İmdat Freni

Tarih

Kızıl Afiş’teki Troçkist: Arpen Davityan – Masis Kürkçügil

21 Şubat 1944’te, Fransa’da Nazi işgaline karşı direnişte yer alan 22 kişi kurşuna dizildi. Aralarından en tanınmış olanın adıyla “Manuşyan grubu” olarak anılıyorlardı. İmza attıkları sayısız sabotaj ve suikasta gönderme yapan, bu göçmen direnişçilerin Fransız topraklarına ne denli yabancı olduklarını ispat etme derdindeki “Suç Ordusu”[1] başlığını taşıyan ve 15 bin nüshası ülkenin duvarlarına asılan Nazi propaganda aygıtının bu afişi, umulan etkisinin tam tersini yaratarak Kızıl Afiş adıyla direniş için bir moral kaynağı ve sol kültürün bir sembolü haline gelir. Misak Manuşyan’ın ve yoldaşlarının hikayesini anlatan bir diğer yazısında, “Hayatın Kıyısından Tarihe Sıçrayanların Hikayesi”nde Masis Kürkçügil, onları şöyle tarif ediyordu: 

“Anlatılan hikâye Fransa’nın Naziler tarafından işgal edilmesi karşısında göçmen işçilerin yürüttüğü direnişin hikâyesidir. Onlar 1915’in artıkları, Orta Avrupa’dan kaçmış Yahudiler, Romanyalılar, Polonyalılar, Franco’dan kaçmış Pirenelerdeki toplama kamplarında bulunmuş, İspanya İç Savaşı’ndan arta kalmış direnişçiler, Mussolini İtalya’sında faşizme karşı savaşmış olanlar, Nazizme karşı mücadelenin belki de en zor cephelerinden birinde, Paris’te işgal altında, partizanlığı seçtiler.
Herhangi resmi bir tarihte yer almadıkları için bir tür aşağıdan, alternatif tarihin özneleri olarak zamanla silinmediler.”

Burada okuyacağınız yazıda ise Masis Kürkçügil, öldürülüşlerinin yıldönümünde bu direnişçilerinden birine, bir Troçkist olan Arpen Davityan’ın hayatına odaklanıyor.

İmdat Freni

Fransız Direniş hareketinde simgesel bir önemi olan Kızıl Afiş’le ünlenen Manuşyan grubu, infaz edilenlerin ağırlıklı olarak göçmenlerden oluşmasıyla savaş içinde enternasyonalizmin bir pratiği olarak da dikkat çekmektedir. Fransız Komünist Partisine (FKP) bağlı göçmen çalışmasının bir uzantısı olan bu hareket içinde “yabancı” bir unsur bulunmaktadır: Arpen Davityan; namı diğer Manukyan.  Yabancı oluşu Ermeniliğinden değil. 

Ekim 1943’te sırf Troçkist oldukları için İtalyan Komünist Partisinin kurucusu Pietro Tresso (Blasco) dahil, direnişe katılmış dört devrimcinin FKP tarafından katledildiği günlerde Stalin’in kamplarından kaçmış Arpen Davityan 21 Şubat 1944’te kurşuna dizilen 22 kişiden biriydi.

“Unutmayın”

Kızıl Afiş’in infaz edilenler listesinde yer alan, grubun lideri Manuşyan’ın son mektubunda “unutmayın” dediği grubun en yaşlısı Armenak Manukyan (Arpen Davityan) grubun diğer üyelerinden farklı bir geçmişe sahip olup Kızıl Ordu’da subaylık ve siyasi komiserlik yapmış bir insandı. Onu direniş hareketine katan koşullar aslında diğerlerinden çok farklı bir göçmenliğin yörüngesini çizmişti. 

Her şeyden önce bu topluluk siyaseten FKP’nin nüfuzu altında iken Sibirya sürgününden kaçmış tescilli bir Troçkist olarak gruba katılmıştı.

Arpen Davityan hakkında ayrıntılı bilgileri Manuşyan grubunda olup da yakayı kurtaran, imanlı bir Stalinist olan, Komintern’de çalışmış, Mısır’da bulunmuş, İspanya’da Uluslararası Tugay’da çarpışmış Diyarbakır kökenli Dikran Vosgeriçyan anlatıyor. Ona göre Zangezur’da 1895’te doğmuş (sahte evraklarına göre 1889’de Karabağ Şuşa’da) Arpen. Babası duvar ustası, kendisi de Tiflis’te önce makinist sonra da tipograf olarak çalışır. Vosgeriçyan’a göre aynı zamanda eğitimine önem verip yine Tiflis’teki Nersesyan Okuluna girme sınavını kazanır.

1917’de Bolşevik Partisine katılır, bir sonraki yıl Kızıl Ordu’dadır. Ardından Bakü Komününü savunan Kızıl Muhafızlar arasında yer alır ve üç kez yaralanır. Daha sonra kente gelen İngilizlerce tutuklanırsa da Tahran’a kaçmayı başarır, döner Azerbaycan’a ve muhtemelen Mayıs 1920’de Taşnakların bastırdığı Bolşevik ayaklanmasına katıldığı Ermenistan’da mücadele eder. Er olarak girdiği Kızıl Ordu’da subaylığa yükselir ve Bakü’deki Şahumyan Askeri Okulundaki kısa bir stajdan sonra siyasi komiser olur.  Bu işlevle Nisan 1920’de Yerevan’a giren Kızıl Ordu’da görev alır. 

1923’ten itibaren Tiflis’teki Transkafkasya Komünist Üniversitesinde öğrenime başlar ancak 1925’te Sol Muhalefet üyesi, Troçkist olduğu için ihraç edilir. Buradan çeşitli görevlerde bulunacağı Ermenistan’a gönderilir. 1927’de sözcüsü olduğu Sol Muhalefete karşı yapılan temizlik sırasında partiden ihraç edilir ve aynı nedenlerle 1928’de diğer Ermeni militanlarla birlikte tutuklanır. Siyasi polis GPU denetiminde önce Yerevan’a, ardından Tiflis’e, sonra da Kazakistan’a gönderilir. 1931’de buradaki Bolşevik-Leninistlerle birlikte yeniden tutuklanır, Sankt Peterburg’daki ünlü Petropavlosk hapishanesine kapatılır ve üç yıla mahkûm edilince Verkhneuralsk kampına gönderilir. Burada 1933’teki 18 günlük açlık grevine katılır.  Mahkûmiyetten sonra Özbekistan’a sürgüne gönderilir. 1934’te kaçmaya karar verir Andican’dan İran’a geçerken sınırda yakalanır ve Tebriz’de tutulur.

O zamana kadar dış dünya ile ilişkisi kesik olan Davityan Paris’te Rusların yayın faaliyetinde bulunduğu öğrenir. 1935’te Troçki’nin oğlu Lev Sedov ile bağlantıya geçer ve ona 4 Ağustos tarihli “Dünya Proletaryasına Çağrı. SSCB’de Komünist Muhalefet” başlıklı yazısını gönderir.  Bu metin SSCB’deki siyasal tutuklular üzerine ilk metinlerden biridir. Ekim 1935’te ABD’de New Militant bu metni basar. Victor Serge “Bir Devrimin Kaderi” kitabında bu yazıdan alıntılar yapar.

Troçki ve Sedov onun Avrupa’ya geçişi için gereken parayı yardımlaşmayla sağlar. Mayıs 1937’de ilkin Marsilya’ya sonra Paris’e gelir. Komünist Birlik, Armenak Manukyan adına ona bir sahte evrak sağlar ve bu kimlikle çilingir olarak hayatını kazanır. Maisons Alfort’da işçi militanları (Roland ve Yvonne Filitâre) ile birlikte kalır, yazın bir kısmını Troçki’nin yakın dostları olan, Fransa’da devrimci hareketin önemli simalarından Alfred ve Marguerite Rosmer’in Périgny’deki evinde geçirir.

Komintern ajanı olan ve Moskova ile ilişkisini kesip Troçki’ye katılmaya karar verdiğinde İsviçre’de öldürülen Ignace Reiss’ın eşi Elisabeth K., kocasının ölümünün ardından oğlu ile birlikte Paris’e geçer. Bir gün Rosmerlerde, (Arpen Davityan’ın örgüt adı olan) Tarov’a rastladıklarını oğlu babası için hazırladığı biyografide yazar. 

Haziran 1937’de Davityan’ın Moskova Duruşmalarına ilişkin Paris soruşturma komisyonuna verdiği bilgiler Troçkist yayında yankılanır. Lev Sedov’un çevresindeki Rus gruba katılsa da birkaç ay sonra buraya sızan GPU ajanlarının ağırlaştırdığı ortama dayanamayarak ayrılır (Zborowski denen ajan Sedov’un yakını olacak kadar gruba sızmıştır). Zborowski “Rus Thermidorunun Hapishanelerinde” başlığını taşıyan, Davityan’ın Tebriz’de iken yazdığı anılarının basımını engellemek için elinden geleni yapar. Davityan, Sedov’un ölümünden sonra grupla ilişkisini tamamen keser. Troçki’ye yazdığı mektupta “bizim ortamımıza yabancı bir unsur”un katıldığını ifade ederek açıkça Zborowski’ye işaret eder. 

İlkbahar 1939’da musahhihler sendikasından G. Servois’nın yardımıyla “IV. Enternasyonal’in eylem programının eleştirisine katkı” olarak takdim edilen Rusçadan çevrili Fransızca bir broşür yayınlar. Dönemin önde gelen Troçkist simalarından Rodolphe Prager’ye göre geçiş hedefleriyle acil talepler uğruna mücadeleyi reformist olarak niteleyen bu broşür iktidarın doğrudan fethini öneriyordu. Kendini Ortodoks Troçkist olarak niteleyen bu yaklaşım La Révolution Prolétarienne’de yayımlanır. Ardından iki buçuk yıl çalışacağı bir işçi kooperatifinde iş bulur ve Fransızcasını hızla ilerletir.

Otuzlu yılların sonu kırklı yılların başlarında Davityan tecrit olma halinden kurtulmak için Ermeni göçmen ortamıyla, özellikle Ermeni komünistlerle ilişkiye geçer. Bir yıl kadar Almanya’da işçi olarak çalışır. Almanya’ya giderken anılarını emanet ettiği Servois, Kızıl Afiş’ten sonra onları yok edecektir.

Almanya dönüşü Manuşyanla ilişkiye geçer. Meline Manuşyan 1942’de Misak Manuşyan’ın kendisini “bizimle beraber” diye takdim ettiğini belirtir.  Meline kendisinin Stalin karşıtı olduğunu ve SSCB’den kaçtığının bilindiğini ekler.  FKP’nin göçmen emeğine dönük sendikal-siyasal çalışması olan MOI’nin (Göçmen İşgücü) Ermeni grubuna dahil olur ve André müstear ismiyle işgale karşı büyük kentlerde gerilla mücadelesi yürüten Francs-Tireurs et Partisans [Bağımsız Nişancılar ve Partizanlar] birliğine katılır. Gruptaki diğer yoldaşların askeri eğitimi neredeyse yok iken kendisi eski bir Kızıl Ordu mensubu olarak en tecrübelisidir. Siyaseten de benzer bir durum söz konusudur. Ağustos 1943 itibarıyla çeşitli operasyonlara katılır. Bunlardan biri 28 ağustosta FTP’deki Ermeni yoldaşlarınca korunarak Boulogne-Billancourt’daki Renault fabrikasından çıkan Alman askerleriyle dolu bir kamyona el bombası atmasıydı. 5 Ekim’de Saint-Michel’deki bir operasyon sırasında vurulur. Diran Vosgeriçyan onu bir Ermeni hekime götürür.  Sonra Meline Manuşyan’ın kızkardeşi Armenuhi Asaduryan’ın yanında nekahet devresini geçirir. Daha sonra bir başka Ermeninin sayesinde bir otel odasına yerleşir. Altı hafta boyunca Meline Manuşyan ona her gün ilaç ve yiyecek götürür. Bu günlerde Arpen Davityan Meline’ye Troçkist geçmişini anlatır. Vosgeriçyan da Beyrut’ta yayımlanan Ermenice anılarında daha ilk günden onun siyasi görüşlerini bildiklerini belirtir. 

Öte yandan bir iddiaya göre Ağustos 1943’te Manuşyan grubunun Troçkist eğilimde olduğuna ilişkin bir not FKP yönetimine iletilir. Öyleyse Manuşyan ile Manukyan isimlerinin karıştırıldığı kesindir.

Kasım 1943’te Özel Kuvvetler tarafından Belleville sokağındaki evde yakalanır. 

Paris’te, 21 Şubat 1944’te gözlerinin bağlanmasını kabul etmeyerek kurşuna dizilen 22 kişiden oluşan Manuşyan grubunun mezarlığında Ermenistan Sosyalist Cumhuriyetinin bir plakası bulunmaktadır: “Senin kavga arkadaşların seni asla unutmayacaktır”. Ermenistan’da Arpen Davityan’ın, medeni haklarını kaybetmiş olan eşinin ve kızının da itibarı iade edilir.

Polonyalı, İtalyan, Macar, Rumen, İspanyol, Ermeni ve Fransızlardan oluşan Manuşyan grubu kıt imkanlarla Nazilere karşı hangi saiklerle hayatlarını direnişe adadılar diye sorulduğunda Aragon’un şiirindeki gibi “Fransa için” denmesi abestir. Şiirin kendisi tiplerinden, konuşmalarından yabancı oldukları belli olan bu insanların “yurtseverlik”le bir ilgisi olduğu iddia etse de, onların birbirlerine baktıklarında gördüklerini dile getirmek daha doğrudur: Otantik bir enternasyonalizm.

Aragon’un Kızıl Afiş şiirini Leo Ferre yorumluyor

[1] Afişte şu cümleler geçiyor: “Bunlar mı Kurtarıcı? Suç Ordusu’nun [yürüttüğü] Kurtuluş!”. Ortasında Misak Manuşyan’ın bulunduğu afişte grubun on üyesinin resminin altında hangi kökenden geldikleri (Yahudi, Ermeni, “Kızıl”…) ve ne türden suçlar işledikleri anlatılıyor. (e.d.)                

Mustafa Suphi’lerin Katli ve Cumhuriyetin Harcı – Masis Kürkçügil

Mustafa Suphi’nin 14 yoldaşıyla birlikte Karadeniz’de katledilişinin üzerinden 100 yıl geçti. İlgisi olabilecek her kesimin bilgisi dahilinde gerçekleştirilen bu planın nihai emrini kimin verdiği belgelenmediği için Marquez’in “Kırmızı Pazartesi”ne benzer bir durum söz konusu. “Sanki bütün işlerde ben tek başıma mı idim. Daha üstüme varırlarsa her şeyi olduğu gibi ortaya dökerim” diyen cinayetin faili Yahya Kahya da Temmuz 1922’de öldürülünce “herkes” elini yıkamıştır. Üstelik Yahya Kahya cinayetinde adı geçen Topal Osman da çok geçmeden öldürülüyor. Sözü edilen kişilerin bölgedeki etnik temizlikteki payı düşünülürse İttihat Terakki’den kalma ağlar ve tarzlar devam etmektedir. 

Mustafa Suphi’nin öldürülmesinden bir yıl sonra Mecliste yapılan görüşmedeki konuşmalar ise “herkesin” bu işten haberdar olduğunu göstermekte.

Mustafa Suphi’nin ve yoldaşlarının katli, Milli Mücadele’nin başlamasından itibaren tasarlanan rejimin karakteri bakımından yani “Cumhuriyetin harcı” açısından da önemlidir. Mustafa Suphi Türkiye’ye gelmeden önce de Ankara’nın temsilcileri kendisiyle görüşmüş, en son Ali Fuat Cebesoy Moskova’ya giderken Kars’ta yaptığı konuşmaları nakletmiştir. Yasal yollardan mektuplaşarak Ankara’ya gelecek bir insanın propagandadan öte bir talebi olmazken, çok açık bir biçimde ‘Türkiye’deki bey ve paşaları burjuvazi sınıfından addetmiyoruz. Bilakis halk kütlelerinin en yakın yardımcıları olarak biliyoruz…” diyen, üstelik güç ilişkilerinde bir ağırlığı bulunmayan birinin tasfiye edilmesinin nedeni –her ne kadar konjonktürel gerekçeleri varsa da– esas olarak Anadolu’daki iktidarı inşa eden güçlerin gelecek tasarımlarında sol bir muhalefetin varlığının bir ihtimal olarak dahi yer almamasıdır. (Solu herhangi bir şekilde rejime dahil etmeme yönündeki tutum İttihatçı kalıntılar ve Enver Paşa açısından da geçerliydi elbette).

Daha Eylül 1920’de Refet Bele karşısında “solun” adayı olarak çıkan Dr. Nazım Resmor Dahiliye Vekili seçildiğinde, Mustafa Kemal karşı çıkmış, kendisini kabul etmemiş ve baskı üzerine Dr. Nazım Bey iki günlük Dahiliye Vekilliğinden sonra istifa etmek zorunda kalmıştı. Bu da Meclis içinde sözü edilen solun siyasal gücünü gösteriyordu.

Mustafa Suphi cinayetinin Ethem Bey güçlerinin tasfiye edildiği, Meclis içindeki solcuların içeri tıkıldığı bir dönemde gerçekleşmesi Ankara’nın eğretilikten konsolidasyona geçtiğini göstermekteydi. Mesele yalnızca Padişah güçleri değildi; ne kadar zayıf olursa olsun mücadeleye toplumsal bir muhteva katmak niyetinde olanlar da usulünce halledilmeliydi.

“Halk Tepkisi”     

Erzurum’dan Trabzon’a uzanan güzergâh boyunca Mustafa Suphi’yi bekleyen, resmi makamların da açıkça dahil olduğu “halk” tepkisi basın aracılığıyla düzenlenirken, olmadık iftiralar Ankara’nın onayı olmadan gündeme sokulamazdı.

Gazetelerde Suphi’nin Bakü’de Türk esirlerine kötü muamele ettiği, hatta yüzlercesini, binlercesini öldürdüğü yolunda propaganda yürütülen bir dönemde her şeyden haberdar olan, “şartları çok iyi değerlendiren” resmi makamların bunlardan haberdar olmaması ihtimal dahilinde değildir. Mustafa Suphi “Kızıl Alay” diye bir miktar harp esirini silah altına aldırabilmişse bunlar yurtlarına dönmenin yollarını ararken sefaletten kurtulmak için alaya katılmışlardır; ama “iftirayı” haklı çıkaracak hiçbir bilgi, belge yoktu. Üstelik İbrahim Tali doğrudan Mustafa Suphi ile üç kez görüşüp iki tüfek ve beş yüz mermiyle bunların Anadolu’ya gönderilmesinde anlaşmıştır. Zaten Kızıl Alay Taşnak Ermenistan’ına karşı yaptığı bir saldırıdan sonra Bakü’ye geri döner, ancak bölgenin sovyetizasyonundan sonra Ermenistan yolu açılınca memlekete geçer, düzenli orduya katılır ve Ali Fuat Cebesoy’un dediğine göre Batı Cephesinde savaşırken aralarında ölenler de olur. Ancak Ali Fuat “bu asker kardeşlerimizin hiçbiri Bolşevik olmamıştır” diye ekler.

Trabzon Valisi’nin, kafilenin akıbeti hakkında Sovyet elçisinin sorusuna verdiği cevap yeterince manidardır: “… Mustafa Suphi Türk vatandaşı görünüyor. Onlar ne suretle, nereden, niçin geldiler? Valilik hiçbir şey bilmiyor. Yalnız o biliniyor ki, onlar Sibir’den, Türkistan’dan Bakü’ye gelip vatana dönmek isteyen Türk harp esirlerini tutukladılar, eziyet ettiler ve idam ettirdiler”. Vali Sibirya’da ne olduğunu biliyor ama Trabzon’dan bihaber!

Zamanlama Değil Yöneliş Önemli

Mustafa Suphi aynı dönemde tasfiye edilen Ethem Bey gibi askeri bir güce sahip olmamanın yanı sıra Meclis içinde bulunan oldukça heterojen sol çevreler gibi de herhangi bir siyasal güce dayanmıyordu. 

Ancak Ankara önce kendini konsolide etmek için olası muhalefeti tasfiye etmeyi önüne koymuştu. 

Ocak 1921’de bütün bu tasfiyeler ve cinayetler arasında hazırlanan Anayasa için, son yıllarda toplumsal muhalefet kesimlerinde rastladığımız gibi “demokratik” sıfatını kullanmak da bu güç ilişkileri içinde gerçekten gariptir. Demokratik bir idareye örnek olarak gösterilen “muhtariyet” idari bir muhtariyet olduğu gibi bu anayasaya uygun yasalar da çıkartılmadığından zaten kağıt üzerinde kalan bir husustur.

Milli Mücadele bağlamında oluşmuş olan güç ilişkilerinde, memleketteki sınıfların mevzilenmesine, aşağıdakilerin çıkarlarını gözeten bir muhalefete müsamaha yoktu. Başlangıçtaki boşlukta aykırı sesler çıkmış olsa da önce iç konsolidasyon sağlanacaktı.

‘İçimizdeki Aydınlık’: Oşin – Masis Kürkçügil

Sessiz ama sakin olmayan bir yolculuk. İlk gençliğinin heyecanıyla fark etmese de ağır ağır içine çöküyor insanın yabanlık. “Dışladığım ruhum”, “ruhumla olan didişmeler” diyordu Oşin. Gençlik ideallerinden bir kopuştan söz etmiyordu. Bu köhne dünyanın tahayyülünü karartmaktan başka bir işe yaramayacağının bilincindeydi. Ancak bir şeyler de eksik kalıyordu. Hayatının son döneminde “insan”, “insanlık halleri” ve hümanizma temel meşgalesi oldu. Giydirilmiş, doğuştan gelen ve egemenlik içeren kimliklerden arınmanın gereğinden söz ediyordu.

Dikranagerd, Tıbrevank, maden mühendisleri (okul, sendika ve meslek odası), siyaset, Agos derken farklı gibi gözüken çevrelerde aynı dostluk, sıcaklık ve alçak gönüllükle anılan bir insan için bu yolculukta bir dönemeç değil kulvar değişimi söz konusuydu.

Onun bilançosunda, döneminin Tıbrevankı’nda öğrencileri derinden etkilemiş iki hocasının büyük emeği olduğunu hep hatırlamış ve anmış. Biri herhalde onun edebiyat zevkini, şiire olan ilgisini mayalandırmış olan Sabri Altınel, diğeri fen hocası olmakla birlikte gündelik hayatıyla öğrencilerinde derin bir sevgi yaratmış olan Baron Vahan. İkisi de afrası tafrası olmayan alabildiğine emektar ve alçakgönüllü ve muhterem insanlardı.

“İçimizdeki Kara Delik”

Agos’un yazı kadrosuna Hrant Dink, iki ahpariğini katmıştı. En kıdemlisi  ANT dergisinin yazı işleri müdürlüğü gerekçesiyle  12 Mart sonrasını hapiste geçiren Ohannes Yaşar Uçar, diğeri de 12 Mart’ta Selimiye’de bulunmuş, 1980 öncesinin Demokrat gazetesinin Cihan Ateş’i, yani Oşin Çilingir. İkisi bir ara eküri olmuşlardı. İkisi de yaşadıklarını yazmadı. Agos hem ikisinin de kendilerini ifade etmelerine hem de muhabbet etmelerine vesile oldu. Kayıt düşülmemiş olmasına hayıflanmamak mümkün değil. Yine de bu vesileyle Oşin’den geriye bir kitap ağırlığında yazılar kaldı. Bir cenaze töreni vesilesiyle ölüm hakkında yazdıklarından Cumartesi Anneleri’ne, Gomidas’tan, sık sık üzerinde durduğu vicdan kavramına, su gibi akan bir yolculuk “İçimizdeki Kara Delik”. Nefret, hırs, intikam gibi duygulara inat prangalanmış insanın kurtuluşunu tartışan yazılar…

2013’te Adalı dergisine artık bir Büyükadalı olarak bir başka Adalı’nın, İdris Küçükömer’in anısına bir yazı yazdı: “Sezgisel Bilginin Ustası.” Küçükömer’in sözünü ettiği entelektüel aşka göndermede bulunarak şiirsel bir cümleyle yazıyı sonlandırdı: ‘Bu aşk İdris Küçükömer’e özgüdür.’

Oşin de kendine özgü bir yol tutturdu. 

Pandemiye rağmen mezarı başındakilerin renkliliği ona saygının bir ifadesiydi.

Kaynak: Agos http://www.agos.com.tr/tr/yazi/25191/icimizdeki-aydinlik-osin

“Kalbimizde Yeni bir Dünyayı Taşıyoruz”: Buenaventura Durruti (1896-1936)

İspanya devriminin önderlerinden, anarşist, liberter militan Buenaventura Durruti 20 Kasım 1936’da Madrid’de nereden geldiği belli olmayan bir kurşunla vurularak öldürüldü. İspanya’daki antifaşist ve devrimci mücadelenin önemli anarşist gücü CNT-FAI’nin etkili, popüler ve gerektiğinde kendi örgütüne karşı -özellikle burjuva hükümete katılımı konusunda- eleştirel de davranabilen sol-kanat yöneticilerinden olan Durruti, tarih boyunca salt anarşist hareket için değil, devrimin kararnamelerle değil kitlelerce yapılacağına inananlar için kışkırtıcı bir esin kaynağı olmuştur.

Durruti’ye ilişkin Daniel Guérin, Michael Löwy ve Olivier Besancenot’den alıntılar ve anarşist hareketin en önemli simalarından Emma Goldman’ın daha önce yayınlanmış olan bir metniyle, biz de Buenaventura Durruti’yi, bu büyük devrimciyi, fikirleriyle, yaşamıyla ve mücadelesiyle anıyoruz.

“Yıkıntılardan korkmuyoruz. Bizler inşa etme yeteneğine de sahibiz. İspanya’nın, Amerika’nın ve dünyanın dört bir köşesinin saraylarını ve şehirlerini bizler inşa ettik. Biz işçiler bunların yerini alacak şehirler inşa edebiliriz. Ve bunları çok daha iyi inşa edeceğiz; yıkıntılardan da korkmuyoruz. Tüm dünya miras kalacak bize. Burjuvazi Tarih’in sahnesini terk etmeden kendi dünyasını yakıp yıkabilir istediği gibi. Bizler kalbimizde yeni bir dünyayı taşıyoruz. Ve o şu anda bile büyümekte”.

Buenaventura Durruti

“İspanya devrimi, kısa zamanda bir yabancı müdahale ile daha da derinleşecek olan bir iç savaşın trajik koşullarına rağmen, kentte olduğu gibi kırsalda da özyönetimin dikkat çekici biçimde başarılı olabileceğini göstermiştir. Gösterdiği bir diğer şey ise hiyerarşisiz ve rütbesiz, serbest gönüllülüğe dayalı bir askeri disiplin aracılığıyla anarşist ilkelerle devrimci savaşın gereklerini uyumlulaştırmaya dönük liberter çabadır. Bu arayışı, büyük bir anarşist savaşçı hem pratiğe dökebilmiş hem de onun simgesi haline gelmiştir: Durruti”.[1]

Daniel Guérin

“Durruti, Andreu Nin ile birlikte Stalinizm tarafından ihanete uğrayan İspanya devriminin iki büyük isminden biriydi. İspanyol anarşistlerine dönük özel bir şefkat duyduğu söylenemeyecek olan Troçki, CNT’yi ‘proletaryanın en mücadeleci unsurlarının’ içinde bulunduğu ‘temel devrimci güç’ olarak görüyordu. Daha da şaşırtıcı olanı ise, Durruti’yi 1937’de, son derece sert bir şekilde eleştirdiği CNT’nin geri kalanında ayırıyor olmasıydı: ‘Neden anlayışlarımız ve eylemlerimiz arasındaki her türden yakınlık (Durruti, Andreu Nin…) stalinizmin gangsterlerini kanlı bir baskıya başvurmaya zorluyor?’

Bu ‘yakınlığa’ farklı kuşaklardan devrimci Marksistler tarafından sahip çıkılıyor. Bugün İspanya’da IV. Enternasyonal’in fikirlerini yaşatan Antikapitalist Sol’daki yoldaşlarımız için geçerlidir mesela bu. Sitelerinde Durruti’nin sözlerine bir dizi gönderme bulmak mümkün, tıpkı şunun gibi: ‘Bizler kalbimizde yeni bir dünyayı taşıyoruz’.[2]

Michael Löwy – Olivier Besancenot

Durruti Öldü, Yine de Yaşıyor![3]

Emma Goldman

Bir ay önce Madrid sokaklarında mücadelede gördüğüm Durruti yaşamını yitirdi.

İspanya’daki devrimci ve anarşist hareketin bu fırtınalı kuşağına dair önceki bilgilerim sadece yaptığım okumalara dayanıyordu. Barselona’ya vardığımda Durruti ve onun birliği hakkında birçok büyüleyici hikaye öğrendim. Bu hikayeler beni Durruti’nin faşizme karşı cesur ve yürekli milislerle birlikte mücadele ettiği Aragon cephesine gitmeye teşvik etti.

Uzun ve zorlu bir yol aşarak Durruti’nin bulunduğu karargaha akşama doğru tükenmiş bir halde geldim. Durruti ile birkaç dakika geçirmek canlandırıcı ve dinçleştirici bir iksir gibiydi. Montserrat kayalarından yontulmuş gibi güçlü vücuduyla Durruti, İspanya’ya geldiğimden beri gördüğüm anarşistler arasında en dikkat çekici figürlerden biriydi. Beni heyecanlandıran olağanüstü enerjisi, yakınındaki herkesi etkiliyor gibi görünüyordu.

Durruti’yi faaliyetin gerçek arı kovanında buldum. İnsanlar geldiler ve gittiler, telefonlar sürekli Durruti için çalıyordu. O sırada yeni, ahşap bir kulübe inşa eden işçilerin çekiç sesleri sağır ediciydi. Bütün bu gürültünün ve sürekli çalan telefonların arasında Durruti sakin ve sabırlıydı. Faşizme karşı ölüm kalım mücadelesi veren birinden zerafet ve sıcakkanlılık beklemiyordum ama beni sanki hayatı boyunca tanıyormuş gibi karşıladı.

Durruti’nin adıyla anılan birliğin ustalığı hakkında çok şey duymuştum. Daha önce en ufak askeri eğitimi ya da deneyimi olmayan 10,000 gönüllüyü askeri disiplin olmaksızın nasıl bir arada tutmayı başardığını öğrenmek konusunda oldukça meraklıydım. Durruti benim gibi yaşlı bir anarşistin bu soruyu sormasına şaşırmış görünüyordu.

“Bütün hayatım boyunca anarşisttim.” diye cevapladı. “Öyle de kaldığımı umuyorum. Doğrusu iyice düşünmem gerekiyor, askeri sopasıyla milislerini yöneten bir generale mi dönüştüm? Bize gönüllü olarak katıldılar, antifaşist mücadelemizde yaşamlarını ortaya koymaya hazırlar. Özgürlüğe -her zaman olduğu gibi- inanıyorum. Sorumluluk duygusuna dayanan bir özgürlük. Disiplinin zaruri olduğunu düşünüyorum ama ortak bir amaç ve güçlü bir yoldaşlık duygusuyla motive edilen bir ‘iç disiplin’in.” İnsanların güvenini ve bağlılığını kazanmıştı çünkü hiç kimseyle ast-üst ilişkisi kurmamıştı. O, onlardan biriydi. Onlar gibi yemek yiyor, onlar gibi uyuyordu. Kendi payına düşen yemeği, genellikle zayıf ve hasta olanlar için reddediyor; onların daha fazla ihtiyacı olduğunu söylüyordu. Her savaşta onlarla aynı tehlikeleri paylaşıyordu. Durruti’nin başarısının sırrı kesinlikle birliğiydi. İnsanlar ona hayrandı. Sadece talimatlarını yerine getirmiyorlardı, faşizmi geri püskürtmek için en tehlikeli girişimlerde bile onu takip etmeye hazırlardı.

Oraya vardığım akşam, ertesi sabah gerçekleştirecekleri atağa hazırlanıyorlardı. Şafakla beraber bütün milisler gibi Durruti de omzunda tüfeğiyle yola koyuldu. Birliği ile birlikte faşistleri dört kilometre geri püskürttüler. Ayrıca düşmanın kaçarken arkasında bıraktığı kayda değer miktardaki cephaneliği de ele geçirmeyi başardılar.

Durruti’nin insanlar üzerindeki etkisinin tek açıklaması eşitliğe dayanan ahlak anlayışı değildi. Bir tane daha vardı; milislerde antifaşist mücadelenin derin anlamına dair farkındalık yaratabilme kapasitesi. Bu derin anlamı kendi yaşamında içselleştirmiş ve bunu yoksullara, ezilenlere aktarmayı öğrenmişti.

Durruti bana, cephede en çok ihtiyaç duyulduğu sırada izin isteyen milislere nasıl bir yaklaşım sergilediğini anlattı. İnsanlar belli ki onu iyi tanıyordu. Kararlılığını, çelikten iradesini biliyorlardı. Ama sert görünüşünün altında gizli olan duygudaşlığını ve nezaketini de biliyorlardı. İnsanlar ona evde hasta çocukları, eşleri olduğunu söylediğinde Durruti onlara nasıl karşı koyabilirdi ki?

Durruti, Temmuz 1936’nın şanlı günlerinden önce vahşi bir canavar gibi ülkeden ülkeye izi sürülen. Bir suçlu gibi hapishaneye kapatılan. Hatta idama mahkum edilen. Nefret edilen anarşist; uğursuz tiranlığın, burjuvazinin, kilisenin ve devletin nefret ettiği. Bütün kapitalist şeytanların “hissedebilme yetisinden uzak evsiz berduş” ilan ettiği Durruti. Onu ne kadar az tanımışlar. Onun sevgi dolu kalbini ne kadar az anlamışlar.

Hiçbir zaman yoldaşlarının ihtiyaçlarına kayıtsız kalmamıştı. Şimdi ise faşizme karşı devrimi savunan mücadelede herkesin yanında olmasına ihtiyacı vardı. Kesinlikle zor bir durumdu bu. Ancak Durruti’nin yaratıcılığı bütün zorlukların üstesinden geldi. Bütün kederli hikayeleri sabırla dinledi ve yoksullar arasındaki hastalığın sebeplerini ortaya koydu; fazla çalışma, yetersiz beslenme, havasızlık, neşesizlik…

“Görmüyor musun yoldaş? Seninle benim verdiğimiz mücadele devrimimizi savunmak için, devrimimizse yoksulların acılarını ortadan kaldırmak için. Faşist düşmanlarımızı yenmeliyiz. Kazanmalıyız. Sen bunun önemli bir parçasısın. Görmüyor musun, yoldaş?” Durruti’nin yoldaşları ‘gördü’ ve mücadeleyi sürdürdü.

Anarşist Durruti, bilgisini kendisine saklamayan, düşünceli ve hassasiyet sahibi bir yoldaş, hepsi bir arada. Ve şimdi Durruti öldü Kalbi artık atmıyor. Güçlü vücudu kocaman bir çınar gibi devrildi. Ama hayır, Durruti henüz ölmedi. 22 Kasım 1936 Pazar günü Durruti’ye karşı son görevini yerine getiren yüzbinlerce kişi buna tanıklık etti.

Hayır Durruti ölmedi. O’nun alevli ruhunun ateşi kendisini tanıyan herkesi heyecanlandırmıştır. Ve içimizdeki bu ateş asla söndürülemez. Yoldaşları, Durruti’nin elinden düşen ateşi kaldırdılar bile. Durruti’nin yıllar boyunca aydınlattığı yolda şimdi onlar taşıyor meşaleyi, coşkuyla. Durruti’nin idealinin zirvesine giden yolda. Bu ideal, Durruti’nin yaşamının tutkusu olan anarşizmdi. Son anına kadar anarşizm için yapması gerekeni yaptı, son nefesine kadar bu ideale sadık kaldı.

Onları ziyaretim sırasında güvenliğim için duyduğu endişe, Durruti’nin hassasiyetini apaçık gösteriyordu. Birliğin bulunduğu yerde geceyi geçirebileceğim bir yer yoktu. En yakın köy Pina’ydı. Ama Pina defalarca faşistler tarafından bombalanmıştı. Durruti beni oraya gönderme fikrinden tiksindi. Ben orada kalabileceğim konusunda ısrar ettim. Herkes bir gün ölür. Yüzünden okunuyordu, yaşlı yoldaşının korkmaması sebebiyle gururlandığı. Koruma altında gitmeme yol verdi.

Ona minnettardım çünkü Pina’ya gitmek bana az rastlanır bir şans -onun birlikteki diğer yoldaşlarla ve köylülerle tanışma şansı- verdi. Faşizmin birçok kez kurban etmeyi denediği bu insanların ruhu en etkileyici olandı.

Düşman Pina’nın yakınında, hemen derenin karşı tarafındaydı. Ama o insanlar arasında korkudan ya da acizlikten eser yoktu. Korkusuzca dövüştüler. “Faşizmle yönetilmektense ölürüz.” dediler “Tek birimiz kalana dek Durruti ile birlikte antifaşist saflarda mücadele ederiz.”

Pina’da sekiz yaşlarında bir çocukla tanıştım, faşist bir ailenin ayak işlerinde koşturulmuş yetim bir çocukla. Küçük elleri kıpkırmızıydı ve şişmişti. Gözleri dehşet doluydu, Franco’nun paralı askerleri tarafından yaşatılan korkunç travmalarla dolu. Pina halkı oldukça yoksuldu. Herkes bu kötü muameleye maruz kalmış çocuğa daha önce görmediği ilgiyi ve şefkati gösteriyordu.

Avrupa basını, antifaşist mücadelenin başından beri, İspanyol özgürlük savaşçılarına çamur ve iftira atmak konusunda birbiriyle yarışıyor. Avrupa faşizmi, geçtiğimiz dört ay boyunca devrimci güçlerin yayınladığı, detayları vahşete varan raporları yazmadı elbette. Bu “sarı” sayfaların okurları her gün (faşist saldırılardan hiç bahsedilmeden!) Barselona ve diğer kentlerdeki isyanlara ve bozulan düzene dair haberlerle kandırıldı.

Katalonya, Aragon ve Levante’nin tamamını dolaşmış; yoldaki bütün kentlere ve köylere uğramış biri olarak tanıklık edebilirim ki İngiliz ve Avrupa basınından okuduğum şeyin insanın kanını donduran gerçeklikle en ufak bir alakası yok. Bunun son örneği, antifaşist mücadelenin cesur anarşisti Buenaventura Durruti’nin ölümünün ardından yayınlanan haberdir. Bu son derece saçma açıklamaya göre Durruti’nin ölümü ile birlikte Barselona’daki yoldaşları arasında son derece şiddetli bir ihtilaf ortaya çıkmış.

Bu absürd haberi kim yazdıysa Barselona’da hiç bulunmamış demektir. Buenaventura Durruti’nin CNT ve FAI üyelerinin yüreklerindeki yeri hakkında hiçbir fikri yok demektir. Aslında yüreklerindeki yeri ve -fikir farklılıklarına bakılmasızın- onun politik ve sosyal alandaki düşüncelerinin nasıl değerlendirildiği hakkında.

Gerçekte olan şuydu; Durruti’nin ölüm haberinin alındığı andan defnedildiği ana kadar Katalonya cepheleri -daha önce hiç olmadığı kadar- yekvücut oldu.

İspanyol faşizmine karşı mücadele eden her politik eğilimden her bir örgüt Buenaventura Durruti’ye olan saygısını göstermek için çağrıda bulundu. Yalnızca Durruti’nin yoldaşları ya da antifaşist mücadelenin yüzbinlerce müttefiki değil Barselona nüfusunun neredeyse tamamı, ardı arkası kesilmeyen bir insan seli oluşturmuştu. 

Hepsi uzun ve zahmetli defin sürecinde rol almaya geldi. Barselona asla bu kadar sessiz, kederli ama tam anlamıyla ahenk içinde bir insan akınına sahne olmamıştı.

Durruti’nin yoldaşlarına gelince; onunla aynı idealleri paylaşan, onunla birlikte mücadele eden cesur yoldaşlarına. Onların sevgisi, özverisi ve saygısı herhangi bir ihtilafa ya da uyumsuzluğa yer bırakmıyordu. Onlar da Durruti’nin uğruna yaşadığı ve son nefesini verdiği faşizme karşı mücadelenin farkındalığıyla, devrimi gerçekleştirme kararlılığıyla yas tuttular.

Hayır, Durruti ölmedi. Hayatta olduğundan daha çok yaşıyor. Onun deneyimi Katalan işçileri ve köylüleri tarafından, ezilenler tarafından sahiplenildi. Durruti’nin cesareti ve dayanıklılığı, faşizm yok edilene dek onlara eşlik edecek. Sonra asıl iş başlayacak. Yeni sosyal yapıyı insani değerler üzerine, adalet ve özgürlük üzerine kurma işi.

Hayır, hayır Durruti ölmedi! Daima bizimle birlikte.


[1] Pour un communisme libertaire, Spartacus, 2003.

[2] Affinités révolutionnaires. Nos étoiles rouges et noires, Mille et Une Nuits, 2014. Troçki’nin buradaki sözleri için bkz Lev Troçki, İspanyol Devrimi (1931-1939), çeviri: Emrah Dinç, Umut Konuş, Yazın yayıncılık, 2000. 

[3] Bu yazı daha önce meydan.org sitesinde yayınlanmıştır. 

Altmışlarda Sosyalist Hareketin Oluşumu – VIII: Tartışmaların Dökümü – Masis Kürkçügil

Masis Kürkçügil’in 2006’da kaleme almış olduğu ve altmışlı yılların başından 12 Mart’a kadar, kendisinin de fiilen içinde bulunduğu sosyalist hareketin gelişimini programatik zemin, siyasal saflaşmalar ve işçi hareketiyle ilintisi bağlamında ele aldığı bu kapsamlı değerlendirmeyi bölümler halinde İmdat Freni okurlarının ilgisine sunuyoruz. Önceki bölüme şuradan ulaşabilirsiniz. 

Bu dönemdeki sosyalist kültürümüzün manzarayı umumiyesi için Çetin Yetkin’in Soldaki Bölünmeler kitabı yeterince anlamlıdır. 15-16 Haziran öncesi hazırlanan ve daha genel bir ibare ile 12 Mart sonrasında bir dizi hareketin sahiplendiği çizgiler henüz biçimlenmeden yapılan görüşmeleri de içeren bu kitaptaki tartışmalar bir dönemin bilançosu için malzemenin beş aşağı beş yukarı ne olduğunu göstermektedir. 

Tarık Zafer’in Meşrutiyet için Cumhuriyetin laboratuvarı demesi gibi altmışlı yılları da sosyalist hareketin sonrasının bir laboratuvarı gibi görmek oldukça yaygın. Ancak bu laboratuvara bakıldığında deneylerin el yordamıyla yapıldığı, önceden hazırlanmış birtakım siyasal görüşlerin ve hele hele gelişkin bir programın ve iktidar perspektifinin bulunmadığı gözlenmekte. Bir önceki ve bir sonraki dönemden farklı olarak ise bu dönemin başlarında kalem oynatanların önemli bir kısmı Marksizmin rahlei tedrisinden geçmemiş olsalar da hiç değilse kendi alanlarında toplumda hatırı sayılır aydınlar (gazeteci, yazar, hukukçu, mimar olarak mesleklerinin erbabı; Marksizmle tanışıklıkları sınırlı olsa da memleket meseleleri hakkında donanımlı) iken ilk kez açıkça bugünlerde yola yeni çıkanlar da görülür.  

Kabaca altmışların tartışma konuları şöyle özetlenebilir:

Gelenek: Bu genel olarak dünya sosyalist geleneğinden çok eski tüfeklerle ilişkilidir. Yoksa kimsenin Gramscici veya Luxemburgcu diye nitelendiği sanılmasın. TKP’nin kemik kadrosu TİP’in gelişiminin dışında kalınca bir tür hak iddiasında bulunmuşlar, TİP’liler de onları dıştalamanın yollarını aramışlardır. Ancak tasnifi daha kategorik hale getiren Dr. Hikmet Kıvılcımlı en eskilik mertebesini kendisine ve Şefik Hüsnü’ye ayırarak, eski, yeni ve en yeni diye siyasi olmaktan hayli uzak bir rütbe ayarlamasıyla bu işin ne kadar gayrı siyasi olduğunu göstermiştir (Rusya’da olsa en eski Plehanov olacaktır!). TİP’in gelişimine kadar bütün bu ayrımların siyasi anlam ve önemi ise açıkta kalmaktadır. Hatta Şefik Hüsnü ile Dr. Hikmet’i değil Mihri Belli’yi yan yana getirmek belki daha makuldür.

Toplumsal formasyon/sınıfların konumlanışı: Altmışlı yılların en önemli tartışmalarından birini oluşturmakta. O günlerde, geride ciddiye alınabilir herhangi bir çalışma bulunmadığından Türkiye’de kapitalizmin gelişme seyri ve ondan önce de Osmanlı toplum yapısı üzerine bir tartışma neredeyse hayati bir önem kazanmıştır. Aslında tartışmanın masumiyetinin göstergesi çığır açıcı tartışmanın mantıken olması gereken en son yerde Yön dergisinde başlamış olmasıdır. Selahattin Hilav’ın başlattığı tartışma o gün itibarı ile siyasal sonuçları kestirilmese de Kemalist geleneğin zeminini sorgulamaktadır. Bu tartışma kapitalizmin gelişkinliği, dolayısıyla milli burjuvazinin varlığı yokluğu ve Kemalistlerle ittifak meselesine kadar uzanmıştır. Osmanlı toplum yapısını merkezi feodal olarak görmeyenler ülkenin yarı feodal olmadığını, milli burjuvazinin bulunmadığını ve de asker sivil aydın zümrenin hayırlı bir şey addedilemeyeceği konusunda büyük miktarda hemfikirdirler. Toplumun tarihinde kapitalist ilişkilerin sıçrama kaydettiği bir dönemde nesnel gerçekliği irdelemekten aciz, kafasındaki kırk yıllık yarı-feodal, yarı-sömürge şablonu hayata dayatan bir siyasetin acısı sonraki yıllarda da çekilecektir.

Mücadele: Sınıfların konumlanışını değerlendirmeye göre ille de şart olmamasına rağmen sınıf mücadelesindeki taraflar ve buna uygun ittifaklar çizilmektedir. Gecikmiş ve yarım kalmış bir demokratik (burjuva) devrimin sahibi milli burjuvaziyi es geçerek yapılamayacağı göz önüne alınırken, örneğin Rusya’dakine benzer bir liberal burjuvaziden bile söz edilemeyecek bir ortamda Kemalistler, asker-sivil aydın zümre başlığı altında kategorileştirilerek acilen öncülüğe görevlendirilmişlerdir (Milli burjuvazi örneklemeleri ise makarna ve şarap sektörü ile sınırlı kalmıştır!). TİP’te somutlanan genel hat ise bu karmaşık yollara sapmadan işçi sınıfının öncülüğünde sosyalizmi kurma hedefidir. Ancak bu hedefe ilişkin yollar kurumsal çerçeve içinde doğrusal gelişmeden ibarettir. Sosyalizm sınırlı bir çevreye sesleneceğinden seçmenin toplumsal-sınıfsal bileşiminde kırsala doğru bir genişleme makul görülür ve böylece köylülük umut haline gelir.

Siyasal ortamın değerlendirilmesi konusunda ortaklaşılan 27 Mayıs kutsaması olsa da buradan çıkan sonuç tam ters noktalara uzanmaktadır. Anayasanın tam olarak uygulanması ilkesinde anlaşık olanlardan TİP örneğin 1965 seçimlerinden sonra 1969’da başa güreşmeyi mümkün görürken, MDD’ciler Filipin tipi demokraside sosyalist bir mücadele verilemeyeceğini söylemeye kadar vardırmaktadırlar (bu kesim Ekim 1970 tarihinde yine de bir yasal parti kurma girişiminde bulanarak yıllardır söylediklerini tekzip etmek durumunda kalmıştır). Ancak gündelik eylem hattı meselesinde TİP özellikle meşruiyet sınırları içinde kalmaya özen gösterirken MDD’ciler bu namüsait ahval ve şerait altında toplumsal talepler çerçevesinde değil de polisle çatışma türünden sokak eylemlerini mümkün ve gerekli görebilmektedirler.

Milli Demokratik Devrim ve Sosyalist Devrim tartışması bir program tartışması değildir (program meselesini TİP’te ilk önemseyenlerden İdris Küçükömer 1968 kongresinde her kanadın katılımıyla programın sosyalist bir program haline getirilmesini önerir). Çünkü esas olarak her iki kesim de demokratik görevlerin ağırlıkta olduğu bir “devrim”den söz etmektedirler. Tabii ki bu devrimin öznesinin, öncüsünün kim olacağı her iki cenahta zıt yorumlara neden olmuştur. Ancak devlet ve devrim babında, devrimcilerin devletle bir kan uyuşmazlıkları olduğu söylenemez.

Altmışlı yıllardaki sınıf mücadelesi yeni bir evreye doğru evrilirken eski dönemin emektarları, kırklı ve ellili yıllarda siyasal formasyonlarını almış olanlar bu gelişme dinamiğinin dışında eski ve büyük miktarda kendiliğinden tükenmiş sorunsalların çerçevesine sıkışıp kalmışlardır. Ancak yeni evrenin sözcüleri gibi gözükenlerin de kendi deneyimlerini gerçekleştirebilme aralığının darlığı ve hazırlıksızlıkları aslında bir sonraki evreye, yani yetmişli yıllara taşınan siyasal ve ideolojik mirasın on yılın birikimiyle orantısız derecede zayıf olmasını getirdi. 

Model arayışı: Yetmişli yılların eşiğine kadar bir model tartışması yoktur. İlginç bir biçimde geleneksel olması gereken Ekim modeli Maoizmin keşfedilmesine denk gelen dönemde benimsendiğinden değil rekabet olsun diye ortaya çıkmıştır. Aslında Milli Demokratik Devrim-Sosyalist Devrim tartışması ittifaklar politikası açısından belli farklılıklar taşısa da, cuntacılık aradan çıkarıldığında birdenbire anlamsızlaşır. Hem TİP’in programının sosyalist bir program olmaması hem de 1965 seçimlerinden çıkarılan dersler doğrultusunda giderek köylülüğe önem verilmesi nedeniyle zaten mevcut durumla sosyalist devrim arasında bir köprü kurmaktan uzak olan talepler demokratik düzeyle sınırlı kalmaktadır.  Esas farklılıklar program meselesinde ve hatta sınıfların mevzilenmesinde, toplumsal formasyon değerlendirmesinde değil mücadele tarzındadır. Yoksa iki Stalinist hizbin demokratik devrim-sosyalist devrim tartışması dünyanın herhangi bir yerinde rastlanmayan tarihsel bir garabettir. Bu garabetin bir uzantısı bugün de bu geleneği sürdürdüklerini iddia edenlerde görülmektedir.

Model arayışında partikülarizme dudak ısırtan bir olay Maoizmin başına gelenlerdir. 1967 Kültür Devrimi’nin yarattığı ortamda Maoizmin yeni çehresini irdelemekten aciz olanlar tarihte belki de ilk ve son kez Stalin’den Leninizmin ilkeleri ile, Kültür Devrimi Maoizmiyle Guevarizmi yan yana getirmişler, Kemalizmi de ihmal etmeyerek radikal bir sol harekete girişmişlerdir.

Maoizmin Türkiye’de varolan ideolojik kalıplara göre nasıl çarpıtıldığına ilişkin “içeriden” bir değerlendirme var.[1]Kabaca Kemalist önkabullerin aslında Maoist olmaktan çok Menşevik bile olmayan bir zihniyetle sürdürüldüğü ilk Maoist çıkışlar sözde radikal gibi gözükse de fiiliyatta karşı çıktığı TİP’in her açıdan sağında yer almaktaydı. Radikal Maoist akımlar ise –örneğin TİKKO– başta yapısal tespitlerde değil mücadele tarzında esas olarak farklılaşmışlardır. Bu kesimin, Kemalizm konusunda kopuşları önemli olmakla birlikte resmi Maoizmin neredeyse statükoyu meşrulaştıran hegemonyasına karşı her hâl ve şerait altında kelam etmenin yerine mücadeleye yönelmeleri önemli olmuştur. (Maoist kesimde, bugün de aşağıdan siyaset yapmanın yollarını arayanların büyük politika yapma geleneğinden gelmediği hatırlanmalıdır.)


[1] Aydın Çubukçu, Praksis, Sayı 6.

Altmışlarda Sosyalist Hareketin Oluşumu-VII: 1968’in “a la turca”lığı ve MDD’nin Yükselişi – Masis Kürkçügil

Masis Kürkçügil’in 2006’da kaleme almış olduğu ve altmışlı yılların başından 12 Mart’a kadar, kendisinin de fiilen içinde bulunduğu sosyalist hareketin gelişimini programatik zemin, siyasal saflaşmalar ve işçi hareketiyle ilintisi bağlamında ele aldığı bu kapsamlı değerlendirmeyi bölümler halinde İmdat Freni okurlarının ilgisine sunuyoruz. Önceki bölüme şuradan ulaşabilirsiniz.

1968 sonrası gençlik radikalizasyonu nesnel gerçeklikten hareketle değil, kendini nasıl gördüğü ve sandığından hareketle ihtiyacına uygun tartışmaları öne çıkartmış ve başka ülkelerdeki 68’in aksine hızla “aykırı” tartışmaları mahkûm ederek oldukça basit bir reçete ile harekât planı hazırlamaya varmıştır. Radikalizmin ölçütleri neler olabilirse onlarla bakıldığında bir “sanki” durumu vardır. 

Dünyanın birçok ülkesine bakarak 68 öğrenci olayları başlangıçta kendi alanı ile sınırlı kalmış, toplumun diğer kesimlerinin sorunlarıyla kendi sorunlarını birleştirecek bir özelliğe sahip olmamıştır. Hızla hafızalardan silinen Hukuk Fakültesinde şiar “sağ sol yok boykot var”dır. Üniversite işgali hükümet tarafından neredeyse makul karşılanmış, herhangi bir baskı uygulanmamıştır. Üniversite işgalinden ziyade temmuz ayında ABD 6. Filosunun İstanbul’a gelişi ile çıkan olaylar Vedat Demircioğlu’nun öldürülmesiyle sonuçlanınca birden hareket radikal bir boyut kazanmıştır.

Gençlik hareketi serpilirken, TİP’in durumunu en iyi belirten dönemin en tanınmış öğrenci önderi Harun Karadeniz’in şubat 1969 eylemlilikleri vesilesi ile söylediği şu sözlerdir: “Özellikle TİP ortalarda yoktu. Daha doğrusu bizimle hiç ilgisi yoktu.”[1]  

Gençlik hareketinin radikalleşmesinde esen rüzgârın yanı sıra kısa vadeli bir darbe beklentisi de egemendi. Sanki iktidar kesindi de TİP Aybar’ın dediği gibi 1969’da başa güreşerek mi bu işi yapacaktı, yoksa gençlerin hazırlayacağı bir 28 Nisan, 27 Mayıs’ın tekrarı mı olacaktı! TİP’in içe kapanması karşısında böylesi bir beklentinin de umutlandırdığı gençlik radikalizasyonu Kemalizme iyice bulanmış bir sosyalizmin verdiği meşruiyetle harekette bereket aramaktaydı.[2]

MDD’nin ilk zaferi TİP’in denetiminde 1965’de kurulan FKF’de genel başkanlığı Doğu Perinçek’in kazanmasıyla gerçekleşir. Bir yıl içinde bu örgütte MDD’ci olmayan barınamayacaktır. MDD’nin daha sonraki çeşitlenmesine bakarak denebilir ki Mihri Belli egemenliğinde bütünlüğün sağlandığı ilk ve tek dönemdir bu. 

1968’in hızla unutulan bir özelliği Temmuz ayında başlayan fabrika işgalleri olmuştur.[3] 15-16 Haziran da dahil olmak üzere kendiliğinden eylemler sendika bürokrasisini aşabilmişken sosyalist solun strateji tartışmalarında bu gelişmeler anlamlı görülmemiştir.[4] Olası bir buluşmada eylem içinde karşılıklı olarak öğrenme imkânı değerlendirilmemiş ve ancak 12 Mart sonrasında sendika bürokrasisi tabanı üzerinde ciddi bir denetim uygulayabilmiştir, bir başka açıdan sendika bürokrasisi işçiler için siyaseten kendine yeterli görünen bir sendika fetişizmi yaratarak onları bir anlamda kilitlemiş, doyurmuştur.

Gençlik hareketindeki radikalleşmeye paralel olarak TİP krizdeyken ve bu krizden sendikacılar da nasiplenirlerken işçi hareketi de kendince bir radikalleşmenin içindedir. Bunun bir göstergesi hem işçi hareketi ve hem de sosyalist hareket açısından 12 Mart öncesindeki önemli bir dönemeç noktası olan 16 Şubat 1969 günü yapılan ve tarihe “Kanlı Pazar” olarak geçmesine rağmen esas adı “Emperyalizme Karşı işçi Yürüyüşü” olan gösteridir. Kanlı Pazar’a 40 bin kişi katıldığı söylenmekte. Bu rakamın içinde önemli oranda işçi bulunmakta ve her türden solcu da birlikte yer almaktadır. 15-16 Haziran olaylarına herkes kendince katılmıştır, orada fiili bir birliktelik vardır, ancak Kanlı Pazar’da son kez farklı kesimler, yoğun bir işçi katılımıyla ABD 6. Filosuna karşı ortak bir eylemlilik içinde yer almışlardır. 

1968-1969’daki grev ve işgal dalgasına yeniden bakıldığında 15-16 Haziran olaylarına yapılan yığınağın bir günde oluşmadığı anlaşılabilir.[5] Kanlı Pazar işçi hareketinde bir gerilemeye neden olmamış, ancak siyasal düzeyde sendikacıların geri çekilmesi, TİP’in krize girmesi, gençlik hareketinin kendi içinde bölünmeye başlamasıyla kendini ifade edebilecek bir alan oluşturamamıştır.

Türkiye’de 68’in düşünsel bir Rönesans olmamasının nedenlerini, bir radikalleşme ihtiyacı belirdiğinde o güne kadar var olan düşünsel birikimin yetersizliğinin bir tür eylem şablonlarıyla ikame edilmesinde arayabiliriz. 

Radikalleşmenin maddi zeminini anlamak için DP’den gelip AP ile devam eden cephenin bugüne kadar devam eden parçalanmışlığının, çeşitlenmesinin (DP, MNP) bu yıllarda başladığını hatırlamak yeterli. Toplumda derin bir siyasal anaforun belirmesi kimine göre 12 Mart’ın Genel Kurmay Başkanı Memduh Tağmaç’ın sözüyle toplumsal uyanışa bağlanabilir. Ancak henüz ekonomik ve toplumsal bir krizin baş göstermediği bir ortamda anaforu toplumsal-sınıfsal ayrışmaya ve dolayısıyla beklentilerin daha keskin ifadesine bağlamak gerekecektir. Siyasal partiler yelpazesindeki renklilik eski iktidar bloğunun çatladığını, ancak yenisi için yeterli gücün henüz belirmediğinin göstergesiydi. Üstelik bu çatırdama merkez soldan bir baskıyla veya sosyalist hareketin yükselişiyle değil içerden gerçekleşiyordu. 

Soldaki parçalanmanın da buna paralel bir seyir mi izlediği yoksa yeni bir başlangıç için eski konum ve yapılanmalarından mı arındığı tartışmalıdır. Ancak altmışların bütününe bakıldığında 12 Mart günleri solun en güçlü değil en zayıf olduğu günleri göstermektedir. 1969’dan 12 Mart’a halkın nabzının sola meylettiğini gösterir bir belirti yok. Ancak yukarıdakiler arasındaki bu çatırdamaya paralel değilse bile neredeyse eşzamanlı olarak sosyalist solda dağılma, yeniden derlenme ve her seferinde daha da küçülen bir kesimle iş görme hali vardır.

69’dan itibaren gençlik hareketinde bir yükseliş değil parçalanma süreci izlemek mümkündür. 68’de herkes ayrımlarıyla birliktedir; 69’da MDD-Sosyalist Devrim saflaşması keskinleşir (TİP içinde tasfiyecilikten şikâyet edenler ele geçirdikleri ilk iktidar deneyiminde aynı yola başvurmakta bir an bile tereddüt etmezler).[6] Ancak hızla ne MDD içinde bir birlik kalır ne de sosyalist devrim diyenlerin arasında; yetmiş sonrasına tohumluk veren bu dağılma 15-16 Haziran 1970 işçi eylemlerine rağmen yeniden gözden geçirilmez. 15-16 Haziran olaylarının 12 Mart öncesi sosyalist hareket açısından bir turnusol işlevi görebileceği rahatlıkla söylenebilir. Bir olayın hazırlayıcısı olunmasa da hiç değilse içinde fiilen yer aldıktan ve sonuçlarını bizzat yaşadıktan sonra zihniyetinin zerre kadar etkilenmediği ender durumlardan biridir bu olay.

Kısa bir özetlemeyle, Ekim 1969’da FKF’nin adı Dev-Genç olarak değiştirildiğinde zaten MDD egemenliği kesindi. Kasım ayında ise Aybar genel başkanlıktan istifa ediyordu. Bir iki ay sonra Kürtler de TİP’ten geri çekilmeye başlamışlardı.[7] 1969 seçimlerinin hayal kırıklığı var olan parti içi gerilimleri artırmış ve TİP bir bakıma artık sonun başlangıcına doğru yol almıştır. MDD ise tarihinin zirve noktasındadır, ancak gençlik dışında ilişkileri oldukça sınırlı olduğu gibi kendi içindeki gerilimler de hızla TİP’le çatışmasını aratmayacak düzeye çıkmaktadır.

Ekim 1969’daki Dev-Genç kongresinden sonra bir yanda Mihri Belli ve daha sonra ondan ayrılarak THKP’yi oluşturacak olanlar birkaç ay içinde Doğu Perinçek ve çevresinden koparlar (Aydınlık dergisinin 15. sayısı böylece iki ayrı dergi olarak yayınlanır: Proleter Devrimci ve Aydınlık Sosyalist Dergi -ayrılık sonrası kapak renklerinden dolayı Bolşevizm-Menşevizmi aratmayacak bir kırmızı-beyaz Aydınlık rekabeti oluşur). Geride kalanların birliği çok fazla sürmeyecek, daha sonra THKP kadrolarını oluşturanlar Aydınlık Sosyalist Dergiye Açık Mektup (yayını Ocak 1971!) metnini yayınlayarak Mihri Belli’den kopacaklardır. Aslında Ekim 1970 Dev-Genç kongresinde Ankara ve İstanbul fiilen ayrı ayrı kendi organlarını oluşturmuşlardır. Bu arada THKO ayrı bir seyir izlerken, Dr. Hikmet Kıvılcımlı da aynı anda her iki Aydınlık ve bir süredir demokratik devrimci kesilen ANT’a yazmayı ihmal etmeden bir çevre edinmektedir. THKP kadrolarını oluşturanlar nezdinde bütün bu süre boyunca Dr. Hikmet’in itibarı sürecek ve Mihri Belli’ye yönelik polemiklerde bol bol referans verilecektir. Neredeyse altı aya kalmadan kağıtlar yeniden ve yeniden dağıtılmaktadır. Bu arada egemen bloktaki parçalanmalar, bölgedeki gelişmeler, ordu içindeki kıpırdanmalar parlamenter sisteme müdahale edecek işleyişleri öne çıkarmaktadır.

15-16 Haziran olayları patlak verir. Düzen güçlerinin kendilerini derleyip toparlamalarında önemli bir olay olan bu gelişme solun herhangi bir eğilimini bir yeniden değerlendirmeye sürüklemez. Birbirinden bağımsız bir şekilde irili ufaklı her grup –her dağılma sürecinde olduğu gibi büyük parçaların yanı sıra kıyıda köşede kendilerine göre mücadeleyi sürdüren azımsanmayacak çevreler de bulunmaktadır– 15-16 Haziran’a katılmış, ancak herhangi bir yeniden değerlendirme ihtiyacı doğmamıştır.

Tipik bir kendiliğinden hareketliliğinin ürünü olan 15-16 Haziran olayları ilk ateşi veren DİSK yönetiminin beklentilerinin çok ötesine geçerek onları da kendi durumlarını düşünmeye zorlamış, DİSK’ten biraz daha düşük bir katılım bekleyen hükümeti paniğe sürüklemiş ve bizzat olayların içinde yer alan solun önde gelen kesimlerinin ise siyasal tahayyüllerinin ötesine geçmiştir. Ancak solun bu önde gelen kesimleri olayın anlamını irdelerken sanki senaryosunu kendi elleriyle ve kendileri için yazmışçasına kendi doğrulanmalarından başka bir şey görmemişlerdir. Kitle hareketliliğinden öğrenme kapasitesi açısından bu acizlik aslında 12 Mart’a uzanan sonraki aylardaki solun sanki kaderini hızlandırırcasına içe kapanmasında kendini göstermiştir.

“Günün çeşitli kanatlarıyla sosyalist hareketi 15-16 Haziran olaylarından dersler çıkarmak yerine iman tazelemekle yetindiler. TİP’liler MDD’cilere karşı işçi sınıfının nesnel varlığının ve tarihi öncülüğünün altını sürekli olarak çizdikleri için, kendilerinin olaylarca doğrulandığını belirttiler. MDD’cilerden Aydınlık Sosyalist Dergi “milli ordu”, “işçi ordu el ele milli cephede” gibi sloganların atılmasından dem vurarak, hareketin millici yanını vurguladılar ve işçilerle dayanışmanın bir yurtseverlik görevi olduğunu belirttiler. Daha üç gün önce işçi sınıfının objektif varlığını dahi tartışma gereğini duyan Proleter Devrimci Aydınlık (olmayan proletarya?) nihayet bir işçi sınıfının varoluşunu belirtmesi ile kendi kimliğindeki bir boşluğun giderildiği kanısına varmıştır herhalde.” (Yeniyol, Haziran 1989)[8]

68 üniversite işgallerinin hemen ardından işçilerin fabrika işgallerine girişmeleri ve 15-16 Haziran 1970’de yine bütün beklentileri altüst ederek ilk kez fetih duygusunu yaşamaları kendi deneyimleri ile durum vaziyeti sorgulayan ve sendikal mücadelenin sınırlarını zorlayan bir işçi sınıfının varlığının kanıtıdır. Parti olmadan bu enerjinin açığa çıkarılması oldukça zordur. Ama partinin de çok daha elverişli koşullarda, hatta işçi sınıfının kendiliğinden hareketlerinin yoğunlaştığı ve etkinleştiği bir dönemde krize girmesi marifetin esas olarak tam da gerçekleşmeyen buluşma-kaynaşmada olduğunu göstermektedir. İşçi hareketinin işgal, grev tarzındaki eylemliliklerin ille de çok yüksek bir bilinç düzeyine denk gelmediği söylenebilirse de bu tür eylemlerin kimi zaman çevrede yerleşik olan ailelerin de katılımıyla güvenlik kuvvetleriyle çatışmalara kadar vardığı ve örneğin 15-16 Haziran olaylarından sonra, kasım ayında Adana’da Bossa fabrikasındaki işgalde oldukça sert çatışmalar olduğu hatırlanmalıdır. 1969 Haziran-Temmuz aylarında Çorum’daki Alpagut işçileri biriken alacaklarını tahsil etmek üzere üretime ve yönetime el koyarak tahsilatı gerçekleştirdiler. Böylece ilginç ve tarihsel denebilecek bir denetim-yönetim deneyimi gerçekleştirdiler. Aralık 1969’da Gamak’ta Şerif Aygün’ün öldürülmesi ise direnişlerin nerelere uzanabileceğinin trajik bir belirtisiydi.


[1] Harun Karadeniz, Olaylı Yıllar ve Gençlik, s.237.

[2] Ender anı yazarlarından biri İstanbul’daki Haziran 69’da Ordu darbe yapacaksa sürekli işgal yapalım deyu İlhan ağabeyi ziyaretlerini anlatır. Zihni Çetiner, Ölümü Paylaştılar Ama!.. s.156-157

[3] Harun Karadeniz, Olaylı Yıllar ve Gençlik adlı kitabında ilk kez grevdeki Derby fabrikasından gelen birinin işgali nasıl yapabileceklerini sormasını anlatır. s.137.

[4] Geleneksel olarak Türk-İş’in sol kanadı olarak görülen TİP’li sendikacılar altmışlı yıllarda yönetimin grevlere ve genel olarak hareketliliğe karşı davranışlarının zirveye çıktığı 1966 yılındaki kimi grevlere karşı durunca, sendika bürokrasisinin kendi iç gerilimleriyle birlikte yeni bir yapılanmaya yönelmiştir. 1967 yılında DİSK’in kurulması sendikal hareket içinde rekabeti artırırken, sendikal bürokrasinin sol kanadının hareket alanı da genişlemiştir. İşçiler arasında DİSK’e yöneliş başlamış, göreli olarak hareketlenmelerinin önü açılmıştır.

[5] Türkiye’de İşçi Sınıfı ve Sendikacılık Hareketi, Yıldırım Koç, s. 114’te işgal dalgasının bir dökümünü verir. 

[6] Mart 1971 tarihli broşürde “ideolojik mücadelenin yanında proleter devrimci şiddet metodları da kullanılarak oportünistler ezildi” denmekte. s. 22

[7] Kürt sol hareketi DDKO ile bağımsızlaşmaya başlamış, bu eğilim yetmişli yıllarda daha da güçlenerek kendi mecrasını oluşturmuştur. Ortak bir siyasal kültürden beslenmekle birlikte ayrıca değerlendirilmesi gerekir. Yine de bu değerlendirme esas olarak sonraki dönem için anlamlıdır.

[8] Daha geniş bilgi için Turgan Arınır-Sırrı Öztürk’ün 15-16 Haziran kitabının 3. bölümüne bakınız. Sorun yay, 1976, s.109.

Bellekteki Boşluk ve 12 Eylül – Masis Kürkçügil

Masis Kürkçügil’in on yıl kadar önce kaleme almış olduğu bu yazısını 12 Eylül 1980 darbesinin 40’ıncı yıldönümü vesilesiyle yeniden yayınlıyoruz.

Yakında otuzuncu yılını dolduracak olan 12 Eylül’e ilişkin kitaplar, programlar, tartışmalar belki de şimdiden tezgâhlara sürülmüştür.  Daha dün 68’in kırkıncı yılı anıldı, mülakatlar yapıldı, kitaplar basıldı. Sonra herkes köşesine çekildi. Anmalar, polemikler arşivlerde zararsız tartışmalar klasörlerinde yerlerini aldılar. Belleklerde kalan da eski muharipler cemiyetindeki muhabetlerden ibaretti. Okunması elzem kitapların miktarına ve satışına bakılırsa ilginin hayli gelgeç, yüzeysel olduğu rahatlıkla söylenebilir.

Hafızayla herkesin farklı bir ilişkisi var ve bu ilişki sanıldığının aksine geçmişten çok gelecekle ilgili. İnsanlar ancak yeni bir gelecek tasarladıklarında belleklerini tazeleme ihtiyacı hissediyorlar. Anlamlı tartışmalar, çalışmalar da ancak böylesi bir yeniden inşa sürecinde ortaya çıkabiliyor.

Geleceği askıya alıp gündelik siyasetin sorunlarına gömülmüş olanlar için geçmiş, eksik ve yetersiz kalmış deneyimler, mücadeleler olmaktan çıkıp becereksizlikler, hayalperestlikler ve zevzeklikler alanı haline getiriliyor. Geçmişi yarım kalmış bir altın çağ olarak tasavur edenler ise menkıbeden menkıbeye geçerken gerçeklikle ilişkilerini koparıyorlar. Böylece giderek belleklerde çarpıtılan geçmiş, yaşanmamış oluyor. 12 Eylül ne yazık ki –yazık çünkü yaşanılmış olan en önemli deneyim olma özelliğini hâlâ koruyor– esas olarak bu iki kıskaç arasında kendi gerçekliğine yeniden kavuşamadan, yani gelecek için anlamlandırılabilecek, yitirilenleri kazanıma dönüştürebilecek bir çabanın öznesi olmadan “mazi” oluyor.

Geliyorum diyen darbe

Yetmişli yılların ortalarında dünya kapitalist krizi patlak verdiğinde, dünyanın dört bucağında sosyalist hareket altmışlı yıllarda boyvermiş koşulların hüküm sürdüğü bir dünyanın sorunlarını çözmekle meşguldü. İspanya’da açılım, Portekiz’de Karanfil Devrimi, Yunanistan’da demokrasiye geçiş iyimserliği pekiştirirken 1973 yılında Şili ile başlayan Latin Amerika’da askeri diktatörlükler silsilesi sanki bir kazaymışcasına algılanıyordu. Demirel kendisinden emin, Ecevit’e (Allende’ye hakaret edercesine) Büllende yakıştırması yaparken gelecek darbenin kendisini devireceğini belli ki hiç beklemiyordu.  Latin Amerika’da düşen ibrenin farkında olmayan sosyalist hareket, Afrika’daki ulusal kurtuluş hareketlerindeki kıpırdanmalardan, Çin, Vietnam ve Küba’nın izinden dünyayı değiştirecek bir kaldıracın peşindeydi.

Rastlanmadık siyasallaşma

12 Mart’ın bitiminden önce, Ekim 1973 seçimlerinde, Ecevit’in mitinglerine yığılan kitlelerin şahsında, 1961 Saraçhane mitinginden sonra belki de en büyük ve anlamlı siyasallaşmayla solun kazandığı itibar ve meşruiyet, yıkılmış, dağılmış sosyalist hareketin de yeniden canlanmasına yol açtı. Kıbrıs harekâtına kadar baskıyla özdeşleşen ordunun kaybettiği itibar, idamların  “kamu vicdanı”nda mahkum edilmesi, 12 Mart uygulamalarının toplumun geniş kesimlerinde yarattığı huzursuzluk, altmışlı yıllardan farklı, daha kitlesel, umutlu ve daha deneyimli bir radikalizasyon dalgasını getirdi. 12 Mart’ın kapıdan kovduğu bacadan girmişti.

Sanıldığı gibi genel afla içerden çıkanların değil dışardakilerin, yeni bir gençliğin, kadınların, emekçilerin akın akın siyasete koşmalarının ürünüydü bu yeni dalga.

12 Mart’ı, 1905 benzeri bir prova olarak görenler de vardı. Şimdi sıra 1917’deydi. Ortada bir prova vardı ama elbisenin kimin üzerine prova edildiği atlanıyordu.

12 Mart’ı oluşturan önemli şartlardan biri olan egemen blokun çatırdaması, AP’nin temsil ettiği iktidar blokunun MNP-MSP (Anadolu tüccarı ve esnafı) ve Demokratik Parti (tarım burjuvazisi) ile dağılması, MHP’nin güçlenmesi MC türü koalisyonlarla telif edilmeye çalışılmışsa da, Demirel’in bütün maharetine rağmen bütün bu farklı partilerin temsil ettiği çıkar çatışmalarını tatmin etmek mümkün olmadığından “yönetenlerin yönetememe hali” kangrenleşmiştir.

Kitlelerin siyasallaşmasının yükseliş ve düşüşü

Genel olarak solun kazandığı mevziler 1977 Haziran seçimleriyle zirve noktasına ulaşmıştı. Bu birikimde sosyalist solun enerjisi büyük miktarda Ecevit CHP’sine akmış, bağımsız sosyalist bir alternatif oluşturulamamış ve sosyalist hareketler de en yakınında bulunanlarla “ideolojik” hesaplaşmalarını tamamlamamışlardı. Seçimlere giren sosyalist kesimlerin aldığı oylar devede kulak kalırken, bir katsayı kullanarak girmeyenlerin de hali pür melali hakkında bir fikir edinilebilirdi. Bu seçimlerde MHP’nin de bir milyonu aşan bir oy alarak kendi rekorunu kırıdığı eklenmelidir. 1973 yılında siyaset sahnesinde yerini alan MSP’nin kalıcılığı da tescil edilmiş oluyordu. Bir diğer husus yerel seçimlerde Diyarbakır’da sosyalist bir grubun temsilcisi olarak Mehdi Zana’nın seçimleri kazanmasıydı. Dolayısıyla radikalizasyon, oldukça çok yönlüydü.

Sermayesinin saldırısına karşı, demokratik haklar için mücadelede emekçilerin en önemli örgütü DİSK ise CHP’ye hayırhah davranırken kendi içinde iktidar mücadelesine girerek, bir kaç yılda hesapta olmayan bir biçimde güç kaybedecekti.

Bugün 12 Eylül’e açılan çatışmaların, mücadelelerin (kimilerine göre komploların) bir ayağı olarak sunulan tablonun önemi ne olursa olsun belirleyici unsurlar kitle dinamiğine bakarak çıkarılabilir. Bu açıdan 1 Mayıslar bir mihenk taşı olarak görülebilir. 1976 olaysız ilk 1 Mayıs, solla dirsek teması olan bütün emekçilerin, yurttaşların yüzünü güldürürken, 1977 1 Mayıs’ı derin soru işaretleri ortaya koymuştur. Felakete karşı özsavunmayı sağlayacak olan nedir? Siyasetin “olağan” kanallarının dışına çıkıldığında güç ilişkilerinde emekçilerin konumu alabildiğine elverişsizdi.

1 Mayıs 1977 katliamı simgesel olarak, sosyalist soldan çok daha fazla işçi sınıfının sendikal alanda güçlenmiş olmasına yönelikti. Ayrıca benzer bir komplonun Ecevit’e yönelik olarak da gündeme geldiği bilinmekte. Bu tarihler aynı zamanda yetmişli yılların ortalarında başgösteren dünya krizinin sonucu, dünyanın dört bucağında topyekûn olarak işçi sınıfının fiziki varlığına ve moral kazanımlarına saldırının başlatıldığı tarihlerdir.

Bir ay sonra yapılan genel seçimlerde Ecevit CHP’si oylarını en üst seviyeye çıkartmış, tek başına iktidar olmayınca devşirdikleriyle bir koalisyon hükümeti kurmuştur.

Dönemin bir diğer önemli olayı DİSK içindeki iktidar mücadelesinin 1977 Ekiminde yapılan kongrede, Türk-İş’den gelenlerin ağırlıklarını koyarak yönetimi ezici bir çoğunlukla ele geçirmeleridir. Bundan böyle bir tür iki başlı bir DİSK’ten söz edilebilirdi.

Üçüncü 1 Mayıs’a (1978) insanlar 1 Mayıs 1977’de katledilenlerin anısına saygı göstererek aynı heyecanla olmasa da kitleler halinde katıldılar. 1977’den farklı olarak kürsünün manüplasyonundan uzak düzenlemede siyasal grupların ağırlığı başından itibaren kendini gösteriyordu.

Kitle hareketinin eğrisi yükselmiyordu ama henüz bir düşme eğilimi de göstermiyordu. 1978 yılı bu açıdan her kesim için kritik bir yıldır. Düzen güçleri için de, sosyalistler için de sendikalar için de henüz fırsat vardı. Ancak tarih hızını artırırken, herkes yaşanan günler ebediymişcesine büyük bir iyimserlikle kendi ritmine umut bağlamıştı. Yaklaşan felakete karşı, kazanımların savunulması için ortak bir mücadeleyi tasarlamak yerine, bir diğerinin yaşama alanını daraltarak kendini genişletme çabası sürdürülüyordu.

Yıl sonunda Kahramanmaraş’ta yüzü aşkın insanın katledilmesiyle sonuçlanan olaylar artık bir dönemin sona erdiğini göstermektedir. Ecevit hükümeti durumu denetleyememekte, zemini kaymakta ve yamalı bohça hükümetinin itibarı zedelenmektedir. Artık 12 Eylül’e uzanacak bir sıkıyönetim dönemine girilmiştir, yetkiler orduyla paylaşılacaktır.

1979 1 Mayıs’ı bu açıdan anlamlı bir tarihtir. DİSK yönetimi 1 Mayıs alanı diye ilan edilen Taksim’de kutlamaların yapılması için ısrar etmiş, izin verilmediğinde de elinden geleni yaptığından hoşnutken, DİSK’ten geçici olarak ihraç edilen sendikalar TKP güdümündeki Maden-İş başkanı Kemal Türkler’in sözcülüğünde İzmir’de kutlamaları yapmışlardır. İkinci bir kutlama yine İzmir’de sol gruplarca yapılmıştır.

Özetle 12 Eylül’den, 24 Ocak’tan önce başlamış olan güç ilişkilerinde emekçiler aleyhine hemen hemen her düzeyde belirgin bir gerileme sözkonusuydu. 1980 yılı başladığında artık giderek güç kaybeden sendikalar ve genel olarak sol, savunma mevzileri inşa etmekten de aciz kalıyordu. Tariş gibi kimi artçı olaylar bir yükselişin belirtisi olmayıp gecikmiş ortak mücadelenin anlamını tarihe geçirirken, kaybedilenin yerine yenisi koymak artık imkânsız hale gelmişti.

Darbenin şekillenmesi

1979 Ekim ara seçimlerinden sonra CHP’nin hükümetten çekilmesiyle Demirel büyük bir hevesle kolları sıvıyordu. Oysa parlamenter sistemi askıya almak için koşullar fazlasıyla oluşmuştu. Yalnızca yıllardır süren yukardakilerin yönetememesinden ötürü değil, uluslararası koşullar, NATO’nun bölgedeki dayatmaları açısından da.

İran Şahı’nın devrilmesi, Rusya’nın Afganistan’ı işgal etmesi Türkiye’de sıkıyönetim altında da olsa pamuk ipliğine bağlı bir parlamenter sistemin sürmesini imkânsız kılıyordu. Hükümetin Amerikancı olması, herhangi bir güvence oluşturmuyor, destekçisi MSP’nin Dışişleri bakanının düşürülmesinde oynadığı rolün de gösterdiği gibi olayların hızlı aktığı bir dönemde yeterince zaman kaybedildiğinden hareketle sistemin ipi çekiliyordu.

Bütün bu hengâmede Cumhuriyet tarihinin en çetrefil mücadeleleri yürütülüyordu.  Ancak bütün bunlar kitlelerin siyasetten çekildiği bir ortamda artçı mücadelelerle sınırlı kalıyordu. Celal Bayar “bu kış komünizm gelecek” gibisine bir kehanette bulunduysa da  sosyalist hareket tüketici bir siper savaşını dönüştüremedi. 12 Eylül derbesi olduğunda etraf sanki süt liman oldu bir anda. Darbeciler bile hazırlıklarını çatışmaların sürmesi, bir direnişin olabileceği ihtimali üzerine yapmışlardı.

12 Eyül döneminde tutuklananlar, hapsedilenler, mahkum edilenler, öldürülenler, fişlenenler, işten atılanlar vb. listesi, sınıf kini katsayısı ile bakılmadığında çatışmanın düzeyine göre abartılı görülebilir. Ancak anılan dönemde kurulu düzen ilk kez ihtimal olarak bile olsa ölümlü olduğunu fark etti. Reaksiyonun ağırlığının önemli bir nedeni budur.

Ya sonra?

12 Eylül’ün yarattığı tahribatı anlamak için rakamlara bakarken gözden ırak tutulmaması gereken husus, bütün bu baskının “ideolojik” içeriğidir. Şairin “onlar umudun düşmanıdır” demesine nazire olarak denebilir ki onlar daha güzel bir dünya için verilmiş mücadelelerin belleğini yok etmeye çalışmışlardır ve büyük miktarda başarıları da buradadır.

12 Eylül tasfiye olmadan, sözcüsü gibi kendi ömrünü doldurdu. Bu anlamda toplum, 12 Eylül’den kurtulamadı ve artık 12 Eylül’le hesaplaşma imkânını da yitirdi. Hesaplaşma, herşeyden önce bir intikam sorunu olmayıp, yaşananların bellekte yeniden oluşuturularak gelecek için alarm zillerinin çalınması anlamına geliyor. Belki de bunun için örneğin Beynelminel, Eve Dönüş gibi filmler, kimileri için çok daha ağır olan olaylardan çok daha fazla geniş kesimlerin belleğine sarsıcı kayıtlar düşüyor. Kurban şu veya bu örgütün bir üyesi veya sözcüsü değil içimizden biri, kısaca sokaktaki vatandaş olarak belirince durumun vehameti çok daha açık bir hal alıyor.

12 Eyül’le ilişkideki kopuş tarihimizin bir dizi konusu için de geçerli. 1908’in 100. yılı anmasında bunu tüm açıklığıyla gördük. Öte yandan Kürt meselesinden, Ermeni meselesine veya işçi hareketinin ve sosyalist hareketin tarihine ilişkin bütünlüklü bir bellek olmadığından köhne dünyadan özgürleşime ilişkin bilincimizde sakatlıklar, kesiklikler oluyor ve bu da eylemimize, yaşadığımız hayata yansıyor. Ancak tarihle ilişkideki bu kopukluk bize has değil.  İspanya İç Savaşı gibi insanlık tarihi açısından dramatik bir olay ancak on yıldır kendi ülkesinde bilince çıkmakta. Bu da özgürlük ve eşitlik mücadelesinin vazgeçilmez bir parçası.

(Bu yazı Mesele dergisinin Eylül 2009 tarihli sayısında yayımlanmıştır.)

Victor Serge ile Sosyalizmi Yeniden Düşünmek – Susan Weissman

Dünya çapında devrimci marksistlerin, liberterlerin ve anarşistlerin bilincinin gelişimi üzerinde Victor Serge’in kayda değer bir etkisi olmuştur. Troçkist hareketle ilişkisi bir hayli netameli olmakla birlikte kendi zamanının en ünlü troçkistiydi. İnsanlara Serge üzerine yazdığımı söylediğimde, hiç şaşmadan her biri onları en fazla etkileyen kitaplarından bahsediyor : Anglosakson dünyada çoğunlukla tasfiyelere ilişkin diyalektik romanı Toulaev Olayı oluyor bu, veya Bir Devrimcinin Anıları. Fransa’da, Asrın Geceyarısı. Troçkist militanlara gelince genelde Rus Devriminin Birinci Yılı’nı veya 1936’da sadece onbeş günde yazdığı Lenin’den Stalin’e kitabını anıyorlar. Latin Amerika’daysa en fazla okunan eseri « Her Devrimcinin Baskı Hakkında Bilmesi Gerekenler » [Türkçede « Militana Notlar »].
 
Bunları Serge’in bir dönemin somut ve şiirsel ifadesine gönderme yaptığını vurgulamak için söylüyorum. Stalinist karşı-devrimin yanında saf tutmayı reddeden ve fikirleri Stalin’in onları yok etme teşebbüsünden kaçabilsin diye mücadele eden devrimci marksistlerin yanındaydı. Çalışmalarını bu denli kuvvetli kılan budur. Serge’e Sol Muhalefet’in şairi, ozanı, muhabiri ve tarihçisi dendi. Aynı zamanda onun bilinciydi de. Muhalefet’teki yoldaşları gibi Serge de, aynı solukta hem kapitalizmi hem stalinizmi reddettiği için Tarih’in kıyısına itildi. Bugün hâlâ katkıları bizleri baştan çıkarmaya devam ediyor çünkü hiçbir zaman kendi angajmanından dönmedi –insanlığın özgürlüğünü savunan, insanlığın haysiyetini güçlendiren ve insanlık durumunu iyileştiren bir toplumu yaratma mücadelesi. Serge Yirminci Yüzyılın ilk yarısının hengamesi içinde yaşadı fakat fikirleri post-sovyetik ve Soğuk Savaş sonrası dünyamızı çalkalandıran çağdaş tartışmalar için son derece önemli olmayı sürdürüyor.
 
Sovyet felaketine dair sayısız bilançonun arasında, siyasal ve entelektüel zeminde Victor Serge’in sesi ve tanıklığı, dürüstlüğü, titizliği ve taşımaktan bir an bile vazgeçmediği derin insanî kaygılarıyla kendini ayırd etmektedir. Eserleri mühim ve birincil olmakla birlikte bugün hâlâ çözülmemiş meselelere el atar : özgürlük, özerklik ve haysiyet. Böylesi hedeflere ulaşmayı becerecek bir toplumu yaratmanın yollarını arayan bir devrimci kuşağa aitti Victor Serge. Mağlup oldular, fakat o, hayatının geri kalanını teşebbüslerini tarif etmeye ve yenilgilerini incelemeye ayırdı. Bu nedenle çalışması yeniden basılmayı, incelenmeyi, yorumlanmayı ve özellikle de muhafaza edilmeyi hak ediyor. Serge’i tekrar bizim kılmak geleceği tahayyül etmemize –ve umarız ki, yaratmamıza- yardımcı olabilir.
 
Victor Serge 1947’de 57 yaşında öldü. Fazlasıyla kısa olan bu hayatın içinde üç devrime katıldı, on yıl kadar tutsak kaldı, otuzun üzerinde eserini yayınlattı ve hiç yayınlanmamış sayısız çalışma bıraktı. Bir siyasi sürgünde doğdu ve bir başka siyasi sürgünde öldü. Yedi ülkede siyasal açıdan aktif oldu. Bütün bir hayatı sürekli siyasal muhalefetin işareti altında geçti : Serge –önce anarşist sonra bolşevik olarak- kapitalizme karşı çıktı ; Bolşevizmin antidemokratik uygulamalarına sonra da, gördüğümüz gibi bir Sol Muhalif olarak Stalin’e karşı çıktı. İflah olmaz bir marksist olarak, anti-stalinist solun içinden Troçki’yle tartıştı ve son olarak faşizme karşı mücadele etti. Devrimin bu romancısı ve tarihçisi eski SSCB’de hâlâ az bilinmekle birlikte çeşitli çalışmalarında 1917 devriminin uğradığı şiddetli ihaneti ortaya koyarak, bu toplumun siyasal gelişiminin en keskin gözlemcilerinden biri olmuştur.
 
Siyasal deneyimi, onu Stalin muzaffer olduktan sonra sosyalizmden vazgeçmeye değil, tam tersine sosyalist amaca daha fazla katkıda bulunmak için onda eksik olanı, bireysel insanî haklar kaygısını getirmeye yöneltti. 1918’den itibaren (ve 1923’te) çeşitli tehlikeler barındırsa da bir koalisyon hükümetinin daha sonra Stalin’in ve gizli polisinin bürokratik diktatörlüğü altında meydana gelecek olanlardan daha az tehlikeli olduğunu ilan ederek tek parti sistemine karşı çıktı. Ekonomik reform önerileri katı, dikey ve antidemokratik « planlar » yerine « işçi demokrasisini» ve « topluluklar komünizmini » içeriyordu. Serge hiçbir zaman tarih-dışı analizlere sapma hatasına düşmedi : bolşevkilerin acımasız bir savaşın sonunda caniyane biçimde bir seçeneksizlikle karşı karşıya olduğunun bilincindeydi. Kendilerini neyin beklediğini görme imkanından yoksun olarak Devrimin gericilik güçleri tarafından kanda boğulmasından korkuyorlardı –kararlarının bir çoğu bir parti vatanseverliğinin izini taşıyordu.
 
SSCB üzerine çalışmaları bugün SSCB’de ve komünist hareketin içinde yirmili ve otuzlu yılların atmosferini kavramak için vazgeçilmez kaynaklar. Kırklı yılların ikilemlerine bir aciliyet ve netlik kazandırma duygusuyla ışık tuttu. Bu, düşüncesinin güncelliğine katkıda bulunmaktadır –çünkü kelimenin tam anlamıyla başka bir dünya çağrısını taşıyordu. Serge’i gölgeden ve unutuluştan çekip çıkararak, esasında apaçık bir gerçek olması gereken Tarih’in yaşamsal, hatta kurtarıcı bir mahiyet taşıya boyutunu tekrar kavrayabiliriz : Demokrasi sosyalizmin aslî bileşenidir.

Çeviren: Uraz Aydın

Susan Weissman’ın daha kapsamlı olan yazısının bir kısmı buraya aktarılmıştır.

Kaynak: https://www.revue-ballast.fr/victor-serge-socialisme/

Bu çeviri ilk olarak yeniyol1.org sitesinde yayınlanmıştır.

Kapak Fotoğrafı: Soldan sağa: Victor Serge, Benjamin Péret, Remedios Varo, André Breton. Fransa, 1941.

Troçki’nin Katli- Ernest Mandel

Belçikalı olduğunu iddia ediyor, adının Jacques Mornard olduğunu söylüyordu. Katalonyalıydı ve adı Ramon Mercader’di, koluna kumanda eden ise Stalin’di.

22 Ağustos 1940’ta bir dağcı kazması 1937’den beri Meksika’da mülteci olarak yaşayan Lev Troçki’nin kafasını parçalıyordu. Katil polise verdiği ifadede isminin Jacques Mornard olduğunu ve Belçika vatandaşı olduğunu beyan ediyordu. Cinayetin faili olmakla birlikte tek örgütleyicisi değildi. Troçki’nin müstakbel katili, genç Troçkist Sylvia Ageloff ile ilişkisi sayesinde ünlü sürgünün güvenliğinden sorumlu olanların güvenini kazanmayı başarabilmişti. Frank Jacson ismiyle Coyoacan’daki (Mexico’nun bir varoşu) tahkim edilmiş eve defalarca kabul edilmişti.

İlk suikast girişimi cinayetten birkaç ay önce başarısızlığa uğramıştı. 24 Mayıs 1940 günü sabaha karşı 4’te yirmi kişilik bir komando timi ikametgâha girmeyi başarmıştı: Troçki’nin yatak odasını makineli tüfeklerle taramış, iki yangın el bombası atıp bir de zaman ayarlı bomba bırakmışlardı. Mucize eseri ölen ya da yaralanan olmamıştı. Troçki’yle eşi kendilerini yatağın altına atmışlar, torunları Sieva da saldırıdan aynı şekilde kurtulmuştu.

Stalinci basın öfkeden deliye dönmüştü ve Troçki’nin kendinden söz ettirmek ve Meksika Komünist Partisi ve Stalin’e iftira atmak için bizzat tezgahladığı bir düzmece suikast tezini yaymaktaydı. Olaylardan bir ay sonra çoğu KP üyesi ve İspanya gazisi otuz kişi demir parmaklıkların arkasındaydı. Cinayet teşebbüsünün sorumlusu firardaydı: Bahsedilen kişi Troçki’nin 1928’den beri GPU için çalıştığını düşündüğü İspanya’da albay rütbesiyle savaşmış olan ünlü ressam David Alfaro Siqueiros’tu.

Soruşturma daha sonraları Siqueiros ile Franck Jacson’un birbirlerini İspanya’dan beri tanıdıklarını kanıtlayacaktı.

Franck Jacsonun Kimliği

Peki, bu Franck Jacson kimin nesiydi? Hakiki kimliğini çözmek on yıla yakın zaman alacaktı. Cebinde eyleminin saiklerini açıklayan bir mektup bulunmuş olmalıydı: Düş kırıklığına uğramış bir Troçkist olarak, güya Troçki’den ve Troçki’nin onu sabotajlar düzenlemek, Kızıl Ordu’nun moralini bozmak ve Stalin’i öldürmeyi denemek üzere SSCB’ye gönderme teklifinden tiksinmiş olacaktı. Sözümona bütün bunları başarmak için büyük bir ulusun desteğine sahip oluyor olacaktı (Söz konusu büyük ulus ABD idi zira Alman-Sovyet Paktı nedeniyle Troçki’nin artık Hitlerci bir ajan olması mümkün değildi).

Tüm bu suçlamalar çeşitli KP’ler tarafından kırk yıla yakın bir süre tekrarlandı. FKP yöneticisi Léo Figuères 1969’da yayımlanan Troçkizm, Şu Anti-Leninizmadlı kitabında hâlâ aynı suçlamalara başvuruyordu. Katilin fotoğrafları basında yayımlandığında birçok İspanya gazisi (çoğu Meksika’ya sığınmıştı) komünist militan Ramon Mercader’i tanır gibi oldular. Buna karşın, bundan kesin emin olmak için 1950’yi beklemek gerekecekti: Avrupa’da yapılan bir kongreyi fırsat bilen Meksika hükümetinin bir kriminoloğu konuyu araştırmak için İspanya’ya gitti. Jacson’un parmak izlerini 1935 Haziran’ında tutuklanan genç Katalan komünist Ramon Mercader’inkilerle karşılaştıracaktı: parmak izleri aynıydı.

Stalin’in ölüm yılı olan 1953’te, tüm resmi belgelerde Jacson-Mornard ismi yerini Mercader’e bırakıyordu. Katilin annesi Caridad Mercader, Komintern’e bağlı Katalonya Birleşik Sosyalist Partisi’nin pek gözde bir militanıydı. GPU’ya o dönemde İspanya’da görev yapan geleceğin Macar Stalinist yöneticisi Gerö tarafından alınmıştı. Onun aracılığıyla, güven uyandırmayan Sovyet diplomatlarının ve şüpheli militanların fiziki tasfiyesinde uzman GPU generali Leonid Eitingon’un metresi oldu. Ramon Mercader Meksika’da yasanın imkân tanıdığı en ağır ceza olan yirmi yıla çarptırıldı. 1960 yılında hapisten çıktığında Küba üzerinden Çekoslovakya’ya ve oradan da “Sovyetler Birliği Kahramanı”ilan edilip “Lenin Nişanı”ile taltif edileceği Moskova’ya gitti. On sekiz yıl boyunca olup bitenler hakkında tek kelime etmeden 1978’de Moskova’da toprağa verildi.

Stalinin Emri 

Stalin’in cinayetteki amir rolü bugün Sovyet yöneticileri ve FKP dahil herkes tarafından teslim edilmekte. Meksika KP’nin eski yöneticisi Valentin Campa 1978’de anılarını yayımlıyordu. Anılarını 1940’tan başlatıyordu çünkü partisinin cinayetin hazırlanmasına katılışından bahsetmeye pek hevesli değildi. Humanité’nin [FKP’nin günlük yayın organı] 26 ve 27 Temmuz 1978 tarihli sayıları bu anılardan Campa’nın Troçki’yi öldürme emrini verenin Stalin’in ta kendisi olduğunu teyit ettiği birkaç pasaj yayımladı. Ne var ki bu daha önce bilinmeyen bir şey ifşa etmiyordu: Özellikle de başlıca tertipçinin kim olduğunu söylemiyordu. İşin ironik yanı belgeyi sunma görevi kıdemli Stalinist Georges Fournial’e düşmüştü. Oysa “genç ilkokul öğretmeni Georges Fournial”Troçkist basın tarafından 1938 Şubat’ından beri GPU ajanı olarak teşhir edilmekteydi: O tarihte Meksika’da Eğitim Emekçileri Enternasyonalini temsil etmek üzere daha yeni altı ay izne ayrılmıştı…

Her şeye rağmen eski tüfekler Valentin Campa sayesinde sevgili yöneticilerinin yalnızca yalancı değil aynı zamanda katil olduğunu da öğrenebilmiş oldular.

Yakın tarihte bir Stalin biyografisi kaleme almış olan SSCB Askeri Enstitüsü Başkanı General Volgokonov’un Troçki üzerine Moskova’da yayımlamaya hazırladığı kitap (*) apayrı bir önemi haiz. Volgokonov La Stampamuhabiriyle yaptığı söyleşide (26 Temmuz 1990) aralarında Troçki, Stalin ve NKVD arşivlerinin de yer aldığı çok sayıda arşivde çalışma imkânı bulduğunu ve elinde Troçki’ye ilişkin kırk bin belge, binlerce fotoğraf ve onlarca tanıklıktan oluşan mevcut en zengin bölge koleksiyonunu bulundurduğunu söylüyor. Volgokonov bunların bazılarını, özellikle de Stalin’in ve onun yanı sıra Voroşilov’un, Molotov’un ve Ordjonikidze’nin imzalarını taşıyan Eylül 1933 tarihli Troçki’yi öldürme emrini –ki bu emir 1934’te yenilenecekti– yayımlayacak (**).

Volgokonov, (Caridad Mercader ile metres ilişkisi yaşayan GPU generali) Eitingon’un emrinde çalıştığı suikastın baş tertipçisinin kimliğini de nihayet açıklayacak (***). Bu adam 85 yaşında ve Hruşçov’un inisiyatifiyle ömrünün on beş yılını hapiste geçirmiş. Volgokonov bu kişiyi konuşturmayı başarmış. Troçki’yi öldürme konusunda ilk karar 1931 Eylül’ünde alınmıştı fakat bu genel nitelikteki bir karardı. Oysa 1934’te Troçki’nin izini sürmek için özel bir grubun görevi yalnızca Troçki’nin değil yurtdışındaki tüm siyasi hasımların tasfiyesiydi. NKVD denilen ahtapotun kolları her yere uzanıyordu. Bu, Stalin rejimine karşı mücadele eden sürgünlerle savaşmak için oluşturulmuş gizli servis içinde bir gizli servisti. Bu sürgünler Stalin için tehlikeliydi çünkü çok fazla şey biliyorlardı.

Bir Trajikomedi

Troçki’nin kişiliğinin birçok yönüne (özellikle de ta yirmili yıllarda başlayan anti-Stalinizmine) hayranlığını gizlemeyen Volgokonov, Gorbaçovcu düşünceye sadık kalarak Troçki’ye önemli bir sitemde bulunur: “O yanlış bir büyük fikrin, dünya devrimi fikrinin esiri olmuştu. Ölümünden bir hafta önce dahi dünya devriminin zaferine inandığını yazıyordu”. Doğru söze ne denir General yoldaş; Troçki’nin, ayrıca bir sonraki kitabınızın konusu Lenin’le de paylaştığı böyle utanılacak bir zaafı vardı. Buna karşılık Stalin daha 1935’te Roy Howard’a SSCB’nin dünya sosyalist devrimini yüreklendirebileceği düşüncesinin “trajikomedi”den başka bir şey olmadığını söylüyordu. Bugün özgürce yazabilmenin sevincini yaşıyorsanız ve Stalin’in emsalleri Avrupa’nın hemen her yanında temizlendiyse eğer, bunun trajikomik “yanlış büyük fikrin”hâlâ kendinden söz ettirmeye devam ettirmesi nedeniyle olduğunu gün gelir belki anlarsınız.

Dipnotlar

(*) Troçki: Ölümsüz Devrimci başlıklı kitap Moskova’da 1991 yılında yayımlandı. Kitabın İngilizce çevirisi: Dimitri Volgokonov, Trotsky The Eternal Revolutionary, HarperCollins Publishers, Londra, 1996. (ç.n.)

(**) Volgokonov’un Sovyet arşivlerini kaynak göstererek aktardığı bilgiye göre Troçki’nin siyaseten ve fiziken tasfiyesine ilişkin ilk karar, Troçki’nin SBKP Politbürosuna 27 Nisan 1931’de kaleme aldığı bu mektupta Troçki İspanyol Devrimi’nin başarısının güçlü bir komünist partisinin inşasına bağlı olduğunu, birleşik işçi cephesini kurmak için komünistlerin birliğini sağlama görevinin resmi komünist partisine ve dolayısıyla Komintern yani SBKP önderliğine düştüğünü belirtmekte, Bolşevik Parti’nin 1917’deki tutumunu hatırlatmaktaydı. Troçki ayrıca devrimin başarısızlığının faşist bir rejimin kuruluşuyla sonuçlanacağı uyarısında bulunmakta, başarısının ise uzun sürecek kriz koşullarında dünya işçi hareketi için geniş imkânlar sunacağına vurgu yapmaktaydı [mektubun tam metni için bkz. Komünist Safları Birleştirin, Lev Troçki, İspanyol Devrimi (1931-1939), Yazın Yayıncılık, İstanbul, 2000 içinde s.102-104]. Stalin daktiloyla yazılmış mektubun üzerine kırmızı mürekkeple şu notu düşmüştü “Molotov, Kaganoviç, Postişev, Sergo, Andeev, Kuybişev, Kalinin, Voroşilov, Rudzutak dikkatine. Troçki denilen bu cani çete reisi Menşevik şarlatanın kafasına Komintern İcra Komitesi aracılığıyla vurulmalıdır. Bu adam haddini bilmelidir.” Not, Politbüro üyelerinin tamamına gönderilmemişti. Alıcılar arasında Politbüro üyesi Kirov ile aday üyeler Mikoyan, Petrovski ve Çubar yer almazken, artık aday üye olmayan Parti Denetim Komisyonu Başkanı Andeev bulunmaktaydı. Notun gönderildiği üyelerin çoğu Stalin’i onaylamakla yetinirken, Molotov daha uzun bir kayıt düşüyordu: “Hiçbir yanıt verilmemesini öneriyorum. Şayet Troçki bu mektubu yayımlayacak olursa yoldaş Stalin’in önerileri doğrultusunda bir cevap verilmelidir.”Politbürodan cevap çıkmaması üzerine Troçki bu mektubu Muhalefet Bülteni’nin Mayıs-Haziran 1931 sayısında yayımlayacaktı. (Volgokonov, a.g.e., s. 438-439. Vongokolov’un anılan kitabının 437-469. sayfalarında Mayıs 1931’de alınan infaz kararının 20 Ağustos 1940’ta uygulanmasına kadar geçen dokuz yıllık dönemdeki gelişmelerin ayrıntılı bir anlatımını bulmak mümkündür) (ç.n.)

(***) Söz konusu NKVD üst düzey yöneticisi Pavel Sudoplatov’dur. Daha önceki suikast girişimlerinin başarısızlığı üzerine Stalin, Sudoplatov’u Mart 1939’da makamına çağırarak Troçki’yi öldürme emrini bizzat kendisi vermiştir. Sudoplatov operasyonu planlayarak Moskova’dan yönetmiştir. Troçki’yi önce Trükiye’de ve ardından Fransa’da elinden kaçıran ekibin sorumlusu Yagoda ise Moskova Duruşmalarında Savcı Vişiniski tarafından totaliter bürokratik mantığı bütün çıplaklığıyla sergileyecek şekilde “Sağ Troçkist Blok”üyesi olmakla suçlanmış ve 1938’de kurşuna dizilmiştir (a.g.e., s. 443-445). (ç.n.)

Çeviri ve Notlar: Osman S. Binatlı

Kaynak: La Gauche, 19 Eylül 1990.

Kapak Fotoğrafı: Cinayetten sonra Ramon Mercader Polis Karakolunda 27 Ağustos 1940 (Tüm fotoğraflar: AP)

Devrim ve Kitleler – Lev Troçki

80 yıl önce Sovyetler Birliği’nin bir ajanı olan Ramon Mercader’in saldırısı sonucu, 21 Ağustos 1940’ta Ekim İhtilalinin lideri, Petrograd Sovyeti Başkanı, IV. Enternasyonal’in kurucusu Lev Troçki hayatını yitirdi. Gerek Troçki’nin eserlerinden alınma gerekse hayatına, kavgasına ve ölümüne ilişkin bir dizi yazıyla bu büyük devrimcinin mücadelelerinden ve günümüzün meydan okumaları açısından hala güncellik taşıyan teorik katkılarından kimi sekanslar sunuyoruz.

Bununla birlikte şunu da vurgulamak isteriz ki Troçki bizler için bir kült nesnesi olmaktan uzaktır, devrimci fikriyata ve pratiğe kazandırdıklarının yanı sıra eksiklikleri, hataları ve ikilemleri ile birlikte ele alınması gereken bir devrimcidir, bir insandır. Daniel Bensaïd’in de vurguladığı gibi o “sofuca bel bağlanacak bir referans ya da yegâne başvuru kaynağı” değildir: “Tersine, bizlerin görevi işçi hareketinin ve bu hareketin bağrındaki stratejik tartışmaların çoğulcu bir belleğini aktarmak olmalıdır. Troçki yine de bu manzara içinde ve bu tehlikeli geçitte vazgeçilmez bir dayanak noktası oluşturur”. 

İmdat Freni

1917’nin ilk iki ayında Rusya hâlâ Romanovlar monarşisiydi. Sekiz ay sonraysa, daha yıl başında pek tanınmayan ve iktidara geldikleri sırada önderleri her türlü ihanetle suçlu durumdaki Bolşevikler dümeni ele geçirmişlerdi bile. Tarihte bu denli apansız bir tersyüz oluşun bir başka örneği daha yoktur, özellikle yüz elli milyon candan meydana gelen bir ulustan bahsettiğimiz anımsanırsa. Öyleyse, hangi biçimde ele alınırsa alınsın, 1917 hadiselerinin irdelenmeye değer olduğu aşikârdır.

Bir devrimin tarihi, tüm diğer tarihler gibi, her şeyden önce olup bitenleri ve bunların nasıl olduğunu anlatmalıdır. Ama bu yeterli değildir. Öyküsünde bile olayların neden başka türlü değil de böyle cereyan ettiğini net biçimde görebilmemiz gerekir. Hadiseler ne bir serüvenler silsilesi ne de önceden tasarlanmış bir kıssadan hissenin birbirini takip eden bölümleri olarak görülemezler. Kendi rasyonel yasalarına uymaları gerekir. İşte yazarın kendine biçtiği görev bu iç yasanın keşfidir.

Devrimin en tartışma götürmez özelliği kitlelerin tarihsel olaylara doğrudan müdahaleleridir. Normal zamanlarda, ister monarşik ister demokratik olsun, devlet ulusa tepeden bakar; tarih erbaplarınca yapılır: monarklar, bakanlar, bürokratlar, parlamenterler, gazeteciler. Ama keskin dönemeçlerde, eski düzen artık onlar için katlanılamaz hale geldiğinde, kitleler kendilerini siyaset arenasından ayıran duvarları birer birer yıkarlar, geleneksel temsilcilerini yerlerinden ederler ve bu müdahaleleriyle yeni bir düzenin başlangıç ortamını yaratırlar. Bunun iyi mi kötü mü olduğunu varsın ahlâkçılar düşünsün. Bize gelince, biz olguları nesnel gelişmeleri içinde kendilerini nasıl sunuyorlarsa öyle alıyoruz. Devrimin tarihi bize göre, her şeyden önce, kendi kaderlerinin karara bağlandığı sahaya kitlelerin aniden dalmalarının öyküsüdür.

Devrim ortamına girmiş bir toplumda, sınıflar mücadele halindedir. Bununla birlikte, devrimin başlangıcı ile sonu arasındaki zaman zarfında toplumun iktisadî temellerinde ve sınıfların toplumsal dayanaklarında meydana gelen dönüşümlerin, kısa bir zaman diliminde yüzlerce yıllık kurumları yerle bir eden ve bunların yerlerine tekrar devirmek üzere yenilerini kuran devrimin bizzat kendi gidişatını açıklamaya yeterli olmadığı besbellidir. Devrimci olayların dinamiği, doğrudan doğruya, devrimden önce oluşmuş olan sınıfların psikolojilerindeki hızlı, yoğun ve coşkulu dönüşümler tarafından belirlenir.

Gerçekten, bir toplum, tıpkı bir zanaatkârın alet edevatını yenilemesi gibi, kurumlarını ihtiyaçları ölçüsünde değiştiremez. Tam tersine: pratikte, toplum üstünde taşıdığı kurumları ezeliyen kurulu şeyler gibi görür. Onlarca yıl boyunca, muhalefetin eleştirisi kitlelerin hoşnutsuzluğuna bir supap görevi görür ve bu da toplumsal rejimin istikrarının bir koşuludur: örneğin, ilke olarak, sosyal demokrat eleştirinin kazandığı değer böyledir. Hoşnutsuzları tutucu aklın cenderesinden kurtarmak ve kitleleri isyana sürüklemek için bireylerin veya partilerin iradesinden bağımsız, son derece istisnaî koşulların doğması gerekir.

Devrim sırasında kitlelerin görüş ve ruh hallerinde meydana gelen hızlı değişimler, dolayısıyla, insan psikolojisinin esneklik ve seyyaliyetinden değil, düpedüz ondaki derinlere kök salmış tutuculuktan ileri gelir. Fikirler ve toplumsal ilişkiler, bir tufan gibi kopup gelene dek, yeni nesnel koşulların tarihsel bakımdan gerisinde kaldığından, devrim sırasında sıçrama yapan fikirler ve coşkular, polis kafasıyla bakıldığında, basitçe “demagoglar”ın işi gibi görülür.

Kitleler devrime dört başı mamur bir toplumsal dönüşüm planıyla değil, artık eski rejime tahammül edemeyeceklerini gösteren ham bir duyguyla girişirler. Yalnızca sınıflarının önder çevreleri siyasal bir programa sahiptir, ama o da olaylar tarafından doğrulanmaya ve kitlelerce onaylanmaya muhtaçtır. Bir devrimin aslî siyasal süreci kesinlikle sınıfın toplumsal krizin ortaya koyduğu sorunların bilincine varması ve kitlelerin aktif olarak ardışık yaklaşıklıklar yöntemi uyarınca yön bulmalarından oluşur. Devrim sürecinin şu veya bu partinin daha aşırı başka partilerle ikâmesiyle pekişen farklı aşamaları, bu ileriye doğru atılış nesnel engellere toslayıp kırılmadığı müddetçe, kitlelerin sola doğru sürekli biçimde daha güçlü olarak itilmelerini yansıtır. Bu kırılma gerçekleştiğinde gericilik başlar: devrimci sınıfın bazı çevrelerinde hayal kırıklığı, kayıtsızların sayısında artış ve ardından, karşı devrimci güçlerin pekişmesi. En azından eski devrimlerin izlediği şema böyledir.

Yalnızca kitleler içindeki siyasal süreçler yoluyla, hiç de bilmezden gelmediğimiz partiler ve önderlerin rolünü anlayabiliriz. Bunlar süreç içinde önemli olmakla birlikte özerk bir unsur oluşturmazlar. Yönetici bir örgüt olmazsa, kitlelerin enerjisi pistonlu bir silindir içinde sıkışmayan buhar misali uçup gider. Bununla birlikte, hareket silindir ya da pistondan değil, buhardan ileri gelir.

Rus Devriminin Tarihi’ne Önsöz’den (Yazın Yayıncılık, çeviri Bülent Tanatar, 2017)