İmdat Freni

“Aman AKP’ye Yaramasın” Siyasetsizliği – Emre Tansu Keten

Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin “12. Cumhurbaşkanına Açık Mektup” başlığıyla yayımladığı metin, direnişin temel öznesi olan öğrenci hareketi tarafından büyük oranda sahiplenilmişken, direnişe akıl verme sorumluluğunu üzerinde hisseden bir kesim tarafından ise “kendi ayağına sıkmak” deyimiyle, AKP’nin istediğini vermekle eleştirildi.

Öğrenciler, kendilerini terörist olarak nitelendiren ve “yürekleri yetse Cumhurbaşkanı istifa etsin diyecekler” şeklinde açıklama yapan Erdoğan’a, Soma, Roboski, Hrant Dink, Çorlu Tren Kazası gibi birçok olayı hatırlatıyor ve iktidarın bu suçları nedeniyle zaten çoktan istifa etmesi gerektiğini söylüyordu.

Bu mektuba eleştirel yaklaşanlar, kayyum rektöre karşı yürütülen mücadelenin sınırlarının net çizilmesi, hedeften şaşılmaması ve dar taleplerde ısrarcı olunması gerektiğini savunarak; Roboski, Soma gibi hatırlatmaların, tam da iktidarın istediği oyun sahasını kuracağını, bunun da son tahlilde iktidara yarayacağını iddia ediyordu.

Bütün bu gündem ve ülke gerçekliğinden kendimizi soyutlasak, bir iktidarın geçmişte yaptıklarının hatırlatılmasının, bunların güncel bir hukuksuzluk ve akademik özgürlüğe yönelik saldırı ile bağlantısının kurulmasının iktidara nasıl yarıyor olabileceğini düşünürken buluruz kendimizi.

Örneğin, dört yıl önce yüzlerce akademisyeni bir gecede üniversitelerden ihraç etmekle, şimdilerde bir gecede rektör atayıp, diğer bir gecede iki fakülte kurmak arasında biz hiç istemesek de güçlü bir bağ var. Akademik özgürlüğe yönelik bu iki büyük saldırının arasında bağ kurmak, bugünkü mücadeleyi ve öfkeyi güçlendiren bir şey olacakken, bundan imtina etmenin mantığını nerede aramalıyız?

Yerli ve milli” bir direniş arayışı

Tuncay Birkan’ın son kitabı Sol: Evin Reddi[1] ve özellikle kitapta yer alan ilk yazı, aslında bu mantık hakkında bir şeyler söylüyor. Solun 70’lerden itibaren kendisini bu halka yerli, yani kendisinden biri olarak tanıtma çabasından, 90’larda İslamcılığa geçerek, ilk defa kendisini evinde hissetmiş eski solcu aydınların hidayetinden ve zamanla, gerçekten de, sol entelektüellerin kendilerini halkına yabancı, evinde öteki ve Batı’yla ahbap bir konumda düşünmelerinden söz ediyor. Birkan yazısında, kendimizi güvende hissettiğimiz evlerimize uyum sağlamaktansa, bu evlerden kaçmanın, ayrıksı, yabancı damgası yemek pahasına, bir görev olduğunu belirtiyor.

Aslında, Birkan’ın bahsettiği hidayete ermiş solcuların masallarından el alan iktidar ideologları da uzun bir süredir benzer bir hikâyeyi işliyor. Örneğin, iktidarın kültür dergisi Lacivert’in bir dosya konusunun başlığı şu şekilde: “Sol: Yerli mi? İthal mi?” Tabii ki dergideki yazılar, solun nasıl bu topraklara tamamen yabancı olduğunu, sadece Batı’dan ithal hedeflerle ve terimlerle konuştuğunu, bu ülkenin sıradan insanlarıyla en ufak bir muhabbetleri olmadığını ve bu nedenle kaybetmeye mahkum olduklarını anlatıyor. Bütün yazarların dilinde, buraya ait olmanın, bu milletle iç içe ve onlarla birlikte konuşmanın kibri hissediliyor.

Oysa, evden kaçmanın yanında, evi başka türlü düşünmenin de elzem olduğu ortada. Özellikle AKP iktidarının başlangıcından bu yana, yerlilik ve sol konusundaki tartışmaların, 70’lerdeki ya da 90’lardaki bağlamından oldukça farklı bir düzlemde yapılması gerekiyor. AKP’nin “Benim Milletim” retoriğiyle kurmaya çalıştığı hayali bir yerli ve milli kitle, gerçek hayatta hiç de bu kadar sabit ve homojen bir şekilde var olmuyor. Flormar, Ekmekçioğlu, PTT, Cargill işçi direnişlerinden, Boğaziçi direnişine kadar birçok toplumsal karşı çıkışta, AKP’nin hayal ettiği, sınırları titizlikle çizilmiş bir muhafazakâr yaşam tarzının yaldızları bir bir dökülüyor.

Aksu Akçaoğlu’nun Zarif ve Dinen Makbul[2] ve İrfan Özet’in Fatih-Başakşehir[3] kitaplarında ortaya serdikleri gibi, Muhafazakâr camia kendi içerisinde hem sınıfsal hem kültürel hem de politik olarak ciddi bir farklılaşma yaşıyor ve birilerinin iddia ettiği gibi AKP bu kitleyi konsolide etmenin sihirli aracını elinde bulundurmuyor (İrfan Özet,  31 Mart yerel seçimleri öncesinde yaptığımız söyleşide, Başakşehir’in değil Fatih’in İmamoğlu’na yöneleceğini söylemişti, öyle de oldu[4]).

AKP siyasetine sıkışmak

CHP, AKP’nin kurduğu bu millet tasavvuruna uzun bir süredir inanmış durumda. AKP’nin dar seçmen kitlesi denebilecek bir grup insan profilini, Cumhur İttifakı’nın bütün seçmenleriyle eşitleyen, bunu da AKP’nin “Benim Milletim” retoriğine sabitleyen bir bakış açısı, kendi siyasetini üretmek yerine, bu hayali camiaya şirin gözükmek, onları ürkütmemek üzerine bir siyasi dil kuruyor. Bu seçmen kitlesi içerisinde baş gösteren ciddi sınıfsal, kültürel ve politik çatlakları böylece görmezden geliyor ve AKP’nin kurduğu ideolojik hatta boyun eğiyor.

Boğaziçili öğrencilerin açık mektubuna geri dönersek, bu kabullenme halinin CHP yönetimiyle sınırlı kalmadığını, ne olursa olsun AKP’den kurtulmak gerektiğini düşünen, muhalif kitle tarafından da sahiplenildiğini görmek gerekiyor. Mektuba yönelik eleştiriler, zihinlerde şablonlaşmış, kırgın ama alternatif bulamayan, en ufak bir aksi gelişmede hemen küsüp mahallesine dönecek olan bir AKP’li profilini ikna etme kaygısı üzerinden yükseliyor.

Bu durum, akla Salinger’in Franny ve Zooey romanını getiriyor. Romanda, amcası Seymour, bilgi yarışmalarının kadrolu katılımcısı Franny’e sahneye çıkarken hayali bir ortalama insanı (şişman hanım) kanlı canlı zihninde canlandırmasını, ona göre hazırlanmasını ve bütün hareketlerini onu düşünerek kurgulamasını söyler. Romanın sonunda, Seymour’ın aynı şeyi Zooey’e de önerdiği, iki kardeşin, birbirlerinden habersiz, aynı hayali ortalama insanı ince ayrıntılarına kadar tahayyül ettiği, bu simgenin ikisinin hayatında önemli bir yeri olduğu ortaya çıkar.

“Aman AKP’ye yaramasın” diyenlerin zihninde böyle bir hayali ortalama AKP’li profili var kuşkusuz ve hamlelerin bu hayali kişilik düşünülerek, onu ikna etmeyi başaracak ve kesinlikle küstürmeyecek şekilde atılmasını istiyorlar. Bu, ütopik sloganlarla yola çıkanlara karşı gerçek hayatı gözeterek yapılan bir siyaset değil, AKP’nin ideolojik üstünlüğünü kabul etmek düpedüz. İktidara gerçekte olandan daha büyük bir kudret bahşetmek, onun işlediği suçları “aman ortalık karışmasın” diyerek oturup izlemek, iktidarın bu insanlar üzerindeki gücünü olsa olsa artırıyor, iktidarın içerisinde olduğu krizlerin üstünü örtüyor.

Bunun yanında, “ne olursa olsun AKP gitsin” siyaseti, başka bir siyaset icat etmek isteyen, Millet İttifakı’nın dar ufkuna hapsolmak istemeyen herkesi susturan bir işlev de yükleniyor. Bu tabloda sosyalistlere, CHP’nin ve ortaklarının politikasına artı enerji olma rolünden başka bir şey tanınmıyor.

Boğaziçi Direnişi, muhalefetin zihnindeki hayali ortalama insana göre kendini şekillendirmeyen, AKP’nin “Benim Milletim” söyleminin arkasındaki ideolojik inşayı gören, okulu saldırıya uğrarken oturup sandığı beklemeyen bir neslin var olduğunu ortaya çıkardı. Bütün nefret kampanyalarına rağmen LGBTİ+ hakları insan haklarıdır diyen başörtülü öğrenci, kendi davasını Soma direnişçileriyle ortak gören Boğaziçili, diğer okullardan Hisarüstü’ne koşan üniversiteliler, kayyum rektöre karşı sokaklara çıkan Bimeks İşçileri iktidarın kurduğu, muhalefetin sahiplendiği ideolojik hattın o kadar da güçlü olmadığını kanıtladı ve şunu söyledi: “Biz azınlık değiliz, burası bizim evimiz”.


[1] Tuncay Birkan, Sol: Evin Reddi, Metis Yayınları, 2021

[2] Aksu Akçaoğlu, Zarif ve Dinen Makbul: Muhafazakar Üst-Orta Sınıf Habitusu, İletişim Yayınları, 2018

[3] İrfan Özet, Fatih-Başakşehir: Muhafazakâr Mahallede İktidar ve Dönüşen Habitus, İletişim Yayınları, 2019

[4] “Beyaz muhafazakârların seküler kaçış yeri: Başakşehir”, T24, https://t24.com.tr/yazarlar/emre-tansu-keten-sosyal-medya/beyaz-muhafazakarlarin-sekuler-kacis-yeri-basaksehir,22233