadt’ta ne beyaz muhafızları ne de iktidarımızı istiyorlar ama başka bir seçenek yok”.

Troçki ise Fransız gazetesi Le Matin’de şubat ortasında yayımlanan bir makaleye birçok kez göndermede bulunur. Söz konusu makalede yer alan ve Kronştadt’ta bir ayaklanmanın baş gösterdiğine dair bilgiyi “karşı-devrimci komplo merkezlerinin yurtdışında” bulunduğunun kanıtı olarak gösterir.[3] Çok daha sonraları, hasımları veya aralarında Victor Serge’in de bulunduğu dostları tarafından bu dönem hakkında kendini görüşlerini açıklamaya çağrıldığında sosyolojik bir açıklama önerecektir: İsyancıların “derin biçimde gerici özellikte olan” düşünceleri “geri kalmış köylülüğün işçilere karşı düşmanlığını […], küçük burjuvanın devrimci disipline duyduğu nefreti yansıtıyorlardı. Hareket tüm bunlardan dolayı karşı-devrimci bir karaktere sahipti”[4]. Ancak 1939’da, Stalin hakkındaki biyografisinde Troçki daha nüanslı bir analiz geliştirecektir:

“Sovyet hükümetinin Kronstadt’da isteksizce yaptığı şeyin trajik bir zorunluluk olduğunu söylemek yeterlidir; açıktır ki, devrimci hükümet sırf bir kısım kuşkucu anarşist ve sosyalist-devrimci bir avuç ayaklanmış gerici köylü ve askerin desteğini sağladı diye Petrograd’ı koruyan kaleyi isyancı denizcilere ‘hediye edemezdi’. Belki iyi niyetler taşıyan ancak kesin olarak kötü hareket eden Makhno ve fiiliyatta devrimci diğer unsurların durumu konusunda da aynı türden akıl yürütmelere rastlanmıştır”[5].      

Troçkist hareket tarafından, örneğin Kronştadt konusunda hazırladığı derlemeye yazdığı “Giriş”te Pierre Frank tarafından sahiplenilen bu “trajik zorunluluk” argümanı olmuştur.

Anarşist anlatı, elbette, bambaşka. Daha en başta, asilerin açıklamalarında “komünistlerin boyunduğuna” karşı “üçüncü Rus devrimi” teması mevcut. 1922 tarihli bir yazısında Alexandre Berkman şöyle diyor: Kronştadt, üçüncü devrime doğru bu ilk adım, “Bolşevik rejimin mutlak tiranlık ve gericilikten başka bir şey olmadığını ve bizzat komünist devletin en güçlü ve en tehlikeli karşı-devrimi cisme kavuşturduğunu kanıtlamıştır”[6].

Bu analizi çok daha uzun uzadıya geliştirilmiş haliyle Ida Mett’in[7] ve Alexandre Skirda’nın kitaplarında buluruz. Bu sonuncusu çok daha sert biçimde “Bolşevik karşı-devrimin” ta… Ekim 1917’de başladığını ileri sürer. Alternative Libertaire’in broşürü çok daha ilginç. “1921. Kızıl Kronstadt’ın İsyanı” başlıklı bir belge derlemesi bu, Patrice Spadoni’nin de “Kronştadt yahut Lenin ve Troçki’nin Trajik Hatası” adını taşıyan bir giriş metni mevcut. Spadoni, Lenin ve Troçki’nin “samimi devrimciler” olduğu görüşünde fakat “iktidarın bir tek parti tarafından gaspından” sorumlu olduklarını düşünüyor. Aynı broşürde, tarihsiz ve “Liberter Komünist Hareket” imzalı bir makale ise bambaşka bir telden çalıyor: Troçki “Kronştadt Komününün Gallifet’si” olarak niteleniyor (!). Bu metin anti-bolşevik bakış açısından pek farklılaşmıyor: “Kronştadt’ı mağlup eden karşı-devrim, beyazların açıkça ilan ettiği karşı-devrim değil, Bolşevik bürokrasinin gizlenmiş karşı-devrimidir”[8].

Bu iki tek yönlü anlatıyı da tatmin edici bulmuyoruz… Bize göre Kronştadt ile Bolşevik iktidar arasındaki mücadele “devrim ile karşı-devrim” arasında bir çatışma değil. Aslında bu bakış, iki anlatının da ortak noktasını oluşturuyor; yalnızca hangi cephenin kimin tarafından temsil edildiği konusunda yerler değişiyor. Burada söz konusu olan iki devrimci akım arasındaki trajik ve kardeş katlini içeren bir çarpışma. Bu trajedinin sorumluluğu her iki kesim tarafından paylaşılıyor ama temel olarak iktidara sahip olanlarınki ağır basıyor.

Aykırı Bir Bakış Açısı: Victor Serge

Bir Fransız-Rus yazar ve anarşist militan olan Serge, 1917’den sonra Bolşevizme katılır, Lenin ve Troçki ile dost olur, sol muhalefete desteğinden dolayı Stalin tarafından Sibirya’ya gönderilir, önce Fransa’da sonra da Meksika’da sürgün hayatı yaşar. Victor Serge (1890-1948) komünizme ve Troçkizme gönül vermiş olmasına rağmen anarşist fikirlere belirli bir yakınlık duymaya devam eden bir çeşit “liberter Marksisttir”. Dostu Lev Davidoviç ile arasının bozulmasına sebep olan Kronştadt hakkındaki görüşleri hayli ilginçtir ve özetlemiş olduğumuz iki yorumdan daha az tek yönlüdür. 

Olaylar sırasında Serge anarşistlerin arabuluculuk girişimine destek verir fakat son aşamada Bolşeviklerin yanında durur. Troçki’nin Wendelin Thomas’a mektubuna (1937 Temmuz’unda yayınlanır) cevap olarak bu trajik Kronştadt meselesine tekrar dönmeye karar verir.

Öncelikle Troçki’nin “isyanın ek tayın alma arzusu tarafından yönetildiği” argümanına karşı çıkar. Kronştadt’lı denizcilerin ayrıcalık talep ettiği doğru değildir, ona göre: Halkın köylerden yiyecek sağlamasını engelleyen milis barikatlarının kaldırılmasını talep ediyorlardı. Buna karşılık “o an için siyasal bakımdan aşırı derecede tehlikeli ama samimi biçimde devrimci, genel ve dolayısıyla çıkar gözetmeyen bir talepleri vardı: ‘serbestçe seçilmiş sovyetler’”. “Kronştadt’ın şikayetlerini dinleyerek, onlarla tartışarak hatta bahriyelileri tatmin ederek” isyandan kaçınmak kolay olurdu diyor Serge. Özellikle de iktisadi talepleri alanında bir tatmin sağlamak mümkün olurdu çünkü bunlar büyük oranda NEP içinde yer alacaktı. “Çatışma başladıktan sonra bile en beterinden sakınmak” kolaydı: “Asilerle güvenli bir bağlantısı olan anarşistler [Emma Goldman ve Alexandre Berkman] tarafından önerilen arabuluculuğu kabul etmek yeterli olurdu. Bunu bir prestij meselesi haline getirerek, otoriterlikte ifrata kaçarak Merkez Komite bunu reddeder. Tüm bunlarda Petrograd sovyeti başkanı Zinoviev’in sorumluluğu büyüktü. O Zinoviev ki beyaz General Kozlovskiy’in ihanetle Kronştadt’ı ele geçirdiğini ilan ederek tüm halkı yanıltmıştı. Askeri galibiyetin ardından […] katliama başvurmamak kolay, insani, daha siyasi ve daha sosyalistçe olurdu… Sonradan gerçekleştirilen katliam feciydi!”[9]

Bununla birlikte, son tahlilde Serge Bolşevik iktidarını seçer. Argümanı şu: Kronştadt’ın asileri “arındırıcı bir fırtınanın kopmasını sağlamak istiyorlardı, gerçekte ise önce köylülüğün yürüteceği ardından da beyazların ve yabancı müdahalenin hızla faydalanacağı bir karşı-devrimin kapılarını açabilirlerdi ancak […]. Asi Kronştadt karşı-devrimci değildi, fakat galibiyeti -kaçınılmaz biçimde- karşı-devrimi getirirdi. Hatalarına ve aşırılıklarına rağmen Bolşevik Parti o anda […], her şeye rağmen, güvenilmesi gereken büyük örgütlü güçtü[10].

Birkaç sene sonra, o harika otobiyografisi Bir Devrimcinin Hatıraları’nda (1943) Victor Serge yeniden bu bahse döner. Bir yandan “Kronştadt’ın haklı olduğunu” kabul eder: “Kronştadt yeni bir özgürleştirici devrime, halk demokrasisi devrimine başlıyordu”. Fakat öte yandan “Eğer Bolşevik diktatörlük düşerse, bu kısa vadede kaos, kaos aracılığıyla da köylü ayaklanması, komünist katliamı, göçmenlerin dönüşü ve nihayetinde de olayların zoruyla bir başka diktatörlük, proleter-karşıtı diktatörlük demek olurdu”.[11]

Victor Serge’inkine çok yakın bir bakış açısı, paradoksal biçimde, liberterlere yakın bir tarihçi ve Kronştadt hakkında derinlikli bir akademik araştırmanın yazarı olan Paul Avrich tarafından öneriliyor. Sıklıkla Serge’e göndermede bulunan Avrich kitabının perspektifini şöyle özetliyor: “Kronstadt’ın verili koşullarında, tarihçi, isyancılara sempati duyabileceği gibi, Bolşeviklerin onları bastırmasının haklılığını da kabul edebilir. Bunu anlamak, gerçekten de, Kronstadt trajedisini bütünüyle kavramaktır.[12]

Serge ve Avrich Bolşeviklerin yenilgisinin karşı-devrime yol açacağı konusunda ısrar etmekte haklılardı. Peki bu argüman Sovyet iktidarının asilere karşı çatışmalardan önce, çatışma sırasında ve sonrasındaki tutumlarını haklı gösterir mi? Burada kendi bilançomuzu çıkarmaya çalışacağız. 

Bir Hata ve Bir Yanlış

Kronştadt’lı bahriyelilerin ezilmesi bir “trajik zorunluluk” değil bir hata ve bir yanlıştı. Burada tarihi yeniden yapmak veya mirasımızın üstlenilmesi mümkün olmayan bir kısmından sıyrılmaya çalışmak -ki bunda utanılacak bir şey de yoktur- değil söz konusu olan. Daha çok bu olaydan geleceği tasavvur etmeye dönük sonuçlar çıkarmaya çalışıyoruz.

Kronştadt isyanının caniyane biçimde Bolşevikler tarafından ezilmesi affedilemez bir hataya dayanan ani bir karardı. Kronştadt sovyeti karşı-devrimin yuvası değildi. Karşı-devrimin Kronştadt’a sızmaya, onu manipüle etmeye, mücadelesini araçsallaştırmaya teşebbüs etmiş olması muhtemeldir. Bununla birlikte her şey bir komplodan ibaret değil. Bu sovyetin doğası, tarihi, işleyişi, canlılığı ve talepleri Kronştadt’ın eski rejimin değil 1917 devriminin safında olduğunu açıkça gösteriyor. Bu Kronştadt’lı denizcilerin her tür eleştiriden muaf tutulması gerektiği anlamına gelmiyor. Taleplerinin bir kısmı tartışılabilir; beyazlara ve dünyanın önemli bir kısmına karşı yürütülmüş, yıllar süren bir iç savaş tarafından harap edilmiş bir ülkedeki iktisadi ve siyasi aciliyet göz önünde tutulduğunda bunlar fazla hayali gelebilir. Öte yandan alınan kararlardan hiçbiri kendi başına mahkûm edilecek nitelikte değil. Komünist Parti hakkındaki ifadeler baştan savma gelebilir ama öne çıkarılan mesele Bolşevik Parti’nin devrimci topluma el koyması meselesidir. Söz konusu madde Sovyet iktidarının değil tek parti iktidarının sona ermesini talep ediyor. Aksine, partiyi Sovyet iktidarını donuklaştırdığı için eleştiriyor. Dolayısıyla, eğer bir sorun varsa, onu başka yerde aramak gerekiyor.

Muhtevasının ötesinde bu maddenin merkezi iktidara karşı bir meydan okuma tutumu içerdiği doğrudur. Bu tutumun olası sonuçlarını iyi ölçebilmek gerekir. Bahriyeliler o anda devrimci cephede meydana gelecek bir bölünmenin getireceği tüm sonuçların gerçekten bilincinde miydiler? Bu sorumluluğun altına girmek karşı-devrim lehine bir gedik açma yönündeki nesnel tehlikeyi kabul etmek demektir. Bu da kendini böylesi bir karşı-devrim ihtimaline set çekebilecek konumda hissetmek anlamına gelir. Siyasi ana dair bir değerlendirme meselesi söz konusu burada.

Fakat her halükarda, her ne kadar tartışmalı da olsa bu tutum, bu kardeş katli dramında Bolşeviklerin ağır sorumluluğuyla mukayese edilebilir değildir. Zinoviev’in sesiyle, Bolşevikler Emma Goldman gibi enternasyonalist anarşistlerin arabuluculuk önerisini reddeder. Bu noktadan itibaren kopuş telafi edilebilecek durumda değildir. Troçki de geri kalmaz: kanlı bastırma harekatlarına bizzat katılmadıysa da, Moskova’daki 10. Kongre çalışmalarını terk edip radyoya giderek, Savaş Komiseri sıfatıyla Kronştadt halkına dönük ültimatomu okuyacak zaman bulmuştur. Ayrıca ve esasen, bu bastırma harekâtını sahiplenmiş, desteklemiş, ona kefil olmuştur. Troçkizmin mirasçısı bir örgütten gelen bizler için daha üzücü ve acıklı olanı ise, 1937’de Stalinist bürokrasiyle selamlanası bir mücadelenin ortasında, tekrar Kronştadt bahsine geri döndüğünde bu facia konusunda ancak “gönülsüzce” yerine getirilmiş “trajik bir zorunluluk” ifadeleriyle hayıflanır.

Böylece, bürokratikleşme konusundaki keskin analizi ve teorik tefekkürüne rağmen, bu olayların bu süreci beslediğini anlamayı ve kabul etmeyi bilemedi veya istemedi. Bunlar devrimci iktidarın güçlenmesinin değil canlılığını yitirmesinin işaretleri. Bolşevik Parti Kronştadt’ın taleplerine getirilecek tek yanıtın askeri seçenek olduğunu düşünme tercihinde bulundu. Oysa, en başından itibaren, yaşadığı toplumsal değişim her ne olursa olsun Kronştadt Rus devrimci sürecine katılmıştı. Açıkça ifade etmek gerekirse Kronştadt’ın bastırılışı sovyetler cephesinde, Devrimin izlediği seyir konusunda serbest bir tartışmaya bundan böyle yer kalmadığı anlamına gelmiştir. İç Savaşın sınırlı imkân sunan karmaşık ve feci koşullarının ötesinde bu isyanın ezilmesi, askeri ve siyasi şiddetiyle, Rusya’daki özyönetim seçeneğini biraz daha saf dışı bırakmıştır. Eğer halkın bilincinde sovyetlerin Partinin emirlerini uygulamaktan başka bir işe yaramadığı fikri yerleşiyorsa bunları güçlendirmeye çalışmanın ne anlamı olabilir?

Troçki’nin kendisi de Stalinist karşı-devrimin Kronştadt ayaklanması sırasında işlemeye başladığını görmeyi sağlayan anti-bürokratik siyasal araçlar bırakmıştır. Partinin Stalin’in eline geçmesi yalnızca bir yıl sonra, Nisan 1922’de 11. Kongre’de meydana gelecektir. Kronştadt ayaklanması sırasında Kremlin’ndeki aparaçikler henüz partiyi tümüyle ele geçirmiş, Devrimi sovyetlerden çalmış değillerdi fakat adım adım bu yolda ilerliyorlardı. Bu bağlamda Kronştadt’lı bahriyelilerin ezilmesi onların iktidara gelişine set çekmiyor, aksine buna hizmet ediyordu. Bu artık kimsenin karşı çıkamayacağı bir iktidar halini alacaktı. Kronştadt isyanında, giderek artan bir bürokratizme karşı mücadele için müsait olan, devrimin temellerine sadık güçlerin potansiyel olarak mevcut olduğunun kanıtını görmek gerekmez mi? Yüz yıl sonra bu soruyu sormak kolay elbette.

Amacın araçları haklı çıkardığı ifadesi zaten tartışmalıdır; fakat devrimcilerin karşı karşıya geldiği bir çatışma söz konusu olduğunda bu daha da geçerli. Kızıllarla karalar arasındaki bu yara kapanmış olmaktan uzak. Fakat yakınlaşmalar sağlamak Rus Devriminin bu bölümü üzerine dönmeyi de gerektiriyor. 

Çeviri: Uraz Aydın

Kapak Fotoğrafı: Kronştadt 1921, Kızıl Ordu askerleri isyanı bastırmaya çalışırken, kaynak.


[1] Bu kısa hatırlatma için Alternative Libertaire’in 2008’de yayımladığı bir broşürdeki kronolojiyi kullandık (“1921. Kızıl Kronştadt’ın İsyanı”). Esasa dair herhangi bir yargıda bulunmaktan kaçınarak yalnızca olayları özetlemeye çalıştık. 

[2] Lenin, “Kronstadt’tan Çıkarılan Dersler”, Pierre Frank tarafından derlenen ve konuya ilişkin Lenin ve Troçki’nin konuşmalarının ve metinlerinin yer aldığı broşürde bulunur: Lénine, Trotsky, Sur Kronstadt, Paris, édtions de la Taupe rouge, 1976, s.29. Türkçesi için bkz. Lenin-Troçki, Kronstadt, der. Pierre Frank, çev. E. Oğuz, O. Akınhay, M. Güneşdoğdu, Ataol Yayınları, İstanbul, 1992.

[3] Lev Troçki, “Kronstadt Olayları Hakkında Yabancı Basına Yapılan Yorumlar, Lenin-Troçki, Konstadt, s. 65. 

[4] L. Troçki, “Wendelin Thomas’ın Soruları”, a.g.e., s.77.

[5] Troçki, “Trajik Bir Zorunluluk”, a.g.e., s.99.

[6] Alexandre Berkman, La Rébellion de Kronstadt, 1921 (1922). Ediions La Digitale. 2007, s.50-51.

[7] Ida Mett, Kronstadt 1921, çev. Ümit Altuğ, Sokak yayınları, 1985.

[8] “1921. L’Insurrection de Kronstadt la rouge”. Alternative Libertaire, 2008, s.8, 13, 16-17. Gaston de Gallifet Paris Komünü’ne karşı kanlı bir bastırma harekâtı yürütmüş olan subay. Ç-N. 

[9] Victor Serge, “Kronstadt”, 10 Eylül 1937, in Victor Serge ve Léon Trotsky, La Lutte contre le stalinisme, Teşxtes 1936-1939, sunan Michel Dreyfus, Paris, Maspero, 1977, s. 178-179.

[10] İbid., s. 180-181

[11] Victor Serge, Bir Devrimcinin Hatıraları 1905-1945, Çev. Bülent Tanatar, Yazın yayıncılık, İstanbul, 2018, s. 145-146.

[12] Paul Avrich, Kronstadt 1921, çeviri: Gün Zileli, Versus yayınları, 2006, s.6.

Kızıl Afiş’teki Troçkist: Arpen Davityan – Masis Kürkçügil

21 Şubat 1944’te, Fransa’da Nazi işgaline karşı direnişte yer alan 22 kişi kurşuna dizildi. Aralarından en tanınmış olanın adıyla “Manuşyan grubu” olarak anılıyorlardı. İmza attıkları sayısız sabotaj ve suikasta gönderme yapan, bu göçmen direnişçilerin Fransız topraklarına ne denli yabancı olduklarını ispat etme derdindeki “Suç Ordusu”[1] başlığını taşıyan ve 15 bin nüshası ülkenin duvarlarına asılan Nazi propaganda aygıtının bu afişi, umulan etkisinin tam tersini yaratarak Kızıl Afiş adıyla direniş için bir moral kaynağı ve sol kültürün bir sembolü haline gelir. Misak Manuşyan’ın ve yoldaşlarının hikayesini anlatan bir diğer yazısında, “Hayatın Kıyısından Tarihe Sıçrayanların Hikayesi”nde Masis Kürkçügil, onları şöyle tarif ediyordu: 

“Anlatılan hikâye Fransa’nın Naziler tarafından işgal edilmesi karşısında göçmen işçilerin yürüttüğü direnişin hikâyesidir. Onlar 1915’in artıkları, Orta Avrupa’dan kaçmış Yahudiler, Romanyalılar, Polonyalılar, Franco’dan kaçmış Pirenelerdeki toplama kamplarında bulunmuş, İspanya İç Savaşı’ndan arta kalmış direnişçiler, Mussolini İtalya’sında faşizme karşı savaşmış olanlar, Nazizme karşı mücadelenin belki de en zor cephelerinden birinde, Paris’te işgal altında, partizanlığı seçtiler.
Herhangi resmi bir tarihte yer almadıkları için bir tür aşağıdan, alternatif tarihin özneleri olarak zamanla silinmediler.”

Burada okuyacağınız yazıda ise Masis Kürkçügil, öldürülüşlerinin yıldönümünde bu direnişçilerinden birine, bir Troçkist olan Arpen Davityan’ın hayatına odaklanıyor.

İmdat Freni

Fransız Direniş hareketinde simgesel bir önemi olan Kızıl Afiş’le ünlenen Manuşyan grubu, infaz edilenlerin ağırlıklı olarak göçmenlerden oluşmasıyla savaş içinde enternasyonalizmin bir pratiği olarak da dikkat çekmektedir. Fransız Komünist Partisine (FKP) bağlı göçmen çalışmasının bir uzantısı olan bu hareket içinde “yabancı” bir unsur bulunmaktadır: Arpen Davityan; namı diğer Manukyan.  Yabancı oluşu Ermeniliğinden değil. 

Ekim 1943’te sırf Troçkist oldukları için İtalyan Komünist Partisinin kurucusu Pietro Tresso (Blasco) dahil, direnişe katılmış dört devrimcinin FKP tarafından katledildiği günlerde Stalin’in kamplarından kaçmış Arpen Davityan 21 Şubat 1944’te kurşuna dizilen 22 kişiden biriydi.

“Unutmayın”

Kızıl Afiş’in infaz edilenler listesinde yer alan, grubun lideri Manuşyan’ın son mektubunda “unutmayın” dediği grubun en yaşlısı Armenak Manukyan (Arpen Davityan) grubun diğer üyelerinden farklı bir geçmişe sahip olup Kızıl Ordu’da subaylık ve siyasi komiserlik yapmış bir insandı. Onu direniş hareketine katan koşullar aslında diğerlerinden çok farklı bir göçmenliğin yörüngesini çizmişti. 

Her şeyden önce bu topluluk siyaseten FKP’nin nüfuzu altında iken Sibirya sürgününden kaçmış tescilli bir Troçkist olarak gruba katılmıştı.

Arpen Davityan hakkında ayrıntılı bilgileri Manuşyan grubunda olup da yakayı kurtaran, imanlı bir Stalinist olan, Komintern’de çalışmış, Mısır’da bulunmuş, İspanya’da Uluslararası Tugay’da çarpışmış Diyarbakır kökenli Dikran Vosgeriçyan anlatıyor. Ona göre Zangezur’da 1895’te doğmuş (sahte evraklarına göre 1889’de Karabağ Şuşa’da) Arpen. Babası duvar ustası, kendisi de Tiflis’te önce makinist sonra da tipograf olarak çalışır. Vosgeriçyan’a göre aynı zamanda eğitimine önem verip yine Tiflis’teki Nersesyan Okuluna girme sınavını kazanır.

1917’de Bolşevik Partisine katılır, bir sonraki yıl Kızıl Ordu’dadır. Ardından Bakü Komününü savunan Kızıl Muhafızlar arasında yer alır ve üç kez yaralanır. Daha sonra kente gelen İngilizlerce tutuklanırsa da Tahran’a kaçmayı başarır, döner Azerbaycan’a ve muhtemelen Mayıs 1920’de Taşnakların bastırdığı Bolşevik ayaklanmasına katıldığı Ermenistan’da mücadele eder. Er olarak girdiği Kızıl Ordu’da subaylığa yükselir ve Bakü’deki Şahumyan Askeri Okulundaki kısa bir stajdan sonra siyasi komiser olur.  Bu işlevle Nisan 1920’de Yerevan’a giren Kızıl Ordu’da görev alır. 

1923’ten itibaren Tiflis’teki Transkafkasya Komünist Üniversitesinde öğrenime başlar ancak 1925’te Sol Muhalefet üyesi, Troçkist olduğu için ihraç edilir. Buradan çeşitli görevlerde bulunacağı Ermenistan’a gönderilir. 1927’de sözcüsü olduğu Sol Muhalefete karşı yapılan temizlik sırasında partiden ihraç edilir ve aynı nedenlerle 1928’de diğer Ermeni militanlarla birlikte tutuklanır. Siyasi polis GPU denetiminde önce Yerevan’a, ardından Tiflis’e, sonra da Kazakistan’a gönderilir. 1931’de buradaki Bolşevik-Leninistlerle birlikte yeniden tutuklanır, Sankt Peterburg’daki ünlü Petropavlosk hapishanesine kapatılır ve üç yıla mahkûm edilince Verkhneuralsk kampına gönderilir. Burada 1933’teki 18 günlük açlık grevine katılır.  Mahkûmiyetten sonra Özbekistan’a sürgüne gönderilir. 1934’te kaçmaya karar verir Andican’dan İran’a geçerken sınırda yakalanır ve Tebriz’de tutulur.

O zamana kadar dış dünya ile ilişkisi kesik olan Davityan Paris’te Rusların yayın faaliyetinde bulunduğu öğrenir. 1935’te Troçki’nin oğlu Lev Sedov ile bağlantıya geçer ve ona 4 Ağustos tarihli “Dünya Proletaryasına Çağrı. SSCB’de Komünist Muhalefet” başlıklı yazısını gönderir.  Bu metin SSCB’deki siyasal tutuklular üzerine ilk metinlerden biridir. Ekim 1935’te ABD’de New Militant bu metni basar. Victor Serge “Bir Devrimin Kaderi” kitabında bu yazıdan alıntılar yapar.

Troçki ve Sedov onun Avrupa’ya geçişi için gereken parayı yardımlaşmayla sağlar. Mayıs 1937’de ilkin Marsilya’ya sonra Paris’e gelir. Komünist Birlik, Armenak Manukyan adına ona bir sahte evrak sağlar ve bu kimlikle çilingir olarak hayatını kazanır. Maisons Alfort’da işçi militanları (Roland ve Yvonne Filitâre) ile birlikte kalır, yazın bir kısmını Troçki’nin yakın dostları olan, Fransa’da devrimci hareketin önemli simalarından Alfred ve Marguerite Rosmer’in Périgny’deki evinde geçirir.

Komintern ajanı olan ve Moskova ile ilişkisini kesip Troçki’ye katılmaya karar verdiğinde İsviçre’de öldürülen Ignace Reiss’ın eşi Elisabeth K., kocasının ölümünün ardından oğlu ile birlikte Paris’e geçer. Bir gün Rosmerlerde, (Arpen Davityan’ın örgüt adı olan) Tarov’a rastladıklarını oğlu babası için hazırladığı biyografide yazar. 

Haziran 1937’de Davityan’ın Moskova Duruşmalarına ilişkin Paris soruşturma komisyonuna verdiği bilgiler Troçkist yayında yankılanır. Lev Sedov’un çevresindeki Rus gruba katılsa da birkaç ay sonra buraya sızan GPU ajanlarının ağırlaştırdığı ortama dayanamayarak ayrılır (Zborowski denen ajan Sedov’un yakını olacak kadar gruba sızmıştır). Zborowski “Rus Thermidorunun Hapishanelerinde” başlığını taşıyan, Davityan’ın Tebriz’de iken yazdığı anılarının basımını engellemek için elinden geleni yapar. Davityan, Sedov’un ölümünden sonra grupla ilişkisini tamamen keser. Troçki’ye yazdığı mektupta “bizim ortamımıza yabancı bir unsur”un katıldığını ifade ederek açıkça Zborowski’ye işaret eder. 

İlkbahar 1939’da musahhihler sendikasından G. Servois’nın yardımıyla “IV. Enternasyonal’in eylem programının eleştirisine katkı” olarak takdim edilen Rusçadan çevrili Fransızca bir broşür yayınlar. Dönemin önde gelen Troçkist simalarından Rodolphe Prager’ye göre geçiş hedefleriyle acil talepler uğruna mücadeleyi reformist olarak niteleyen bu broşür iktidarın doğrudan fethini öneriyordu. Kendini Ortodoks Troçkist olarak niteleyen bu yaklaşım La Révolution Prolétarienne’de yayımlanır. Ardından iki buçuk yıl çalışacağı bir işçi kooperatifinde iş bulur ve Fransızcasını hızla ilerletir.

Otuzlu yılların sonu kırklı yılların başlarında Davityan tecrit olma halinden kurtulmak için Ermeni göçmen ortamıyla, özellikle Ermeni komünistlerle ilişkiye geçer. Bir yıl kadar Almanya’da işçi olarak çalışır. Almanya’ya giderken anılarını emanet ettiği Servois, Kızıl Afiş’ten sonra onları yok edecektir.

Almanya dönüşü Manuşyanla ilişkiye geçer. Meline Manuşyan 1942’de Misak Manuşyan’ın kendisini “bizimle beraber” diye takdim ettiğini belirtir.  Meline kendisinin Stalin karşıtı olduğunu ve SSCB’den kaçtığının bilindiğini ekler.  FKP’nin göçmen emeğine dönük sendikal-siyasal çalışması olan MOI’nin (Göçmen İşgücü) Ermeni grubuna dahil olur ve André müstear ismiyle işgale karşı büyük kentlerde gerilla mücadelesi yürüten Francs-Tireurs et Partisans [Bağımsız Nişancılar ve Partizanlar] birliğine katılır. Gruptaki diğer yoldaşların askeri eğitimi neredeyse yok iken kendisi eski bir Kızıl Ordu mensubu olarak en tecrübelisidir. Siyaseten de benzer bir durum söz konusudur. Ağustos 1943 itibarıyla çeşitli operasyonlara katılır. Bunlardan biri 28 ağustosta FTP’deki Ermeni yoldaşlarınca korunarak Boulogne-Billancourt’daki Renault fabrikasından çıkan Alman askerleriyle dolu bir kamyona el bombası atmasıydı. 5 Ekim’de Saint-Michel’deki bir operasyon sırasında vurulur. Diran Vosgeriçyan onu bir Ermeni hekime götürür.  Sonra Meline Manuşyan’ın kızkardeşi Armenuhi Asaduryan’ın yanında nekahet devresini geçirir. Daha sonra bir başka Ermeninin sayesinde bir otel odasına yerleşir. Altı hafta boyunca Meline Manuşyan ona her gün ilaç ve yiyecek götürür. Bu günlerde Arpen Davityan Meline’ye Troçkist geçmişini anlatır. Vosgeriçyan da Beyrut’ta yayımlanan Ermenice anılarında daha ilk günden onun siyasi görüşlerini bildiklerini belirtir. 

Öte yandan bir iddiaya göre Ağustos 1943’te Manuşyan grubunun Troçkist eğilimde olduğuna ilişkin bir not FKP yönetimine iletilir. Öyleyse Manuşyan ile Manukyan isimlerinin karıştırıldığı kesindir.

Kasım 1943’te Özel Kuvvetler tarafından Belleville sokağındaki evde yakalanır. 

Paris’te, 21 Şubat 1944’te gözlerinin bağlanmasını kabul etmeyerek kurşuna dizilen 22 kişiden oluşan Manuşyan grubunun mezarlığında Ermenistan Sosyalist Cumhuriyetinin bir plakası bulunmaktadır: “Senin kavga arkadaşların seni asla unutmayacaktır”. Ermenistan’da Arpen Davityan’ın, medeni haklarını kaybetmiş olan eşinin ve kızının da itibarı iade edilir.

Polonyalı, İtalyan, Macar, Rumen, İspanyol, Ermeni ve Fransızlardan oluşan Manuşyan grubu kıt imkanlarla Nazilere karşı hangi saiklerle hayatlarını direnişe adadılar diye sorulduğunda Aragon’un şiirindeki gibi “Fransa için” denmesi abestir. Şiirin kendisi tiplerinden, konuşmalarından yabancı oldukları belli olan bu insanların “yurtseverlik”le bir ilgisi olduğu iddia etse de, onların birbirlerine baktıklarında gördüklerini dile getirmek daha doğrudur: Otantik bir enternasyonalizm.

Aragon’un Kızıl Afiş şiirini Leo Ferre yorumluyor

[1] Afişte şu cümleler geçiyor: “Bunlar mı Kurtarıcı? Suç Ordusu’nun [yürüttüğü] Kurtuluş!”. Ortasında Misak Manuşyan’ın bulunduğu afişte grubun on üyesinin resminin altında hangi kökenden geldikleri (Yahudi, Ermeni, “Kızıl”…) ve ne türden suçlar işledikleri anlatılıyor. (e.d.)                

Mustafa Suphi’lerin Katli ve Cumhuriyetin Harcı – Masis Kürkçügil

Mustafa Suphi’nin 14 yoldaşıyla birlikte Karadeniz’de katledilişinin üzerinden 100 yıl geçti. İlgisi olabilecek her kesimin bilgisi dahilinde gerçekleştirilen bu planın nihai emrini kimin verdiği belgelenmediği için Marquez’in “Kırmızı Pazartesi”ne benzer bir durum söz konusu. “Sanki bütün işlerde ben tek başıma mı idim. Daha üstüme varırlarsa her şeyi olduğu gibi ortaya dökerim” diyen cinayetin faili Yahya Kahya da Temmuz 1922’de öldürülünce “herkes” elini yıkamıştır. Üstelik Yahya Kahya cinayetinde adı geçen Topal Osman da çok geçmeden öldürülüyor. Sözü edilen kişilerin bölgedeki etnik temizlikteki payı düşünülürse İttihat Terakki’den kalma ağlar ve tarzlar devam etmektedir. 

Mustafa Suphi’nin öldürülmesinden bir yıl sonra Mecliste yapılan görüşmedeki konuşmalar ise “herkesin” bu işten haberdar olduğunu göstermekte.

Mustafa Suphi’nin ve yoldaşlarının katli, Milli Mücadele’nin başlamasından itibaren tasarlanan rejimin karakteri bakımından yani “Cumhuriyetin harcı” açısından da önemlidir. Mustafa Suphi Türkiye’ye gelmeden önce de Ankara’nın temsilcileri kendisiyle görüşmüş, en son Ali Fuat Cebesoy Moskova’ya giderken Kars’ta yaptığı konuşmaları nakletmiştir. Yasal yollardan mektuplaşarak Ankara’ya gelecek bir insanın propagandadan öte bir talebi olmazken, çok açık bir biçimde ‘Türkiye’deki bey ve paşaları burjuvazi sınıfından addetmiyoruz. Bilakis halk kütlelerinin en yakın yardımcıları olarak biliyoruz…” diyen, üstelik güç ilişkilerinde bir ağırlığı bulunmayan birinin tasfiye edilmesinin nedeni –her ne kadar konjonktürel gerekçeleri varsa da– esas olarak Anadolu’daki iktidarı inşa eden güçlerin gelecek tasarımlarında sol bir muhalefetin varlığının bir ihtimal olarak dahi yer almamasıdır. (Solu herhangi bir şekilde rejime dahil etmeme yönündeki tutum İttihatçı kalıntılar ve Enver Paşa açısından da geçerliydi elbette).

Daha Eylül 1920’de Refet Bele karşısında “solun” adayı olarak çıkan Dr. Nazım Resmor Dahiliye Vekili seçildiğinde, Mustafa Kemal karşı çıkmış, kendisini kabul etmemiş ve baskı üzerine Dr. Nazım Bey iki günlük Dahiliye Vekilliğinden sonra istifa etmek zorunda kalmıştı. Bu da Meclis içinde sözü edilen solun siyasal gücünü gösteriyordu.

Mustafa Suphi cinayetinin Ethem Bey güçlerinin tasfiye edildiği, Meclis içindeki solcuların içeri tıkıldığı bir dönemde gerçekleşmesi Ankara’nın eğretilikten konsolidasyona geçtiğini göstermekteydi. Mesele yalnızca Padişah güçleri değildi; ne kadar zayıf olursa olsun mücadeleye toplumsal bir muhteva katmak niyetinde olanlar da usulünce halledilmeliydi.

“Halk Tepkisi”     

Erzurum’dan Trabzon’a uzanan güzergâh boyunca Mustafa Suphi’yi bekleyen, resmi makamların da açıkça dahil olduğu “halk” tepkisi basın aracılığıyla düzenlenirken, olmadık iftiralar Ankara’nın onayı olmadan gündeme sokulamazdı.

Gazetelerde Suphi’nin Bakü’de Türk esirlerine kötü muamele ettiği, hatta yüzlercesini, binlercesini öldürdüğü yolunda propaganda yürütülen bir dönemde her şeyden haberdar olan, “şartları çok iyi değerlendiren” resmi makamların bunlardan haberdar olmaması ihtimal dahilinde değildir. Mustafa Suphi “Kızıl Alay” diye bir miktar harp esirini silah altına aldırabilmişse bunlar yurtlarına dönmenin yollarını ararken sefaletten kurtulmak için alaya katılmışlardır; ama “iftirayı” haklı çıkaracak hiçbir bilgi, belge yoktu. Üstelik İbrahim Tali doğrudan Mustafa Suphi ile üç kez görüşüp iki tüfek ve beş yüz mermiyle bunların Anadolu’ya gönderilmesinde anlaşmıştır. Zaten Kızıl Alay Taşnak Ermenistan’ına karşı yaptığı bir saldırıdan sonra Bakü’ye geri döner, ancak bölgenin sovyetizasyonundan sonra Ermenistan yolu açılınca memlekete geçer, düzenli orduya katılır ve Ali Fuat Cebesoy’un dediğine göre Batı Cephesinde savaşırken aralarında ölenler de olur. Ancak Ali Fuat “bu asker kardeşlerimizin hiçbiri Bolşevik olmamıştır” diye ekler.

Trabzon Valisi’nin, kafilenin akıbeti hakkında Sovyet elçisinin sorusuna verdiği cevap yeterince manidardır: “… Mustafa Suphi Türk vatandaşı görünüyor. Onlar ne suretle, nereden, niçin geldiler? Valilik hiçbir şey bilmiyor. Yalnız o biliniyor ki, onlar Sibir’den, Türkistan’dan Bakü’ye gelip vatana dönmek isteyen Türk harp esirlerini tutukladılar, eziyet ettiler ve idam ettirdiler”. Vali Sibirya’da ne olduğunu biliyor ama Trabzon’dan bihaber!

Zamanlama Değil Yöneliş Önemli

Mustafa Suphi aynı dönemde tasfiye edilen Ethem Bey gibi askeri bir güce sahip olmamanın yanı sıra Meclis içinde bulunan oldukça heterojen sol çevreler gibi de herhangi bir siyasal güce dayanmıyordu. 

Ancak Ankara önce kendini konsolide etmek için olası muhalefeti tasfiye etmeyi önüne koymuştu. 

Ocak 1921’de bütün bu tasfiyeler ve cinayetler arasında hazırlanan Anayasa için, son yıllarda toplumsal muhalefet kesimlerinde rastladığımız gibi “demokratik” sıfatını kullanmak da bu güç ilişkileri içinde gerçekten gariptir. Demokratik bir idareye örnek olarak gösterilen “muhtariyet” idari bir muhtariyet olduğu gibi bu anayasaya uygun yasalar da çıkartılmadığından zaten kağıt üzerinde kalan bir husustur.

Milli Mücadele bağlamında oluşmuş olan güç ilişkilerinde, memleketteki sınıfların mevzilenmesine, aşağıdakilerin çıkarlarını gözeten bir muhalefete müsamaha yoktu. Başlangıçtaki boşlukta aykırı sesler çıkmış olsa da önce iç konsolidasyon sağlanacaktı.

‘İçimizdeki Aydınlık’: Oşin – Masis Kürkçügil

Sessiz ama sakin olmayan bir yolculuk. İlk gençliğinin heyecanıyla fark etmese de ağır ağır içine çöküyor insanın yabanlık. “Dışladığım ruhum”, “ruhumla olan didişmeler” diyordu Oşin. Gençlik ideallerinden bir kopuştan söz etmiyordu. Bu köhne dünyanın tahayyülünü karartmaktan başka bir işe yaramayacağının bilincindeydi. Ancak bir şeyler de eksik kalıyordu. Hayatının son döneminde “insan”, “insanlık halleri” ve hümanizma temel meşgalesi oldu. Giydirilmiş, doğuştan gelen ve egemenlik içeren kimliklerden arınmanın gereğinden söz ediyordu.

Dikranagerd, Tıbrevank, maden mühendisleri (okul, sendika ve meslek odası), siyaset, Agos derken farklı gibi gözüken çevrelerde aynı dostluk, sıcaklık ve alçak gönüllükle anılan bir insan için bu yolculukta bir dönemeç değil kulvar değişimi söz konusuydu.

Onun bilançosunda, döneminin Tıbrevankı’nda öğrencileri derinden etkilemiş iki hocasının büyük emeği olduğunu hep hatırlamış ve anmış. Biri herhalde onun edebiyat zevkini, şiire olan ilgisini mayalandırmış olan Sabri Altınel, diğeri fen hocası olmakla birlikte gündelik hayatıyla öğrencilerinde derin bir sevgi yaratmış olan Baron Vahan. İkisi de afrası tafrası olmayan alabildiğine emektar ve alçakgönüllü ve muhterem insanlardı.

“İçimizdeki Kara Delik”

Agos’un yazı kadrosuna Hrant Dink, iki ahpariğini katmıştı. En kıdemlisi  ANT dergisinin yazı işleri müdürlüğü gerekçesiyle  12 Mart sonrasını hapiste geçiren Ohannes Yaşar Uçar, diğeri de 12 Mart’ta Selimiye’de bulunmuş, 1980 öncesinin Demokrat gazetesinin Cihan Ateş’i, yani Oşin Çilingir. İkisi bir ara eküri olmuşlardı. İkisi de yaşadıklarını yazmadı. Agos hem ikisinin de kendilerini ifade etmelerine hem de muhabbet etmelerine vesile oldu. Kayıt düşülmemiş olmasına hayıflanmamak mümkün değil. Yine de bu vesileyle Oşin’den geriye bir kitap ağırlığında yazılar kaldı. Bir cenaze töreni vesilesiyle ölüm hakkında yazdıklarından Cumartesi Anneleri’ne, Gomidas’tan, sık sık üzerinde durduğu vicdan kavramına, su gibi akan bir yolculuk “İçimizdeki Kara Delik”. Nefret, hırs, intikam gibi duygulara inat prangalanmış insanın kurtuluşunu tartışan yazılar…

2013’te Adalı dergisine artık bir Büyükadalı olarak bir başka Adalı’nın, İdris Küçükömer’in anısına bir yazı yazdı: “Sezgisel Bilginin Ustası.” Küçükömer’in sözünü ettiği entelektüel aşka göndermede bulunarak şiirsel bir cümleyle yazıyı sonlandırdı: ‘Bu aşk İdris Küçükömer’e özgüdür.’

Oşin de kendine özgü bir yol tutturdu. 

Pandemiye rağmen mezarı başındakilerin renkliliği ona saygının bir ifadesiydi.

Kaynak: Agos http://www.agos.com.tr/tr/yazi/25191/icimizdeki-aydinlik-osin

“Kalbimizde Yeni bir Dünyayı Taşıyoruz”: Buenaventura Durruti (1896-1936)

İspanya devriminin önderlerinden, anarşist, liberter militan Buenaventura Durruti 20 Kasım 1936’da Madrid’de nereden geldiği belli olmayan bir kurşunla vurularak öldürüldü. İspanya’daki antifaşist ve devrimci mücadelenin önemli anarşist gücü CNT-FAI’nin etkili, popüler ve gerektiğinde kendi örgütüne karşı -özellikle burjuva hükümete katılımı konusunda- eleştirel de davranabilen sol-kanat yöneticilerinden olan Durruti, tarih boyunca salt anarşist hareket için değil, devrimin kararnamelerle değil kitlelerce yapılacağına inananlar için kışkırtıcı bir esin kaynağı olmuştur.

Durruti’ye ilişkin Daniel Guérin, Michael Löwy ve Olivier Besancenot’den alıntılar ve anarşist hareketin en önemli simalarından Emma Goldman’ın daha önce yayınlanmış olan bir metniyle, biz de Buenaventura Durruti’yi, bu büyük devrimciyi, fikirleriyle, yaşamıyla ve mücadelesiyle anıyoruz.

“Yıkıntılardan korkmuyoruz. Bizler inşa etme yeteneğine de sahibiz. İspanya’nın, Amerika’nın ve dünyanın dört bir köşesinin saraylarını ve şehirlerini bizler inşa ettik. Biz işçiler bunların yerini alacak şehirler inşa edebiliriz. Ve bunları çok daha iyi inşa edeceğiz; yıkıntılardan da korkmuyoruz. Tüm dünya miras kalacak bize. Burjuvazi Tarih’in sahnesini terk etmeden kendi dünyasını yakıp yıkabilir istediği gibi. Bizler kalbimizde yeni bir dünyayı taşıyoruz. Ve o şu anda bile büyümekte”.

Buenaventura Durruti

“İspanya devrimi, kısa zamanda bir yabancı müdahale ile daha da derinleşecek olan bir iç savaşın trajik koşullarına rağmen, kentte olduğu gibi kırsalda da özyönetimin dikkat çekici biçimde başarılı olabileceğini göstermiştir. Gösterdiği bir diğer şey ise hiyerarşisiz ve rütbesiz, serbest gönüllülüğe dayalı bir askeri disiplin aracılığıyla anarşist ilkelerle devrimci savaşın gereklerini uyumlulaştırmaya dönük liberter çabadır. Bu arayışı, büyük bir anarşist savaşçı hem pratiğe dökebilmiş hem de onun simgesi haline gelmiştir: Durruti”.[1]

Daniel Guérin

“Durruti, Andreu Nin ile birlikte Stalinizm tarafından ihanete uğrayan İspanya devriminin iki büyük isminden biriydi. İspanyol anarşistlerine dönük özel bir şefkat duyduğu söylenemeyecek olan Troçki, CNT’yi ‘proletaryanın en mücadeleci unsurlarının’ içinde bulunduğu ‘temel devrimci güç’ olarak görüyordu. Daha da şaşırtıcı olanı ise, Durruti’yi 1937’de, son derece sert bir şekilde eleştirdiği CNT’nin geri kalanında ayırıyor olmasıydı: ‘Neden anlayışlarımız ve eylemlerimiz arasındaki her türden yakınlık (Durruti, Andreu Nin…) stalinizmin gangsterlerini kanlı bir baskıya başvurmaya zorluyor?’

Bu ‘yakınlığa’ farklı kuşaklardan devrimci Marksistler tarafından sahip çıkılıyor. Bugün İspanya’da IV. Enternasyonal’in fikirlerini yaşatan Antikapitalist Sol’daki yoldaşlarımız için geçerlidir mesela bu. Sitelerinde Durruti’nin sözlerine bir dizi gönderme bulmak mümkün, tıpkı şunun gibi: ‘Bizler kalbimizde yeni bir dünyayı taşıyoruz’.[2]

Michael Löwy – Olivier Besancenot

Durruti Öldü, Yine de Yaşıyor![3]

Emma Goldman

Bir ay önce Madrid sokaklarında mücadelede gördüğüm Durruti yaşamını yitirdi.

İspanya’daki devrimci ve anarşist hareketin bu fırtınalı kuşağına dair önceki bilgilerim sadece yaptığım okumalara dayanıyordu. Barselona’ya vardığımda Durruti ve onun birliği hakkında birçok büyüleyici hikaye öğrendim. Bu hikayeler beni Durruti’nin faşizme karşı cesur ve yürekli milislerle birlikte mücadele ettiği Aragon cephesine gitmeye teşvik etti.

Uzun ve zorlu bir yol aşarak Durruti’nin bulunduğu karargaha akşama doğru tükenmiş bir halde geldim. Durruti ile birkaç dakika geçirmek canlandırıcı ve dinçleştirici bir iksir gibiydi. Montserrat kayalarından yontulmuş gibi güçlü vücuduyla Durruti, İspanya’ya geldiğimden beri gördüğüm anarşistler arasında en dikkat çekici figürlerden biriydi. Beni heyecanlandıran olağanüstü enerjisi, yakınındaki herkesi etkiliyor gibi görünüyordu.

Durruti’yi faaliyetin gerçek arı kovanında buldum. İnsanlar geldiler ve gittiler, telefonlar sürekli Durruti için çalıyordu. O sırada yeni, ahşap bir kulübe inşa eden işçilerin çekiç sesleri sağır ediciydi. Bütün bu gürültünün ve sürekli çalan telefonların arasında Durruti sakin ve sabırlıydı. Faşizme karşı ölüm kalım mücadelesi veren birinden zerafet ve sıcakkanlılık beklemiyordum ama beni sanki hayatı boyunca tanıyormuş gibi karşıladı.

Durruti’nin adıyla anılan birliğin ustalığı hakkında çok şey duymuştum. Daha önce en ufak askeri eğitimi ya da deneyimi olmayan 10,000 gönüllüyü askeri disiplin olmaksızın nasıl bir arada tutmayı başardığını öğrenmek konusunda oldukça meraklıydım. Durruti benim gibi yaşlı bir anarşistin bu soruyu sormasına şaşırmış görünüyordu.

“Bütün hayatım boyunca anarşisttim.” diye cevapladı. “Öyle de kaldığımı umuyorum. Doğrusu iyice düşünmem gerekiyor, askeri sopasıyla milislerini yöneten bir generale mi dönüştüm? Bize gönüllü olarak katıldılar, antifaşist mücadelemizde yaşamlarını ortaya koymaya hazırlar. Özgürlüğe -her zaman olduğu gibi- inanıyorum. Sorumluluk duygusuna dayanan bir özgürlük. Disiplinin zaruri olduğunu düşünüyorum ama ortak bir amaç ve güçlü bir yoldaşlık duygusuyla motive edilen bir ‘iç disiplin’in.” İnsanların güvenini ve bağlılığını kazanmıştı çünkü hiç kimseyle ast-üst ilişkisi kurmamıştı. O, onlardan biriydi. Onlar gibi yemek yiyor, onlar gibi uyuyordu. Kendi payına düşen yemeği, genellikle zayıf ve hasta olanlar için reddediyor; onların daha fazla ihtiyacı olduğunu söylüyordu. Her savaşta onlarla aynı tehlikeleri paylaşıyordu. Durruti’nin başarısının sırrı kesinlikle birliğiydi. İnsanlar ona hayrandı. Sadece talimatlarını yerine getirmiyorlardı, faşizmi geri püskürtmek için en tehlikeli girişimlerde bile onu takip etmeye hazırlardı.

Oraya vardığım akşam, ertesi sabah gerçekleştirecekleri atağa hazırlanıyorlardı. Şafakla beraber bütün milisler gibi Durruti de omzunda tüfeğiyle yola koyuldu. Birliği ile birlikte faşistleri dört kilometre geri püskürttüler. Ayrıca düşmanın kaçarken arkasında bıraktığı kayda değer miktardaki cephaneliği de ele geçirmeyi başardılar.

Durruti’nin insanlar üzerindeki etkisinin tek açıklaması eşitliğe dayanan ahlak anlayışı değildi. Bir tane daha vardı; milislerde antifaşist mücadelenin derin anlamına dair farkındalık yaratabilme kapasitesi. Bu derin anlamı kendi yaşamında içselleştirmiş ve bunu yoksullara, ezilenlere aktarmayı öğrenmişti.

Durruti bana, cephede en çok ihtiyaç duyulduğu sırada izin isteyen milislere nasıl bir yaklaşım sergilediğini anlattı. İnsanlar belli ki onu iyi tanıyordu. Kararlılığını, çelikten iradesini biliyorlardı. Ama sert görünüşünün altında gizli olan duygudaşlığını ve nezaketini de biliyorlardı. İnsanlar ona evde hasta çocukları, eşleri olduğunu söylediğinde Durruti onlara nasıl karşı koyabilirdi ki?

Durruti, Temmuz 1936’nın şanlı günlerinden önce vahşi bir canavar gibi ülkeden ülkeye izi sürülen. Bir suçlu gibi hapishaneye kapatılan. Hatta idama mahkum edilen. Nefret edilen anarşist; uğursuz tiranlığın, burjuvazinin, kilisenin ve devletin nefret ettiği. Bütün kapitalist şeytanların “hissedebilme yetisinden uzak evsiz berduş” ilan ettiği Durruti. Onu ne kadar az tanımışlar. Onun sevgi dolu kalbini ne kadar az anlamışlar.

Hiçbir zaman yoldaşlarının ihtiyaçlarına kayıtsız kalmamıştı. Şimdi ise faşizme karşı devrimi savunan mücadelede herkesin yanında olmasına ihtiyacı vardı. Kesinlikle zor bir durumdu bu. Ancak Durruti’nin yaratıcılığı bütün zorlukların üstesinden geldi. Bütün kederli hikayeleri sabırla dinledi ve yoksullar arasındaki hastalığın sebeplerini ortaya koydu; fazla çalışma, yetersiz beslenme, havasızlık, neşesizlik…

“Görmüyor musun yoldaş? Seninle benim verdiğimiz mücadele devrimimizi savunmak için, devrimimizse yoksulların acılarını ortadan kaldırmak için. Faşist düşmanlarımızı yenmeliyiz. Kazanmalıyız. Sen bunun önemli bir parçasısın. Görmüyor musun, yoldaş?” Durruti’nin yoldaşları ‘gördü’ ve mücadeleyi sürdürdü.

Anarşist Durruti, bilgisini kendisine saklamayan, düşünceli ve hassasiyet sahibi bir yoldaş, hepsi bir arada. Ve şimdi Durruti öldü Kalbi artık atmıyor. Güçlü vücudu kocaman bir çınar gibi devrildi. Ama hayır, Durruti henüz ölmedi. 22 Kasım 1936 Pazar günü Durruti’ye karşı son görevini yerine getiren yüzbinlerce kişi buna tanıklık etti.

Hayır Durruti ölmedi. O’nun alevli ruhunun ateşi kendisini tanıyan herkesi heyecanlandırmıştır. Ve içimizdeki bu ateş asla söndürülemez. Yoldaşları, Durruti’nin elinden düşen ateşi kaldırdılar bile. Durruti’nin yıllar boyunca aydınlattığı yolda şimdi onlar taşıyor meşaleyi, coşkuyla. Durruti’nin idealinin zirvesine giden yolda. Bu ideal, Durruti’nin yaşamının tutkusu olan anarşizmdi. Son anına kadar anarşizm için yapması gerekeni yaptı, son nefesine kadar bu ideale sadık kaldı.

Onları ziyaretim sırasında güvenliğim için duyduğu endişe, Durruti’nin hassasiyetini apaçık gösteriyordu. Birliğin bulunduğu yerde geceyi geçirebileceğim bir yer yoktu. En yakın köy Pina’ydı. Ama Pina defalarca faşistler tarafından bombalanmıştı. Durruti beni oraya gönderme fikrinden tiksindi. Ben orada kalabileceğim konusunda ısrar ettim. Herkes bir gün ölür. Yüzünden okunuyordu, yaşlı yoldaşının korkmaması sebebiyle gururlandığı. Koruma altında gitmeme yol verdi.

Ona minnettardım çünkü Pina’ya gitmek bana az rastlanır bir şans -onun birlikteki diğer yoldaşlarla ve köylülerle tanışma şansı- verdi. Faşizmin birçok kez kurban etmeyi denediği bu insanların ruhu en etkileyici olandı.

Düşman Pina’nın yakınında, hemen derenin karşı tarafındaydı. Ama o insanlar arasında korkudan ya da acizlikten eser yoktu. Korkusuzca dövüştüler. “Faşizmle yönetilmektense ölürüz.” dediler “Tek birimiz kalana dek Durruti ile birlikte antifaşist saflarda mücadele ederiz.”

Pina’da sekiz yaşlarında bir çocukla tanıştım, faşist bir ailenin ayak işlerinde koşturulmuş yetim bir çocukla. Küçük elleri kıpkırmızıydı ve şişmişti. Gözleri dehşet doluydu, Franco’nun paralı askerleri tarafından yaşatılan korkunç travmalarla dolu. Pina halkı oldukça yoksuldu. Herkes bu kötü muameleye maruz kalmış çocuğa daha önce görmediği ilgiyi ve şefkati gösteriyordu.

Avrupa basını, antifaşist mücadelenin başından beri, İspanyol özgürlük savaşçılarına çamur ve iftira atmak konusunda birbiriyle yarışıyor. Avrupa faşizmi, geçtiğimiz dört ay boyunca devrimci güçlerin yayınladığı, detayları vahşete varan raporları yazmadı elbette. Bu “sarı” sayfaların okurları her gün (faşist saldırılardan hiç bahsedilmeden!) Barselona ve diğer kentlerdeki isyanlara ve bozulan düzene dair haberlerle kandırıldı.

Katalonya, Aragon ve Levante’nin tamamını dolaşmış; yoldaki bütün kentlere ve köylere uğramış biri olarak tanıklık edebilirim ki İngiliz ve Avrupa basınından okuduğum şeyin insanın kanını donduran gerçeklikle en ufak bir alakası yok. Bunun son örneği, antifaşist mücadelenin cesur anarşisti Buenaventura Durruti’nin ölümünün ardından yayınlanan haberdir. Bu son derece saçma açıklamaya göre Durruti’nin ölümü ile birlikte Barselona’daki yoldaşları arasında son derece şiddetli bir ihtilaf ortaya çıkmış.

Bu absürd haberi kim yazdıysa Barselona’da hiç bulunmamış demektir. Buenaventura Durruti’nin CNT ve FAI üyelerinin yüreklerindeki yeri hakkında hiçbir fikri yok demektir. Aslında yüreklerindeki yeri ve -fikir farklılıklarına bakılmasızın- onun politik ve sosyal alandaki düşüncelerinin nasıl değerlendirildiği hakkında.

Gerçekte olan şuydu; Durruti’nin ölüm haberinin alındığı andan defnedildiği ana kadar Katalonya cepheleri -daha önce hiç olmadığı kadar- yekvücut oldu.

İspanyol faşizmine karşı mücadele eden her politik eğilimden her bir örgüt Buenaventura Durruti’ye olan saygısını göstermek için çağrıda bulundu. Yalnızca Durruti’nin yoldaşları ya da antifaşist mücadelenin yüzbinlerce müttefiki değil Barselona nüfusunun neredeyse tamamı, ardı arkası kesilmeyen bir insan seli oluşturmuştu. 

Hepsi uzun ve zahmetli defin sürecinde rol almaya geldi. Barselona asla bu kadar sessiz, kederli ama tam anlamıyla ahenk içinde bir insan akınına sahne olmamıştı.

Durruti’nin yoldaşlarına gelince; onunla aynı idealleri paylaşan, onunla birlikte mücadele eden cesur yoldaşlarına. Onların sevgisi, özverisi ve saygısı herhangi bir ihtilafa ya da uyumsuzluğa yer bırakmıyordu. Onlar da Durruti’nin uğruna yaşadığı ve son nefesini verdiği faşizme karşı mücadelenin farkındalığıyla, devrimi gerçekleştirme kararlılığıyla yas tuttular.

Hayır, Durruti ölmedi. Hayatta olduğundan daha çok yaşıyor. Onun deneyimi Katalan işçileri ve köylüleri tarafından, ezilenler tarafından sahiplenildi. Durruti’nin cesareti ve dayanıklılığı, faşizm yok edilene dek onlara eşlik edecek. Sonra asıl iş başlayacak. Yeni sosyal yapıyı insani değerler üzerine, adalet ve özgürlük üzerine kurma işi.

Hayır, hayır Durruti ölmedi! Daima bizimle birlikte.


[1] Pour un communisme libertaire, Spartacus, 2003.

[2] Affinités révolutionnaires. Nos étoiles rouges et noires, Mille et Une Nuits, 2014. Troçki’nin buradaki sözleri için bkz Lev Troçki, İspanyol Devrimi (1931-1939), çeviri: Emrah Dinç, Umut Konuş, Yazın yayıncılık, 2000. 

[3] Bu yazı daha önce meydan.org sitesinde yayınlanmıştır. 

Altmışlarda Sosyalist Hareketin Oluşumu – VIII: Tartışmaların Dökümü – Masis Kürkçügil

Masis Kürkçügil’in 2006’da kaleme almış olduğu ve altmışlı yılların başından 12 Mart’a kadar, kendisinin de fiilen içinde bulunduğu sosyalist hareketin gelişimini programatik zemin, siyasal saflaşmalar ve işçi hareketiyle ilintisi bağlamında ele aldığı bu kapsamlı değerlendirmeyi bölümler halinde İmdat Freni okurlarının ilgisine sunuyoruz. Önceki bölüme şuradan ulaşabilirsiniz. 

Bu dönemdeki sosyalist kültürümüzün manzarayı umumiyesi için Çetin Yetkin’in Soldaki Bölünmeler kitabı yeterince anlamlıdır. 15-16 Haziran öncesi hazırlanan ve daha genel bir ibare ile 12 Mart sonrasında bir dizi hareketin sahiplendiği çizgiler henüz biçimlenmeden yapılan görüşmeleri de içeren bu kitaptaki tartışmalar bir dönemin bilançosu için malzemenin beş aşağı beş yukarı ne olduğunu göstermektedir. 

Tarık Zafer’in Meşrutiyet için Cumhuriyetin laboratuvarı demesi gibi altmışlı yılları da sosyalist hareketin sonrasının bir laboratuvarı gibi görmek oldukça yaygın. Ancak bu laboratuvara bakıldığında deneylerin el yordamıyla yapıldığı, önceden hazırlanmış birtakım siyasal görüşlerin ve hele hele gelişkin bir programın ve iktidar perspektifinin bulunmadığı gözlenmekte. Bir önceki ve bir sonraki dönemden farklı olarak ise bu dönemin başlarında kalem oynatanların önemli bir kısmı Marksizmin rahlei tedrisinden geçmemiş olsalar da hiç değilse kendi alanlarında toplumda hatırı sayılır aydınlar (gazeteci, yazar, hukukçu, mimar olarak mesleklerinin erbabı; Marksizmle tanışıklıkları sınırlı olsa da memleket meseleleri hakkında donanımlı) iken ilk kez açıkça bugünlerde yola yeni çıkanlar da görülür.  

Kabaca altmışların tartışma konuları şöyle özetlenebilir:

Gelenek: Bu genel olarak dünya sosyalist geleneğinden çok eski tüfeklerle ilişkilidir. Yoksa kimsenin Gramscici veya Luxemburgcu diye nitelendiği sanılmasın. TKP’nin kemik kadrosu TİP’in gelişiminin dışında kalınca bir tür hak iddiasında bulunmuşlar, TİP’liler de onları dıştalamanın yollarını aramışlardır. Ancak tasnifi daha kategorik hale getiren Dr. Hikmet Kıvılcımlı en eskilik mertebesini kendisine ve Şefik Hüsnü’ye ayırarak, eski, yeni ve en yeni diye siyasi olmaktan hayli uzak bir rütbe ayarlamasıyla bu işin ne kadar gayrı siyasi olduğunu göstermiştir (Rusya’da olsa en eski Plehanov olacaktır!). TİP’in gelişimine kadar bütün bu ayrımların siyasi anlam ve önemi ise açıkta kalmaktadır. Hatta Şefik Hüsnü ile Dr. Hikmet’i değil Mihri Belli’yi yan yana getirmek belki daha makuldür.

Toplumsal formasyon/sınıfların konumlanışı: Altmışlı yılların en önemli tartışmalarından birini oluşturmakta. O günlerde, geride ciddiye alınabilir herhangi bir çalışma bulunmadığından Türkiye’de kapitalizmin gelişme seyri ve ondan önce de Osmanlı toplum yapısı üzerine bir tartışma neredeyse hayati bir önem kazanmıştır. Aslında tartışmanın masumiyetinin göstergesi çığır açıcı tartışmanın mantıken olması gereken en son yerde Yön dergisinde başlamış olmasıdır. Selahattin Hilav’ın başlattığı tartışma o gün itibarı ile siyasal sonuçları kestirilmese de Kemalist geleneğin zeminini sorgulamaktadır. Bu tartışma kapitalizmin gelişkinliği, dolayısıyla milli burjuvazinin varlığı yokluğu ve Kemalistlerle ittifak meselesine kadar uzanmıştır. Osmanlı toplum yapısını merkezi feodal olarak görmeyenler ülkenin yarı feodal olmadığını, milli burjuvazinin bulunmadığını ve de asker sivil aydın zümrenin hayırlı bir şey addedilemeyeceği konusunda büyük miktarda hemfikirdirler. Toplumun tarihinde kapitalist ilişkilerin sıçrama kaydettiği bir dönemde nesnel gerçekliği irdelemekten aciz, kafasındaki kırk yıllık yarı-feodal, yarı-sömürge şablonu hayata dayatan bir siyasetin acısı sonraki yıllarda da çekilecektir.

Mücadele: Sınıfların konumlanışını değerlendirmeye göre ille de şart olmamasına rağmen sınıf mücadelesindeki taraflar ve buna uygun ittifaklar çizilmektedir. Gecikmiş ve yarım kalmış bir demokratik (burjuva) devrimin sahibi milli burjuvaziyi es geçerek yapılamayacağı göz önüne alınırken, örneğin Rusya’dakine benzer bir liberal burjuvaziden bile söz edilemeyecek bir ortamda Kemalistler, asker-sivil aydın zümre başlığı altında kategorileştirilerek acilen öncülüğe görevlendirilmişlerdir (Milli burjuvazi örneklemeleri ise makarna ve şarap sektörü ile sınırlı kalmıştır!). TİP’te somutlanan genel hat ise bu karmaşık yollara sapmadan işçi sınıfının öncülüğünde sosyalizmi kurma hedefidir. Ancak bu hedefe ilişkin yollar kurumsal çerçeve içinde doğrusal gelişmeden ibarettir. Sosyalizm sınırlı bir çevreye sesleneceğinden seçmenin toplumsal-sınıfsal bileşiminde kırsala doğru bir genişleme makul görülür ve böylece köylülük umut haline gelir.

Siyasal ortamın değerlendirilmesi konusunda ortaklaşılan 27 Mayıs kutsaması olsa da buradan çıkan sonuç tam ters noktalara uzanmaktadır. Anayasanın tam olarak uygulanması ilkesinde anlaşık olanlardan TİP örneğin 1965 seçimlerinden sonra 1969’da başa güreşmeyi mümkün görürken, MDD’ciler Filipin tipi demokraside sosyalist bir mücadele verilemeyeceğini söylemeye kadar vardırmaktadırlar (bu kesim Ekim 1970 tarihinde yine de bir yasal parti kurma girişiminde bulanarak yıllardır söylediklerini tekzip etmek durumunda kalmıştır). Ancak gündelik eylem hattı meselesinde TİP özellikle meşruiyet sınırları içinde kalmaya özen gösterirken MDD’ciler bu namüsait ahval ve şerait altında toplumsal talepler çerçevesinde değil de polisle çatışma türünden sokak eylemlerini mümkün ve gerekli görebilmektedirler.

Milli Demokratik Devrim ve Sosyalist Devrim tartışması bir program tartışması değildir (program meselesini TİP’te ilk önemseyenlerden İdris Küçükömer 1968 kongresinde her kanadın katılımıyla programın sosyalist bir program haline getirilmesini önerir). Çünkü esas olarak her iki kesim de demokratik görevlerin ağırlıkta olduğu bir “devrim”den söz etmektedirler. Tabii ki bu devrimin öznesinin, öncüsünün kim olacağı her iki cenahta zıt yorumlara neden olmuştur. Ancak devlet ve devrim babında, devrimcilerin devletle bir kan uyuşmazlıkları olduğu söylenemez.

Altmışlı yıllardaki sınıf mücadelesi yeni bir evreye doğru evrilirken eski dönemin emektarları, kırklı ve ellili yıllarda siyasal formasyonlarını almış olanlar bu gelişme dinamiğinin dışında eski ve büyük miktarda kendiliğinden tükenmiş sorunsalların çerçevesine sıkışıp kalmışlardır. Ancak yeni evrenin sözcüleri gibi gözükenlerin de kendi deneyimlerini gerçekleştirebilme aralığının darlığı ve hazırlıksızlıkları aslında bir sonraki evreye, yani yetmişli yıllara taşınan siyasal ve ideolojik mirasın on yılın birikimiyle orantısız derecede zayıf olmasını getirdi. 

Model arayışı: Yetmişli yılların eşiğine kadar bir model tartışması yoktur. İlginç bir biçimde geleneksel olması gereken Ekim modeli Maoizmin keşfedilmesine denk gelen dönemde benimsendiğinden değil rekabet olsun diye ortaya çıkmıştır. Aslında Milli Demokratik Devrim-Sosyalist Devrim tartışması ittifaklar politikası açısından belli farklılıklar taşısa da, cuntacılık aradan çıkarıldığında birdenbire anlamsızlaşır. Hem TİP’in programının sosyalist bir program olmaması hem de 1965 seçimlerinden çıkarılan dersler doğrultusunda giderek köylülüğe önem verilmesi nedeniyle zaten mevcut durumla sosyalist devrim arasında bir köprü kurmaktan uzak olan talepler demokratik düzeyle sınırlı kalmaktadır.  Esas farklılıklar program meselesinde ve hatta sınıfların mevzilenmesinde, toplumsal formasyon değerlendirmesinde değil mücadele tarzındadır. Yoksa iki Stalinist hizbin demokratik devrim-sosyalist devrim tartışması dünyanın herhangi bir yerinde rastlanmayan tarihsel bir garabettir. Bu garabetin bir uzantısı bugün de bu geleneği sürdürdüklerini iddia edenlerde görülmektedir.

Model arayışında partikülarizme dudak ısırtan bir olay Maoizmin başına gelenlerdir. 1967 Kültür Devrimi’nin yarattığı ortamda Maoizmin yeni çehresini irdelemekten aciz olanlar tarihte belki de ilk ve son kez Stalin’den Leninizmin ilkeleri ile, Kültür Devrimi Maoizmiyle Guevarizmi yan yana getirmişler, Kemalizmi de ihmal etmeyerek radikal bir sol harekete girişmişlerdir.

Maoizmin Türkiye’de varolan ideolojik kalıplara göre nasıl çarpıtıldığına ilişkin “içeriden” bir değerlendirme var.[1]Kabaca Kemalist önkabullerin aslında Maoist olmaktan çok Menşevik bile olmayan bir zihniyetle sürdürüldüğü ilk Maoist çıkışlar sözde radikal gibi gözükse de fiiliyatta karşı çıktığı TİP’in her açıdan sağında yer almaktaydı. Radikal Maoist akımlar ise –örneğin TİKKO– başta yapısal tespitlerde değil mücadele tarzında esas olarak farklılaşmışlardır. Bu kesimin, Kemalizm konusunda kopuşları önemli olmakla birlikte resmi Maoizmin neredeyse statükoyu meşrulaştıran hegemonyasına karşı her hâl ve şerait altında kelam etmenin yerine mücadeleye yönelmeleri önemli olmuştur. (Maoist kesimde, bugün de aşağıdan siyaset yapmanın yollarını arayanların büyük politika yapma geleneğinden gelmediği hatırlanmalıdır.)


[1] Aydın Çubukçu, Praksis, Sayı 6.

Altmışlarda Sosyalist Hareketin Oluşumu-VII: 1968’in “a la turca”lığı ve MDD’nin Yükselişi – Masis Kürkçügil

Masis Kürkçügil’in 2006’da kaleme almış olduğu ve altmışlı yılların başından 12 Mart’a kadar, kendisinin de fiilen içinde bulunduğu sosyalist hareketin gelişimini programatik zemin, siyasal saflaşmalar ve işçi hareketiyle ilintisi bağlamında ele aldığı bu kapsamlı değerlendirmeyi bölümler halinde İmdat Freni okurlarının ilgisine sunuyoruz. Önceki bölüme şuradan ulaşabilirsiniz.

1968 sonrası gençlik radikalizasyonu nesnel gerçeklikten hareketle değil, kendini nasıl gördüğü ve sandığından hareketle ihtiyacına uygun tartışmaları öne çıkartmış ve başka ülkelerdeki 68’in aksine hızla “aykırı” tartışmaları mahkûm ederek oldukça basit bir reçete ile harekât planı hazırlamaya varmıştır. Radikalizmin ölçütleri neler olabilirse onlarla bakıldığında bir “sanki” durumu vardır. 

Dünyanın birçok ülkesine bakarak 68 öğrenci olayları başlangıçta kendi alanı ile sınırlı kalmış, toplumun diğer kesimlerinin sorunlarıyla kendi sorunlarını birleştirecek bir özelliğe sahip olmamıştır. Hızla hafızalardan silinen Hukuk Fakültesinde şiar “sağ sol yok boykot var”dır. Üniversite işgali hükümet tarafından neredeyse makul karşılanmış, herhangi bir baskı uygulanmamıştır. Üniversite işgalinden ziyade temmuz ayında ABD 6. Filosunun İstanbul’a gelişi ile çıkan olaylar Vedat Demircioğlu’nun öldürülmesiyle sonuçlanınca birden hareket radikal bir boyut kazanmıştır.

Gençlik hareketi serpilirken, TİP’in durumunu en iyi belirten dönemin en tanınmış öğrenci önderi Harun Karadeniz’in şubat 1969 eylemlilikleri vesilesi ile söylediği şu sözlerdir: “Özellikle TİP ortalarda yoktu. Daha doğrusu bizimle hiç ilgisi yoktu.”[1]  

Gençlik hareketinin radikalleşmesinde esen rüzgârın yanı sıra kısa vadeli bir darbe beklentisi de egemendi. Sanki iktidar kesindi de TİP Aybar’ın dediği gibi 1969’da başa güreşerek mi bu işi yapacaktı, yoksa gençlerin hazırlayacağı bir 28 Nisan, 27 Mayıs’ın tekrarı mı olacaktı! TİP’in içe kapanması karşısında böylesi bir beklentinin de umutlandırdığı gençlik radikalizasyonu Kemalizme iyice bulanmış bir sosyalizmin verdiği meşruiyetle harekette bereket aramaktaydı.[2]

MDD’nin ilk zaferi TİP’in denetiminde 1965’de kurulan FKF’de genel başkanlığı Doğu Perinçek’in kazanmasıyla gerçekleşir. Bir yıl içinde bu örgütte MDD’ci olmayan barınamayacaktır. MDD’nin daha sonraki çeşitlenmesine bakarak denebilir ki Mihri Belli egemenliğinde bütünlüğün sağlandığı ilk ve tek dönemdir bu. 

1968’in hızla unutulan bir özelliği Temmuz ayında başlayan fabrika işgalleri olmuştur.[3] 15-16 Haziran da dahil olmak üzere kendiliğinden eylemler sendika bürokrasisini aşabilmişken sosyalist solun strateji tartışmalarında bu gelişmeler anlamlı görülmemiştir.[4] Olası bir buluşmada eylem içinde karşılıklı olarak öğrenme imkânı değerlendirilmemiş ve ancak 12 Mart sonrasında sendika bürokrasisi tabanı üzerinde ciddi bir denetim uygulayabilmiştir, bir başka açıdan sendika bürokrasisi işçiler için siyaseten kendine yeterli görünen bir sendika fetişizmi yaratarak onları bir anlamda kilitlemiş, doyurmuştur.

Gençlik hareketindeki radikalleşmeye paralel olarak TİP krizdeyken ve bu krizden sendikacılar da nasiplenirlerken işçi hareketi de kendince bir radikalleşmenin içindedir. Bunun bir göstergesi hem işçi hareketi ve hem de sosyalist hareket açısından 12 Mart öncesindeki önemli bir dönemeç noktası olan 16 Şubat 1969 günü yapılan ve tarihe “Kanlı Pazar” olarak geçmesine rağmen esas adı “Emperyalizme Karşı işçi Yürüyüşü” olan gösteridir. Kanlı Pazar’a 40 bin kişi katıldığı söylenmekte. Bu rakamın içinde önemli oranda işçi bulunmakta ve her türden solcu da birlikte yer almaktadır. 15-16 Haziran olaylarına herkes kendince katılmıştır, orada fiili bir birliktelik vardır, ancak Kanlı Pazar’da son kez farklı kesimler, yoğun bir işçi katılımıyla ABD 6. Filosuna karşı ortak bir eylemlilik içinde yer almışlardır. 

1968-1969’daki grev ve işgal dalgasına yeniden bakıldığında 15-16 Haziran olaylarına yapılan yığınağın bir günde oluşmadığı anlaşılabilir.[5] Kanlı Pazar işçi hareketinde bir gerilemeye neden olmamış, ancak siyasal düzeyde sendikacıların geri çekilmesi, TİP’in krize girmesi, gençlik hareketinin kendi içinde bölünmeye başlamasıyla kendini ifade edebilecek bir alan oluşturamamıştır.

Türkiye’de 68’in düşünsel bir Rönesans olmamasının nedenlerini, bir radikalleşme ihtiyacı belirdiğinde o güne kadar var olan düşünsel birikimin yetersizliğinin bir tür eylem şablonlarıyla ikame edilmesinde arayabiliriz. 

Radikalleşmenin maddi zeminini anlamak için DP’den gelip AP ile devam eden cephenin bugüne kadar devam eden parçalanmışlığının, çeşitlenmesinin (DP, MNP) bu yıllarda başladığını hatırlamak yeterli. Toplumda derin bir siyasal anaforun belirmesi kimine göre 12 Mart’ın Genel Kurmay Başkanı Memduh Tağmaç’ın sözüyle toplumsal uyanışa bağlanabilir. Ancak henüz ekonomik ve toplumsal bir krizin baş göstermediği bir ortamda anaforu toplumsal-sınıfsal ayrışmaya ve dolayısıyla beklentilerin daha keskin ifadesine bağlamak gerekecektir. Siyasal partiler yelpazesindeki renklilik eski iktidar bloğunun çatladığını, ancak yenisi için yeterli gücün henüz belirmediğinin göstergesiydi. Üstelik bu çatırdama merkez soldan bir baskıyla veya sosyalist hareketin yükselişiyle değil içerden gerçekleşiyordu. 

Soldaki parçalanmanın da buna paralel bir seyir mi izlediği yoksa yeni bir başlangıç için eski konum ve yapılanmalarından mı arındığı tartışmalıdır. Ancak altmışların bütününe bakıldığında 12 Mart günleri solun en güçlü değil en zayıf olduğu günleri göstermektedir. 1969’dan 12 Mart’a halkın nabzının sola meylettiğini gösterir bir belirti yok. Ancak yukarıdakiler arasındaki bu çatırdamaya paralel değilse bile neredeyse eşzamanlı olarak sosyalist solda dağılma, yeniden derlenme ve her seferinde daha da küçülen bir kesimle iş görme hali vardır.

69’dan itibaren gençlik hareketinde bir yükseliş değil parçalanma süreci izlemek mümkündür. 68’de herkes ayrımlarıyla birliktedir; 69’da MDD-Sosyalist Devrim saflaşması keskinleşir (TİP içinde tasfiyecilikten şikâyet edenler ele geçirdikleri ilk iktidar deneyiminde aynı yola başvurmakta bir an bile tereddüt etmezler).[6] Ancak hızla ne MDD içinde bir birlik kalır ne de sosyalist devrim diyenlerin arasında; yetmiş sonrasına tohumluk veren bu dağılma 15-16 Haziran 1970 işçi eylemlerine rağmen yeniden gözden geçirilmez. 15-16 Haziran olaylarının 12 Mart öncesi sosyalist hareket açısından bir turnusol işlevi görebileceği rahatlıkla söylenebilir. Bir olayın hazırlayıcısı olunmasa da hiç değilse içinde fiilen yer aldıktan ve sonuçlarını bizzat yaşadıktan sonra zihniyetinin zerre kadar etkilenmediği ender durumlardan biridir bu olay.

Kısa bir özetlemeyle, Ekim 1969’da FKF’nin adı Dev-Genç olarak değiştirildiğinde zaten MDD egemenliği kesindi. Kasım ayında ise Aybar genel başkanlıktan istifa ediyordu. Bir iki ay sonra Kürtler de TİP’ten geri çekilmeye başlamışlardı.[7] 1969 seçimlerinin hayal kırıklığı var olan parti içi gerilimleri artırmış ve TİP bir bakıma artık sonun başlangıcına doğru yol almıştır. MDD ise tarihinin zirve noktasındadır, ancak gençlik dışında ilişkileri oldukça sınırlı olduğu gibi kendi içindeki gerilimler de hızla TİP’le çatışmasını aratmayacak düzeye çıkmaktadır.

Ekim 1969’daki Dev-Genç kongresinden sonra bir yanda Mihri Belli ve daha sonra ondan ayrılarak THKP’yi oluşturacak olanlar birkaç ay içinde Doğu Perinçek ve çevresinden koparlar (Aydınlık dergisinin 15. sayısı böylece iki ayrı dergi olarak yayınlanır: Proleter Devrimci ve Aydınlık Sosyalist Dergi -ayrılık sonrası kapak renklerinden dolayı Bolşevizm-Menşevizmi aratmayacak bir kırmızı-beyaz Aydınlık rekabeti oluşur). Geride kalanların birliği çok fazla sürmeyecek, daha sonra THKP kadrolarını oluşturanlar Aydınlık Sosyalist Dergiye Açık Mektup (yayını Ocak 1971!) metnini yayınlayarak Mihri Belli’den kopacaklardır. Aslında Ekim 1970 Dev-Genç kongresinde Ankara ve İstanbul fiilen ayrı ayrı kendi organlarını oluşturmuşlardır. Bu arada THKO ayrı bir seyir izlerken, Dr. Hikmet Kıvılcımlı da aynı anda her iki Aydınlık ve bir süredir demokratik devrimci kesilen ANT’a yazmayı ihmal etmeden bir çevre edinmektedir. THKP kadrolarını oluşturanlar nezdinde bütün bu süre boyunca Dr. Hikmet’in itibarı sürecek ve Mihri Belli’ye yönelik polemiklerde bol bol referans verilecektir. Neredeyse altı aya kalmadan kağıtlar yeniden ve yeniden dağıtılmaktadır. Bu arada egemen bloktaki parçalanmalar, bölgedeki gelişmeler, ordu içindeki kıpırdanmalar parlamenter sisteme müdahale edecek işleyişleri öne çıkarmaktadır.

15-16 Haziran olayları patlak verir. Düzen güçlerinin kendilerini derleyip toparlamalarında önemli bir olay olan bu gelişme solun herhangi bir eğilimini bir yeniden değerlendirmeye sürüklemez. Birbirinden bağımsız bir şekilde irili ufaklı her grup –her dağılma sürecinde olduğu gibi büyük parçaların yanı sıra kıyıda köşede kendilerine göre mücadeleyi sürdüren azımsanmayacak çevreler de bulunmaktadır– 15-16 Haziran’a katılmış, ancak herhangi bir yeniden değerlendirme ihtiyacı doğmamıştır.

Tipik bir kendiliğinden hareketliliğinin ürünü olan 15-16 Haziran olayları ilk ateşi veren DİSK yönetiminin beklentilerinin çok ötesine geçerek onları da kendi durumlarını düşünmeye zorlamış, DİSK’ten biraz daha düşük bir katılım bekleyen hükümeti paniğe sürüklemiş ve bizzat olayların içinde yer alan solun önde gelen kesimlerinin ise siyasal tahayyüllerinin ötesine geçmiştir. Ancak solun bu önde gelen kesimleri olayın anlamını irdelerken sanki senaryosunu kendi elleriyle ve kendileri için yazmışçasına kendi doğrulanmalarından başka bir şey görmemişlerdir. Kitle hareketliliğinden öğrenme kapasitesi açısından bu acizlik aslında 12 Mart’a uzanan sonraki aylardaki solun sanki kaderini hızlandırırcasına içe kapanmasında kendini göstermiştir.

“Günün çeşitli kanatlarıyla sosyalist hareketi 15-16 Haziran olaylarından dersler çıkarmak yerine iman tazelemekle yetindiler. TİP’liler MDD’cilere karşı işçi sınıfının nesnel varlığının ve tarihi öncülüğünün altını sürekli olarak çizdikleri için, kendilerinin olaylarca doğrulandığını belirttiler. MDD’cilerden Aydınlık Sosyalist Dergi “milli ordu”, “işçi ordu el ele milli cephede” gibi sloganların atılmasından dem vurarak, hareketin millici yanını vurguladılar ve işçilerle dayanışmanın bir yurtseverlik görevi olduğunu belirttiler. Daha üç gün önce işçi sınıfının objektif varlığını dahi tartışma gereğini duyan Proleter Devrimci Aydınlık (olmayan proletarya?) nihayet bir işçi sınıfının varoluşunu belirtmesi ile kendi kimliğindeki bir boşluğun giderildiği kanısına varmıştır herhalde.” (Yeniyol, Haziran 1989)[8]

68 üniversite işgallerinin hemen ardından işçilerin fabrika işgallerine girişmeleri ve 15-16 Haziran 1970’de yine bütün beklentileri altüst ederek ilk kez fetih duygusunu yaşamaları kendi deneyimleri ile durum vaziyeti sorgulayan ve sendikal mücadelenin sınırlarını zorlayan bir işçi sınıfının varlığının kanıtıdır. Parti olmadan bu enerjinin açığa çıkarılması oldukça zordur. Ama partinin de çok daha elverişli koşullarda, hatta işçi sınıfının kendiliğinden hareketlerinin yoğunlaştığı ve etkinleştiği bir dönemde krize girmesi marifetin esas olarak tam da gerçekleşmeyen buluşma-kaynaşmada olduğunu göstermektedir. İşçi hareketinin işgal, grev tarzındaki eylemliliklerin ille de çok yüksek bir bilinç düzeyine denk gelmediği söylenebilirse de bu tür eylemlerin kimi zaman çevrede yerleşik olan ailelerin de katılımıyla güvenlik kuvvetleriyle çatışmalara kadar vardığı ve örneğin 15-16 Haziran olaylarından sonra, kasım ayında Adana’da Bossa fabrikasındaki işgalde oldukça sert çatışmalar olduğu hatırlanmalıdır. 1969 Haziran-Temmuz aylarında Çorum’daki Alpagut işçileri biriken alacaklarını tahsil etmek üzere üretime ve yönetime el koyarak tahsilatı gerçekleştirdiler. Böylece ilginç ve tarihsel denebilecek bir denetim-yönetim deneyimi gerçekleştirdiler. Aralık 1969’da Gamak’ta Şerif Aygün’ün öldürülmesi ise direnişlerin nerelere uzanabileceğinin trajik bir belirtisiydi.


[1] Harun Karadeniz, Olaylı Yıllar ve Gençlik, s.237.

[2] Ender anı yazarlarından biri İstanbul’daki Haziran 69’da Ordu darbe yapacaksa sürekli işgal yapalım deyu İlhan ağabeyi ziyaretlerini anlatır. Zihni Çetiner, Ölümü Paylaştılar Ama!.. s.156-157

[3] Harun Karadeniz, Olaylı Yıllar ve Gençlik adlı kitabında ilk kez grevdeki Derby fabrikasından gelen birinin işgali nasıl yapabileceklerini sormasını anlatır. s.137.

[4] Geleneksel olarak Türk-İş’in sol kanadı olarak görülen TİP’li sendikacılar altmışlı yıllarda yönetimin grevlere ve genel olarak hareketliliğe karşı davranışlarının zirveye çıktığı 1966 yılındaki kimi grevlere karşı durunca, sendika bürokrasisinin kendi iç gerilimleriyle birlikte yeni bir yapılanmaya yönelmiştir. 1967 yılında DİSK’in kurulması sendikal hareket içinde rekabeti artırırken, sendikal bürokrasinin sol kanadının hareket alanı da genişlemiştir. İşçiler arasında DİSK’e yöneliş başlamış, göreli olarak hareketlenmelerinin önü açılmıştır.

[5] Türkiye’de İşçi Sınıfı ve Sendikacılık Hareketi, Yıldırım Koç, s. 114’te işgal dalgasının bir dökümünü verir. 

[6] Mart 1971 tarihli broşürde “ideolojik mücadelenin yanında proleter devrimci şiddet metodları da kullanılarak oportünistler ezildi” denmekte. s. 22

[7] Kürt sol hareketi DDKO ile bağımsızlaşmaya başlamış, bu eğilim yetmişli yıllarda daha da güçlenerek kendi mecrasını oluşturmuştur. Ortak bir siyasal kültürden beslenmekle birlikte ayrıca değerlendirilmesi gerekir. Yine de bu değerlendirme esas olarak sonraki dönem için anlamlıdır.

[8] Daha geniş bilgi için Turgan Arınır-Sırrı Öztürk’ün 15-16 Haziran kitabının 3. bölümüne bakınız. Sorun yay, 1976, s.109.

Bellekteki Boşluk ve 12 Eylül – Masis Kürkçügil

Masis Kürkçügil’in on yıl kadar önce kaleme almış olduğu bu yazısını 12 Eylül 1980 darbesinin 40’ıncı yıldönümü vesilesiyle yeniden yayınlıyoruz.

Yakında otuzuncu yılını dolduracak olan 12 Eylül’e ilişkin kitaplar, programlar, tartışmalar belki de şimdiden tezgâhlara sürülmüştür.  Daha dün 68’in kırkıncı yılı anıldı, mülakatlar yapıldı, kitaplar basıldı. Sonra herkes köşesine çekildi. Anmalar, polemikler arşivlerde zararsız tartışmalar klasörlerinde yerlerini aldılar. Belleklerde kalan da eski muharipler cemiyetindeki muhabetlerden ibaretti. Okunması elzem kitapların miktarına ve satışına bakılırsa ilginin hayli gelgeç, yüzeysel olduğu rahatlıkla söylenebilir.

Hafızayla herkesin farklı bir ilişkisi var ve bu ilişki sanıldığının aksine geçmişten çok gelecekle ilgili. İnsanlar ancak yeni bir gelecek tasarladıklarında belleklerini tazeleme ihtiyacı hissediyorlar. Anlamlı tartışmalar, çalışmalar da ancak böylesi bir yeniden inşa sürecinde ortaya çıkabiliyor.

Geleceği askıya alıp gündelik siyasetin sorunlarına gömülmüş olanlar için geçmiş, eksik ve yetersiz kalmış deneyimler, mücadeleler olmaktan çıkıp becereksizlikler, hayalperestlikler ve zevzeklikler alanı haline getiriliyor. Geçmişi yarım kalmış bir altın çağ olarak tasavur edenler ise menkıbeden menkıbeye geçerken gerçeklikle ilişkilerini koparıyorlar. Böylece giderek belleklerde çarpıtılan geçmiş, yaşanmamış oluyor. 12 Eylül ne yazık ki –yazık çünkü yaşanılmış olan en önemli deneyim olma özelliğini hâlâ koruyor– esas olarak bu iki kıskaç arasında kendi gerçekliğine yeniden kavuşamadan, yani gelecek için anlamlandırılabilecek, yitirilenleri kazanıma dönüştürebilecek bir çabanın öznesi olmadan “mazi” oluyor.

Geliyorum diyen darbe

Yetmişli yılların ortalarında dünya kapitalist krizi patlak verdiğinde, dünyanın dört bucağında sosyalist hareket altmışlı yıllarda boyvermiş koşulların hüküm sürdüğü bir dünyanın sorunlarını çözmekle meşguldü. İspanya’da açılım, Portekiz’de Karanfil Devrimi, Yunanistan’da demokrasiye geçiş iyimserliği pekiştirirken 1973 yılında Şili ile başlayan Latin Amerika’da askeri diktatörlükler silsilesi sanki bir kazaymışcasına algılanıyordu. Demirel kendisinden emin, Ecevit’e (Allende’ye hakaret edercesine) Büllende yakıştırması yaparken gelecek darbenin kendisini devireceğini belli ki hiç beklemiyordu.  Latin Amerika’da düşen ibrenin farkında olmayan sosyalist hareket, Afrika’daki ulusal kurtuluş hareketlerindeki kıpırdanmalardan, Çin, Vietnam ve Küba’nın izinden dünyayı değiştirecek bir kaldıracın peşindeydi.

Rastlanmadık siyasallaşma

12 Mart’ın bitiminden önce, Ekim 1973 seçimlerinde, Ecevit’in mitinglerine yığılan kitlelerin şahsında, 1961 Saraçhane mitinginden sonra belki de en büyük ve anlamlı siyasallaşmayla solun kazandığı itibar ve meşruiyet, yıkılmış, dağılmış sosyalist hareketin de yeniden canlanmasına yol açtı. Kıbrıs harekâtına kadar baskıyla özdeşleşen ordunun kaybettiği itibar, idamların  “kamu vicdanı”nda mahkum edilmesi, 12 Mart uygulamalarının toplumun geniş kesimlerinde yarattığı huzursuzluk, altmışlı yıllardan farklı, daha kitlesel, umutlu ve daha deneyimli bir radikalizasyon dalgasını getirdi. 12 Mart’ın kapıdan kovduğu bacadan girmişti.

Sanıldığı gibi genel afla içerden çıkanların değil dışardakilerin, yeni bir gençliğin, kadınların, emekçilerin akın akın siyasete koşmalarının ürünüydü bu yeni dalga.

12 Mart’ı, 1905 benzeri bir prova olarak görenler de vardı. Şimdi sıra 1917’deydi. Ortada bir prova vardı ama elbisenin kimin üzerine prova edildiği atlanıyordu.

12 Mart’ı oluşturan önemli şartlardan biri olan egemen blokun çatırdaması, AP’nin temsil ettiği iktidar blokunun MNP-MSP (Anadolu tüccarı ve esnafı) ve Demokratik Parti (tarım burjuvazisi) ile dağılması, MHP’nin güçlenmesi MC türü koalisyonlarla telif edilmeye çalışılmışsa da, Demirel’in bütün maharetine rağmen bütün bu farklı partilerin temsil ettiği çıkar çatışmalarını tatmin etmek mümkün olmadığından “yönetenlerin yönetememe hali” kangrenleşmiştir.

Kitlelerin siyasallaşmasının yükseliş ve düşüşü

Genel olarak solun kazandığı mevziler 1977 Haziran seçimleriyle zirve noktasına ulaşmıştı. Bu birikimde sosyalist solun enerjisi büyük miktarda Ecevit CHP’sine akmış, bağımsız sosyalist bir alternatif oluşturulamamış ve sosyalist hareketler de en yakınında bulunanlarla “ideolojik” hesaplaşmalarını tamamlamamışlardı. Seçimlere giren sosyalist kesimlerin aldığı oylar devede kulak kalırken, bir katsayı kullanarak girmeyenlerin de hali pür melali hakkında bir fikir edinilebilirdi. Bu seçimlerde MHP’nin de bir milyonu aşan bir oy alarak kendi rekorunu kırıdığı eklenmelidir. 1973 yılında siyaset sahnesinde yerini alan MSP’nin kalıcılığı da tescil edilmiş oluyordu. Bir diğer husus yerel seçimlerde Diyarbakır’da sosyalist bir grubun temsilcisi olarak Mehdi Zana’nın seçimleri kazanmasıydı. Dolayısıyla radikalizasyon, oldukça çok yönlüydü.

Sermayesinin saldırısına karşı, demokratik haklar için mücadelede emekçilerin en önemli örgütü DİSK ise CHP’ye hayırhah davranırken kendi içinde iktidar mücadelesine girerek, bir kaç yılda hesapta olmayan bir biçimde güç kaybedecekti.

Bugün 12 Eylül’e açılan çatışmaların, mücadelelerin (kimilerine göre komploların) bir ayağı olarak sunulan tablonun önemi ne olursa olsun belirleyici unsurlar kitle dinamiğine bakarak çıkarılabilir. Bu açıdan 1 Mayıslar bir mihenk taşı olarak görülebilir. 1976 olaysız ilk 1 Mayıs, solla dirsek teması olan bütün emekçilerin, yurttaşların yüzünü güldürürken, 1977 1 Mayıs’ı derin soru işaretleri ortaya koymuştur. Felakete karşı özsavunmayı sağlayacak olan nedir? Siyasetin “olağan” kanallarının dışına çıkıldığında güç ilişkilerinde emekçilerin konumu alabildiğine elverişsizdi.

1 Mayıs 1977 katliamı simgesel olarak, sosyalist soldan çok daha fazla işçi sınıfının sendikal alanda güçlenmiş olmasına yönelikti. Ayrıca benzer bir komplonun Ecevit’e yönelik olarak da gündeme geldiği bilinmekte. Bu tarihler aynı zamanda yetmişli yılların ortalarında başgösteren dünya krizinin sonucu, dünyanın dört bucağında topyekûn olarak işçi sınıfının fiziki varlığına ve moral kazanımlarına saldırının başlatıldığı tarihlerdir.

Bir ay sonra yapılan genel seçimlerde Ecevit CHP’si oylarını en üst seviyeye çıkartmış, tek başına iktidar olmayınca devşirdikleriyle bir koalisyon hükümeti kurmuştur.

Dönemin bir diğer önemli olayı DİSK içindeki iktidar mücadelesinin 1977 Ekiminde yapılan kongrede, Türk-İş’den gelenlerin ağırlıklarını koyarak yönetimi ezici bir çoğunlukla ele geçirmeleridir. Bundan böyle bir tür iki başlı bir DİSK’ten söz edilebilirdi.

Üçüncü 1 Mayıs’a (1978) insanlar 1 Mayıs 1977’de katledilenlerin anısına saygı göstererek aynı heyecanla olmasa da kitleler halinde katıldılar. 1977’den farklı olarak kürsünün manüplasyonundan uzak düzenlemede siyasal grupların ağırlığı başından itibaren kendini gösteriyordu.

Kitle hareketinin eğrisi yükselmiyordu ama henüz bir düşme eğilimi de göstermiyordu. 1978 yılı bu açıdan her kesim için kritik bir yıldır. Düzen güçleri için de, sosyalistler için de sendikalar için de henüz fırsat vardı. Ancak tarih hızını artırırken, herkes yaşanan günler ebediymişcesine büyük bir iyimserlikle kendi ritmine umut bağlamıştı. Yaklaşan felakete karşı, kazanımların savunulması için ortak bir mücadeleyi tasarlamak yerine, bir diğerinin yaşama alanını daraltarak kendini genişletme çabası sürdürülüyordu.

Yıl sonunda Kahramanmaraş’ta yüzü aşkın insanın katledilmesiyle sonuçlanan olaylar artık bir dönemin sona erdiğini göstermektedir. Ecevit hükümeti durumu denetleyememekte, zemini kaymakta ve yamalı bohça hükümetinin itibarı zedelenmektedir. Artık 12 Eylül’e uzanacak bir sıkıyönetim dönemine girilmiştir, yetkiler orduyla paylaşılacaktır.

1979 1 Mayıs’ı bu açıdan anlamlı bir tarihtir. DİSK yönetimi 1 Mayıs alanı diye ilan edilen Taksim’de kutlamaların yapılması için ısrar etmiş, izin verilmediğinde de elinden geleni yaptığından hoşnutken, DİSK’ten geçici olarak ihraç edilen sendikalar TKP güdümündeki Maden-İş başkanı Kemal Türkler’in sözcülüğünde İzmir’de kutlamaları yapmışlardır. İkinci bir kutlama yine İzmir’de sol gruplarca yapılmıştır.

Özetle 12 Eylül’den, 24 Ocak’tan önce başlamış olan güç ilişkilerinde emekçiler aleyhine hemen hemen her düzeyde belirgin bir gerileme sözkonusuydu. 1980 yılı başladığında artık giderek güç kaybeden sendikalar ve genel olarak sol, savunma mevzileri inşa etmekten de aciz kalıyordu. Tariş gibi kimi artçı olaylar bir yükselişin belirtisi olmayıp gecikmiş ortak mücadelenin anlamını tarihe geçirirken, kaybedilenin yerine yenisi koymak artık imkânsız hale gelmişti.

Darbenin şekillenmesi

1979 Ekim ara seçimlerinden sonra CHP’nin hükümetten çekilmesiyle Demirel büyük bir hevesle kolları sıvıyordu. Oysa parlamenter sistemi askıya almak için koşullar fazlasıyla oluşmuştu. Yalnızca yıllardır süren yukardakilerin yönetememesinden ötürü değil, uluslararası koşullar, NATO’nun bölgedeki dayatmaları açısından da.

İran Şahı’nın devrilmesi, Rusya’nın Afganistan’ı işgal etmesi Türkiye’de sıkıyönetim altında da olsa pamuk ipliğine bağlı bir parlamenter sistemin sürmesini imkânsız kılıyordu. Hükümetin Amerikancı olması, herhangi bir güvence oluşturmuyor, destekçisi MSP’nin Dışişleri bakanının düşürülmesinde oynadığı rolün de gösterdiği gibi olayların hızlı aktığı bir dönemde yeterince zaman kaybedildiğinden hareketle sistemin ipi çekiliyordu.

Bütün bu hengâmede Cumhuriyet tarihinin en çetrefil mücadeleleri yürütülüyordu.  Ancak bütün bunlar kitlelerin siyasetten çekildiği bir ortamda artçı mücadelelerle sınırlı kalıyordu. Celal Bayar “bu kış komünizm gelecek” gibisine bir kehanette bulunduysa da  sosyalist hareket tüketici bir siper savaşını dönüştüremedi. 12 Eylül derbesi olduğunda etraf sanki süt liman oldu bir anda. Darbeciler bile hazırlıklarını çatışmaların sürmesi, bir direnişin olabileceği ihtimali üzerine yapmışlardı.

12 Eyül döneminde tutuklananlar, hapsedilenler, mahkum edilenler, öldürülenler, fişlenenler, işten atılanlar vb. listesi, sınıf kini katsayısı ile bakılmadığında çatışmanın düzeyine göre abartılı görülebilir. Ancak anılan dönemde kurulu düzen ilk kez ihtimal olarak bile olsa ölümlü olduğunu fark etti. Reaksiyonun ağırlığının önemli bir nedeni budur.

Ya sonra?

12 Eylül’ün yarattığı tahribatı anlamak için rakamlara bakarken gözden ırak tutulmaması gereken husus, bütün bu baskının “ideolojik” içeriğidir. Şairin “onlar umudun düşmanıdır” demesine nazire olarak denebilir ki onlar daha güzel bir dünya için verilmiş mücadelelerin belleğini yok etmeye çalışmışlardır ve büyük miktarda başarıları da buradadır.

12 Eylül tasfiye olmadan, sözcüsü gibi kendi ömrünü doldurdu. Bu anlamda toplum, 12 Eylül’den kurtulamadı ve artık 12 Eylül’le hesaplaşma imkânını da yitirdi. Hesaplaşma, herşeyden önce bir intikam sorunu olmayıp, yaşananların bellekte yeniden oluşuturularak gelecek için alarm zillerinin çalınması anlamına geliyor. Belki de bunun için örneğin Beynelminel, Eve Dönüş gibi filmler, kimileri için çok daha ağır olan olaylardan çok daha fazla geniş kesimlerin belleğine sarsıcı kayıtlar düşüyor. Kurban şu veya bu örgütün bir üyesi veya sözcüsü değil içimizden biri, kısaca sokaktaki vatandaş olarak belirince durumun vehameti çok daha açık bir hal alıyor.

12 Eyül’le ilişkideki kopuş tarihimizin bir dizi konusu için de geçerli. 1908’in 100. yılı anmasında bunu tüm açıklığıyla gördük. Öte yandan Kürt meselesinden, Ermeni meselesine veya işçi hareketinin ve sosyalist hareketin tarihine ilişkin bütünlüklü bir bellek olmadığından köhne dünyadan özgürleşime ilişkin bilincimizde sakatlıklar, kesiklikler oluyor ve bu da eylemimize, yaşadığımız hayata yansıyor. Ancak tarihle ilişkideki bu kopukluk bize has değil.  İspanya İç Savaşı gibi insanlık tarihi açısından dramatik bir olay ancak on yıldır kendi ülkesinde bilince çıkmakta. Bu da özgürlük ve eşitlik mücadelesinin vazgeçilmez bir parçası.

(Bu yazı Mesele dergisinin Eylül 2009 tarihli sayısında yayımlanmıştır.)

Victor Serge ile Sosyalizmi Yeniden Düşünmek – Susan Weissman

Dünya çapında devrimci marksistlerin, liberterlerin ve anarşistlerin bilincinin gelişimi üzerinde Victor Serge’in kayda değer bir etkisi olmuştur. Troçkist hareketle ilişkisi bir hayli netameli olmakla birlikte kendi zamanının en ünlü troçkistiydi. İnsanlara Serge üzerine yazdığımı söylediğimde, hiç şaşmadan her biri onları en fazla etkileyen kitaplarından bahsediyor : Anglosakson dünyada çoğunlukla tasfiyelere ilişkin diyalektik romanı Toulaev Olayı oluyor bu, veya Bir Devrimcinin Anıları. Fransa’da, Asrın Geceyarısı. Troçkist militanlara gelince genelde Rus Devriminin Birinci Yılı’nı veya 1936’da sadece onbeş günde yazdığı Lenin’den Stalin’e kitabını anıyorlar. Latin Amerika’daysa en fazla okunan eseri « Her Devrimcinin Baskı Hakkında Bilmesi Gerekenler » [Türkçede « Militana Notlar »].
 
Bunları Serge’in bir dönemin somut ve şiirsel ifadesine gönderme yaptığını vurgulamak için söylüyorum. Stalinist karşı-devrimin yanında saf tutmayı reddeden ve fikirleri Stalin’in onları yok etme teşebbüsünden kaçabilsin diye mücadele eden devrimci marksistlerin yanındaydı. Çalışmalarını bu denli kuvvetli kılan budur. Serge’e Sol Muhalefet’in şairi, ozanı, muhabiri ve tarihçisi dendi. Aynı zamanda onun bilinciydi de. Muhalefet’teki yoldaşları gibi Serge de, aynı solukta hem kapitalizmi hem stalinizmi reddettiği için Tarih’in kıyısına itildi. Bugün hâlâ katkıları bizleri baştan çıkarmaya devam ediyor çünkü hiçbir zaman kendi angajmanından dönmedi –insanlığın özgürlüğünü savunan, insanlığın haysiyetini güçlendiren ve insanlık durumunu iyileştiren bir toplumu yaratma mücadelesi. Serge Yirminci Yüzyılın ilk yarısının hengamesi içinde yaşadı fakat fikirleri post-sovyetik ve Soğuk Savaş sonrası dünyamızı çalkalandıran çağdaş tartışmalar için son derece önemli olmayı sürdürüyor.
 
Sovyet felaketine dair sayısız bilançonun arasında, siyasal ve entelektüel zeminde Victor Serge’in sesi ve tanıklığı, dürüstlüğü, titizliği ve taşımaktan bir an bile vazgeçmediği derin insanî kaygılarıyla kendini ayırd etmektedir. Eserleri mühim ve birincil olmakla birlikte bugün hâlâ çözülmemiş meselelere el atar : özgürlük, özerklik ve haysiyet. Böylesi hedeflere ulaşmayı becerecek bir toplumu yaratmanın yollarını arayan bir devrimci kuşağa aitti Victor Serge. Mağlup oldular, fakat o, hayatının geri kalanını teşebbüslerini tarif etmeye ve yenilgilerini incelemeye ayırdı. Bu nedenle çalışması yeniden basılmayı, incelenmeyi, yorumlanmayı ve özellikle de muhafaza edilmeyi hak ediyor. Serge’i tekrar bizim kılmak geleceği tahayyül etmemize –ve umarız ki, yaratmamıza- yardımcı olabilir.
 
Victor Serge 1947’de 57 yaşında öldü. Fazlasıyla kısa olan bu hayatın içinde üç devrime katıldı, on yıl kadar tutsak kaldı, otuzun üzerinde eserini yayınlattı ve hiç yayınlanmamış sayısız çalışma bıraktı. Bir siyasi sürgünde doğdu ve bir başka siyasi sürgünde öldü. Yedi ülkede siyasal açıdan aktif oldu. Bütün bir hayatı sürekli siyasal muhalefetin işareti altında geçti : Serge –önce anarşist sonra bolşevik olarak- kapitalizme karşı çıktı ; Bolşevizmin antidemokratik uygulamalarına sonra da, gördüğümüz gibi bir Sol Muhalif olarak Stalin’e karşı çıktı. İflah olmaz bir marksist olarak, anti-stalinist solun içinden Troçki’yle tartıştı ve son olarak faşizme karşı mücadele etti. Devrimin bu romancısı ve tarihçisi eski SSCB’de hâlâ az bilinmekle birlikte çeşitli çalışmalarında 1917 devriminin uğradığı şiddetli ihaneti ortaya koyarak, bu toplumun siyasal gelişiminin en keskin gözlemcilerinden biri olmuştur.
 
Siyasal deneyimi, onu Stalin muzaffer olduktan sonra sosyalizmden vazgeçmeye değil, tam tersine sosyalist amaca daha fazla katkıda bulunmak için onda eksik olanı, bireysel insanî haklar kaygısını getirmeye yöneltti. 1918’den itibaren (ve 1923’te) çeşitli tehlikeler barındırsa da bir koalisyon hükümetinin daha sonra Stalin’in ve gizli polisinin bürokratik diktatörlüğü altında meydana gelecek olanlardan daha az tehlikeli olduğunu ilan ederek tek parti sistemine karşı çıktı. Ekonomik reform önerileri katı, dikey ve antidemokratik « planlar » yerine « işçi demokrasisini» ve « topluluklar komünizmini » içeriyordu. Serge hiçbir zaman tarih-dışı analizlere sapma hatasına düşmedi : bolşevkilerin acımasız bir savaşın sonunda caniyane biçimde bir seçeneksizlikle karşı karşıya olduğunun bilincindeydi. Kendilerini neyin beklediğini görme imkanından yoksun olarak Devrimin gericilik güçleri tarafından kanda boğulmasından korkuyorlardı –kararlarının bir çoğu bir parti vatanseverliğinin izini taşıyordu.
 
SSCB üzerine çalışmaları bugün SSCB’de ve komünist hareketin içinde yirmili ve otuzlu yılların atmosferini kavramak için vazgeçilmez kaynaklar. Kırklı yılların ikilemlerine bir aciliyet ve netlik kazandırma duygusuyla ışık tuttu. Bu, düşüncesinin güncelliğine katkıda bulunmaktadır –çünkü kelimenin tam anlamıyla başka bir dünya çağrısını taşıyordu. Serge’i gölgeden ve unutuluştan çekip çıkararak, esasında apaçık bir gerçek olması gereken Tarih’in yaşamsal, hatta kurtarıcı bir mahiyet taşıya boyutunu tekrar kavrayabiliriz : Demokrasi sosyalizmin aslî bileşenidir.

Çeviren: Uraz Aydın

Susan Weissman’ın daha kapsamlı olan yazısının bir kısmı buraya aktarılmıştır.

Kaynak: https://www.revue-ballast.fr/victor-serge-socialisme/

Bu çeviri ilk olarak yeniyol1.org sitesinde yayınlanmıştır.

Kapak Fotoğrafı: Soldan sağa: Victor Serge, Benjamin Péret, Remedios Varo, André Breton. Fransa, 1941.