Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin “12. Cumhurbaşkanına Açık Mektup” başlığıyla yayımladığı metin, direnişin temel öznesi olan öğrenci hareketi tarafından büyük oranda sahiplenilmişken, direnişe akıl verme sorumluluğunu üzerinde hisseden bir kesim tarafından ise “kendi ayağına sıkmak” deyimiyle, AKP’nin istediğini vermekle eleştirildi.
Öğrenciler, kendilerini terörist olarak nitelendiren ve “yürekleri yetse Cumhurbaşkanı istifa etsin diyecekler” şeklinde açıklama yapan Erdoğan’a, Soma, Roboski, Hrant Dink, Çorlu Tren Kazası gibi birçok olayı hatırlatıyor ve iktidarın bu suçları nedeniyle zaten çoktan istifa etmesi gerektiğini söylüyordu.
Bu mektuba eleştirel yaklaşanlar, kayyum rektöre karşı yürütülen mücadelenin sınırlarının net çizilmesi, hedeften şaşılmaması ve dar taleplerde ısrarcı olunması gerektiğini savunarak; Roboski, Soma gibi hatırlatmaların, tam da iktidarın istediği oyun sahasını kuracağını, bunun da son tahlilde iktidara yarayacağını iddia ediyordu.
Bütün bu gündem ve ülke gerçekliğinden kendimizi soyutlasak, bir iktidarın geçmişte yaptıklarının hatırlatılmasının, bunların güncel bir hukuksuzluk ve akademik özgürlüğe yönelik saldırı ile bağlantısının kurulmasının iktidara nasıl yarıyor olabileceğini düşünürken buluruz kendimizi.
Örneğin, dört yıl önce yüzlerce akademisyeni bir gecede üniversitelerden ihraç etmekle, şimdilerde bir gecede rektör atayıp, diğer bir gecede iki fakülte kurmak arasında biz hiç istemesek de güçlü bir bağ var. Akademik özgürlüğe yönelik bu iki büyük saldırının arasında bağ kurmak, bugünkü mücadeleyi ve öfkeyi güçlendiren bir şey olacakken, bundan imtina etmenin mantığını nerede aramalıyız?
“Yerli ve milli” bir direnişarayışı
Tuncay Birkan’ın son kitabı Sol: Evin Reddi[1] ve özellikle kitapta yer alan ilk yazı, aslında bu mantık hakkında bir şeyler söylüyor. Solun 70’lerden itibaren kendisini bu halka yerli, yani kendisinden biri olarak tanıtma çabasından, 90’larda İslamcılığa geçerek, ilk defa kendisini evinde hissetmiş eski solcu aydınların hidayetinden ve zamanla, gerçekten de, sol entelektüellerin kendilerini halkına yabancı, evinde öteki ve Batı’yla ahbap bir konumda düşünmelerinden söz ediyor. Birkan yazısında, kendimizi güvende hissettiğimiz evlerimize uyum sağlamaktansa, bu evlerden kaçmanın, ayrıksı, yabancı damgası yemek pahasına, bir görev olduğunu belirtiyor.
Aslında, Birkan’ın bahsettiği hidayete ermiş solcuların masallarından el alan iktidar ideologları da uzun bir süredir benzer bir hikâyeyi işliyor. Örneğin, iktidarın kültür dergisi Lacivert’in bir dosya konusunun başlığı şu şekilde: “Sol: Yerli mi? İthal mi?” Tabii ki dergideki yazılar, solun nasıl bu topraklara tamamen yabancı olduğunu, sadece Batı’dan ithal hedeflerle ve terimlerle konuştuğunu, bu ülkenin sıradan insanlarıyla en ufak bir muhabbetleri olmadığını ve bu nedenle kaybetmeye mahkum olduklarını anlatıyor. Bütün yazarların dilinde, buraya ait olmanın, bu milletle iç içe ve onlarla birlikte konuşmanın kibri hissediliyor.
Oysa, evden kaçmanın yanında, evi başka türlü düşünmenin de elzem olduğu ortada. Özellikle AKP iktidarının başlangıcından bu yana, yerlilik ve sol konusundaki tartışmaların, 70’lerdeki ya da 90’lardaki bağlamından oldukça farklı bir düzlemde yapılması gerekiyor. AKP’nin “Benim Milletim” retoriğiyle kurmaya çalıştığı hayali bir yerli ve milli kitle, gerçek hayatta hiç de bu kadar sabit ve homojen bir şekilde var olmuyor. Flormar, Ekmekçioğlu, PTT, Cargill işçi direnişlerinden, Boğaziçi direnişine kadar birçok toplumsal karşı çıkışta, AKP’nin hayal ettiği, sınırları titizlikle çizilmiş bir muhafazakâr yaşam tarzının yaldızları bir bir dökülüyor.
Aksu Akçaoğlu’nun Zarif ve Dinen Makbul[2] ve İrfan Özet’in Fatih-Başakşehir[3] kitaplarında ortaya serdikleri gibi, Muhafazakâr camia kendi içerisinde hem sınıfsal hem kültürel hem de politik olarak ciddi bir farklılaşma yaşıyor ve birilerinin iddia ettiği gibi AKP bu kitleyi konsolide etmenin sihirli aracını elinde bulundurmuyor (İrfan Özet, 31 Mart yerel seçimleri öncesinde yaptığımız söyleşide, Başakşehir’in değil Fatih’in İmamoğlu’na yöneleceğini söylemişti, öyle de oldu[4]).
AKP siyasetine sıkışmak
CHP, AKP’nin kurduğu bu millet tasavvuruna uzun bir süredir inanmış durumda. AKP’nin dar seçmen kitlesi denebilecek bir grup insan profilini, Cumhur İttifakı’nın bütün seçmenleriyle eşitleyen, bunu da AKP’nin “Benim Milletim” retoriğine sabitleyen bir bakış açısı, kendi siyasetini üretmek yerine, bu hayali camiaya şirin gözükmek, onları ürkütmemek üzerine bir siyasi dil kuruyor. Bu seçmen kitlesi içerisinde baş gösteren ciddi sınıfsal, kültürel ve politik çatlakları böylece görmezden geliyor ve AKP’nin kurduğu ideolojik hatta boyun eğiyor.
Boğaziçili öğrencilerin açık mektubuna geri dönersek, bu kabullenme halinin CHP yönetimiyle sınırlı kalmadığını, ne olursa olsun AKP’den kurtulmak gerektiğini düşünen, muhalif kitle tarafından da sahiplenildiğini görmek gerekiyor. Mektuba yönelik eleştiriler, zihinlerde şablonlaşmış, kırgın ama alternatif bulamayan, en ufak bir aksi gelişmede hemen küsüp mahallesine dönecek olan bir AKP’li profilini ikna etme kaygısı üzerinden yükseliyor.
Bu durum, akla Salinger’in Franny ve Zooey romanını getiriyor. Romanda, amcası Seymour, bilgi yarışmalarının kadrolu katılımcısı Franny’e sahneye çıkarken hayali bir ortalama insanı (şişman hanım) kanlı canlı zihninde canlandırmasını, ona göre hazırlanmasını ve bütün hareketlerini onu düşünerek kurgulamasını söyler. Romanın sonunda, Seymour’ın aynı şeyi Zooey’e de önerdiği, iki kardeşin, birbirlerinden habersiz, aynı hayali ortalama insanı ince ayrıntılarına kadar tahayyül ettiği, bu simgenin ikisinin hayatında önemli bir yeri olduğu ortaya çıkar.
“Aman AKP’ye yaramasın” diyenlerin zihninde böyle bir hayali ortalama AKP’li profili var kuşkusuz ve hamlelerin bu hayali kişilik düşünülerek, onu ikna etmeyi başaracak ve kesinlikle küstürmeyecek şekilde atılmasını istiyorlar. Bu, ütopik sloganlarla yola çıkanlara karşı gerçek hayatı gözeterek yapılan bir siyaset değil, AKP’nin ideolojik üstünlüğünü kabul etmek düpedüz. İktidara gerçekte olandan daha büyük bir kudret bahşetmek, onun işlediği suçları “aman ortalık karışmasın” diyerek oturup izlemek, iktidarın bu insanlar üzerindeki gücünü olsa olsa artırıyor, iktidarın içerisinde olduğu krizlerin üstünü örtüyor.
Bunun yanında, “ne olursa olsun AKP gitsin” siyaseti, başka bir siyaset icat etmek isteyen, Millet İttifakı’nın dar ufkuna hapsolmak istemeyen herkesi susturan bir işlev de yükleniyor. Bu tabloda sosyalistlere, CHP’nin ve ortaklarının politikasına artı enerji olma rolünden başka bir şey tanınmıyor.
Boğaziçi Direnişi, muhalefetin zihnindeki hayali ortalama insana göre kendini şekillendirmeyen, AKP’nin “Benim Milletim” söyleminin arkasındaki ideolojik inşayı gören, okulu saldırıya uğrarken oturup sandığı beklemeyen bir neslin var olduğunu ortaya çıkardı. Bütün nefret kampanyalarına rağmen LGBTİ+ hakları insan haklarıdır diyen başörtülü öğrenci, kendi davasını Soma direnişçileriyle ortak gören Boğaziçili, diğer okullardan Hisarüstü’ne koşan üniversiteliler, kayyum rektöre karşı sokaklara çıkan Bimeks İşçileri iktidarın kurduğu, muhalefetin sahiplendiği ideolojik hattın o kadar da güçlü olmadığını kanıtladı ve şunu söyledi: “Biz azınlık değiliz, burası bizim evimiz”.
[1] Tuncay Birkan, Sol: Evin Reddi, Metis Yayınları, 2021
[2] Aksu Akçaoğlu, Zarif ve Dinen Makbul:Muhafazakar Üst-Orta Sınıf Habitusu, İletişim Yayınları, 2018
Yeni duyurulan Google çalışanları sendikası- Alphabet İşçileri Sendikası- büyük bir teknoloji şirketindeki ilk beyaz yakalı sendikası. İşgücünün azınlığı konumundayken nasıl güç uygulayacakları sorununu çözme göreviyle karşı karşıyalar.
Google işçileri bir sendikanın kuruluşunu duyurdular: Alphabet İşçileri Sendikası.
Adını Google’ın ana şirketinden alan bu sendika trilyon dolarlık teknoloji devindeki ilk sendika değil. 2019 yılında Google’ın Pittsburgh ofisinde 80 sözleşmeli işçi sendikalaşma yönünde oy kullanmıştı. Aynı yıl, şirketin Kaliforniya Mountain View’deki merkezlerinde çalışan 2000’den fazla kafeterya işçisi de aynı kararı almıştı. Google’ın güvenlik görevlileri 2017 yılından bu yana örgütlü. Fakat doğrudan Google tarafından istihdam edilen beyaz yakalı işçileri kapsayan bir sendika yeni bir durum. Ayrıca burada yeni olan, sendikanın geçici çalışanların, tedarikçilerin, yüklenicilerin ve doğrudan çalışanların yanı sıra reklam çalışanlarını da dahil eden kapsayıcı yaklaşımı -ki reklam çalışanlarının Google işçilerinin yarısını oluşturduğu düşünülürse bu da iyi bir strateji.
Google gibi teknoloji şirketleri sendikasızlığı korumak için çok çaba sarfediyorlar. Daha önce yazdığım gibi, sendika düşmanlığı bu sektör için temel bir tutum. East Coast’ın değil de Silikon Vadisinin teknolojinin merkez üssü olması bu yüzden. İntel’in kurucularından Robert Noyce’ın bir zamanlar söylediği gibi “şirketlerin çoğu için sendikasız olmak hayatidir”. Noyce öleli çok oldu ama bugün birçok teknoloji şirketinin inovasyon dediği şey yasadan kaçmak için yeni yollar bulmak demek. Kickstarter sitesindeki beyaz yakalı işçiler ve Glitch’deki uygulama geliştiriciler yakın zaman önce sendikalaştılar fakat FAANG (Facebook, Amazon, Apple, Netflix, Google) şirketlerinde ilk kez Alphabet İşçileri Sendikası ortaya çıktı. Bu nedenle, sendikanın ne dediğinden veya yaptığından bağımsız olarak sendika duyurusu yönetim kurulu odalarında sert tepkileri tetikleyecektir.
Bu yeni sendika, 700 bin civarında üyesi olan Amerika İletişim İşçileri (CWA) ‘nin video oyunları çalışanlarını ve diğer teknoloji işçilerini örgütlemek için başlattığı Dijital Çalışanları Örgütleme Koalisyonu (CODE) kampanyasının bir parçası olarak ortaya çıktı. New York Times’a göre CWA Google çalışanlarıyla 2019 yılının sonunda görüşmelere başladı ve sendikanın yedi kişilik yürütme kurulu, üyeler tarafından geçen ay seçildi.
Şu an itibariyle, Alphabet İşçileri Sendikası 227 işçiyi temsil ediyor. Bu birtakım soruları gündeme getiriyor. Televizyon reklamında çalışanlar dahil edildiğinde, Google’da 200 bin işçi çalışıyor. Bu bağlamda 200 kişi ne anlam ifade edebilir?
Azınlık Sendikacılığı
“Azınlık sendikaları” işçilerin çoğunluğunu temsil etmeyen sendikalardır ve işverenle toplu pazarlık yapmaya yetkili değillerdir. Bu yeni bir şey değil. İşçilere sendikada seçim ve yalnızca çoğunluk desteğini alan bir sendika tarafından temsil edilme hakkını getiren Ulusal Çalışma İlişkileri Yasası (NLRA)’nın 1935 yılında kabul edilmesinden önce azınlık sendikacılığı yaygın bir uygulamaydı. Şirketin sendikayı tanıması veya onunla sözleşme yapması söz konusu olmasa bile bu tür sendikaların işyeri sorunlarıyla ilgilenen ve patrona çözüm için baskı yapan işyeri temsilcileri vardı. Bu sendikalar dağılmaktan ziyade yaygınlaşıyorlardı. Ve NLRA kabul edildikten sonra bu yapılar daha geniş sendikal örgütlenme için bir sıçrama tahtası haline geldiler.
Azınlık sendikaları geçmişin kalıntıları değillerdir. ABD’de işverenler tarafından tanınma güçlüğü özellikle çalışmak için sendikalı olma şartı bulunmayan eyaletlerde işçilerin bu tür oluşumlarda örgütlenmelerine yol açtı. Azınlık sendikaları toplu pazarlık yapmaya yetkili sendikalar kadar güçlü değiller fakat yetkili sendikanın olmadığı durumlarda ek korumalar ve kolektif eylem için çalışmaları açısından hiç yoktan iyiler.
NLRA’nın işçilere sadece üyelik temelinde pazarlık yapma hakkı vermesi, azınlık sendikasının ise üyeleri dışında kimseyi temsil etmemesi meselesi çözülmedi. Moshe Marvit ve Leigh Anne Schriever’in azınlık sendikacılığı 2015 raporu üzerine belirttiği gibi, 2006 yılında konuyu Ulusal Çalışma İlişkileri Kurulu (NLRB)’ye taşıması muhtemel bir dava sonuçta kısa kesildi. Joe Biden daha çok işçi dostu atamalar yaparsa –ve bu adaylar için kongre onayı alabilirse- NLRB bu yorum lehine karar verebilir. Aslında, Alphabet İşçileri Sendikası’nın Biden’ın göreve başlamasından hemen önce kuruluşunu açıklaması tesadüf olmayabilir.
2017 yılında Trump, NLBR’nin azınlık sendikalarıyla ilgili olarak işçilerin nispeten küçük pazarlık birimleri oluşturmasını zorlaştıracak bir karar aldı. Daha öncesinde, sendikaların bir birim şeklinde kurulup taban oluşturduktan sonra firma içinde diğer birimlere genişleme şansı vardı. Şimdi böyle bir olanak yok.
Google’ın çoğu işçisi çalışmak için sendikalı olmanın şart olmadığı eyaletlerde yaşadığı halde zorlu bir mücadeleyle karşı karşıyalar. Sendika taraftarı Google çalışanları kısa bir süre içinde çoğunluk desteğini alamayacaklarını düşünüyor –ki bu da mantıklı bir değerlendirme. Şirketin sendikalaşmayla savaşmak için geniş kaynakları var ve yakın zamanlardaki bir NLBR şikayetine bakıldığında bunu yapmak için kanunu çiğnemekten çekinmiyorlar. Örgütlenmeyi oldukça zorlaştıran şey işgücünün ülke ve dünya geneline dağılmış olması. Çalışanların çoğunluğu şirket reklamcıları olduğu halde doğrudan Google tarafından istihdam edilmemekteler ve yasal olarak şirketin tanınmış pazarlık birimine dahil değiller. Daha geleneksel bir sendika, reklam çalışanları ile doğrudan istihdam edilen işçiler arasındaki bölünmeyi derinleştirerek baskı gücünü ve statüsünü zayıflatan biçimde bu çalışanları dışlamak durumunda. Doğrudan istihdam edilenlerin yüksek ücretler alması da diğer bir potansiyel bölünme nedeni.
ABD’de işyerlerinin neredeyse tümünde düşmanca bir ortam olmasına rağmen işçiler bazen çoğunluk sendikalarını örgütleyebiliyorlar. Alphabet İşçileri Sendikası üyeleri, New York Times’ın belirttiği gibi, “sözleşme için müzakere etmekten ziyade Google’da aktivizme yapı ve süreklilik kazandırma çabasındalar.” Bu tür bir aktivizm Google’da yaygınlaşıyor. Geçen yıllarda, Google çalışanları ABD Gümrük ve Sınır Koruma ile yapılan çalışmaları eleştirerek Pentagon ile bir yapılmış bir sözleşmeyi feshetti ve şirketin işyerinde cinsel tacizi düzgün ele almadığı gerekçesiyle 20 bin kişilik bir grev düzenledi.
Eğer “sendika” sözcüğünü işçilerin kolektif eylemesi anlamında kullanıyorsak, yakın tarihe bakıldığında Google’da bir sendika kurma çabasının bir sürpriz olmadığını görürüz. Azınlık sendikaları pazarlık yapma gücünde olmasalar bile hala birtakım işyeri zaferleri kazanabilirler. Ayrıca bu sendikalar farkları netleştirebilirler. Birçok işveren gibi Google da çalışanları şirketin sahibi gibi hissetirmeye itiyor. Fakat teknoloji alanı da bütün diğer endüstri gibidir ve yöneticiler ücretleri düşürmenin yollarını ararlar. Her işçinin -yazılım mühendislerinin bile- sendikaya ihtiyacı vardır. Sendikanın Google’daki varlığı herhangi bir kapitalist işletmenin temeli olan çelişkiyi gözler önüne serer.
Diğer yandan, bir sendikayı kamuya bu kadar erken duyurmanın tehlikeleri de vardır. Sendikalar işçilerin kolektif güçleriyle ilgilidir; sendikalaşma bir güç gösterisidir –ki sadece kolektif eyleme katılan işçileri korumakla kalmaz, aynı zamanda onları yan unsurlar olmaktan çıkararak aktif bir biçimde katılımlarını sağlar. Bu kadar az bir üyesi olan bir azınlık sendikasının henüz sendikalı olmamış işçilere sendikacılığı marjinal bir kavram gibi sunarak tam tersini yapma ve örgütü daha da izole etme tehlikesi vardır.
Alphabet İşçileri Sendikası’nın kamuya açılmasının etkilerini anlamak için şimdilik çok erken fakat üyeler bunun örgütü inşa edeceğini ummaktalar. Yazılım mühendisi ve sendikanın kurucu üyelerinden olan Auni Ahsan’ın In These Times’da dediği gibi, “Binlerce veya milyonlarca insan uyanacak ve hikayeyi görecek ve sendika için işçi kurulunun onayını beklemeye gerek olmadığını anlayacaklar. Siz ne zaman sendikanız olduğunu söylerseniz o zaman sendikanız olur.”
Bir teknoloji şirketinde sendika örgütlemeye giden yol engellerle doludur. Alphabet İşçileri Sendikası’nın varlığı hem Google içinde hem de dışında işçileri sendikalı olma konusunda cesaretlendirirse bu bir katkıdır. Bundan sonra göreceğimiz sendikanın tam olarak ne yapacağı ve buna Google’ın nasıl tepki vereceği.
[Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının arasındaki dönemin] koşulları Troçkistler için herhangi bir işçi sınıfı eğilimine nazaran çok daha ağır oldu. Troçkistlere karşı, kendi sınıfları içinde güçlü bir işçi devletinin desteğini arkasına almış bürokratlarca yanlış yönlendirilen samimi devrimci işçiler tarafından baskı uygulanırken, ekseriyetle kışkırtıcı bir unsur olan burjuva baskısı, birçok muktedir devrimciyi ellerinden gelenin en iyisini yapamadıkları durumlara itti.
Yoldaşı Natalia’nın ismiyle ayrılmaz bir şekilde eşleştirilen Troçki’nin ismi, yarattığı harekete katılan herkesin isminin üstünde sivrilmekte ve bir kez daha, devrimin kahramanlık günlerinde olduğu gibi ünlü olmaya başlamaktadır. Ama işçilerin gözlerinde Stalinci iftiralar tarafından isimleri lekelenmiş olarak kalan ya da yeni nesillerce hâlâ tanınmayan nice insanlar var! Troçkist hareketin kendisi de, programının zaferi uğruna mücadele eden kimseler hakkında genellikle çok cana yakın davranmamıştır. Tarih, yavaş yavaş, uluslararası ölçekte ve her ülkede onlara hakkını verecektir.
Stalinizmin Troçkistlere karşı bitmeyen zulmünün diğer bir sonucu uzun bir zaman diliminde onun birçok insanda tohumunu ektiği kafa karışıklığı ve gözdağıydı. Bu durum kesin bir şekilde hareketin çeperini, tüm öncü hareketlerin ihtiyaç duyduğu çeperi, arkadaşlara ve sempatizanlara indirgedi. Bu cihetle bizler böylesi bir düşmanlık içinde arkadaşımız olanlara olduğu gibi, Komünist Enternasyonal’in devrimci önderlerine ve onun taraftarlarına, bütün yolu bizimle yürümemiş olsalar ya da bizimle farklılıklara sahip olsalar da hayatlarının sonuna kadar dünya devrimi davasına sadık kaldıkları için saygılarımızı sunuyoruz.
Bunlar arasında olanlar:
Isaac Deutscher, tarihçi ve deneme yazarı. 1926’da Polonya Komünist Partisi’ne katıldı ama 1932’de Stalin karşıtlarının önderi ve sözcüsü olarak yaptığı faaliyetler sebebiyle atıldı. 1967’deki ölümüne kadar yaşadığı Britanya’ya 1939’da geldi. 1938’de Dördüncü Enternasyonal’in kurulmasına karşı çıkmasına rağmen, yazıları, özellikle de Troçki’nin yaşamı üzerine olan üçlemesi –Silahlı Sosyalist, Silahsız Sosyalist, Kovulan Sosyalist– hareketimizin temel fikirlerine insanları çekmede haddi hesabı olmayan bir etki yarattı.
Andres Nin, İspanyol devrimi sırasında GPU (Sovyet gizli polis teşkilatı) tarafından öldürüldü.
Elsa Reiss, kendisini, oğlunu ve aynı zamanda (aşağıda göreceğiniz) yoldaşı Ignace’i öldürmeleri için emir verdiklerinde 1937’de Stalin’in suikastçılarından güçbela kaçtı. “Our Own People” kitabı (Elisabeth K. Poretsky ismiyle basıldı) Stalin’in, Hitler dâhil kapitalist dünyanın yaptığından daha fazla devrimci militanı yok ettiği “Yezhov dehşeti”nin korkunç döneminin dramını yeniden yaşatmaktadır.
Louis Polk, Belçika’daki muhalefeti kurmada yer alan ve Neuengamme toplama kampında ölen Belçika Komünist Partisi Merkez Komitesi üyesi
Tan Malakka, 1914’te Sneeivlet ile birlikte Endonezya’da devrimci sosyalist hareketin kurucularından biri, savaşı takip eden gerilla mücadelesindeki çarpışmada kayboldu.
Mario Roberto Santucho, 1976’da güvenlik güçleri tarafından öldürülen, Arjantinli PRT/ERP’nin (Partido Revolucionario de los Trabajadores – İşçilerin Devrimci Partisi / Ejército Revolucionario del Pueblo – Halkın Devrimci Ordusu) önderi. Gerçek bir devrimci enternasyonalist olan kendisi, grubunun seksiyonla birleşmesiyle 1967’de Dördüncü Enternasyonal’e katıldı. 1973’te Enternasyonal’den ayrılmasına sebep olan, onu Troçkist programın doğruluğuna inandırmaktaki başarısızlığımız hareketimiz için ciddi bir yenilgiydi.
Sara (Weber) Jacobs, 1931’den itibaren neredeyse üç yıl boyunca ve tekrar 1939’da Troçki’nin sekreteri olarak görev yaptı.
Mario Roberto Santucho
Nicola di Bartolomeo (Fosco), İspanya’da savaşa katılan, faşist rejim süresince Fransa’da sürgünde olan İtalyan Komünist işçi. Fransa’ya döndüğünde, onu bir toplama kampına sürgün eden İtalyan yetkili mercilerine teslim edildi. Savaşın sonunda özgür bırakıldığında İtalya’da Troçkist örgütlenmeyi yeniden inşa etti. 1946’da, 44 yaşındayken öldü.
Angel Amado Bengochea (1926-1964), 1940’larda Arjantin’deki ilk öğrenci ayaklanmalarının ve Sosyalist Gençlik’in önderi. La Plata’da Hukuk Fakültesi öğrencisiyken Sosyalist Parti içinde Marksist bir muhalefet kurdu ve 1946’da Troçkist harekete katıldı. 1950’lerde bir fabrikada çalıştı ve Peroncu sendikaların önderi oldu. 1957’de altı ay boyunca tutuklu kaldı. Diğer Latin Amerika ülkelerindeki mücadeleyle bağlantılı olarak 1963’te politik-askeri bir grup kurdu ve bir patlama sırasında öldürüldü.
Fernando Bravo, Bolivyalı öğretmenlerin önderi, Enternasyonal’in kongrelerinde Bolivyalı POR’un (Partido Obrero Revolucionario – Devrimci İşçi Partisi) temsilcisi, görev esnasında öldü.
James P. Cannon (1890-1974), 1910’da Dünya Sanayi İşçileri’ne (IWW) katıldı. Ekim devriminin bir destekçisi olarak, 1918’de Sosyalist Parti’ye katıldı ve 1919’da Komünist Parti’nin kurucularından biriydi. 1922’de bu partinin başkanı olarak Moskova’ya gönderildiğinde, Komintern İdari Komitesi’nde sekiz ay kadar görev aldı. Bu arada, başta Sacco ve Vanzetti’yi kurtarma mücadelesi olmak üzere Uluslararası[WU1] Emek Savunması’nda büyük rol oynadı.
Komintern’in Altıncı Kongresi’nin bir temsilcisi ve program komitesinin bir üyesi olarak, sürgün Troçki’nin Buharin tarafından sunulan kongre programına dair eleştirilerini dinlemeye geldi. Troçki’nin görüşlerinin haklı bulunmasıyla, Cannon ve Maurice Spector (Kanada delegasyonunun bir üyesi) onun metnini gizlice alıp Kuzey Amerika’ya götürdü ve yayımladı. Troçkizm sebebiyle Komünist Parti’den çıkarılmasını takiben Cannon, Max Shachtman ve Martin Abern ile birlikte, Mayıs 1929’da Komünist Lig’i (Muhalefet) kurdu. 1960’larda hastalığı kendisini danışman pozisyonuna getirene kadar Amerikan Troçkist hareketinin önderi olarak kaldı.
1934’te Minneapolis’teki kamyoncuların açlık grevlerinde önemli rol oynadı. İlerleyen yıllarda, ilk olarak İşçi Partisi ile birleşme ve daha sonra 1936-37 yılları arasında Sosyalist Parti’ye kısa süreli bir katılımla Amerikan Troçkist güçlerinin önemli açılımında etkiliydi. Troçkistlerin Sosyalist Parti’den çıkarılması Sosyalist İşçi Partisi’nin kurulmasına yol açtı. Cannon, 1938’de Dördüncü Enternasyonal’in kuruluş kongresine katıldı ve 1939-40 arasında Shachtman ve Burnham tarafından idare edilen Sosyalist İşçi Partisi’ndeki küçük burjuva muhalefete karşı olan ünlü mücadelede Troçki ile işbirliği yaptı. II. Dünya Savaşı sırasında “Smith Act” (bu isimle tanınan ve yabancı uyrukluların kayıt altına alınmasına dair olan kanun, E.N.) çerçevesinde, partinin diğer üyeleriyle birlikte on altı ay boyunca tutuklu kaldı.
James P. Cannon
Cannon özellikle parti basını için üretken bir yazardı (en iyi makalelerinden bazıları Bir Eylemcinin Not Defteri’nde toplandı). Bunun yanı sıra birçok kitap da yazdı. Esasında, bir propagandacı ve eylemci olarak, Eugene Debs ve Bill Haywood’u takip eden kuşakta Amerikan işçi hareketinin belki de en önde gelen figürüydü.
Tomas Chambi, Bolivya’daki POR’un (Partido Obrero Revolucionario – Devrimci İşçi Partisi) Merkez Komitesi üyesi, Barrientos-Ovando diktatörlüğü sırasında tutsaktı, diktatörlük son bulunca serbest kaldı. 1971’de, Banter hükümet darbesine karşı olan savaşta, La Pat bölgesinden yoksul bir köylü topluluğunun başındayken çatışmada öldü. Sahip olduğu tek şey devrimci inanç olan bu askerin bedeninde, kendi eliyle yazılmış, bir çeşit vasiyet niteliğinde bir not bulundu: “Bana cesur olmayı ve haklı bir sebep için savaşmayı öğreten Devrimci İşçi Partisi’nin bir üyesiyim. Ulusal kurtuluş ve sonrasında nihai zafer için!”
Vincent Raymond Dunne (1889-1970), on yedi yaşında Dünyanın Sanayi İşçileri’ne (IWW) katıldı. 1919’da Birleşik Devletler Komünist Partisi’nin kurucularından biri oldu ve 1928’de Birleşik Devletler Troçkist hareketin kurulmasına katıldı. 1934’te, gelecek yılların büyük işçi sendikası yükselişinin habercisi olan büyük Minneapolis Kamyoncu grevlerinin başındaydı. 1938’de Dördüncü Enternasyonal’in kuruluş kongresine hazırlık olarak Troçki ile müzakerelere katıldı. 1941’de on altı ay süreyle mahkûm edildi.
Heinz Epe (Waiter Held), 1931’de öğrenci olarak Alman Sol Muhalefeti’ne katıldı. Mart 1933’te sürgüne zorlanmasıyla, göç sırasındaki ilk Alman yayını olan “Unser Wort”u yayımladı. Brandt’in kışkırtması sebebiyle Troçkistlerin atılmasına kadar, Willy Brandt ile birlikte Devrimci Gençlik Örgütleri Uluslararası Bürosu’nun sekreterlerinden biriydi. 1934’te Troçki’nin Norveç’e gelip kalmasını organize etti. Norveç’in işgalinden sonra İsveç’e taşınan Heinz Epe, 1941’de Sovyetler Birliği üzerinden Birleşik Devletler’e gitmeyi denedi ama eşi ve çocuğu ile ortadan kayboldu.
Ezio Ferrero (Ettore Salvini) (1938-1976), İtalyan Komünist Partisi’ne katıldı ve üniversite eğitimi için 1956’da Moskova’ya gitti. Bu ziyaretinin sonucu olarak bürokrasiye karşı eleştirel bir tutum aldı ve 1962’de Dördüncü Enternasyonal’e katıldı. İtalyan seksiyonunun, Devrimci Komünist Grup (Gruppi Comunisti Rivoluzionari – GCR) ulusal önderlik üyelerinden biriydi ve Sekizinci Dünya Kongresi’nin bir üyesiydi; ama en çok özellikle Sovyet ekonomisi ile İtalyan politik ve ekonomik problemleri üzerine yayınlarımıza yaptığı katkılarla tanınmaktaydı.
José Aguirre Gainsborg, sürgünde Bolivyalı bir devrimci, Şili Komünist Partisi’nin yönetici üyesi. 1934’te, siyasi açıdan silahlandırdığı, Bolivyalı POR’un (Partido Obrero Revolucionario – Devrimci İşçi Partisi) kurucusu. Yıllarca sürgünde ve hapiste yaşadı, otuz dört yaşında öldü.
Peter Graham (1945-1971), İrlandalı genç devrimci, Connolly Gençliği’nin üyesi olarak başladı ve hızla Troçkizme doğru ilerledi. İrlandalı İşçi Grubu’nun üyesi oldu ve sonra Dublin’de İşçi Cumhuriyeti ve Genç Sosyalistler Birliği’nin kuruluşuna katıldı. Uluslararası Marksist Grup’a katıldığı Londra’ya geldi ve Kızıl Köstebek’in yazı işlerinin bir üyesi oldu. Bir İrlanda seksiyonu kurma amacıyla Dublin’e yeni dönmüştü ki hâlâ aydınlığa çıkmamış koşullar altında öldürüldü. IRA (Irish Republican Army, İrlanda Cumhuriyet Ordusu) ve İrlanda sosyalist hareketinin diğer tüm militan organizasyonları onun anısına saygılarını sundu.
Jules Henin (1882-1964), madenci, 1905’ten itibaren Belçika İşçi Partisi (Parti Ouvrier Belge) üyesi. 1919’da ilk Belçikalı Komünistlerden biri, 1927’de Troçkist hareketin kurucusu. Sonucunda mahkûm edildiği 1932’deki Charleroi madenci grevinin önderlerinden biri. Savaş sırasında yeraltı eylemlerini yönetti. Uzun yıllar Dördüncü Enternasyonal Kontrol Komisyonu’nun üyesiydi.
Marcel Hic, 1933’te on sekiz yaşındayken Fransız Troçkist hareketine (POI ve Leninist Gençlik) katıldı. Fransa örgütünü yeniden inşa etti ve Ağustos 1940’tan itibaren La Vérité’yi yayımladı. İşgal sırasında Fransız seksiyonunun sekreteriyken, Dördüncü Enternasyonal’in Avrupa Sekreterliği’nin kurulmasında yer aldı. 1943’te tutuklandı, yaşamını yitirdiği Dora toplama kampında cesur tavrıyla öne çıktı.
Joseph Jakobovic (1915-1943), Hitler işgali sırasında, Avusturyalı grup “Akıntıya Karşı”nın (Gegen den Strom) önderi. Ekim 1943’te vatana ihanetten ve silahlı kuvvetler içinde asiliği teşvik etmekten yargılandı, ölüm cezasına çarptırıldı ve ceza infaz edildi.
Georg Jungclas (1902-1975), On dört yaşındayken, savaşa ve Sosyal demokrasinin ihanetlerine karşı olan Altona Sosyalist Gençliği’ne katıldı (Hamburg yakınlarında). Spartakusbund’un ve sonra Alman Komünist Partisi’nin (KPD) üyesi oldu. Ekim 1923’teki Hamburg ayaklanması başta olmak üzere, devrimci mücadelelere katıldı. Alman Komünist Partisi’nde solun bir destekçisi olarak 1928’de partiden atıldı, Urbahns tarafından kurulan Leninbund’un üyesi oldu. Ancak Urbahns’a karşı Troçki’nin tutumlarını savundu ve 1930’da Alman Sol Muhalefet’in kuruluşunda yer aldı.
Hitler’in iktidara gelişinden sonra Danimarka’ya taşındı. 1944’te Gestapo tarafından tutuklanmasına kadar Danimarka Direnişi’nde yer aldı. Nazilerin çökmesiyle ölümden kurtulan Jungclas, savaştan sonra Federal Cumhuriyet’in boğucu atmosferinde Alman seksiyonunu yeniden kurmak için neredeyse tek başına mücadele etti. 1948’den itibaren Enternasyonal’in bütün dünya kongrelerine katıldı ve Enternasyonal Yürütme Kurulu’na ve Sekreterya’ya seçildi. Almanya’da göçmen işçileri örgütlemeye ilk başlayanlar arasında olan Jungclas, Cezayir devrimini destekleyen hareketin de merkezindeydi.
Zavis Kalandra, 1936’da Moskova duruşmalarını ifşa eden komünist tarihçi. Dördüncü Enternasyonal’in Çekoslovakya seksiyonunun sekreteri olan Kalandra, 1950’de Stalinistler tarafından “casus” olma suçlamasıyla tutuklandı; “Prag Baharı” sırasında itibarı iade edildi.
Franz Kascha (1909-1943), Hitler işgali sırasında Avusturyalı “Akıntıya Karşı” (Gegen den Strom) grubunun önderiydi. Ekim 1943’te vatana ihanetten ve silahlı kuvvetler içinde itaatsizliğe teşvik etmekten yargılandı, ölüm cezasına çarptırıldı ve ceza infaz edildi.
Rudolf Klement, genç Alman Troçkist, Troçki’nin sekreteri, 1938’de, kendini adadığı, Dördüncü Enternasyonal’in kuruluş kongresi öncesinde Fransa’da GPU (Sovyetler Birliği’nde Devlet Siyaset Müdürlüğü adını taşıyan teşkilat, Ç.N.) tarafından öldürüldü.
Rafael Lasala (Nestor), 1958-59 yıllarında Arjantin’deki öğrenci mücadelelerine katıldı, 1967’de Troçkist harekete girdi. 1971’de Enternasyonal’in sempatizanı bir grup olan GOR’un (Grupo Obrero Revolucionario, GOR – Devrimci İşçi Grubu) kurulmasına yardım etti ve Onuncu Dünya Kongresi’nde grubun temsilcisi oldu. Ağustos 1974’te tutuklandı, işkence gördü ve Ağustos 1976’da La Plata hapishanesinde soğukkanlı bir şekilde öldürüldü.
Abraham Leon (1918-1944), Varşova’da doğdu, Siyonizm’le ilişkisini kesti ve Yahudi Sorunu: Marksist Bir Yorum’u (The Jewish Question: A Marxist Interpretation) yazdı. Savaşın başında, Belçikalı Troçkist örgüte katıldı, baş örgütleyicisi oldu ve Avrupa Sekretaryası’nın kurulmasında görev aldı. Haziran 1944’te tutuklandı, aynı yılın Eylül ayında Auschwitz toplama kampında öldü.
Léon Lesoil (1892-1942), Birinci Dünya Savaşı sırasında Rusya’daki Belçika Misyonu’nda askerdi, Ekim Devrimi’ne destek verdi ve Belçika Komünist Partisi’nin kurucularından biriydi. 1923’te partinin Merkez Komite üyesi oldu ve daha sonra ”devlet güvenliğine karşı faaliyet yürütmek”ten tutuklandı. 1927’de Belçika Troçkist örgütünün kurucularından biriydi, 1932’de Charleroi havzasındaki madenci grevinin önderiydi ve Dördüncü Enternasyonal’in kuruluş kongresine delege olarak katıldı. 1941’de tutuklandı, 1942’de Neuengamme toplama kampında öldü.
Cesar Lora, Siglo XX madenindeki Bolivyalı işçilerin önderi; 19 Temmuz 1965’te Barrientos’un askerleri tarafından öldürüldü.
Sherry Mangan (Patrice), Amerikalı yazar ve gazeteci, 1934’ten itibaren Troçkistti. İşgal altındayken Fransız Troçkist örgütün eylemlerine katıldı ve Petain tarafından Fransa’dan sürülmesine rağmen savaş boyunca yeraltı gruplarıyla bağını koparmadı. McCarthycilik nedeniyle çok zorlu yaşam koşullarına mecbur bırakıldı, yine Fransa’da Cezayir devrimine yardım için yeraltı hareketlerine katıldı. Enternasyonal’in önderliğinin bir üyesi olarak uzun yıllar hizmet verdi, 1961’de 57 yaşında öldü.
Charles Marie (1915-1971), demiryolu işçisi, savaştan kısa bir süre sonra Troçkist harekete katıldı. Tutkulu ve yorulmak bilmez bir militan olarak, uzunca bir süre Troçkizmi Rouen’de tek başına savundu. Cezayir savaşı boyunca, yasal ve yasadışı eylemlerde, hareketin canlanışının temellerini attı, Mayıs 1968’in ertesinde Rouen’i Ligue Communiste’in en büyük taşra teşkilatı haline getirecek olan gençleri kazandı. Rouen’deki bir demiryolu işçi hücresi onun adını taşır. Rouen’de yapılan ikinci Ligue Communiste ulusal kongresinde kendisine fahri başkan unvanı verildi.
Jean Meichler, 1929’da La Vérité’nin kurucularından biriydi. Sürgündeki Alman Troçkistlerin yayın organı Unser Wort’un editörüydü. Bu görevinden dolayı tutuklandı ve Fransa’nın işgal altında olduğu süre boyunca rehin tutuldu. İdam edilen ilk rehinelerden biriydi. Öldürüldüğünde 45 yaşındaydı.
Fernando Lozano Menendez, 22 yaşında bir öğrenci ve FIR’in (Frente de Izquierda Revolucionaria – Devrimci Sol Cephe) ulusal önderliğinin bir üyesi, Kasım 1976’da Peru polisi tarafından öldürüldü.
Luiz Eduardo Merlino (Nicolau) (1947-1971), Temmuz 1971’de ülkesinin baskıcı güçlerince öldürülen Brezilyalı gazeteci. Bir militan olarak eylemliliğine Santos’taki öğrenci hareketi içinde başladı, sonra da Sao Paulo’daki gazete çevrelerinde devam etti. Sürekli ilham veren ve önder rolünü üstlendi. 1968’de, hızla önderlik pozisyonuna yükseldiği, POC’a (Partido Operario Comunista – Komünist İşçi Partisi) katıldı. Tecrübeleri onu Dördüncü Enternasyonal’deki pozisyonlarına taşıdı. Üzerine tezler yazdığı ulusal ve uluslararası sorunlar için bir muhalefet örgütledi. Birkaç aylığına gittiği Fransa’dan Sao Paulo’ya gizlice dönmesinin hemen ardından tutuklandı, işkence gördü ve öldürüldü.
Chitta Mitra (1929-1976), Hindistan seksiyonumuzun ileri gelenlerinden, Bengal dilinde bir Troçkist basın oluşturulmasında baş sorumlu. Ayrıca Troçki’nin bazı eserlerini çevirmiştir ve gençler için, yalın bir Bengalce ile bir Troçki biyografisi olan Tomader Trotsky’yi (Senin Troçki’n) yazmıştır.
Henri Molinier (More Laurent) (1898-1944), La Vérité’nin kurulmasına katılmış ve pek çok görevi gizlilik içinde yürütmüş bir mühendisti. Savaş sırasında Enternasyonalist Komünist Parti’nin (Parti Communiste Internationaliste, PCI) askeri sorumlusuydu, Paris’in kurtarılması için savaşırken bir top mermisiyle öldürüldü.
Martin Monat (Paul Widelin) (1913-1944), 1933 öncesinde Sosyalist Siyonist hareketin bir önderi ve Alman KP’nin bir sempatizanıydı ama sonrasında Troçkizme yöneldi ve siyonizmle olan bağını kopardı. 1939’da Belçika’ya göç etti ve oradaki Troçkist seksiyona katıldı. Savaş sırasında Fransa’daki Alman ordusu içine sızma faaliyeti yürütmekten ve Arbeiter und Soldat (İşçi ve Asker) gazetesini çıkarmaktan sorumluydu. Brest’te Alman askerlerden oluşan bir hücre oluşturdu, askerlerin çoğu tutuklanıp kurşuna dizildi. Fransız polisi tarafından tutuklanıp Gestapo’ya teslim edildi. Vincennes ormanında vuruldu ve ölüme terk edildi fakat yardım alarak hastaneye yetişmeyi becerdi. Ancak, hastanede yeniden yakalandı ve Gestapo tarafından öldürüldü.
Moulin, Alman Troçkist, İspanya İç Savaşı sırasında GPU tarafından öldürüldü.
Jabra Nicola (Abu Said) (1912-1974), Haifa’da doğdu ve daha yirmi yaşına gelmeden Filistin komünist partisine katıldı. Önderliğin bir üyesi olarak Arapça yayın organı olan Al Ittihad’ı çıkarmaktan sorumluydu ama parti milliyetçilik tartışması sonucu 1939’da bölündü ve Jabra her iki tarafa katılmayı da reddetti. 1940-42 arasındaki İngiliz işgali sırasında hapse atıldı. 1942’de çoğu Avrupalı göçmenlerden oluşan bir Troçkist gruba katıldı fakat Troçkist örgütün savaş sonrası Orta Doğu’da dağılması sebebiyle yeniden Komünist Parti’ye döndü ve bir kez daha Arapça gazetenin çıkarılması sorumluluğunu üstlendi. Ne var ki 1956’da KP önderliği politik anlaşmazlıklar gerekçesiyle kendisini görevlerinden azletti ve 1962’de KP’den ayrılan diğerleriyle birlikte, daha sonra Dördüncü Enternasyonal’in İsrail seksiyonu haline gelecek olan, Matzpen grubunu kurdu. 1967’de Altı Gün Savaşı’nda ev hapsine mahkûm edildi, 1970’te İsrail’i terk edip Londra’ya geldi ve orada öldü.
Pantelis Pouliopoulos, 1922’de Yunan ordusu içindeki faaliyetlerinden dolayı yargılandı. Das Kapital’i Yunancaya çevirdi. Komünist Enternasyonal’in Beşinci Kongresi’nde Yunan komünist partisi delegesiydi, 1925’te Komünist Parti sekreteri oldu, fakat 1927’de Troçkist olduğu için ihraç edildi. Yunan Troçkist örgütün sekreteri olarak 1936’daki Metaxas darbesi sonrası yeraltına çekildi, fakat 1939’da tutuklandı. 1943’te İtalyanlar tarafından bir rehine olarak vurulduğunda 43 yaşındaydı. İdam mangası karşısında İtalyan askerlere nutuk attı.
Luis Pujals (1942-1971), genç Arjantinli devrimci, 1961’de Palabra Obrera (İşçinin Sözü) grubuna katıldı. 1964’te PRT’nin (Partido Revolucionario de los Trabajadores – İşçilerin Devrimci Partisi) kurucu üyelerindendi ve İkinci Kongre’de parti Merkez Kurulu’na, daha sonra da Yürütme Kurulu’na seçildi. Buenos Aires bölgesinin politik ve askeri sorumlusuydu. 17 Eylül 1971’de tutuklandı, yetkililerce Rosario’ya gönderildi ve 22 Eylül’de geri getirildi. Bu süre zarfında tutuklu bulunduğu otoriteler tarafından reddedilmekteydi. Tüm veriler işkence altında öldürüldüğünü göstermektedir.
Ignace Reiss (Ludwig), Polonyalı komünist, Rus Devrimi sırasında iç savaş kahramanı, Sovyetler Birliği’nin özel kuvvetlerinin önde gelen önderlerindendi. 1937’de, ilk Moskova duruşmasının akabinde, Stalinizm’le bağını kopardı, madalyalarını iade etti ve “Troçki’yi destekliyorum ve Dördüncü Enternasyonal’e katılıyorum” açıklamasını yaptı. Birkaç hafta sonra Lozan yakınlarında GPU tarafından öldürüldü.
Ignace Reiss
Alfonso Peralta Reyes (1939-1977), eğitmen ve Meksika PRT’sinin (Partido Revolucionario de los Trabajadores – İşçilerin Devrimci Partisi) üyesi, Mayıs 1977’de, üniversite sendikalarında hükümetin kemer sıkma politikalarına karşı verilen mücadeleye önderlik ederken “Liga Comunista 23 de Septiembre” (23 Eylül Komünist Birliği) gerilla grubu tarafından öldürüldü.
German Rodriguez Sainz, Troçkist harekete 1971 yılında İspanya’da katıldı ve LCR (Liga Comunista Revolucionaria – Devrimci Komünist Birlik) ile Bask milliyetçisi grubun devrimci kanadı ETA(VI) arasındaki birleştirmede önemli bir rol oynadı. İşçi Komisyonu’nun aktif bir üyesiydi. 1973 Pamplona genel grevinin merkezi önderiydi ve bu grevdeki dahlinden dolayı iki buçuk sene hapis yattı. Temmuz 1978’de Bask milliyetçisi bir protesto sırasında polis tarafından öldürüldü. Cenazesine 30 binin üzerinde insan katıldı.
Wolfgang Salus, genç Çekoslovak komünist, 1929’da, 18 yaşındayken, ülkesinde Troçkist hareketin kurulmasına katıldı. Savaş sonrası Çekoslovak hareketin yeniden örgütlenmesine katkıda bulunduğu için sürgünde öldü.
Lev Sedov (1905-1938), Troçki’nin oğlu, 1927’de Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nden ihraç edildi ve bu noktadan sonra ömrünü Troçki’nin mücadelesine yardımcı olmaya adadı. Moskova duruşmalarında Troçki’yle birlikte sanıktı ve ölüme mahkûm edildi. Paris’te gizemli bir şekilde öldü. Büyük ihtimalle GPU’nun suikastına kurban gitti.
Henricus Sneevliet (1883-1942), Hollandalı işçi sınıfı önderi, 1914’de Endonezya sosyalist hareketinin, 1920’de ise Endonezya KP’nin kurucusuydu. Komünist Enternasyonal’in İkinci Kongresi’nde Endonezya KP’sinin delegesiydi ve ÇKP’de (Çin Komünist Partisi) Komünist Enternasyonal’i temsil ediyordu ama Stalinizm’den koptu. Hollandalı sendika konfederasyonu NAS’ın (Nationaal Arbeids-Secretariaat – Ulusal Emek Sekreteryası) önderlerinden biri olarak, 1932’de denizcilerin başkaldırısına destek vermekten hapse atıldı. RSAP’ın (Revolutionair Socialistische Arbeiders Partij – Devrimci Sosyalist İşçi Partisi) kurucularından biri olarak da savaş sırasında tutuklandı ve 13 Nisan 1942’de Nazilerce vuruldu. Kahramanca ölümü ülkesinde örnek bir davranış olarak anılır.
Shuji Sugawara (1949-1978), Japon Komünist Gençlik’in (Troçkist gençlik grubu) ulusal sekreteri ve Narita havaalanının açılmasına karşı yürütülen mücadelenin ulusal ölçekteki örgütleyicisiydi. Beyin kanamasından öldü.
çev. Rıfat Ateş, Yazın Yayıncılık, 2019
Chen Tu-Hsiu (1879-1942), Pekin Üniversitesi’nde profesördü, 1911 demokratik devriminin önderlerinden biriydi. 1920’den 1927’ye kadar sekreterliğini yaptığı ÇKP’nin (Çin Komünist Partisi) kurucularındandı ama daha sonra Troçkist muhalefete katıldı. 1932’de Kuomintang tarafından tutuklandı ve on üç yıl hapse mahkûm edildi. 1937’de şartlı salıverildi, 1942’de öldü. Bugün dahi ÇKP önderliği tarafından hatırasına iftira edilir.
Ta Thu Thau, Vietman’daki Troçkist hareketin kurucusu, savaştan önceki yıllarda Saygonlu işçilerin önderiydi ve savaş sırasında hapisteydi. 1946’da serbest bırakılmasının ardından gizemli bir şekilde ortadan kayboldu, muhtemelen Stalinistler tarafından öldürüldü.
Pierre Tresso (Blasco) (1893-1943), 1925’ten itibaren İtalyan KP’sinin Merkez Kurul ve Siyasi Büro üyesi, Komünist Enternasyonal’in kongrelerinde parti delegesiydi. 1930’da Troçkist olması sebebiyle ihraç edildi, sürgün yeri olan Fransa’da aktif olarak çalıştı. Ligue Communiste’in önderliğine, 1932’deki Kopenhag Konferansı’na ve Dördüncü Enternasyonal’in kuruluş kongresine katıldı. Marsilya askeri mahkemesince savaş sırasında on yıl zorla çalıştırma cezasına çarptırıldı ve Puy hapishanesine yerleştirildi, diğer tüm mahkûmlarla beraber Direniş güçleri tarafından özgürlüğüne kavuşturuldu. Kısa süre sonra, direniş güçleriyle beraberken, çoğu Troçkiste olduğu gibi, ortadan kayboldu. Muhtemelen Stalinistler tarafından öldürüldü.
Humberto Valenzuela (1908-1977), Şili’nin kuzeyindeki nitrat madenleri bölgesinde doğdu. On dört yaşında Huara nitrat madencileri sendikasının kayıt sekreteriydi. Kurulmasından kısa bir süre sonra Şili KP’sine katıldı fakat Troçkistlerin ihracından sonra 1931’de kurulan Izquierda Comunista’ya (Komünist Sol) katıldı. Birleşik İnşaat Sendikası’nın önderlerinden olarak köylü sendikalarının kurulmasına da yardım etti. 1942’de Troçkist aday olarak başkanlık seçimlerine katıldı. 1969’da kendini yeni Şili seksiyonu PSR’nin (Partido Socialista Revolucionario – Devrimci Sosyalist Parti) kurulmasına adadı. Ayrıca halk iktidarının yayın organlarının oluşturulması için MIR (Movimiento de Izquierda Revolucionaria – Devrimci Sol Hareket) ile beraber çalıştı ve Devrimci İşçi Cephesi’nin ulusal önderi seçildi. Darbeden sonra çalışmalarını yeraltında sürdürdü, direniş komiteleri ve Marksist formasyon dersleri tertip etti.
Joseph Vanzler (John G. Wright), Harvard Üniversitesi’nde kimya öğrencisi, Amerikalı Troçkist örgüte 1929’da katıldı, Troçki’nin sayısız eserini tercüme etti, 1956’da 52 yaşında öldü.
Libero Villone (1913-1970), faşist rejim altında, yasadışı olduğu sırada, İtalyan KP’sinde faaliyet gösterdi. 1938’de Moskova duruşmalarını eleştirdiği için KP’den ihraç edildi. 1943’te tutuklandı, Mussolini iktidardan düştüğünde salıverildi. Tekrar KP’ye kabul edildi, kısa süre sonra sınıf işbirlikçiliğini eleştirdiği için ihraç edildi. 1945’te Troçkist harekete katıldı. Öğretmendi, öğretmenler sendikasında çeşitli görevlerde bulundu. Uzun yıllar Bandiera Rossa’nın editörlüğünü yaptı.
Neil Williamson, Uluslararası Marksist Grup’un (IMG – International Marxist Group) İskoç militanı. IMG içinde İskoç ulusal sorununun öneminin kavranmasında önemli bir rol oynadı. 26 yaşında bir trafik kazasında ölmesinin ardından düzenlenen cenaze töreni, on yıllık aralıksız siyasi faaliyetinin kazandırdığı saygınlığın bir nişanesi olarak, emek hareketinin dikkate değer her kesiminden temsilcilerin katılımıyla gerçekleşti.
Erwin Wolf (N. Braun), Çekoslovak kökenli Troçkist, Troçki’nin Norveç’teki sekreteri. İspanya Devrimi sırasında GPU tarafından öldürüldü.
Niiyama Yukio (1954-1978), Japon Devrimci Komünist Birlik üyesi, Narita uluslararası havalimanının açılmasına karşı direnirken aldığı yaralar sonucu Sanrizuka’da öldü.
Joseph Hansen (1910-1979), Amerikan Sosyalist İşçi Partisi’nin ve uluslararası Troçkist hareketin başta gelen önderlerinden, kitabı baskıya gittiği sırada öldü. 1937’den itibaren Troçki’yle Meksika’da çokça vakit geçirdi, Dördüncü Enternasyonal’in kuruluş kongresi için yapılan hazırlıklara yardımcı oldu. Troçki öldürüldüğünde oradaydı ve katilin kaçmasına mani oldu. Yetenekli bir gazeteciydi, 1940’tan sonra yıllarca The Militant’ın editörlüğünü yaptı. 1962-1963 arasında Dördüncü Enternasyonal’in yeniden birleşmesi sürecinde belirleyici bir rol oynadı ve sonrasında da kongrelerinde ve genel kurullarında da düzenli olarak gözlemcilik yaptı. Hayatının son yıllarında politik faaliyetinin merkezinde, 1963’teki birleşmenin ardından World Outlook adıyla yayınlanmaya başlamasına yardımcı olduğu, haftalık International Press Correspondence/Inprecor dergisinin editörlüğü vardı.
Daniel Bensaid ve Pierre Frank’ın Troçkistlerin Uzun Yürüyüşü (çev. Rıfat Ateş, Yazın Yayıncılık, 2019) adlı kitabından derlenmiştir.
Mustafa Suphi’nin 14 yoldaşıyla birlikte Karadeniz’de katledilişinin üzerinden 100 yıl geçti. İlgisi olabilecek her kesimin bilgisi dahilinde gerçekleştirilen bu planın nihai emrini kimin verdiği belgelenmediği için Marquez’in “Kırmızı Pazartesi”ne benzer bir durum söz konusu. “Sanki bütün işlerde ben tek başıma mı idim. Daha üstüme varırlarsa her şeyi olduğu gibi ortaya dökerim” diyen cinayetin faili Yahya Kahya da Temmuz 1922’de öldürülünce “herkes” elini yıkamıştır. Üstelik Yahya Kahya cinayetinde adı geçen Topal Osman da çok geçmeden öldürülüyor. Sözü edilen kişilerin bölgedeki etnik temizlikteki payı düşünülürse İttihat Terakki’den kalma ağlar ve tarzlar devam etmektedir.
Mustafa Suphi’nin öldürülmesinden bir yıl sonra Mecliste yapılan görüşmedeki konuşmalar ise “herkesin” bu işten haberdar olduğunu göstermekte.
Mustafa Suphi’nin ve yoldaşlarının katli, Milli Mücadele’nin başlamasından itibaren tasarlanan rejimin karakteri bakımından yani “Cumhuriyetin harcı” açısından da önemlidir. Mustafa Suphi Türkiye’ye gelmeden önce de Ankara’nın temsilcileri kendisiyle görüşmüş, en son Ali Fuat Cebesoy Moskova’ya giderken Kars’ta yaptığı konuşmaları nakletmiştir. Yasal yollardan mektuplaşarak Ankara’ya gelecek bir insanın propagandadan öte bir talebi olmazken, çok açık bir biçimde ‘Türkiye’deki bey ve paşaları burjuvazi sınıfından addetmiyoruz. Bilakis halk kütlelerinin en yakın yardımcıları olarak biliyoruz…” diyen, üstelik güç ilişkilerinde bir ağırlığı bulunmayan birinin tasfiye edilmesinin nedeni –her ne kadar konjonktürel gerekçeleri varsa da– esas olarak Anadolu’daki iktidarı inşa eden güçlerin gelecek tasarımlarında sol bir muhalefetin varlığının bir ihtimal olarak dahi yer almamasıdır. (Solu herhangi bir şekilde rejime dahil etmeme yönündeki tutum İttihatçı kalıntılar ve Enver Paşa açısından da geçerliydi elbette).
Daha Eylül 1920’de Refet Bele karşısında “solun” adayı olarak çıkan Dr. Nazım Resmor Dahiliye Vekili seçildiğinde, Mustafa Kemal karşı çıkmış, kendisini kabul etmemiş ve baskı üzerine Dr. Nazım Bey iki günlük Dahiliye Vekilliğinden sonra istifa etmek zorunda kalmıştı. Bu da Meclis içinde sözü edilen solun siyasal gücünü gösteriyordu.
Mustafa Suphi cinayetinin Ethem Bey güçlerinin tasfiye edildiği, Meclis içindeki solcuların içeri tıkıldığı bir dönemde gerçekleşmesi Ankara’nın eğretilikten konsolidasyona geçtiğini göstermekteydi. Mesele yalnızca Padişah güçleri değildi; ne kadar zayıf olursa olsun mücadeleye toplumsal bir muhteva katmak niyetinde olanlar da usulünce halledilmeliydi.
“Halk Tepkisi”
Erzurum’dan Trabzon’a uzanan güzergâh boyunca Mustafa Suphi’yi bekleyen, resmi makamların da açıkça dahil olduğu “halk” tepkisi basın aracılığıyla düzenlenirken, olmadık iftiralar Ankara’nın onayı olmadan gündeme sokulamazdı.
Gazetelerde Suphi’nin Bakü’de Türk esirlerine kötü muamele ettiği, hatta yüzlercesini, binlercesini öldürdüğü yolunda propaganda yürütülen bir dönemde her şeyden haberdar olan, “şartları çok iyi değerlendiren” resmi makamların bunlardan haberdar olmaması ihtimal dahilinde değildir. Mustafa Suphi “Kızıl Alay” diye bir miktar harp esirini silah altına aldırabilmişse bunlar yurtlarına dönmenin yollarını ararken sefaletten kurtulmak için alaya katılmışlardır; ama “iftirayı” haklı çıkaracak hiçbir bilgi, belge yoktu. Üstelik İbrahim Tali doğrudan Mustafa Suphi ile üç kez görüşüp iki tüfek ve beş yüz mermiyle bunların Anadolu’ya gönderilmesinde anlaşmıştır. Zaten Kızıl Alay Taşnak Ermenistan’ına karşı yaptığı bir saldırıdan sonra Bakü’ye geri döner, ancak bölgenin sovyetizasyonundan sonra Ermenistan yolu açılınca memlekete geçer, düzenli orduya katılır ve Ali Fuat Cebesoy’un dediğine göre Batı Cephesinde savaşırken aralarında ölenler de olur. Ancak Ali Fuat “bu asker kardeşlerimizin hiçbiri Bolşevik olmamıştır” diye ekler.
Trabzon Valisi’nin, kafilenin akıbeti hakkında Sovyet elçisinin sorusuna verdiği cevap yeterince manidardır: “… Mustafa Suphi Türk vatandaşı görünüyor. Onlar ne suretle, nereden, niçin geldiler? Valilik hiçbir şey bilmiyor. Yalnız o biliniyor ki, onlar Sibir’den, Türkistan’dan Bakü’ye gelip vatana dönmek isteyen Türk harp esirlerini tutukladılar, eziyet ettiler ve idam ettirdiler”. Vali Sibirya’da ne olduğunu biliyor ama Trabzon’dan bihaber!
Zamanlama Değil Yöneliş Önemli
Mustafa Suphi aynı dönemde tasfiye edilen Ethem Bey gibi askeri bir güce sahip olmamanın yanı sıra Meclis içinde bulunan oldukça heterojen sol çevreler gibi de herhangi bir siyasal güce dayanmıyordu.
Ancak Ankara önce kendini konsolide etmek için olası muhalefeti tasfiye etmeyi önüne koymuştu.
Ocak 1921’de bütün bu tasfiyeler ve cinayetler arasında hazırlanan Anayasa için, son yıllarda toplumsal muhalefet kesimlerinde rastladığımız gibi “demokratik” sıfatını kullanmak da bu güç ilişkileri içinde gerçekten gariptir. Demokratik bir idareye örnek olarak gösterilen “muhtariyet” idari bir muhtariyet olduğu gibi bu anayasaya uygun yasalar da çıkartılmadığından zaten kağıt üzerinde kalan bir husustur.
Milli Mücadele bağlamında oluşmuş olan güç ilişkilerinde, memleketteki sınıfların mevzilenmesine, aşağıdakilerin çıkarlarını gözeten bir muhalefete müsamaha yoktu. Başlangıçtaki boşlukta aykırı sesler çıkmış olsa da önce iç konsolidasyon sağlanacaktı.
Bizler tüm dünyayı pandemiden kurtarmak için hayati rol oynayan kadınlarız. Hayati işleri yapıyoruz, ancak kendimiz sefil koşullarda yaşıyoruz: Emeğimiz düşük ücretlendiriliyor, hak ettiği değeri görmüyor; haddinden fazla çalışıyoruz ya da işsiziz; fazlasıyla kalabalık yerleşimlerde yaşamaya, oturma izinlerimizi ve resmi belgelerimizi sürekli yenilemeye zorlanıyoruz. Evlerimizde ve işyerlerimizde eril şiddete karşı her gün mücadele veriyoruz. Bu şiddet ve sömürü koşullarından bıktık ve sessiz kalmayı reddediyoruz! Orta, Batı ve Doğu Avrupa’da mücadele eden kadınları, göçmenleri ve emekçileri bir araya getiren bir ağı hep birlikte örgütlemeye başladık: Ulusaşırı Hayati Otonom Mücadeleler (E.A.S.T.) ağı. 8 Mart’ta kapitalist, patriyarkal ve ırkçı şiddete karşı mücadele veren herkesi greve katılmaya çağırıyoruz!
8 Mart’ta üretimde ve yeniden üretimde emeğimizin sömürülmesine karşı grevdeyiz! Hemşireler, temizlik işçileri, öğretmenler, market işçileri, lojistik işçileri, mevsimlik işçiler, ücretli ve ücretsiz ev işi ve çocuk, hasta ve yaşlı bakımı emekçileri olarak bizler, hayati önem taşıyan emeğimizle toplumu ayakta tutuyoruz. Bilhassa okulların ve kreşlerin kapanmasıyla, ev işleri ve çocuk bakımı bizim omuzlarımızda. Pandemi sürecinde pek çoğumuz işimizi kaybettik, çünkü bakmaktan sorumlu olduğumuz çocuklarımız ve yapmamız gereken ev işleri vardı. Evlerde ve işyerlerinde yaptığımız iş hayati, ancak bu işlere düşük değer biçiliyor.
8 Mart’ta artan patriyarkal şiddete karşı grevdeyiz! Hükümetler pandemiyi patriyarkal şiddetin kıskaçlarını güçlendirmek için bir fırsat olarak kullanıyor: Polonya’da kürtaj hakkını daha da kısıtlama teşebbüsleriyle, Türkiye’de İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kalkışmasıyla; Macaristan’da trans haklarına yönelik kısıtlamalarla ve LGBTI+ karşıtı gündemlerle. “Evde kalıp güvende olmamız” söylenirken çoğumuzun bir evi bile yok. İstismarcı partnerlerle ve ailelerle yaşayan, izolasyonda iyice artan ev içi şiddetle mücadele eden pek çoğumuz için evler güvenli alan olmaktan uzak. Bizleri toplumun köleleri, evlerde ikincil, emek piyasasında sömürülen olma rolüne sıkıştırmaya yönelik açık bir saldırı var.
8 Mart’ta ırkçı ve sömürüye dayalı göç rejimlere karşı grevdeyiz! Pandemi süresince Doğu Avrupalıbakım işçileri ve mevsimlik işçilerin, hayati işleri yerine getirmek için Batı ülkelerine erişmesine “izin verildi”; ancak işçiler bunu koruma ya da sosyal güvence olmadan, kendilerini riske atarak yapmak zorunda kaldılar. Emeğimiz Batı’nın (sağlık) sistemini ayakta tutarken, Doğu’da aşırı çalıştırılan ve eksik donanımlı emekçilerin omuzlarında sağlık sistemleri çöküyor. Avrupa Birliği içinde ve dışında göçmen ve mülteciler, fazlasıyla kalabalık koğuşlarda, kamplarda, yaşamaya terk ediliyor ve yerel topluluklara verilen parasal yardım hakkına asla erişemeden, güvenli olmayan işlerde çalışıyor. Avrupa’nın eşitsiz bölünmüş haritasında göçmenler, sömürünün en ağır bedelini ödedikleri gibi, pandeminin de en ağır bedelini ödüyorlar.
Sömürülmeyi ve ezilmeyi reddediyoruz! Geçmişteki ve süregelen mücadelelerden ilham alarak, Uluslararası Kadın Grevi’nin, Polonyalı kadınların grevinin ve Arjantin’de kürtaj hakkı için verilen feminist mücadelenin izlerini takip ediyoruz. Bulgaristan’da, Gürcistan’da, Avusturya’da, Romanya’da, Birleşik Krallık’ta, İspanya’da, İtalya’da, Almanya’da ve Fransa’daki hemşirelerin, doktorların, çocuk bakım emekçilerinin, lojistik işçilerin, mevsimlik işçilerin, protestolarını ve grevlerini örnek alıyoruz. Romanya’da eğitimde ‘toplumsal cinsiyet’ tartışmalarını yasaklayan kanuna karşı verilen mücadeleden, göçmenlerin ulusaşırı hareketlerinden, Siyah yaşamlar için yapılan gösterilerden öğreniyoruz. Bu kolektif mücadele deneyimlerini ve statükoya meydan okumaları ileri taşıyarak, 8 Mart günü kadınları, emekçileri, göçmenleri, LGBTI+ları hayati grevimizde bize katılmaya çağırıyoruz. Grevimizle, mevcut tahakküm koşullarını parçalamaya ve yeniden inşa edeceğimiz hayatın öznesi olmaya kararlıyız! Grevimizle şu talepleri yükseltiyoruz:
Bütün biçimleriyle patriyarkal şiddetten kurtulmak! Kadına yönelik şiddeti münferit bir olay olarak değil, bizleri bakıcı rolüne sıkıştırmak isteyen bütün bir patriyarkal sistemin bir parçası olarak görüyoruz. Şiddet ve istismar yoluyla bize dayatılan hayati iş yükünü sırtlamayı reddediyoruz. Ultra-muhafazakâr hükümetlerin saldırılarına karşı çıkıyor, her ülkede güvenli, yasal ve ücretsiz kürtaj ve doğum kontrolü hakkı talep ediyoruz. LGBTI+ topluluklara yönelik siyasi ve hukuki saldırıların derhal son bulmasını talep ediyoruz.
Herkes için daha yüksek ücret! Ücretlere dair feminist mücadelemiz yalnızca cinsiyete dayalı ücret uçurumuna karşı mücadeleden ibaret değil; cinsiyetler ve etnisiteler, uluslar ve bölgeler arasında katman katman ücret hiyerarşileri yaratan ve bunları yeniden üreten kapitalist koşullara karşı. Zenginler pandemiyi daha fazla servet biriktirmek için bir fırsat olarak görürken, kemer sıkma yükünün altında bırakılan bizler olduk. Yeter! Yalnızca cinsiyetler arasında ücret eşitliği değil, bütün emekçiler için daha yüksek ücretler talep ediyoruz! Refahın hem ulusal hem ulusaşırı düzeyde yeniden dağıtılmasını talep ediyoruz! Gelin bizim olanı geri almaya başlayalım!
İyi finanse edilmiş ve kapsayıcı, ulusaşırı refah! Onyıllardır refah kesintilerinin mali yükünü kadınların ve göçmenlerin üzerine yüklemeye devam eden ekonomiyi yeniden yapılandırma planlarını reddediyoruz. Refah, yardımlar ve sosyal güvence için mücadeleler arasında ulusaşırı bağlantılar, ilişkiler kurmak istiyoruz. Refah koşulları ülkeden ülkeye farklılık gösterse de, her yerde cinsiyete ve ırka dayalı iş bölümüne ve farklı uluslardan kadınlar arasında hiyerarşiler yaratan ücret farklarına dayanıyor. Bu hiyerarşileri, global patriyarkal refah ekonomisine karşı ortak bir mücadeleye dönüştürmek istiyoruz!
Bütün göçmenlere, mültecilere ve sığınmacılara Avrupa’da koşulsuz oturma izni! Hükümetlerin ve patronların göçmenlere oturma izni alabilmek ya da yenileyebilmek için temin etmesi imkânsız olan ekonomik ve kurumsal şartlar dayatarak şantaj yapmasını reddediyoruz. Bu durum göçmenleri, özellikle de AB dışından gelenleri, kabul edilemez koşullarda çalışmaya zorluyor.
Herkes için daha iyi ve güvenli barınma! Pandemi 2020 Mart’ında başladığında hâlihazırda ciddi bir barınma krizinin içindeydik. Pandemi boyunca evlerimiz, irademizin ve rızamızın da ötesinde siyasallaştı! Herkes için yeterli, mali olarak erişilebilir, aşırı kalabalık ve güvencesiz koşullardan uzak barınma talep ediyoruz! Ev içi şiddete maruz kalanlara derhal yeni konut sağlanmasını talep ediyoruz!
Hayati grevimizle, hayatlarımızın ve mücadelelerimizin hayati olduğunu göstermek istiyoruz! Dolayısıyla güçlerimizi sınırların ötesinde birleştirmemiz gerekiyor. 8 Mart’ta herkesi hayati emeğin gücünü görünür kılmaya ve pandemi sonrası düzeni inşaya yönelik şartlarımızı öne sürmek için hayati emeği silah olarak kullanmaya çağırıyoruz!
Herkesi işyerlerinde veya işyeri dışında grevler, gösteriler, yürüyüşler, birliktelikler, sürpriz performanslar, sembolik eylemler örgütlemeye, renkli bandanalar takmaya, ses çıkarmaya çağırıyoruz. Kadın grevine destek vermeleri için sendikalar üzerinde baskı kuralım! Gelin, farklı mücadelelerimizi görünür kılma ve onları sınırlar ötesinde birleştirme yollarını hep birlikte hayal edelim!
Vizyonumuzu ve taleplerimizi paylaşan bütün kadınları, göçmenleri ve emekçileri, 21 Şubat 2021’de hayati grevimizin ufkunu derinleştireceğimiz halk meclisimize katılmaya çağırıyoruz!
Bu manifestoyla özdeşleşen herkesi imza vermeye ve daha fazla kadına, göçmene ve işçiye ulaşabilmesi için yaygınlaştırmaya ve kendi dillerine çevirmeye çağırıyoruz.
Manifestoyu imzalamak için: https://forms.gle/zpNnciKrGZikBHB79 Manifestoyu farklı dillerde görmek için: https://www.transnational-strike.info/2021/01/25/essential-strike-manifesto-for-the-8th-of-march/
Rusya olaylı bir hafta yaşadı ve bu durum henüz bitmedi. Öncelikle, Alexey Navalny Moskova’ya geri döndü ve sınırı geçer geçmez tutuklandı. Ertesi gün ekibi Valdimir Putin’in yolsuzluğunu anlatan bir video yayınlayarak 23 Ocak’ta bütün yurttaşları hükümete karşı sokaklara çıkmaya çağırdı ve onlarca kentte, büyük güvenlik önemleri altında destek gösterileri gerçekleştirildi [Aşağıda aktardığımız söyleşi bu gösterilerden önce yapılmıştı]. Bu konuda Rus solu ne düşünüyor? Navalny kesinlikle sola ait değil ama sol protestolardan ve büyüyen siyasi krizden uzak mı durmalı? Left East Ilya Budraitskis’e görüşlerini sordu. Ilya Budraitskis, Tarihçi- Yazar. Moskova’da yaşıyor. Political Diary podcast’in yazarlarından.
Alexey Navalny’nin 17 Ocak’ta Rusya’ya dönüşünden dakikalar sonra Moskova Sheremetyevo havaalanında tutuklanması beklenen bir şey olmanın yanı sıra Rus otoritelerinin verebileceği tek olası tepkiydi. Bu yılın başında, geçen yaz yapılan ve kendisine sınırsız kişisel güç veren Anayasa değişikliğinden sonra Putin rejimi yeni bir evreye girdi: tabanın pasif desteğine değil baskıcı bir iktidara dayanan fiili bir açık diktatörlük. Bu yeni düzende ne marjinalleştirilmiş liberal muhalefete ne de sistemik “güdümlü demokrasi” partilerine yer var ki bu durum Birleşik Rusya Partisi’nin mutlak kontrolüne yol açtı ve seçime yönelik hoşnutsuzlukları ifade etme konusunda sınırlı olanaklara imkân verdi. Navalny’e geçen Ağustos’ta Rus güvenlik aygıtı tarafından düzenlenen suikast girişimi bu resme mükemmelen oturmakta. Otoritelerin perspektifinden, Navalny’nin yarattığı tehdit, “akıllı oylama” taktiği yani Birleşik Rusya’nın adaylarını en çok yenme şansı olan aday tarafından bütün protesto oylarının toplanması idi. İktidar partisine desteğin hızla düştüğü bir durumda (mevcut durumda %30’dan yüksek değil) “akıllı oylama” bu yılın Eylül ayında yapılacak parlamenter seçimler için yazılan senaryoyu ve uzun vadede de Putin’in önümüzdeki dönemde yeniden seçilmesini tehdit ediyor.
Moskova’ya uçmadan önce Navalny uçakta. Foto: Mstyslav Chernov/AP
Navalny’nin cüretkâr ve keskin popülist stratejisi aslında bir protesto koalisyonu yaratmayı hedefliyor ki bu koalisyonda en önemli yer, Kremlin’in kurallarıyla oynamayı reddeden, canlı ve ofansif seçim kampanyaları düzenleyebilecek sistem partilerine (en başta Komünistlere) verilmekte. Yoksulluk ve sosyal eşitsizlik konularının liberal-demokratik değerlerin yerini aldığı Navalny’nin retoriği bu stratejinin temel unsuru durumunda. Kendisine popülarite kazandıran yolsuzluk karşıtı soruşturmaların geniş bir izleyici üzerinde duygusal bir etkisi var (örneğin, 100 milyar rubleye mal olan Putin’in sarayı konusundaki film geçen Cuma itibariyle 50 milyon kere izlendi) çünkü bunlar doğrudan Rus toplumundaki aşırı tabakalaşmayı gösteriyor. Seçimlerin açıkça tahrif edildiği ve aşırı polis baskısının hüküm sürdüğü bir ortamda seçim protestosu ancak parlamento dışı kitlesel sokak hareketinin desteği ile bir etkiye sahip olabilir. Bugün yalnızca böylesi bir hareket Navalny’nin kişisel kaderini belirleyebilir. Eğer gelecek haftalarda ülke çapında yüzbinlerce kişi acil salıverilmesi için ayağa kalkmazsa kesinlikle uzun bir hapislik dönemi kendisini bekliyor.
Benim görüşüme göre, böylesi bir harekete katılmak –kendi programımız ve taleplerimizle birlikte- bugün Rusya solunun tek şansıdır. Ayrıca, sadece sol tutarlı bir biçimde insanları gittikçe daha fazla aktif protestolara iten duyguları ifade edebilir: toplumsal eşitsizlik, toplumsal alanın (özellikle pandemi sırasında dramatik bir biçimde görünür olan sağlık hizmetinin) bozulması, polis şiddeti ve temel demokratik hakların (özellikle işçi) haklarının olmayışı.
Zoonoz hastalıklar[1] yeni çıkmadı. Antik dönemde ve Orta Çağda ortalığı kasıp kavuran veba da bir zoonozdu. Yeni olan, giderek artan sayıda bulaşıcı hastalığın hayvan kökenli yani zoonotik olmasıdır. Otuz yılda payları %50’den %70’e çıktı[2]. İnsandaki yeni patojen ajanların dörtte üçü hayvan türlerinden geliyor. AIDS, Zika, Chikungunya, Ebola, H1N1, Orta Doğu Solunum Sendromu (MERS-CoV), H5N1, SARS, Creutzfeldt-Jakob hastalığı (“deli dana”) ve COVID-19, hepsi birer zoonoz.
Biyologlar ve epidemiyologlar açısından zoonozların böylesine artıyor olması bir sürpriz teşkil etmiyor. Birkaç senedir Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) insan sağlığı için en büyük tehdidin, henüz bilinmeyen, muhtemelen hayvandan insana geçecek bir “X hastalığı” olmasından korkuyor. Bu tahmin gökten zembille inmiyor elbette, doğanın yıkımının başka hayvanlarda bulunan patojenlerin Homo Sapiens’e aktarımını kolaylaştırdığı tespitinden ileri geliyor.
Pandemi ve Ekolojik Kriz
Somut olarak beş ekolojik yıkım etkeni devreye giriyor.
İlk etken: Doğal habitatların yok olması veya parçalanması. Ormanlar dümdüz ediliyor, nemli bölgeler kuruyor; doğanın göbeğinde altyapılar inşa ediliyor ve madenler açılıyor: tüm bunlar insan ile diğer hayvanlar arasındaki mesafeyi kısıyor, bu da “türler arası geçiş” riskini arttırıyor.
İkinci etken: Biyoçeşitliliğin yıkımı. Kimi türler ortadan kalkınca hayatta kalmayı ve yaşamayı becerenlerin -nitekim sıçanların ve yarasaların- insana geçebilecek patojen ajanları barındırma ihtimalleri daha yüksek oluyor.
Üçüncü etken: “Et endüstrisi”. Etik ve ekolojik açıdan mahkûm edilebilir olmanın ötesinde aynı türden hayvanların hızla öldürülmek için bekletildiği ve yağlandırıldığı devasa sınai merkezler hastalıkların yayılımı ve bizim türümüze geçişi için elverişli ortamlar oluşturuyor.
Dördüncü etken: İklim değişikliği. Zoonozların ortaya çıkmasını halihazırda kolaylaştırmış olduğuna dair doğrudan kanıtlar yok, ancak kimi hayvanların kutuplara göç etmesi ve normalde karşılaşmayacakları başka hayvanlarla temasa geçmeleri böyle bir etki yaratabilir. Böylece patojen ajanlar yeni taşıyıcılar bulabilir.
Bu dört güçlü salgın risk etkeni esasen çokuluslu şirketlerin -özellikle maden, enerji, sanayileşmiş tarım ve ağaç sektörleri- kâr hırsından kaynaklanmaktadır. Beşinci sektör biraz daha farklı. Bünyesinde yer alan faaliyetler – hayvan kaçakçılığı, “vahşi hayvan eti” ticareti, altın arayıcılığı- kâr arayışı tarafından motive edilmekle birlikte enformel ekonomiye hatta organize suça dayanıyor. Sağlık üzerindeki etkileri ise son derece önemli: Wuhan pazarındaki hayvan ticaretinin bugün yaşadığımız pandeminin kökeninde bulunması kuvvetle muhtemel.
SARS-CoV2 örneğinde bir altıncı etkenin de ince partiküllere dayalı atmosfer kirliliği olduğu düşünülüyor. Solunum ve kalp-damar hastalıkları riskini arttırdığı ve her yıl milyonlarca insanın ölümüne sebep olduğu biliniyor. Bu sebeple COVID-19’un risklerini de arttırıyor olması şaşırtıcı değil.
Çok Karanlık Bir Gelecek
Bu altı etken, üzerinde yeterince durulmayan bir gerçeği aydınlatıyor: Pandemi kaderin bir oyunu değil, ekolojik krizin bir parçasıdır. Biyoçeşitlilik için Hükümetlerarası Platform (IPBES) şu konuda kesin bir kanaate sahip: Başka pandemiler de gelecek. Dolayısıyla, iklim değişikliği, biyoçeşitliliğin azalması, sulardaki ötrofikasyon[3] ve erozyonun oluşturduğu dört temel tehdide bir de salgın riski ekleniyor.
Ayrı ayrı bakıldığında bu tehditlerin her biri çok korkunç. Bir arada olduklarında ve toplumsal eşitsizliklerle iç içe geçtiklerinde, insanlığı, pandeminin hakkında yalnızca bir ön-fikir verdiği son derece karanlık bir geleceğe sürüklüyorlar. Hiçbir şey değişmezse, en yoksullar, kadınlar, çocuklar, yaşlı insanlar kitlesel düzeyde tehdit altında bulunacaktır -özellikle de göçmenlerse veya farklı etnik kökenlerden gelen topluluklara aitlerse.
Peki bu noktaya nasıl geldik? Kimilerine göre pandemi ve genel olarak ekolojik kriz türümüzün yeryüzünün “taşıma kapasitesini” aştığını göstermektedir. Yalnızca en güçlüler hayatta kalabilecek, diğerleri ise Darwin tarafından ortaya konan doğal seçilim kanunu uyarınca yok olmaya mahkumdur…
Birkaç ay önce, ABD’li bir siyasetçi COVID’e daha duyarlı olan yaşlı insanları “ekonomiyi” ve “özgürlüğü” kurtarmak için kendi kurban etmeye çağırıyordu. Sağlık tedbirlerini aşağılayarak, “küçük gribin” dolaşmasını savunarak Amerikalı Trump, Brezilyalı Bolsonaro ve diğerleri de aynı yönde ilerliyor: Bu “sosyal darwinizm” dediğimiz şeydir ve onunla var gücümüzle mücadele etmeliyiz.
COVID’e veya iklim tehdidine karşı olsun “sosyal darwinizm” yandaşları kendilerini sınırsız ve engelsizce yaşama, zevk alma, tüketme ve iş [ticaret] yapma özgürlüğünün savunucuları olarak sunuyorlar. Sıklıkla kimi kapitalistlerin komplolarını teşhir ediyorlar ancak bu sadece demagoji: hiçbir zaman kapitalizmin kendisini teşhir etmiyorlar. Aksine: Bu insanların gerçekte savunduğu şey, zengin olma veya başkaları aleyhine, gezegenin aleyhine zenginleşme özgürlüğüdür. “Özgürlük” ve “doğanın yasaları” maskesi altında eski faşist tasarım gizleniyor: tahakküm kurmak, sömürmek, ortadan kaldırmak. Bu maskeyi yüzlerinden koparmalıyız, aksi takdirde dünya tekrar barbarlığa düşme tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır.
Ne Yapmalı, Ne Söylemeli?
Öncelikle Darwin’in teorisinin en zayıfların elenmesini meşrulaştırdığını iddia etmek tümüyle yanlış! Tam tersi: Darwin şunu açıkça ifade ediyor ki evrimin yasaları insanlarda, herkesin herkese karşı mücadelesinin tersine giden empati davranışlarını seçmiştir. Doğal seçilim tam aksini destekliyor yani: Dayanışmayı.[4]
Ayrıca şunun altını çizmek gerekir ki bizler diğer hayvanlar gibi değiliz. Toplumsal varlığımızı kolektif biçimde, bilinçli bir faaliyet olan emeğimiz aracılığıyla üretiyoruz. Dolayısıyla insan nüfusu yalnızca doğal üretkenliğe değil, aynı zamanda bunun toplumsal kullanım biçimine de bağlı. Kuşkusuz, bu sınırsız bir gelişimin mümkün olacağı anlamına gelmiyor. Bu şu anlama geliyor: “Taşıma kapasitemiz” yalnızca bir üretim biçiminin besleyebileceği azami insan sayısına bağlı değil; aynı zamanda bir üretim biçimi için gerekli asgari insan sayısına da bağlı.
Piyasa Kanunu ve Yağmacılık
Somut bir örnek alalım. Sınai balıkçılık ve zanaatkar balıkçılık her yıl insanların beslenmesi için otuz milyon ton balık topluyor. Bunun için, ilki, 25 ila 27 milyar dolar destek alıyor, 500 bin insan istihdam ediyor, 37 milyon ton yakıt yağı kullanıyor, 8 ila 20 milyon ölü hayvanı denize döküyor ve 35 milyon tonunu da yağa veya hayvanlar için yeme dönüştürüyor. İkincisi ise 5 ila 7 milyar dolar destek alıyor, 12 milyon insanı istihdam ediyor, 5 milyon ton yakıt yağı kullanıyor, gözardı edilebilir bir miktarını denize geri atıyor ve ne yağ ne hayvan yemi üretiyor. İki sistemin etkililiğini karşılaştıralım: Sınai balıkçılık için tüketilen yakıt tonu başına 1 ila 2 ton balık; küçük balıkçılık için ise 4 ila 8 ton![5]
Sonuçlar mukayese kabul etmiyor: Küçük balıkçılık hem istihdam, hem biyoçeşitlilik, hem iklim, hem sağlık hem de kamu maliyesi açısından daha iyi. O halde neden büyük balıkçılık küçük olanını böylesine eziyor? Çünkü piyasa kanunları bu sektöre yatırım yapan kapitalistleri destekliyor.
Benzer biçimde sanayileşmiş tarımı ekolojik tarımla, et sanayiini çayırda hayvan yetiştirmeyle, ağaç sanayiini ekolojik ormancılıkla, maden ekstraktivizmini yer altı kaynaklarının rasyonel kanaatkâr kullanımıyla karşılaştırmak mümkün. Her seferinde sonuç aynıdır: Tüm bu faaliyetlerin bir başka biçimi olabilir. Biyoçeşitliliğe, iklime, istihdama, sağlığa, kamu maliyesine elverişli bir biçimi. Peki neden bu biçimler kendilerini dayatmıyor? Çünkü piyasa kanunları zararlı biçimlere yatırım yapan kapitalistleri destekliyor.
Peki tüm bunların pandemiyle ve genel olarak ekolojik krizle ilişkisi ne? Gayet basit: balıkçılık, ormancılık, tarım, madenler ve hayvan yetiştiriciliği, insanlıkla doğa arasındaki sınırda, bu ikisinin temas noktasında gerçekleşen faaliyetlerdir. Zoonozlar tam da bu sınırın üzerinde ortaya çıkmaktadır.
Gerekli, Acil ve Arzulanır bir Ütopya
Gerekli olmakla birlikte meselenin esasına bir çözüm getirmeyen aşılamanın ötesinde, yapısal çözümlere kafa yormak için içinden geçtiğimiz krizden faydalanalım. Pandeminin bizlere öğrettiği, piyasa kanunlarının insanlığı doğayla giderek daha da yağmacılığa dayalı bir ilişkiye batırdığını, bu ilişkinin bir bumerang gibi suratımıza geri döndüğünü ve bir an evvel ortadan kaldırılması gerektiğini öğretiyor. Bizlere öğrettiği bir diğer şey ise, mutlak biçimde çok kalabalık olduğumuz değil, iki yüz yıldır bizleri yöneten toplumsal örgütlenme biçimine yani kapitalizme oranla fazla kalabalık olduğumuz.
Bir başka biçim mümkün: insanların reel ihtiyaçlarının tatminine dayalı, ekosistemlerin sınırlarına yönelik ihtiyatlı bir saygı tarafından demokratik olarak belirlenmiş bir ekososyalizm. Böylesi bir sistemde emek, Homo Sapiens ile doğanın geri kalanı arasında vazgeçilmez bir dolayım olmayı sürdürecektir. Ancak, daha azı yeterli olacaktır (çünkü gereksiz ve zararlı üretimlere son verilecektir), herkes için çalışma imkanları olacaktır ve öncelikle insanların ve ekosistemlerin bakımına odaklı olacaktır. Bir başka ifadeyle çalışma, toplumsal, ekolojik ve dolayısıyla etik bir faaliyet, sınırların bilincinde olduğu için gerçekten özgür olan bir insanlığa yaraşır bir etkinlik olacaktır. Bunu ütopik mi buluyorsunuz? Doğrudur fakat dünyayı hareket ettiren de ütopyalardır. Ve bu, sadece acil ve gerekli değil aynı zamanda arzulanır bir ütopyadır.
[1] Zoonoz omurgalı hayvanlardan insanlara geçen (zooantroponoz) ve insanlardan omurgalı hayvanlara geçen (antropozoonoz) herhangi bir enfeksiyon hastalığını tanımlayan terimdir (wikipedia). (e.n.)
[2] DSÖ’ye göre %60, BM’nin Biyolojik Çeşitlilik ve Ekosistem Hizmetleri Konulu Hükümetlerarası Platformu’nun (IPBES) Covid-19 Pandemisi hakkındaki özel raporuna göre %70.
[3] Ötrofikasyon, göl gibi herhangi bir büyük su ekosisteminde, başta karalardan gelenler olmak üzere, çeşitli nedenlerle besin maddelerinin büyük oranda artması sonucu, plankton ve alg varlığının aşırı şekilde çoğalmasıdır. Bu durum sudaki çözülmüş oksijen miktarını azaltarak uzun vadede su ekosisteminin ölümüne neden olabilir (wikipedia). (e.n.)
[4] Darwin bu tezi Türlerin Kökeni’nden on yıl sonra yazmış olduğu ikinci büyük teorik eseri İnsanın Türeyişi’nde geliştiriyor.
[5] Jennifer JACQUET & Daniel PAULY, « Funding Priorities : Big Barriers to Small-Scale Fisheries », Conservation Biology, Volume 22, No. 4, 832–835.
Sessiz ama sakin olmayan bir yolculuk. İlk gençliğinin heyecanıyla fark etmese de ağır ağır içine çöküyor insanın yabanlık. “Dışladığım ruhum”, “ruhumla olan didişmeler” diyordu Oşin. Gençlik ideallerinden bir kopuştan söz etmiyordu. Bu köhne dünyanın tahayyülünü karartmaktan başka bir işe yaramayacağının bilincindeydi. Ancak bir şeyler de eksik kalıyordu. Hayatının son döneminde “insan”, “insanlık halleri” ve hümanizma temel meşgalesi oldu. Giydirilmiş, doğuştan gelen ve egemenlik içeren kimliklerden arınmanın gereğinden söz ediyordu.
Dikranagerd, Tıbrevank, maden mühendisleri (okul, sendika ve meslek odası), siyaset, Agos derken farklı gibi gözüken çevrelerde aynı dostluk, sıcaklık ve alçak gönüllükle anılan bir insan için bu yolculukta bir dönemeç değil kulvar değişimi söz konusuydu.
Onun bilançosunda, döneminin Tıbrevankı’nda öğrencileri derinden etkilemiş iki hocasının büyük emeği olduğunu hep hatırlamış ve anmış. Biri herhalde onun edebiyat zevkini, şiire olan ilgisini mayalandırmış olan Sabri Altınel, diğeri fen hocası olmakla birlikte gündelik hayatıyla öğrencilerinde derin bir sevgi yaratmış olan Baron Vahan. İkisi de afrası tafrası olmayan alabildiğine emektar ve alçakgönüllü ve muhterem insanlardı.
“İçimizdeki Kara Delik”
Agos’un yazı kadrosuna Hrant Dink, iki ahpariğini katmıştı. En kıdemlisi ANT dergisinin yazı işleri müdürlüğü gerekçesiyle 12 Mart sonrasını hapiste geçiren Ohannes Yaşar Uçar, diğeri de 12 Mart’ta Selimiye’de bulunmuş, 1980 öncesinin Demokrat gazetesinin Cihan Ateş’i, yani Oşin Çilingir. İkisi bir ara eküri olmuşlardı. İkisi de yaşadıklarını yazmadı. Agos hem ikisinin de kendilerini ifade etmelerine hem de muhabbet etmelerine vesile oldu. Kayıt düşülmemiş olmasına hayıflanmamak mümkün değil. Yine de bu vesileyle Oşin’den geriye bir kitap ağırlığında yazılar kaldı. Bir cenaze töreni vesilesiyle ölüm hakkında yazdıklarından Cumartesi Anneleri’ne, Gomidas’tan, sık sık üzerinde durduğu vicdan kavramına, su gibi akan bir yolculuk “İçimizdeki Kara Delik”. Nefret, hırs, intikam gibi duygulara inat prangalanmış insanın kurtuluşunu tartışan yazılar…
2013’te Adalı dergisine artık bir Büyükadalı olarak bir başka Adalı’nın, İdris Küçükömer’in anısına bir yazı yazdı: “Sezgisel Bilginin Ustası.” Küçükömer’in sözünü ettiği entelektüel aşka göndermede bulunarak şiirsel bir cümleyle yazıyı sonlandırdı: ‘Bu aşk İdris Küçükömer’e özgüdür.’
Oşin de kendine özgü bir yol tutturdu.
Pandemiye rağmen mezarı başındakilerin renkliliği ona saygının bir ifadesiydi.
Kaynak: Agos http://www.agos.com.tr/tr/yazi/25191/icimizdeki-aydinlik-osin
Paul Le Blanc’in Troçki biyografisi Lev Troçki, Runik Kitap tarafından, Nurullah Duru çevirisiyle yayımlandı. Le Blanc’in kitabının, uzun ve ayrıntılı bir dönemi, titizlikle seçilen olaylar ve ustaca kurulan bağlamlarla, 180 sayfada, hakkını vererek anlatmayı başardığını söyleyebiliriz.
Maalesef Türkiyeli okur için Paul Le Blanc’ın çalışmalarının çok erişilebilir olduğunu söyleyemeyiz. Kendisi ABD’li bir Marksist tarihçi ve Marx, Lenin, Troçki, Rosa Luxemburg, CLR James gibi devrimci figürler hakkındaki çalışmalarının yanı sıra Amerikan işçi hareketi, Latin Amerika devrimci mücadeleleri, Siyah hareketi gibi bir dizi konuda incelemeleri bulunuyor. Kasım 2013’de Uluslararası Rosa Luxemburg Konferansı çerçevesinde İstanbul’a gelmiş olan Le Blanc’ın derlediği ve sunduğu Lenin’in Seçme Yazılar’ının yanı sıra Rosa Luxemburg’un Yaşamı ve Düşüncesinde Devrimci Demokrasi başlıklı yazısına da Türkçede ulaşılabilir. Ayrıca yazarın kapsamlı bir çalışması olan Lenin and The Revolutionary Party (Lenin ve Devrimci Parti) kitabına Ernest Mandel’in yazdığı uzun önsözü de Türkçe okuma imkanına sahibiz.
Le Blanc, kitabın henüz başında, 21. yüzyılda Troçki’nin siyasi olarak hala ilgi çekiciliğini koruduğunu, hatta bunun popüler kültürde de yansımaları olduğunu söylüyor. Kanadalı bir liselinin kendisini Troçki’nin reenkarnasyonu sanmasını anlatan Trotsky (2009) isimli sevimli filmden, Rus devletinin 1917’yle hesaplaşmak için çektiği saçmalık toplamı Troçki (2017) dizisine kadar bunun birçok çıktısı mevcut. Aslında Le Blanc da kitabında, Troçki’nin yaşadıklarını ve başından geçenleri anlatmaktan ziyade günümüzdeki bu ilginin nedenlerine odaklanıyor ve kitabın bir alt başlığında geçtiği gibi, Troçki figürünü “yerli yerine oturtmayı” amaçlıyor.
Kitap, Troçki’nin bütün hayat hikâyesini anlatmak yerine, Ekim Devrimi sonrasında yaşadıklarını ve özellikle Sol Muhalefeti kurup, buradan Dördüncü Enternasyonal’e vardığı yolu konu ediniyor. Bunu yaparken de Troçki’nin kişisel özellikleri ve ilişkileriyle politik yaşamı arasında, ikincisinin ağır bastığı bir kurguyu tercih ediyor.
Aslında kitap birkaç sorunun etrafında şekilleniyor diyebiliriz. Bunlar Troçki’nin düşmanlarının yıllar yılı işlediği ideolojik yalanların ortaya çıkardığı sorular aynı zamanda ve Le Blanc bu tartışmaları daha önce ayrıntılı bir şekilde okumamış insanlar için anlaşılır bir bağlama oturtuyor. Bunlardan ilki Troçki’nin Stalin’le bir iktidar yarışına girip girmediği. Blanc buna şöyle cevap veriyor: “Troçki bir devrimci şahsiyet olarak iktidardan uzaklaşmak pahasına ideallerine sadık kalabilmek için farklı bir yörünge izlemiştir”.
Stalinist tedrisat, Lenin ve Stalin arasında bir süreklilik görüp, bunu ya Kruşçev’le ya da Gorbaçov’la sonlandırırken, liberal tedrisat da aynı sürekliliği kabul edip –yani Stalin’in otoriter yönetiminin baş suçlusunun Lenin olduğunu söyleyip- bunu 1991’de sonlandırıyor. Liberaller kendi yöntemsizlikleriyle tutarlı bir yerdeyken, Stalinistlerin de bu süreklilik ve kopuşları bir yönteme dayandırdığını söylemek zor. Mesela Kruşçev’in yönetiminde ne gibi bir politik karşı devrim gerçekleşmiştir, Gorbaçov’un tasfiye öncesi hangi politikaları kendisinden önceki bürokratlardan tamamen farklıdır, bu sorular maddeci bir analizle açıklanmamaktadır.
Oysa, Le Blanc’ın güçlü bir şekilde vurguladığı gibi, Troçki’nin 1920’lerin ortasından itibaren üzerinde çalıştığı bürokrasi kuramı, Sovyetlerde gerçekleşen karşı devrimin tam da Marksist yöntemle açıklanması çabasına karşılık gelir. Çıkarları gitgide işçi sınıfından uzaklaşan ve sayısı 2 milyonu bulan bürokrasi, bir sınıf olmasa da, bir tabaka olarak ülkenin yönetiminde söz sahibidir. Troçki bu tabakayı şöyle açıklar:
“Tarihte ilk defa, kapitalizmin kuşatması altında olan geri bir ülkede proletarya diktatörlüğü temelinde işçi sınıfının üst tabakalarından güçlü bir bürokratik aygıt yaratılmış, bu tabaka kitlelerden üstün bir mertebeye taşınmış, kitlelerin uyması beklenen kanunları belirlemiş, devasa kaynakları kontrol etmeye başlamış, kendi içinde müşterek bir vazife duygusuyla kenetlenip işçi devletinin politikalarını kendi çıkarları, yöntemleri ve mevzuatı doğrultusunda şekillendirmeye koyulmuştur”.
İç Savaş sırasında zırhlı trende Troçki
1920’ler boyunca güçlenen, ölümünden önce Lenin’in savaş açtığı ve Troçki’den bu konuda destek istediği, bürokrasinin Sovyet devletini ele geçirmiş olması, aslında bu dönem yaşanan bütün tartışmalara ışık tutacak kadar güçlü bir saptamadır. Tek Ülkede Sosyalizm isimli garabet, kendi iktidarını zarara uğratacak ve dünyanın herhangi bir yerinde zafere ulaşıp, Sovyetlerin çıkarlarını tehlikeye atacak bir işçi devriminden duyulan korkunun ifadesidir. Bürokrasinin iktidarını ve çıkarlarını korumak için yaratılan Tek Ülkede Sosyalizm’in çıktısı, Çin ve İspanya Devrimlerinin boğulması, Nazilerin iktidara gelmesinin önüne set çekecek politikaların uygulanmaması, KP’lerin Sovyet dış ilişkiler aparatları haline gelmesi ve sonunda Komintern’in kapatılması olmuştur.
1930’larda başlayan “temizlik harekatı”, bürokrasinin kendi iktidarını tehdit eden bir işçi hareketi olasılığından kurtulmasını ifade eder. Bu dönemde Stalinist bürokrasiyi eleştiren ve ona karşı örgütlenen sadece Troçkistler değildir. 1917’nin mirasını hala taşıyan ve mevcut iktidarın bu muzaffer devrimle en ufak bir alakası olmadığını düşünen irili ufaklı birçok grup, işçiler içinde örgütlenmiş ve köklere dönüşü savunmuştur. 1930’larda, Ekim Devrimi ve İç Savaş’ta bizzat yer almış yüzbinlerce komünistin öldürülmesi, bürokrasinin 1917’nin mirasını tamamen yok etmesi amacıyla uyumludur. Troçki ise, Ekim Devrimi’nin ikinci lideri olarak, bürokrasinin en büyük nefret nesnesidir. 1938’de toplama kamplarında kurşuna dizilen binlerce Troçkistin, son anlarına kadar örgütlenmekten ve ideallerinden vazgeçmemesi bu nefreti daha büyütür. “Reel” masallara karşı, sosyalizme inanç bu dönem Troçkizmde simgeleşir.
Bütün bunlar göz önüne alındığında, Stalinizm bir kişinin özellikleri üzerinden şekillenen bir kavram değil, bir grup insanın belli bir dönemde, çıkarlarından doğru bir araya gelip oluşturduğu bir ideolojiyi belirtmektedir. Le Blanc’ın dediği gibi:
“Troçki, Stalinizmi kötücül bir zekanın ürünü olarak değil, tarihsel koşullardan türeyen ve özgül ekonomik gerçekler tarafından belirlenen bürokratik-muhafazakâr bir dinamiğin gelişmesiyle bağlantılı olarak değerlendirmiş ve Marx’ın analitik yöntemine benzer bir yöntemle çözümlemiştir”.
Bu anlamda, aslında, Troçkizm de Troçki’nin kişiliğini aşan bir anlama gelmektedir: Reformist sosyal demokrasi ve karşı devrimci Stalinizme karşı devrimci Marksist öğretiyi savunmak. Dönemin Troçkizme yüklediği bu misyon, özellikle 68 hareketinde Troçkist harekete yönelik yoğun ilgiyi açıklamaktadır. Bunun yanında Sovyetlerin ve Doğu Bloku’nun çöküşünün ardından dünyanın çeşitli ülkelerinde Troçkist hareketlerin güçlenmesi de bununla açıklanabilir. Troçki’nin mücadelesi ve bıraktığı miras, bir anlamda ütopyayı diri tutmuştur. Sovyetleri görmeden büyüyen bizim nesle, Çavuşesku’ya bile güzelleme düzme rezaletine düşmeden, sosyalizmi savunabilme imkânını sağlamıştır.
Le Blanc, kitabın sonunda, C. Wright Mills’in, Marx hakkındaki şu sözlerinin pekala Troçki için de geçerli olabileceğini belirtir: “Marx’ın eserlerini incelemek ve güncel kaygılarla bağlantılandırmak onun fikirlerinin karşısına kendi faydalı fikir ve çözümlerimizle çıkma ihtimalimizi de güçlendirir.” Troçkizm, Marx’ın devrimci tahayyülünü ve öğretisini günümüze taşıyan bir damar olurken, günümüzün özgün meseleleriyle güncelleyen bir hareket de olmuştur. Genel olarak IV. Enternasyonal geleneği ve Ernest Mandel, Daniel Bensaïd, Michael Löwy gibi isimler, mekanik ilerlemeciliğe ve Stalinist aşamalı devrim anlayışına karşı Walter Benjamin’i mücadeleye dahil etmiş, güncel iktisat değerlendirmeleriyle (Geç Kapitalizm, Uzun Dalgalar…) Marksist ekonomi-politik eleştirisini derinleştirmiş, ekolojik felakete antikapitalist bir cevap olarak Eko-sosyalizmi teorize etmiş, Kadın hareketini, LGBTİ+ mücadelesini ve çeşitli hak mücadelelerini henüz çok erken bir aşamada sahiplenip, Marksizmle ve işçi hareketiyle ilişkilendirerek ortak hatlar inşa etmeye çalışmıştır.
Özetle Le Blanc’ın, titizlikle seçilmiş ve kaliteli bir baskıyla sunulan fotoğrafların eşlik ettiği Troçki biyografisi, bir tarihçinin elinden çıkan kuru bir yaşam öyküsü değil, Troçki’nin mücadelesini günümüzle ilişkilendiren, bireye haddinden fazla rol biçmek yerine tarihsel materyalist bir anlatı sunan, yani Troçki’yi devrimci mücadele tarihi içerisinde yerli yerine oturtmayı başaran bir kitap. Runik Kitap’ın Hayatlar dizisinden yayınlanacağı açıklanan, Bertold Brecht’ten John Cage’e, Guy Debord’dan Simone de Beauvoir’a onlarca biyografiyi heyecanla beklemek için bu iyi bir neden.
Meksika’da Coyoacan’daki evinin bahçesinde Troçki
Kapak Fotoğrafı: Troçki ve Natalia Sedova Meksika’ya geliyor, 1937.
Aşağıda okuyacağınız metin Daniel Bensaïd ile Michael Löwy’nin ortaklaşa kaleme aldığı tek yazı. Esasında her ikisinin de kendi fikri gelişiminde çok kilit bir noktada bulunan Walter Benjamin üzerine bir kitap yazma düşüncesiyle başlamıştı bu süreç. Ancak, Benjamin’in de önemli kaynaklarından biri olan Auguste Blanqui hakkında, “İktidar sınavı karşısında Fransız sosyalizmleri. Solun melankolik bir eleştirisi” başlıklı, Philippe Corcuff ve Alain Maillard tarafından derlenen bir kitaba katkı olarak bu metin çıkar ortaya. Löwy, Daniel’in ölümünün ardından yazdığı yazılardan birinde Blanqui’ye yönelik bu ortak ilgiyi şöyle tarif ediyordu: “İkimiz de Blanqui’ye, burjuvazinin, pozitivist ideolojinin ve ilerleme öğretilerinin bu boyun eğmez hasmına hayranlık duyuyorduk. ‘Le Charbon’ café’sindeki dostane sohbetlerimiz sırasında Blanqui’nin metinlerinin yorumlanması konusunda mutabık kaldık. Esas ayrışma konumuz Blanqui’yi değil Marx’ı ilgilendiriyordu. Daniel bu kurucu babanın ‘sosyolojik yaklaşımı’ olarak değerlendirdiği şeyi eleştiriyordu: İşçilerin fabrikalarda yoğunlaşmasının mecburi olarak bilinçlenmeye ve örgütlenmeye yol açtığına dair inanç; ben ise Marx’taki praksis felsefesine göre sınıf bilincini yaratanın mücadele deneyimi olduğu noktasında ısrar ediyordum. Bir uzlaşma noktası bulduk…”[1].
Löwy’ye göre Bensaïd’in Blanqui, Benjamin ve Péguy ışığında yaptığı Marx okuması onun tarihi bir “çatallanmalar ve kavşaklar dizisi, sınıf mücadelesinin belirleyici bir yer tuttuğu fakat sonucunun öngörülemeyeceği bir mümkünler alanı olarak telakki etmesine yol açmıştı. Devrim fikri karşı konulmaz bir zamansallığın mekanik ilerleyişinin karşısında konumlandırır kendini”[2]. Michael Löwy yine çeşitli metinlerinde 2006’da yayımlanmış olan aşağıdaki yazı için başlık olarak seçtikleri “heretik komünist” kavramının Bensaïd’in fikriyatı için de geçerli olduğunu ifade eder: “ezilenlerin davasına inatçı biçimde sadık fakat her türden ortodoksluğa alerjik”ti onun için Bensaïd[3]. Nitekim Köstebek ve Lokomotif’in[4] yazarının ölümünün ardından kaleme aldığı ilk yazının başlığı, Osman S. Binatlı’nın titiz çevirisiyle okuyacağınız bu ortak metne apaçık bir gönderme teşkil eder: “Daniel Bensaïd, Heretik Komünist”[5]. Son olarak Michael Löwy’nin Daniel ile ilgili hem anılarını hem siyasal-felsefi değerlendirmelerini, geçtiğimiz yıl Bensaïd’in 10’uncu ölüm yıldönümü vesilesiyle İmdat Freni ve Yeniyol olarak düzenlediğimiz “Bir İmdat Freni olarak Devrim” toplantısının kaydından izlemek mümkün.
İmdat Freni
Fransız sosyalizminin tarihinde heretik[6], marjinalleştirilmiş, bastırılmış bir yeraltı akımı vardır. Bu akım, solda 19. Yüzyılın sonundan bugüne galebe çalmış olan – Jaurès-Guesde, Blum-Cachin, Mollet-Thorez, Mitterrand-Marchais rakip ve tamamlayıcı çiftleriyle temsil olunan – eğilimler arasında gizli kalmış bir duyarlılık oluşturur. Sosyalizm tarihine bir “Birinci” sol ile “İkinci” sol – biri merkeziyetçi, devletçi, antikapitalist, diğeri daha toplumsal, reformcu, demokratik – arasında kopuş açısından bakılacak olursa, burada yasamayı ve yürütmeyi içeren siyasal oyunun her zaman dışında kalmış çok daha radikal bir “Üçüncü sol” söz konusudur.
Örgütlü bir grup ya da eğilim değil, hele bir parti hiç değil, olsa olsa en görünür yıldızları Auguste Blanqui, Georges Sorel, Charles Péguy ve Bernard Lazare olan entelektüel ve siyasi bir takımyıldız söz konusudur. Fransız sosyalizminin, kimilerinin sessizliğiyle olduğu kadar, başkalarının da “çarpıtarak kendine mal etme” girişimleriyle – mesela “İkinci” solun (boşa çıkmış) Sorel’e sahip çıkma girişimi – hasıraltı edilmiş olan bu “saklı geleneğini” yeniden keşfetmeye çalışarak, zaten mevcut olanların yerine yeni bir ortodoksluk önermek niyetinde değiliz kesinlikle. Bu düşünürlerin aralarında yakınlıklar kadar farklılıklar da gösterdikleri dikkate alındığında bu zaten mümkün değildir.
Dört yazarımızın her birinin kendince ciddi sınırlılıklarını da göz ardı etmiyoruz: Blanqui’nin darbeci, Péguy ile Bernard Lazare’ın milliyetçi ayartılmaları, Sorel’in Action Française[7] ile kısa fakat cehennemî flörtü. Bu muğlaklıklar, faşizmin Sorel’e, Pétainciliğin de Péguy’e, düşüncelerinin korkunç biçimde çarpıtılması pahasına el koyma girişimlerini meşru kılmaksızın aydınlatır.
Herhangi bir yanlış anlamaya meydan vermemek için ayrıca bu takımyıldızı Marx’ın bir alternatifi olarak sunmanın da söz konusu olmadığını belirtelim. Kapital’in yazarını Duvar’ın enkazı altında kalan ölü bir köpeğe indirgeme iddiasındaki en son “hazır düşün” modasına karşı, (Sartre’ın meşhur ifadesini tekrar edecek olursak) Marksizmin “çağımızın aşılmaz ufku” olduğu kanısındayız. Onu “aşma” (veya olasılığı olmayan bir “post-Marksizm” uydurma iddiaları) onun ötesine geçmekle değil, hep gerisine – kadim dostlar Adam Smith (ile onun görünmez ve aynı zamanda o denli suçlu eline), Locke (ve onun aptallar sözleşmesine), Bentham (ve onun gayet iyi anlaşılmış olan fayda duygusuna) – dönmekle son buluyor.
Dolayısıyla “muhalif sosyalistleri”, Marksizmi zenginleştirebilecekleri ve onu bir dizi çapaktan kurtarabilecekleri inancıyla eleştirel Marksistler olarak yeniden okuyoruz. Anılan dört yazar, apaçık çeşitliliklerine, heterojenliklerine, tikelliklerine rağmen bize onları bir küme olarak düşünmeye imkân veren bazı karakteristikleri eşitsiz biçimde paylaşıyor gibi görünüyor:
“İlerleme” ideolojisinin, evrimci bir tarih felsefesinin ve tarihin çizgisel zamansallığının eleştirisi.
“Modernite”nin sebep olduğu hasara dair keskin bir algı.
Doğası gereği adaletsiz olduğu düşünülen kapitalizme uzlaşmaz karşıtlık.
Reformizmin, parlamenter ahmaklığın ve sıradan siyasetin uzlaşmalarının reddine götüren isyankâr bir duyarlılık.
Otoriterlik ve devletçilik karşıtı bir eğilim.
Geçmişin cemaatsel biçimlerinin cazibesine kapılmış, piyasa modernitesine karşı eleştirel, romantik bir duyarlılık. Péguy gençliğe özgü devrimci romantizm ile (inanç değiştirdikten sonra) muhafazakâr romantizm arasında tereddüt etse de, daha çok Stoacı ve Romalı antikiteden esinlenen Blanqui kararlı biçimde romantizm karşıtıdır.
Koşullu öngörülerle ve felaket tehlikesini savuşturmak için eylem çağrılarıyla ilerleyen, kelimenin kutsal kitap anlamında, “peygamberane” bir üslup.
Rutin siyasetin küçük hesapçı ve dar kafalı ufkunun aksine, siyasetin inançtan, tutkudan, ahlaktan esinlenen bir eylem olarak – dünyevî ve laik – “mistik” ve uzlaşmaz bir vizyonu.
Olayların, alternatiflere, çatallanmalara ve kopuşlara yer bırakan, çizgisel olmayan, birikimli olmayan “açık” bir kavranışı.
Bu on emrin tamamına yazarlarımızın her birinde rastlamak şart değildir: Şu ya da bu yön yazarlardan birinde merkezi bir yer işgal ederken, bir başkasında mevcut değildir. Yine de “seçmeli yakınlıkların” ince ilişkileriyle birbirine bağlı olan bu öğelerin çoğunu paylaşırlar. Yazılarına bu kaliteyi, bu sınır tanımayan etkili düşünce tarzını, çağdaşlarının çoğuyla tezat hâlindeki bu tonu veren de budur. Bu az bilinen sosyalist takımyıldız, cumhuriyetçi bir pozitivizmin baskın etkisi altında egemen akımları tarafından şekillendirildiği hâliyle Fransız solunun tarihinde bastırılmış olan bir katkıda, – tüm belirsizliklerine ve çelişkilerine rağmen – eşi benzeri olmayan değerli bir katkıda bulunmuş gibi görünmektedir. [8]
Auguste Blanqui, Peygamberane Komünist ve Düzenli Anarşist
Blanqui’ye sık sık yöneltilen siyasi suçlamalar üzerinde durmayı gereksiz kılacak kadar iyi bilinir: Darbecilik, devrimci elitizm, Alman düşmanlığı vb. Ancak hayali bir türlü gözümüzün önünden gitmez: O yalnızca bütün gericiliklerin değişmez kurbanını değil – Orleancılar, Bonapartçılar, Versaycılar, düzen cumhuriyetçileri onu hapiste tutmak için kuyruğa girmiştir – aynı zamanda yaşadığı yüzyılın çok daha ötesinde yankılanan kendi “tunç sesinin” (Walter Benjamin) mesajını da ete kemiğe büründürür.
Blanqui’nin siyasetini özetlemek gerekseydi, her şeyden önce, en tutarlı biçimde bir devrimci iradeciliğin, onun hem gücünün ve zayıflığının, hem de büyüklüğünün ve sınırlarının kaynağı olan bir devrimci iradeciliğin söz konusu olduğunu söylemek mümkün olurdu. Saint-Simoncuların, özellikle pozitivistlerin – yalnızca “güce saygılarıyla ve yenilmişlerle temas kurmaktan özenle kaçmalarıyla” temayüz eden ve sistemli biçimde toplumu doğaya benzetme eğiliminde olan bu sefillerin – tersine Blanqui, siyasetin sözüm ona “yasalarına” inanmaz. “Yasa” veya değişmez kural denilen şey akılla ve iradeyle bağdaşmadığından, ona göre yasa sözcüğünün, ancak doğaya ilişkin olduğunda bir anlamı vardır. İnsanın eylediği yerde yasaya yer yoktur[9]. Bu iradecilik Blanqui’yi kimi zaman başarısızlığa sürüklemiş olsa da – ki 1839’da ve 1870’de “silaha sarılma” bunun en iyi örnekleridir – aynı zamanda onu “bilimsel” determinizmin balçıklı bataklığından kurtarmıştır.
Alophe, ‘Hücresinde oturan Blanqui’, Vincennes, 1848
Akla ve iradeye bu iman şüphesiz, onun bütün düşüncesine işlemiş olan Aydınlanma felsefesinin bir mirasıdır. “Işık! Işık!” haykırışı, zamanın sosyalist hareketlerinin durmaksızın tekrarlanan, komünizmin “evrenselleştirilmiş öğretimin kaçınılmaz sonucu” olacağı yönündeki karakteristik aydınlanmacı yanılsamasının bir kısmıyla yakından ilişkili olarak La Critique sociale (Toplumsal Eleştiri) sayfalarında sık sık karşımıza çıkar. Aydınlığın ve onunla birlikte zorunlu olarak topluluğun[10] gelmesi için okullardan “Kara Ordu”yu (Kilise) kovmak ve öğretimi genelleştirmek yetecektir[11]. Bununla birlikte Blanqui, ilerleme ideolojilerine yönelik sert eleştirisiyle kendisini Aydınlanma’nın tek mirasından radikal bir şekilde ayırır. Bu konudaki ifadelerinden bazıları şaşırtıcı bir keskinliğe sahiptir. Bu ifadeler bunları neredeyse kelimesi kelimesine tekrar edecek olan Walter Benjamin’in şüphesiz dikkatini çekmiş ve ilgisini uyandırmıştır[12].
Blanqui bilimin ve sanayinin ilerlemesini hiçbir şekilde küçümsemez. Bununla birlikte, günümüz toplumunda bütün bilimsel ve teknik zaferlerin “Sermayenin elinde Emeğe ve Düşünceye karşı korkunç bir silaha dönüştüğü” kanısındadır[13]. Ayrıca, daha ileride göreceğimiz gibi Doğaya karşı da. Daha genel olarak, Blanqui geçmişi, aydınlanmanın ve özgürlüklerin tedrici ve çizgisel bir birikimi olarak kavramaz: “İnsan soyunun tarihini boydan boya geçen sonu gelmez felaketler dizisini” unutmak mümkün değildir diye yazar. “İlerleme” adına her zaman galipleri meşrulaştıran konformist, pozitivist ve dar görüşlü tarihselciliği reddederek, geçmişin kurbanlarına “döşek doldurmaya” yarayan “kuru yaprak” muamelesi yapan bu “kinizm ve riyakârlık karışımını” teşhir eder. Bu ideologlar için, “Tarih kalın fırça darbeleriyle, büyük bir soğukkanlılıkla ceset ve harabe yığınlarıyla resmedilir. Hiçbir katliam bu vurdumduymaz başlarda kaşların kalkmasına sebep olmaz. Bir halkın katledilmesi mi dediniz? İnsanlığın evrimi… Barbarların istilası mı dediniz? Roma İmparatorluğunun yaşlı damarlarına genç ve taze kan verilmesi. (…) Felaketin yolunun üzerine çıkan ve yerle bir ettiği nüfusa ve şehirlere gelince… zorunluluk… ilerlemenin mukadder yürüyüşü”. Benjamin’in “Tarih Kavramı Üzerine” IX. Tezinde ilerlemenin meyvelerini gökyüzüne yükselen bir felaket enkazı yığını olarak betimlediği sırada aklında La Critique sociale’in bu pasajının olup olmadığını bilmek zordur ama Blanqui’nin imgeleriyle benzerlik açıkça ortadadır[14].
Mevsimler Derneği’nin kurucusu için tarihsel süreç önceden belirlenmiş bir evrim değil, her kritik uğrakta bir karar, yolların kesişiminde bir çatallanma biçimine bürünen açık bir harekettir. Biyografisinin yazarı Gustave Geffroy’nın güzel bir imgesiyle “Blanqui bir Devrim kavşağına onun belirsizliğinin görünür ve çekici bayrağını dikiyordu”[15]. Demek ki insanlık tarihi felakete de, kurtuluşa da götürebilir: “İnsanlık hiçbir zaman durağan değildir. İlerler ya da geriye çekilir. İleriye yürüyüşü onu eşitliğe götürür. Geriye yürüyüşü ise mülkiyet hakkının son sözü olan kişisel köleliğe kadar, tüm ayrıcalık derecelerinden geçerek geriye döner. Oraya geri dönene kadar Avrupa uygarlığı kuşkusuz ortadan kalkmış olacaktır. Ama bu hangi felaketin sonucu olacaktır? Bu zaten, yarım yüzyıllık bir farkla, sonradan Rosa Luxemburg tarafından dile getirilecek olan “sosyalizm ya da barbarlık” alternatifi fikridir[16]. Blanqui Théophile Silvestre ile 1862 tarihli görüşmesinde tarihsel zamanın çizgisel kavranışlarının hepsinin reddini yeniden vurgular: “Ben, ilerlemenin garanti olduğunu, insanlığın geri gidemeyeceğini iddia edenlerden değilim. (…) Hayır, mukadderat diye bir şey yoktur; aksi hâlde saat saat yazılan insanlık tarihi, tamamen önceden yazılmış olurdu.”[17]
Blanqui, o “tarihin kadercileri”, o “oldu bittiye tapanlar” dediği pozitivistler tarafından ödünsüz savunulan “her halükârda ilerleme’nin, kesintisiz sağlık’ın uğursuz teorisine” işte bu nedenle kategorik olarak karşı çıkmaktaydı. Pozitivizm onun için ezenlerin bakış açısından anlatılan tarihtir: “Galibin tüm gaddarlıkları, suikastlarının uzun listesi, büyük bir duygusuzlukla doğanın evrimi gibi kaçınılmaz, olağan evrime dönüştürülür. (…) Ancak insanî şeylerin döngüsü hiçbir şekilde kainatınki gibi mukadder değildir. Her dakika değiştirilebilir.[18] Benjamin için Blanqui’nin büyüklüğü, ilerlemeye değil mevcut adaletsizliğe son verme kararına inanmasıdır. O, “insanlığı kendisini sürekli tehdit eden felaketten son anda kurtarma” konusunda bütün devrimcilerin en kararlısıdır[19].
Yukarıda tanımlanmış olan Eski Ahit anlamıyla onun peygamberane rolü olarak adlandırdığımız tam da budur. Bu peygamberane kehanet gücü 1848 yılı boyunca şaşırtıcı biçimde kendini gösterir. Mayıs ayından itibaren – kanlı Haziran günlerinden birkaç hafta önce – “felaketin öncü semptomlarını” gözlemlemekte ve gericilik güçlerinin cephe birlikleri sayesinde “Paris işçilerinin bir Saint-Barthélémy’sini (toplu kırımını)” gerçekleştirme niyetini vurgulamaktadır[20]. Kısa süre sonra hapse atıldığından Haziran’ın ümitsiz kavgalarına – modern burjuva toplumunun kurucu olaylarından biri – katılamayacak olsa da onun zihin berraklığı özellikle Fransa’da Sınıf Savaşları’nda Marx tarafından unutulmayacaktır: “Proletarya gitgide devrimci sosyalizm etrafında, burjuvazinin onun için Blanqui ismini icat ettiği komünizm etrafında kümeleniyor. Bu sosyalizm, devrimin sürekli ilanıdır[21].”
Belle-Ile-en-Mer kalesinde hapsedilen Blanqui, Londra’da sürgünde yaşayan dostlarına sonradan en ünlü broşürlerinden biri hâline gelecek bir selam gönderir. Marx ve Engels tarafından tercüme edilen bu metin İngiltere’de ve Almanya’da yaygın biçimde dağıtılacaktır. Bir yandan 1848’in “halkın vekili kılığına girmiş burjuvalarına” (Ledru-Rollin, Lamartine vb.) acımasız bir eleştiriyi, bir yandan da gelecek için peygamberane – koşullu – bir uyarıyı dile getirir: “Eğer, bir sonraki halk zaferi günü, kitlelerin unutkan hoşgörüsü, seçmenin verdiği vekaletin emrettiği görevleri yerine getirmeyen bu adamlardan birinin iktidara gelmesine izin verirse, yazıklar olsun bize!”. Sosyalist doktrinlere gelince, “onlar da eğer halk (…) kesinleşmiş yegâne pratik unsuru (güç, silahlar, örgütlenme) ihmal edecek olursa (…) olsa olsa acınası bir kürtajla sonuçlanacaktır”. Bu belgenin anahtar kelimesi “eğer”dir: Kaçınılmazı öngörmek değil, bir tehlikeye işaret etmek ve bir karar çağrısı yapmak söz konusudur. Selamlama şu sözcüklerle biter: “Bırakın halk karar versin”.[22]
Blanqui’nin bu metni Fransız sürgün çevrelerinde bir bomba etkisi yarattı ve tahmin edilebileceği gibi protestolara ve eleştirilere yol açtı. Yeniden kalemine sarılan Mahpus, “peygamber” unvanını ilk kez sahiplendiği bir bildirgede (“Halka Duyuruya Karşı Yaygara Koparanlara Dair”, Nisan 1851) yazdıklarını gerekçelendiriyordu. 1848’deki “öngörü doğruluğunu” hatırlatarak şunları saptıyordu: “Halk kesimlerinin saflarında kim bilir kaç kez ‘Blanqui haklıydı!’ diye feryat edildi (…) ‘Bunun böyle olacağını söylemişti!’ cümlesi sık sık tekrar edildi ki geç de olsa bu ayılma, bu pişmanlık ve tövbe ifadesi bir itibar iadesi, onurlu bir ceza olmuştu. Ama bakın işte peygamber yine konuşmaya başladı. Acaba bunu meçhul bir ufku göstermek, yeni bir dünyayı ortaya çıkarmak için mi yapıyor? Hayır, bunu kulübünün (siyasî partisinin) vaaz ettiklerini irdelemek için yapıyor. (…) Tıpatıp aynı şekilde yeniden doğmakla tehdit eden tehlikelerin karşısına alarm çığlığını çıkarıyor: Proleterler, tetikte olun!”[23]
Blanqui’nin zihnindeki peygamber imgesi kuşkusuz kutsal kitap esinlidir ancak bütünüyle dünyevî ve laik bir biçimdedir. Dahası, onun reddettiği ağlak peygamberlik (Yeremya gibi sürekli yakınma) denilen kadim bir peygamberlik tarzı vardır. Hakiki peygamberlik bir şikâyet değil, kurtarıcı eyleme bir çağrıdır. İşte onun ünlü Silaha Sarılma Yönergesi’nin (1868) sonuç bölümü: “Tepki vermek yerine ağıt yakmak zamanımızın aptalca alışkanlığıdır. Sızlanmak moda olmuştur. Bütün tavırlarda sahnede Yeremya var. Ağlıyor, kırbaçlıyor, dogmatikleştiriyor, hüküm sürüyor, esip gürlüyor, tüm belalar arasında kendisi de bir bela. Bu ağıtları özgürlüğün mezar kazıcılarına bırakalım. Bir devrimcinin görevi her zaman mücadele, yine de mücadele, yok olma noktasına kadar mücadeledir… “[24]
Blanqui’nin en etkileyici kehanetlerinden biri şimdiye kadar yorumcuların dikkatinden kaçmıştır. Bu kehanet, onun ilerleme ve bilimin Sermaye tarafından kullanılması konusundaki eleştirel görüşüne yakından bağlı olarak yeni bir tehlikeyi ifşa eder: Doğal çevrenin kapitalist uygarlık tarafından tahrip edilmesi. Uygar dünya “ ‘Benden sonra tufan’ diyor, bunu yüksek sesle söylemese de düşünüyor ve ona göre hareket ediyor. Doğanın biriktirdiği hazineler, hiçbir şekilde tükenmez olmayan ve kendisini yenilemeyecek hazineler acaba ölçülü ve tutumlu kullanılıyor mu? Kömür, geleceğin rezervi keşfedilmemiş yataklar bahanesiyle iğrenç biçimde israf ediliyor. Yakında ortadan kalkacak, torunlarımız için kayıp olacak güçlü kaynak balinanın soyu tüketiliyor. Şimdiki zaman ihtiyaçları için gelişigüzel yağmalıyor ve tahrip ediyor”. Aynı metnin başka bir paragrafında “vahşi” denilen kabilelerin Avrupa uygarlığının istilası tarafından yok edilmesine bir göndermeden sonra şöyle yazar: “Tiksinç ırkımız neredeyse dört asırdır insan, hayvan, bitki, mineral demeden karşısına ne çıkarsa acımasızca yok ediyor. Kör bir takip sonucu yok olacak balina yitip gidecek. Kınakına ormanları birbiri ardına düşüyor. Balta kesiyor, fidan diken yok. Geleceğin ateşinin yükselmesi kimsenin pek umurunda değil”.[25]
1869-1870 tarihli, 19. Yüzyıl sosyalizminde eşi olmayan – 20. Yüzyılın sosyalizminde de son yirmi yıla kadar benzerine nadiren rastlanan – bu uyarı 125 yıl sonra güncelliğinden bir şey kaybetmemiştir: 21. Yüzyılın eşiğinde yolumuzu gözleyen bazı ekolojik felaketlerin kesin bir tanımını bulmak için kömürün yerine petrolü, baltanın yerine buldozeri koymak yeter. Blanqui vadeler konusunda şüphesiz yanılmıştır – ki bu çok sayıda peygamberane zihnin ortak kusurudur – ama kaygı verici tehdidi uzun zaman öncesinden öngörmüştür.
Blanqui her devrimci peygamber gibi siyasetin, bir inancın, bir ahlakın ve bir tutkunun esinlediği eylem olarak, (kelimenin Péguy’ci anlamında) “mistik” bir vizyonuna sahiptir. Bu devrimci iman burjuva klerikalizminin küçük ve hesapçı bencilliğine ve onun devlet ak(ılsızlığına)lına en radikal biçimde karşı çıkar. Din onun ölümcül düşmanı olmaya devam etse de devrimci biçimi ve içeriği ne olursa olsun, kendini altın buzağıya tapmaktan ayrı tuttuğu sürece samimi inanca saygı duyar: “İster cehaleti içinde dinin fanatizminin tutkusuyla dolu olsun, ister daha aydınlanmış, özgürlüğün coşkusuna kapılıp gitmiş olsun halk her zaman büyük ve cömerttir: Paranın aşağılık çıkarlarına değil, ruhun daha soylu tutkularına, daha yüksek bir ahlakın esinlediklerine itaat eder”.[26]
Blanqui dostu Maillard’a 1852’de yazdığı bir mektupta ezilen sınıflar açısından sosyalizmin ne anlama geldiğini açıklamak için – herhangi bir dinî ima içermeyen – “inançtan” bahsetmekten çekinmez: Sosyalist fikir, çoklu öğretilerinin çeşitliliğine ve çelişkilerine rağmen, “kitlelerin zihnini ele geçirdi, onların inancı, umudu, sancağı haline geldi. Sosyalizm nüfusların içinden geçip onları silkeleyen elektrik kıvılcımıdır. Bunlar yalnızca bu doktrinlerin (…), halkı cezbedip, fırtınanın ortasına atma ayrıcalığına sahip bu güçlü fikirlerin yakıcı nefesiyle harekete geçer, coşarlar. Yanlış anlamayın, sosyalizm devrim demektir. Sadece orada bulunur. Sosyalizmi ortadan kaldırın, halk alevi söner, tüm Avrupa’yı sessizlik ve karanlık kaplar”.[27]
Sömürülenlerin eyleminde maddi çıkarların rolünü yadsıyacak idealist bir tarih görüşü mü söz konusudur? Bu devrimci “din” – terim Blanqui’nindir ama kararlı biçimde ateist ve dünyevî bir anlamda tasarlanmıştır – materyalizme ve maddi refah gereğine karşıt olmak şöyle dursun, onun bilinçli ifadesidir: “Mazzini sosyalist doktrinlerin materyalizmi aleyhine, arzuların tatmininin ısrarla tavsiye edilmesi aleyhine, bencil çıkarlara çağrı aleyhine öfkeyle atıp tutuyor. (…) Devrim kitlelerin kaderinin iyileştirilmesi değilse nedir? Ayrıca çıkarlar doktrinine yönelik bu sövgüler ne menem bir aptallıktır! Bir bireyin çıkarları bir hiçtir, ama bütün bir halkın çıkarları bir ilke mertebesine yükselir; insanlığın tamamının çıkarları ise bir din hâline gelir”. Başka bir deyişle: Sosyalist peygamberlerin “mistik”i materyalist bir diyalektiği, tam tersine, dışlamaz[28].
Adaletsizliğe karşı bir mücadele olarak sosyalizmin ahlakî boyutu da Blanqui’nin gözünde kritik öneme sahiptir. Pozitivizme karşı başlıca eleştirilerinden biri onun olgular karşısında eleştirel/ahlakî mesafe yokluğudur: “Pozitivizm adalet fikrini dışlar. Yalnızca sürekli ilerleme yasasını, mukadderatı kabul eder. Mükemmelleşmeler dizisinde (ilerlemenin zincirleme sonuçları) yer aldığına göre her şey kendi zamanında mükemmeldir. Her şey her zaman en iyisidir. İyiyi veya kötüyü değerlendirecek hiçbir ölçüt yoktur”.[29]
Oysa Blanqui otoriter bir düşünür olma şöhretine sahiptir. Onun hâlâ karanlıklara gömülmüş hâldeki bir halkı “aydınlanmanın genel yaygınlaştırılması” sayesinde pedagojik olarak aydınlatmakla – ki bu 18. Yüzyıl Ansiklopedistlerinin ve onların 19. Yüzyıldaki sosyalist takipçilerinin tipik yaklaşımıdır – görevli (“on yıl boyunca”) “devrimci diktatörlük” veya “Paris diktatörlüğü” projeleri gerçekten de endişe vericidir. Bununla birlikte, aynı metinde, yine de, komünizmi yukarıdan kurmaya yönelik her türlü otoriter girişimi kınar: “Kendisini kararname ile dayatmak bir yana, komünizm ülkenin özgür kararlarına dayanarak gelişini beklemelidir”.[30]
Aslında, Blanqui’nin yazılarının merkezinde, otoriter aydınlanma ile derin bir liberter duyarlılık arasında istikrarsız bir denge bulunur. Bu ikincisi mesela onun sosyalist hareketin içindeki çeşitliliğe ve çoğulculuğa övgüsünde ifadesini bulur: “Proudhoncular ile komünistler karşılıklı sert eleştirilerinde eşit ölçüde gülünçtür ve doktrinlerdeki çeşitliliğin muazzam faydasını anlamamaktadırlar. Her nüansın, her okulun yerine getirecek bir misyonu, büyük devrimci dramda oynayacak bir rolü vardır ve şayet sistemlerin bu çokluğu size çok zararlıymış gibi görünseydi, hakikatlerin en tartışmasız olanını göz ardı etmiş olurdunuz: ‘Işık sadece tartışmadan doğar’ ”.[31]
Başka bir şaşırtıcı yön onun düşmana karşı tavrıdır: Blanqui sınıf savaşını ne kadar öğütlüyor, sömürücüleri ne kadar tutkuyla ifşa ediyor ve halkı ne kadar intikam almaya çağırıyorsa, terörden, giyotinden ve idam mangalarından da o kadar nefret eder. Karşı devrimciler, özellikle de kilisenin ajanları için önerdiği en ağır ceza Fransa’dan sınır dışı edilmektir. Bu bakımdan antikitenin Atina demokrasisine, (acımasız bir eleştirmeni olduğu) 1794’ün jakobenizminden daha yakındır. Kapitalistlere – “kan emiciler ırkı”na – gelince, halkın tamamının eğitimi onları güçsüz kılacak ve sonunda “yeni ortama razı olacaklardır”. Onlara karşı giyotin kullanmak söz konusu değildir: “Yanlış anlamayalım, kardeşlik, kardeşini öldürmenin imkansızlığıdır”.[32]
Bununla birlikte Blanqui bir ütopyacı değildir; gelecek için planlar önermeyi reddeder ve doktriner ütopyacıları “toplumsal yapıları gelecek kuşakları içine hapsetmek için maskeleyen” “fanatik izolasyon seviciler” olarak görür. Gelecek kuşaklara yollarını seçme özgürlüğünü tanımak gerektiğine inanarak, Devrim’e yalnızca zemini temizleme, böylece “yeni düzene giden yolları, daha doğrusu çoklu patikaları açma” rolünü atfeder. Yeni düzene ilişkin olarak komünizmin en genel ilkelerinden bahsetmekle yetinir: Genel eğitim, eşitlik, (özel mülkiyeti yeniden üretecek paylaşma değil) ortaklaşma. Bu komünist geleceği, liberter bir ruhla, yurtlarında “hükümet denilen o iğrenç ve nefret edilen şeyden hiçbir parçanın burnunun ucunu dahi gösteremeyeceği” “yaban atları gibi ürkek” insanların oluşturduğu bir toplum; “otoritenin gölgesini, kısıtlamanın zerresini dahi kabul etmeyecek” özgür bireylerin oluşturduğu bir topluluk olarak tasavvur eder. Daha da açık bir şekilde, Kasım 1848 tarihli (sağlığında yayımlanmamış olan) bir el yazmasında şunu belirtir: “Düzenli Anarşi insanlığın geleceğidir.” (…) Toplumların nihaî amacı olan mükemmel hükümet, hükümetin yokluğudur (…). “[33]
Walter Benjamin yarım yüzyıl sonra, takipçileri tarafından sefil bir oyuncak otomat-kuklaya indirgenmiş bir Marksizme yeni bir devrimci ruh üflemek için Blanqui’den esinlenmişse, bu bir tesadüf değildir.
Auguste Blanqui ya da Havı Tersine Taranmış Tarih
Cumhuriyetçi Babeufçülük, komplocu Karbonari ile modern sosyalist hareket arasındaki bir geçiş şahsiyeti olan Auguste Blanqui 1830’lardan itibaren cumhuriyetçiliğin sınırlarının bilincine varılmasının örneği olur. Söylemlerinden bazıları Marx’ın kendisinin liberal hümanizmden sınıf mücadelesini temel alan sosyalizme kabuk değiştirmesini önceden haber veriyor gibidir. Ondan daha acımasızca, hem Louis-Philippe’in sarayında saygı ve bağlılıklarını gösterip muktedirin gözüne girmeye çalışan Fouriercilerin “burlesk ütopyası”nı hem de Auguste Comte’un pozitivist klerikalizmini reddeder. Salt siyasî özgürleşmeyle sınırlı anlayışın dönüşüp biçim değiştirerek toplumsal ve insanî özgürleşme perspektifine yerini bırakacağını sezer. Bunun itici gücünün adını koyar: Proletarya -her ne kadar bu sözcük büyük ölçüde büyük sanayiden doğacağı hâliyle [adlandıracağı] şey’i önceliyor olsa da. Bununla birlikte 19 yaşından itibaren Fransız Karbonarisi üyesi olan Blanqui yüzyılın ilk yarısının, 1830 ve 1848 devrimlerinin bir devrimcisi olarak kalır.
Jakobenizm eleştirisi, kuşkusuz Babeufçü mirasından dolayı, ama aynı zamanda belirli bir burjuva cumhuriyetçiliğinin sınırlarının bilincine vardığı için o zaman için orijinal görünür. Nitekim, Robespierre’i Cloots’un kellesini alarak “Fransız Devrimine sığınmış asi tebaayı kurban ettiği” ve Chaumette’in kellesini alarak rahiplere teminatlar verdiği için sert bir dille eleştirir[34]. Incorruptible’in[35] arkasında daha o zamandan Bonaparte’ı, “prematüre bir Napoleon”u, Yüce Varlık’ın arkasındaysa cumhuriyetçi bağnazlığı (ve hâlâ teolojik Devlet fetişizmini) görür[36].
25 Haziran 1848 saldırıdan önce Saint Maur sokağı barikatları
Demek ki henüz ismini almamış yeni bir devrim ufukta belirmektedir. Michelet’nin 93 yılının Enragé’lerinde[37] “bilinmeyen bir devrimin karanlık tohumu”nu algılayarak, Fransız Devriminin Tarihibaşlıklı kitabında romantik olarak adlandırdığı henüz hayalet hâlinde bir devrim: “Klasik cumhuriyetçilerin arkasında hızla yürüyen ve onları geçecek olan bir hayalet vardı: Günümüzde sosyalizm olarak adlandırdığımız yüz başlı, bin okullu romantik cumhuriyetçilik”. Blanqui onların, bir dereceye kadar, tümcesiz bir Cumhuriyet, başına bir sıfat eklenmemiş kısaca cumhuriyet fikrini, onun toplumsal içeriğini daha iyi belirlemek için aşmaya çalışan mirasçısıdır. Nitekim 1848’de şöyle yazar: “Cumhuriyet salt bir hükümeti bir başkasıyla ikame etmekten ibaret olsaydı, bir yalan olurdu. Kelimeleri değiştirmek yetmez, şeyleri de değiştirmek gerekir. Cumhuriyet işçilerin özgürleşmesi demektir, sömürü rejiminin son bulması demektir; o emeği Sermayenin tiranlığından kurtaracak yeni bir düzenin gelişi demektir”.
Bundan böyle cumhuriyet ya sosyal olacak ya da hiç var olmayacaktır. Siyasal devrimin toplumsal bakımdan derinleştirilmesi Marx’ın (1844’teki Yahudi Sorunu Üzerine başlıklı makalesinde) “insanın özgürleşmesi” adına salt “siyasal özgürleşme”nin ve toplumsal yabancılaşmaya dönüşmüş dinsel yabancılaşmanın eleştirisini yankılamaktadır. Blanqui’nin aklında Jean Baptiste Say’in derslerinden henüz yeterince kavramsallaştırılmamış bir sermaye eleştirisi kalmıştır. Nasıl Marx’a göre Hristiyanlık (özellikle Protestan formunda) özel ile kamusalı bencil çıkarın gemi azıya almasına izin vermek için birbirinden ayırmışsa, Blanqui de muzaffer protestanlıkta, “bencilliğin ve bireyciliğin dini” olarak, başka bir deyişle kapitalizmin ruhu olarak “bizim mutlak karşıtımızı” görür[38].
Yeni devrimi Fransız Devriminin dayandığı sınırların ötesine taşımaya hangi güç muktedir olacaktır? Halkın Dostları Derneği’nde 2 Şubat 1832 tarihinde yaptığı konuşma daha o zamandan sınıflar arası karşıtlığının ve bunun dinamiklerinin berrak bir analizini sunar: Temmuz Devriminden sonra “yüksek sınıf ezilmiştir, kavga sırasında saklanmış ve kavgayı onaylamamış olan orta sınıf ise ihtiyat sergilerken gösterdiği maharetle aynı ustalıkla, kendisine rağmen kazanılan zaferin meyvesini çalmıştır. Her şeyi yapmış olan halk ise önceki gibi sıfır kalmıştır. Ancak halk ele geçirdiği siyaset sahnesine bir gök gürültüsü gibi girmiş, neredeyse aynı anda sahneden kovulmuş olsa bile, yine de ustaca hareket ederek istifasını geri çekmiştir. Bundan böyle onunla orta sınıf arasında amansız bir savaş verilecektir. Savaş artık üst sınıflarla burjuvalar arasında değildir, hatta burjuvalar halka daha iyi direnebilmek için eski düşmanlarını yardıma çağırmaya ihtiyaç duyacaktır. Gerçekten de burjuvazi halka duyduğu nefreti uzun zaman gizlememiştir.[39]”
Maillard’a 6 Haziran 1852 tarihli mektubunda, 1848 olaylarının ışığında bu karşıtlığı tekrar belirtir: “Bana, ben ne burjuvayım, ne proleterim diyorsunuz. Tanımsız kelimelere dikkat edin, bu entrikacıların favori enstrümanıdır”. O zamandan beri ne-o-ne-o’nun orta yolcu burjuva ideolojisinin ne denli karakteristik bir tiki olduğu biliniyor. Peki ama demokrat, sınıflar mücadelesini gizlemeye yarayan tümel bir maske değilse ne anlama gelir: “Hep yenilenen bu gizemlileştirme 1789’a dayanır. Orta sınıf halkı soyluluğa ve ruhban sınıfa karşı sahaya sürer, onları yere serer ve yerlerini alır. Eski rejim ortak çabayla yıkılır yıkılmaz, iki muzaffer müttefik Burjuvazi ile Proletarya arasında mücadele başlar”. Halk başlıklı eserinde Michelet daha 1846’da burjuvaziye maskesini indirip sınıf zulmünü göstermek için yarım yüzyılın yettiğini kaydediyordu. 1848’den sonra daha da sağlam gerekçelerle, kediye kedi demek zorunlu hâle gelmişti. Bununla birlikte, Blanqui toplumsal sınıf kavramının, Birinci Enternasyonale ve kooperatif hareketine işçi olduğu sosyolojik olarak doğrulanmış olanların dışında kimseyi kabul etmeyen bir Tolain’in (Fransız işçi hareketinin inatçı bir eğiliminin habercisi olan) uvriyerizminden daha geniş, daha açık bir anlayışına sahipti. Blanqui ise Tolain’in tam tersine oraya bütün toplumsal statüsünü kaybetmişleri [déclassés] (günümüzde dışlanmışlar ve prekarya derdik) kabul etme taraftarıydı. “Onlar”, diyordu “bugün kitleyi usulca kabartan ve onun atalete batmasını önleyen gizli mayadır. Yarın, devrimin yedek kuvvetlerini oluşturacaklardır.”
Buna karşılık sınıfsal karşıtlığın temellerinin açıklığa kavuşturulmasının önemli bir siyasî sonucu vardır: Yeni doğmakta olan işçi sınıfının sınırlarının belirlenmesi ve onun cumhuriyetçi burjuvazi karşısında siyasî bağımsızlığının olumlanması. Böylece, 1848 devrimi sırasında Blanqui Ledru Rollin’in adaylığına karşı Raspail’ın adaylığını destekler: “Seçim arenasında proletarya ilk kez siyasî parti olarak kendisini demokratik partiden tamamen ayırıyordu.[40]”
Peki sınıflar mücadelesinde olgunlaşan bu bilinmeyen devrim için hangi siyaset gerekiyordu? Blanqui hem Produhon tarzı liberter ütopyayı, hem de “sermayenin en cüretkâr özürcüsü” Bastiat tarzı “rızaya dayalı piyasa”yı kategorik olarak reddeder. Henüz “piyasa sosyalizmi” olarak adlandırılmayan şey onun gözünde şeytanla bir anlaşmadan başka bir şey olamazdı çünkü kapitalist baskı “mülkiyetin kanlı zaferleri” üzerinde kurulmuştu. Ama komünizm de “kendisini ütopyanın cazibesinden sakınmalı ve siyasetten asla kopmamalıydı”. Blanqui mümkünün sağlam bir pratik duyusuna sahip olduğunu gösterir: Öyleyse “geleceği yönetmekten” sakınalım ve “bakışlarımızı gözü ve düşünceyi boşu boşuna yoran bu uzak ufuklardan çevirip, sofizmlere ve köleleştirmeye karşı mücadelemize devam edelim.[41]” Marx gibi, ütopyanın veya doktriner sosyalizmin tüm biçimlerinden nefret eder ve kurulu düzeni alaşağı edebilecek gerçek hareketin iç mantığını arar. Üretim, tüketim veya kredi kooperatif hareketine güvensizliği de bundan kaynaklanır. Özellikle de üretim kooperatifine; bu ona, başarısızlık hâlinde yılgınlığa ya da toplumu dönüştürmeden halkın en iyi unsurlarını ayıklamaya tabi tutacak bir toplumsal statü atlamaya (veya yeni üyelerin mevcutlar tarafından seçilmesine) yol açacak bir tuzakmış gibi görünür. Doğmakta olan bir işçi hareketinin toplumsal deneyleri karşısındaki bu düşmanlığına, siyasal iktidar meselesini bir çözüm getirmeden savuşturan Proudhoncular gibi kimi akımlarda yaygın olan “toplumsal yanılsamaların” yerinde eleştirisine eşlik eden inkâr edilmez bir sekterlik dozu da eklenir.
Aksine Blanqui için siyasî iktidarın zaptedilmesi toplumsal özgürleşmenin anahtarıdır. Dolayısıyla onun yaklaşımı, siyasî devrimi toplumsal reforma, hedefi de harekete tabi kılan ve bu bağlamda bu hedefi sürecin hayali tedrici değişimleri [gradualizm] içinde çözündürmeye varan Saint Simon veya Proudhon’un yaklaşımının tam tersidir. Blanqui “toplumsal meselenin ancak siyasî meselenin en enerjik ve en geri döndürülemez biçimde çözümünden sonra bizzat bu siyasi mesele tarafından ciddi biçimde tartışmaya ve pratiğe dâhil edilebileceğine” inanmaktadır. “Başka türlü davranmak, öküzleri kağnının arkasına koşmak olur. Bu daha önce bir defa denendi ve toplumsal mesele yirmi yıl boyunca yok edildi.[42]”
Hiç kuşkusuz, amaç-araç, süreç-eylem diyalektiğini tersine çevirmekle yetinerek aşırı bir basitleştirmeye gitmekte ve hiçken nasıl her şey olunacağına[43] dair can alıcı sorununu çözmeyi reddetmekte midir? Onda bir hegemonya sorunsalı aramak boşunadır. Sendikal hareketin bürokratlaşmasıyla daha o zamandan beliren reformizm başlıca tehlike olsa da siyasî karar uğrağı üzerindeki işte bu tek taraflı ısrar Blanqui’ye ve daha da çok Blanquicilere, İkinci Enternasyonal içinde Rosa Luxemburg kadar ihtiyar Engels tarafından da yayılan darbeci şöhretine mal olmuştur. Ama aynı suçlamanın Lenin’e karşı da kullanılması Blanqui’nin biraz bulanık biçimde de olsa sosyalizmin bunaklık hastalığının ne olacağını gerçekten de algılamış olduğunu kanıtlar gibidir.
Blanqui’deki devrimci darbe konusundaki bu neredeyse her şeyi dışarıda bırakan saplantının bir diğer görünümü, gerçekleştirilecek ekonomik ve toplumsal dönüşümler ve bunların ritmi konusundaki son derece büyük, hatta aşırı ihtiyatlılık ve kaçamaklı belirsizliktir. Yine de unutulmamalıdır ki Marx ve Engels’in Komünist Parti Manifestosu’nda program yerini tutan on tedbir de zorunlu genellikler alanında kalır. “Mümkünün pratik olmayan duyusu” olarak ütopyanın tutarlı eleştirmenleri olan Marx ve Engels, tıpkı Blanqui gibi, geleceğin tencerelerini düşüncesizce kaynatmaktan sakınma niyetindedirler. Bununla birlikte bu durumda ve Manifesto’nun yazarlarından farklı olarak Blanqui 19. Yüzyılın ilk yarısında, Sermayenin eleştirisinin henüz inşa halinde olduğu bir devirde yetişmiş, bir geçiş zamanının devrimcisi gibi görünmektedir. Nitekim, çeşitli vesilelerle “sonsuz derecede karmaşık” olan iktisat alanının “elde iskandil” geçilmesi gerektiğini vurgular. Bu ihtiyat payı bilgelikten yoksun değildir. Onun ütopya eleştirisiyle ve ekonominin yönetiminde zorunlu bir çıraklığa inancıyla tutarlıdır. En kötüsü tamamen hayal mahsulü bir toplumsal organizma yaratacağını iddia etmek olacaktır. Blanqui için “büyük engel” cehalettir. Bu nedenle, siyasî iktidarın ele geçirilmesi ertesinde öncelik (ön koşul) daha önce de Konvansiyon üyelerinin takıntısı hâline gelmiş olan eğitim görevidir. Gelgelelim bu bilinçsiz “eğitim ütopyası” temel bir soruyu cevapsız bırakır. Halkın erginleşmesini beklerken hangi iktidar biçimi olacaktır? Aydınlanmış bir diktatörlük mü? Böyle bir durumda Blanqui, Garrone’un betimlemesiyle geçiş için siyasî bir formül arayışında erdemli bir elit tarafından icra edilen istisnaî bir iktidardan başka bir çare düşünemeyen 19. Yüzyıl devrimcilerinin çıkmazlarından kendini kurtaramayacaktı[44].
Blanqui 1867’de burjuva devletini “yoksullara karşı zenginlerin jandarma teşkilatı” olarak tanımlıyordu. Dolayısıyla, Marx’ın Paris Komünü deneyimi ışığında tekrarlayacağı gibi yıkılması gereken bir aygıt söz konusuydu. Ne var ki Blanqui evrimci imgelerle darbenin aniliğini tuhaf bir biçimde karıştırıyordu. Devrimler diyordu, “bir krizalitin doğuşu” gibidir: “yırtılan kozanın içinde yavaş yavaş büyümüşlerdir”. Onlar aynı zamanda ani bir olay, bir kopuş, hatta bir coşku ve sarhoşluk anıdır: “Bir zafer ve iktidar saati, onca senelik kölelik için bir saat ayağa kalkma”. Bununla birlikte devrimi takip eden günler melankolik bir ayılmanın günleridir. “İnsanlar ve şeyler öncekiyle aynıdır. Sadece umut ve kaygı taraf değiştirmiştir”. Her şey hâlâyapılmayı bekliyordur. Bu sadece bir başlangıç, bir açılış, bir başlama vuruşu olmuştur. Öte yandan, krizalitin olgunluğu, sonuçta olayların gelişimini istenen yönde etkileyen bir eylemden başka bir şey olmayan darbeyi meşrulaştırır. O zaman cevap getirilmemiş stratejik sorun, onun 1868 tarihli ünlü Silahlara Sarılma İçin Yönerge’sinin örneklendirdiği gibi teknik aracılığıyla çözülür.
1830,1839, 1848 deneyimleri toplumsal devrimi pusuda bekleyen “demokratik karşı devrim” tehlikesini apaçık ortaya koymuştu: Burjuvazi o zaman halk hükümranlığına karşı kurumsal yasallığı oynar. Nisan 1849’daki Bourges davasında Blanqui, 1848 baharında seçimlerin ertelenmesi için verdiği mücadeleyi şöyle açıklıyor: “Seçimler devrimden hemen sonra yapılmış olsaydı, halkın devrik rejimin fikirlerine göre oy vermesi söz konusu olacaktı. Bu bizim meselemiz değildi; bu yargının işi değildi, zira mahkeme önünde savunma yaparken her iki taraf da sırayla söz alma hakkına sahiptir. Kararı verecek halk yargısı önünde, düşmanlarımızın sahip olmuş oldukları gibi, bizim de sıramız geldiğinde söz söyleme hakkına sahip olmamız gerekiyordu ki bunun için zamana ihtiyaç vardı. Zaman gerekiyordu!” Geçici hükümetten seçimlerin ertelenmesini talep etmek için düzenlenen 17 Mart gösterisinin nedeni buydu. Ama belirsiz bir erteleme talep etmek de söz konusu olmadığından, Blanqui’nin karşı çıkmadığı 31 Mayıs önerisi ortaya çıktı. Sürenin yetersiz olduğuna inanarak sessiz kalmakla yetinir: Zaman gerekiyordu ama ne kadar zaman… Nitekim, 14 Mart’ta şöyle yazmaktadır: “Halk bilmiyor. Bilmesi gerek. Bu bir güne ya da bir aya sığacak bir iş değildir. Seçimler yapılıp sonuçlandırıldığı takdirde gerici olacaktır. Bırakın halk cumhuriyetten doğsun.” Burada yine onun çok sevdiği eğitim ön koşulu fikrine rastlanır.
Fakat çelişki o zaman bir kısır döngü olarak ortaya çıkar. Devrime eğitimli bir halk gerekecektir ama bu eğitimi mümkün kılmak için halk önce iktidarı almalıdır. Bir hiçken nasıl her şey olunacaktır? Yine bu noktaya dönülür. Bu, modern devrimcilere musallat olmuş bir muammadır. Proletaryanın sömürü sürecinde maruz kaldığı fiziksel ve zihinsel sakatlanmayı berraklıkla betimleyen Marx’ın bizzat kendisi bunu cevaplamak için büyümenin ve sanayi proletaryasının temerküzünün, onun bilincinde ve örgütlenmesinde buna tekabül edecek bir ilerlemeyle sonuçlanmasına bel bağlar. Ancak Blanqui’nin bir seçim tarihi saptanması anındaki sessizliği, neredeyse tüm modern devrimlerde iş başında olan, sürekli icra edilen kurucu bir iktidarla kurulu iktidar kurumu arasındaki – Rusya’da Sovyetler (Şuralar) ile Kurucu Meclis arasındaki, Portekiz’de Komiteler Meclisi ile seçilmiş Ulusal Meclis arasındaki, sokakla Parlamento arasındaki, 68’de de Gaulle’ü dehşete düşüren “kargaşa” (veya “ayaktakımı”) ile saygılı parlamenter biçimler arasındaki – meşruiyetler çatışmasının habercisidir. “Kriz saatlerinde tehlikelerin en kötüsü” diye uyarmaktaydı 1870’te Sedan’daki teslim oluştan sonra Blanqui “müzakereyle karar alan bir meclistir (…) Müzakereci meclislerin feci prestijine son vermek gerekir”[45]. Elbette bir cevabı yoktu, yine de yeni bir yasal düzenin eski yasal düzenin devamında doğmadığına dair temel gerçeğe parmak basmaktaydı. Kopuş olmadan, olağanüstü hâlden geçmeden, eski hukuku askıya almadan, kurucu iktidarın hükümran icrası olmadan hakikî devrim olmaz.
Blanqui uzun zaman yayımlanmadan kalmış bir söylevinde daha 1836’da şöyle diyordu: “Yurttaşlar, yakın gelecekte siyasî bir değişmeyi toplumsal bir iyileştirmeden çok daha az mümkün görüyoruz. Siyasî hakların genişletilmesi, seçim reformu, genel oy hakkı mükemmel şeyler olabilir ama amaç olarak değil sadece araç olarak; bizim amacımız, toplumun yüklerinin ve kazançlarının eşit dağıtılmasıdır; eşitliğin saltanatının tam olarak kurulmasıdır. Bu radikal yeniden örgütlenme olmadan, hükümetteki bütün biçim değişiklikleri yalanlardan, bütün devrimler de birkaç muhterisin yararına oynanan komedyalardan başka bir şey olmayacaktır.[46]” 1848’de 1793’ün mücadelesinin “yeniden başladığını” ilan ediyordu. Zaman içinde üç renkli bayrak yıpratılmıştı, dolayısıyla rengi ilan etmenin, kızıl bayrağa geçmenin zamanı gelmişti. Burjuvazi o güzel “cumhuriyetçi” ismini ve devrimci şiarı bile gasp etmişti ama “neyse ki bayrağımızı geri çevirdi, bu bir hataydı: Bayrağımız bize kaldı. Yurttaşlar, Montagne ölmüştür! Onun tek mirasçısı sosyalizme![47]” [Tutsaklar için yeniden düzenlenmiş olan] Belle-Ile adasından gönderilen ve Marx ile Engels’i coşturan bu selam, geçici hükümetin ve liberal burjuvaların sorumluluğunu ifşa ettiği sıradakiyle aynı mantığı takip ediyordu[48]. Yine de gerçekten olaydan dersler çıkaran bir kopuş metni söz konusudur: “Şubat hokkabazlarının Belediye binasından sonsuza kadar uzaklaştırılması yetmez. Yeni hainlere karşı önlem alıp kendimizi korumamız gerekir.” “Gericilik kendi kasaplık mesleğini icra etmekten başka bir şey yapmamıştır: Suç, onlara güvenip rehber kabul eden halkı gericiliğe teslim eden hainlerin suçudur.”
Paris Komünü Hatırası, Kartpostal
Bu meşhur selam uzun bir alıntıyı gerçekten hak eder: “Yarının Devrimini hangi tuzak tehdit ediyor? Dünün devrimini hangi tuzak başarısızlığa uğrattıysa o tuzak: Halkın vekili kılığına girmiş burjuvaların üzücü popülerliği (…). Devrimi katletmiş olan Geçici Hükümet’tir, bütün felaketlerin, binlerce kurbanın kanının nihai sorumluluğu ona aittir. Gericilik kendi kasaplık mesleğini icra etmekten başka bir şey yapmamıştır. Suç, onlara güvenip rehber kabul eden halkı gericiliğe teslim eden hainlerin suçudur (…) Eğer, bir sonraki halk zaferi günü, kitlelerin unutkan hoşgörüsü, seçmenin verdiği vekaletin emrettiği görevleri yerine getirmeyen bu adamlardan birinin iktidara gelmesine izin verirse, yazıklar olsun bize! İkinci bir defa, Devrimin işini bitirecektir. Emekçiler bu lanetli isimlilerin listesinden hiç gözlerini ayırmasınlar ve bunlardan biri dahi ayaklanmadan çıkacak bir hükümette yer alacak olursa hep bir ağızdan bağırsınlar: İhanet! (…) Proleter kalkanlar üzerinde yükseltilip, şunları yapmaya hemen girişmeyen her hükümet bir hainler hükümeti olacaktır: 1. Burjuva muhafızların silahsızlandırılması; 2. Bütün işçilerin ulusal milis olarak silahlandırılması ve örgütlenmesi. Şüphesiz vazgeçilmez başka birçok önlem vardır ama bu önlemler bunların ön teminatı, halk için tek güvenlik garantisi olan ilk eylemden doğal olarak çıkacaktır (…) Ama kendilerinin sokaklarda gülünç gezintilerle, özgürlük fidanlarının dikilmesiyle, tok sesli avukatların cümleleriyle avutulmasına izin veren işçilerin payına önce kutsal su, sonra hakaretler, sonunda şarapnel; hep sefalet düşecektir. Bırakın halk karar versin!”[49]
Acaba burada Blanqui’ye yapılan darbeci yakıştırmaların doğrulanmasını mı görmek gerekir? Engels Fransa’da Sınıflar Savaşı’na 1895 tarihli Giriş’inde şöyle yazar: “Darbelerin, bilinçsiz kitlelerin başında bilinçli azınlıklar tarafından yapılan devrimlerin zamanı geçmiştir”. Rosa Luxemburg da Blanquizminden ötürü Lenin’i kınamıştı. “Günlük eylemin yerini toplumsal devrimden hemen önce olması gerekecek [iktidarı] devirme üzerine spekülasyonların aldığı” 1874 tarihli Komüncülere Blanquici manifestoyu sert bir şekilde eleştiriyordu. Troçki ve Daniel Guérin bu eleştirel yaklaşıma öz-özgürleşme bakış açısından seslerini eklediler. Elbette, Blanqui işçi hareketinin bir geçiş, doğuş ve çıraklık dönemini örnekler. Fakat onun aynı zamanda iki devir arasında bir bağ oluşturduğunu unutmak yanlış olacaktır. Sınırlarına ve kusurlarına rağmen, Marx tarafından kendisine daima saygılı davranılması tesadüf ya da hoşgörü eseri değildi. “Thiers çok iyi biliyordu” der Marx, serbest bırakılmış bir Blanqui ile “Komüne bir baş vermiş olacaktı”. Komün onunla belki doğru zamanda Versaille’ın üzerine yürüyecek, belki de Banque de France’ın rezervine el koymaya cüret edecekti. Karar anında cüret ve inisiyatif gereklidir. Marx 1848 ertesinde burjuvazinin komünizm ve devrimin sürekli ilanı için Blanqui ismini icat ettiğini yazdığında demek ki bu konuda yanılmıyordu. Mahpus’a bundan daha güzel saygı gösterilemezdi.
Blanqui ile henüz emekleme çağında olan şey, müstakbel devrimlerin stratejik aklıdır. Acemice, kendine hâlâ sona ermekte olan bir devrin teknik ve komplocu cevaplarını verdiği sorular sorar. 1830’da “silaha sarılmadan dehşete düşmüş bir iktidarı” devirmek için halkın coşkusunun rüzgârı yetmişti. Ama “eski usul bir Paris ayaklanmasının bugün artık hiçbir başarı şansı yoktur.” İhtiyar savaşçı 1868’deki Yönergeler’inde bu gerçeği teslim eder. 1848’de halk “1830’un yöntemi” ile galip gelmişti, ne var ki Haziran’da “organizasyon yokluğu nedeniyle” yenildi. Çünkü ordunun halk karşısında sadece iki üstünlüğü vardır: İğneli piyade tüfeği ve organizasyon. Artık Haussman’ın getirdiği değişikliklerden korkarak statik kalıp “saçmalıktan ölmeye gerek yoktu”. İnisiyatif alıp saldırıya geçmeye cüret etmek gerekiyordu”.
Blanqui’nin özünde anti-stratejik olan pozitivist sosyolojiden nefreti buradan gelir. “Geçmişin gelecek önündeki davalarında, tarih yargıç, karar da neredeyse hep adaletsizlik olurken”, “temyiz sonsuza kadar açıktır”. Düzen düşüncesinin ve düzen içinde ilerlemenin, devrimsiz ilerlemenin düşüncesi olan pozitivizm “tarihsel kaderciliğin” din hâline getirilmiş “nefret uyandıran bir doktrinidir”. Oysa, “Ancak insanî şeylerin döngüsü hiçbir şekilde kainatınki gibi mukadder değildir. Her dakika değiştirilebilir.” Her dakika! Mesih’in belirebileceği dar bir kapı olan her saniye diye ekleyecektir Benjamin. Blanqui için oldubittinin diktatörlüğüne karşı, sadece kavakşaklar bahsi umuda açık kalıyordu. Sürekli “ilerleme deliliğine” ve “sürekli gelişme çılgınlığına” karşı mümkün-olanın gerçekliğin içine bir hadise misali aniden akın edişine devrim deniyordu. Siyaset tarihi galebe çalarak artık mekanik, “homojen ve boş” olmayan, stratejik bir zamansallığın koşullarını ortaya koyuyordu.
Çeviri: Osman S. Binatlı
* P.Corcuff, A.Maillard, « Les socialismes français à l’epreuve du pouvoir », Textuel, 2006 içinde yayımlanmıştır.
Kapak görseli: Antoine Joseph Wiertz’in Louis- Auguste Blanqui’nin Portresi’nden detay
[1] Michael Löwy, “Daniel Bensaïd, un marxisme de la bifurcation”, https://blogs.mediapart.fr/michael-lowy/blog/230220/daniel-bensaid-un-marxisme-de-la-bifurcation
[3] M. Löwy, “L’hérésie communiste de Daniel Bensaïd”, https://www.cairn.info/revue-lignes-2010-2-page-79.htm
[4] Daniel Bensaïd, Köstebek ve Lokomotif, Tarih, Devrim ve Strateji üzerine Denemeler, Derleyen: U. Aydın, Yazın yayıncılık, 2006,
[5] Türkçesi: M. Löwy, “Daniel Bensaïd, Aykırı Bir Komünist”, Çev. Yiğit Bener, Yeniyol Sayı 36, Kış 2010.
[6] Dinlerde anaakım olmayan ve resmi anlayıştan sapan akımları ifade eden bu kavram rafızî, sapkın, zındık, aykırı gibi sözcüklerle çevrilebilir. (e.n.)
[7] Aşırı sağcı, kraliyetçi ve milliyetçi akım. (e.n.)
[8] “Sorel ve Lazare’la birlikte Péguy Fransız sosyalizminin o ağır manzarası içinde bir istisna oluşturur”. Daniel Bensaïd, La discordance des temps. Essais sur les crises, les classes, l’histoire, Paris, Les Editions de la Passion, 1995, p. 206. [Zamanların Uyumsuzluğu. Krizler, Sınıflar, Tarih üzerine Denemeler]. Bu dört “heretik sosyaliste” dair değerlendirmem Bensaïd dostumun bu eserine ve sık sık Blanqui’nin bahsinin geçtiği bir sonrakine (Le pari mélancolique Paris, Fayard, 1997/Melankolik Bahis) çok şey borçludur. Bununla birlikte, bu durumlarda kullanılan formül uyarınca, muhtemelen hatalardan yalnızca ben sorumluyum. M. L.
[9] Auguste Blanqui, La Critique Sociale (C.S.), [Toplumsal Eleştiri]Paris, Alcan, vol. I, pp. 41-45 et Volguine, « Les idées politiques et sociales de Blanqui »,[Blanqui’nin siyasal ve toplumsal fikirleri] in A. Blanqui, Textes Choisis (T.C.), Paris, Editions Sociales, 1955, pp. 29, 162.
[10] Kolektif, eşitlikçi, nitel değerlerin hâkim olacağı insan topluluğu/cemaati (e.n.)
[12] W. Benjamin ve Blanqui arasındaki seçmeci yakınlıklar için Miguel Abensour’un şu güzel metnine bakınız, « W. Benjamin entre mélancolie et révolution. Passages Blanqui », dans Heinz Wismann (ed.), Walter Benjamin et Paris, Paris, Ed. du Cerf, 1986. [“Melankoli ile devrim arasında W. Benjamin. Blanqui Pasajı”, Walter Benjamin ve Paris içinde]
[18] 1869 tarihli elyazması, “İlerlemeye karşı” adıyla şu kitapta yayınlanmıştır: A. Blanqui, Instructions pour une prise d’armes, L’Eternité par les astres et autres textes, Miguel Abensour ve Valentin Pelosse tarafından derlenmiş, Paris, Edition de la Tête des Feuilles, 1972, ss. 103-105. [Silaha Sarılma Yönergesi, Ebediyetten Yıldızlara ve diğer yazılar]
[19] W. Benjamin, “Zentralpark”, Charles Baudelaire, Francfort, Suhrkamp Verlag, 1980, s. 40. M. Abensour ve V. Pelosse’nin Blanqui derlemesine yazdıkları sonsözde gayet iyi ifade ettikleri gibi Benjamin “sanki Blanqui tarafından pozitivizme karşı yapılmış silahları ele geçirip tarihselciliğin kerhanesinde iç dökenlere karşı darbe vurur gibidir”. Op.cit. s. 206.
[33] C.S. I, in T.C. ss. 156, 160 et C.S. Cilt II, ss. 115-116. 1848 pasajı M. Abensour ve V. Pelosse tarafından Silaha Sarılma Yönergesi’ne yazdıkları sonsözde aktarılır, s. 208-209.
[34] Anacharsis Cloots 1789’da Prusya’dan gelip Fransa’ya sığınır ve “evrensel bir cumhuriyeti” savunarak devrimci fikirlerin Avrupa’ya yayılmasına gayret eder. 1794’de Devrim Mahkemesi tarafından alınan karar sonucunda idam edilir. Pierre-Gaspard Chaumette, devrimci süreç boyunca Paris Komünü savcısı; “her türden ahlak anlayışını ve tanrısallık fikrini silip Fransız hükümetini ateist temeller üzerine kurmak” istediği için 1794’te idam edilir. (e.n.)
[36] Bkz. Louis Auguste Blanqui, Ecrits sur la Révolution, présentés par Arno Munster, Paris, Galilée, 1977. [Devrim üzerine yazılar, sunan Arno Münster]
[37] Başlıca siması Jacques Roux olan, Fransız devriminin en radikal kanadını temsil eden “Öfkeliler”. (e.n.)
[38] In Veillées du Peuple dergisi, n°2, Mart 1850.
[39] In Ecrits sur la Révolution, op. cit., p. 91 ve devamı.
[40] Maurice Dommanget, Blanqui, Paris, EDI, 1979, p. 21.
[42] Maurice Dommanget’nin aktardığı Kasım 1879 tarihli mektup, op. cit., p. 54.
[43] Enternasyonal’in Fransızca sözlerine gönderme: “Hiçbir şeyken her şey olmalıyız”. (e.n)
[44] Alessandro Galante Garrone, Philippe Buonarotti et les révolutionnaires du XIXe siècle, Paris, Champ libre, 1975. [Philippe Buonarotti ve 19. Yüzyıl devrimcileri]
[45] Bu sözleri İmparatorluğun ardından gelen ulusal savunma hükümetinin bir “düzenli hükümet” kurmak için meclis toplamak istemesi üzerine söylüyordu.
[46] A. Blanqui, Ecrits sur la Révollution, Op. cit., p. 75.
[47] Blanqui’nin tutsak bulunduğu Vincenne zindanından 28 Kasım 1848’de yapılan çağrı.
[48] Bkz. Marx’la Engels arasındaki 10 Şubat 1851 tarihli yazışma.